YENİ TÜRKİYE’DEKİ DİNSEL, KÜLTÜREL VE SOSYAL REFORMLAR
| |
Yüzyıllardan beri İslam dinine insansal dünyada büyüklük ve
canlılık katan Osmanlılar, ilk olarak 1299 yılında bugün küçük bir şehir olan S
ö ğ ü t’te kuruldu. Doğu Roma, yani Bizans İmparatorluğunun zayıflıkları,
Bizans’ın Osmanlılar tarafından fethedilmesini cazip kıldı. Osmanlıların büyük
başarıları 14. yüzyılda başladı. Onlar, Anadolu’yu fethetti ve 1355 yılından
sonra Avrupa’ya geçti. Osmanlılar, 1453 yılında Konstantinopolis’i (İstanbul)
aldı ve büyük imparatorluklarının başkenti yaptılar. Onlar, 16. yüzyılda Afrika
ve Asya üzerindeki egemenliklerini genişlettiler ve 1529 yılında Viyana’yı
kuşattılar. Bu dönemde imparatorluk en yüksek noktasına ulaştı. Bundan sonra
ise, bir gerileme süreci içerisine girdi. İç ve dış nedenlerden kaynaklanan bu
gerileme çöküş sürecini ortaya çıkardı.
Bu çöküş süreci, 18. yüzyılın sonuna doğru hızlandı ve
sonunda “Boğaz’daki hasta adam” yaklaşımına neden oldu. Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Kemal Atatürk ve arkadaşları cumhuriyet ilan edilmesiyle yeni
Türkiye’yi kurdular.
Osmanlı Sultan’ı bütün Müslüman’ların halifesi olduğu için,
Osmanlı İmparatorluğu teokratik bir devletti. Devletin bu dinsel özelliği,
yönetimde de kendini gösterir. Şeyhülislam (diğer deyişle din alimlerinin başı)
diğer bakanlarla birlikte kabinede yer almaktaydı. En yüksek dinsel memur olan
şeyhülislam, Sultan tarafından atanmaktaydı ve görevden alınmaktaydı. Devletin
bütün etkinliği, şeyhülislamın çıkardığı ve bir uygulamanın İslami ilkelere
uygun olup olmadığına karar verdiği
F e t v a’ ya (diğer deyişle uzman-görüşü) bağlıydı.
1) Çöküşün
temel nedenleri aşağıdadır:
a) Avrupa’da
dinde ve güzel sanatlarda yapılan reformlar.
Bu yüzden, Ş e r i a t ın (dinsel hukukun), diğer bir
deyişle dinin etkisi altında olan dünyevi meselelerin büyük bir kısmı söz
konusuydu.
Hem hukuk sisteminin hem de devlet sisteminin teokratik bir
yapısı olduğu söylenebilir. K a d ı lar[1] (hakimler) ve M ü f
t ü ler[2] (dinsel
memurlar) tarafından uygulanan hukuk içtihadının, temel olarak dinsel bir
ölçeğe sahip olması söz konusudur.[3]
Devletin yapılanmasında din, büyük bir yer tuttuğu için, U
l e m a (din adamları) etkili bir iktidar pozisyonuna erişmişti ve sonuçta devletin
iç siyasetinde büyük bir rol oynamaktaydı. Hatta bu U l e m a dan kimileri,
bazı konularda Sultan’a karşı gelmekteydi. Halkın inancını sömüren bu sınıf,
nefret ettikleri V e z i r lerin görevden alınmasını talep ediyordu. Onlar,
eğer talepleri yerine getirilmezse, yeniçerileri (diğer deyişle o zamanki ordu)
kışkırtıyorlardı.
b) Avrupa’da
skolastik anlayış yerine pozitif bilimlerin ortaya çıkması.
c) Avrupa
devletlerinde demokrasinin benimsenmesi ve halkın yararına yeni yasarlın kabul
edilmesi.
d) Avrupa’da
büyük üniversitelerin kurulması.
e) İmparatorluğun
ve de dini topluluk düşüncesinin hanedanla ilgili ve bireysel egemenliğe dayalı
kuruluşu.
f) Teokratik
yönetim.
g)
Türkiye’de pozitif bilimlerin etkili
olmaması.
h) Dinin
etkili olması.
i) Özgür
basının olmaması; halk eğitiminin az gelişmişliği ya okur-yazar oranının
düşüklüğü.
j)
Demokrasinin bulunmaması.
k) Avrupa’da
meydana gelen yeniliklerin reddedilmesi ve oryantal kültür çevresinin sürmesi.
l) Avrupa’nın
yarısına kadar genişlemiş İmparatorluğu yönetme zorluğu; ordunun çözülmesi;
finansal zorluklar;
Sultan ve vezirlerin
(bakanların) sefih yaşam tarzları; arka arkaya kaybedilen savaşlar.
1792 yılından sonra gerilemeye başlayan İmparatorluğu
karışıklıktan ve çöküşten kurtarmak için ve ona yeni bir yüz vermek için, bazı
reformlar yapıldı. Bu reformlar, şunlardır:
T a n z i m a t (düzenlemeler)
I.
M
e ş r u t i y e t (anayasal düzenlemeler)
II.
M
e ş r u t i y e t (anayasal düzenlemeler).
İmparatorluğun teokratik yapısındaki ve dinsel yasa
sistemindeki bazı değişikleri ortaya koyan ilk hareket, T a n z i m a t’ın
ilanıdır. Diplomat olarak uzun yıllar Avrupa’da bulunmuş ve bu nedenle Batı
kültürünü tanıyan R e ş i t P a ş a’nın özverili çalışmasıyla ortaya konulan
Tanzimat (refahı veya ortak yararı gözeten düzenlemeler, reformlar) programı, 2
Kasım 1839 yılında ilan edildi. Tanzimat’ın bu ilanıyla birlikte çıkarılan
yasayla, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki bütün ayrımlar ortadan
kaldırılır.2 3 4 [4] Bu F e r m a
n[5] (Sultan’ın
kararnamesi), devlet hizmetine girişte Müslümanlar ve Hıristiyanlar için eşit
koşullar sağlamaktaydı. Ayrıca, T a n z i m a t F e r m a n ı’nda, dinsel inanç
dikkate alınmaksızın çocukların okula girmeleri sağlanmıştır.
T a n z i m a t’la birlikte, hukuk alanında ilk defa Ş e r
i a t ı (dinsel yasayı) uygulamak zorunda kalmayan bazı ilkeler kabul
edilmiştir. İslami ceza hukuku alanında da bazı değişikler yapılmıştır.
Fakat bu F e r m a n, genel olarak dinsel tutuculuk,
şeyhülislamın kırılamayan gücü ve halkta büyük etkisi olan U l e m a ve gericilerden
dolayı, gerçek anlamda herhangi bir değişiklik sağlayamadığı gibi laikliğe
ilişkin yeni bir anlayış da ortaya koyamaz. Çünkü bu dönemde, din aracılığıyla
yerleştirilmiş olan reformların bir sınırı vardı. Dine ve onun temsilcilerine,
kurumlarına ve kurallarına dokunmak dinsizlik ve sapkınlık sayılmaktaydı. Halk
da dindeki radikal reformları kabul edecek kadar olgunlaşmamıştı. Eğer T a n z
i m a t programı bütünüyle gerçekleştirilebilmiş olsaydı, o zaman İmparatorluğu
kurtarabilecek bir devrim ortaya çıkmış olurdu. İlk defa 1876 yılında ve ikinci
defa 1908 yılında ilan edilen M e ş r u t i y e t (anayasal düzenleme), günlük
politik olaydan daha fazla bir şeydi. Sultan A b d ü l h a m i t’in (1876-1909)
şiddeti nedeniyle Avrupa’ya kaçan Jön-Türklerin ve ülkenin entelektüellerinin
etkisiyle oluşturulan her iki anayasal düzenleme, devletin teokratik yapısında
temel hiçbir değişiklik sağlamadı. Aksine, 23 Eylül 1876 da kabul edilen
anayasa, Sultan’ın, İslam dinin halifesi olduğunu ve Sultan’ın kişiliğinin
kutsal olduğunu ve kimseye karşı sorumlu olmadığını ve bütün dinsel görevlerin,
onun memurlarının yerine getirmesi gerektiğini belirlemiştir. Ayrıca, ek madde
olarak F ı k ı h’ın (dini ödevler öğretisi) esaslarının yeni yasa için temel
alınması gerektiği ortaya konulmuştur.
Fakat II. anayasal düzenlemeyle ilgili düşünceler (Türk.
II. M e ş r u t i y e t) daha sonraki reformlar için esasları oluşturdu. Bu
dönemde, sultanlığın halifelikten ayrılmasını araştıran dinsel-politik bir akım
ortaya çıktı. Aynı şekilde bu dönemde, şeyhülislamla ilgili tartışmalar ortaya
çıktı. Onun kabineye girip girmemesi gerektiği konusu gündeme geldi. Ayrıca,
daha modern yöntemlerin uygulanmasına yönelik, bununla birlikte hayata
geçirilemeyen bir eğilim ortaya çıktı. Bu eğilimin temel düşüncesi,
Avrupalılaşmaydı. Bu anlayış, İmparatorluğu kurtarmalı ve onu üst bir seviyeye
ulaştırmalıydı. Bu yönelimin taraftarları, yeni bir devlet istemiyorlar, aksine
ölümün kıyısında bulunan yaşlı İmparatorluğun tekrar canlandırılmasını
istiyorlardı.
Bu anlamda, onlar devrimci bir doktrinin temsilcileri
olarak görülemez. Onların düşüncelerine göre, tek çıkış yolu vardı ve
İmparatorluğun kurtarılması için tek yöntem Batı’ya dönmek ve sosyal bir reform
yapmaktı. Ancak, Batı salt taklit edilmemeliydi, aksine sadece Batılı teknik ve
yaşam tarzı kabul edilmeliydi. Hukuk alanında, mümkün olduğunca modern ve
radikal bir reform gerçekleştirilmek isteniyordu. Bu yönelimin taraftarlarının
düşüncesine göre, din amaç değil, aksine bir araçtı. Dolayısıyla zamanın
ihtiyaçlarına göre dinin değişmesi mümkündü.
Saltanat ve halifeliği kuşatmış olan tabular, T a n z i m a
t ta, birinci ve ikinci M e ş r u t i y e t’te ortaya çıkan düşüncelerin
uygulamasını engellediği için, İmparatorluğun gerçek ihtiyacı olan hiçbir
sosyal, dinsel ve siyasi reform ortaya konulamadı. Ama bu hareketler,
Cumhuriyet dönemindeki reformlara zemin hazırlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Kemal Atatürk ve onun
anlayışını benimseyenler iktidara geldi. Onlar, ilk olarak gerçek anlamda bir
derinliğe sahip olan reformların gerçekleştirilmesi ve eski kurumların
düzeltilmesine girişti. Kemal Atatürk, ülkeyi, çağdaş bir uygarlık anlamında
düzenlemek istiyordu ve bu temelde Türkiye’yi çöküşten korumak için büyük bir
devrime girişti.
SOSYAL VE
KÜLTÜREL REFORMLAR
1.
FES
VE KILIK KIYAFET
1.
Fes
ve Fes’in Türkiye’de Kabul Edilmesi
Türkiye’de Fes’in kabul edilmesi Sultan M a h m u d
(1808-1839) döneminde söz konusu oldu. Tunus’ta bahriyesine fes giydirmiş olan
H ü s r e v P a ş a, amiral olduğunda Tunus’tan dönmüştür. O, İstanbul’a
geldikten sonra, kendisi tarafından Fes giydirilmiş olan bu birliği S e l a m l
a m a törenine çıkarır. Padişah, yürüyen bir gelincik tarlasını andıran fes
takmış askerlerin giyimini hoş buldu.1
Temel olarak, bu dönemde askerlerin giysilerinin ve
şapkalarının nasıl daha pratik olabileceği göz önünde bulundurulmuştur. 1877
yılında, Sultan’ın emriyle ordunun, memurların ve genel olarak tüm ulusun Fes
giymesi konusunda yapılan düzenlemeler benimsendi.[6] [7]
Bunun üzerine, hükümet tarafından Tunus valisine elli bin
fes siparişi verildi. İstanbul’da fes imal etmek için, bir fabrika kuruldu ve M
u s t a f a E f e n d i fes-bakanı olarak atandı.[8]
Şapka olarak fes, narçiçeğinden olgunlaşmış vişne rengine
kadar kırmızı renklerin söz konusu olduğu keçeden bir şapkadır. Biçimsiz bir
şapka olmasını önlemek amacıyla, Fes, ülkelerde K a l ı p ç ı olarak
adlandırılan, ısıtılmış bir metal-kalıp üzerine geçirilerek giyilirdi.
O dönemde fes, ya silindir şeklindeydi veya alttan daha
geniş ve yukarıya doğru daralmış şekildeydi. Bu biçimi korumak için, fesi sık
sık metal-kalıba uydurmak gerekiyordu. Fes’in üstünde, tam ortada siyah ipek
ipliklerden bir demet (ibik) oluşturan bir püskül vardı.[9]
Fes’in, hükümet tarafından ulusal şapka olarak kabul
edilmesinden sonra, İmparatorlukta her yerde fes giyilmeye başlandı. Avrupa
ülkeleri bu durumu sömürdü. Onlar, fes üretimi için fabrikalar kurdular ve
Osmanlı İmparatorluğu’na ve İslam Dünyası’na fes satmaya başladılar. Bu
ülkelerin başında, Osmanlı İmparatorluğunun feslerini tercih ettiği Avusturya
vardı.[10]
1876 yılında, hiçbir sebep yokken Bosna-Hersek’i işgal eden
Avusturya, burayı kendi topraklarına dahil etmiş ve milliyetçi öfkenin
uyanmasına neden olmuştu. Bunun üzerine, bu milliyetçi grup Avusturya’dan gelen
fesleri parçaladı ve bunun yerine koni biçiminde keçeden bir şapka giymeye
başladı.[11]
Birinci Dünya Savaşı, özellikle Ordu’da fese saygının
yitirilmesine neden oldu, çünkü fesin kırmızı rengi ön sırada bulunan askerlere
daha hızlı ateş edilmesine neden olmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında,
Osmanlı hükümeti, özellikle Suriye, Filistin ve Irak’ta savaşan askerleri güneş
yanığından korumak için, K a b a l a k olarak adlandırılan kasklı bir şapkayla
donattı.[12]
Ulusal kurtuluş savaşı yıllarında Atatürk, sivil kıyafet
olarak K a l p a k (kürk başlık) taktı. Fesi sevmeyen ulusalcılar, Atatürk’ü
örnek aldılar; böylece K a l p a k takmak Anadolu’da yaygınlaşmaya başladı.
Bu dönemde, siyasal-ulusal savaşla birlikte bir Fes-K a l p
a k savaşı başladı ve bu mücadele şapkanın resmi giyim biçimi olarak
kullanılmaya başlamasına kadar devam etti.
Türkiye’de giyim kuşam çeşitliliği, kılık kıyafet yasasının
kabulüne kadar devam etti. Bu dönemde, sokaklar farklı kılık kıyafetlerin
çeşitliliğinden dolayı bir karnaval görüntüsü sunmaktaydı.[13]
Tanzimat’tan sonra herkes istediği elbiseyi giyebildi.[14] Örneğin
sadece U l e m a (ruhani ve dini sınıf) için belirlenmiş olan türbanı, bu
sınıftan olmayan birisi de olağan ve gündelik olarak giyebildi. Türkiye’de
farklı dinler, mezhepler ve tarikatların olması gibi, onların mensuplarının
farklı giyim kuşamları vardı.
2.
Şapkanın
Kabul Edilmesi
Atatürk saltanat ve halifeliği kaldırdıktan ve cumhuriyetin
ilanıyla birlikte hükümeti kurduktan sonra şapka problemine belli bir nihai
çözüm getirdi.
1925 yılının Ağustos ayı sonunda Kastamonu’ya gitti ve
kendine eşlik edenlerle birlikte bir şapka taktı. O, Kastamonu’da, 25 Ağustos
1925 yılında yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Şimdi Turancı giyim kuşamın
izlerini sürmek ve onu tekrar canlandırmak olanaksız. Uygar dünyanın
uluslararası giyim kuşamı, ulusumuz için tam anlamıyla uygun bir giyim
kuşamdır. Bu, bizim giymiş olduğumuz kılık kıyafettir. Ayakta mokasen veya
çizme, bunun üzerinde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve bütün hepsinden
açıkça anlaşılacağı gibi güneşten korunmak için bir şapkadır.
Ben, bunu bütünüyle açık biçimde ifade etmek isterim: Bu
başlık, şapkadır.”1
2 Eylül 1925 tarihinde bakanlar kurulu Atatürk’ün
başkanlığında toplandı. Kurul, din adamlarının ve devlet görevlilerinin giyim
kuşamı konusunda 2 Eylül 1925 tarihli düzenlemeyi yayınladı.[15] [16]
İlahiyat konusundaki düzenlemede, kimin dinsel giysileri
giymesi gerektiği belirlendi ve bu giyim kuşam biçimi ve onu taşıyanların tabi
olması gereken koşullar tespit edildi.
Din adamlarının, daha sonra beyaz türban (S a r ı k) ve
siyah palto (L a t a) giymeleri gerekti. Orduda hizmet eden din adamlarının
paltosunun ve türbanının rengi askeri ihtiyaçlara uygun olmak durumundaydı. Din
adamlarının, görevleri dışında dini-olamayan giyim kuşamlarına izin verildi.[17] Devlet
memurları hakkındaki düzenlemede bütün memurların, şapka giymesine karar
verildi. Daha sonra şapka düzenlemesini bütün ulusa genişleten bir yasa
çıkarıldı.[18]
5 Aralık 1934 tarihli yasa[19], bu gelişmenin sonucunu ifade
eder: “Herhangi bir ruhani veya dinsel topluluk dinsel kutlamalar dışında
hiçbir dinsel kılık kıyafet giyemez.”[20]
Fes ve kılık kıyafet reformu, ilk bakışta saf biçimsel
olarak görünür. Ama gerçekte, Müslümanlar için fes, sadece geleneksel bir
başlık değil, aynı zamanda dinsel ve politik bir inancı ifade etmekteydi. Fes
ve türban takmak, dindarlık ölçütü olarak görülmüştür. Fes ve türban takanlar,
böylelikle kendilerini yabancı ve Müslüman olmayanlardan ayırdıklarına ve
onların üstünde olduklarına inanıyorlardı.
Tanzimat-döneminde, fes takmak her Türk, özellikle her
Müslüman tarafından talep edildi. Eğer Müslümanlar fes dışında bir başlık,
özellikle bir şapka taşıyorsa, bu yetersiz milli gururun işareti sayıldı ve dinsizlik
olarak görüldü.
Bu durumda, fes ve türban takanlar dinsel ilişkide söz
sahibi olarak dikkate alındılar ve din adına safsata ve propaganda yaptılar.
Şapkanın kabul edilmesiyle birlikte, bütün bunlar son buldu.
Bazı yabancı yazarlar, şapkanın kabul edilmesinin amacının
Tanrı’ya hizmet (N a m a z) etmeyi engelleyeceğini düşünüyordu. Bizim
düşüncemize göre, böyle bir anlayış yanlıştır. Şapkalı ya da şapkasız ibadet
yapılabilir. Kur’an’da, bu konuda herhangi bir düzenleme yoktur. Kur’an, sadece
iyi giyinmeyi (7, 29) emretmektedir.
Buna, ilgili sayfalardan da her zaman bakılabilir: Dinin,
fesle veya şapkayla hiçbir işi yoktur.
II. LATİN HARFLERİNİN KABUL EDİLMESİ
1.
Cumhuriyet’e
Kadar Yazının Durumu
O r h o n ve Y e n i s e y yazıtlarında görülen ve
yukarıdan aşağıya yazılan Türk dilinin ilk yazılı biçimleri, açısal biçimlerden
oluşan bir yazı türünü göstermektedir. Türk dilinin ikinci yazı biçimi, sağdan
sola doğru yazılan U y g u r c a’dır. Türkler arasında İslam’ın yayılması Türk
dilinde Arap harflerinin kullanılmasına neden oldu. Kur’an’ın dili ve yazı
biçimi bu dinin taraftarları üstünde doğal bir etki bıraktığı için, İslam
dünyasında yaşayan Türk’ler de zamanla bu yazı biçimini kullandı.1
Türk dilinin Arap alfabesiyle yazılmaya başlandığından beri
yaklaşık bin yıl geçmişti, ancak bu uzun süreli deneyime rağmen Türk dili bu
alfabenin karakterine hiçbir biçimde uyum sağlayamadı.[21] [22]
Sesli ve sessiz harflerdeki[23] büyük zenginliğiyle ve belirli
ve açık okunuşuyla güzel bir dil olan Türkçe, bununla birlikte okuma yazmanın
tamamen doğru olmasının hiçbir zaman olanaklı olmayacağı dezavantaja sahipti,
çünkü mevcut sesli harfler yeterli değildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, matbaanın kullanılmasından,
gazetelerin yayımlanmasından itibaren ve özellikle Tanzimat döneminde
yayınların artmasıyla birlikte Türkçe yazma ve okuma biçimini sadeleştirme
sorunu ortaya çıktı. Bu konuda, iki farklı grup birbirine karşı aşağıdaki
argümanları savundular: Gruplardan biri, bu alfabenin harflerinin kötü, eksik
ve zor olduğunu ve bu yazının genel olarak halkın okuması ve yazması için zor
olduğunu ileri sürüyordu. Diğer grup, Japon alfabesinin zorluklarından söz
etmekteydi ve buna rağmen Japonların ilerlemesini örnek olarak gösteriyordu.[24]
Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat’la birlikte Avrupa
kültürü az da olsa tanınmaya başlamıştı, ancak bazı ifadelerin karşılıkları
ortaya konulamadı, buna rağmen Latin alfabesinin kabul edilmesi yönünde eğilim
arttı ve bu yolla bazı ilerlemelerin sağlandığı görüldü.
Tanzimat’tan sonra Kafkaslardan İstanbul’a gelen
milletvekili F e t i h A l i, hükümete yeni bir yazı sistemi[25] önerdi ve
bununla ilgili olarak, ancak başarısız olan bir bildiri yayınladı. Abdülmecit
(18391861) döneminde M u s t a f a R e ş i t in yardımlarıyla kurulan “E n c ü
m e n-i D a n i ş m e n d” olarak adlandırılan akademi, yeni karakterler
ekleyerek bazı harfleri[26] iyileştirmek
istemesine rağmen, bu çaba sadece yazıyı daha da zorlaştırdı. A h m e t V e f i
k, E b u z z i y a T e v f i k ve Ş e m s e t t i n S a m i böylesi karakterler
üzerinde çalıştı ve daha genel ve pratik olarak uygulanabilir biçimler
oluşturdular.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, savunma bakanı E n v e r P
a ş a, ordunun haber hattı bağlantısını kolaylaştırmak için bütün harfleri ayrı
ayrı yazmıştı.
Ancak bütün bu öneriler, Osmanlı Devleti’nde halifeye ve
İslam’a atfedilen anlamdan dolayı hiçbir resmi destek bulamadı ve ilerleme
çabası bir niyet olmaktan öte gidemedi.
2.
Latin
Kökenli Yeni Türk Harflerinin Kabul Edilmesi
Tarihi anda ulus gelişmeye, bütün varoluşunu yükseltmeye ve
farklı nedenler ve özellikle kötü yönetimler nedeniyle kaçırılmış olan
ilerlemeyi hızlı bir biçimde yakalamaya karar verdiği için, üst eğitim aracı
olarak alfabeyi yenilemek ve Türk dilinin yapısına uygun hale getirmek gerekiyordu.
Arap alfabesinde yapılacak bir reformun Türkçeye uygun olması ve aynı zamanda
uygar dünyada geçerli olması gerekiyordu. Bu yüzden, temel olarak bugün Latince
harfler olarak bilinen biçimlere sahip bir Türk alfabesi oluşturmak tercih
edildi.
Bazı hazırlıklardan sonra, Latin yazı sisteminin kabul
edilmesine ilişkin karar 9 Ağustos 1928 tarihinde, Atatürk tarafından
açıklandı. Atatürk, 1 Kasım 1928 tarihli Büyük Millet Meclisi açılışında şöyle
ifade etmiştir: “Büyük Türk ulusu, mümkün olan en sınırlı gayretle cehaletin
üstesinden gelmek, kendi güzel dilini ifade edebilmek için bir araca sahip
olmalıdır. Bilginin bu anahtarı, Latinceye dayanan Türk alfabesidir.”[27]
Büyük Millet Meclisi, alfabeyi aynı gün kabul etti ve 3
Kasım 1928 yılında buna ilişkin yasayı yayınladı. Yanlış anlamaları önlemek
için, “Türk alfabesi” hakkındaki yasaya göre, ne Arapça kitapların (ör. Kur’an)
basımının ne de Arapça dil ve yazıyla eğitim verilmesinin yasak olmadığı,
aksine sadece “eski” harflerle Türkçe kitapların basımı ve bu anlamda kamusal
eğitim yapılması gerektiği vurgulanır.
Latince alfabe temeline dayanan
yeni alfabe ne Fransızca, İngilizce, ne İtalyanca, Almanca veya ne de herhangi
başka bir ulusun alfabesidir. O, daha çok özel nitelikleriyle kendine özgü bir
Türk alfabesidir.[28]
1 Haziran 1928 yılında, resmi ve
genel olarak yeni Türk harfleri kullanılmaya başlandı.
Geçmişle ani bir kırılmayı ifade
etmesi nedeniyle en kısa ve en özlü devrim, “Harf-Devrimi”dir.
III. İSVİÇRE MEDENİ KANUNUNUN KABUL EDİLMESİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuku, şeriat hukukuydu. Şeriat
(fıkıh), M e d r e s e lerde eğitim görmüş olan K a d ı lar tarafından
uygulanmaktaydı. Çocukların velayeti, babalık, akrabalık, evlilik, boşanma,
miras gibi konulara ve aile hukukuyla ilgili bütün her şeye, bu mahkemelerde
karar verilmiştir. Bu hukuk, yüzyıllarca Arap yarımadasında yaşayan insanların
gereksinimlerine ve özüne uygun olarak onlar üzerinde uygulanmıştır.
19. yüzyılın reform hareketlerinden sonra, şeriatın bir
kısmı sistemleştirilmiştir. Avrupa etkisi altında biçimlendirilen bu hukuk
(özellikle ticaret hukuku, ceza hukuku ve medeni hukuk) M e c e l l e olarak
ifade edilir. Mecelle ve şeriat, özünde yeterli biçimde geliştirilemedi ve
bunlar yüzyılın hukuk sorunlarına yanıt vermekten uzaklardı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, hükümet bir kez daha “aile
hukukuna yönelik düzenleme” adı altında evlilik hukukunda bazı yenilikler
yapmayı denedi, ama bütün Osmanlı reformları gibi bu da yarım kaldı ve savaşın
sonunda bu düzenleme rafa kaldırıldı. Laik hukuk sisteminin kabul etmeyi
amaçlayan hareket, Cumhuriyet’in ilanından sonra ortaya çıktı.
Bu bağlamda Atatürk, ilk adımı attı; 1 Mart 1924 yılında
Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Biz hukuk anlayışımızı, yasalarımızı, mahkeme sistemimizi,
bugün etkisi altında olduğumuz, yarı bilinçaltında bulunan ve yüzyılın
gereksinimleriyle uyuşmayan zincirlerden mümkün olduğunca hızlı şekilde
kurtarmalıyız. Medeni kanunumuzun, aile hukukumuzun biçimlenmesinde kabul
edeceğimiz yol, uygarlık yolundan başka bir yol olamaz. Hukuk sisteminde, batıl
inançlara yönelik ilgi ve bağlılık ulusun uyanışını engelleyen ciddi bir
kâbustur.”1
Süreçte, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte laik bir hukuk
sisteminin entelektüel ve düşünürler arasında nasıl yaygınlaştığı görüldü. Bu
anlamda, Z i y a G ö k a l p “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında şöyle
yazıyordu: “Bugünkü uluslar arasına girebilmek için temel koşul, ulusal hukukun
bütün dallarını teokratik ve dinsel tüm tortularından kurtarmaktır.”[29] [30]
3 Mart 1924 yılında şeriattan bütünüyle vazgeçildikten
sonra, Atatürk, İsviçre Medeni Kanununun bütünüyle kabul edilmesini önerdi.[31] Fakat bu
öneri de reddedildi.[32]
Yeni medeni kanun, hazırlandıktan uzun bir süre sonra küçük
değişikliklerle 4 Ekim 1926 yılında yürürlüğe girdi.
Yeni medeni kanun, eski hukuktan (şeriat), aşağıdaki temel
noktalar bakımından ayrılmaktadır:
a)
Reşit
olanların (18 yaş) özgürce biçimde dinini seçmeleri.
Eski yasada, böyle biri bir suçlu olarak görülüyordu ve
İslam inancından ayrıldığı için ölümle yargılanıyordu. Yeni yasayla birlikte
herkes, eğer 18 yaşındaysa dinini seçebiliyordu.
b)
Evliliğin
laik ve medeni hukuksal karakteri.
Eski yasada, evlilik için dinsel bir tören yeterliydi. Yeni
yasa, her iki partnerin rızasını ve medeni evlenme törenini koşul olarak görür.
c)
Tekeşlilik
Sistemi
Dinsel hukuk, çok eşlilik esasına dayanıyordu ve dört
kadına kadar evlenmeye izin veriyordu. Buna karşılık yeni yasa, çok eşlilik
temelinden ayrılmaktaydı ve bu nedenle sadece bir kadınla evlenmeye izin vermekteydi.
Dolayısıyla yirminci yüzyıl anlayış biçimi aile yaşamına girmiş oldu.
d)
Müslüman
olmayan kadınlarla evlilik yasağının kaldırılması.
Eski hukuk, Müslüman erkeklerin Müslüman olmayan kadınlarla
evlenmesine izin vermekteydi. Ancak buna karşılık, kadınların Müslüman olmayan
erkeklerle evlenme hakkı yoktu.[33] Yeni yasayla
birlikte, bu yasak kaldırıldı.
Yeni yasanın kabul edilmesiyle birlikte, din adına Türk
ulusunun sosyal yaşamına işlemiş olan sınırlı ve ilkel hukuk ilkeleri
kaldırılmıştır.
IV. TAKVİM RFORMU, ÖZEL GÜNLER, SOYADLARI VE UNVANLAR
Hz. Muhammed, zaman ölçüsünde ay takvimini temele almıştı
ve o dönemde gün batımının yaygın olarak kullanıldığı bir takvim kabul etmişti.
Ömer’in halifeliği sırasında, İ.S. 16. Temmuz 622 yılı Hicret’in birinci
yılının birinci M u h a r r e m ayı temel olacak şekilde İslami bir takvim
oluşturuldu.1
Bu takvimden sonra, ayın ilk günü olarak ay’ın ilk kez
batışı, ayın son günü olarak ay’ın son kez doğuşu gün olarak kabul edildi.
Hesaptaki zorluklar ve bir devletin yönetiminde bunun neden olduğu
karışıklıklar,[34] [35] sonuçta
Osmanlı yönetiminde bir değişikliği zorunlu kıldı (1879).
O dönemde, gerçi Hicret’i temele alan, ama güneşin
dolaşımına göre düzenlenmiş yeni bir takvim oluşturuldu.[36]
Devlet işlerinde, hem ay-Hicri yılı hem de güneş-Hicri yılı
kullanıldı. Dolayısıyla işler, büsbütün karıştı. Ayrıca da Osmanlı
parlamentosunda Avrupa’daki ve Türkiye’deki zamanı gösteren (namaz-ezan
zamanlarını daha kolay hesap etmek için) iki saat bulunmaktaydı. 26. 12. 1926
yılında çıkarılan iki yasayla[37] birlikte
uluslararası takvim ve uluslararası zaman ölçüleri kabul edildi.
Osmanlı özel günleri olarak, öncelikle her iki dini bayram
söz konusuydu: Oruç bitiminde kutlanan üç günlük bayram (Türk. Ş e k e r B a y
r a m ı) ve dört günlük kurban bayramı (Türk. K u r b a n B a y r a m ı). Her
ikisi de dini bayramdır.
19.4.1925 yılında çıkarılan yasayla birlikte, Cumhuriyet’in
(29 Ekim 1923) ilan edildiği gün ulusal bayram olarak kutlanmaya başladı. Bu
kutlama günü dışında, bugün aşağıdaki tatil günleri resmi olarak kabul edildi:
a)
1922
yılında Yunanlılara karşı yapılan bağımsızlık savaşı sonucunda kutlanan zafer
günü olarak 30 Ağustos (Türk. Z a f e r B a y r a m ı). Bu gün, sadece askeri
bayram olarak kutlanır.
b)
1920
yılında ulusal meclisin açılış günü olarak kutlanan 23 Nisan (Türk. Ç o c u k B
a y r a m ı).
c)
1919
yılında Atatürk’ün, Türkleri yabancı egemenliğinden ve saltanattan kurtarmak
için Samsun’dan Anadolu’ya gittiği gün olarak kutlanan 19 Mayıs. Bu günde, genç
kuşak Atatürk’ün reform planlarına olan inancını ortaya koyar (Türk. G e n ç l
i k B a y r a m ı).
d)
1
Mayıs (Türk. B a h a r B a y r a m ı).
e)
1.
Ocak (Yeni Yıl, Türk. Y ı l b a ş ı).
f)
Her
iki dini bayram (Kurban ve Şeker Bayramı). Peygamberin doğum günü, resmi tatil
günü olmaktan çıkarıldı, ama o bugün gayri resmi olarak diğer “kutsal geceler”
gibi kutlanmaktadır.
Büyük Millet Meclisi 1924 yılında, İslam’da bilinmeyen
hafta tatili kavramı olarak, öncelikle demiryolu çalışanları için ve sonra
genel olarak Cuma gününü tatil kabul etti, ancak 1925 yılında ortaya çıkan
ekonomik nedenlerden dolayı Pazar olarak değiştirildi.[38]
Osmanlı İmparatorluğu’nda göbek adı dışında, sıklıkla
Arapça ve Farsça özelliğe sahip olan dünyevi, en çok da İslami bir ad
alınmıştır, bütün Doğu’da yaygın olarak kullanılan soyadı, bazen kadınlar
arasında kocalarının adı bunun ardından gelmektedir. Sonuç olarak, bazen bir
yazar adı bizzat ilave edilirdi.
Yeni medeni yasanın yürürlüğe girmesinden sonra, soyadı
kullanılması zorunluluğu gündeme geldi. Uzun hazırlılardan sonra, 28 Haziran
1934 yılında her vatandaşı böyle bir ismi benimsemeyle yükümlü kılan bir yasa
yayınlandı[39]. Mustafa
Kemal, 27 Kasım 1934 tarihli yasayla birlikte “Türklerin babası” anlamında
gelen A t a t ü r k soyadını aldı.
Büyük Millet Meclisi, temelde dinsel anlama sahip olan
aşağıdaki unvanları yasakladı: H a c ı (Mekke’ye giden), H a f ı z (Kur’an’ı
hatmetmiş kişi), H o c a ve M o l l a (din-adamı).[40]
DİNDE
YAPILAN REFORMLAR
I. HALİFELİK
VE SALTANAT
1. Halifeliğin Anlamı ve Kökeni
Arapça’da halife sözcüğü (Arap. Khalifa, Türk. Halife)
“halef/ardıl, vekil” anlamına gelmektedir. Halife, İ m a m olarak peygamberin
halefi veya vekili anlamında Müslüman topluluk yöneticisinin unvanıdır.1
Hz. Muhammed’in ölümü (8 Haziran 632), Müslüman topluluğu
ciddi bir sorunla karşı karşıya getirdi. Peygamberin kendisi herhangi bir halef
tayin etmediği için, onun yerine kimin geçeceği bilinmiyordu. Kısa bir
karışıklıktan sonra, arkadaşı Ebu Bekir onun halefi olarak seçildi ve halife
unvanını aldı. Hz. Muhammed, Kur’an’ın vahyedilmesinden sonraki son peygamber
olduğu için, onun halefi sadece İslam topluluğunun ibadet, politika ve
savaştaki lideri olarak kaldı.
Halife Ö m e r (634-644), halife sözcüğünü Amir a l-M u m i
n i n (dini lider) olarak ifade etmek istiyordu.[41] [42] Ancak halife ifadesi göz ardı
edilemedi, aksine daha kutsal[43] bir ifade
haline geldi.
H u l a f a-i R a ş i d i n olarak ifade edilen ilk dört
halifenin sonuncusu olan A l i’den (656-661) sonra, iktidar Emevi hanedanlığına
geçti. Halife’nin kendisi belli biçimde yapılan bir seçimle değiştirilmeye
başlandı. Bu kalıtsal olarak görüldü ve babadan oğla geçti.
Emeviler’den sonra iktidara gelen Abbasiler (750-1258),
halifeyi, “Tanrının dünyadaki gölgesi” olan hükümdar olarak adlandırdılar.
Bunu, Abbasi sultanı M a n s u r (754-755) Mekke’deki bir konuşmada ifade
etmiştir.[44]
1258 yılında H ü l a g u H a n Bağdat’ta Abbasilerin son
halifesi M u t a s ı m’ı (1242-1258) idam ettiğinde, sonradan Abbasi hanedanı
soyundan gelenler tarafından geçim aracı olarak görülen halifelik, alınıp
satılan bir mal olarak yaklaşık iki yüz elli yıl (1258-1517) boyunca
gerilemiştir.
Osmanlı padişahı Y a v u z S u l t a n S e l i m 1517
yılında Mısır’ı fethettiğinde, orada “H a l i f e M ü t e v e k k i l A l a l l
a h” denilen bir Arap bulunmaktaydı ve onu beraberinde İstanbul’a getirdi. O,
Ayasofya’daki minberde halifeliği Osmanlılara bıraktığını açıkladı.[45] Egemenliğin
Yavuz Sultan Selim’e geçtiği bu olaydan sonra, Osmanlı Sultanları İslam
halifesi olarak görüldüler.
Tarihini kısaca açıklamaya çalıştığımız halifelik kurumu,
ilk şekliyle[46], Atatürk’ün
bir seferinde ifade ettiği gibi bir cumhuriyetti. Ancak bu kurum zamanla temel
amacını ve anlamını yitirdi, politik çıkarların oyun alanı haline geldi. Hatta
sultanın
kendi mutlak egemenliğini ve kutsal dokunulmazlığını
sağlama aracı olmuştur.7
İslam’da hiç kimse kutsal değildir ve Tanrı ile insan
arasına birisinin girmesine izin verilmez. Herkes, kendi eylemlerinden
sorumludur. Buna rağmen, Osmanlı anayasasında, padişahın kutsal ve sorumlu olmadığıyla
ilgili İslam öğretisini ihlal eden madde bulunmaktadır.
Özellikle son dönemde Osmanlı sultanı, hızla dağılan
askeri-politik gücünü telafi etmek için halifeliğe daha büyük bir anlam
yüklemeye çalıştı. Akıl ve bilimle çelişen, geçersiz ve fantastik bir dizi şey,
örneğin halifenin “dünyada Tanrı’nın gölgesi” veya “doğanın düzeni” olduğu vb.
şeyler halifeliğin anlamına yüklenmiştir.8
6) İlk
halife Ebu Bekir seçimle iktidara gelmişti.
7) 1876
yılında Meşrutiyetin ilanıyla oluşturulan anayasada bulunan iki madde bunu
göstermektedir.
Madde 4: “Sultan, İslam
dininin halifesi ve bütün Osmanlıların padişahıdır.”
Madde 5: “Padişahın
kişiliği, kutsaldır ve o kimseden sorumlu değildir.”
8) “Onur
ve şanın bu güzel kopyası, halifelik ve saltanatın seçkisi, dinin ve
imparatorluğun şemsiyesi, saygınlığın efendiliğinin güçlü gölgesi, gökyüzünün,
yüce halifeliğin direği, asil saltanatın merkezi, ortaya koydukları eselerle
bütün ulusların kıblesi, yakarışlarında adem oğullarının, inançların
buyruklarının, Müslümanların yüce ruhlu imamının Kabe’si, soylu her iki şehrin
hizmetçisi eşi ve benzeri olmayan Efendimiz, ikinci Allah Sultan
Abdülhamit-Han’ın yüceliği, geçmiş yüzyılları kıskandıracak ve bütün önemli
eserlerin en parlağı olan egemenliği sonsuza kadar sürecektir!...”. Geschichte
der türkischen Repuklik, S. 194.
Osmanlı hükümdarlığı, İslam’ın halifesi ve korucusu olarak
diğer yönetimler altında yaşamış Müslümanlar için de 1920 yılına kadar sürdü.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Sultan, bundan yararlanmak istedi ve farklı dillerde
yazılmış bir kutsal savaş-F e t v a sını (Türk. Mukaddes Cihat Fetvası)
milyonlarca bastırdı ve dağıttı.9
Bu girişim, halifeliğin nasıl boş ve geçersiz kaldığını ve
bu anlamda oluşturulan bütün düşüncelerin nasıl fantastik olduğunu ortaya
koydu.10 Bunların, Türkiye dışında yaşayan Müslümanlara hiçbir
yardımı olmadığı gibi, aynı zamanda bu düşünceler Türkleri gözden düşürdü.11
Son savaştan sonra Osmanlı saltanatının, Türk ulusunun en
son ve kutsal varlığını, onurunu ve bağımsızlığını tehlikeye atmış olduğu,
yanılsamanın ötesinde bütün geleneğin ve ahlakın bu çürümüş kurum ve
temsilcilerinin bütün insani amaçlardan ve değerlerden ne kadar uzaklaşmış
olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.12
9) Kutsal
savaşın-fetvanın ikinci maddesi şöyledir: “Rusya, İngiltere ve Fransa’da
bulunan hem de bu ulusların desteklediği diğer ülkelerde yaşayan bütün
Müslümanların, eğer bu ülkeler gemileriyle, askerleriyle ve bütün güçleriyle
halifeliğe ve Osmanlı devletine saldırırlarsa ve yok etmek isterlerse, bu kutsal
savaşa katıldıklarını açıklamak ve bunu yerine getirmek bir görev midir? Yanıt:
Evet, bu onların görevidir.” Ergin, O. : Türkiye Maarif Tarihi, B.V., S. 1341.
10) Türk
yurdunun bütün cephelerinde ve özellikle İstanbul’un bütün kapıları önünde,
“yüksek halifelik konutu” adını taşıyan halifelik makamında, Türk ulusunun
varoluşuna karşı olan saldırganlar arasında Müslüman paralı- alaylar olduğu
görülür. Geschichte der türkischen Republik, S. 195.
11) Peygamber
soyundan Şerif Hüseyin, Müslüman onurunu düşman altınıyla ve halifeliğin
hakimiyeti altında bulunan bir Şerif olarak şerefini İngiliz koruması altındaki
bir krallıkla değişmesi, öyle ki onun oğullarıyla, torunlarıyla, bütün
akrabalarıyla ve taraftarlarıyla birlikte halifeliğe karşı ayaklanması bundan
daha acı bir gerçektir. Geschichte der türkischen Republik, S. 195.
12) O
dönemde Sultan V a h d e t t i n (1918-1922) bir gemiyle ülkeyi terk etti.
2.
Atatürk’ün
ve Türk Ulusal Hükümetinin Halifelik Karşısındaki Tutumu
23 Nisan 1920 yılında, Ankara’da Büyük Millet Meclisi
kuruldu ve saltanatın egemenliğini kullanmaya başladı, fakat halife kurumunu
devam ettirdi.
Büyük Millet Meclisi’nin 24 Nisan 1920 yılındaki
toplantısında Atatürk’ün önerisinin çok önemli gerekçeleri vardı. Öneri, “bir
yönetimde eğitimin zorunlu olması” ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi üstünde
herhangi bir güç olmaması gerektiğini” ifade etmekteydi.1 Bununla
birlikte, Atatürk, öncelikle saltanatın ve halifeliğin kaldırılması konusunda
kendi kararını açıklamadı. Büyük Millet Meclisi de saltanat ve halifeliği
kurtarmaya yönelik bazı kararlar aldı ve yasalar kabul etti.[47] [48]
Eğer bağımsızlık savaşı sırasında saltanat ve halifeliğin
kaldırılması kamuya ilan edilmiş olsaydı, savaş daha başlangıçta kaybedilmiş
olacaktı, çünkü saltanat ve halifeliğin kaldırılmasına yönelik ilişkiler henüz
oluşturulmamıştı ve henüz bu düzeyde bir kamuoyu yoktu. Ayrıca, Büyük Millet
Meclisi’nde H o c a nın[49] güçlü ve pek
çok kişiden oluşan bir grubu vardı.
Ancak Büyük Millet Meclisi toplantısında, bir komisyon yeni
Türk devleti anayasası için bir tasarı hazırladı. Bu tasarıya göre, Büyük
Millet Meclisi’nde iki eğilim ortaya çıktı. Bu çerçevede, Ulusal Meclis’in bir
kısmı, Büyük Millet Meclis yönetiminin sadece “geçici bir hükümet” olması
gerektiğini ifade etti. Onların düşüncesine göre, Osmanlı imparatorluğunun ve
İslam halifeliğinin bağımsızlığı ve belli sınırlarda anavatanın bütünlüğü
sağlanıncaya kadar bu geçici hükümet devam ettirilmeliydi. Buna karşılık,
saltanatın ve halifeliğin kaldırılması ve egemenliğin koşulsuz biçimde ulusa
aktarılması gerektiğini savunan bir eğilim vardı. Ancak bu son eğilimin
savunucuları, düşüncelerini açık ve net biçimde ortaya koymak için henüz
zamanın gelmediğine inanmaktaydılar.
Bu tartışma uzayıp giderken, Atatürk, Ulusal Meclis’in
gizli bir oturumunda bir konuşmayla meseleyi ele aldı[50] Bu konuşmada, O, diğerleri
yanında aşağıdaki düşünceleri ileri sürdü:
“Henüz yurdun varoluşunu ve bağımsızlığını sağlamaya
çalışırken, Türk ulusu ve onun tek temsilcisi yüksek Meclis’in böyle sürekli
biçimde halifelik ve saltanatla, halife ve sultanla uğraşması zarar
vermektedir. Eğer bugün, halife ve sultana[51] sadık ve bağlı kalmayı
açıklamak birisi varsa, o halde bu adam bir haindir; çünkü o, bir araç olarak
yurda ve ulusa karşı düşmana hizmet etmektedir. Eğer ulus, onu halife ve sultan
olarak görüyorsa, onun emirlerine itaat ederek düşmanın planlarını
gerçekleştirmeye mecbur kalacaktır. Ayrıca, bir hain olan veya iktidarını ve
yetkilerini kullanması engellenmiş birisi, sultan ve halife olamaz. Eğer onlar,
“o halde biz onu indirmek ve bir başkasını onun yerine seçmek itiyoruz”
diyorlarsa, mevcut haldeki konum ve koşulları göz önünde bulundurmalıdırlar.
Çünkü indirilmesi gereken kişi, ulusun içinde değil, aksine düşmanın ellerinde
bulunmaktadır.
O halde ulus ve yüksek Meclis gerçek amacını unutmak ve bir
halifelik tartışması içine mi girmek istemektedir? A l i ve M u a v i y e
dönemlerini yeniden mi yaşacağız? Kısaca, bu sorun kapsamlı, zorlu ve
önemlidir. Bunun çözümü, bugünkü görevler arasında değildir.”
Atatürk bu konuşmayla birlikte, sorunun hemen çözülecek bir
durum olmadığını ortaya koyar. Bu durumda, Atatürk, büyük konuşmasında (Nutuk)
ortaya koyduğu şekliyle olayın sömürülmesine son verir.[52]
3.
Saltanatın
Kaldırılması
20 Şubat 1921 yılında saltanatın kaldırılmasına ilişkin
yasayla birlikte en önemli adımlardan biri atıldı. Bu yasanın ilk maddesi1,
“egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğunu” ifade etmektedir. İkinci
madde, “yürütme ve yasama gücünü ortaya koyar ve Büyük Millet Meclisi’nin
kendinde somutlaştırır”. Yedinci madde2, önceden sultana ait olan
hakların, görevlerin ve yetkilerin Büyük Millet Meclisi’nde olduğunu ifade
etmektedir. Özellikle ikinci maddeyle birlikte, dini-sultani bir rejimin en
önemli dayanak noktaları kökten sarsılmıştır. Bu temel yasa, egemenliğin
kayıtsız şartsız biçimde ulusa aktarmaktadır ve egemenlik anlayışını
tanrısal-mistik temel dışında oluşturmakta ve garanti etmektedir.
Ulusal kurtuluş savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra, Büyük
Millet Meclisi ulusun kaderinde anahtar rol oynaması gereken bir konuma geldi.
Atatürk’ün, 1 Kasım 1922 yılında Büyük Millet Meclisi’nde
kaldırılmasının gerekli olduğunu ifade ettiği teklifle birlikte Osmanlı
saltanatı resmi olarak kaldırıldı.[53] [54] Saltanatın kaldırılmasıyla
birlikte halifeliğin devam etmesinin tuhaf görünmesine rağmen, Atatürk’ün
konuşması konuyu açıkça ortaya koymaktadır:
“Monarşik egemenlik sisteminin kaldırılmasından sonra,
zorunlu biçimde aynı karaktere sahip olan, sadece başka bir unvanla anılan bir
kurum olarak halifeliğin de geçersiz olduğunun açıkça farkındayım ve bunu uygun
zamanda ve fırsatta açıkça da ifade ettim”[55].
Gerçi Halifeliğin, Osmanlı hanedanlığında belirli bir gücü
kalmadı. Halife unvanı artık kalıtsal değildi. Bundan sonra halife, Büyük
Millet Meclisi tarafından seçilecekti. Bu anlamda, örneğin Büyük Millet Meclisi
313. yönergeyle birlikte kaçan Sultan V a h i d e t t i n’in halifeliğini
kaldırdı ve onun yerine halife olarak A b d ü l m e c i t’i seçti.
4.
Halifeliğin
Kaldırılması
Saltanatın kaldırılmasından sonra, sıra teokratik rejimin
köşe taşı olan halifeliğin kaldırılmasına geldi. Buna rağmen, halifeliğin
tinsel bir güç olarak devam edebileceğine inanan insanlar vardı. Bu insanlar,
Türkiye’nin halifelik aracılığıyla diğer İslami ülkelere tinsel bir etkide
bulunacağını düşünmekteydiler. Hatta Atatürk’ün,
bir halife unvanını ve özelliğini üstlenmek isteyene bazı
önerileri oldu. Ama Atatürk, genel olarak İslam ve tek tek Müslüman devletler
için özellikle pratik ve pozitif hiçbir yararı olmayan, daha çok fanatik-
tutucu anlayış olarak yenileme ve gelişme çabalarını engellemeye uğraşan bir
kurum ve unvanın korunmasını ve yenilenmesini doğru bulmuyordu. O, bizzat bunun
için hiçbir zaman bir araç olarak görmedi. Bu şekilde, O, bütün öneri ve
teklifleri kesin olarak reddetti.
Halifeliğin kaldırılması için birçok neden vardı:
a)
Farklı
dönemlerde ve farklı İslami ülkelerde (Endülüs, Fas, Mısır, Irak) sadece bir
halife değil, aksine birçok halife olduğu tarihsel olarak tespit edilen bir
gerçektir.1
b)
Osmanlı
İmparatorluğu, teokratik-dinsel bir devletti, bunun için sultan ve halife
olarak eş zamanlı egemenlik temeldi.[56] [57]
c)
Halifelik
Kurumu aracılığıyla İslami bir birlik sağlama başarısız oldu.
d)
Halifeliğe
dayalı bir politika ve Panislamcı bir akım başarısız oldu ve Batılı ülkelerin
düşmanlığına maruz kaldı.[58]
e)
Halifeliğin
kaldırılmasının gerekçelerinden biri, halifelik kaldığı sürece saltanatın geri
gelmesiyle ilgili kaygıdır.
Atatürk, daha önce açıkça belirttiğimiz gibi, halifeliğin
kaldırılmasının gerekliliğine ikna olmuştu, ama kamuya ilan etmek için uygun
zamanı beklemekteydi. Nihayetinde O, duruma hakim olduğunda, tamamen açık
biçimde bunu ifade etmeye başladı.[59]
Bu dönemde, halifelik sorunu ülke içinde, ülke dışında[60] ve Büyük
Millet Meclisi’nde alevlenmişti ve tartışılmaya başlanmıştı.
Hoca Şükrü ve arkadaşları, “halifelik ve rejimin aynı şey
olduğuna ve halifeliğin haklarının ve yetkilerinin geçersiz olduğunu açıklamaya
hiçbir insanın, hiçbir kurulun hakkı olmadığına” dair kışkırtıcı bir yazı
yayınladılar.[61]
Atatürk, bu duruma karşı tavır aldı ve şunları ifade etti:
“Türk ulusu ve onun temsilcilerinden oluşan meclis, kendi
varoluşunu halife unvanı taşıyan veya taşıyacak olan bir kişinin ellerine
bırakamaz. Hayır, böyle bir şey olamaz. Halife veya başka bir unvanı olsun
olmasın hiç kimse bu ulusun kaderinde etkili olamaz.”[62]
Atatürk, silah arkadaşı ve düşün yoldaşı İ s m e t P a ş
a’ya İzmir’den yolladığı bir telgrafla[63] halifeliğin kaldırılmasının
zamanının geldiğine ilişkin düşüncesini ve amacını açıkça ifade etti.
22 Kasım 1923 yılında başbakan İsmet Paşa’yla birlikte
ulusal hükümet aşağıdaki kararı yayınlamıştır:
“Devlet adamları olarak biz, halifenin ordularının bu
ülkeyi baştanbaşa enkaza çevirdiğini asla unutmamalıyız.
Halifenin orduları tarafından yapılan eğitimin büyük
yankısını gözden kaçırmamalıyız. Halifenin ordusu, Türkiye’ye korkunç acılar
yaşattı. Türkiye, buna artık katlanamaz. Halifenin bir fetvasının bizi savaşın
acılarına maruz bıraktığını hiçbir zaman unutmamalıyız. Ulus olarak ayağa
kalkmak istediğimizde, bize karşı düşmanca iğrenç bir saldırıyı ortaya koyan
halifenin bir fetvasını hiçbir zaman unutmamalıyız. Eğer herhangi bir dönemde
bu ülkenin tarihine müdahale etmek için bir halife başa gelirse, kesin olarak
onu koparmalıyız. Eğer olgusal veya geleneksel nedenlerden, açık veya gizli
biçimde ortaya çıkan alışkanlıktan hareket eden herhangi bir halife,
Türkiye’nin tarihiyle ilgili görünme veya Türk devlet adamları karşısında
iyiliksever veya koruyucu bir tavır takınma biçiminde hareket etmesi gerektiğini
düşünen bir kişi tutumunu benimsemek durumundaysa, böyle bir tutumu devletin
varoluş temeliyle bütünüyle çelişki içinde görmek durumundayız. Böyle bir
tutumu, bir vatana ihanet eylemi olarak değerlendirmeliyiz.”[64]
3 Mart 1924 yılında, halifeliğin kaldırılması ve saltanat
üyelerinin sınır dışı edilmesiyle ilgili olarak Milletvekili S a f f e t B e y
ve 53 arkadaşı tarafından hazırlanan bir yasa[65] getirildi ve bu yasa 4 Mart
1924 yılında yürürlüğe girdi ve böylelikle halifelik kaldırıldı.
Yasanın ilk maddesinin içeriği şöyleydi: Halifelik,
anlamsal ve kavramsal olarak zaten cumhuriyette içerildiği için, onun ayrıca
var olmasına gerek yoktur.
Bu yasanın ikinci maddesi, halifelik ve Osmanlı hanedanlık
üyelerinin Türkiye’den kovulmasını öngörüyordu. Böylelikle saltanat ve
halifeliğin geri gelmesi olasılığı azalmıştır.
11.
MEDRESELER
I.
Medreselerin
Tarihi
Medrese İslami, felsefi ve tıbbi bilimlerin eğitim ve
öğretiminin yapıldığı okullara denir. Osmanlılar ilk medreseleri kurduğunda,
Selçuklu, Mısır ve Türkistan medreselerini örnek olarak aldı. Osmanlı
İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde açılan İ z n i k ve B u r s a medreseleri
Şam, Mısır ve İran medreselerinin taklididir.
İznik medresesini açan Kayserili D a v u t E f e n d i,
İran ve Konya’da matematik, biyoloji ve psikoloji eğitimi almıştı.1
Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) döneminde, Osmanlı
İmparatorluğu sınırlarını genişletti. Dolayısıyla nüfusun artmasıyla birlikte,
medreselerde yetişmiş yeni hakimlere, ordu için teknik uzmanlara ve doktorlara
ihtiyaç vardı. Bu durum, medreselerin yaygınlaşmasını zorunlu kıldı. Fatih’in
medreselerinin kuruluşu özellikle M a v e r a ü n n e h i r li bir alim olan A
l i K u ş ç u’nun ve M o l l a H ü s r e v’in gözetiminde oluşturuldu.[66] [67]
Fatih dönemindeki medreselerde F ı k ı h, hadis, tefsir
gibi dini derslerin yanında mantık, matematik ve felsefe de okutulmaktaydı.
Ancak Fatih’in medrese programında bulunan matematik ve felsefe dersleri sadece
Euklid ve Aristoteles’e ilişkin yorumlardan oluşmaktaydı.[68]
Osmanlı ordusu, K a n u n i S ü l e y m a n (1520-1566)
döneminde hem kuzeyde hem de batıda zaferler kazandı ve böylelikle imparatorluk
genişledi. Doktorların, cerrahların ve mühendislerin eğitimi eksikti. Bu
yüzden, İstanbul’da S ü l e y m a n i y e-C a m i si çevresinde matematik ve
tıp eğitimi vermek amacıyla bazı yeni medreseler kuruldu. Bu medreselerden beşi
yüksek öğretim, biri hadis ve biri tıp eğitimi için düşünülmüştür.[69]
Fatih döneminde kuruluş ve programı tespit edilen
medreseler, zamanla bozuldu. Onlar, İmparatorluğun da zayıflaması ölçüsünde bir
gerileme süreci yaşadı. Özellikle, İmparatorluğun son döneminde medreseler ölü
kurumlar haline geldi.
Kâtip Ç e l e b i[70] ve diğer yazarlar bu durumları
detaylı biçimde anlatmışlardır.[71]
II.
A
b d ü l h a m i t (1876-1909), zaten nesli tükenmiş olarak görülen medreseleri
daha harabe hale getirdi. O, medreselerde eğitim gören kişilerin siyasete
karıştığını biliyordu, dolayısıyla düşünsel olarak bu okulları mümkün olduğunca
baskı altına aldı.[72]
Genel olarak, II. Abdülhamit döneminde medreselerin
programını ve seviyeyi yükseltmek için derslere eklemeler yapmaya yönelik
reformlar hakkında konuşanlar vatan haini olarak görüldü. Hatta o zamanlar
medreselerdeki öğrenciler askerlik hizmetinden muaf tutuldu ve medreseler asker
kaçaklarının mekanı ve cehalet yuvası haline geldi.
1908 anayasasıyla birlikte, Osmanlı eğitim sisteminde belli
bir gelişme kaydedildi. Öğretmen eğitimiyle ilgili kurumların yeniden
düzenlenmesi, liseler kurulması ve İstanbul üniversitesinin fakültelere göre
yeniden oluşturulması, uluslararası düşünsel akımlara kapıların açılması, yani
hepsi bu dönemde başladı.
Ancak, anayasal dönemde cahil fanatizmin otoritesinin bütün
eğitim ve öğretim süreci boyunca etkin üstünlüğü tamamen de ortadan kalkmadı.
Medreseler, bilgisiz din adamlarının ve K a d ı ların yetiştiği karanlık
yuvalar olarak varlığını sürdürdü. Hatta yeni programla birlikte daha fazla bir
gerilemeyi önlemek için projeler yapıldı. “D a r-ü l H i k m e t ü l İ s l a m
i y e” ve “M e d r e s e t ü’l k u z a t” adı altında enstitüler açıldı.[73]
Bu durum, ulusal savaşın başlangıcına ve Anadolu’da yeni
ideallerle birlikte yeni bir Türk devleti kuruluncaya kadar devam etti.
2.1.
Medreselerin Düşünce Yapısı
Akla uygun olmayan Kur’an ayetleri veya hadisler, ilk İslam
alimleri tarafından mantıksal değerlendirmeye tabi tutuldu. Fakat zamanla dogma
ve şeriatın ağırlık kazanmaya başladığı karşıt bir gelişme ortaya çıktı. Bu
yüzden, İslam eğitiminde bir dogmatizm gözlenmiştir.1
Gerçi medreseler, var olduğu sürece Kur’an ayetlerinden ve
hadislerden ayrılmadı. Medreseler, zamanla ortaya çıkan rasyonel
akımlara uyum sağlamak için herhangi bir şey yapmadı.
Türkiye’de ve özellikle Batı’da yavaş yavaş eğitim ve
öğretim yönteminde bazı yenilikler ortaya çıkarken, medreselerin bundan haberi
yoktu, ama onlar kendilerine özgü biçimi de koruyamadılar.
Avrupa’da Rönesans’la birlikte son derece verimli olan bir
dönem başladı. İlerici hareket, çok hızlı bir tempo yakalamıştı. Bu yeni
akımlardan hiç haberi olmayan medrese, özellikle kendisi için oluşturduğu ve
skolastik bir bilim olan K e l a m ı n (dogma) etkisi altındaydı.[74] [75]
Medreselerin düşünsel tutumu ve organizasyonu, kurumun
kendinden kaynaklanan bir talep olarak kendi görev alanı çerçevesinde
yenilikleri araştırmalıydı. Bunun yerine, o, ilgisiz konularla[76] uğraştı ve dinsel alan dışında bulunan her şeyi
reddetti.
Dünyanın ve insanın yaratılması hakkında İslami öğretiyle
çelişen bir teoriyi ifade etmek, hayır bunu sadece ima etmeye çalışmak bile
dinsizlik olarak görüldü.[77]
Buna cüret etmeye kalkan öğrenci ve öğretmenler okullardan
atıldı. Öğrenci ve öğretmenler gelişim teorisinden söz ettikleri için,
öğrenciler ceza aldılar ve öğretmenler kovuşturmaya tabi tutuldular veya
onların görevlerine son verildi.[78]
Medreselerin tarzını şöyle karakterize edebiliriz:
a)
ezberci
eğitim,
b)
geleneğe
bağlılık,
c)
yeniliklere
karşı kayıtsızlık ve düşmanlık,
d)
sadece
Arapça okumak.
Kur’an’ın dili Arapça olduğu için, Arapça Türkçeden daha
önemliydi. Farsça için de haftalık saatlerce dersler yapılmaktaydı.[79] [80]
Kur’an’ın tamamen gerçek olduğunu ifade eden ortaçağ İslam
inancı, düşünceye bütün kapıları kapattı. Kur’an bütün hakikati ifade ettiği
için, buna göre Kur’an’ı anlamak, gerçeğe giden tek yoldu. Bu düşünce, yüzyıllarca
hakim olan düşünme tarzı oldu. Böyle bir anlayış, K e la m (dogma), T e f s i r
(yorum) ve hadis gibi İslami bilimlerin ortaya çıkmasına ve daha da gelişmesine
neden oldu. Bu bilimler, pozitif bilimlerin oluşumu ve gelişimi için herhangi
alan bırakmadı.
İ b n-i S i n a’yla (Avicenna, öl. 1037) rasyonel ve
deneysel bir özellik kazanmış olan İslam felsefesi, G a z a l i’nin (1059-1111)
temsil ettiği dogmatik akımla birlikte zamanla geriledi. Gazali, kültürümüz
üzerinde mistik-dogmatik bir anlayışın yaygınlaşmasına neden olmuştur.
İslami bilimlerin okutulduğu medreseler de, Osmanlı
İmparatorluğu’nda, özellikle çöküş sürecinden itibaren dinsel topluluğun ve
dogmatik okulların politik konumları çerçevesinde biçimlendi.[81]
Fatih Sultan Mehmet’den II. Abdülhamit’e kadar geçen
yaklaşık dört yüz elli yıllık süreye bakılırsa, medreselerin Türklük ve bilim
için yaptığı hizmetleri bulmak oldukça zordur. Medreselerde yetişmiş bilim
adamları ve düşünürler, örneğin Kuzeyde bilim adamı ve düşünür İ b n-i S i n
a’yla ve Batıda Descartes ve Newton gibi düşünür ve bilim adamlarıyla
karşılaştırılamaz.
Medreseler, ortaçağın geri kalmış anlayışıyla bütün
yenilikleri “dine saygısızlık ya da küfür” olarak gören tutuculuk ve tepkilerin
bir yuvası v e kalesi haline gelmişti.
7) Öğle
dersleri:
a) Kur’an
ve onun yorumu, Osmanlıca dilbilgisi, güzel yazı ve imla çalışmaları (Kuran,
tecvit, sarf-ı Osmani, hat ve imla).
b)
Farsça
c)
Matematik, geometri, coğrafya.
d)
İslam tarihi.
e)
Yeni felsefe.
f)
Mevlid, kozmografya, kimya.
g)
Peygamberin yaşamı (siyer).
h)
Dinler (Milel ve Nihal) ve mezhepler.
i)
Osmanlıca güzel konuşma/hitabet (Osmanlı
belagati).
k)
Fıkıh.
l)
Kadının yorumu.
Programda açıkça görülen dersler, genel olarak Arapça
okutulurdu. Programda bulunan Osmanlıca dilbilgisi ve belagat gibi dersler,
diğer derslerle çakışmaz.
Eğer birinin başında bir sarık varsa ve herhangi bir
medreseyle bağlantılıysa,“U l e m a s ı n ı f ı n a” katılması için yeterli
görülürdü.
Medreselerdeki öğretmenler yirmi, otuz yıl eğitim
almalarına rağmen kurallara uygun bir cümle yazmayı beceremiyorlardı. Hatta
1925 yılında yapılan eğitim-öğretim denetimlerinde, medrese mezunu olarak
hayata atılmış insanların, okuyabilen ama yazamayan kişiler olarak öğretmenliğe
atandıkları tespit edilmiştir.9
Her şeyden önce, yeni bir anlayışa kurulan bir ulusun
kaderinde ve ilerlemesinde eğitim ve öğretimin çok büyük rolü vardır. Eğer bu
eğitim-öğretim, ilke ve amaçlarını dinin biçimlendirdiği ve her tür yeniliğe
kapalı olan bir ortaçağ anlayışını temsil ediyorsa, onun işlevi sadece zararlı
olacaktır.
Osmanlı eğitim-öğretim sistemi, dinsel bir eğitim-öğretim
sistemine dayanmaktaydı. Bu sistem, yüzyıllardan beri bir dinsel topluluğun
politik aracı olmuştur. Dini hikayeler ve boş inanlarla iç içe geçmiş olan bu
sistem, Türk kültürünün özgür ve açık gelişimini engellemiştir.
3. Medreselerin Kaldırılması
Kuşkusuz bütün eski kurumları ortadan kaldırmak veya en
azından yenilemek isteyen Atatürk, medrese sorununu ele almak durumundaydı. --
9) Die Geschichte der
türkischen Republik, S. 314.
Atatürk, 3 Şubat 1923 yılında İ z m i r’de yaptığı bir
konuşmada medreselerin kaldırılması ve eğitim ve öğretimin birleştirilmesine
ilişkin şu ifadeleri ortaya koyar:
“Bizim, her şeyden önce dikkate almamız gereken bir nokta
var, yani herkesin buradan hareketle böylesi sorunlara değinmesi gerekir. Bu
çerçevede, medreseler ne olacak? sorusunu ortaya koyduğumuzda, hemen dirençle
karşılaşırız. O halde şunu sormalıyız: Bu direnci aşmak, hangi hakka ve hangi
temsil yetkisine dayandırılmalıdır? Dinimiz, son derece mantıklı ve doğal bir
dindir. Dolayısıyla doğal olarak bir din, akla bilime ve mantığa uygun
olmalıdır. İslamiyet’in sosyal yaşamında, hiç kimsenin özel bir sınıfın üyesi
olarak davranmaya hakkı yoktur. Kim böyle bir hakkı kendine atfederse, o dini
kurallara uygun davranmamış olarak görülür. Bizde herhangi bir ruhban sistemi
yoktur, hepimiz eşitiz. Ulusumuzun ve ülkemizin eğitim kurumları, birlik içinde
olmalıdır. Ülkenin çocukları, kadınları ve erkekleri aynı şekilde oluşturulmuş
eğitim kurumlarından çıkmalıdır.”
İsmet İnönü de 1924 yılında düzenlenen bir kongrede bu
konudaki düşüncesini şöyle ifade etmekteydi:
“Doğruyu bulduğumuz bu yolda devam etmemiz gerektiğini
düşünüyoruz. On yıl sonra bütün dünya ve şimdi bize karşı olan veya hala
endişeyle bakanlar, Müslümanlığın en gerçek, en saf biçiminin bizimle birlikte
ortaya konulduğunu göreceklerdir.”
3 Mart 1924 yılında kabul edilen yeni bir yasayla1
birlikte, bugüne kadar Şeriat ve Evkaf Bakanlığına bağlı olan Eğitim Bakanlığı
yönetimi değiştirildi ve medreseler kaldırıldı. Bununla birlikte, dini eğitim,
aynı yasada (4. Madde) gösterildiği gibi, tamamen kaldırıldı. Din görevlilerini
ve
din öğretmenlerini eğitmek için,
bir ilahiyat fakültesi ve imam-hatip okulları açıldı.
Ama bu imam-hatip okulları,
ilgisizlik nedeniyle eğitim ve öğretimi sürdüremedi. İstatistik tablosundan
açıkça görüleceği gibi ilahiyat fakültesine pek talep olmadı. O, 1933 yılında
kaldırıldı ve onun yerine “İslam Araştırma Enstitüsü” kuruldu.
1)
Yasa no. 430, madde 2.
Tablo, 1924’ten 1933 yılına kadar
öğrenci ve öğretmenlerin sayısını göstermektedir:
Öğrenci |
Öğretmen |
Yıl |
284 |
12 |
1924-1925 |
205 |
13 |
1925-1926 |
167 |
13 |
1926-1927 |
53 |
13 |
1927-1928 |
35 |
13 |
1928-1929 |
35 |
16 |
1929-1930 |
22 |
13 |
1930-1931 |
22 |
13 |
1931-1932 |
20 |
13 |
1932-1933 |
III.
İBADETİN
TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ SORUNU
İslam topluluğu içinde özellikle Arapçaya hakim olamayan
Türkler ve İranlıların bütünleşmesi, bu yeni inanç kardeşliğinin ibadet
biçimlerinin belirlenmesini zorunlu kılmıştı.
Bu anlamda, zamanının ünlü bir alimi olan E b u H a n i f e1,
Arapça olmayan dillerde ibadetin yapılabilmesi anlayışını temsil etmekteydi.
14.
yüzyılda
yaşamış alim olan Y u s u f o ğ l u A b d u r r a h m a n tarafından
yayınlanmış olan “İ m a d-ü l İ s l a m” kitabında şöyle yazmaktadır: “Eğer Hz.
Muhammed, bu ülkede (Türkiye’de) yaşamış olsaydı, O da Türkçe konuşurdu.”[82] [83]
Balıkesirli Y u s u f, S u l t a n M u r a t’a (1421-1451)
ithaf ettiği kitabının başlangıcında şöyle ifade etmektedir: “Ebu Hanife,
Kur’an’da, yazılmış sözcüğün değil, anlamın belirleyici olduğunu ifade
etmektedir. Bu nedenle, Farsçaya tercüme edilen Kur’an, bütün geçerliliğini
korur. İbadet, bu dilde de yapılabilir. Farsçada yapıldığı gibi, niçin Türkçede
de ibadet yapılmasın?”[84]
Bununla birlikte, Osmanlılar tarafından Bursa, İznik,
Edirne ve İstanbul’da kurulan medreselerin müfredatında Türkçenin yer almaması
nedeniyle, Arapçanın Türkçe üzerinde sağladığı hakimiyetle birlikte bu sorular
anlamını yitirmektedir.
Tanzimat’ın (1876-1885) ilanıyla birlikte bazı yenilikler
getirilmesine rağmen, Türkçe ibadeti benimseyen herhangi bir akım olmadı. Bunun
nedeni, aynı zamanda İslam halifesi olan Osmanlı saltanatında aranmalıdır.
Makaleler, kitaplar ve gazeteler de sansürlendiği için herhangi biçimde etkili
olamadılar.
İkinci M e ş r u t i y e t in ilanından sonra Kur’an’ın
Türkçe okunması gerektiğine ilişkin bir Türk ulusalcılık hareketi ortaya çıktı.
Bu dönemin en önemli kişiliği Z i y a G ö k a l p’tir.[85]
IV.
ZİYA
GÖKALP’İN DİN HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ
Ziya Gökalp, şöyle ifade etmektedir: “Dinsel Türkçülük,
eğer dini kitaplar Türkçeleştirilir ve Cuma hutbeleri Türkçe olarak verilirse
olanaklıdır”. Ve O, şöyle devam etmektedir: “Eğer bir ulus dini kitaplarını
okuyamıyor ve anlayamıyorsa, bu ulus dinin gerçek özünü benimseyemez. Eğer
inanan kimse hatip ve vaizin konuştuğunu anlamıyorsa, o ibadetlerini sadakatle
yerine getiremez. Hatta Ebu Hanife ibadette surelerin ulusal dilde okunması
gerektiğini düşünmektedir. Çünkü içsel coşku/heyecan, duaların bütünüyle
anlaşılır olmasına bağlıdır. Eğer halkımızın dinsel yaşamını dikkatli biçimde
araştırırsak, söz konusu duaların ister ibadet esnasında ister ibadetten sonra
olsun en derin ve en doğru biçimde anadilde ifade edildiğini görürüz. Türklerin
ibadet ederken hissettiği coşkunun bir bölümü, ilahilerden ortaya çıkar, bu
nedenle onları anadilde sunmak ve söylemek gereklidir. Bu yüzden, içsel dinsel
yaşama daha büyük bir coşku/heyecan ve canlılık katmak için Kur’an, H u t b e
(Cuma Hutbesi) ve bütün dualar Türkçe okunmalıdır.”1
O, kendisinin yazmış olduğu bir şiirde düşüncesini şöyle
ifade eder:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın,
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın,
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”[86] [87]
V.
KURAN
ÇEVİRİLERİ
Türkçenin ibadet dili olarak kullanılması eğilimi, tutucu
kesimler tarafından kabul edilmedi. Bu kesim, her ne kadar Kur’an’ın bir çeviri
denemesi yapılsa da, bu çerçevede kaynağına uygun biçimde tercüme edilmesinin
olanaklı olamayacağını iddia ediyordu.
Bu kesimden biri olan Tokatlı M u s t a f a S a b r i,
kitabının birinde1 şöyle yazıyordu: “Yenilikçi grup Kur’an’ın
orijinali yerine Türkçesini yerleştirmek istiyor ve bu Türkçe Kur’an ile
Türklerin ibadetini yerine getirmesini istiyor. Kutsal Kur’an’ın tercüme
edilmesinin yanlış olmadığını, fakat ibadetin (namaz) bu çeviriyle yapılmasının
uygun olmadığını düşünüyorum. İbadet, Kur’an’ın dili olan Arapçadan başka bir
dille yapılmamalıdır. Hz. Muhammed’in Cebrail aracılığıyla kabul ettiği
biçimiyle Kur’an’ın ifade biçimi, tam anlamıyla Arapçanın kendisinde
korunmalıdır. İbadet, insanlar tarafından değil, aksine Tanrı tarafından
buyrulmuştur. Bu yüzden de Tanrının buyurduğu şekliyle yerine getirilmelidir.”
Bu anlayışa karşılık U b e y d u l l a h E f e n d i,
Türkçe Kur’an’ı savunmaktaydı: “Kur’an’ın anlamı, onun sözcüklerinden daha
önemlidir. Kur’an’ın dile getirmek istediği şey, genel geçerlidir. Her
Müslüman’ın anlamını bilmesi gerekir. Dolayısıyla her kişi onu kendi anadilinde
okumalıdır. Bilgi, inançtan önce gelir. Tanrı’ya giden yol bilgi sayesinde
olanaklıdır, yoksa sadece inançla olmaz.”[88] [89]
O zamanlar ilahiyat fakültesinde bir profesör olan İ. H a k
k ı İ z m i r l i bizzat Türkçeye tercüme ettiği “K u r’a n M e a n i”nin
önsözünde şöyle yazar: “Kur’an’ın tercüme edilmesinin uygun olduğu konusunda
herhangi bir kuşku yoktur.”[90]
1908 devriminden sonra, dinde bir reformun olanaklı olduğu
ve Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilebileceği vurgulandı. Bu çerçevede birçok
Kur’an’ tercümesi ortaya çıktı. Şeyhülislam M u s a K a z ı m ve B e r e k e t
z a d e İ s m a i l H a k k ı B e y, Kur’an’’ı tercüme ettiler ve yorumladılar
ve “S a f f e t-ü l B e y a n”, “E n v e r-ü l K u r’an” başlığı altında bir
cilt yayınladı. Aynı şekilde, İ b r a h i m H i l m i, hükümet tarafından daha
sonra yasaklanan bir Kur’an yayınladı.
Cumhuriyetin ilanından sonra, halifeliğin ve saltanatın
kaldırılması Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerinin değişimini sağladı; aynı
zamanda Kur’an’ın tercüme edilmesi eğilimi ortaya çıktı.[91]
Fakat bu çevirilerin çoğu birçok yanlış içerdiğinden, hem
basım hem de Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kabul edilmedi. Nihayetinde,
Kur’an çevirisi ve yorumuna ilişkin Diyanet İşleri Başkanlığının görüşü doğrultusunda
Büyük Millet Meclisi tarafından karar alındı. M. H a m d i Y a z ı r’ın
yorumuyla şair M e h m e t A k i f E r s o y’un yaptığı bu tercüme kabul
edildi. Fakat daha sonra M. Akif Ersoy kişisel gerekçelerle kendisi tarafından
başlatılmış olan tercüme faaliyetinden çekildi. Bu durumda, A. Hamdi Yazır
tercüme faaliyetini üstelendi ve onu tamamladı.[92]
e) İsmail
Hakkı İzmirli tarafından yapılan Türkçe M a a n i-i K u r a n-ı K e r i m
tercümesi. Birebir yapılan bu çeviri indeksle birlikte, yayımcı İbrahim Hilmi
tarfından 1927 yılında 2 cilt, 1125 sayfa olarak yayınlanmıştır.
f) Osman
Raşit’in başkanlığında bir komisyon tarafından birebir yapılan T e r c ü m e l
i K u r a n-ı K e r i m çevirisi. Bu çeviri indeksiz olarak, yayımcı Naci
Kasımzade tarafından 1927 yılında 576 sayfa olarak yayınlanmıştır.
g) Ömer
Rıza Doğrul tarafından birebir yapılan T a n r ı B u y r u ğ u adlı Kuran-ı
kerim tercümesi ve yorumu. Yorum ve indeksle birlikte, yayımcı Muallim Ahmet
Halif tarafından 1934 yılında 926 sayfa olarak yayınlanmıştır. h) Mehmet Hamdi Yazır tarafından yapılan H a k D i n i, K u
r’a n D i l i adlı yeni mealli Türkçe yorumlu tercüme. Bu çeviri yorum ve
indeksle birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1935-38 yılları arasında
8 cilt, 6442 sayfa olarak yayınlanmıştır.
1926 yılında İstanbul’un bir semti
olan E r e n k ö y’de bir imam, ibadeti Türkçe olarak gerçekleştirdi. Bu
anlamda, Kur’an tercümesi sorununa ibadetin Türkçe yapılmasına ilişkin yeni bir
sorun eklendi.[93]
VI. DİNDE YAPILACAK REFORMLARIN BELİRLENMESİ
1928 yılında, İstanbul İlahiyat Fakültesi’ndeki profesörler
dinde yapılacak reformlara ilişkin bir protokol ortaya koydular.[94] Bu protokol
şöyledir:
1.
Büyük
Türk devrimi, bütün ekonomik, hukuksal, ahlaksal ve dilsel düzenlemelerle
birlikte demokrasi için iki temel anlayış sunar: Bütün bilimsel ve ulusal
şeyler bilim ve aklın kurallarına göre ele alındığı için, a) bütün sosyal
düzenlemelerin bilimsel gelişimi b) bu sosyal düzenlemelerin
ulusallaştırılması. Dolayısıyla, tecritten kaynaklanan ulusal yaşamımızın bütün
faaliyetleri tam da gerçek ulusal faaliyetler olmalıdır. Türk devrimi, dilde,
ahlakta, hukukta, ekonomide ve sanatta başarılı olan reformlar için gerekli
temel ilkeleri bilimsel düşüncelerden ve ulusal yaşamdan hareketle
benimsemelidir.
2.
Aynı
şekilde din, sosyal bir düzenlemedir. Bütün diğer sosyal düzenlemeler gibi din,
yaşamın gereksinimlerini karşılamalı ve gelişim sürecini izlemelidir. Bununla
birlikte, bu gelişim, dinimizin temel özellikleri dışında gerçekleşemez. Fakat
dinimizin -her zaman bilimsel ve sanatsal yazılarda ortaya konulan- eski
biçimlere ve geleneklere bağlı olduğu ve dolayısıyla ilerleme yeteneğine sahip
olmadığını düşünmek yanlıştır. Bu nedenle de, din, Türk demokrasisinde ihtiyaç
duyulan yaşam gücü ve ilerleme anlayışını ortaya koymalıdır.
3.
Topluma
ilişkin ortaya konulan modern anlayıştan sonra, , her ne kadar yaygın olsa da
mistik ve irrasyonel öğelerin etkisiyle böyle bir reformu beklemek hemen hemen
olanaksızdır. Ahlaki ve ekonomik yaşam gibi dinsel yaşamda bilimsel ilkelere
göre biçimlendirilmelidir, çünkü böylelikle diğer düzenlemelerle birlikte bir
uyum sağlanabilir. Böyle bir reform için, komite aşağıdaki kuralları önerir:
a)
İbadet
Reformu:
İbadet ettiğimiz yerler temiz, düzenli, kullanışlı ve
yaşanabilir olmalıdır. Kilise sandalyeleri ve gardıroplar için bakım
yapılmalıdır. İnsanların temiz ayakkabılarla buraya girmeleri sağlanmalıdır.
Bunlar, dinde ibadetin hijyenle ilgili koşullarıdır.
b)
İbadet
Dili:
İbadet dili, Türkçe olmalıdır. Ayet, dua ve vaazların
(şimdiki gibi Arapça değil) Türkçe biçimleri kullanılmalıdır. Bunlar, sadece
hafızadan ezbere değil, aynı zamanda yazılı biçimlere göre uygulanmalıdır. Bu
temelde yapılacak hazırlıklar, özellikle camilerde gerçekleştirilmelidir.
c)
İbadet
Tarzı:
Alınacak önlemler, ibadetin güzel ve teşvik edici olmasını
sağlamalıdır. Bu temelde, yeterli müzik bilgisiyle donatılmış müezzin ve imam
okulları açmalıyız. Ayrıca ibadethanelerimizde müzik aletlerimiz olmalıdır.
Daha modern, kutsal müzik aletlerine acil ihtiyaç vardır.
d)
İbadetin
Düşünsel Tarafı:
Vaazların basılı örnekleri yeterli değildir. Vaaz-verme,
önceden hazırlanan bir konuşma metninin basit biçimde okunmasından farklıdır.
Vaazlardaki temel öğeler, bilimsel ve ekonomik ifadeleri değil,
aksine daha çok dinsel değerleri ve düşünceleri içermektedir. Sadece hitabet
yeteneğine sahip din filozofları böylesi görevleri yerine getirebilir. Bununla
birlikte, ilahiyat bölümünün din ve felsefe konusunda yeterli sayıda dini eser
hazırlayana kadar, toplumumuzdaki mevcut dini düşünür ve filozoflardan
yararlanmalıyız.
Böyle bir hedef, ne İslam teolojisiyle ne de sadece
mitsizimle gerçekleştirilebilir. Ne Kur’an’ın Türkçeye tercümesi ne de bunun
için Türkçe sözcük biçimi kullanılması gerçekten önemli bir noktadır. Asıl
İslam dininin insani, kalıcı doğasını ifade eden felsefi bir yönelim önemlidir.
Bu, şimdiye kadar henüz ortaya konulamadı. Eğer Kur’an bu biçimiyle görülür ve
anlaşılırsa, kavranamaz. Salt akıl ve mantık yeterli değildir.
Bütün reformun işleyişi, bilimsel uygulamayla hazırlanan
bir programı gerekli kılmaktadır. Böyle bir programı yürütmek için merkez,
“İlahiyat Bölümü” olacaktır.
VII. DİNİ RİTÜELLERİN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ
H u t b e, E z a n ve N a m a z, Atatürk’ün isteğiyle
uzmanlar tarafından Türkçeleştirilen ritüeller oldu.
1)
Hutbe:
H u t b e (Arap. Khutba), Cuma ibadetinde (Cuma namazı) ve
her iki dini bayram (Kurban ve Ramazan bayramı) töreninde yapılan bir
konuşmadır.
Hz. Muhammed, eğer halkın yerine getirmek zorunda olduğu
bir sorun varsa cemaati toplardı ve onlarla tartışırdı; bu sorun hakkında ne
düşündüklerini onlara sorar ve daha sonra bu sorunu bir sonuca bağlardı.[95]
Hz. Muhammed’in hutbeleri, sadece dini sorunlarla değil,
aynı zamanda sosyal, askeri ve politik sorunlarla da ilgiliydi.
Osmanlı döneminde, sadece alıntılanan önemli hadisler
haftalık değiştirilirdi.2 Ancak onlar, daha önce ara sıra Türkçe
olarak, tabii inancın buyruklarına uygun biçimde düzenlenmeliydi.3
Bu noktada, halifenin veya hükümdarın yasallığını
tanıdığını ifade ederek, onu anmak yaygın bir tutumdu. Bu gelenek, sultanın
görkemli egemenliği altında 1876 Osmanlı anayasasında (7. Madde) uygulandı.4
Bu gelenek, Büyük Millet Meclisi hükümeti döneminde de “halifelik” makamına
yönelik olarak önce IV. M e h m e t (1918-1922) ve daha sonra A b d ü l m e c i
d (1922-1924) için sürdürüldü. Son halifenin Türkiye’den sınır dışı
edilmesinden sonra, ilk olarak “cumhuriyetçi hükümet ve İslam ulusu” bunun
yerine geçti.
24 Kasım 1922 yılında Abdülmecid’in Büyük Millet Meclisi
tarafından “halife” olarak seçilmesinde, delegasyon başkanı M ü f i d E f e n d
i ilk Cuma hutbesini (Allah ve Hz. Muhammed hakkında) “Arapça dua ve övgü
kısımları dışında” Türkçe verdi.
Atatürk, yapılan devrimin eğer halkın düzeyine, anlayışına
ve yaşamına uyarlanabilirse bütünüyle başarılı olacağına inanıyordu. Bu yüzden,
Atatürk, hutbeye büyük önem vermekteydi ve 1923 yılında Balıkesir’de minbere
çıktı ve hutbenin nasıl olması gerektiğini gösteren bir konuşma yaptı.
Atatürk, bu konuşmanın bir yerinde şunu belirtir:
“Hutbe, halka hitap etmek demektir. Onun anlamı budur.
Bizzat Hz. Muhammed’in kendi döneminde vaaz ve hutbe verdiğini biliyoruz. Eğer
halk, hem Hz. Muhammed hem de dört halife tarafından okunan hutbelere bakarsa,
bu hutbelerin bizzat onların dönemlerinin askeri, ekonomik, politik ve sosyal
sorunlarıyla ilgili olduklarını görecektir.
Hutbenin amacı, halkı ahlaki ve manevi olarak yönlendirmek
ve aydınlatmaktır. Fakat vaizler (h a t i p), halkın anlayacağı dilde konuşmalıdırlar.
Bir yıl önce Büyük Millet Meclisi’nde yaptığım bir konuşmada, vaaz kürsülerinin
(minberlerin) halkın vicdan ve bilincinin tinsel/manevi teşviki için bir kaynak
olduğunu ifade ettim. Bunu olanaklı kılmak için, vaaz kürsülerinden yükselen sözlerin
anlaşılır olması ve bilim ve tekniğe uygun olması gerekir. Vaizlerin politik,
sosyal ve teknik olguları günlük takip etmeleri gerekir, çünkü eğer onlar
bunlar hakkında bilgi sahibi olmazlarsa, halkta yanlış izlenimler oluşacaktır.5
23 Şubat 1925 yılındaki Büyük Millet Meclisi oturumunda,
çok sayıda milletvekili Cuma hutbelerinin (sadece tavsiyeler)Türkçe
verilmesini, ayrıca aynı yılın sonbahar aylarında ibadetin Arapça ve Türkçe
olarak yapılmasını talep etti.
Uzmanlardan oluşan beş kişilik komisyon, 1926 yılı sonu
Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir reform tasarısı ve 58 örnek vaazdan oluşan bir
seçki sundu. Başkan Rıfat Efendi, Arapça ve Türkçe olarak Fatiha (Kur’an’ın
başlangıcı) ve diğer Kur’an ve hadis metinlerini içeren, ancak sadece Türkçe
konuşmanın teşvik edilmesi gerektiğini (hava kuvvetleri derneğine bağış
talebiyle vb.) ifade eden düzenlemeleri tüm hatiplere dağıttı. Bu düzenlemeler,
1927 yılı Aralık ayında yürürlülüğe girdi. Bunun üzerine, İstanbul müftüsü
Fehmi Efendi 1928 yılı Nisan sonunda bir açıklama yaptı: Hutbenin ulusal
kitleye inanç konuları hakkında açıklama yapması ve dinsel sorunlarla
ilgilenmesi gereken bir Türkçe bölümü olmalıdır. Vaazın ahlaki momenti de büyük
önem taşımaktadır.6
İlk olarak, 5 Şubat 1932 yılında Hafız Sadettin Kaynak
İstanbul Süleymaniye Camiinde, konularını Atatürk’ün bizzat Türkçe Kur’an’dan
seçtiği ve Türkçeye aktarılmış olan, dolayısıyla halkın anlayabileceği, tamamen
Türkçe olan bir hutbe verdi; O, minberdeki konuşmasını sarıksız ve c ü b b e
siz biçimde, smokinle yaptı.[96]
Bu hutbe bütün camilerde Türkçe olarak verilmeye
başladıktan sonra, camilere ve müftülüklere gönderilmek üzere, Diyanet İşleri
Başkanlığı tarafından buna ilişkin kitaplar yazıldı ve basıldı.
2)
Ezan:
E z a n (Arap. Adhan) Cuma ibadeti ve beş vakit namaz
(Salât) için bir çağrıdır. Ezan, ilk olarak Hicret’ten sonra M e d i n e’de
uygulandı.1
Ezan’ın Arapça veya Türkçe okunup okunmayacağı, ibadet
açısından önemli değildir.[97] Ezan,
herhangi bir dilde okunduğunda, ne anlamını ne de amacını kaybeder. Ezan,
ibadet için bir koşul değildir.[98] Her şeye
rağmen, ibadetin bütün diğer biçimlerini Türkçeleştirirken sadece ezanı
Türkçeleştirmemek tuhaf olurdu.
İstanbul’da D o l m a b a h ç e sarayında, dönemin Eğitim
Bakanı Dr. Re ş i t G a l i p başkanlığında toplantı yapıldı ve yeni seçilmiş
olan H a f ı z lara (Kur’an uzmanı) H a s a n C e m i l Ç a m b e l tarafından
Türkçe ezan okuma konusunda seminer verildi ve 3 Şubat 1932 yılında Ayasofya
camiindeki t e r a v i h-namazından sonra bu konuda bilgi verildi.
İlk dil kongresinden sonra, bütün “camii-imamlarının” üst
disiplin kurumu olarak Din İşleri ve Vakıflar Genel Müdürlüğü Türkçe ezan
okunması için hazırlık yapılması gerektiği konusunda tüm alt birimlere talimat
verdi. Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkçe ezana ilişkin metni şu şekilde
belirledi:
1.
Tanrı
Uludur.
2.
Şüphesiz
bilirim, bildiririm, Tanrıdan başka yoktur tapacak.
3.
Şüphesiz
bilirim bildiririm, Muhammed onun temsilcisidir.
4.
Haydin
namaza.
5.
Haydin
felaha.
6.
Namaz
uykudan hayırlıdır.
7.
Tanrı
uludur.
8.
Tanrıdan
başka yoktur tapacak.4
Başkan Rıfat Efendinin M ü f t ü lere gönderdiği 6 Mart
1933 tarihli genelgeden sonra “bütün ezanın uyumu amacıyla ve hükümetin ulusal
politikasıyla görüş birliği içinde” olacak şekilde övgüler ve T e k b i r lerin
de, aralarından seçim yapılabilecek üç biçimden biriyle Türkçe okunması
kararlaştırıldı.
3) Namaz:
Tekbir, ezan ve hutbenin Türkçeleştirilmesi ve Türkçe
okunmasının kararlaştırıldığı dönemde, camilerde Kur’an’ın Türkçe okunması ve
ibadetin de Türkçe yapılması gerektiği saptandı.
Atatürk’ün emir ve direktifleri uyarınca 1931 yılı Ramazan
ayında Dolmabahçe sarayına çağrılan H a f ı z lara, Kur’an’ın Türkçeye
aktarılması konusunda eğitim verilmiştir.1 Atatürk’ün teşvikiyle,
Cumhurbaşkanlığı Fasıl Topluluğu’nun şefi Hafız Y a ş a r, 22 Ocak 1932 yılında
İstanbul Y e r e b a t a n-Camiinde değiştirilmiş biçimde bir besmeleyle -M ü ş
f i k ve R a h i m o l a n A l l a h ın İ s m i y l e- başlayarak 36. Sure’yi
(Yasin suresi) önce Arapça ve daha sonra Türkçe olarak okudu. Bu deneme, 29
Ocak’ta birçok camide tekrarlandı, daha sonra ilk olarak Kadir Gecesi’nde
(Ramazanın 27. günü, 3 Şubat) Ayasofya camiinde 30 hafızın katıldığı büyük bir
dini kutlamayla Hz. Muhammed’in doğum gününe istinaden Türkçe Mevlid okundu ve
Türkiye Cumhuriyeti hükümeti için okunan bir duayla tören tamamlandı.[99] [100]
4) Ezan:
1. Gott
ist der Grafite.
2. Ich
bezeuge, dap es keienen Gott auPer Allah.
3. Ich
bezeuge, dai Mohammed Gottes Gesandter ist.
4. Auf
zum Salat!
5. Auf
zum Heil!
6. Die
Salat ist beser als der Schlaf.
7. Gott
ist der Gröspte.
8. Es
gibt keine Gott auper Allah.
(Bu çeviri, Th. W. Juynboll
tarafından yapılmıştır). Handwörterbuch des Islam, S. 18.
Bu ayda, camilerde okunan Türkçe Kur’an sadece Türkler
üzerinde değil, aynı zamanda diğer ülkelerdeki Müslümanlar üzerinde de iyi bir
izlenim bıraktı.3
Diyanet İşleri Başkanı A. Hamdi A k s e k i, 1933 yılında
“namaz surelerinin Türkçe çevirisi ve yorumu” başlığı altında Arapça ve Türkçe
olarak on bir sureyi ve ibadette uygulanan selam biçimlerini ve bağımsız
duaları (S a l a v a t, Ş e r i f e ve D u a l a r) yazan ve açıklayan bir yazı
kaleme aldı. Ve bunu, hemen ardından başka kitaplar takip etti.[101]
3) Finlandiya’da bulunan
Türkler, Kur’an’ın Türkçe okutulmasını sağladığı için Atatürk’e teşekkür eden
bir telgraf yolladılar.
VIII. TEKKE VE ZAVİYELERİN KALDIRILMASI
Tarikatlar, özellikle ruhun saflığına değer veren dini
topluluklardır. Tarikatlar ya da keşişhaneler (Türk. T e k k e ve Z a v i y e
), tarikatların ritüellerini düzenlendiği yerlerdir.
Türkiye’de tarikat olarak Bektaşilik, Nakşibendîlik ve
Mevlevilik oldukça yaygındır. Bir rivayete göre Bektaşilik, Hacı Bektaşi Veli
(öl. 1270) tarafından kurulmuştur. Bu tarikatta, gerçek herhangi bir ritüel
yoktur. İslam dininin ödevlerini ve kültlerini kabul eden Bektaşilik, A l i’ye
saygı gösterir ve onu Hz. Muhammed ve Allah’la aynı düzeye yerleştirir. Onlar,
M u h a r r e m ayının 1’den 10’nuna kadar yas tutarlar.
Kutsal öğün, ekmek, peynir ve şaraptan oluşmaktadır. 16.
yüzyılda Yeniçeriler (Osmanlı askerleri) arasında yaygınlaşan tarikat bazı
hoşnutsuzluklara neden oldu. 1826 yılında Sultan M a h m u t Yeniçerileri
kaldırdıktan sonra, Bektaşi tarikatlarını yıktı. Türkiye’de bugün sadece
Anadolu’nun bazı köylerinde bulunmaktadır.
Nakşibendî-tarikatı, Muhammed Bahaeddin el-Buhari
(1318-1389) tarafından kurulmuştur. Nakşibendîlik, İslami buyrukları sıkı
biçimde yerine getiren bir tarikattır. Bu tarikatta, diğer tarikatlardan daha
fazla şey beklenir ve daha fazla ibadet yapılırdı.
Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) tarafından kurulan
Mevlevi tarikatı, dans ve müzikle yapılan ritüeliyle (S e m a) ünlüdür.
Tarikatların, zamanla bozulan ve politik araç haline gelen
işlevlerini hatırlamak gerekir ve onlar Osmanlı İmparatorluğunun zayıf olduğu
dönemde kötü bir rol oynadılar. Devletin otoritesinin zorlu ve huzursuz olduğu
dönemde, tarikatlar, sosyal ve politik odak noktası haline geldiler. Türk
tarihinde, siyasi amaçlı dinsel devrimlere oldukça sık rastlanmaktadır.
1420 yılında Simavna kadısının oğlu Şeyh B e d r e d d i n,
taraftarlarıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklandı. Bedreddin,
yeni bir öğreti bildirdi. Bu öğretiye göre, O, bilim ve T e v h i d i n
(Tanrının birliğine inanç) yardımıyla İmparatorluğu yıkmak, tarikat ve dini
okulları, aynı şekilde Osmanlı’da yaşayan halkların dinsel farklılıklarını
kaldırmak, dinsel anlamda yasaklara izin vermek, toprak ve mülkiyeti bütün
insanlara eşit biçimde dağıtmak vb. düşünceler çerçevesinde bir devlet kurmak
istiyordu. Fakat O, yakalandı ve idam edildi.
1909 anayasası basın özgürlüğünü sağladı. Bu özgürlükten
yararlanan Derviş V a h d e t i, kendi çıkardığı V o l k a n (Vulkan)
gazetesinde dini araçlarla siyaset yapmaya başladı ve halkı kışkırttı. O, İ s l
a m-i İ t t i h a d i y e (İslam Birliği) adında, yaklaşık 10.000 üyesi olan
bir birlik kurdu. Onun iddiasına göre, İslam tehlikedeydi. Birliğin üyeleri ve
bütün gerçek Müslümanlar yeşil bir sancak altında bir araya gelmeliydi.
Nihayetinde 13 Nisan 1903 yılında isyan patlak verdi. İsyancılar Millet
Meclisini tahrip ettiler ve modern eğilimde olan bazı gazetelerin matbaalarını
yıktılar. Bu kalkışma, binlerce insanın hayatına mal oldu.
1925 yılında Nakşibendî tarikatının yöneticisi Şeyh S a i
t, Genç vilayetinde taraftarlarıyla birlikte hükümete karşı ayaklandı. Onların
ayaklanmasının nedeni, saltanatın kaldırılmasıyla birlikte İslam’ın ayaklar
altına alındığına ve dinin yok olduğuna ve hükümet yönetiminin dinsizlerin
eline geçtiğine inanmalarıydı. Şeyh S a i t ve taraftarlarının amacı, Türk
ulusuna kendi eski değerlerini, yani onlara göre halifelik ve saltanatı iade
etmekti. Ayaklanma, tam olarak ortaya çıkmadan askeri güçler tarafından
bastırıldı.
Tekke ve zaviyelerin, şiirde ve müzikte estetik duyusunu
temsil ettiklerini de açıkça belirtmek gerekir. Fakat medreseler gibi onlar da
zamanla yozlaşmışlardır ve hem verimsiz hem de amoral bir hale gelmişlerdir.
Eğer tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ve şeyhlik ve
dervişliğin kaldırılmasının nedenlerinden biri tarihselse, ikinci neden
sosyolojik anlamda devrimci hareketlerimizde amaçlanan şeydir.
Tarikatların mistik anlayışının, uygarlık yolunda ilerlemek
için 1927 yılında ortaya konulan radikal devrimci harekete bir engel olduğu
açıktır.
Bu konuda, Atatürk’ün ifade ettiği sözler oldukça
anlamlıdır: “Teke ve zaviyeler, her durumda kapatılmalıdır. Tekke ve zaviyeler
aracılığıyla yerine getirilen manevi rehberliğe hiçbirimizin ihtiyacı yoktur.
Gücümüzü kültürden, bilimden ve teknikten almalıyız ve buna göre yaşam
biçimimizi dönüştürmeliyiz. Tekke ve zaviyelerin amacı, halkı uyutmak ve
aptallaştırmaktır. Fakat halk, kendinin uyutulmasına ve aptallaştırılmasına
izin vermemelidir.”[102]
Ve Atatürk’ün bu konuşması da aynı konuyu ele almaktadır:
“Şeyh[103], dede[104], seyit[105], çelebi[106] ve baba[107] olarak
nitelendirilen bir grup insan, uygar bir ulus olarak görülebilir mi; ulusun
kaderi ve yaşamı falcılara, büyücülere, üfürükçülere ve muskacılara emanet
edilebilir mi? İlerleme ve uyanış için onarılamaz hata yapmamak için, bu
şekilde davranmak daha büyük hataya neden olmaz mı? Var olan dinsel
tarikatların amacı, taraftarlarının dünyasal ve manevi yaşamda mutluluğunu
sağlamaya çalışmaktan başka bir şey olabilir mi? Ancak uygar Türk toplumunda,
bugünün parlak bilim, teknik ve kültürü yerine genel olarak bu veya şu şeyhin
yönetiminde maddi ve manevi mutluluğu arayan böyle ilkel insanların varlığına
hiçbir şekilde izin vermem.”[108]
Böylelikle Atatürk, tarikatların
uygarlık yolunda bir engel olduğu konusunda açıklık getirmiştir. Tarikatlarda,
acemi kişi şeyhine bir köle gibi biat etmek zorundadır. Ama bu durum, gerçekte
insan haysiyet ve onurunu dikkate alan modern anlayışla karşıtlık
oluşturmaktadır.
Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin önsözünde, ilk maddesinde
ve İnsan Hakları Bildirisinin önsözünde ve dördüncü maddesinde yer alan insanın
insan olarak bir değere sahip olduğu ve esaret ve köleliğin yasak olduğu açıkça
ortaya konulur. Anayasamızda, her Türk vatandaşının özgür biçimde yaşaması
gerektiğini belirten ve angaryayı yasaklayan bir madde (Mad. 68) vardır.
677 sayılı yasayla birlikte bütün tarikatlar ve tekke ve
zaviyeler kapatıldı.[109] Tekke ve
zaviyelere ilişkin bu yasada, kapatılma konusu dışında “onların üyeleri olan
şeyhlere, dervişlere ve müritlere Türkiye Cumhuriyeti içerisinde hiçbir şekilde
izin verilmeyeceği ve onlara özgü kılık-kıyafetlerin, unvanların ve de
türbelerin kaldırılması gerektiği” kararlaştırılmıştır.[110]
LAİKLİK
I.
Sözcüğün
Anlamı:
L a i k terimi her ne kadar Fransızcadan Türkçeye geçmişse
de, Latince l a i c u s tan türetilmiş olan bu sözcük, köken olarak eski
Yunanca sözcük olan l a i k o s tan gelmektedir.1 Yunanlılar, l a i
k o s sözcüğünü sıfat olarak bir rahibin özelliğine ve sorumluluğuna ait
olmayanı nitelendirmede kullanmışlardır.[111] [112] O halde halktan gelen, diğer
deyişle din adamları sınıfına (k l e r o s) ait olmayan birisi laik kimsedir.[113]
Bu genel anlam dışında, l a o s ve l a i k o s terimlerine
bazı kaynaklarda özel anlamlar atfedilse de, l a i k o s sözcüğü sonraki
yüzyıllarda muhtemelen eski bir geleneğe göre dinsel topluluk dışında kalan
insanları nitelendirmekteydi.[114] Dolayısıyla
Hıristiyanlığın ilk yüzyılının sonundan itibaren de ruhban sınıfından olanlara
c l e r i c i ve ruhban sınıfı dışında kalanlara L a i c i dendi.
Laik sözcüğünün etimolojisi konusundaki bu kısa araştırma,
L a i k kavramının temelde dinsizlikle hiçbir ilgisinin olmadığını
göstermektedir. Asker-olmayan birisinin sivil kişi olarak nitelendirilmesi
gibi, dinsel-olmayan birisi de laik olarak nitelendirilir.
Laiklik kavramının farklı tanımlamaları vardır. Genel
olarak laiklik, devletin devlet olarak özelliklerinden birinin tarafsızlık
olduğunu ve herhangi bir dinin taşıyıcısı (devlet-dini) olmadığını ifade eder.[115] Bu
bağlamda, Türk hükümetinin görüşü şöyledir: Dinsel anlayış, bir inanç konusu
olduğundan, dinsel ve dünyevi sorunlar birbirinden ayrılmalıdır.
Laiklik, devletin altı ilkesinden biri olarak kabul
edildikten sonra, temelde İslam ile çeliştiği için bazı gruplar tarafından
eleştirildi. Bununla birlikte, Kur’an’dan yapılan alıntılar bu eleştirinin
haksızlığını ortaya koyar:
“İnançta hiçbir zorlama olamaz.”[116] “Ve dedi ki: Rabbimiz,
gerçektir. Bu nedenle, isteyen ona inanmalıdır ve istemeyen inanmamalıdır.” Bu
her iki Kur’an ayeti, dinin bir inanç konusu olduğunu ve hiçbir zorlamanın
olmayacağını göstermektedir.[117]
II.
LAİKLİĞİN
TARİHSEL GELİŞİMİ
1.
İslam
Öncesi Türklerde Laiklik
Uluslararası haklar savunucusu Nes, “Droit International”
adlı ünlü eserinin başlangıcında laikliğin T u r a n cılıktan1
kaynaklandığını yazmaktadır. Ona göre, Hıristiyanlar laikliği Türklerden
almışlardır. C e n g i z H a n, farklı inanç grubundan olan herkese eşit
mesafede durmaktaydı. Cengiz Han’dan önce Orta Asya’da yaşayan Türkler de
kesinlikle laiktiler.2
Türk tarihinin en eski dönemlerine bakılırsa, Türk ulusunun
çok erken dönemlerde dinin ve dinsel inancın devlet ve siyaset meselelerinden
ayrılması gerekliliğinin ve öneminin farkına vardığı görülür. Milattan önce
Orta Asya’da, Çin’de ve başka yerlerde kurulan Türk hanedanlıklarında, herkes,
dininde ve inancında özgürdü. Daha sonraki süreçte vaktiyle Avrupa’ya göç eden
örneğin Hunlar, Kıpçaklar, Avarlar vb. Türk halkları içerisinde hiçbirinin,
fethedilen bölgelerdeki halkın dinini ve devletini değiştirmek amacıyla onları
birbirine karıştırmış olduğu görülmez.[118]
Türklerin eski dininde herhangi bir çileci ritüel yoktu,
aksine sadece estetik ve ahlaki ritüeller söz konusuydu.[119]
Orhun-kitabelerinde, eski Türkler arasında yönetimle ilgili
sorunlarda veya onların girişimleri hakkında dinin konumuna ilişkin herhangi bir
kanıt bulunmaz.[120] Türk
hanedanlıklarında halk, farklı bir dine inanma konusunda özgürdü.[121]
2.
İslam
Devleti
İslam devleti, teokratikti. Çünkü yeni bir din oluşturan ve
bu dinin altında toplamak için bütün insanlara seslenen Hz. Muhammed, sadece
peygamberlikle yetinmedi, aynı zamanda yeni bir devlet de kurdu. Hz. Muhammed,
dinin ödevlerini ve devletin yetkisini birleştirmişti. Bu durum, onun ölümünü
takiben dört halife dönemine kadar devam etti. Aynı şekilde halifeler Ebu
Bekir,
Ömer, Osman ve Ali hem dini önder hem de devlet
yöneticisiydiler. İslam devletinin teokratik özelliğini gösteren diğer bir
simge, camilerin dinsel ve dünyasal sorunların birlikte ele alındığı yerler
olmasıdır. İslam’ın erken dönemlerinde camiler, aynı zamanda hem mahkeme, hem
okul hem de siyasi merkezlerdi
İslam hukuku, İslam devleti gibi tamamen teokratik bir
özelliğe sahiptir. İslam hukuku, sadece inanç ve ibadet sorunları hakkındaki
yargıları içeren kuralların bir toplamı değil, aynı zamanda insanın dünyayla
ilişkisine dayanan yasal talepler ve davranış kurallarına yönelik normların bir
toplamını ifade etmekteydi.[122]
Dünya sorunlarıyla ilgilenen dini hukuk kısmı, dört bölüme
ayrılmaktadır:
a)
Münakehat
ve Mufarakat (evlilik ve boşanma hukuku)
b)
Muamelat
(ticaret, mülkiyet ve borçlar hukuku)
c)
Ukubat
(ceza hukuku)
d)
Feraiz
(miras hukuku)
Bunlardan ilk üçü, “F ı k ı h”ı (yükümlülükler-öğretisi)
oluşturur. Hem Fıkıh’ın hem de miras hukukunun kaynakları, tamamen dinseldir.
Bu kaynaklar şunlardır: Kur’an, Hadis, K ı y a s, İ c m a-i Ü m m e t (ortak görüş).
3.
Osmanlı
Devleti
Türkler Müslümanlığı kabul etmeden, çok tanrılı bir inanca
sahipti. Onlar İslami çevreye girmeye başladıkça,
aşamalı olarak teokratikleştiler. Bu durum, bir Türk-İslam
devleti olan Osmanlı İmparatorluğunda gözlemlenebilir.1
Osmanlı İmparatorluğu kurulduğunda, teokratik özelliklerden
daha çok ulusalcı niteliklere sahipti. Zamanla, devletin teokratik
özelliklerinin baskın gelmesiyle, seküler devlet alanı dinsel hukuk karşısında
giderek daraldı. Devletin teokratik eğilimleri etkili olmaya başladığında,
Fatih Sultan Mehmet şeyhülislamlık görevini K a d ı C e l a l e d d i n H ı z ı
r’a verdi. 1774 yılındaki K ü ç ü k K a y n a r c a antlaşmasıyla birlikte,
Osmanlı İmparatorluğundaki teokratik hareket belirgin hale geldi. Bu antlaşma
çerçevesinde, Rus Çarı, Osmanlı’da yaşayan Ortodoksların koruyuculuğunu
üstlendi. Bunun karşılığında da Osmanlı Sultanı bütün Müslümanların koruyucusu
ve halifesi oldu.
Osmanlı İmparatorluğunun teokratik yapısını gösteren önemli
organlardan biri, kuşkusuz şeyhülislamlık makamıdır. Fatih Sultan Mehmet’’in
çıkarttığı yasaya göre, şeyhülislam din alimlerinin başkanıydı ve
şeyhülislamlık makamına atama ya da görevden alma doğrudan Sultan tarafından
yapılmaktaydı. Şeyhülislam, devlet eğitiminde, sadrazam/başbakan ve bakanlardan
sonra önemli bir yere sahipti.[123] [124]
Şeyhülislamlık makamının önemi ve etkisi, Kanuni Sultan
Süleyman tarafından arttırıldı ve şeriatın bekçisi olarak gösterildi. Devletin
bütün faaliyeti, devletin eylemlerini İslam ilkeleriyle uyumlu kılacak biçimde
şeyhülislamın fetvası aracılığıyla yerine getirildi. Tanzimat’ta, I. ve II.
Meşrutiyet döneminde, ortaya konulan bazı yeniliklerde de laiklik hareketi
gözlemlenebilir. Fakat anayasada buluna maddeden dolayı, bu hareketler pratikte
etkili olamadılar.
4.
Türkiye
Cumhuriyeti’nde Laiklik
Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne miras
kalan olumsuzluklardan biri olan devletin teokratik özelliğinin ortadan
kaldırılması belki en zoru gibi görünüyordu. Yüzyıllardan beri, sadece merkezi
bir güç biçiminde bulunmayan, aynı zamanda özellikle hadislerle, şeriat
mahkemeleriyle, din adamları ve dini okullarla (medreseler) köylere kadar kök
salmış bir organizasyonu ifade eden teokrasiyi kaldırmak ve modern devlet
düşüncesini tam olarak gerçekleştirebilmek için, öncelikle bununla ilgili olan
bütün düzenlemeler farklı nedenlerle beklemek zorunda kaldı ve ayrıca gerici
öğelerin ve onların çıkarlarının ulusa zarar vermesinden kaçınılmalıydı.1
Atatürk’ün hatırasının ilkeleri arasında, gördüğümüz
kadarıyla Büyük Millet Meclisinin ilk günlerinde kabul edilen ve ilk anayasamız
olarak görülen metinde devletin dini konusunda herhangi bir belirleme bulunmaz.
Aynı şekilde, 20 Ocak 1921 yılında kabul edilen anayasada da devletin dini
konusunda herhangi bir madde yoktur; bununla birlikte bağnaz tutucu bir grubun
ısrarlı talepleri sonucu 7. maddede çerçevesinde “şeriat yasasının dikkate
alınmasını sağlamanın Büyük Millet Meclisinin görevleri arasında olduğu”[125] [126] konusunda
bazı ifadeler eklendi. Atatürk, bu ısrarcı talebe ilişkin muhalefetini Nutuk’ta
şöyle ifade eder:
“İlk anayasanın hazırlanmasına bizzat başkanlık ettim.
Hazırladığımız yasayla ilgisi olmayan “Şeriat- düzenlemeleri” ifadesini
anlaşılır kılmak için çok çaba harcandı. Fakat bu ifadeye, tamamen önyargılı
olarak bütünüyle başka bir anlam katmak isteyen kişileri ikna etmek
olanaksızdı.”[127]
Bununla birlikte, cumhuriyetin ilanından rahatsız olan ve
batıl inançlara sahip bütün kurumlara ve düşünceler karşı karar almak için ilk
adımın atılacağını sezen ve anayasada cumhuriyetin belirlenmesine ilişkin
maddede niyetlerini zorlanmadan gerçekleştirebilmek için bir süre ses
çıkarmayan aynı grubun talebi, temel ikinci madde olarak 1924 Anayasasında
kabul edildi: Devletin dini, İslam’dır.
Bu bağlamda, Atatürk şöyle ifade eder:
“Yasanın 2. ve 26. maddelerinde içerilen, yeni Türk
devletinin modern karakteriyle ve cumhuriyetçi rejimle uyuşmayan ifadeler,
devrime ve cumhuriyete herhangi bir zarar vermeyeceği düşünülen ödünleri ifade
etmektedir.”[128]
Türkiye Cumhuriyeti’nde ortaya konulan laiklik hareketi
devlet, hukuk ve eğitim-öğretim sisteminde adım adım yapılan bir dizi değişimle
birlikte gözlemlenebilir. Devletin sekülerleşmesi, şu şekilde gerçekleşir:
1921 Anayasasıyla birlikte, egemenlik kayıtsız şartsız
ulusa devredilmiştir. 1922 yılında saltanat kaldırıldı. 1923 yılında Cumhuriyet
ilan edildi. 1924 yılında Şeriye ve Evkaf Vekaleti ve halifelik kaldırıldı.
Dolayısıyla bu tarihten itibaren dinin siyasi güç olarak devletteki etkisi
ortadan kalktı.
Hukuk, bütünüyle sekülerleştirildi. 1926 yılında, artık
şer-i hukuku tanımadığını ifade eden Türk kanun koyucusuyla birlikte İsviçre
Medeni Kanunu herhangi bir değişiklik yapılmaksızın kabul edildi.
Türk kanun koyucusu, benimsenen laik kurumların
yaşayabilmesini sağlayabilmek, dolayısıyla kültür sistemimizin insani bir dünya
görüşü temelinde inşa edilebilmesi için her şeyden önce laik bir anlayışa
gereksinim olduğunu çok doğru bir biçimde fark etti. 1924 yılında kabul edilen
“Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi” yasasıyla birlikte, eğitim ve öğretim birleştirildi.
Böylelikle skolastik düşünce biçimini benimsemiş ve şeriatın uzantısı olmuş
medreseler kaldırıldı.
1928 yılındaki anayasa değişikliliğiyle birlikte laiklik
resmi olarak kabul edildi ve devlete teokratik bir özellik atfeden düzenleyici paragraflar
çıkarılmıştır; bundan böyle eğitim ve öğretim seküler bir düşünce biçimi
temelinde yürütülmüştür. Yeni reform yasalarıyla birlikte Türk kanun koyucu,
eski atmosfer içerisinde yüzyıllardır oluşmuş olan mistik, metafizik bir
tepkiyi savuşturmak ve böylelikle laikliği korumak istemiştir.
Türk reformunun başarısı, sadece hukuk, devlet ve
eğitim-öğretim gibi sosyolojik kurumları etkilemez, aynı zamanda takvim, yazı,
kılık kıyafet gibi alanlarda sekülerleşmeye neden olur. Dolayısıyla Türk
reformunda yeni bir yüz ortaya çıkmıştır.
5.
DİN
VE DEVLET İŞLERİNİN BİRBİRİNDEN AYRILMASI (LAİK DEVLET)
Din ve devlet işlerinin ayrılmasına ilişkin devrimci
değişime rağmen, laik devlet ilkesiyle çelişen belirlemeler 1928 yılının Nisan
başlarına kadar anayasada kaldılar. Nihayetinde bu sorun, 5 Nisan 1928 yılında
görüşüldü ve bu konuda anayasanın değiştirilmesi kararlaştırıldı.
Yapılan değişiklik anayasanın ikinci maddesinde şöyle ifade
edilir:
Madde 2: Türk Devleti’nin dini, İslam’dır, resmi dili
Türkçe’dir, başkenti Ankara’dır. Bu maddede, şu şekilde ifade edilen daha
önceki bölüm kaldırılır: “Türk Devleti’nin resmi dili Türkçe’dir, başkenti
Ankara’dır.”
Madde 26: “Şer’i hükümlerin geçerliliğini sağlamak,
yasaları değiştirmek, yorumlamak, kaldırmak, diğer devletlerle anlaşma ve
sözleşmeler yapmak”. Bu maddede, “şer’i hükümlerin geçerliliğini sağlamak”
ifadesi kaldırıldı.
Ayrıca, aynı günde Büyük Millet Meclisi’nde
cumhurbaşkanının ve her yeni seçimden sonra seçilen milletvekillerinin yemin
şekli değiştirildi. 1927 anayasasına göre bu yemin biçimi şöyledir:
Madde 16: Milletvekilleri için; “Yurdun ve ulusun
selametine ve refahına aykırı hiçbir amacı izlemeyeceğime ve cumhuriyetçi
ilkelerin sadık koruyuculuğundan hiçbir zaman uzaklaşmayacağıma Tanrının
huzurunda yemin ederim.”
Madde 38: cumhurbaşkanı için; “Yurdun ve ulusun selametine
ve refahına aykırı hiçbir amacı izlemeyeceğime ve cumhuriyetçi ilkelerin sadık
koruyuculuğundan hiçbir zaman uzaklaşmayacağıma T a n r ı nın huzurunda yemin
ederim.” Her iki maddede içerilen Tanrının huzurunda sözcüğü, bugün “ş e r e f
i m ü z e r i n e y e m i n e d e r i m” biçiminde değiştirilmiştir.
JAPONYA’NIN
MODERNLEŞMESİ
I.
JAPON
KÜLTÜR TARİHİNE GENEL BAKIŞ
Türkler, 19. yüzyıldan itibaren Batılılaşma ve modernleşme
modeli olarak düşünsel bir mücadeleye giriştiğinde yalnız değillerdi. Aynı
düşünsel mücadeleye girmiş olan başka ülkeler vardı. Bunlardan biri, Asyalı bir
ülke olan Japonya’dır. Çalışmamızın bu bölümünde, Türkiye ile paralel olarak
yürütülmüş olan reformlar ve modernleşmeler çerçevesinde Japonya’nın bu sorunu
nasıl çözdüğünü göstereceğiz.
Japon kültür tarihi, eğer ilkel ve mitik evreler dikkate
alınmazsa iki dönemden oluşur. İlk dönemde, yaygın olarak Çin kültür ve
uygarlığının etkisi görülür. Bu dönem, M.S. 552 yılında başlar ve 19. yüzyıla
kadar sürer. Japonlar, gerçi M.Ö. 500 yılından 200 yılına kadar Çin kültürüyle
bağlantılı olmuşlardır; ama bu ilişki Japonlar üzerinde öyle büyük bir etki bırakmamıştır.
Japonya’dan sonra Kore’ye gelen Budizm, Çin kültürünü de
beraberinde getirmiştir. Budizm ve Çin kültürü, kısa sürede Japonya’da hakim
oldu. Çin kültürünü benimsemede büyük çabukluk ve maharet gösteren Japonlar,
bunu bazı bölgelerde Japon tarzıyla birleştirdiler ve böylelikle bir Çin-Japon
kültürü oluşturdular.
Özellikle mimarlıkta, müzikte, edebiyatta, sanatta,
ressamlıkta ve yaşam-tarzında bütünüyle estetik yapıları ortaya koyan bu
kültür, aynı zamanda imparatorluk sarayının çöküşüne neden oldu. İmparator,
sadece dinsel ve kültürel alanda bir lider olduğu için, politik otorite ve
iktidar güçlü soylu ailelerin eline geçti. Bu feodalite, Japonya’nın Batı’ya
kapılarını açmasına kadar varlığını sürdürmüştür.
İkinci dönem, Japonya’nın Batı dünyasıyla, yani Hollanda,
Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya’yla temasından sonra başlar. 16. yüzyıldaki
misyonerlik faaliyeti, ticari ve siyasi ilişkilerle başlayan bu temas,
kesintilerle 19. yüzyıla kadar devam etti ve 1868 yılında belirli bir evreye
ulaştı. Bundan itibaren, Batı kültür etkisi Çin kültürünün yerini almaya
başladı. Japonlar, bir zamanlar Çin kültürünü benimsemede olduğu gibi Batı
kültürünü benimsemek için çok çaba sarf ettiler. Ancak bu benimseme, bir
seçimden daha çok bir taklitti. Japonlar, kendi kültürüne uygun olup olmadığını
iyice düşünmeden, iyi ve yararlı gördükleri her şeyi Batı’dan aldılar. Batıdan
alınan bu kazanımlar aracılığıyla Japonlar, özellikle teknik ve maddi alanda büyük
ilerlemeler sağladı. Sosyal, kültürel ve dinsel alanda yürütülen reformlar ve
yeniliklerle birlikte, Japonya gelişmiş modern bir devlet haline geldi.
II.
ÇİN
KÜLTÜRÜNÜN JAPONYA’DA YAYILMASI
Japonya’da Çin kültür ve uygarlığının yayılması büyük
ölçüde Budizm Japonya’ya girdikten sonra başlar. M.S. 552 yılında Japonya’dan
sonra Kore’ye gelen Budizm,1 tutucu gruplar tarafından dostça
karşılanmadı. Budizm ile mücadele 587 yılına kadar sürdü ve sonunda Japonya’nın
zaferiyle sonuçlandı. Özellikle S h o t o k u-T a i s h i ve onun teyzesi
Suiko-Tenno (593-628) Budizm’in ateşli takipçileriydiler. Her ikisinin
çabasıyla, Budizm Japonya’da yayılmaya başladı. 552 yılından önce, Koreliler
Japonlar için Budizm’le, onun yorumuyla ve tüm Çin kültür ve uygarlığıyla ilgili
arabuluculuk rolünü üstlenmişlerdi. Fakat 587 yılından sonra Japonlar,
Korelilerin yardımı olmaksızın Çin’le doğrudan temasa geçtiler. Bizzat S h o t
o k u-T a i s h i, Çin kültürü ve Budizm’i daha yakından tanımaları için
öğrencileri Çin’e yolladı. Japonlar, Budizm yanında Çin mimari, yontu ve
ressamlık sanatı konusunda eğitim aldılar. Ayrıca onlar, tıp ve astronomi,
maden dökümcülüğü yöntemleri ve üretimini ve son olarak da Çin müziğini
öğrendiler. S h o t o k u-T a i s h i’yle birlikte Çin takvimi[129] [130] de kabul
edildi. Çin kültürünün en karmaşık kısmı,
toprak-kiralama, faiz ve vergilendirme sistemiyle birlikte
yönetim ve toplumun organizasyon yapısıydı. Japonlar, özellikle bu tarz şeyleri
taklit ettiler ve M.S. yaklaşık 700 yılında politik ve ekonomik yaşamın çoğu
biçimini Çin’den almışlardır. “Tanrısal” olarak görülen eski soyluluk, kendi
tanrısallığını düşünmüyordu, aksine sadakat ve sorumluluğa ilişkin Çinli
Konfüçyüs anlayışından hareketle kabul edilen yeni tasarımlar aracılığıyla eski
dinsel otoritesini güçlendirmek istiyordu. O halde İmparatorun, çifte işlevi
vardı: O, en üst rahiplik ve hükümdarlık unvanını bir kişide birleştirmekteydi.3
T e n j i-T e n n o (668-671), bu kültürel benimsemeyi daha
ileri götürdü. Onun döneminde, Çin’deki modele uygun biçimde okullar kuruldu.
Japon edebiyatının, 8. yüzyıldan beri Çin etkisi altında olduğu görülmektedir.
Japon mitolojisi ve tarihi hakkında yazılmış ilk eserler, bu dönemde ortaya
çıkar.4
N a r a döneminde (710-784), Çin yazı karakterlerini
kolaylaştırmak için oluşturulan K a t a-G a n a (Fragmentargana) ve H i r a-G a
n a (Platgana) olarak ifade edilen bir sistem kullanılmıştır.5
Diğer sanatlar yanında, şiir sanatı ödünç alınmıştır ve
güzel sanatlar ortaya konulmuştur. Budizm, o zamanlar dünyanın en büyüklerinden
biri olan Çin uygarlığı için taşıyıcı ve aracı bir özelliğe sahipti. Çin
kültürünün etkisiyle birlikte Japonya, 9. yüzyılda altın çağını yaşadı.
(bugün hala
uygulanan) iktidardaki imparatorun adına ve resmi-yıla göre düzenlenen önemli
olayları hatırlamak için Çinli yöntemleri kabul etti. Gregoryen takvimi,
Japonya’da 1873 yılında uygulanmaya başlandı.
Durant, W. : Das
Vermahtnis des Ostens, S. 13.
3) Herschel,
W. : An Introduction to Japan, S. 13.
4) K o
j i k i (Antik çağdaki olaylar hakkındaki raporlar), N i h o n g i (Japonca
yıllıklar), F u d o k i (ülke ve insanlar hakkında açıklamalar), U j i b u m i
(geleneksel yazı biçimleri).
5) Harf-
yazı sistemi.
Özellikle E n g i döneminde (902-922)6,
imparatorluk sarayı ve onun aile etrafı müzik, dans ve edebiyatla birlikte
gösterişli biçimde yaşam sürmüştür.7 Saray ve çevresi, Çin kültürü
ve Budizm etkisi altında yaşarken, imparatorun otoritesi zayıfladı ve yönetim
güçlü soyluların eline geçti. Shogun unvanına sahip olan T o k u g a w
a, 1192 yılında iktidarı ele geçirdi ve soyluların bu diktatoryal iktidarı 1868
yılına kadar sürdü. Gerçi bu dönemde bir imparator ve imparatorluk vardı, ama
imparator bir imparatordan daha çok yüksek bir soylu ya da prens gibi yaşıyordu
ve uyruklarına hiçbir şey yaptıramıyordu. J e j a s u yasası (T a g u k a w a i
S h o g u n luğunun kurucusu), imparatorun devlet işlerine karışmasını
engellemekteydi.
6) Fennolose,
tıpkı Ming Huang döneminin Çin uygarlığının zirve noktasını ifade etmesi gibi,
Japon medeniyetinin zirve noktasını gösteren, “Engi olarak ifade edilen bu
zaman dilimini” büyük bir coşkuyla yazmaktadır. “Çin veya Japonya, bu kadar
zengin, böyle parlak ve bu kadar özgür bir ruha artık hiçbir zaman sahip
olamayacaktır... Belki ne Japonya’da ne de dünyanın herhangi başka bir yerinde
gerek genel kültür gerekse ince bir yaşam-tarzı açısından ruha ve bedene aynı
şekilde hitap eden böyle bir çağ olmamıştır.”
Durant, W. : Das
Vermâchtnis des Ostens, S. 742.
7) O
zamanlar, başkent K y o t o (barışın başkenti), C o r d o v a ve Kostantinopel
dışında bir milyon nüfusa sahipti. Durant, W. : Das Vermâchtnis des Osten, S.
743.
III.
JAPOYA’NIN
BATIYLA İLİŞKİSİ
Japonya’nın Batıyla ilk teması, Avrupalı tüccarlar ve
misyonerler aracılığıyla oldu. 1542 yılında Portekizli tüccarlar Japonya’ya
geldiler. Bunların beraberinde taşıdıkları silahlardan Japonlar oldukça
etkilendiler. Cizvit Franz X a v e r, Hıristiyanlığı yaymak için 1549 yılında
Japonya’ya geldi. Franz X a v e r ve arkadaşları o dönemdeki imparator O d a N o
b u n a g a tarafından oldukça dostça karşılandı ve Hıristiyanlığın yayılmasını
destekledi.
İlk dönemlerde, misyonerler büyük başarı sağlamışlardır.
Katolik Kilisesi, Japonya’da çok sayıda taraftar kazandı. Misyonerliğe yönelik
bu destek, öncelikle dinsel nedenlerden kaynaklanmıyordu, aksine Avrupa’yla
ticaretin teşvik edilmesi ve kolaylaştırılması isteniyordu.1
Batılı ulusların, doğulu insanlarla ve halklarla siyasi
amaçlarla ilgilendiği ortaya çıktığında, Japon soyluları misyonerlere karşı
tutumlarında daha dikkatli olmaya başladı. Onlar, Batılı anlamda ilerlemeyi,
her şeyden önce silah ve askeri ekipmanlar açısından memnuniyetle kabul
ediyorlardı. Onlar, Hıristiyanlıkla birlikte yıkım ve fethin gelebileceğini
fark ettiklerinde, ona kuşkuyla yaklaşmaya başladılar.[131] [132] Daha sonra, Japonya’da
Hıristiyanlıkla mücadeleye girişildi. 1614 yılında, Hıristiyanlık, Japonya’da
resmi olarak yasaklandı ve onu yok etmek için her şey yapıldı. 1649 yılında,
alınan önlemlerle birlikte Hıristiyanlığın Japonya’da yayılması hemen hemen
engellendi. Bu arada, Çinliler ve Hollandalılar dışındaki yabancıların
Japonya’da ikametgahı yasaklandı. Japonya’nın yabancı ülkeyle ilişkisini
engellemek için, Japonların yurt dışına seyahatleri yasaklandı.[133]
Fakat Japonlar, bunda başarısız oldular, çünkü onlar
yabancıların ülkelerinde ikamet etmemelerine ve dolayısıyla Japon halkı üstünde
hiçbir etkileri olmamasına rağmen, Batının avantajları ve icatlarından
yaralanmak istiyorlardı. Bu amaçla, yaklaşık 15 Hollandalıya küçük bir adada
(Deshima adası) oturma izni verildi.[134]
IV.
BATI
KÜLTÜRÜNÜN KABUL EDİLMESİ
Japonlar, 1640 yılından 1668 yılına kadar
özellikle Hollandalılar aracılığıyla Batıdan kendileri için yararlı gördükleri
şeyleri almalarına rağmen1, sonunda ülke 1868 yılında kapılarını
Batıya açtı. Hem Amerika’nın hem de prenslerin ve entelektüellerin yabancılar
karşısındaki anlayışlı tavrı Japonya’nın yüzünü Batıya dönmesini sağladı. 15. T
o g u k a w a-S h o g u n’u Y o s c h i n o b u’nun M
u t s i h o t o yararına tahtan feragat etmesi, bu sorunun
çözümü için olumlu oldu. İmparator M u t s i h o t o’nun (öl. 1912) tahta
geçtiği 1868 yılı, Japonya tarihinde “restorasyon” dönemi olarak ifade edilir
ve onun yönetimi M e i j i (aydınlanmış yönetim) olarak adlandırılır ve O, 7
Şubat 1868 yılında K y o t o’da yaptığı bir açıklamada
aşağıdaki şu reformları vaat etti:
a)
Devlet
meselelerinin müzakere edilmesi ve karara bağlanmasıyla ilgili toplantılar,
bütün sınıfların temsilcilerinin katılımıyla yapılmalıdır.
b)
İç
barışın sağlanması için, halk arasındaki sosyal farklılar mümkün olduğunca
dengelenmelidir.
c)
Bütün
Japonlar, ciddiyetle ve şevkle kendini mesleğine adamalıdırlar.
d)
Modası
geçmiş ve kullanılamaz uygulamalar ortadan kaldırılmalıdır.
e)
Japonya’nın
geleceği için, tüm yabancı ülkelerin yararlı bilimleri ve uygulamaları kabul
edilmelidir.
Bu dönemden itibaren Japonlar, şaşırtıcı bir çabuklukla ve
uyumlulukla yararlı gördükleri şeyleri Batı’dan aldılar ve modern bir devlet
oluşturmaya başladılar.
1881 yılında, büyük ölçüde Napolyon yasasına dayanan yeni
bir hukuk sistemi getirildi. Bu sistemle birlikte, basın, konuşma, toplantı ve
din özgürlüğü sağlanmıştır. Ayrıcalıklar, işkence ve tanrısal hükümler
kaldırıldı. 1889 yılında federal bir anayasa oluşturuldu. Üniversiteler, Batı
tarzında örgütlendi. Teknik, sosyal ve kültürel alanlarda ilerlemeler sağlandı.
İngiltere’den demiryolu, Fransa’dan ordunun eğitimi ve donatımı, Almanya’dan
sağlık sistemi uygulaması, Amerika’dan halk eğitim sistemi ve İtalya’dan resim
ve heykeltıraşlık alındı.
1) ... Japonya’dan aldı: Altın,
bakır, ipek, porselen, bronz, çiçekler, süs-bitkileri ve başka birçok şey.
Japonlar da Batıdan kendileri için yeni ve yararlı olan ürünleri aldı: Madeni
mallar, şarap, silahlar ve dokuma ürünleri, saat, barometre, termometre ve
başka birçok şey. Witte, J. : Japan zwischen zwei Kulturen, S. 9.
V. KÜLTÜREL VE SOSYAL REFORMLAR
1. Eğitim Sistemi
Japon hükümeti, Batı’nın sadece teknik ve kültürünü
aktarmanın yeterli olmadığını gördüğü için, Batıyı yerinde araştırmak ve
anlamak amacıyla çok sayıda öğrenciyi Avrupa ve Amerika’ya gönderdi. Onlar
tekrar Japonya’ya döndüklerinde, hükümet bu öğrenciler için olanaklar ve iş
alanları sağladı. Ancak hükümet, bunu yeterli bulmadı; yabancı profesörler ve
uzmanları da ülkeye davet etti. Ayrıca, hükümet, Batının teknik, askeri, tıbbi,
felsefi ve hukuki alanlardaki mevcut uygulamaların takip edilmesi ve kaynakları
açısından Batı uygarlığının araştırılmasını sağladı. Hükümet, eski Yunanca ve
Latincenin temel rolünün farkına vardı ve yeni eğitim sisteminde her iki dile önemli
bir yer verdi. Çeviriler ve yabancı dillerle aracılığıyla Batı kültürünün
benimsenmesiyle birlikte Japonya’da, yeni bir Japon literatürü oluşturuldu.
Birbiri ardı sıra ortaya çıkan gelişmelerin İngiliz
liberalizmi, Rus realizmi, Nietzscheci bireycilik ve Amerikan pragmatizminin
Japon anlayışını bastırması karşısında, Japon yazarlar, yerli materyallerden
yararlanarak milliyetçi ruhu tekrar güçlendirdiler.1 Roman alanında,
doğalcı bir anlayış kabul edildi. Bu anlamda, önemli eserler yayınlandı.[135] [136] 1871 yılında,
ilk gazete yayımlandı.[137] Yakın
zamanda, diğerleri bunu takip etti.
2.. Okul Sistemi
Restorasyon döneminde (1868) Japonya’da, Avrupa ülkelerinin
okul sistemiyle karşılaştırılabilecek herhangi bir okul sistemi yoktu.
Ortaçağda, Budist manastırlar ve okullar hizmet veriyordu. Eğitim- öğretimin
konusu, her şeyden önce Budist yazmalardan oluşmaktaydı. T o k u g a w a
devrinde (16031688), soylular erkek çocuklarına Çince klasikler, Japon
literatürü ve diğer bazı alanlarda dersler verdirtti. Buna karşılık kızlar,
herhangi bir okul eğitimi almadılar. Sıradan halkın, daha önceden olduğu gibi
eğitimde de herhangi bir payı yoktu. Bu konuda tam bir dönüşüm, geçen yüzyılın
yetmişli yıllarında görüldü. 1871 yılında, bir eğitim bakanlığı kuruldu. 1872
yılında, şu şekilde bir imparatorluk fermanı yayınlanır: “Bundan böyle, eğitim,
bilgisiz hiçbir köy, hiçbir aile ve aile üyesi kalmayacak şekilde
yaygınlaştırılacaktır.”1
İnsanlar, büyük bir çabayla, okuma ve yazma öğrenmeye
başladı. Devletin finansal yardımlarıyla birlikte Tokyo’da Kyoto’da ve
Sappora’da üniversiteler kuruldu. Bunlar arasında özellerin de olduğu çok
sayıda üniversite açıldı.[138] [139]
Dünyanın en kültürlü ülkesi olmaya karar veren Japonya,
okuma ve yazma öğrenmeyi büyük çabayla sürdürdü. 1925 yılında, çocukların
yaklaşık yüzde doksan dokuzu okula gidiyordu. 1927 yılında, yaklaşık halkın
yüzde doksan beşi okuma-yazma biliyordu.
Eğitim sistemi, dinsel baskılardan kurtarıldı.[140] 1899
yılında, bu, bir hükümet kararnamesiyle resmi olarak ilan edildi. Bu kararname
şöyleydi: “Eğitimin, dinin dışında bağımsız biçimde oluşturulması, okul
politikası için
en önemli noktadır. Bu yüzden, müfredatla ilgili yasal
belirlemelere tabi olan resmi veya mahalli idarelere ait okulların hiçbiri din
dersleri veremez veya dini kutlamalar düzenleyemez.4
3. Yazı
Japonca, Çin yazı karakteriyle yazıldığı için Japon dilinin
Çince’yle aynı olduğu düşüncesi yanlıştı. Japonlar, Çin kültürüyle birlikte Çin
yazı karakterini kabul etti. Ama bu yazı karakteri, Moğolca ve Korece’yle
akraba olan Japon diline uygun değildi.
Japonca, temelde çok heceli ve bitişimli ve de basit olması
nedeniyle Çinceden ayrılmaktadır; o, az tonlamalı, gırtlaksı olmayan, bileşik
sesi ve hece sonunda (n dışında) ünsüz sesi bulunmayan bir dildir; hemen hemen
her ünlü ses, melodik uzunluktadır. Dilbilgisi de basit ve doğaldı; o,
sıfatların hiyerarşik ve zarfların kişisel eklerinin olmadığı, sayısız ve
cinssiz temel sözcüklerden oluşur. Japonca, çok az kişiseldir ve genelde
hiçbiri zamirlerle ilgili değildir.1
Başka sözcüklerle birlikte Japonca çekim ve edatları ifade
temek, Çince karakterleri anlaşılır kılmak için K a t a k a n a ve H i r a g a
n a (Japon hece alfabesi) oluşturuldu. Fakat böylelikle sorun çözülmedi.
Japonca, yüzyıllarca Çince’nin etkisi altında kaldı ve Çin alfabesinin
kullanılmasıyla birlikte sorunlar ortaya çıktı.2
3) Daha sonra, dinin
yerini vatanseverlik aldı.
4)Ohm,
Th. : Kulturen,Religion und Missionen in Japan, S. 79.
Japonya, Batı kültür ve uygarlığıyla birlikte dikkate
alındığında, bu sorunlar görünür hale geldi. Çünkü eski yazı karakterleri, yeni
kavramları ve teknik ifadeleri karşılayamıyordu. Bu yüzden, restorasyon
döneminden itibaren Çin alfabesinden vazgeçmek ve Japon diline uygun ve yeni
yaşamın gerekliliklerini karşılayacak başka bir yazı sistemi bulma çabası
ortaya konulmuştur. Alfabe problemini çözmek için, aşağıda ifade edilen
çözümler üzerinde duruldu:
a)
Mevcut
alfabeyi korumak, fakat Çince karakterleri azaltmak ve onun öğrenimini ve
uygulamasını kolaylaştırılmak.
b)
Çince
karakterleri kaldırmak ve onun yerine Latin alfabesini veya K a n a-sistemini
getirmek, onların bir arada bulunması tamamen gereksizdir.
c)
Kademeli
olarak Çince karakterlerin azaltılması, gelecekte muhtemelen onun
değiştirilmesi sorusunu açık bırakabilir.3
1)
Durant, W. : Das Vermachtnis des Ostens,
S. 777.
2)
1921 yılında öldürülen başbakan H a r a,
“O s a k a M a i n i c h i” gazetesinde şöyle yazıyordu: “Çince karakterle
ilgili zorluklar o kadar büyük ki, orta ve yüksek okula gidenler arasında bile
doğru biçimde yazıp okuyacak ve karakterlerin anlamını doğru olarak
anlayabilecek çok az insan vardır. Hatta böyle bir şeyi yapamayacaklar arasında
üniversiteyi bitiren insanlar da vardı. İşinden anlayan, fakat açıkça bir
Avrupa dilinde yazabilmesine rağmen, kendi içinde bunu yapamayan ünlü uzmanlar
bilinir.
Witte, J. : Japan
zwischen zwei Kulturen, S. 116.
3)
Witte,
J. : Japan zwischen zwei Kulturen, S. 118.
Özellikle 1900 yılından itibaren çok sayıda toplum Çin
alfabesini kaldırmak için çaba harcadı. 1900 yılında, o dönemdeki kültür
bakanlığı yönetiminde “anadilleri araştırma komisyonu” kuruldu ve alfabenin
öğrenilmesiyle ilgili olarak ilkokullar için birçok kolaylık sağlayan bir
toplum ortaya çıktı. Fakat 1913 yılında bu komisyon gerici bir bakanlık
tarafından kaldırıldı. 1921 yılında, bir kurul, 2000 Çince karakter arasından
seçilen yaklaşık 150 karakterlik bir liste oluşturdu. Fakat bu da işe yaramadı.
Bugüne kadar, Japon alfabesi için tatmin edici bir herhangi bir çözüm
bulunamadı.
Reformcular, böyle bir yazı biçiminin sağlayacağı
avantajları şu şekilde ifade ederler:
1)
Okul
çağındaki Japon çocukların kendi dillerini öğrenmek için çaba harcadıkları uzun
ders saatleri, doğa bilimleri ve sosyal bilimlerindeki tatmin edici kurslarla
veya edebiyatla birlikte daha iyi olabilir.
2)
Daktiloyla
birlikte baskı ve yazı mekaniği, oldukça basitleştirilebilir.
3)
Batı
ülkelerinde olduğu gibi genel bir yazı sistemi, Batı dillerinin ve böylelikle
de batı kültürünün öğrenilmesini Japonlara kolaylaştıracaktır.
4)
Batı’nın
hemen hemen nerdeyse bütün akademisyenlerinin bilmediği Japon teknik ve
bilimsel yazıları, onlar için kullanışlı hale gelecektir.
Bu reformlara karşı olanlar şöyle itirazlar ortaya
koyarlar:
1)
Yeni
bir sisteme geçiş, bir kuşağın insanlarını kendi dillerindeki klasiklerden
yararlanamaz hale getirecektir.
2)
Reformlar,
Japonya’yı Çin uygarlığından uzaklaştıracaktır.
3)
Kendi
dilindeki yorucu değişikler bir sisteme geçişi gerekli kılar, çünkü Çin
harflerinin çeşitliliği, dildeki basit vurgu sistemi izin verdiği ölçüde büyük
bir sözcük haznesinin Japonca yazı dilinde kullanılmasını olanaklı kılar.
4)
Değişiklik,
zaten nüfusunun yüzde doksan dokuzunun okuyup yazabildiği bir ülke için
gereksiz bir maliyete neden olacaktır.[141]
5)
Giyim-Kuşam
N a r a-dönemindeki Japon giyim-kuşam, Çin’i örnek almıştır
ve bedenin dar bir giysiyle örtündüğü gömlek ve pantolondan oluşmaktadır. Kyoto
döneminde, giyim-kuşam daha serbestti ve sayı gittikçe artmıştır; erkekler
kadınlar gibi, rengin, giyenin statüsüne bağlı olduğu ve manşetlerin zengin bir
renk çeşitliliğini gösterdiği ikiden yirmiye kadar giysiyi üst üste giyerlerdi.
Bir dönemde, bir kadın elbisesinin kolları dizlerin üstüne kadar geliyordu ve
eğer kadın gezintiye çıkacaksa ses çıkaran bir çıngırdak takılırdı. T o k u g a
w a-döneminde giyim-kuşam aşırı abartılıydı, öyle ki tarih öğretimini
önemsemeyen Shogunlar, sert yasalar aracılığıyla bunu tekrar daha basit
hale getirdiler: İpek astarlı ve nakışlı pantolonlar ve çoraplar, sakallar
resmi olarak yasaklandı, belirli saç modelleri önerildi; ara sıra polise, sokakta
ince kıyafetlerle dolaşan herkesin tutuklanması emri verildi. Zamanla, çok
sayıda giysiyle örtünme gelenek-göreneği zayıfladı ve başka bir halk gibi Japon
halkı da sade, uygun ve zevkli biçimde giyinmeye başladı.1
Japon giyim-kuşamı, kendi tarzında bir sanat olmasına ve
Japon ev yaşamı için oldukça pratik olmasına karşın, modern yaşamdaki
fabrikalar ve işletmelerdeki daha hızlı tempoya ayak uydurma söz konusu
olduğunda o kadar kullanışlı değildir. Özellikle modern yaşamın gereklilikleri,
yeni giyim-kuşam tarzının yaygınlaşmasına neden olmuştur; ayrıca bu giyim-kuşam
tarzı eskisinden daha ucuzdur.
Bugün Japonya’da, memurun resmi giyim tarzı Avrupa’yla
aynıdır. Memurlar, öğretmenler ve öğrenciler Avrupa modeline göre giyinirler.
Fakat geleneksel giyim-kuşam, öncelikle daha rahat olduğu ve ikinci olarak
geleneği canlı tuttuğu için, özellikle işten sonra evde giyinilmektedir.
VI. DİN VE SİYASET
1.
İmparator
ve İmparatorluk
Şinto öğretisine göre, Japon imparatoru ve imparatorluk
güneş Tanrı A m a t e r a s u soyundan gelmektedir.[142] İmparator, “görünür bir
Tanrı” olarak kabul edilir. Onun unvanı, “gökyüzünün kralı” anlamında T e n n
o’dur. Ayrıca O, “gökyüzünün oğlu” anlamında T e n h i ve “yüce Efendi”
anlamında S h o j a olarak ifade edilir.
Japon imparatoru, Çin’de olduğu gibi[143], doğada meydana bütün
olayları yöneten bir hükümdardır. O, Tanrının bir cisimleşmesidir. Eğer
imparator ölürse, bu yüzden onun etkinliği sona ermez. Bu nedenle, onun adı ve
hatırası korunmalıdır.[144]
1906 yılında, yazar O m a c h i, şöyle ifade etmektedir:
“İmparator ailesi, Japonya’nın ilahıdır, onun Buddha’sıdır. Japonya imparator
ailesine sahip oldukça, başka hiçbir dine ihtiyacı yoktur. İmparator,
Japonya’nın tanrısıdır, gözle görülebilir bir tanrıdır. Dolayısıyla onun
görkeminin/ihtişamının olduğu yere, hiçbir ölümlü ayak basamaz. Onun soylu
atının ayakları altında bulunan yer, hiçbir insanın sormadan giremeyeceği
kutsal ülkedir.”[145]
İmparatorun bir tanrı olduğu ve ona bir
tanrı gibi davranılması gerektiği düşüncesi, sadece halk arasında değil, aynı
zamanda entelektüeller arasında da yaygın bir görüştür. 1923 yılında, Dr. U e s u
g i S c h i n k i c i bir Japon gazetesinde şöyle
yazıyordu: “Bütün insanlar, bütün ırklar, imparatorumuzun erdemlerini görmek ve
onun nüfuzu altında yaşamak için gelseydi, insanlığın geleceği tamamen aydınlık
olurdu. Böylelikle dünya, bir çöküşten kurtarılabilirdi. Böylelikle insanların
yaşamına, iyilik ve güzellik hükmedebilir.”[146]
Tokyo üniversitesinde hukuk profesörü Dr. K a k a t i K a t
s u h i k o şöyle yazıyordu: “Japonya’nın bütün dünyaya yayılması ve bütün
dünyayı Tanrılar ülkesi düzeyine yükseltmesi, günümüzün acil görevidir ve bizim
sonsuz ve değişmez ödevimizdir.”[147]
İmparatora ilişkin bu tasarım, sadece teoride kalmaz, ayını
zamanda uyruklar da onu gerçek bir kutsal ve tanrısal varlık olarak görürlerdi.
Her ne kadar imparator bulunmasa da, tanrılar önünde olduğu gibi onun sarayı
önünde eller düz biçimde bir araya getirilerek selam verilirdi. Hatta eğer
arabada gidiliyorsa bile, seremoni yerine getirilirdi. İmparatorun resminin
olması gibi, hanedanlık üyelerinin resimleri tapınaklarda bulunmaktaydı.[148]
İmparatorun yerine getirmek durumunda olduğu her şey
kutsaldı. 1912 yılında, geleneksel ritüele göre imparator M e i j i’nin naşını
taşımış olan dört siyah boğa kutsal kabul edildi ve onlar ölümlerine kadar hiç
çalıştırılmadı. Hatta imparatorun naşını taşımakta kullanılmış olan vagon,
kutsallığının ihlal edileceği düşünüldüğü için, kullanıldıktan sonra hemen
yakılmıştır.[149] Benzer
bakış açısından, İkinci Dünya Savaşı’nda imparatorluk sarayının bulunduğu
bölgede bir uçuş ihlalini telafi için intihar eden pilotlar göz önünde
bulundurulmalıdır. Resmi olarak 1889 anayasasındaki ikinci maddeye göre, Japon
imparatorluğu ve imparatoru sonsuza dek korunmak durumundadır.[150]
Yeni bir dünya görüşü, güneş tanrıçası A m a t e r a s
u’nun soyundan geldiğine ilişkin inanca ve imparatorluğun dinsel yapısına
yönelik ilk darbeyi ortaya koydu. Dünyada Japonya’dan daha eski, daha büyük ve
daha güçlü halklar olduğunu gösteren bilim, gücünü Şintoizm’den alan
imparatorluğa ilk sarsıntıyı yaşatır[151] [152]. Japon tarih öncesi döneme
ilişkin eleştirel olarak ve eski mitolojileri dikkate almadan araştırmalar
yapan hem yabancılar hem de Japon bilim adamları, imparatorluğun ve imparatorun
kutsal kökenini kabul etmezler.11 Japon doğa bilimi, güneşe tanrılık
atfedilmesini reddetmektedir. Dolayısıyla eski anlayışla uzlaşmaz olan yeni bir
görüş yaygınlık kazanmıştır.
İmparatorluğu sarsan bir diğer neden, Batı’da demokrasiye,
cumhuriyete ve sosyalizme ilişkin ortaya çıkan fikirlerdi. Monarşik olmayan
devletlerin kurulmasının ve onların artan öneminin, imparatorluğun
zayıflamasında büyük etkisi olmuştur.
Japonya’nın, küçük kesintiler dışında 16. yüzyıldan, ama
özellikle 1920’den itibaren Batı’ya açılmasıyla birlikte, demokrasiye,
sosyalizme ve komünizme ilişkin düşüncelerin yaygınlık kazandığı bir durum
ortaya çıktı. Bu dönemde, bu düşüncelerin etkisiyle imparatora ve ailesine
yönelik suikast gerçekleştirebilecek kadar ileri gidildi.[153]
Buna rağmen, Japon imparatorluğunun tanrısal özüne ilişkin
inanç 1946 yılına kadar korunabilmiştir. Bu inanç, halk tarafından kabul edildi
ve ayrıca yurtsever akımlar bundan yararlanmıştır; 1946 yılında Japon
imparatoru H i r o h i t o, Amerika’nın etkisiyle ilahi kökeninden ve özelliğinden
vazgeçti ve İngiliz modeline uygun bir yönetim biçimi kuruldu.
Bugün, birçok insanın imparatorun ilahi özüne inanmasına
rağmen, genelde imparatorluk ve imparator düşüncesi daha önceden dinsel gücünü
kaybetmiştir.
2.
Devlet
ve Din
Japonya’da, Restorasyon döneminden (1868) önce herhangi bir
dinsel özgürlükten söz edilemez. Batı’dan gelen yenilikler ve düşüncelerin
etkisiyle birlikte dinsel özgürlüğe önem verilmeye başlandı ve resmi olarak
anayasada kabul edildi.1
Gerçi, 1889 anayasasında din ve devlet otoritesi teorik
olarak birbirinden ayrılmıştır, fakat gerçekte de böyle olduğu söylenemez. Yani
Japon halk dini Şintoizm, devlet otoritesi için önemli bir araç olduğundan,
hükümet din ve devlet otoritesinin tamamen birbirinden ayrılmasını sağlamlayamadı.
Modern Japon devletinin dinden ayrılması, diğer bazı
devletlerde olduğu gibi herhangi bir gerilime neden olmadı.[154] Buna karşılık, hükümet,
herhangi bir din olmadan hayatı sürdürmenin olanaklı olamayacağını
düşünmekteydi. Ve bu,
1) Madde 28 şöyle ifade etmektedir: Bütün Japon
vatandaşlar, uyruk olarak yükümlü oldukları kamu barışı ve güvenliğiyle ve
ödevleriyle birlikte dini inanç özgürlüğüne sahiptirler. Ohm, Th. : Kulturen,
Religionen und Missionen in Japan, S. 77.
dini kendi amaçları için sömürmeyi ifade etmektedir. Bu
nedenle, hükümet 1912 yılından itibaren din ve devlet ilişkisini düzenlemeyi
denedi ve bunun için yeni temeller ortaya koydu. Örneğin bu anlamda, hükümet,
farklı dinler üstünde büyük bir kontrol sağlayan bir yasa tasarısını
parlamentoya sunmuştur. Fakat parlamentoda muhalefetin ve dini önderlerin
itirazıyla tasarı düşmüştür 1928 yılında, hükümet, aynı tasarıyı bazı
değişikliklerle yeniden sundu.[155] Fakat
tasarı, tekrar reddedilir.
Dinsel konuma ilişkin üç dinin temsilcileriyle birlikte
hükümetin düzenlediği konferanslar, herhangi bir başarı sağlamadı. Halkın dinle
ilişkisini pozitif olarak biçimlendirmesi gereken bu dinsel konferansların en
önemlisi 1928 yılında Tokyo’da yapıldı. Fakat bu konferans, kendi gerçek
probleminden ziyade dünya barışı, ırkçılık sorunu vb. sorunlarla meşgul
olmuştur.
Din ve devletin ayrılması ilkesinin uygulanmasında Japon
hükümetinin gerçekten başarılı olduğu alan, eğitim alanıdır. Okul sistemini ele
aldığımız bölümde yazmış olduğumuz gibi, restorasyon döneminden sonra devlet
okullarına laik bir yüz verilene kadar eğitimin temelini oluşturan dini
renklere sahip eğitim- öğretim olmuştur.
TÜRKİYE VE
JAPONYA’NIN KARŞILAŞTIRILMASI
Önceki bölümde Japonya’nın modernleşmesini ele aldık. Bu
son bölümde, halife ve imparator, din, yazı ve kılık kıyafet konusunda Japonya
ve Türkiye’de yapılan reformlar her iki ülkede farklı olduğu için, bunlara
ilişkin bir karşılaştırma ortaya koymak istedik.
I. DİNSEL
ALANDA KARŞILAŞTIRMA
1. Halife ve İmparator
Türkiye’de ve Japonya’da yönetim salt teokratik olduğu
için, halife ve imparator hem devlet başkanı hem de en üst din adamı olarak
tepede bulunmaktaydı. Her ikisi de gücünü dinden almaktaydı ve uyrukları
üstünde inanılmaz bir otoriteye sahiptiler.
İslami yasa, halife için herhangi bir dini otorite
tanımamasına rağmen, 1517 yılında Türklere geçen halife unvanı, özellikle
Abdülhamit döneminde (1876-1909) politik çıkarlar nedeniyle büyük bir dinsel
anlam kazandı. 1876 anayasasıyla birlikte Sultanın, bütün Müslümanların
halifesi ve kişiliğinin kutsal olduğu ve hiç kimseden sorumlu olmadığı ilan
edildi. Sultanın dinsel konumunu daha da güçlendirmek için, ona bir dizi yetki
tanındı. Bu anlamda, örneğin Sultan, “Tanrının yeryüzündeki gölgesi”, “doğanın
düzeni”, dinin ve hükümdarlığın koruyucusu”, “inancın yüce temsilcisi”,
“benzeri-olmayan” vb. unvanları alır.
1914 yılında, Sultanın dinsel konumu sömürülmüştür ve diğer
İslam devletlerinin sempati ve yardımını elde etmek için ve Batı’ya karşı bir
Panislamizm düşüncesi oluşturmak için, halife ve din adına “kutsal savaş” ilan
edilmiştir.
Japon imparatorunun, halife gibi dinsel bir otoritesi
vardı. 1889 Japon anayasasında, tıpkı Osmanlı anayasasında olduğu gibi,
imparatorun kutsal olduğu ilan edildi. Bu anayasanın yorumunda, imparatorun
ilahi bir öze sahip olduğu, dolayısıyla tanrısal olduğu açıklandı.1
Ayrıca, yasayla birlikte imparatora sınırsız güç sağlanmıştır.[156]
İmparator, “görünür bir Tanrı”, “göklerin-Oğlu” ve
“göklerin-Kralı”dır. M i k a d o (yüce kapı) ifadesinin, Türkiye’de Osmanlı
zamanında sadrazamlık makamı ve hükümete verilen ad olarak üst egemenliği
nitelendiren B a b-ı A l i”yle ilgisi ilginçtir.
Türkiye’de halifenin dinsel bir siyaset ve Panislamizm
anlayışı oluşturması gibi, Japonya’da imparatora ve Şintoizm’e bağlı ulusal bir
politika, yani bir Japon vatanseverlik anlayışı oluşturulmuştur.
Bununla birlikte, halife ve imparator arasında önemli bir
fark vardır. Bu, her şeyden önce iki dinin, İslam ve Şintoizm’in karakterinden
hareketle açıklanabilir. İslam dini, tektanrıcılığa (monoteizm) dayanmaktadır.
İslam dini, Allah dışında herhangi bir tanrıyı kabul etmez (Allah dışında
herhangi bir Tanrı yoktur, tek Tanrı, Allah’tır, Kur’an, 112, 2) ve onun
dışında kutsallığı tanımaz (ve hiç kimse O’na benzemez, Kur’an 112, 5).
1) 1889 Japon anayasasını
hazırlayan prens Ito, yorumunda şöyle yazar: “İmparator, gökyüzünden inmiştir,
tanrısal ve kutsaldır.”
Ueberschaar, H. : Die
Eigenart der japanischen Staatskultur, S. 49.
Halifeler, yukarıda ifade edilen özelliklere sahip
olmalarına rağmen, hiçbir zaman Tanrı olarak nitelendirilmemişler veya ilan
edilmemişlerdir.[157] Tebaa,
halifeyi peygamberin temsilcisi, dini lider ve nihayetinde imparatorluğun
yöneticisi olarak gördü, fakat hiçbir şekilde bir Tanrı olarak değerlendirmedi.
Bununla birlikte, Japonya açısından, Şintoizm öğretisine
göre imparator, tanrısal bir varlıktan gelmektedir.[158] Bu anlayışa göre, imparator,
Japonya için sadece dini lider değil, aynı zamanda Tanrının bir halefi, yaşayan
bir Tanrıydı. Bu durumda, imparator karşısında Japonlar sadece saygı duymaz
veya itaat etmez, aynı zamanda ona tapınmak ve ibadet etmek, yani dini bir
kültü yerine getirmek durumundaydılar. Bu anlamda, 1889 restorasyonu
imparatorun ve imparatorluğun dinsel konumunu sarsamamıştır. Şintoizm’in
tersine, Budizm’den dolayı imparatora ve imparatorluğa önemli bir anlam
atfedilir ve imparator daha güçlü hale gelir. Devlet ve onun yönetimi,
teokratik bir sisteme dayandığından, temelde imparatorun dinsel gücünde
herhangi bir değişim beklenmemelidir.
Buna karşılık, Türkiye’deki durum daha başkaydı.
Japonya’daki teokratik devlet ve yönetimine benzemeyen laik bir devlet ve
yönetimi tarafından reformlar yapıldı ve bu reformlarla her şeyden önce
teokratik yapının iki kökeni olan halifelik ve saltanatın ortadan kaldırılması
amaçlanmıştır. Bu nedenle, Türkiye’de bu konuda Japonya’dakinden daha az
güçlükle karşılaşılmış ve daha hızlı ilerleme sağlanmıştır.
Devlet, Türkiye ve Japonya’da olduğu gibi Çin’de de 1912
yılına kadar teokratik bir özelliğe sahipti. İmparator, “göklerin oğluydu” ve
dünyada “yüce varlığın” cisimleşmesiydi.
O, sadece Çinin hükümdarı değil, bütün dünyanın hakimiydi.
O, tanrısal yeteneğiyle doğa düzenine ve insan yaşamına etki etmekteydi. Onun
buyrukları, yasaydı. O, imparatorluğun dini lideriydi; o, bütün görevlileri
atayabilir ve görevden alabilirdi. Onun bütün memurları ve din adamları, kendi
bölgelerinde hem bir dinsel konuma hem de büyük bir güce sahipti.
Temelde Konfüçyüsçülüğe dayanan bu dinsel ve teokratik
sisteme, 1912 yılında son verildi. Mançu- hanedanı tahtan feragat etti ve
devrimciler cumhuriyet ilan ettiler (12 Şubat 1912).
Afganistan, İran, Suudi Arabistan, Ürdün vb. İslam
ülkelerinde halen var olan kral ve kraliçeler, daha önce Türkiye, Japonya ve
Çin’de olduğu gibi, ama artık olmayan temel dinsel bir konuma sahiptirler. Bu
ülkelerde ibadet ve devlet birbirinden ayrılmadığı için, devlet yöneticileri
aynı zamanda imamdırlar (Ayetullah).
2. Din
Türkler, 11. yüzyıldan itibaren sadece bir dini, İslam’ı
benimsemişler, bunun yanında başka herhangi bir dine yer vermemişlerdir. Bu
nedenle, Türkiye’de dinle ilgili yürütülen mücadele Japonya’daki gibi
(özellikle Budizm ve Şintoizm arasında) farklı dinler arasındaki bir mücadele
değil, aksine dinsel otorite ve uygulamalarla ilgili olmuştur.
Çalışmada birçok kez ortaya koyduğumuz gibi, Türkiye’de
halife, şeyhülislam, fetva, hadis, medreseler ve tarikatlar aracılığıyla etkili
olan din kendi sınırlarını aşmış ve politik, sosyal ve kültürel alanlarda büyük
bir nüfuz kazanmıştır.
Nihayet 1923 yılında eski imparatorluğun politik
ilişkilerine son veren yeni Türkiye’nin hedefi, her şeyden önce artık dinin
etkisi altında olmayan laik ve modern bir devlet oluşturmaktı. Buna göre,
reformlar, yönetsel alanda ve sosyal yaşamda dinin rolünü ve sınırlarını tespit
etmeliydi. Bu bakış açısından hareketle, halifelik, şeyhülislamlık, medrese,
tarikat vb. dinsel kurumları kaldıran reformlara girişildi. Bunun yanında,
yanlış biçimde dine atfedilen fes, türban, giyim-kuşam, takvim gibi gelenek ve
görenekler, en baştan modern Batı anlayışına göre düzenlendi. Dini, halk için
anlaşılır kılmak amacıyla hutbe, Kur’an ve ezan1 Türkçeleştirildi.
Bu reformlar yürütülürken, her zaman dinin temellerine dokunulmamaya dikkat
edildi.
Buna karşılık Japonya’da, dinle ilgili ve gerçi Katolik
Hıristiyanlık açısından bakılırsa, her şeyden önce daha karmaşık olan Budizm ve
ilkel Şintoizm arasında oldukça büyük bir mücadele ortaya konulmuştur.
Japonya’ya 552 yılında gelmiş olan Budizm, metafiziksel
öğeleri nedeniyle kısa zamanda birçok taraftar bulmuştur, çünkü Şintoizm
ata-kültüne dayanan ilkel, doğal bir dindir ve Japonya’nın derin dinsel inanç
gereksinimini karşılayamaz.[159] [160]
İmparatoriçe Suiko ve veliaht prens Shotoku Taishi gibi
sadık ve etkili iki koruyucu bulan Budizm, Nara-döneminde (710-784) ilk altın
çağını yaşadı. Budizm, 784 yılından 1600 yılına kadar, sadece dinsel değil,
aynı zamanda politik alanda da hakim olmaya başladı.
Togukawa-döneminde (1603-1868), Budizm, hükümet tarafından
korunmaya devam etti. Bununla birlikte, ruhban sınıfı sıkı biçimde kontrol
altına alındı. Bu dönemde, Konfüçyüsçülükte yeni bir yükseliş ve Şintoizm’e
dönüş eğilimi görülür.
Restorasyon dönemiyle (1868) birlikte, dinde belirli bir
dönüşüm sağlanmıştır. Bu döneme kadar devlet- dini olma özelliğine sahip olmuş
olan Budizm terk edilir ve bunun yerine devlet ve yönetimde tanrısal bir
özellik ve güç atfedilen kadim din Şintoizm’e geri dönülmüştür. Bu durum,
Budizm için ağır bir darbe oldu. Budist tapınak ve gelirleri ele geçiren Şintoizm,
bu durumu sömürmeye başladı. Budist tanrı figürleri, Şinto-tapınaklarından
atılır ve Budizm ile ilgili her şey ortadan kaldırılır. O zamana kadar Budizm
içinde yer almış olan prensler/soylular, Budizm’i terk etmek zorunda kalırlar.[161] Fakat
Budizm, kısa zamanda tekrar güçlendi. Bu din, 1889 yılındaki dinsel özgürlükle
birlikte eski anlamını ve de taraftarlarını tekrar kazanmıştır.
Japonya’da rahipler sık sık evlenirler. Sadece
Shin-tarikatı rahiplerinin evlenmesine müsaade edilmesine rağmen, gerçekte
diğer tarikatların rahipleri de evlenmektedirler. Sadece evli rahipler,
manastır dışında aileleriyle birlikte otururlar. Aslında evli rahiplere,
restorasyon döneminden itibaren yasal olarak izin verilmektedir.[162]
Bu izin, rahip hanedanlığının kabul edildiğini gösterir.
Babanın rahiplik unvanını, en yaşlı erkek çocuk devralır.
Türkiye’de tarikatlar kaldırılırken, Japonya’da var olmaya
devam ettiler. Türkiye’de, görev dışında dini kıyafet giymek kesin biçimde
yasaklanırken, Japonya’da rahipler (Shin ve Nichiren-tarikatı dışında), görev
alanı dışında dinsel kıyafetlerini giyebilirlerdi. Bugün Türkiye’de din
adamları, devletin sıkı kontrolü altındaki ortaokul ve yüksek okullarda eğitim
görmektedirler. Bu durum, Japonya’da farklıdır. Hükümet, rahiplerin en azından
orta eğitimi tamamlamaları gerektiği konusunda herhangi bir başarı elde
edememiştir.
Dinsel özgürlük, her iki ülkede anayasasında yer
almaktadır. Hindistan hükümeti de “inanç ve dini ibadet özgürlüğünü” tanır.
Pakistan, Afganistan (1931 anayasası, 1. Madde)), İran (1907 anayasası, 1.
Madde) gibi diğer Asya ülkelerinde herhangi bir dinsel özgürlükten söz edilemez
ve bu ülkeler İslam’ı, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün vb. diğer Arap ülkeleri
gibi, devlet-dini olarak kabul ederler.
II. KÜLTÜREL VE GELENEKSEL ALANDA KARŞILAŞTIRMA
1.
Eğitim
Sistemi
Türkiye’de din, sadece politik ve sosyal alanda değil, aynı
zamanda kültürel alanda da reformlara kadar hakimiyetini sürdürdü. Dinin ve
kutsal kitabın bütün gerçeğin kendisi olduğuna ilişkin eski İslami inanç, Kelam
(dogma) Tefsir (yorum) ve İslam felsefesi gibi İslami bilimlerin ortaya
çıkmasına neden oldu. Bu bilimler, pozitif bilimlerin oluşumu ve gelişimi için
herhangi bir alan bırakmadılar. Din, İmparatorluğun eğitim kurumları olan
medreselerdeki programın temelini oluşturmuştur.
Türkiye’de, ilk defa reformlarla birlikte dini öğretimin
yerini dünyevi ve laik eğitim-öğretim aldı. 1924 yılında, medreseler
kaldırıldı, okullardaki dini öğretim ve merasimler yasaklandı, Batı modeline uygun
yeni okullar oluşturuldu ve üniversiteler kuruldu. Latin alfabesinin
uygulanmasıyla birlikte, okuma ve yazma basitleştirildi.
Din, Japonya’da da restorasyon dönemine kadar eğitime hakim
oldu. Restorasyon döneminden itibaren, eğitim sisteminde yeni üniversitelerle,
eğitim için Avrupa ve Amerika’ya gönderilen öğrencilerle, Batı literatüründen
yapılan çevirilerle ve nihayet modern bir basınla birlikte önemli değişimler
sağlandı. Japonya, Batı’dan gelen yeni düşünce ve akımlara kapılarını açtı ve
eğitim sistemini sekülerleştirdi.
Eğitim sistemi, Çin’de de seküler hale getirilmiştir.
Okullarda, Konfüçyüsçü öğreti ve bununla ilgili eski eğitim ve ahlak anlayışı
terk edilmiştir. Yeni ve modern okullar kurulmuştur. Fakat eğitim sistemindeki
en önemli olay, “Kültür Devrimi”dir. Eski klasik yazı dili, gündelik yaşamın
dilinden eğitimsiz birinin anlayamayacağı kadar uzak olduğu için kaldırılır,
bunun yerine yeni “konuşma-dili (Mandarin) geçirilir. Bu dilin, okullarda resmi
yazı dili olduğu ilan edildi. H u S h i h’in büyük çabasıyla edebi dil haline
geldi. Gazeteler, romanlar, çeviriler ve bilimsel yazılar bu dilde ortaya
konuldu.
Bu arada, öğretilerde kullanılan 40 000 karakterlik
akademik yazı dilini günlük dil kullanımına yönelik daha az sayıya indirgeyen
“bin-karakter-hareketi” denenir. “Kültür Devrimi”, oldukça kalıcı etki bırakır.
Aynı zamanda, Batı’dan Çin’e aktarılan bilimsel ve teknik kavramlar
yeni oluşturulan özgül sözcüklerle
ifade edilmeye çalışılmıştır.1
2.
Yazı
Türkler arasında İslam’ın yayılması, Türk dili için Arapça
yazının kullanılmasına neden olmuştur. Ama bu yazı, her iki dil temelde farklı
olduğu için, Türk diline adapte edilemedi. Bu nedenle, Arap harflerini doğru
biçimde yazmak ve okumak için çok çaba sarf edilmesi gerekiyordu. Kur’an’ın
yazı tipi Arapça olduğu için, bu yazı diğer yazılar karşısında kutsal kabul
edildi ve bundan dolayı Türkçe her zaman biraz geride kaldı.
Osmanlı imparatorluğu Batı kültürüyle ilişkiye geçtiğinde,
yazı sisteminde bir reform zorunlu oldu ve bazı yenilikler kabul edildi1, ama bunlar başarılı olamadı.
Yazı sistemindeki köklü değişim 1928 yılında ortaya
konuldu. Latin alfabesi kabul edildi.
Japonlar, Çin uygarlığıyla birlikte Çin alfabesini kabul
etmişlerdi. Fakat bu alfabe Japon dili için, tıpkı Arap alfabesinin Türkçe için
olduğu gibi uygun değildi. Kısmen Çin yazısının zorluklarından dolayı, kısmen
Batı kaynaklı yeni kavramları ifade edebilmek amacıyla, farklı denemeler ortaya
konuldu.[163] [164]
1) Örneğin:
Telgraf=yıldırım-mektup; telsiz-telgraf=telsiz-yıldırım-iletişim;
daktilo=vurmalı-yazı-makinesi;
dolmakalem=kendiliğinden akışkanlı-mürekkepli-sulu-kalem.
Ebehard, W. : Chinas
Geschichte, S. 351.
Fakat yazı sisteminde nihai bir değişim sağlanamadı. Bu
konuda, Japonya iki görüş vardır. Bunlardan biri, Batı kültürünü tam anlamıyla
benimseyebilmek için yazı sisteminin değiştirilmesini gerektiği savunan
görüştür. Buna karşılık diğer görüş, yazı sisteminde bir reform yapıldığı
takdirde, Japonya’nın kendi geleneksel kültüründen kopacağını ileri sürer.[165] Bu, Japonya’nın
bugün hala geleneğine sıkı biçimde bağlı olduğunu göstermektedir.
Çin’de de Çin yazı karakterlerinin kaldırılması ve onun
yerine alfabetik yazı karakteri yerleştirilmesi denendi. Fakat bu deneme, Çin
dilinin karakterinin bunun için uygun olmadığını ortaya koydu. Çin’de çok
farklı ve oldukça fazla diyalekt vardır; eğer bir reform yapılırsa, o zaman
ülke farklı dil bölgelerine ayrılacaktır ve dolayısıyla Çin’in kültürel birliği
dağılacaktır. Çünkü geleneksel Çin yazısı, telaffuza bağlı değildir. Herkes,
tamamen farklı sözcükleri telaffuz eder, ama anlam aynı kalır.[166]
Çin’in hedefi, yukarıda gördüğümüz gibi, Mandarin dilini
ulusal dil olarak kabul etmek olmuştur. Eğer bu amaç, büyük bir başarıyla
tamamlanırsa, o zaman böylelikle dil reformu gerçekleştirilmiş ve aynı zamanda
ülkenin kültürel birliği sağlanmış olacaktı.
Diğer Asya ülkelerinde yazı sistemiyle ilgili herhangi bir
reform söz konusu olmadı. Bu durumda, Türkiye onların yazı sistemine ilişkin
yaptıkları reformlar açısından tamamen bir üst pozisyonda yer almaktadır.
3.
Giyim
Kuşam
Türkiye’de gerçekleştirilen reformların, Türk halkının tam
anlamıyla modern bir halk ve her açıdan uygar bir toplum olmasını amaçladığını
gördük. Bu yüzden, Batı tarzı giyim-kuşam benimsendi ve o zamana kadar
Türkiye’deki Müslümanlar arasında dinsel ve politik bir inancı ifade eden
görenek, fes takmak yasaklandı.
Japonya’da, Batı’dan alınan yenilikler yanında Batı tarzı
giyim-kuşama da yer verildi. Bugün görevlilerin giyimi Avrupa tarzıdır. Bununla
birlikte, her iki giyim-kuşam tarzı, yani eski ve yeni bir arada bulunmaktadır.
Japonya’da gelenekler hala varlığını sürdürdüğü için, Avrupa tarzı giyim-kuşam
halk tarafında büyük ölçüde benimsenemedi.
Çin’de, özellikle büyük şehirlerde çok sayıda Batı tarzında
giyinen insanlar olmasına rağmen, geniş kitleler geleneksel giyim-kuşam tarzını
devam ettirmektedirler. Hindistan’da iklimden dolayı oldukça hafif şeyler
giyinilir, hatta bazen sadece bir bez ya da kumaş parçasıyla örtünülür.
Müslüman Hindular türbanı kabul etmişlerdir ve onlar bugün hala farklı
renklerde türban takmaktadırlar.
Ne yukarıda adı geçen ülkelerde ne de İslam ülkelerinde,
Türkiye’deki gibi bir türban-reformu gerçekleştirilebilmiştir.
4.
Her
İki Reformun Temel Özellikleri
Her iki reformun temel özelliklerini şu şekilde
sıralayabiliriz:
a)
Türkiye,
her zaman yöntem ve kültürünü benimsemiş olduğu Batı’nın bir üyesi olmayı
amaçlamıştır. Bunda da başarılı olmuştur. Günümüz Türkiye’sinin İslam
ülkeleriyle ilişkisi, sadece aynı dine inanmaları bakımından biçimlenmiştir.
Buna karşılık Japonya, Batı yöntem ve kültürünü örnek alırken, hiçbir şekilde
Batı’nın, yani Batı kültür ve uygarlığının bir üyesi olmak istememiştir. Bu,
Japonya’nın kendi kültür ve geleneğine oldukça bağlı olduğunu ve Batı’ya karşı
bir hınç beslediğini gösterir.
b)
Türkiye’deki
her reform, eski imparatorluğu ve onun kurumlarını ortadan kaldırmayı
amaçlamıştır. Buna karşılık, Japonya’da gelenek, reformlar
gerçekleştirildiğinde bile (ör. yazı, giyim-kuşam, imparatorun dinsel konumunun
kaldırılması, fakat hanedanlığın sürmesi) çoğunlukla korunmuştur.
c)
Japonların,
hem ırkçı nedenlerle hem de kendi kültürlerine bağlı olmalarından dolayı
Batı’ya karşı besledikleri nefret, Japonya’nın tam anlamıyla Batı’ya açılmasını
engellemiştir. Dolayısıyla Türkiye içsel ve dışsal anlamda modernleşirken,
Japonya içsel bir modernleşmeden daha çok dışsal bir modernleşme ortaya
koymuştur.
d)
Türkiye’de
hanedanlık ve onunla ilişkili eski uygulamalar ortadan kaldırılmışken,
hanedanlık Japonya’da varlığını devam ettirmiştir.
e)
Japonlar,
özellikle teknik alanda büyük gelişmeler sağlamıştır. Onlar, okuma yazma
problemini tamamıyla çözmüşleridir, buna karşılık Türkiye’de bu sorun henüz
çözülmemiştir (Bunun nedenleri, her iki halkın karakterlerinin farklılığında
aranmalıdır).
f)
Japonya’nın
teknik alanda ilerlemesine bakıldığında, benzer şekilde Türkiye, 1920-1938
arasında gerçekleştirdiği devrimlerle birlikte bütün Asya ülkelerinin üstüne
yerleşmiştir.
III. Sonuç
Bu çalışmada, Türkiye’nin nasıl modernleştiğini ve eski
geleneksel ilişkileri nasıl çözündürdüğünü göstermek istedik. Bu dönüşüm, her
şeyden önce 1920 ve 1958 yılları arasında gerçekleştirilmiş olan reformlar
sayesinde olmuştur.
Halifeliğin ve saltanatın kaldırılmasıyla birlikte, dinin devlet
sistemindeki nüfuzu ortadan kaldırılmıştır. Laiklik ilkesinin uygulanmasıyla
birlikte dinin gelecekte devlet yaşamına etkisi de önlenmiştir. Hukuk sistemini
sadece devlete dayandırmak için, İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul edilmiştir.
Ayrıca dinin okul ve eğitim sistemindeki etkisini kırmak için medreseler
kapatılmıştır. Bu alandaki reformlar için örnek olarak, Latin alfabesinin kabul
edilmesi gösterilebilir. Kılık kıyafet, takvim, tatil günleri vb. uygulamalar,
dinsel anlayışı dikkate almadan yeniden düzenlenmiştir. Dervişlerin ve
şeyhlerin kendi çıkarlarını gözetmesi nedeniyle dini kötüye kullanmaları, tekke
ve zaviyelerin kaldırılmasıyla engellenmiştir.
Bu reformlar gerçekleştirilirken, bazı insanlar Türklerin
İslam’dan uzaklaştığını iddia etmişlerdir. Bu düşünce, doğru değildir. Çünkü
mücadele dine karşı verilmemiştir, aksine din aracılığıyla devletin
egemenliğini ele geçirmeye çalışanlara ve devlet sistemini yeni bir anlayışla
ele almaya izin vermeyen uygulamalara karşı verilmiştir.
Modern Türkler, Doğudaki Ortodoks ulema (dinsel-öğretiler)
ve Türkiye’deki gerici yazarlar tarafından, Batı’yı ve onun dış görünüş
biçimlerini taklit etmekle, yabancı bir kültürün düşüncelerini benimsemek ve
böylelikle kişiliklerini kaybetmekle suçlandılar. Ama gerçekte,
salt bir taklit söz konusu değildi, aksine Batı’nın ortaya
koyduğu başarıların Türkiye’ye uyarlanmasına çalışılmıştır.
1950’den itibaren Demokrat Parti tarafından yönetilen
Türkiye’de, günümüzde geleneksel öğelerin yeniden canlandırılmaya çalışıldığı
tespit edilebilir: Okullarda, din eğitimi tekrar verilmeye başlamış, Arapça
ezan yasağı kaldırılmış, devlet radyosundan dinsel yayınlar yapılmış, şapka ve
kılık kıyafet yasası vb. ihlal edilmiştir.
İlk bakışta, bu olguların eski sisteme dönüşle ilgili
olduğunu akla getirebilir. Bu durum, sadece demokratik bir devlette
özgürlüklerin kullanımını ortaya koyması bakımından, fakat devlet sisteminin
kendi temel kavrayışını etkilemez veya işleyişini bozmazsa, bu şekilde
değerlendirilemez. Basın, entelektüeller ve genç nesil reformlara yönelik
kararlılıklarını göstermektedirler. Bununla birlikte, bu yeniliklere kuşkuyla
yaklaşan bir grup da vardır. Bir gün, belki iki grup anlaşacaktır, ancak bunun
için daha zamana ihtiyaç vardır, çünkü otuz yıl, devrimi gelenekle uzlaştırmak
için oldukça yetersiz bir süreçtir.
2 Kasım 1839: Tanzimat’ın ilanı.
23 Eylül 1876: İlk Anayasanın
ilanı.
4 Ocak 1881: Kemal Atatürk’ün
doğumu.
23 Temmuz 1908: İkinci Anayasanın ilanı.
4 Eylül 1919: Sivas Kongresi’nin
açılışı.
20 Ocak 1921: İlk Anayasada temel
maddelerin kabul edilmesi.
1 Kasım 1922: Saltanatın
kaldırılması.
29 Ekim 1923: Cumhuriyet’in ilanı.
3 Mart 1924: Büyük Millet Meclisi,
halifeliği kaldıran, eğitim-öğretim birliğini sağlayan, Şeriye ve Evkaf
Vekaletini ve Harbiye Nezaretini kaldıran yasaları kabul etti.
20 Nisan 1924: Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının kabulü.
25 Kasım 1925: Şapka kanunun kabul
edilmesi.
30 Ekim 1925: Tekke ve Zaviyeler
hakkındaki kanunun kabul edilemsi.
26 Aralık 1925: Uluslararası zaman
ölçüsünün ve takvimin kabulü.
17 Şubat 1926: Medeni Kanunun kabul
edilmesi.
1 Kasım 1928: Latin alfabesinin
kabul edilmesi.
5 Nisan 1928: Din ve Devlet
işlerinin ayrılması.
10 Kasım 1938: Kemal Atatürk’ün
ölümü.
İnan, A., Gazi M. Kemal Atatürk
ve Kültür Meseleleri, Ankara 1956.
Atuf, N., Türkiye Maarif Tarihi,
İstanbul 1932.
Atuf, N., Pedagoji Tarihi,
İstanbul 1931.
Armstrong, H., Bozkurt, B.
I., İstanbul 1955.
Arıburnu, K., Milli Mücadele ve
İnkılapla İlgili Kanunlar, B. I., Ankara 1957.
Arıburnu, K., Atatürk Muhtelif
Cepheleriyle, Ankara 1953.
Arsal, S. M., Teokratik Devlet
ve Laik Devlet, Tanzimat I., İstanbul 1940.
Atatürk, K., Atatürk Diyor ki,
İstanbul 1951.
Atatürk, K., Nutuk, 2 Cilt.,
İstanbul 1950-1952.
Atay, F. R., Atatürk’ün Bana
Anlattıkları, İstanbul 1955.
Atay, F. R., Niçin Kurtulmamak?,
İstanbul 1953.
Bayar, C., Atatürk’ten Hatıralar,
İstanbul 1955.
Bozkurt, M. E., Atatürk
İhtilali, İstanbul 1940.
Çerman, O. N., Modern Türkiye
İçin Dinde Reform, İstanbul 1956.
Daver, B., Türkiye
Cumhuriyeti’nde Laiklik, Ankara 1955.
De La Saussaye, Ch., Lehrbuch
der Religionsgeschichte, 2 Cilt, Tübingen 1925.
Doğrul, Ö. R., Tanrı Buyruğu,
Kuran-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri, 2 Cilt, İstanbul 1955.
Duda, H. W., Vom Kalifat zur
Republik, Wien 1948.
Durant, W., Das Vermachtnis des
Ostens, Bern 1946.
Durant, W., Die Geschichte der
türkischen Republik, die Gesellschaft zur Erforschung der türkischen
Geschichte, İstanbul 1935.
Ebehard, W., Chinas Geschichte,
Bern 1940.
Engin, S., Atatürkçülükte Dil ve
Din, İstanbul 1955.
Engin, S., Kemalizm İnkılabının
Prensipleri, İstanbul 1938-1939.
Engin, S., Türkiye’de Demokrasi
İnkılabı, İstanbul 1928.
Ergin, O., Türkiye Cumhuriyeti
Maarif Tarihi, B. V., İstanbul 1945.
Ertem, S., Türk İnkılabının
Karakterleri, İstanbul 1933.
Elöve, M., “Umumi Amme Hukukumuz
Bakımından II. Meşrutiyette Türkçülük Cereyanı”, Siyasal
Bilgiler Mecmuası, Nr. 1-4, Ankara 1953.
Gökalp, Z., Türkçülüğün Esasları,
İstanbul 1955.
Gundert, W., Die Japanische
Religionsgeschichte, Stuttgart 1935.
Haushofer, K., Japan und die
Japaner, Leipzig 1933.
Hüber, R., Die Türkei, Ein Weg
nach Europa, Berlin-Wien 1943.
İzmirli, İ. H., Maani Kuran-ı
Kerim, İstanbul 1927.
Jaschke, G., Der İslam in der
neuen Türkei, Leiden 1951.
Jaschke, G., Türk İnkılabı
Tarihi Kronolojisi, 1918-1930, Cilt I-II., İstanbul 1939-1941.
Karaosmanoğlu, Y. K., Atatürk,
İstanbul 1946.
Karaosmanoğlu, Y. K., Atatürk’ün
Gerçek Siması, İstanbul 1953.
Kılıç, A., Atatürk’ün
Hususiyetleri, İstanbul 1953.
Kuran, B. A., İnkılap Tarihimiz,
İnkılap ve Terakki, İstanbul 1948.
Kuran, B. A., İnkılap Tarihimiz
ve Jön Türkler, İstanbul 1945.
Kuran, B. A., Osmanlı
İmparatorluğu’nda İnkılap Hareketleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1954.
Melzig, H., Atatürk’ten Başlıca
Seçme Nutuklar, İstanbul 1942.
Menemencioğlu, N., İnkılabımız,
İstanbul 1935.
Mahmud, A. M. B., Der Heilige
Qur’an, Wiesbaden 1954.
Munzinger, C., Japan und die
Japaner, Stuttgart 1904.
Meschin, B. J., Mustafa Kemal.
Omh, Th., Kulturen, Religionen
und Missionen in Japan, Augsburg 1929.
Okandan, R. G., Umumi Amme
Hukukumuzda Tanzimat ve I. Meşrutiyet Devirleri, İstanbul 1946.
Pascha, K., Die Nationale Revolution,
Leipzig.
Ronart, S., Bugünkü Türkiye,
İstanbul 1937.
Rummel, F., Die Türkei auf dem
Wege nach Europa, München 1952.
Saygın, M. C., Diyanet
Cephesinden Atatürk İnkılapları, Ankara 1952.
Sinanoğlu, S., Laik Kelimesinin
Etyomu ve Anlamları, İstanbul 1955.
Spiegelberg, F. H., Die
Profanisierung des Japanischen Geistes, Leipzig 1929.
Şapolyo, E. B., Türkiye
Cumhuriyeti Tarihi, İstanbul 1953.
Trük Tarih Kurumu, Tarih IV.,
İstanbul 1935.
Tsuneyoschi, T., Japan, das
Götterland, Leipzig 1936.
Tunaya, T. Z., Türkiye’de Siyasi
Partiler, İstanbul 1952.
Ueberschaar, H., Die Eigenart
der japanischen Staatskultur, Leipzig 1925.
Von Glasenapp, H., Der Buddismus
in Indien und im fernen Osten, Berlin-Zürich 1936.
Von Glasenapp, H., Die fünf
grossen Religionen, 2 Cilt, Düsseldorf 1952.
Von Glasenapp, H., Die
nichtchristlichen Religionen, Frankfurt 1957.
Wensinck, H. J. & Kramers, J. H.,
Handwörterbuch des Islam, Leiden 1941.
Webb, H., An Introduction to
Japan, Newyork 1955.
Witte, J., Japan zwischen zwei
Kulturen, Leipzig 1928.
Yalman, A. E., Berraklığa Doğru,
İstanbul 1957.
Ziemke, K., Die neue Türkei,
Politische Entwicklung 1914-1929, Stuttgart 1930.
Cumhuriyet Gazetesi, İstanbul.
Ulus Gazetesi, Ankara.
Vatan Gazetesi, İstanbul.
Vakit Gazetesi, İstanbul.
Türkiyat Mecmuası, İstanbul.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara.
Siyasal Bilgiler Mecmuası, Ankara.
Varlık Dergisi, Ankara.
İşadamı Ahmet Örnek’in oğlu olarak 11 Eylül 1927 yılında
Sivas ilinin Zara ilçesinde dünyaya geldim. Yedi yaşında Zara’da ilkokula
başladım. Ortaokul ve liseyi Sivas’ta okudum. Lise’yi bitirdikten sonra
gazeteci olarak bir yıl Sivas Hakikat Gazetesi’nde çalıştım. 1950 yılında,
Ankara Üniversitesi’nde ilahiyat eğitimine başladım, 1954 yılında mezun oldum.
1954’ten 1956 yılına kadar Birleşmiş Milletler ordusunun komutası altında
Kore’de bulundum. Türkiye’de kısa süre kaldıktan sonra, çalışmalarımı
derinleştirmek amacıyla Almanya’ya, Tübingen Üniversitesi’ne gittim.
[1] Kadı, İslami ilkelere göre davaları ele alan, Sultan
tarafından atanan bir memurdu.
[2] Müftü, özellikle dinsel sorunlarda kendi düşüncesini
ortaya koyan bir memurdu.
[3] Okandan, R. G. : Umumi Amme Hukukumuzun Ana Hatları, s.
26.
[4] Her zaman dine ait olan bütün konular, istisnasız olarak
yasa karşısında eşittir. Bunların hepsi, yaşamın, onurun ve mülkiyetin
güvenliğini sağlar...”
[5] Bu reform programı Sultan’ın el yazısıyla imzalandığı
için, Hattı-Hümayun’u (imparatorluk el yazması) ifade eder.
[6] Ergin, O. : Türkiye Maarif Tarihi, B. 5, S. 1445.
[7] Tarih IV., S. 233; Türk Tarih Kurumu.
[8] Ergin, O., Türkiye Maarif Tarihi, B.V., S. 1546.
[9] Tarih IV. S. 233.
[10] Ergin, O., Türkiye Maarif Tarihi, B.V., S. 1550.
[11] Ergin, O., Türkiye Maarif Tarihi, B.V., S. 1550.
[12] Tarih IV, S. 234.
[13] Ergin, O. Türkiye Maarif Tarihi, B.V., S. 1556.
[14] Sadece sivil kişilerin askeri elbiseler giymesi yasaktı.
[15] Melzig, H. : Atatürk’ün Başlıca Nutukları, S. 89.
[16] Yasa No. 673.
[17] Yaşanan ihlaller, bir yıla kadar hapisle cezalandırıldı.
30. 2. 1925 tarihli yasa no. 676.
[18] 25 Kasım 1927; yasa no. 671.
[19] Yasa No. 2596.
[20] İstisnalar, sadece tanınan sekiz dini topluluğun
yöneticileri için söz konusudur.
[21] Türk dili bibliyografyasına önsöz.
[22] Gerçi Türk’lerin yüzyıllarca bu alfabeyi kullanması, onun
mükemmelleşerek, biçimsel güzellik kazanmasına ve görsel sanatlarda ve
mimarlıkta son derece dekoratif bir öğeye sahip olmasına neden oldu, ama aynı
zamanda genel eğitim alanında öğrenilmesinin zorluğu nedeniyle Türklük
dünyasının daralmasına neden olmuştur.
Türk Cumhuriyeti Tarihi, S. 317.
[23] Türk dilinin, sekiz sesli harfe ihtiyacı varken, Arap
alfabesi bunun sadece üçüne sahiptir.
[24] Celal Nuri, Mukadderat-ı Tarihiye.
[25] Fetih Ali’nin bulduğu yazı sistemi, Arapça gibi sağdan
sola doğru yazılıyordu, ancak Arapça karakterlerden ayrılmaktaydı.
[26] Bu harfler, V ve K’dır.
[27] Melzig, H. : Atatürk’ün Başlıca Nutukları, S.128.
[28] Basımda, Arap alfabesiyle cümlenin üretilmesi için sadece
küçük harflerde 612 farklı karakter gerekliydi. Bu durum, basım işleri ve
dolayısıyla genel eğitimimiz için en önemli nedendir. Buna karşılık bugün,
Türkçe alfabeyle basım için, 28 küçük harf yeterlidir ve eğer büyük harfler ve
rakamlar da göz önüne alınırsa, tam olarak 70 karakter yeterlidir.
[29] 1 Mart 1924 tarihli Büyük Millet Meclis tutanağı.
[30] Gökalp, Z. : Türkçülüğün Esasları, S. 112.
[31] Bu öneri, daha sonra adalet bakanı olan M. Esat Bozkurt
tarafından yapıldı.
[32] Örneğin o zamanki adalet bakanı Seyyid, buna karşıydı. O,
şöyle diyordu: “Bir ülkenin yasaları, bu ülkenin ortak bilincine ve geleneğine
uygun olmalıdır. Onlar, yasalar için temeldir. Eğer bir yasa, geleneklere ve
ülkenin ihtiyacına uygun değilse, bu yasa daha fazla yaşayamaz. Çünkü hukuk,
geleneğe ve gereksinime dayanır.” Ergin, O. : Türkiye Maarif Tarihi, B. V., S.
1500.
[33] Bu yasağın, İslam toplumunda yaygınlaşması gerektiği ifade
edilir. Eğer Müslüman erkek Müslüman olmayan bir kadınla evlenirse, İslami
yasaya göre kadının dinini değiştirmesi gerekir. Böylelikle İslami topluluğun
büyüklüğü artmış olacaktır.
[34] Handwörterbuch des Islams, S. 737.
[35] Bu takvim, mevsimlere göre düzenlenmediğinden, örneğin
Ramazan ayı bazen yaza ve kısa bir süre sonra kışa denk gelirdi. Eğer yazın
doğmuş biri, yirmi yıl sonra doğum gününü kutlamak isterse, bu hesaba göre o,
doğum gününün kışa denk geldiğini görecekti.
[36] Bu takvim, üçlü olarak bölümlenmiş uluslararası takvimden
ayrılmaktaydı: Bu takvim, mart ayıyla başlamaktaydı, Bizans’ta kullanılan
Jülyen takvimine uygundu ve onun başlangıcı Hicret olarak kabul edilmişti.
Güneş ve ay yılı arasındaki 11 günlük farkı dengelemek için, yaklaşık her 33
yılda, “Siwis-yılı” olarak adlandırılan bir yıl çıkarılmaktaydı. Jâschke, G.:
Der İslam in der neuen Türkei, S. 48.
[37] Yasa No. 698.
[38] Jaschke, G. : Der İslam in der neuen Türkei, S. 53.
[39] Yasa No. 2525.
[40] Jaschke, G. : Der Islam in der neuen Türkei, S. 53.
[41] Handwörterbuch des Islam, S. 291.
[42] Saygın, M. Celal, Diyanet Cephesinden Atatürk İnkılapları,
S. 9.
[43] Doğrul, Ö. Rıza, İslamiyet ve Hükümet, S. 9.
[44] “Ben, Tanrının dünyaya atadığı sultanım. Sizi, onun
izniyle, onayıyla, talimatıyla yönetiyorum. Ben, onun mülkünün koruyucusuyum.
Onun izniyle bunları size veriyorum.” Ergin, O. : Türkiye Maarif Tarihi, B.V.,
S. 1357.
[45] Avrupa araştırması, El-Mütevekkil’in halifeliğini törenle
Sultan Selim’e devrettiği olayı bir efsane olarak
reddetmektedir. Avrupa
anlayışına göre, Selim’den önce yaşayan (ör. I. Murat) Osmanlı sultanları
halife olarak adlandırılmaktaydı.
[47] Pascha, K. : Die Nationale Revolution, S. 5.
[48] Ulusal kurtuluşun ilk iki bildirgesi olan Sivas ve Erzurum
bildirgelerinde ve kongrelerinde, saltanat ve halifeliğin korunmaya devam
etmesi gerektiği ortaya konulur.
[49] Karahisar milletvekili H o c a Ş ü k r ü, Kırşehir
milletvekili M ü f i t E f e n d i ve onun arkadaşları.
[50] 25 Eylül 1920.
[51] Mehmet Vahdettin (1918-1922).
[52] “Daha ziyade, ortaya çıkan olaylar çerçevesinde birçok
aşamaya yayılan uygulamalarla ulusun duygu ve düşüncelerini yaymak ve tecrübe
etmek, amaca adım adım erişmek için gereklidir”. Pascha, K. : Die Nationale
Revulation, S. 309.
1) 20 Şubat 1921 tarihli anayasanın ilk maddesi: 1.
“Egemenlik, kayıtsız şartsız ulusa aittir. Yönetim sistemi, şahsen ve gerçek
olarak halkın yönetmesi ilkesine dayanmaktadır.”
[53] Yedinci Madde: 7. “Şer’i hukukla ilgili karaların
uygulanması, bütün yasaların ilanı ve onların değiştirilmesi ve kaldırılması
gibi temel haklar yetkisi Büyük Millet Meclisi’nde bulunmaktadır.”
[54] Düstur. 3. Tertip, S. 152-153.
[55] Pascha, K. : Die Nationale Revulation, S. 325.
[56] Bozkurt, M.E. : Atatürk İhtilali, S. 421.
[57] Daver, B: Türkiye Cumhuriyeti’nde Laiklik, S. 69.
[58] Daver, B. : a.g.e.
[59] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, S. 63, Cilt 2.
[60] Ağa Han, halifeliğe karşı olduğu için, Atatürk’ü protesto
eden bir mektup gönderdi. Bu mektup, basında büyük bir yankı buldu. Mechin,
B.J. : Mustafa Kemal, S. 296.
[61] Pascha, K. : Die Nationale Revulation, S. 239.
[62] Pascha, K. : Die Nationale
Revulation, S. 235.
[63] “Halifenin kendisi ve bütün dünya, gerçekte halife ve
halifelik görevinin şimdiki şekliyle korunmasının ve var olmasının ne maddi ne
politik ne de herhangi bir anlamda bir yetkiye sahip olamayacağını kesin
biçimde bilmelidir.” Pascha, K. : Die Nationale Revulation, S. 342.
[64] Pascha, K. : Die Nationale Revulation, S. 239.
[65] Arıburnu, K. : Milli Mücadele ile ilgili Kanunlar, Cilt I.
S. 160.
[66] Hamit, A. : Türkiye Tarihi, S. 86.
[67] Atuf, N. : Türkiye Maarif Tarihi, S. 17.
[68] Atuf, N. : Pedagoji Tarihi, S. 23.
[69] Ergin, O. , : Türkiye Maarif Tarihi, Cilt I., S. 86.
[70] Osmanlının çok yönlü büyük alimi (1609-1657).
[71] Avrupa kültürünü bilen Ali Suavi, bu dönemde medreselerin
bütünüyle yararsız hale geldiğini, bu kurumlarda konuların amaçsız biçimde
öğrenildiğini yazar. Muhbir Gazetesi, 27 Kasım 1867.
Londra’da bulunan Şair Ziya Paşa şöyle yazıyordu: Eğer bu
ulema (medresede öğretmen) Arapça bir gazeteyi eline alsaydı, yıllarca
medreselerde Arapça görmüş olmasına rağmen, sözlük olmadan onu anlayamazdı.
Eğer politik dille ifade edilseydi, onlar İngiltere, Amerika, Japonya veya
Cezayir gibi dünya devletlerinde olanı merak ederdi. Onlar, camide yüksek sesle
okumaktan başka bir şey anlamazlardı. H ü r r i y e t G a z e t e s i, London,
27 Temmuz 1869.
[72] S o f t a l a r (öğrenciler), 1876 yılında şeyhülislamı ve
sadrazam (başbakan) M a h m u t N e d i m’i görevden uzaklaştırdılar ve onların
yerine başkalarını geçirdiler.
[73] Kadılar için İslam Fakültesi ve yüksek okulu.
[74] Atuf, N. Türkiye Maarif Tarihi, S. 10.
[75] Atuf, N. : Pedagoji Tarihi, S. 24.
[76] Osmanlı yazarları arasında bulunan M ü s t a k i m z a
d e S ü l e y m a n E f e n d i (1718-87), medresede eğitim gördü ve
öğretmenlik sınavını geçti. Bununla birlikte onun oldukça az sakalı olduğu
için, ders vermesine izin verilmedi.
Ergin, O. : TMT., Cilt 1, S. 101.
[77] Tarih IV, S. 246.
[78] Tarih IV, S. 251.
[79] 1908 yılında düzenlenen reformlardan sonra takip edilen
ders programında Türkçeye ne kadar az önem verildiği görülür.
[80] Sabah dersleri:
a) Arapça
dilbilgisi (emsile, bina, maksut).
b) İslami
Hukukun bir kısmı, usul bilgisi (feraiz, aruz).
c)
Dogmaların yorumu (şerh-i akaid), iyi tartışma biçimleri (adab-ı münazara).
d) Hadis
yöntemi (usul-ü hadis).
[81] Ertem, S. : Türk İnkılabının Karakterleri, S. 113,
İstanbul 1933.
[82] Kendisinden sonra adından hareketle belirtilen Hanefilik
okulunun kurucusu, İslam hukuk bilgini (yaklaşık 699767).
[83] Ergin, O. : Türkiye Maarif Tarihi, B.V., S. 1605.
[84] Vikaye tercümesi.
[85] Ünlü bir Türk sosyolog(1876-1924). Onun en tanınmış yapıtı
“Türkçüğün Esasları” adlı kitaptır.
[86] Gökalp, Z. : Türkçülüğün Esasları, S. 114, 1955 İstanbul.
[87] Die deutsche Übersetzung von G. Jaschke.
[88] Mustafa, S. : Dini Mücedditler, S. 167.
[89] Vatan Gazetesi, 13 Haziran 1902.
[90] İzmirli, İ. H. : Meani Kuran-ı Kerim, S. 12.
[91] Cumhuriyetin ilanından sonra yapılan en önemli Kur’an
tercümeleri aşağıdadır:
a) Çok az bir yorumla Cemil Sait tarafından yapılan K u r a
n-ı K e r i m Tercümesi. Bu tercüme indeksiz olarak 1923 yılında, 720 sayfa
olarak yayınlanmıştır.
b) Mehmet Vehbi Hadimi tarafından yapılan H u l a s a t-ü l
B e y a n F i T e f s i r i l K u r’a n tercümesi.
Yorum ve indeksle birlikte bu çeviri 1924 yılında 15 cilt,
6053 sayfa olarak yayınlanmıştır.
c) Bilimsel bir komisyon tarafından birebir yapılan N u r u
l B e y a n: K u r a n-ı K e r i m T e r c ü m e s i. Yorumsuz ve indeksiz
olarak yapılan bu tercüme, yayımcı İbrahim Hilmi tarafından 1926 yılında, 1
Cilt, 941 sayfa olarak yayınlanmıştır.
d) Bilimsel bir komisyon tarafından birebir yapılan tercüme
T e r c ü m e-i Ş e r i f e, T ü r k ç e K u r a n-ı K e r i m tercümesi.
Yorumsuz ve indeksiz olarak yapılan bu tercüme, yayımcı Hüseyin Kasımzade
tarafından 1926 yılında 771 sayfa olarak yayınlanmıştır.
[92] M. Hamdi Yazır Kur’an’ın ilk cildini tercüme ettikten
sonra, tercümenin önsözünde Kur’an’ın tamamıyla anlamına uygun biçimde
çevrilemeyeceğini ve ibadetin Türkçe Kur’anla yapılamayacağını ifade eder. Bu
eseri dikkatli biçimde inceleyen Kültür Bakanlığı, bu görüşün farkına vardı ve
bu notun önsözden çıkarılması gerektiğini bildirdi. Fakat M. Hamdi Yazır,
görüşünde ısrar etti. Bunun üzerine, bu sorunu sona erdirmek isteyen hükümet,
İstanbul İlahiyat Fakültesi’nde çalışan iki profesörden, Ş e r a f e t t i n Y
a l t k a y a ve İ. H a k k ı İ z m i r l i’den görüş istedi. Her iki Profesör,
Kur’an’ın tercümesinin uygun olabileceğini, aynı şekilde çeviriyle ibadetin
yapılabileceğini kabul etti. Daha sonra, M. Hamdi Yazır düşüncesini değiştirdi
ve bu paragrafı çıkardı ve bu şekilde eserinin yayınlanmasını kabul etti.
[93] Ulusalcı A. Ağaoğlu, bu sorun hakkında şöyle yazar: “Dinin
bilinçli bir taraftarı olabilmek için, Türklerin, dinin kaynağı olan Kur’an’la
ve Kur’an’ın emrettiği bütün ibadetle doğrudan ilişki kurması gerekir.”
[94] Son Posta Gazetesi, 21 Haziran 1928, İstanbul.
[95] Ebu Davud’un “Kitab al-diyat”, Bab 13’te şöyle ifade
edilmektedir: Muhammed Layth kabilesinden zekat almak amacıyla Abu Djahm b.
Hudhaifa’yı yolladı. Abu Djahm, zekât ödemeye zorluk çıkaran birinin kafasını
vurdururdu. Bu adamın aşireti Medine’ye gitti ve Muhammed’den diyet talep
ettiler. Görüşmeden sonra, yüksek oranda kan parası ödenmesi kararlaştırıldı.
Burada Muhammed, onlara şunu ifade etti: Bu akşam bir hutbe vermek ve bu kan
parasını onların onayına sunmak istiyorum. Akşam Muhammed hutbesini verdi:
Layth kabilesinden bu insanlar, diyet talebiyle bana geldi. Onlar farklı
önerileri kabul etmediler, ama sonunda bu miktara razı oldular. Muhammed,
cemaatin bu miktarı kabul edip etmediğini onlara sordu. Ancak cemaat bu miktarı
kabul etmedi. Layth kabilesi temsilcileri bu duruma kızgındı, fakat Muhammed
onları öfkelendirmeyecek şekilde davrandı. Muhammed, bu konuya ilişkin ikinci
bir hutbeyle cemaatle anlaşma sağladıktan sonra, sonunda onlar büyük bir miktar
kan parası aldılar. Handwörterbuch des Islam, S. 322.
[96] 6 Şubat 1937 yılında Milliyet gazetesi, Sadettin Kaynak’ı
minberde smokinle gösteren bir fotoğraf yayınladı.
1) İslam geleneğine göre Peygamber, Medine’ye geldikten
sonra Hicretin 1. veya 2. yılında inanlara ibadet saatlerini bildirmek için en
iyi ibadet biçimi konusunda yoldaşlarıyla istişare etti. Her seferinde bir ateş
yakılması, boynuzdan bir boru üflenmesi veya nakus/çan (bir başka ahşap
parçayla vurulan uzun ahşap parça; böyle bir nakusu, ibadet saatlerini
bildirmek için o dönemde Doğu’da Hıristiyanlar kullanırdı) çalınması gerektiği
gibi bazı öneriler yapıldı. Fakat Abdullah Bin Zeyd adlı bir Müslüman,
rüyasında birisinin cami damında eli kulağında ezan okuduğunu gördüğünü anlatır.
Ömer, ezanı duyuran bu biçimi önerdi ve herkes bu öneriyi kabul ettiği için,
Peygamberin emriyle uygulanmaya başlandı. Bundan sonra, ilk müezzin Bilal
tarafından okunan ezanla inanlar ibadete çağrıldı ve bu biçimiyle ezan halen
uygulanmaktadır.
Handwörterbuch des Islam S. 17.
[97] Saygın, M. C. : Diyanet Cephesinden Atatürk İnkılapları,
S. 28.
[98] Saygın, M. C. : a.g.e., S. 28.
[99] Ergin, O. : Türkiye Maarif Tarihi, B.V. , S. 1628.
[100] Jaschke, G. : Der İslam in der neuen Türkei, S. 81.
[101] Selami Münir: Yeni Şurutüssalat ve Türkçe Ezan ve Kamet ve
Namaz Sureleri, 1933.
Ahmet Nuri: Tercümeli Namaz Sureleri
ve Yasin-i Şerif, 1934.
[102] K. Atatürk: Atatürk Diyor ki, S. 48.
[103] Şeyh: Tarikat ya da kardeşlik örgütlenmesinin lideri,
yöneticisi.
[104] Dede: Kızılbaş topluluğunun manevi lideri, yöneticisi.
[105] Seyit: Peygamber soyundan olan kimse.
[106] Çelebi: Özellikle Mevlevilikte tarikat üyelerine verilen
ad.
[107] Baba: Özellikle Bektaşilikte tarikat liderine verilen ad.
[108] Kastamonu Nutku, 29 Ağustos 1925.
[109] Tekke ve zaviyelerin kapatılması ve tarikatların
kaldırılmasının, çalışmadan rahat bir yaşam süren ve halkın dini duygularından
yararlanan birçok fanatik şeyh ve dervişi rahatsız ettiği oldukça açıktır.
Onlar, birçok yerde halkı reformlara ve cumhuriyet rejimine karşı kışkırttı,
fakat yakalandılar ve cezalarını buldular.
[110] 2 Aralık 1925 yılında yapılan düzenlemenin 2. Maddesi.
[111] Daver, B. Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, S. 3.
[112] Sinanoğlu, S. : Laik Kelimesinin Etyomu ve Anlamları, S.
1.
[113] Veletoğlu, H. V. : Din, Halk, Devlet, Cumhuriyet Gazetesi,
16. 4. 1925.
[114] Sinanoğlu, S. : Laik Kelimesinin Etyom ve Anlamları, S. 2.
[115] Daver, B. : Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, S. 7.
[116] Kuran-ı Kerim, Sure 2, Ayet 257.
[117] Kuran-ı Kerim, Sure 18, Ayet 29.
--
1) Orta Asya’da Türklerin ilk yurdu
için kullanılan tanım.
2) Bozkurt, E. M. Atatürk İhtilali,
s. 421-444.
[118] Tarih IV. , S. 206.
[119] Gökalp, Z. , : Türkçülüğün Esasları, S. 29.
[120] Arsal, S. M., : Teokratik Devlet ve Laik Devlet, s. 73.
[121] Arsal, S. M., : Teokratik Devlet
ve Laik Devlet, s. 73-75.
[122] Daver, B. : Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, S. 24.
[123] Daver B. Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik, S. 25.
[124] Okandan, R. G. : Umumi Amme Hukukumuzun Ana Hatları, s.
35.
[125] Die Geschichte der türkischen Republik, S. 257.
[126] Bakınız, “Saltanatın Kaldırılması”, S. 30.
[127] Pascha, K. : Die Nationale Revulation, S. 247.
[128] Pascha, K. : Die Nationale
Revulation, S. 249.
[129] 552 yılında Nihongi şartnamesinden sonra, S e i m e i
(Japonya’da yaygın olan Çince-Japonca, S y ö n g-M y ö n g adının Korece
ifadesi) kralının bir habercisi Koreli üç krallıktan biri olan Kudara’ya (P â i
k c y e) geldi ve efendisinin adına altın-bakır-bronz karışımından oluşan Sakya
Buddha’nın bir heykelini, Budanın öğretilerini içeren Sutraların bir cildini ve
kült nesnelerini, yanında kralın Buda öğretisini diğer ülkelere yaymayı tavsiye
eden bir hatıratı takdim etti. Florenz, K. : Lehrbuch der Religionsgeschichte,
Cilt I, S. S. 350.
[130] Daha önce ay evrelerine göre düzenlenmiş olan Japon
takvimi, M.S. yaklaşık 604 yılında Koreli bir din adamı tarafından güneş yılına
göre uyarlandı. Çin’de yapılan değişiklikler M.S. 680 yılında uygulanmaya
başlandı ve Japonya
[131] Witte, J. : Japan zwischen zwei Kulturen, S. 7.
[132] Webb, H. : An Introduction to Japan, S. 17.
[133] Bu amaçla, Japonlar büyük gemilerini parçalamışlardır.
[134] Hollandalıların pozisyonu, çok iyi değildi. Deshima
adasında, Pazar ayinlerini ve diğer kutlama günlerini yerine getirmek,
Hıristiyan adını vermek veya Hıristiyanlıkla ilgili şarkı söylemek onlara
yasaktı. --
1) 19. Yüzyılın ilk yarısında, çok
sayıda Japon Hollandaca öğrenmeye ve Avrupa tıbbı, doğa bilimleri ve teknik
başarılar (kitap basımında hareketli harfler, değirmenler, buhar makineleri,
telgraf) konusunda eğitim almaya ve bunları benimsemeye başladı. Thunberg
(1775-76), Siebold (1823-29) gibi Hollandalı ve daha çok Alman doktor- askerler
(1690-92), bu dönemde iyi bir Japonca bilgisine sahiptiler ve Japonlara Avrupa
hakkında iyi bir bilgi sağladılar. Avrupa, Hollandalılarla birlikte her türlü
ticari malı
[135] Durant, W. : Das Vermachtnis des Ostens, S. 819.
[136] Bu edebi akımın önemli temsilcileri: I c h i j o ve şair T
o s o n.
[137] İlk gazetenin adı: J o h a m a M a i n i s c h e S h i m b
u n.
[138] Ohm, Th. : Kulturen, Religionen und Missionen in Japan, S.
66-67.
[139] Bu üniversitelerin adları şöyledir: M e i j i, K e i j o,
H o s e i, C h u o ve N i h o n-D a i g a k u. Bunlar dışında,
[141] Webb, H. : An Introduction to Japan, S. 95-96.
--
1) Durant, W. : Das Vermachtnis des
Ostens, S. 759.
[142] Şinto mitolojisine göre, kız ve erkek kardeş, eski göksel
baba I z a n a g i ve toprak-ana I z a n a m i kız ve erkek kardeş gökyüzünün
asma köprüsünde durmaktadırlar. Onlar, mücevherlerle süslü mızrakla okyanusu
karıştırarak, onu yoğunlaştırırlar. Onlar, mızrağı çektiklerinde, düşen
damlardan ilk ada/kara parçası ortaya çıkar. Onlar aşağıya bu adaya inerler ve
doğurtmayla daha büyük bir ada meydana getirirler. Ayrıca diğer tanrıları
meydana getirdiler: rüzgarı, dağları, denizi, ateşi ve nihayet güneş tanrısı A
m a t e r a s u’yu. Bazı mitlerin anlattığı çok sayıda başka tanrı ortaya
çıktıktan sonra, Japon tarihindeki tarih-öncesi dönem dikkate alınmaz. Güneş
tanrısının torunu, Kyushu adasına iner ve burada dağ-tanrısının bir kızıyla
evlenir. Onun torunu Jimnu-Tenno (imparator, ilahi savaşçı), Japon imparatoru
(iddiaya göre İ.Ö. 660) olur.
Bertolet, A. : Wörterbuch der Religion, S. 441.
Von Glasenapp, H. : Die nichtchristlichen Religionen, S.
271.
[143] Çin’de 1912 yılına kadar imparator, gökyüzünden doğanın ve
insan yaşamının bütün düzeninden sorumluydu. O, sadece gökyüzünden sorumlu olan
bütün tanrıların da emrinde olduğu ve kabul ettiği gökyüzünün oğlu olarak
görülür.
[144] 1 Kasım 1920 yılında Tokyo’da, 1912’de ölen imparator
Meiji-Tenno (Mutsihoto) için yaptırılan 40 milyon mark tutarındaki mabet büyük
bir törenle açıldı. Witte, J. : Japan zwischen zwei Kulturen, S. 67.
[145] Witte, J. : Japan zwischen zwei
Kulturen, S. 67.
[146] Witte, J. : Japan zwischen zwei Kulturen,
S. 67-68.
[147] Witte, J. : Japan zwischen zwei
Kulturen, S. 68.
[148] İmparatorun resmi, prestij olarak okullara verilirdi. O,
görünür şekilde asılmazdı, aksine bir çekmecenin içinde veya perdenin arkasında
dururdu. İmparatorluk üyelerinin resimleri de kutsaldı. Onlar, bir çok
dükkandan satın alınabilirdi. Ama bu resimler, yüzlerin görünmemesi için beyaz
kağıtlarla kaplanmıştı.
Witte, J. : Japan zwischen zwei
Kulturen, S. 68.
[149] Witte, J. : Japan zwischen zwei
Kulturen, S. 68.
[150] 1. Madde şöyledir: “Japon’ya,
sonsuza kadar hiç bozulmaksızın imparatorlukla yönetilmelidir ve bir imparator
ailesi tarafından idare edilmelidir.”
3. Madde şöyledir: “İmparator
kutsaldır ve dokunulamaz.”
[151] Şintoizm öğretisine göre, Japonya dünyanın en eski ve en
büyük ülkesidir.
[152] 1890 yılında bir Japon tarih profesörü imparatorluğun
tanınan yüksek konumuna rağmen onun tanrısal kökenini reddetme cesaretini
ortaya koyar.
Witte, J. : Japan zwischen zwei Kulturen, S. 102.
[153] 27 Aralık 1923 yılında, babası milletvekili olan bir
öğrenci tarafından prense yönelik bir suikast düzenlendi.
Witte, J. : Japan zwischen zwei
Kulturen, S. 102.
[154] Örn. Rusya, Fransa.
[155] Tasarı, dini topluluklara olabildiğince özgürlük
tanımaktadır. Tasarı, devletin, herhangi belirli bir dini özel biçimde
desteklemesini veya onunla mücadele etmesini reddeder. Tasarı, bu mücadelede
halkın güvenlik ve huzurunu tehlikeye sokacak bir müdahale hakkını saklı tutar.
Ohm, Th. : Kulturen, Religionen und Missionen in Japan, S.
78.
“Tokyo Asahi” gazetesi bu konuda şöyle yazmaktadır: “Milli
Eğitim Bakanı, bu tasarının kabulü halinde dini konulara ilişkin Romalı Papadan
daha büyük bir güce sahip olacaktı.”
Ohm, Th. : Kulturen, Religionen und Missionen in Japan, S.
78.
[156] Bu anayasanın 17. maddesi şu şekildedir: Japon
imparatorluğu, tek hakimdir ve o, imparatorların antik çağlardan beri
kesintisiz biçimde devam eden idaresiyle yönetilmektedir.
[157] Sultanlar Cuma namazına gidecek olduklarında, onlar için
tellal tarafından aşağıdaki duyuru yapılırdı: “Sultanım, kibirlenme, senden
daha büyük Allah vardır.”
[158] Bakınız, S. 90.
[159] Ezan, bugün tekrar Arapça okunmaktadır.
[160] Japonlar, gelişmiş Çin kültürüyle karşılaşıp, onu
benimsedikleri için, Şintoizm’le yetinemezlerdi; çünkü bu din sadece yaşamın
dış yanını dikkate almaktaydı ve varoluşun derin problemlerine herhangi bir
yanıt verememekteydi. Bu açıdan, Budizm, Japonların gereksinimlerine daha
uygundu ve Japonlar arasında birçok taraftar bulmuştur.
Von
Glasenapp, H. : Der Buddhismus in Indien und im fernen Osten, S. 245.
[161] Kyoto’da Ninan Jİ tarafından başrahibe, manastırı terk
etmesi ve ordunun başından ayrılması emredildi.
[162] Temelde, Togukawa-döneminde bazı manastırlarda oğlancılık
ve fahişelik yaygındı. Devlet, sadece bu durumu yasal hale getirmiştir.
Von Glasenapp, H. : Der Buddhismus
in Indien und im fernen Osten, S. 263.
[163] Bakınız, S. 16.
[164] Bakınız, S. 87.
[165] Bakınız, S. 89.
[166] Ebehart, W. : Chinas Geschichte, S. 351.
« Prev Post
Next Post »