SEYYİD BURHÂNEDDİN MUHAKKİK-İ TİRMİZÎ
| |
(Mevlânâ'nın Hocası)
(
1166-1240 ? )
H. Ahmet SEVGİ
ÖNSÖZ :
Seyyid Burhâneddin Tirmizi, isminin son
ekinden anlaşıldığı gibi, Özbekistan'ın, eski Tirmiz şehrinde, 1565-1566
yılında doğmuştur. ilk tahsilini babasından, daha sonraları, XIII. Yüzyılda, ipek
yolu üzerinde bulunan, ilk İslâm Tasavvufunun filizlendiği, meşhur BELH
şehrinde, adı Sultanü'l Ulema olarak anılan Bahâeddin Veled'in yanında
yetişmiştir. Bu Alim Mevlânâ'nın babasıdır, oğluna Atabek olarak Seyyid Burhanettin'i seçmıştir. Seyyid Burhâneddin, Sultan-ı
Ulemanın vefatında Tilmizde bulunduğundan, Mevlânâ'yı yetiştirmek amacı ile, bir
yıl yolculuktan sonra Özbekistan'dan Konya'ya gelmiştir (M. 1232). Yedi veya
dokuz yıl, Konya'da Mevlânâ'yı yetiştirmiştir. Onda gördüğü eksikliklerin
tamamlanması için, devrin ilim merkezi olan Şam’a ve Haleb'e de yollamıştır.
Seyyid Burhanettin'in şairliği yoktur, yalnız
nesirle söyler, cümleleri kısa ve özlü yazar, bu san'atı ustalıkla kullanarak,
sırlarını, "kısa bağlantılı, güzel ve gönül alıcı” cümlelerle anlatır. Kendisine,
ilmi gerçekleri inceden inceye araştırıp tetkik ettiğinden, Muhakkiki, Hakikatleri
açıklamadaki üstün kabiliyetinden dolayı da Burhâneddin lakaplan
takılmıştır.
Anadolu
Selçukluları devrinde, önce Konya da başlattığı yeni hayatını, daha sonraları
çok Sevdiği Kayseri'de' devam ettirmiştir. ( ? ), 1240 yılında Kayseri'de vefat
etmiştir. Bugün kendi adi ile anılan, Seyyid- -Burhaneddin /nazarlığına
defnedilin iştir.
Mevlânâ
Hakkında, bir çok bildiri, makale ve kitaplar yayınlanmış olmasına rağmen, onun
Atabeği Olan ve çocukluğundan beri eğitimini üstlenen, hocası Seyyid
Burhâneddin Hakkında; şimdiye kadar yazılanlar, kendilerine şükran borçlu
olduğumuz Halil Ethem, Ahmet Nazif Efendi, Abdullah Sâtoğlu, Mehmet Çayırdağ ve
Ali Rıza Karabulut gibi değerli araştırmacıların verdiği makale ve
kitapçıklarla sınırlı kalmış, Mevlânâ'nın hocalığına ve Kayseriliye yakışacak, kapsamlı
bir kitap ortaya çıkmamıştır. Bu Kayserililerin bir ayıbı olarak nitelendirilmelidir.
Seyyid
Burhâneddin' anlamlı, öğrenmek ve
gelecek nesillere onu, fikir ve düşünceleri ile tanıtmak, ancak kapsamlı bir
kitab ile mümkün olacaktır. Esasen bu düşünce, 'Kayseri'de yaşayan herkesin ideali
olmuştur. Bu amaçla, onu sevenler adına, Kayseri'de bir de "Seyyid
Burhâneddin" . vakfı kurulmuştur. Biz bu kitabımızla O'nu tanıtmaya
başlamış olduk, araştırmaların devamı ve gelecekte daha büyük eserlerin
yazılması en büyük arzumuzdur.
Yedibuçuk
asırdan beri, Dinî Bayramlarda ve kişisel zor durumda kalındığı hallerde, onun
türbesini ziyaret etmek, eski bir Kayseri geleneğidir.
Anadolu Selçukluları devrinde, XI-XV. asırlar
arasında, Anadolu'da bir çok istilalara, yenilgelere zorluklara rağmen, halici
bilinçlendiren, birleştirici olan, onları ayakta tutan, Orta Asya'dan
Anadolu’ya göç eden Orta Asya erenleridir. Doğudan Moğolların, Batıdan Hakklıların
yaptıkları istilalar onları Anâdoludan atamamıştır. Sürekli hârp halinde Orta
Anadoluda yaşamışlar, bu uğurda canlarını vermişlerdir. Genellikle otuz
yaşından uzun yaşıyan, hükümdar çok az
olmuş hepsi harplerde şehit düşmüşlerdir.
Üç asra yakın bir ölüm-kalım savaşları
sonucunda, Anadolu Türk Yurdu haline gelmiştir. Geleceğimizin teminatı olan
yeni neslin, geçmişlerimizin bu tarihi gerçeklerini bilmeleri ve Anadolu'ya sahip
olmaları için bunun zarureti vardır.
Seyyid
Burhaneddin Hakkında bir kitap hazırlanması fikrimi, bu uğurda yıllardır
çalışan, değerli bilim adamı Yrd. Doç. Dr. H. Ahmet Sevgi Kabul etmiş ve bu
konuda hazırladığı bildirilerini 14 Mart 1993 tarihinde yapılan, geleneksel
Gevher Nesibe Bilim Haftasında sunmuş, ve çok takdir toplamıştır. Bu
bildirilerin bir kitap halinde derlenmesi ve yayınlanması da Gevher Nesibe Tıp
Tarihi Enstitüsüne nasibi olmuştur. Bundan önceki yayınlar bize rehber oldular,
bundan sonraki yayınlara da bizim katkımız olacaktır. Değerli bilim adamı Yrd. Doç.
Dr. H. Ahmet Sevgiye teşekkür eder başarılarının devamını dilerim.
Bu
kitabımızın yayınlanması suretiyle Seyyid Burhâneddîn türbesini ziyarete
gelenlerin, bilmesi gereken bilgileri, daha iyi anlayacaklarına inanıyoruz.
Bugünkü
trafik levhalarında, sürücüleri uyaran "İçindeki Trafik Canavarı"
sözcüğünün esası, Seyyid Burhaneddin'e aittir. Orjinali şöyledir; "Sen denizin içindeki canavarı
görüp de şaşma, kendi içindeki Nefis canavarını görüp de şaş". Nefis;
esasında, insanın gönlünde tatmin etmeyi arzu ettiği herşeyi içine alır. Trafikte;
hızlı araba kullanma ve başkalarına üstün olma, yarışma arzusu da nefsin
isteklerinden biridir.
Bu
kitabın hazırlanmasında emeği geçen Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü
sekreteri Yusuf Alay'a, eseri bilgisayara geçeri Suat Keçe'ye ve Erciyes
Üniversitesi Foto-Film Merkezi ve Matbaasının değerli elemanlarına teşekkür
ederim.
Kitabımızda,
elimizde olmayan sebeblerle, hatalarımız olmuş ise, okuyucularımızın bunu
hoşgörü ile karşılamalarını ümit ederim.
Prof.
Dr. Ahmet Hulûsi KÖKER
Gevher
Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü
.
Seyyid
Burhâneddin, Tirmiz'de doğmuş, Horasan bölgesinde yetişmiş, Mevlânâ'nın babası
Sultanü'l-Ulemâ'dan Belh'te ders görmüş, doğudaki Moğol istilâsı ve zulmünden
dolayı kendi ülkesini terk etmiştir. Vefâ borcu olarak, Hocası'nın. oğlu
Mevlânâ Celâleddîn'in eğitimi için Anadolu'ya gelerek, Konya'ya (M. 1232)
yerleşmiştir. Dokuz yıl O'nun eğitimi ile ilgilenmiş, Şems- Tebrîzî'nin Konya'ya geleceğini haber vererek,
buradan ayrılmıştır. Hayatının sonlarına doğru çok sevdiği Kayseri’ye yerleşmiş
ve burada vefât etmiştir. ’
Anadolu'nun
manevî mimârlanndan biri olan büyük düşünür, eğitimci ve mutasavvıf Seyyid
Burhâneddin'den söz etmek pek güç bir iştir. Kendisinin de belirttiği gibi, O'nu
tam olarak tanıtmak ve bilmek için de, O'nun hâli ile hallenip, bilmek, tanımak
gerekir. Ancak biz O'nun eserinden anladığımız kadarını açıklayıp, örnekler
sunarak, gerisini okuyucuya bırakacağız.
Seyyid'in
hayatı Hakkında da kesin ve geniş. bilgiye sahip değiliz. Onun hayatı ve
yaşayışı Hakkındaki bilgilere, bazı menâkıb kitaptan ile mevlevi kaynaklarında
tesadüf edilmektedir.
Seyyid’in
dbşünce ve fikirleri Hakkında bilgi verirken, O'nun tek eseri olan
Ma'ârifi’nden ve Sûre- Muhammed ve Fetih
tefsirlerinden bu arada Sipehsalar'ın Risâlesi ve Eflâki'nin Menâkıb'ı ile
Sultan Veled’in, Ibtidânamesi'nden istifade edilmiştir. Bu eserlerden
faydalanarak ve O'nun fazlaca temas ettiği konular ele alınarak yazılmıştır.
Seyyid
bilhassa Ma'ârifi'nde birçok fikir ve meseleye temas etmiş, özlü ifadeler
kullanmış ve her konuyu sistemli bir şekilde açıklamamıştır. Bazı dinî ve
tasavvufî konulara, bir tek cümle veya bir tâbir ile temas edip geçmiştir. Herhalde
Seyyid'in bu ifade tarzı, O'nun cezbeli bir insan olması veya O'nun kısa kelime
kullanma, şeklindeki üslûbundan ileri gelmektedir. Mesela, Ma'ârifi'nde sadece>
nefs- mutmainne ve nefs- emmâre tabirlerini kullanmış, nefsin diğer
mertebelerinden bahsetmemiştir. Hiçbir konuyu bir başlık altında, geniş bir
şekilde ele alıp işlememiştir. Fakat çök açık, kısa ve özlü, can alıcı
ifâdeler kullanıp, açıklamalar da yapmıştır. Bu bakımdan konu ve fikirler çok
çekici ve sürükleyici olup, fikirleri âdeta özün özüdür. İstenilirse O'nun bu
fikirleri, konunun ehli tarafından genişletilerek, açıklamalara tâbi
tutulabilir.
Seyyid diğer taraftan Ma'ârifi'nde, konularla
ilgili âyet ve hadislere, dinî kıssalara ve tasavvuf! hikâyelere ve bazı
şiirlere yer vermiştir. Bazen âyet ve hadislerden birkaç kelime alarak, açıklamalarda bulunmuştur.
Bu çalışmamızda, ana kaynaklardan
yararlanıp ve konulan incelerkeıiı de şahsî değerlendirmelerden kaçınılarak, Seyyid'in
görüş ve fikirlerine sadık kalmaya gayret gösterilmiştir. Çalışmalarımda
Seyyid'in fikir ve düşüncelerinden önce, devrinin siyâsî, sosyal ye fikrî
durumu, hayati, şahsiyeti ve eserleri Hakkında bilgi verilmiştir. Diğer
taraftan O'nun Hakkında anlatılan menkıbe ve hikâyelerin hepsi etraflı şekilde
anlatılmamış, bazılarına kısaca temas edilerek, kaynakları gösterilmiş, böylece
eserin hacmi kısıtlanmıştır.
Seyyid'in
en fazla yer verdiği konu ve fikirleri derleyip, açıklamaya çâlıştık. Seyyid'in
daha çok üzerinde durduğu konu ve düşünceler, çalışmamızda da düşünceler
bölümünde belirttiğimiz, şu konuları ihtiva etmektedir :lman, ibâdetin Gâyesi, Kur'ân-ı
Kerim' Tefsir Anlayışı, Nefis Terbiyesi,
iyi ve Kötü özellikleri Tenkid, Şeyh ve Mürid Hakkındaki Görüşleri ve Veciz
Sözleri.
Bu
mütevazi çalışmamla Seyyid Hazretleri'nin hayatına ve fikirlerine bir nebze
ışık tutup, faydalı olduysak ne mutlu bize. . .
Yanlışlarımızı
düzeltmede ve noksanlarımızı tamamlamaya yönelik samimi tenkid ve ikazlar için
şimdiden teşekkür ederiz.
Bu tebliğin eser haline
getirilmesinde E. Ü. Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü Sayın Prof. Dr.
Ahmet Hulûsi Köker Bey'in teşviklerinin büyük rolü olmuştur. Eserin hazırlanıp,
bastırılması hususundaki görüş ve yardımlarından dolayı kendisine teşekkürü
borç bilmekteyim. " "
Eserin mizampâjını yapan ve kapak
resimlerini hazırlayan Enstitü Sekreteri Yusuf Alay'a ve bilgisayarda dizgisini
yapan Suat Keçe'ye de ayaca teşekkür ederim. '
Yrd.
Doç. Dr. H. Ahmet SEVGİ
SEYYİD
BURHÂNEDDÎNİN YAŞADIĞI ASIR
1Siyâsî
Durum
Seyyid
Burhâneddîn’in yaşadığı XII. asrın son yansı ile XIII. asnn ilk yansında
Anadolu halkı henüz haçlı ordulannın zulüm, yağma ve katliâm etkilerinden
kurtulmadan, doğudan daha büyük tehlike olan Moğol tehlikesi başgösterdi. Eflâkî'nin
Menâkıbı'nda anlatıldığına göre Bahâeddîn Veled, Belh'ten aynlmadan önce, Seyyid
Burhâneddîn Belh'ten ayrılıp, Tirmiz'e gitmiş ve orada inzivâya çekilmiştir
Arkasından da Hocası Bahâeddîn Veled, Belh'ten göç etmiş, O’nun Belh'ten göç
etmesi hususunda çeşitli görüşler varsa da, asıl sebep Moğol tehlikesinin
yaklaşmış olmasıdır . Doğuda
Horasan bölgesinde Moğollar büyük tahripler ve katliâmlar yapmışlardı. Cengiz
Han Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belhîiler büyük bir direnme göstermiş, bu
durum Cengiz Han'ın gücüne gitmiş, tekrar Belh üzerine hücum ederek onları
mağlup edip, büyük küçük herkesi öldürmüş, hâmile kadınların karınlarını yarıp,
hayvanlarını öldürüp, Belh' yerle bir
etmişti . Yine Moğol ordusu Belh'te bulunan birçok mescidi ateşlemiş,
bunun sonucu, bu mescidlerde bulunan dört bin Kur*ân metni yanmış, elli bine yakın
bilgin, öğrenci ve hâfızı öldürmüşler, iki yüz bin inşam da katledip yere
gömmüşlerdi .
Bahâ
Veled, seyahati esnasında henüz Bağdat'tan ayrılmadan Önce, Cengiz'in Belli ve Horasan
bölgelerinde şehir ve köyleri yağmalayıp, insanlarım öldürüp, birçok esir
aldığı haberi O’na ulaşmıştı.
işte
yukarıda belirttiğimiz hususlar, doğuda, Moğol zulmünün ne derece şiddetli
olduğunu göstermektedir.
Seyyid
Burhâneddin, Hocası Bahâeddîn Veled'in ölümünden (H. 6287M. 1231) bir yıl sonra
Konya'ya geldiğine göre, Seyyid'in Anadolu hayatı, Sultan , Alâeddîn Keykubâd, (M. 1220-1237) ile' oğlu
II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in (M. 1237-1246) saltanatları zamanını kapsamaktadır.
. İzzeddin Keykâvus ölümünden önce Haleb'e
sefere çıkmıştı; fakat Melik Efdal'ın hiyâneti üzerine Elbistan'a dönmeye
mecbur kaldı. Sultan hiyânete uğradığı düşüncesiyle, devlete birçok hizmet
etmiş değerli emirleri öldürttü. Bu yüzden aşın vicdan azâbı duyması ve
Eyyûbîlere karşı fazla-hiddet ve öfkesinden dolayı vereme tutularak, vefât(M. 1220)
etti .
. îzzeddîn
Keykâvus'un vefâtı üzerine kardeşi . Alâeddîn
Keykubâd hapisten çıkarak, sultan olması ile Anadolu Selçuklu Devleti en büyük
yükselme devrini yaşamıştı.
Halîfe
Nâsır li-Dînillah, Keykubâd'a saltanat menşûnı, şâir hâkimiyet âlâmetleri ile
meşhur süfî Şihâbcddîn Ömer Suhreverdî'yi? Konya'ya gönderdi (M. 1234). Suhreverdî'nin
Seyyid Burhâneddîni ziyâreti bu seyahat esnâsmda vuku' bulmuştur
Alâeddîn
Keykubâd sultan olunca, tehlikenin büyüklüğünü anlayıp, Moğol istilâsına karşı
ülkeyi içten ye dıştan düzenleyip, tedbirler almaya başladı. Zira Moğollar
Hârizmşahlar imparatorluğunu kısa sürede çökertmiş, süratle batıya doğru
ilerlemekteydiler.
Keykubâd
gelecekte bir istilâ tehlikesine karşı siyâsî ve askerî tedbirler alıp, hudud
kalelerini tahkim ederken, memleketin ortasında bulunan Sivas, Kayseri ve
Konya gibi büyük şehirlerin de surlarını ve kalelerini yeniden inşâ ettiriyordu
. Eflâkî'nin anlattığına
göre, Alâeddîn Keykubâd, Konya’da yaptırdığı sur ve kaleleri Mevlânâ'nın babası
Sultanü'l Ulemâ'yı, gezdirdiği vakit, Bâhaeddîn Veled, " Sellere ve düşman
süvarilerine karşı çok güzel ve kuvvetli bir kale yaptın. Fakat mazlûmların duâ
oklarına karşı ne yapabilirsin? Şen adâlet ve ihsan kalesi »yapmağa çalış, "
der.
Görülüyor
ki O, maddî tedbirleri takdir etmekle beraber Sultan'dan adâlet göstermesini, halka
iyilikte bulunmasını istemiştir.
Antalya
yakınında: bulunan askerî ve ticârî önemi büyük olan Kölonores kalesi
fethedilip (M. 1223), şehir ve kalesi yeniden inşâ edildikten sonra, Sultan'ın
adına izâfeten, Alâiye (Alanya) ismi verilmiştir' Bu şehir Keykubâd ve
halefleri için kışlık konaklama merkezi olmuştu.
Kastamonu
uç beyi Hüsâmeddîn Çoban, Kırım'daki ticâret limanı Sugdak'ı alıp, birçok Rus
ve Kıpçak beylerini Selçuklu Devletine katılmaya mecbur etti. Güneyde Anamur ve
Silifke'ye kadar bütün kaleler fethedilip, bu bölgelere Türkmenler
yerleştirildi.
Moğollarla
uğraşan Celâleddîn Harezmşah'Ia , Hnstiyanlarla savaşan Keykubâd'ın
aralan önceleri iyi idi. Celâleddîn, Keykubâd'a yazdığı mektubunda: "Ayni
dine ve millete mensubuz ve cihâd yolunda beraberiz" diyor. Keykubâd’da
cevâbî mektubunda: "Tatarlara karşı müslümanlan sevindirdiğini"
belirtiyordu. Fakat Celâleddîn'in, Eyyûbîlerin elindeki Ahlat şehrini alıp, halkını
katliâm yapması ile Alâeddînle aralan açıldı .
Harezmşah,
cesur ve askerî alanda büyük kumandanlardan biri sayılmasına rağmen siyâsî
hatâlarından dolayı ve Erzurum emiri. Cihânşah'ın tahriklerine uyarak, Keykubâd'a
karşı cephe aldı. Neticede aralarında vuku' bulan savaşta, Erzincan yakınında
Yassı Çemerîde Celâleddîn mağlup (M. 1. 230) oldu. Mağlup olan Celâleddîn, Haıput
tarafına kaçınca, bir kürt tarafından 1231 de öldürüldü . Celâleddîn’in ölümünden sonra Selçuklu
Devleti,
Malatya
havalisine kadar yağma yapan, Moğollarla koırişu olmuştu. Eflâkî, Menâkıbı'nda,
Celâleddîn'in Mevlânâ hânedânına ve halka karşı zulüm ettiğinden bu olay başına
geldiğini belirtip şu beyit! kaydeder:"Zâlim öldürüldü, dünya insanları
hayata kavuştu. Herbiri yeniden Allah’ın kulu oldu ".
Keykubâd, Moğol elçileriyle-temas ederken, gelecekteki
Moğol tehlikesine karşı da. tedbirler ve hazırlıklar yapıyordü. Emîf Kemaleddîn
Kâmyâr da Van'dan Tiflis'e kadar beldeleri fethediyor, müstahkem mevkilere
asker yığıp ve nüfusu seyrekleşen bölgelere de Türk halkı yerleştiriyordu. Mısır
Eyyûbî hükümdarı Melik Kâmil'in Mardin'e kadar gelip, bu bölgeleri tahrip edip,
ahalisini katletmesi üzerine, Alâeddîn Keykubâd, ordusunu Kayseri yakınında
Meşhed ovasında toplayıp, geleceğe âit önemli kararlar aldı. Oğlu îzzeddîn
Kılıçaslan'ın velîahdlık merâsimi icrâ edildi. Merâsime katılan yabancı devlet
elçileriyle, Musul’a kadar ilerlemiş Moğol tehlikesine karşı müşterek hareket
etmek üzere karara varıldı. Fakat Keykubâd, elçilere verdiği ziyâfette
zehirlenerek öldürüldü (M. 1237) ve bu ittifak da gerçekleşemedi.
Alâeddîn, düşmanlarına karşı şiddetli
davranmış, fakat adâletten de ayrılmamıştır. Bu yüzden haşmet ve kudreti halk
arasına yayılmış, kendisine de itâat edilmiştir. Alâeddîn'in ölümünden sonra
Selçuklu Devletinin haşmeti sönmüş, ilerleme devri duraklamaya ’yüztutmuştur.
Keykubâd'ın
vefâtı üzere velîahd îzzeddîn Kılıçaslan'ın yerine beylerin ve
emirlerin müdâhale etmesi ile Erzincan Meliki II. Gıyâseddîn Keyhüsrev tahta (M.
1237-1246) çıktı. Alâeddîn Keykubâd, büyük oğlu Keyhüsrev'in kifâyetsizliğini
bildiğinden, Îzzeddîn' velîahd tayin
etmişti. Keyhüsrev kendisini meşrû vârisi olmadığını bildiğinden, herşeyden
korkuyor Ve öldürülmesinden endişe ediyordu. Bu liyâkatsiz Sultan muhteris
Sa'deddîn Köpek'in tesiri altında kaldı. O'nun telkinleri ile Harezm beyi Kayır
Hanı öldürttü 16. Kayır Han'ın ölümü üzerine Hârizm beyleri ve
askerleri, Selçuklu Devletine hizmeti bırakarak, Kayseri'den ayrıldılar.
Yolları
üzerindeki köy ve kasabaları yağma ve tahrip ederek, Malatya'ya doğru
çekildiler. İsyan eden Harezmli kuvvetleri ’ uzun zaman devletin başına
gâileler açıp17, Suriye hududlannda asâyişsizlik unsuru hâline
geldiler.
Bu
arada Selçuklu ülkesini baştanbaşa sarsan B abâî harekâtı (M. 1240) patlak
verdi . Babâî harekâtı Selçuklu Devletinin güç birliğini sarstığı
gibi, Moğolların da Anadolu'da baskı ve zulümlerini arttırmalarına sebep oldu.
Baba îshak'ın az bir güçle Selçuklulara karşı ayaklanması, Moğolların
cesâretini artırıp, Anadolu'ya istilâ girişimlerini sağladı . Moğol,
kumandanı Baycu Noyan Erzurum'u İşgal (M. 1242) edip, şehri yakıp yıkarak, halkını
katletti. Ertesi yıl yine Baycu, bir ordu ile Anadolu içlerine girerek, büyük
bir Selçuklu ordusunu Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in koıkakhğı ve
tedbirsizliği yüzünden Kösedağı mevkiinde yenilgiye (M. 1243) uğrattı . Bu yenilgi Anadolu Selçuklu Devletini
esârete düşürüp, yıkılmasına sebep oldu.
Kösedağ
yenilgisinden sonra Moğollar, Sivas'ı yağmalayarak, yürüyüşlerine devam edip, Kayseri'yi
muhâsaraya aldılar, Hajik oğlu Husâm adlı Ermeni dönmesinin ihâneti ile
Kayseri'yi işgal edip, halkını kılıçtan geçirdiler .
Seyyid
Burhâneddîn'in Kayseri'de, Moğol askeri ile karşılaşması, bu yağma sırasında
olsa gerek. Seyyid'e karşı Moğol askeri kılıcım çekerek, hücresine geldi. O'na:"Ey!
sen kimsin ?"diye bağırdı. Seyyid, " Ey! deme, çünkü sen her ne
kadar Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bizce biliniyorsun ", Seyyid, yanında
olan arkadaşlarına :" Hırka içinde saldı olan bu adam, Tanrı kubbeleriyle
örtülü olanlardandır" dedi. Biraz sonra bu adam Seyyid’in ayaklarına
dinârlar saçıp, müridi oldu .
Bu yağma ve katliâm olayları Selçukluların merkezilik siyâsetini sarsıp, Moğollara
bağlı haraç veren, tâbibir beylik hâline getirdi.
Gıyâseddîn'in
ölümünden (M. 1246) sonra üç (oğludîzzeddîn Keykâvus, IV. Rükneddîn Kıhçaslan
ve II. Alâeddîn Keykubâd'ın aralarında taht mücâdelesi başladı Üç kardeş
arasındaki taht kavgası, Mu'inüddîp Pervâne'nin desteği ile IV. Rükneddîn
Kılıçaslarinm lehine sonuçlandı
Mevlânâ
ile birçok münâsebeti olan Selçuklu veziri Pervâne, kendi devrinde nisbî bir
düzen sağlamasına rağmen Moğollara bağlı siyâseti ile kendi mevkiini
kuvvetlendirip, Selçuklu Devletini ağır vergiler altında ezdirip, koskoca Selçuklu
Devletini Moğol eyâleti hâline getirmişti .
2Sosyal
Durum
Siyâsî
bölümde belirttiğimiz üzere Anadolu Selçuklu ülkesi . Alâeddîn Keykubâd'ın gayret, çalışma ve
almış olduğu geniş güvenlik tedbirleri sayesinde, ülkenin refah seviyesi
yükselmiş ve her sa. hada ilerleme kaydetmişti. Başlangıçta Moğollar Selçuklu
devletinin kudret ve haşmetini düşünerek, Selçuklu ülkesine saldı np, istîlâ
etmekten çekinmişlerdi.
Moğollar
Türkistan'dan sonra Horasan, İran, Azerbaycan ve Kafkasya'ya kadar istîlâ
dalgaları şeklinde ilerleyince, ölüm korkusu ile bu bölge halkları Anadolu
içlerine doğru akın ediyorlardı. Bu göç dalgası içerisinde, birçok âlimler, mutasavvıflar,
şeyhler, şâirler, sanatkarlar ve tüccarlar da bulunuyorl ardı. Anadolu'ya gelen
ilim ve sanat adamlarından bazıları da Arap ülkelerinden geliyorlardı.
Anadolu Selçuklu topraklan konumu
bakımından büyük ticâret yolları üzerinde bulunuyordu. Bu durum ülkenin
iktisâdî ve medenî bakımdan yükselmesini ve gelişmesini sağlıyordu. Anadolu'da
gelişen milletler arası ticârî faaliyetler sayesinde, Keykubâd büyük şehirleri
sağlam surlarla çevirmekle kalmayıp, , çâmî, medrese, hamam, hastahane, tersane,
köprü ve kervansaraylarla da süslemişti. Keykubâd, ticâret kervanlarının
emniyet ve istirahatı için birçok kervansaraylar kurdurmuş, bu
kervansaraylarda konaklayan yolcuların ihtiyâç ve iâşelerini temin etmek üzere,
vakıf koyun sürüleri de bulundurmaktaydı. Kervanların yollarda tecâvüze, uğraması
hâlinde,
*
zararları devlet tarafından karşılanıyordu. Bu konak yerlerinde yolculara
zengin-fakir, müslüman-hristiyan din farkı gözetmeksizin eşit miktarda
karşılıksız yemek verilip, hayvanlarının bile ihtiyacı temin ediliyordu Selçukluların sahip olduğu bu hayırseverlik
örneklerine, henüz çağımız insanları ulaşmış değildir.
Sultan
Alâeddîn, Moğol istilâsını kaygu ile takip edip, saltal, nati esnasında gerekli
tedbirleri alarak, ülkesini Moğol tehlikesinden ' korumayı başarmıştı 28.
O'nun ölümü ve oğlu II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in şahsî meziyetlere sahip
olmayışı sebebiyle Moğollar Selçuklu topraklanın istilâya giriştiler.
Sultan
Alâeddîn'in ölümü ile Anadolu'da düzen ye âsâyişin kalmayacağını. Eflâkî, Menâkıbı'nda
naklettiği bir rüyâ yorumu ile halkın bu düşüncesine tercümân olur. . Alâeddîn Keykubâd rüyâsmda : Başım altun, göğsünü
ham gümüş, göbeğinin aşağısını da tunçtan olduğunu görür. Bu rüyânın yorumu
Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ulemâ'ya sorulduğu, zaman, O da: "Sen
dünyâda oldukça insanlar rahat, temiz yaşayacaklar ve altun gibi kıymetli
olacaklar. . Senin ölümünden sonra âdî ye haris insanların başa geçeceğini . Moğol
istilâsının dünyayı harabeye çevireceğini, din jâlimlerinde vekar ve temkinin
kâlmiy acaği 29"tarzında yorumları
Keykubâd'ın
ânîden ölümü ve ülkedeki sosyal bozukluklar sonucu ortaya çıkan Babâîler (M. 1240)
harekâtı ile dürüm birdenbire değişmiş, devletin zaafı görülmüş ve Moğolların
Selçuklu topraklarına saldırmasına imkân vermiştir 3O. Gerçektç
Babâî harekâtını hazırlayan Baba İshak, ülkenin sosyal ve ekonomik
bozukluklarını iyi değerlendirip, câhil halkın dinî duygulârını istismar ederek,
fakir halka mal ve ganîmet va'dederek, Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in kötü
idâresini ve sefâhat hayatını da yayarak; O'na karşı halkı ayaklandırmaya
hazırlamıştı 31. Bu ayaklanma esnâsmda kendisini güvende hissetmeyen,
Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ordusunu terkedcrek, soluğu Kubâdâbâd sarayında
almıştı. 'Sultan, aklî ve ahlâkî zaaftan yanında, korkaklığı ile de devleti
sahipsiz bırakmıştı 32. Bu isyan sırasında baba taraftarları ve
Selçuklu kuvvetleri büyük kayıplar verip, isyan dâ güçlükle bastınlmıştı33.
Babâî
isyanına katılan bir kısım halk, Baba İsHakk’ın peygamberliğine inanacak kadar cehâlet göstermiş, hattâ
O'nun peygamberliğine inanmayanları öldürmekten bile sakınmamışlardı34.
Baba îsHakk Öldürüldükten sonra' bile babaîlerin etkisi uzun zaman Anadolu'da
devam etmişti35. Selçuklu devletinin idâri kadrosunda Horasanlı ve
Iranlı kimselerin bulunması, Türkmenlerin geri plânda kalmasına sebep olmuş, bu
yüzden de uç bölgelerde otonom bir hayat yaşıyorlardı. Türkmenler, nüfûs ve
siyâsî bakımdan; büyük bir önem taşımakta olmasına rağmen sıkıntı ve fakirlik
içerisinde hayat sürmekte idiler. Halbuki Türkmenler savaşçı ve mücâdeleci bir
ruha sahip oldukları için Moğollara karşı direnmelerde ve ayaklanmalarda öncü
olmuşlardı 36. Fakat bütün sıkıntı ve güçlükleri daha fazla bu kesim
çekmekte idi.
Selçuklu
idârecilerinin ve yüksek zümrenin Moğollara karşı tutumları, Türkmenler
tarafından çeşitli eleştirilere uğramıştır. Selçuklu devleti zayıf düşünce, idâreciler,
tabiîlerinin yanında mevki elde etmek uğruna halka kötü davranıp, ağır vergiler
koymuşlardır. Mustevfî Fahreddîn Kazvînî, Moğollan memnun etmek amacı ile
halka ağır vergiler koymuştu 37. Yine Mültezim Kızıl Hamidde, siyâsî
çalkantılardan faydalanarak, vergileri kendi adına toplamaya başlamıştı 38.
Bu olayların çoğu idârenin zaafından kaynaklanmaktaydı.
Mevlânâ
ve taraftarlarının da Moğollara karşı davranışları Türkmenler le
Karamanlılar tarafından tenkide uğramıştır. Bukonuda bazı rivayetler vardır. Mevlâhâ'ya
Moğol sülâlesinin ne vakit sön bulacağı sorulduğunda, O da, "
Babası Bahaeddîn Veled*e karşı Hârizmşah'ıri kötü davrandığından, Allah'ın
Moğol ordusunu doğudan harekete geçirdiğini "söyler. Yine Mevlânâ, Moğol istilâ ve Hakkimiyetinin
Allah'ın istemesi ile olduğunu belirtir . Fakat Mevlâhâ Moğollan ağır bir dille
de eleştirir: Onların kıyamete inanmadıklarını, inansalar halka bu kadar zulüm
yapmıyacaklarmı ve müslümanların
Möğollara karşı saygı göstermesini, puta tapmakla eş değerde olduğunu
belirtir ; Mevlânâ:" Hilekar Moollaıt, Mısırhlardari birini
arıyoruz, derler de bu süretle hepsini hileyle toplayıp, kafalannı kestiklerini
" anlatarak, onların zulüm
ive hilekarlıklannıri boyutlannı açıklar.
Bu
asırda zulüm, işkence, karışıklıklar ve kötü idâre yanında kuraklık yüzünden
kıtlıklar da meydana gelmiştir. Aksarâyî, Musâmeretü'l-Ahbârı'nda, "Aksaray'da
kadınlar, kediler gibi çocuklarım yediler "diyerek, kıtlığın şiddetini belirtir.
Diğer
taraftan siyâsî hâkimiyetin zaafı Selçuklularda veliahtlık ve saltanat verâseti
bir kanunla tesbit edilmediğinden dolayı ülkede çoğu zaman kanşıklıklara ve
çekişmelere ve savaşlara sebep oluyordu . Bu yüzden de halk ye idâreciler ve
ülke büyük zarar ve tehlikelerle karşılaşıyordu. Bazen kardeşler arasında taht
kavgaları çıkıyordu.
Alâeddîn
Keykubâd'dan sonra sultanlann sefahata düşmeleri, Sadettin Köpek ve Süleyman
Pervâne gibi entrikacı vezirlerin işbaşına gelişi, bazı sultanlann küçük yaşta
hükümdar olmaları, doğu sınırlarının açık oluşu, ekonomi ve ticâretin
zayıflaması, halkın zulüm görmesi, Acem kültürünün girişi, aydın sınıfının
yabancı hayranlığı, millî birliğin bozuluşu, Selçuklu devletinin yıkılma
sebepleri olarak gösterilmiştir 4Ğ.
'
Bilhassa devletin başında bulunan bazı muhteris insanlar, iktidan elde tutmak
uğruna, Selçuklu devletine karşı ihanette bulunmak pahasına da olsa, Moğollara
yaranacak tarzda hareket etmişlerdir. Aslen bir İranlı olan Pervâne Mu'inüddîn
bu kanşık devrede kendi adına faydalanmış, Moğollara hediyeler verip, onlarla
işbirliği ederek, Anadolu'da sınırsız nüfûz ve kudret kazanm ış, ülkenin
idâresini uzun müddet elinde tutmuştur.
Halk
bu asırda Moğol işkence ve zulümden, kıtlık, yoksulluk ve ağır vergilerden
dolayı korku ve ümitsizliğe düşmüştür. Halk manevî sultanlara, şeyhlere ve
tasavvuf büyüklerine yönelmişlerdir. Tasavvuf şeyhleri ve âlimler, halka ümit
ışığı olmuş, onların maddî ve manevî sahada üerlemelerine âmil olmuştur. Bu
âlimler ve şeyhler halka hürriyetin değerini öğretmiş, esâretin kötülüğünü
anlatmış, Moğol akımmn devamlı olmadığını belirterek, onlara ümit ışığı olup, mâneviyatlannî
yükseltmişlerdir. İşte Seyyid Burhâneddîn de, Anadolu halkına bu duygu ile
hizmet edip, onların maddî ve manevî sahada yükselmesine katkıda bulunmuş, değerli
insanlardan biridir.
3Fikrî
Durum
Anadolu topraklan Selçuklu Hakkimiyeti
altına girdiği zaman, çeşitli milletlere mensup halk, düşünce bakımından farklı
yapıya sâhip olup, taassubtan uzak ve fikrî cereyanların yayılmasına müsâit bir
ortam hâzır bulunmaktaydı. . Alâeddîn
Keykubâd'ın Anadolu’da sağladığı güven ortamı ve âlim ve san'atkartâra karşı
gösterdiği saygı sonudu, Moğol istilâsı önünden kaçan Türkistanlı, îranh ve
diğer milletlere âit bir çok âlim, şâin mutasavvıf ve sanatkar Anadolu'ya
göçerek, ülkenin İlmî, kültürel ve san'at bakımından yükselmesine sebep
olmuşlardı
Bu âlimler arasında Falireddîn- Irakî (ölm. M. 1289), Necmeddîn Dâye (Ölm. M. 1256),
Evhadüddîn- Kirmânî (ölm. M. 1298) ,
Bahâeddîn Veled (ölm. M. 1231) gibi şöhretli âlim ve mutasavvıftan sayabiliriz.
Bu
asırda geçen şu olay, âlimlere karşı sultanlann tutıimlânnı göstermesi
bakımından kayde değer: . Alâeddîn
Keykubâd, Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled' Karaman'dan Konya'ya dâ’vet ettiği zaman O, "
Sultan içki içiyor ve çalgı sesi dinliyor. ; Ben O'nun yüzünü nasıl
görebilirim? " diyerek, dâ'vetini kabul etmezse de, Sultan, kötü
alışkanlıktan™ terkedeceğine dâir söz verince, Bahâeddîn Konya'ya gelir. Konya'da
Sultanla beraber büyük bir halk topluğu O'nu saygı ve hürmetle karşılayıp, Sultan,
O'nu kendi sarayında misâfîr etmek isterse de, O, kabul etmiyerek, "
îmâmlara medrese münâsibtir " diyerek, Altunaba medresesinde konaklar. Alâeddîn,
çok miktarda para ve hediyeler vermek istediyse de, Bahâ Veled, " Sizin
mallarınız haramla karışık ve şüphelidir " diyerek, kabul etmez. Hattâ
Keykubâd, O'nu kendi tahtına oturtmak isterse de, Bahâ Veled, " Ey melek
huylu, mülk sâhibi hükümdar! dünya veahiret mülkünü kendine malettiğine, şeksiz
şüphesiz emin ol" diyerek, Sultan'ın gözlerinde’h öper ve yanındakiler
O'nun ağırlamasını pek beğenirler .
İşte
bu olayda görüldüğü gibi gerçek âlim ve şeyhler, kimseye minnet etmeyen, haramlardan
sakınan, gösterişe ehemmiyet vermeyen ve nefislerini yenmiş insanlardır.
Başlangıçta
sûffler inzivaya çekildikleri yerlerde, bazı müritleri ile tek başlarına bir
hayat sürüyorlardı. Daha sonra sûffler ise, önemli merkezlerde büyük hangahlar
kurarak, dervişleriyle beraber toplu bir hayat geçiriyorlardı. Türk göçebelerinin
İslamlaşmasında dâ ve bunlar arasında bir Türk tarikatının kurulmasında, en
önemli rolü Ahmet Yesevî ve dervişleri etkili olmuşlardı. Ahmet Yesevî ve
dervişleri, Türkçe'yi tarikat dili kabul ederek, Türk tasavvuf edebiyatının
kurulmasında da önemli rol oynamıştır.
Kerametleri
ile de büyük şöhret kazanmış sûffler, etraflarına çeşitli halk sınıflarından
binlerce mürit toplayabiliyordu. Çeşitli bölgelerde yayılıp ve teşkilatlanmayı
başaran tarikatlar ise, daha geniş nüfûza sahipti. Sultanlann ve devlet
adamlarının bir sûfîye veya bir tarikata intisab etmesi ile, bu nüfuzu daha da
güçlendiriyordu. Hârizm de XII. yüzyılın sonlarında şeyh Necmeddîn Kübra'nın (M.
l 145-1221) büyük bir nüfûz kazandığı görülüyor. İçlerinde Mevlânâ'nın babası
Bahâeddîn Veled'in de bulunduğu pek çok değerli şeyh O'nun halifeleridir 5
Aynca
bu asırda halk arasında büyük nüfûza sâhip, tarikatı ye şöhreti her tarafa
yayılmış Hacı Bektaş Velî'yi, tasavvuf! Türk Halk Edebiyatının ölümsüz
isimlerinden ve Mtislüman-Türk halkının sözcüsü Yunus Emre'yi de sayabiliriz.
Medreselerde
İslâmî ilimler yanında, matematik, hendese, mantık, astronomi, tıp ve felsefe
gibi aklî ilimlere de geniş yer veriliyordu. Bu asırda Selçuklu Türkiye’sinde
fikir hürriyeti ve hoşgörü . o derece hâkim idi ki, Il. Sultaıı Kılıçarslan'ın
(M. l 115-1192) huzurunda çeşitli dinlere mensûb ilim adamları-serbest fikrî
tartışmalar yapabiliyordu
Devrinde birçok ülkelerde dinsizlikle itham
edilen Muhyiddîn ’Arabî Konya'da fikir hürriyetine kavuşup „ evlatlığı Sadreddîn Konevî (ölm. M. 1274)’
de, O'nun eserlerini şerh ederek, fikirlerini yayıp, pek çok taraftar
topluyordu . Muhyiddîn
’Arabî; bilgisiz kimselerin başkalarını küçümseyeceğini, bilginin ise insana
hoşgörü kazandıracağını belirtip, "herkesi gelişigüzel tekfir; etmeyin 55
" diye de, öğüt veriyordu.
Anadolu
Selçuklu sultanları, yüksek Islâm ve Türk terbiyesi ile yetişmiş; hoşgörülü, münevver
insanlardı. Sultanlardan bazıları arapça, çoğunluğu farsça bilip, bü dilde
şiirler yazabiliyorlardı . Alâeddîn
Keykubâd, bilgili ve kültürlü Sultan olduğu kadar, mîmarlık,
marangozluk, oymacılık, saraçlık ve ressamlık jsan'atlanhdada, son derece
mahâretli olduğu belirtilmektedir ,
fi
Seyyid
Burhâneddîn, Mevlânâ Celâleddîn, Yunus Emre ve halefleri çeşitli din ve mezheplere
mensûb insanları çevrelerine toplayıp, birleştirerek, müşterek sevgi ve
dostluk bağları kurmuşlardı.
Mevlânâ'nın
çağdaşı Necmeddîn Dâye, kendisinde oian hoşgörü duygusunu şöyle açıklar
"
Düşmanımız bahtiyar olsun
Dünyada
Ömür boyu mutlu olsun
Kim
ki bizim yolumuza diken koyarsa
Bizim
dikenimiz onun yolunda gülistan olsun
işte böyle bir ortamda, Anadolu'da hoşgörü
ve fikir hürriyeti hâkimdi: Mevlânâ Celâleddîn, farsça gazellerini semâ
esnasında t okuyor, dinleyen insanlar bundan zevk duyup, heyecanlanıyordu I59.
Yine Mevlânâ; devrinde halk tabakasından her sınıf insanlarla yakınlık
kurduğundan dolayı tenkide uğramış, O da, " Mansûr'umuz hallaç değil miydi,
Buhârâlı Ebûbekr bez dokumaz ' mıydı, bir başka Kâmil60, camcı değil
miydi diyerek, san'atlarınn fikrî ve
tasavvufî sahada ilerlenmesine engel teşkil etmediğini açıklıyordu,
îbn Battuta dâ, Anadolu halkı arasında
mezhep taassubu ve ’ fikrî bozukluk
olmadığını, Anadolu gezisi esnasında müşâhedelerine dayanarak, müslüman halkın
çoğunluğunun Hanefî mezhebine mensup olup, aralarında kaderci, mu'tezile, hâricî
ve ehl- 'bid’at' bulunmadığını kaydeder 62. Böylece O, dînî bakımdan
müslüman halk arasında» fikir birliği olduğunu açıklar.
Ülkenin
her sahada ।
yükselmesi ve birliğinin sağlanmasında tasavvuf şeyhlerinin ve dervişlerin
büyük rolü olmuştur. Bazı çevreler, tarikatların münfesihlerini tembelliğe ve
miskinliğe götürüp, uyuşturucu bir rol oynadığını, ileri sürmüşlerse de, gerçekte
böyle olmadığı, bu asırda tasavvufî düşünce, Türk sûfîsine, akıncı ve
mücâdeleci bir ruh vermiştir, ilk devirlerde Anadolu'ya gelen Türk sûfîsi
sadece şeyh veya postnişîn değil, ayni zamanda Alp-Eren, Gazi, Emîrye Ahi'dir. Türk
sûfîsi vasıtaşiyle gelişen tasavvuf, fütüvvet ehliyle de her sınıf halka:
inmiştir 63. Başlangıçta yerleşen dervişler, köylere isimlerini
yermişler, elinin emeği ve alnının teriyle toprağı işleyip, bağ ve bahçe
yetiştirerek, zâviyeler kurup, batiya doğru ilerlemişlerdir64. Şeyh
Edebâlî (ölm. MJ326), çevresindekilere, "Toprağa bağlanın, suyu israf
etmeyin, ilim sâhiplerini gözetin, ağaç dikin 65" diye
tavsiyelerde bulunuyordu. Gerçek sûffler, çalışma ve gayreti ön planda tutup, böyiece
maddîye manevî sahalarda ilerlemeler kaydetmişlerdir.
Selçuklu sultanları ve devlet adamlarının
destek ve himayesiyle, kıymetli ilim adamları, edip ve şâirler yetişerek, çök
güzel eserler meydana getirmişlerdir. Genelde dil bakımından edebiyatçılar
arasında ve sarayda farsça, medrese çevresinde arapça, Selçuklu Hânedanı ve
Türkmenler arasında ve orduda da türkçe konuşulup, yazılırdı.
Bu asırda, mimarlık sanatı pek gelişmiş, sanat
eserlerinin çoğu birer şaheser olup, hâlen ülkemizde, bu ccdad yadigârları varlıklarını
muhafaza etmektedirler. Türkler Anadolu'ya yurt edinmek amacı ile geldikleri
için şehirciliğe yönelmişler, bir çok küiliyeler, medreseler, imâretler, hastahâneler,
kervansaraylar, hamamlar ve köprüler inşâ etmişlerdir 66.
Anadolu'da
gelişen ahilik teşkilâtı, sanat ve kültürün gelişmesinde önemli rol oynamıştı
:tlk defa Abbasî Halîfesi Nâsır liDînüllah (M 1180-1225), batinîlere ve siyâsî
rakiplerine karşı kurduğu futüvve teşkilâtının menşei Hz. lbrahim (a. s) 'a
kadar ula. şan,
bir çok ahlakî esasları bünyesinde topluyordu 67. Abbasî halîfesi, devrinin
İslam hükümdarlarını bu teşkilâta ginnesini sağlayarak, siyâsî mevkiinî
sağlamiaştjrmaya çalışıyordu 68.
Anadolu'da,
tasavvuiî ve iktisâdî bir esnaf teşekkülü tarzında görülen bu ahilik teşkilâtı
pek gelişmişti. Bu teşkilat, her sanat türünde çalışan insanlan, manevî, yüceliğine
inândığı ve mesleğin şart ve kurallarına bağlı69 birer pîrin, müritleri
hâline getirip, her mesleğin en usta pîrine de "ÂHÎ" ismi veriliyordu70.
Bu teşkilat sayesinde, her esnafın yaptığı ürünler ve verdiği hizmetler kontrol
ediliyordu. Bu yünden de her esnaf yaptığı işin en iyisini yapıp, en güzel
eserler meydana getiriyordu. Sonuçta verilen hizmet ve kaliteli ürün sayesinde,
halk da verdiği paranın karşılığını aldanmadan tam olarak
alabiliyordu. Böylece
insanlar arasında,
toplumda güven
duygusu da sağlanmış oluyordu.
Ahî
teşkilatlan konuk ağırlama ve yoksullara yardım etmede de, büyük hizmetler
veriyordu. îbn Battuta, Anadolu gezisi esnâ1 smda, Denizli'ye
uğradığı zaman; burada iki ahî teşkilatı konuk etmek isterler. O'nu misâfir
etmek için aralannda kur'a çekmek meçbûriyetinde kalırlar.
Dünyada yardım teşkilatı olarak bilinen
îzci teşkilatı ilk defa İngiltere'de !908 tarihinde kurulabilmiştir.
İslâm-Türk toplumurida ahî teşkilatına
mensûb kimseler, islanım çalışma esasına inanmış ve insanlara'yük
olmamayı kendilerine şiâr edinmiş, dünyadan el etek çekmeyen, doğru, çalışkan, yalnız
ıhvâna değil, bütün insanlara karşı yardım etmeyi seven, cömert ve yiğit
insanlardın .
XIII. asnn sonlarındâ, devlet
otoritesinin kalmadığı Samanlarda, şehir ve kasabalarda düzenin sağlanmasında,
ahî teşkilatlan önemli görevler almışlardı .
Anadolu'ya
göçebe olarak gelen Müslüman-Türkler; her türlü maddî ve manevî fedâkârlıktan
göstererek ve çeşitli vakıflar kurarak, binlerce hayır eserleri meydana
getirmek suretiyle ve bunlara millî bir üslûp vererek, müşterek kültürün
temelini atarak, Anadolu'yu anavatan hâline getirip, İlmî ve ahlakî seviyenin
de yükselmesine sebep olmuşlardı.
SEYYİD
BURHÂNEDDÎN’ÎN HAYATI, ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ
1-Hayatı
Seyyid
Burhâneddîn Özbekistan'ın güneyinde, Afganistan sınırı üzerinde, Amuderya
nehri ile Suhanderya nehri kavşağında, yeni Tirmiz şehrinin biraz batısında
harâbeleri kalmış eski Tirmiz şehrinde (H. 561/M. 1165-6) senesinde doğmuştur.
Tirmiz
şehri o zaman yetiştirdiği bir çok âlimleri ile ilim, san'at ve kültür merkezi
hâline gelmişti. Bu şehirde yetişmiş Seyyid Burhâneddîri’in yanında, Ebû
Abdullah Muhammed el-Hakkîm Timiizî, Ebû Isâ Muhammed b. Isâ b. Sevre gibi bir
çok şöhretli âlimleri sayabiliriz
Seyyid
Burhâneddîn, mevlevî kaynaklarında; velîlerin ve gerçeğiarayanların tâcı, temiz
ve ârif kişilerin özü, kılı kırk yaran (müdekkik), keşif ve sırlar sâhibi, Allah'a
güvende ve Hakkimiyette sebatlı, İlâhîbilgide (marifette) taşkın deniz, meczûblann
övündüğü gibi saygı değer ifâdelerle anılmıştır
Kayseri'de
vefât eden ve kendi adı ile anılan mezarlıkta türbesi bulunan Seyyid’in hayatı Hakkında
kesin ve geniş bilgiye sahip değiliz; anne ve babasının adını bile bilmiyoruz; Hakkmdaki
bilgiler bazı menâkıb kitaplarının kapalı perdeleri arasında örtülü kalmakta‘
dır. O'nun hayatı Hakkında bilgi veren en eski kaynaklar, Mevlânâ'nın oğlu
Sultan Veledin (ölm. M. 1312) îbtidânâme adlı Mesnevî'si. Ferîdûn b. Ahmed
Sipehsâlârln (ölm. M. 1312) . Risâle'si ve Mevlânâ'nın torunu Çelebi Ârifin
müridi olan Ahmed Eflâkînin (ölm. M. 1360) Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eserleridir.
O,
gerçekleri iyice araştırıp tetkik ettiğinden" Muhakkiki" insanların
kalblerinden geçen gizli sırlan keşif yolu ile bildiğinden de, " Seyyid- Sırdân" lâkablan verilmiştir.
Sultan
Veled bu konuda, "
Kimse O'na bir şey söylemeden O'na herkesin sırrı, her şey açıktı; çünkü âlemde
O'nun benzeri yoktu "
tüyerek, bu hususu belirtir ;
O'nun soyu, Hz. Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem. )'in torunu Hz. Hüseyin (aleyhisselâm )'in soyundan geldiğinden,
Seyyid ve Hüseynî nisbesi verilmiştir . Bazı kaynaklar , nisbesinin te'siri ile adını Hüseyin
olarak da kaydetmişlerdir. Hocası yolu ile Hz. Ali (kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh. )’ye ulaşan iki . tarikat silsilesi tertip edilmiştir .
Seyyid,
ilim merkezi olan Tîrmiz'de ilk tahsilini babasından yaptıktan sonra, ilim
isteğinin fâzla olmasından dolayı Belh'e giderek, Mevlânâ'nın babası, Sultanü'l-Ulemâ
Bahâeddîn Veled'in (ölm. 628/ 1231)
öğrencisi olmuş, O’ndan oniki yıl maddî ye manevî ilimler tahsil edip, müridi
olmuştur. Rivâyete göre, Seyyid gençliğinde, Sultanü'l-Ulemâ'ya kırk gün
hizmet etmesi neticesinde, velîlik derecesinin en yüksek mevkiine ulaşmışta ,
Hoçası
Bahâeddîn Veled, henüz çocuk iken oğlu Muhammed Celâleddîn'in terbiye ve
eğitimini, Seyyid Burhâneddîn'e! vermişti. BÖylece Seyyid, Mevlânâ'nın lâlâlık
ve atabekliği görevini de yapmış oldu .
Seyyid'in
eğitim gördüğü Belh şehri, eski medeniyetlerin merkezi, Türk-îran kültürlerinin
buluşma noktası idi. XIII. yüzyıl başlarında Belh, Horasan'ın en mühim fikir, ilim
ve sanat merkezlerinden biri olup, Bizans'la Çin arasında eski ipek yolu
üzerinde bulunan ticâret merkezi idi. Diğer taraftan bu eski Belh şehri, dinle-
rin
ve çeşitli inançlanri, felsefe ve tarikatların buluşma ve çatışma sahası hâline
gelmişti. İslam tasavvufu burada gelişmiş ve Orta Asya'daki en önemli tasavvuf
merkezlerinden biri kabul ediliyordu.
Belh
bu devirde Harzemşahlardan Muhammed Tekiş'in idâresi altındaydı. Hükümdar, halkın
aşın derecede Bahâeddîn Veled'e olan bağlılığından dolayı kuşkulanmaya başladı.
Bu hususta Sultan Veled, " O ebedî sultanın Belh halkından gönlü kınlınca " Belh' terkettiğini yazmışsa da, hangi olaya
gücendiğini açıklamamıştır. Buradâ halktan maksat hükümdann târaftarlan olsa
gerek, yoksa bütün halk O'ndan gücenmiş değildir. Zira halkın çoğunluğu O'na
aşın derecede sevgi ve bağlılık göstermekteydi. Bahâeddîn Veled'in M. 1214
tarihinde Belirten göçmesini başka sebeplere de bağlarlarsa da genel olarak bu
sebep iki hususta toplanır ‘ Biri Moğol ordusunun merhametsizliği, kan
dökücülüğü yüzünden bir çok âlim, şâir ve san'atkarlâr ülkelerini
terketmişlerdir. Diğeri İse Belh'in tanınmış . âlim ve felsefecilerden
Fahreddîn Râzî ve Sultan Muhammed Tekiş gibi ileri gelen kişiler, kaynağını
Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir görüş içerisindeydiler. Sûfîler
isö gerçeğe ancak İlâhî bir cezbe ile ulaşılabileceğini, bunun için de
riyâzetle ruhun annması ve nefsin bütün isteklerinden kurtulması gerektiğini
şart koşuyorlardı. Bu iki zıt görüş Bahâneddîn Veled'le Fahreddîn Râzî'yi karşı
karşıya getiriyorduişte bu yüzden Bahâeddîn Veled, "Ey Fahreddîn Râzî, ey
Muhammed Hârizmşah ve diğer bid'atçılar "diye onlara hitap ediyordu.
Sultanü'l-Ulemâ
kendisine karşı fikirde olanlan, İlâhî keşifleri bırakmış, karanlığa gömülmüş, bir
takım hayaller peşinde koşan, nefislerinin esiri, can gözleri kapalı, kişiler
olarak vasıflandınr .
işte
bü sebepten Mevlânâ da, felsefecilere hücum edip, Fahreddîn Râzî'yi eleştirir :
"Eğer akıl bu yolda kılavuzluk edebilse idi, Fahri Râzî, dinin ince
bilgilerinin bilicisi olurdu ".
Seyyid
Burhâneddîn, Hocası Sultanü’l-Ulemâ’dan önce Belh' terketmiş, memleketi olan Tirmiz'e gitmiş, orada
münzevî bir , hayat yaşıyordu. MJ231/H. 628 senesinin Rebiü'l-âlıir ayının on
sekizinci günü nasihat ederken, " yazık, yazık! şeyhim, bu toprak
âleminden temiz âleme göçtü ” diyerek, Hoca'sının vefâtını, kerameti olarak
bildirmiştir. Daha sonra Seyyid'in belirttiği tarihte, Hoca'sının vefât
ettiğini tesbit edilmiştir . Seyyid, Şcyhi'ain ölüm haberini düyunca
ağlayıp-şızladı ve matem tuttu. Şeyhi'ni rüyasında gördü, Şeyhi, hiddetle:"Burhâneddîn,
benim Celâleddini'rhi yalnız bırakmışsın ve O'nu korumak hususunda kusur
ediyorsun " dedi.
Hocası Bahâeddîn Veled'in vefâtını
keşif yolu ile bilmesi ve O'nu rüyâsmda görmesi üzerine, birkaç dostu ile yola
koyulup, Konya'ya gelir. Seyyid Konya'ya geldiğinde Hoca'sının vefâtından bir
yıl geçmişti. Mevlânâ, babasıhın vefâtma çok üzüldüğünden, annesinin ve
kardeşinin mezarının bulunduğu, Lârende (Karaman) şehrine gitmişti.
Seyyid,
birkaç ay Konya'da Sincârf mescidinde, inzivaya çekildikten sonra, Mevlânâ'ya
gelmesi için mektup yazar. O, hocasının mektubunu alınca, buna büyük bir sevinç
duyar ve"Devlet ağacının dalının senin gibi birgül yetiştirebilmesi için
binlerce yılın geçmesi lâzımdır " der.
Mevlânâ,
sonsuz bir aşk ve sevgi ile hemen Konya'ya döndü ve Hoca'sının ziyaretine gidip,
birbirleriyle kucaklaştılar ve Mevlânâ’nın medresesine yerleştiler. Seyyid, O'nun
bilgi derecesini ölçtükten sonra, manevî terbiyesi altına âldı. Din ve
yakînilminde ileri gittiğini belirtip, hâl ilminde de, mücehhez olmasını, O'ndan istedi. O, Mevlânâ'nın eğitimi ile
dokuz yıl ilgilenmiş, O'nun maddî ve manevî ilimlerde gelişmesini sağlamıştır.
Mevlânâ
bu dokuz yıl içinde Hoca’sının tensibiyle devrinin ilim
merkezi olan Halep ve Şam'a gitmiş, bilgi ve görgüsünü artırmış, bu iki
şehirdeki bilginlerle, fakihlerle ve sûfîlerle görüşüp, sohbetler etmiştir16.
Bu arada Mevlânâ, Konya'dan tahsil için ayrıldığı zaman, Seyyid, O'na eşlik
edip, Kayseri'ye kadar O'nunla beraber gelip, burada kalmıştı. Mevlâriâ'yı
tahsil dönüşünde Kayseri'de, Seyyid Burhâneddîn, âlimler, ârifler ve bütün halk
karşıladılar. Seyyid, Mevlânâ'nın zâhiri ilimlerde babasını geçtiğini belirtip,
manevî ilimlerde de, ileri gitmesi için halvet çıkarmasını teklif etti. Seyyid,
O'na, "yedi gün halvet et! "buyurdu. Mevlânâ, " yedi gün az olur,
kırk gün bâri olsun" dedi. Mevlânâ'nın burada üç
;
Çile çıkardığı rivâyet edilir. Üçüncü çile sona erince Seyyid, Mevlânâ'nın
hücresinin kapısını yıktı, Mevlânâ gülerek O’nu karşıladı. Seyyid, teşekkür
niteliğinde, başını secdeye koyarak, nice müddet ağladı ve duygulandı. Mevlânâ'yı
kucaklayıp, yüzühü-gö* zünü öptükten sonra, " Aklî, naklî, keşfi, çalışıp
kazanma sonunda bütün ilimlerde eşi ve benzeri bulunmayan bir insan oldun. Bismillah
diyerek yürü! İnsanların ruhunu taze bir hayat ve hesapsız a bir rahmete boğ! Bu sûret âleminin
ölülerini, kendi mânâ ve âşkınla dirilt17 "dedi.
Bir
müddet sonra Mevlânâ, Seyyid'le beraber Kayseri'den Konya'ya hareket ettiler. Mevlânâ
Konya'ya varınca, halka nasihat edip, onlara İslâmî ilimleri Öğretiyordu. Seyyid
bu arada O'na, ledûn ilminde mürşidlik edip, eksikliklerini tamamlayıp insan-ı
kâmil yapmağa gayret gösteriyordu-. Mevlânâ, Seyyid'e tam olarak bağlanmış, sülük
devresini sabırla, riyâzetlc ve çilelerle tamamlamıştı. . Seyyid, Mevlânâ'daki
ilim ve kemâli görünce, Konya’dan Kayseri'ye gitmek için müsâade istedi. Mevlânâ
Hoca'sınm yanından ayrılmasına gönlü pek razı olmadıysa da, Hocâ’sınıfı
ısran üzerine, Mevlânâ, O'ndan ayrılma sebebini sordu. Seyyid, " buraya
kuvvetli bir arslan yöneldi; ben de bir arslanım; birbirimizle geçinemeyiz; onun
için gitmek istiyorum " dedi. Seyyid, kuvvetli arslandan, Şerhs-
Tebrizî'yî kasdetmiş, Konya'dan
Kayscri'ye hareket etmiştir. Seyyid Burhâneddin, daha önce Kayseri'de kalmış
olup, Kayseri'yi pek sevmiş, bu yüzden de ömrünün son yıllanm burada geçirmek
istemiştir. Seyyid, Dârii'l-Fetih denilen Kayseri’riin yakınında bulunan
Alidağı'nın zirvesine zaman zaman çıkarak, Allah'a ibâdet ve riyâzctte
bulunmuştur Halen üç tepeden teşekkül eden bu dağda, Erciyes
Dağı'na en yakın tepesinde, bir mescid kalıntısının temelleri bulunmaktadır.
O devirde Kayseri'de bulunan Anadolu Selçuklu
veziri (genel vâlisi) Sâhib Şemseddîn Îsfahânî (ölm. M. 1249), Seyyic'e büyük
saygı gösterip, müridi oldu.
Menâkıb'da
anlatıldığına göre, Sâhib Şemseddîn, maiyyeti ile beraber Seyyid' ziyârete gelir. Seyyid odasından çıkıp, toprak
üzerine oturarak, onlara nasihatta bulunur. Şeyh o kadar sır ve marifetlerden
bahseder ki, Sâhib kendinden geçer ve memnuniyetinin şükranesi olarak, fakirlere
sadakalar dağıtıp, ağlayarak, âh eder .
Seyyid,
Kayseri'de, Sultan Alâeddîn Keykubâd'ın hanımı Mâhperi Hatun tarafından
yaptırılan, Hunad Çâmi' bitişiğinde, hâlen
müze olarak kullanılan medresenin müderrisliğine ğetirilir. Burada bir çok
öğrenci yetiştirerek, halkın büyük sevgi ve takdirini kazanır. Yine O'nun
Kayseri'de Mükremin mahallesinde bulunan, yansı yıkılmış, sadece tonozlan
kalmış, Hakkırdaklı Câmi'inde imamlık yaptığı, halka namaz kıldınrken, cezbeye
girip namazda uzun müddet durduğu, bu yüzden de cemaatten affını istediği ve
kendilerine başka bir imam bulmalannı söylediği zaman, cemaatin, "biz
sizden râzıyız "diye, feryat ettikleri anlatılır. Böylece
halkın beğenisini kazanmış bir insan olduğu da anlaşılır. Şeyh'in adı geçen bu
câmi yanında bir de halvethânesinin bulunduğu söylenmekte ise de, ne derece
doğru olduğu tesbit edilemedi. Diğer taraftan Kayseri'de şimdiki Ziraat Bankası
doğusunda, bugün vakıf işhanı olan, Osmanlı vezirlerinden Bayram Paşa'ınn
yaptırmış olduğu büyük bir Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Bu Mevlevîhâne'nin
vakfiyesi olup, belki bu binanın yerinde, Seyyid Burhâneddin Hazretlerinin dergahı
vardı 23.
Seyyid'in
Cenâbı Hakk'a kavuşması da, O'nun kerâmeti olarak kaydedilir . O, hizmetçisinden
bir desti su ısıtmasını ister, bu su ile gusûl abdesti aldıktan sonra, ruhunu
Allah'a teslim eder. Kayseri'de "Su Solası" ile ölenin duyurulması adeti
O'ndan kalmıştır.
Eflâkî,
Menâkıb'ında, vefât ederken Seyyid'in, "İnşallah beni sabredicilerinden
bulursun " âyetini ve
"Ey dost beni kabul et ve canımı al. Beni mest edip, her iki dünyadan al
götür. Sensiz, gönlümde karâr tutan ne varsa, onu ateşe ver, beni ondan kurtar
" beyitini okuduğunu
kaydeder.
Sâhib
Şemseddîn Îsfahânî, Seyyid'in vefâtmdan sonra, bir çok sadaka dağıtıp, matem
törenleri düzenleyerek, üzerine hatimler okutur. Sâhib, üzerine türbe
yaptırmak isterse de, yapılan türbe bir kaç gün sonra yıkılır. Sâhib, Seyyid' rüyâsmda görür ve rüyâsmda, " Benim
üzerime bir bina yapmayınız " der. Seyyid'in mezân üzerine bugünki
türbe yapılmadan önce, Selçuklular ve Beylikler devrinde, mezân üzerinde türbe
olup olmadığı pek belli değildir. Şimdiki türbe 1892 yılında, Ankara vâlisi
Abidin Paşa'nın yardımıyla, Kayseri Mutasarrıfı Mehmet Nazım Paşa tarafindan
yaptınlmış ve kitâbesi de, Ali Emîrî Efendi tarafindan yazılmıştır.
Türbe,
ortası kubbeli, giriş kısmı hariç, üç tarafı kubbeye
bağlı
kısa tonuzlu; girişte, küçük kapı önü rcvâkı bulunan bir binadır. Bu türbenin
güneyine bitişik küçük bir kapı ile Beylikler devri emîrî, Emîr Erdoğmuş’un
(ölm. M. 1348) türbesine girilir, j Bu bina Selçuklu tarzında tek sivri tonozlu
. olup, içerisinde dörtl adet'taş sanduka vardır. Bu türbeye Tatarhâniler
türbesi de denilmektedir .
Seyyid Burhâneddîn türbesi girişinde şu
kitâbevafdır :
"
Fart-ı âdâb ile gir zâir- muhlis ki
budur
Meıkad-
muhterem- Hazret- Burhâneddîn
Çcşm-
ırfânına kuhl ister isen olmalısın
Çebhe
sây-ı kadem- Hazret- Burhâneddîn "
Emir
Erdoğmuş’un türbesinin giriş kapısı üzerinde şu kitâbe vardır:
"
Hâzâ meşhed el-Emîr Erdoğmuş
Fî
şuhûr-ı sene tis'a ve erba'în seb'a mic" "
M.
1343 yılında Taifte doğan, Kayseri'de M. 1414 tarihinde vefât eden Hz. Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in 29. torunü ünlü mutasavvıf Zeynel ’Âbidîriin
nâşı, 11 Halk Kütüphanesi yanında
bulunan türbesinden alınarak, 1950 senesinde, Seyyid Burhâneddîn'ih türbesi
içerisine nakledihniştir. Fakat eski türbe yeniden tefriş edilerek, nâŞı tekrar
1994 yılında asıl yerine konulup, ziyârete açılmıştır.
Yine
Seyyid’in türbesi içerisinde, girişin sol tarafında, Kayseri Mevlevî Şeyhi
Süleyman Turâbî (ölm. M. 1835) ile oğlü Ahmet Remzi (ölm. M. 1865) Efendilerin
mezarları bulunmaktadır.
Seyyid'in
vefât tarihi tam bilinemediğinden, bu hususta çeşitli « görüşler ileri
sürülmüştür. Diğer taraftanda Seyyid'in Konya'dan ' ' ayrıldıktan sonra, Kayseri'de
kaç yıl yaşadığı da, kesin olarak bilinmemektedir.
Kayseri'de türbesinde bulunan bir kitâbede
geçen "sânî" sözünün belirttiği H. 561/M. 1166 tarihinde doğduğu, son
mısranın tutarı olan H. 638/M. 1240 tarihinde vefât ettiği kaydedilir. Fakat bu
kitâbede, kitâbeyi yazan, Muhyiddîn ’Arabiyi birinci derecede gösterip, Seyyid'
ikinci derecede göstermesi, tarikat
edebine uymamaktadır. Zira tarikatta usûl, müridin şeyhini herkesten üstün
görmesi gerekir. Diğer
taraftan ne Sultanü'l-Ulemâ, ne de S. Burhâneddînin eserlerinde'Arabî'nin adını
anmamışlardır. .
Seyyid'in
vefâtma dâir" mukîm- belde- Kayseri " terkibi düşürülmüştür. Bu
terkip hemze ile okunursa H. 642/M. 1244, hemzesiz okunursa H. 641/M1243
tarihlerini göstermektedir
Eflâkî'nin
Menâkıbı'nda geçen Seyyid'in H. 642/M. 1244 tarihinde Kayseri'de yağma yapan
Moğol askeri ile karşılaşması olayı
ile irtibat kurularak, bu tarihte sağ olduğu, buna göre de, belirtilen
tarihten sonra ölmesi gerekir. Diğer taraftanda Kayseri'de
!
Kızıl Köşk'te H. 644/M. 1246 tarihinde düzenlenen hisarcık Suyu Vakfiye'sinde. şâhit
olarak, Seyyid ve Mevlânâ'nın imzalarının bulunması sebebiyle bu tarihten sonra
vefât ettiği görüşüne varılmıştır.
Fakat bu Vakfiye, asil Vakfiye olmayıp, aslından
kopya edilmiş, sonradan buna tarih ve Mevlânâ ile Seyyid'in isimleri ilâve
Türkçesi:
"Tirmizli Seyyid, din Muhakkiki':
yâkin yolunda dinin Burhanıdır. Zira, O, Muhyedden- Arabi'ye ikinci olduğundan doğum yılını da
bilki sânî'dir. O yüce erin irtihâl yılının tarihi de "Kaddesallâhu
sırrahüs-Sâmî oldu". ’
edilmiş
ihtimâlini taşımaktadır .
Diğer bir ölüm tarihi de, îbtidânâme ve
Menâkıb'da geçen bilgiye göre tesbit edilmektedir. Seyyid, Mevlânâ'nın!
babası Sultanü'l-Ulemâ'nın ölümünden (H. 628/M. 1231) bir yıl sonra Konya'ya
geldiği ve Mevlânâ ile dokuz yıl kaldığı müddetin hesabından hareket edilerek,
M. 1240-1241 tarihi tesbit edilmektedir. Bu yukarıda belirttiğimiz tarihe göre
Seyyid'in Kayseri'ye. gelince hemen vefât etmesi gerekir. Yoksa Seyyid'in
Kayseri'de yaşadığı müddeti tesbit edip, belirtilen tarih üzerine bu süreyi
ilâve etmeden kesin ölüm tarihini hesaplamak mümkin olmamaktadır. Zira yukarıda
belirttiğimiz gibi Seyyid Konya'dan ayrılınca, Kayseri'de ne kadar yaşadığı da
pek belli değildir. ;
Seyyid'in ölüm tarihi üzerinde araştırma
yapan Mevlevi Ahmet Remzi "Akyürek" Dede'nin yukarıda belirtilen
kaynaklan görmediği düşünülemez. O bile bu konuda:
"
Hazretin rıhlet- târihini tâyin idemem ;
Görmedim
doğrusunu, doğru değildir netlisem isterim kalmasın ammâ bu Hakikat mübhem
Eylerim
ehl- tevârihten ümmîd- kerem " diyerek, ölüm tarihini tesbit
edemediğini ve târihçilerden bu konuyu açıklamasını istemiştir.
Seyyid
Burhâneddîn, Sultanü'l-Ulemâ Bahâeddîn Veled'e intisap ettikten sonra, bütün ömrü,
mücâhede, riyâzet ve müşâhede ile geçmiştir. Gençliğinde Bahâeddîn Veled'in
manevî eğitim altında kırk gün hizmet ettiğinden dolayı velîlik ve keşif
sıralanna vakıf olmuştur . O, daima tevhidden bahsetmiş, marifetin
sim olan Hakikatlan açıklamaya çalışarak, dünya gösterişine aldanmamayı tavsiye
etmiştir. Bir çok Hakikatlan ve sırlan güzel ifâde edip, açıklandığından
dolayı devrinde tenkide uğramıştır: Zamanın şeyhlerinden bîri, "Seyyid, gerçeklere
dâir sözleri güzel söylüyor; sebep de şeyhlerin kitaplannı, söz ve sırlarını
okumuş olmasıdır " deyince, sözüne karşılık olarak başka biri de: "Sen
de okuyorsun, nasıl oluyor da öyle söz söylemiyorsun "der. O zaman
orada bulunanlar O'nda, "dert, mücâhede ve amel vardır . " İşte bu yüzden gerçekleri daha
iyi ifâde ettiğini belirtmişlerdir.
Yirie
Seyyid Burhâneddîn, "Güzel söz söylüyor ama sözlerine Senâ'î'nin (ölm. H. 525/M.
1131) şiirinden alıntılar yapıyor " dediler. Bu sözden Seyyid haberdar
olunca, şöyle dedi: "Bu, şu söze benzer; güneş güzel ama ışık veriyor, bunda
bir ayıp yoktur. Çünkü Senâ'î'nin sözünü nakletmek, o sözü göstermek, belirtmektir.
Zira her şeyi güneş gösterir . "
Seyyid
burada, Senâ'î'nin sözünü güneşe benzetip, bu ışıktan da herkesin faydalanması
gerektiğini belirtip, diğer taraftan da Senâ'î'nin şiirlerinin değerinin
yüceliğini belirtmek istemiştir.
Seyyid'in
pek çezbeli ve hararetli bir insan olduğu anlatılır:
Bu
konuda birçok menkıbeler nakledilir: Namaz kıldırırken saatlerce namazda duruı
; tecellî nurlarının çokluğundan sahra ve ormanlarda başı açık ve ayaklan
çıplak kararsız yıllarca dolaşır 42; bir gecede seksen defa yüce
Allah kendisine tecellî ettiğinden dolayı feryat ve figan edip, münâcaatlabulunur43.
Hemde Seyyid'e, varlığın Hakikati açik olup, delil aramadan eşyanın Hakikatim
görüp, bildiğinden dolayı da" Muhakkiki" lâkabı verilmiştir.
Seyyid, fazla derecede cezbeli bir insandır.
:
Seyyid,
Hocası Sultanü'l-Ulemâ'nın anlattığı İlâhî bilgileri dinlemekten
o derece hararetlenildi ki, iki ayağım mângâl içirideki ateşe sokar ve
elleriyle de ateş korlarını söndürür. Hocası Bahâ Veled : " Seyyid' meclisten dışan atın da, huzurumuz bozulmasın
"diye, O'na bağırır, o zaman Seyyid, kendine gelip, susardı44.
Yine
Seyyid'e birgün cezbe gelmiş koşarak gidiyordu, bir adam O'na:"Ey dervişi
cübbenin kenarını düzelt"dedi. O, dâ . -"Benim umurumda değil, sen
kendi ağzını düzelt" dedi. O zaman Şeyyid'le alay eden bu adamın ağzı
çarpıldı. Adam p anda feryâdederek, başını Seyyid’in ayağına koydu, o anda
adamın ağzı düzeldi45. Bu kıssa ile Seyyid, kişinin önce kendisine
bakıp, kendisini düzeltmesi gerektiği ve Allah’ın velileri ile eğlence
edilmeyeceği mesajını da vermektedir.
O,
seyr ve sülükte mertebe almış bir insandır. Birgün bir topluluk Seyyid'den, "Tanrı
yolunun sonu var mı? Yok mu?" diye, sonlu. O da: "Yolun sonu var amma
menzilin sonu yoktur" deyip, bu konuyu da şöyle açıkladı46. "Çünkü
bu yolda yolculuk (seyr) iki nev'idir: Biri Tanrı'ya doğru yolculuk, diğeri de
Tanrı'da yolculuktur; " Tanrı'ya doğru yolculuğun sonu olduğunu, bunu
insanın, kendi varlığından, benliğinden ve isteklerinden vazgeçmekle elde
ettiğini belirtip, Tanrı'da yolculuğun ise sonu yoktur. Tanrı'ya ulaştıktan
sonraki yolculuk, O'nun ilim ve marifeti içinde olmaktadır ve bunun da sonu
yoktur. Zira; Allah’ın ilim ve marifetini sınırlamak mümkün olmadığı gibi, Tanrı'da
yolculuğu da sınırlamak mümkün değildir.
Sipehsâlâr,
Risâle'sinde, O’nun velîlik dâiresinde kemâl mertebesine ulaşmış ve "
yalnız Allah'ın velîlerine korku ve hüzün yoktur " topluluğu içinde sabit, ve
dünyadakilere doğru yolu göstermiş " olduğunu belirtir. O, büyük
cihat olan nefis savaşını kazanmış, manevî sahada üstün makamlar katetmiş
ve manevî âlemler sultanı olmuştur.
Son
derece mütevâzi olan Seyyid, yeri geldiği zaman kendisi de ululuk
göstermektedir: Selçuklu genel valisi Sahib Şemseddîn, Bağdat şeyhlerinin
oğullanndan bir ulu kişi, bir padişah, ziyarete' geldiğini Seyyid'e
belirtmesi üzere, O'na: "Sus" diye bağırdı ve " ben padişah,
o padişah, bu nasıl olur? Benden başka bir padişah varsa getir de boynunu
vurayım " dedi. Sonra bu ulu Padişah, fakir, aciz bir kul olduğunu belirtip,
baş koyup, el öpüp, yüz sürdü . Şunu akıldan çıkarmamalıdır ki, Allah'ın
velî kullan her şeyin üstünde olup, onlar insanlara karşı büyüklük gösterseler
bile, onların bu büyüklük göstermeleri de sırf Allah içindir. Onlar kendilerini
üstün gördükleri zaman bu ululuğu, Tanrı ululuğu sayarlar, bu da kulun kibri
değil, Tanrı'nın kibriyâsıdır.
Seyyid
hâl ehli olup, gizli sırlara vakıf bir insandır : Seyyid, Alâeddîn Keykubâd'a
(M. 1227) elçi olarak gelen, Şeyh Şihâbeddîn Suhreverdî ile buluştuktan zaman, aralannda
bir kelime bile konuşma geçmez; bunun sebebini Suhreverdî'ye sorduklan vakit,
Şeyh:"Hâl ehli yanında, kâl (söz) dili değil , hâl dili gerekir"
dedi. O zaman Sahib Şemseddîn, Suhreverdî'ye, Seyyid' nasıl bulduğunu sorduğunda, O da: "O üzeri
örtülü ilâhı bilgiler ve gerçekler denizidir " dedi.
Seyyid
Burhâneddîn' taramak, bilmek için O'nun
hâli ile hâllenmek gerekir. Seyyid'e birisi, "senin Övgünü filandan
duydum",
deyince,
Seyyid, "bir göreyim, bakayım, beni tanıyacak; övecek bir derecede mi?
Beni sözle tanıdıysa tanımamış demektir. Fakat zatımla tanıdıysa o Vakit beni
övebilir51" dedi. Seyyid burada Söz ye kelimeler kalmaz, bunlar
geçici olup ancak benî ruhumla ve zatımla tanıdıysa tarayabilir ve övebilir
demek ister.
O, iç temizliğine son derece önem verir
:Sahib Şenıseddîn, Seyyid'e " elbisesinin kirli olduğunu ve yıkanması
gerektiğini " söylediği zaman O, " ruhu yıkamanın çamaşır yıkamaktan
daha iyi olduğunu52" belirtir.
Diğer taraftanda dünya süs ve gösterişine
aldanmamayı, dev rinin Vezirine hatırlatmış olmaktadır. Hattâ Sahib, dünya süs
ve gösterişine keıidini fazlaca kaptırdığından dolayı, daha sonra idâm (M. 1249)
edilmiştir53.
Seyyid, içi dışına uymayan, yaltaklanan, riyâkar
insanları pek sevmez ve onları iyi karşılamaz : Seyyid, bir gün hamama gitmişti;
hamamda ihtiyar bir adam, Seyyid' oğup, yıkayarak
hizmette bulundu ve bu hizmet O'nun pek hoşuna gitti. Bu hizmette bulunan
kimseye, fazlaca ücret vermek düşüncesi akimdan geçmişti. Biraz sonra bu adamın,
başka kimseye de, ayni hizmeti yaptığım görünce, Seyyid:" Bu herif bir
hamam lifi ve lağım süpürgesi imiş" dedi ve eline bir diıhem verip, hamamdan
çıktı54.
Mevlânâ,
Hocası'ran yüce Vasıflarını şöyle açıklar:
"Piş,
ol da bozulmadan, değişmeden kurtul. Yürü Burhâneddîn- Muhakkiki-gibi nuro. Kişi kendinden kurtuldu
mu, tamamiyle Burhân (delil) olur. Kul varlığından geçip, yok oldu mu, sultan
olur.
Mevlânâ,
Seyyid’in mücâhede ve riyâzetle, nefsinin isteklerini yenmiş, varlığından ve
benliğinden kurtularak, kemâle ermiş, yani nur olup, böylece varlığı âleme
delil olmuş, manevî âlemler sultanı olduğunu açıklamak istemiştir. Kul bu
mertebeye ulaşınca, vücûdu vahdet nuruna gark olup, fenâfillah (Allah'da yok
olmak) derecesine yükselerek, kul sultan olup, hilâfeti ilâhiyye mertebesine
ulaşır.
O’nun
herkesin gönlünden geçenleri ve geleceğe âit olayları bildiğine dâir keşf ve
kerametleri baklanda bazı rivayetler vardır:
Seyyid’in
Biyabanek şehrinde bulunan bir şeyhin, hamam yolunda, Ramazan ayının onuncu
günü, dinsizler tarafından öldürüleceğine dâir haber vermesi , Hocası'nın
öldüğü günü (H. 628Rebiü'l-âhir 18) Tirmiz'de halka vaaz esnasında bildirmesi
?, Şems- Tebrîzî'nin Konya'ya
geleceğini önceden haber vermesi , öleceği vakti bilip, suyunu
ısıttırıp, selâ verdirmesi , gibi O'nun keşf ve kerametleri baklanda
birçok rivâyetler vardın
Burhârieddîn,
olgun ahlaka sahip, seyr ve sülük makamlarında yüksek derecelere ulaşmış, kâmil
bir âlimdi. Dâima kendinden evvel gelen bilginlerin eserlerini okur ve
incelerdi. Halkı doğru yola ulaştırmak için onlara nasihatlar vererek ve ahlâk
ve davranışlanyle örnek olurdu. Mevlânâ'nın belirttiği gibi nur olmuş, dünyanın
süs ve alâyişine önem vermemiş, İlâhî tecellî nurlariyle mest olmuştu .
Birgün Seyyid’in müridi olan bir hanım, "gençliğinde riyâzet ve nefis
savaşı ile fazla meşgul olduğunu belirtip, ihtiyarlayınca bu riyâzeti
bıraktığını" sorunca, O da, " ağır yük çeken develer gibi, sayısız
duraklar ve konaklar aşarak bu mertebeye ulaştığını " açıklar.
O'nun
bu açıklamasından maksadı, ömrünü riyâzet, ibâdet ve nefisle savaşla
geçirdikten sonra, Tanrı'nın cemâline ulaşmış olduğundan, kılavuza ihtiyaç
duymadığını anlatmak istemiştir. Diğer taraftan Allah'a kavuşacağı vuslat
zamanının geldiğini haber verip, kendisini de besiye çekilmiş, kurbanlık
hayvana benzetir.
Diğer taraftan Mevlânâ, Hocası
Seyyid Burhâneddîn’in riyâzete son derece önem verdiğini, on, onbeş günde bir
yemek yediğini anlatır. Hattâ Seyyid, nefsi açlıktan dolayı kendini
sıkıştırdığı zarnan kelleci dükkanına gider, yalağa dökülen baş suyunu içmek
üzere durur ve nefsine hitâben:". . Ey kör nefis, ben bundan fazlasını
bulamam62 " derdi ve Mevlânâ'nın şu şiirini okurdu: "
Yazık! Gerçekten arpa ekmeği sana haramdır. Nefsinin önüne kepek ekmeği koy ve
onu bırak hüngür hüngür ağlasın. Sen ondan can alıcı borcunu al
Sultan Veled, O'nun yüce vasıflarından
îbtidânâme'sinde şöyle bahseder:" O, yıldızlar arasında aya benzeyen ve
kimsenin söylemediği nükteleri bilir; Anadolu ülkesinde eşi -benzeri yok; Allah'ın
velilerinin özü; herkes O'na kul köle ve herkes O'nu, kendi değerince bilir64-"
Sultan
Veled, bu beyitleriyle O'nun üstün vasıflarını açıklıyor. Bilhassa O'nun, gizli
sırlan bildiğini ve herkesin O'nu kendi kabiliyet ve bilgisine göre
değerlendireceğini ifade ediyor.
3-ESERLERÎ
Seyyid
Burhâneddîn'den bize kalan en önemli eseri Ma'ârifî’dir. Ma’ârif nevinde
yazılan eserler, büyük sûfflerin ve din âlimlerinin takrir, vaaz ve
sohbetlerinin derlenmesinden meydana gelmiş eserlerdir. Bu nevi eserlere
Makâlât adı da verilmiştir. Ahmed Eflâkî, Menâkıbü'l-Ârifîn adlı eserinde
kaydettiğine göre Sâhib- Îsfahânî, Seyyid
Burhâneddîn' ziyârete geldiği zaman
"Ma'ârif ve esrar " saçtığını ve yine Seyyid'in, Sultanü'l>
Ulemâ'nın Ma''ârifî'ni dinlerken kendisinden geçtiğini kaydeder . Bu
sohbet ve nâsihatlara "meclis" de deniliyordu. îşte bu sebepten
Mevlânâ'nın yedi meclisini içeren eserine, " Mecâlis- Seb'a " adı verilmiştir.
Yine
Ma'ârif tarzında yazılan, Mevlânâ’nın sohbetlerini içeren diğer
bir eseri de, " Fîhi Mâ Fîh" dir. Bu esere Fîhi Mâ Fîh adı verilmemiş
olsa idi, herhalde Ma’ârif adı verilirdi. Çünkü Ma'ârif tarzında yazılmış bir
eser özelliğini taşımaktadır. Mevlânâ'nın bu eseri tetkik edildiği zaman
görülür ki, bu eser bir başlangıçla, kısalı uzunlu altmış bir bölümden teşekkül
etmiş olup, Mevlânâ bu bölümlerin bir kısmında bazı sorulara cevaplar verir ve
dînî ve tasavvuf! bir çok konularda açıklamalarda bulunur. Bu arada sohbet
ettiği kimseler arasında Selçuklu Veziri Mu'iniddîn Pervâne'de vardır.
Bazıları,
"Mu'iniddîn Pervâne geldiği zaman, Mevlânâ büyük ve mühim sözler söylüyor
"dediler. Mevlânâ, "(Pervâne gelince) söz kesilmiyor, çünkü o söz
ehlidir ve dâima sözü çeker "diyerek, kendisini eleştirenlere de
cevap vermiş olmaktadır.
Mevlânâ'nın
bu sohbetleri daha sonra dostlan ve müridleri tarafından toplanıp, kitap
haline getirilmiş, belki bu toplanan metinler Mevlânâ'ya gösterilip, tashih
edilmiş de olabilir. Bu nevi eser verme geleneği, eskiden beri pek yaygın olup,
sûfîler ve âlimler arasında asırlar boyu devam etmiştir. Hattâ bu
sebepten" Ma'ârif " sözü tasavvuf! konulara ve irfana âit sözlere ve
sohbetlere ad olmuştur.
Bu nevide yazılmış, sohbet, takrir ve
nasihatlann toplanmasından meydana gelen, Mevlevî kaynaklı eserlere bakılıp, tetkik
edildiği zaman görülür ki, bu eserlerdeki konular birbirini izah ve şerh eden
bir bütün teşkil edip, birbirine yakın ve benzer konuları ihtiva etmektedir.
Bu
tarz sohbetlerin toplanmasından meydana gelen, Mİevlevî kaynaklı ilk eser, Mevlâriâ'nın
babası Sultanü'l-Ulemâ'nın Ma'ârifî'dir. Bu eser Mevlevîler arasında çok şöhret
bulmuş, muhteva bakımından tasavvuf! bir eser olup, hem de Mevlânâ üzerinde
derin izler bırakıp, dâimâ okuyup elinden bırakmamıştır. O'nun akşamdan şafak
sökünceye kadar ayakta durarak, babasının Ma'ârifi'ni mütalâa ettiği kaydedilir6
* * . Sipehsalar, Risâle'sinde Seyyid Burhâneddîn'in Mevlânâ ile dokuz
yıl süren sohbetleri esnasında, belki bu eseri bin defa (çokluktan kinâye olsa
gerek) O’na tekrar ettiğini de belirtir. Fakat O, Şems- Tebrîzî'le buluştuktan sonra bu eseri
mütalâayı terkeder .
Bahâeddîn
Veled'in bu eseri daha kendisi hayatta iken büyüle değer kazanıp, ilgiyle takip
edilmiş, gerek müridleri, gerekse yakınlan ve dostlan tarafindan okunmuştur. (Bu
eserin izlerini Mesnevtde ve fikrî tesirlerini kendisinden sonra gelen
şahıslann eserlerinde de tespit etmek mümkündür . Mevlânâ, babasının
vefâtından sonra O'nun sözlerini ve fikirlerini kendi meclislerinde tekrarlayıp;
açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar Mevlânâ'nın babasının fikirlerine
ne derece bağlı olduğunu da göstermektedir. Mevlâhâ'dan sonra da Ma'ârif, Mevlevîler
arasında önemini korumuş ve okunmuştur. Konya ve İstanbul kütüphanelerinde
yirmiden fazla yazma nüshalarının bulunması da bu hususu teyid etmektedir .
Yine
Mevlânâ'nın mürşidi Şems' Tebrîzî'nin
(ölm. H. 654/ M. 1247) Makâlâtı da O'nun bazı meclislerdeki sohbetleri, Mevlânâ
ile konuşmaları ve aralarında geçen bahisler ve müridleri ve inkarcılar
tarafından geçen soru ve cevapların derlenmesinden meydana gelmiş bir eserdir. Eserdeki
cümle ve paragrafların kesik ve dağınık olması, eseri kendisinin kaleme
almadığını gösterip, müridlerinin kaleme alma ihtimâlini kuvvetlendirmektedir.
Makâlât ile Mesnevî arasında da kuvvetli bir bağlantı vardır, zira Mevlânâ, Mesnevî'de
geçen birçok fıkra, hikâye ve nükteleri O'nun Makâlâtı'ndan almıştır. Ahmed
Eflâkî de, Şems- Tebrîzî'nin
Makâlâtı'ndan on fasıl Menâkıbı'nda nakil yapmıştır .
Bu
sahada yazılmış Mevlevî kaynaklı eserlere kısaca değindikten sonra, Seyyid
Burhâneddîn’in Ma'ârifl de, eşleri arasında üslûp ve fikirleri bakımından büyük
öneme sahip eserlerden sayılmaktadır.
Seyyid'in
Ma'ârifi'nde geçen konu ve fikirlerinin bazılarını Hocası Sultanü'l-Ulemâ'hın
(ölm. H. 628/M. 1231) Ma'ârifi'nde, Şems- Tebrîzî’nin Makâlâtı’nda, Mevlânâ'nın Fîhi Mâ
Fîhi'nde ve Sultan Veled'in (ölm. H. 712 /M. 1312) Ma'ârif ve tbtidânâmesi'nde
aynen veya farklı bir şekilde bulmak mümkündür. Meselâ, bütün bu kaynaklarda Hakkîm
Senâî medhedildiği halde, Fahreddîn
Râzî, eleştirilip, kmanır . Sultan Veled, Seyyid Burhâneddîn’in
Senâî'ye (H. 525/ M. 1131) aşın derecede düşkün olduğunu ve O'nun "O, sırlan
nazımla söyledi, ben nesirle söyledim " dediğini nakleder.
Seyyid
Burhâneddîrîin Ma’ârifi'ndeki bahislerin bazılannı Mesnevî'de de, tesbit etmek
mümkündür. Savaşta Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhnin yüzüne bir
müşrikin tükürmesi , Hz. İsa'dan (aleyhisselâm ) "en çetin şey
nedir?" Sorusuna; O'nun, "öfke" diye cevap vermesi78,
ene (ben) sözünün, Firavun'un ağzında bir yalan, Huseyn b. MansÛr'up ağzında
bir nur oluşu79 ve yine Filıi Mâ Fîh’de geçen Seyyid'ejbiri-j sinin
" senin ıriedhini filandan duydum " demesi, Seyyid’in def dur bakayım
o, beni tanıyacak, övecek bir derecede mi? " demesi0, bu olay
biraz farklı şekilde, Sipehsâlâr'ın Risâlesi'nde81 nakledilir.
Seyyid’in mücâhedeye verdiği önemi bütün
diğer kaynalIardai bulmak mümkündür. Seyyid’in Ma'ârifi'nde geçen birçok
bahisler, Şems- Tebrîzî'nin Makâlâtı'nda,
Mesnevî'de, Fîhi Mâ Hh de fe ilk Mevlevi kaynaklarda bulunabilir82.
Seyyid Burhâneddîn, Ma'ârifi'nde, konu
bakımından, ibâdetlerin sırlarını, nefsin ıslâhını, Allah ve Peygamber
sevgisini, tarikat ulularını, sulûkun inceliklerini anlatmıştır. Anlattığı
konulara uygun âyet ve hadisler getirerek, bu huluslarda te'vil ve yorumlar
yapmıştır. Geçmiş velîlerin ve Hoca'sının sözlerinden nakiller yaparak, konulara
uygun şiirler de getirmiştir. Getirdiği bu şiirlerin çoğu Hakkîm Senâî, Nizâm-ı
Gencevî ve Şirvânlı Hâkânî'nindir. Bu şâirlerin, şiirlerini seçmesi, onlara
olan bağlılık ve sevgisini de göstermektedir. Bazi konularda açıklamalarda
bulunurken Ebû Abdurrahman el-Sülemî’nin " El-Hakkâyık " adlı
tefsirinden faydalandığı anlaşılmaktadır
O,
Ma'ârifi'ne :" Yüce Allah buyurur ki: Beni maliyle anan kişiyi ben de
malımla (nimetlerimi ihsan ederek) ananm84" hâdis- kudsîsiyle başlar; şu metinle de son
bulur:" İnsanlar üç bölünidür: Cehennem ehli, cennet ehli, a'râf ehli. Ali
ah doğruyu daha dâ iyi bilir.
’
Ma'ârif, üslûp bakımından kısa ve veciz cümleleri ihtiva etmektedir. Seyyid, fikirlerini
açıklarken geniş sözler, uzun cümleler değil, kısa ve özlü cümleler kulladır. Bu
üslûp kısa cümle kullanma j tarzına örnek gösterilmektedir. O'nun ifâdeleri, mutasavvıfların
"işâretler" denilen söz ve hareketlerine uygun düşmektedir.
Eser, Mevlânâ'nın Fîhi Mâ Fîhi'nde ve
Sultan Veled'in Maârifi'nde î olduğu gibi kısa ve uzun fasıllara ayrılmış
değildir. Fakat kısa cümleler birbirleriyle bağlantılı olup, güzel ve gönül
alıcı, cümleler yapı bakımından sağlam ve tesirlidir. Cümleler kısa ve özlü olduğundan
cümleler üzerinde derin düşünmek ve diğer dinî ve tasavvufî bilgilerle
bağlantı kurmak da gerekin Bazen geniş anlatılması gereken ifâdeler, veciz bir
cümle içerisine sıkıştırılmıştır. Bu bakımdan bazı cümle ve tabirler yorum ve
açıklamaya ihtiyâç gösterir.
Eserin
farsça açıklamalı, tahkik ve tashih edilmiş basımı, Bedî' el-Zaman Furûzânfer
tarafından yapılmıştır. Abdülbâkî Gölpınarlı tarafindan da, Türkçe'ye tercüme
edilmiştir. Gölpinarh'nın tercümesine esas aldığı nüsha, Mevlânâ'ya mensup olan
Argûn b. Aydemür b. Abdullah tarafindan H. 687 tarihinde kaleme alınmıştır. Bu
nüsha Mevlânâ Müzesi Kütüphanesinde, 2118 nolu mecmuanın içerisinde
bulunmaktadır.
Seyyid'in Ma’ârif adlı eserinin bulunduğu
mecmuanın soi nunda Muhammed ve Fetih Sûreleri'nin tefsirleri bulunmaktadır. Bu
î iki sûrenin tefsiri de yine
Furûzânfer tarafindan Ma'ârif le beraber ! bastırılıp, bu eserin sonuna ilâve
edilmiştir. Furûzânfer bu baskının ; önsözünde, bu sûrelerin tefsirlerinin
üslûblannı, Ma'ârifin üslûbuna benzediğini belirtir. Bu iki sûrenin
âyetlerinin temamı tefsir edilmiş değil, on bir âyet Muhammed Sûresi'nden, sekiz
âyet de Fetih Sûresi'nden tefsir edilmiştir. İki sûreden de tefsîr edilen âyetlerin
tamamı bile tefsîr edilmiş değildir.
Diğer
taraftan Seyyid'in Kahire Hidîviye Kütüphanesi'nde : Farsça yazılmış bir
tefsîri bulunduğu söylenilmekte ise de, adı geçen kütüphânede yapılan araştırma sonucu, böyle
bir eserin olmadığı an? laşılmışhr86.
SEYYİD
BURHÂNEDDİN'İN FİKİR VE DÜŞÜNCELERİ
.
îman lügatta, bir şeye içten ve kalben inanmak, mutlak tasdiktin Verilen bir
haberi, bir hükmü tasdik etmek, doğruluğunu kabul ederek, haber verenin doğru
söylediğine inanmaktır.
îstilahta
ise iman; Resulullah'ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem. ) bildirdiği şeyleri
kesin surette kalben tasdik etmektir. Resulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
tebligatının hepsini İlâhî vahye uygun
yapmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de bu husûsta Cenâbı Hakk: "O (Hz. Muhammed), hevadan
(kendi arzusuna göre) söylemiyor. O Kur'ân ancak vahyolunan bir vahiydir "buyurmuştur.
Ebû
Mansûr Mâtürîdî, " îman, dil ile ikrâr (söylemek) kalb ile tasdiktir
"demiştir, imâmı Şâfiî de, ikrâr ve tasdike ilâveten", iyi iş işlemek
diyerek", ameli imana dahil etmiştir. Ebû Mansûr Mâtürîdî, diğer bir
tarifinde de, "îmân, Allah'ı Allâh'lığı ile bilmektir, bunun yeri de
kalbtir. Bu ise göğsün içindedir. Marifet, Allah'ı sıfatlarıyla bilmektir, bunun
yeri de gönüldür, bu da kalbin içindedir " demiştir.
îman'da
asıl olan kalb ile tasdikten sonra, ikrâr ve şâhadettir. Bir hadiste de:"
Allah'a iman, dil ile ikrâr kalb ile tasdik ve erkânı ile ameldir" buyrulmuştur.
Seyyid
Burhâneddin, imanın tarifini yukarıda belirtilen tariflerden faiklı bir
şekilde yapmıştır. O'na göre iman iki kısımdır:" Allah'ın emrini yüceltmek
(ta'zîm), Allah'ın yarattıklarını esirgemek (şefkat). "Diğer bir taksimde
de, "İman iki kırımdır; yansı sabretmek, yansı şükretmek "
demiştir. "Bu toplulukta da o yandan Hakkı yüceltmek, bu yandan da halkı
esirgemek vardır . " .
Seyyid, imanın mücâhede ve ıhlâsla derece
kazanarak, yükseleceğini de belirtir:" îman ışığının lambası ,
mü'ıninin, sırçaya benzeyen bedenindedir. Arifin bedeni mücâhede ile sırçaya
döner; iman ışığı (nuru), oradan dışarı vurur, parlar. Şüphesiz ârifin bedeni
incelir. . . bir ışıktır ki, insanın özüne koymuşlardır; o ışık, ancak
inücahede ile görünür. Nitekim cevizin kabuğu ne kadar incelirse içi; o kadar
dolar ".
îman,
ancak amel sayesinde takviye edilip, kuvvetj bulur. Mü'ınin imanını takviye
etmek için de, dini emirlere sıkı sarılıp, uygulaması gerekir. Bu sahada da
başarı göstermek ancak nefis ile mücahede etmekle mümkün olur. İslâm'da bu
savaş iki kışıma ayrılmıştır. Biri din ve hürriyeti için düşmanla savaşmak, diğeri
de insanın kendi nefsi ile savaşmasıdır. Nefsi ile savaş, düşmanla savaştan
daha güç kabul edilmiştir. Peygamberimiz de, "Savaşın en üstünü, insanın
nefsi ile ve nefsinin isteği ile savaşmasıdır " buyurmuştur.
Bu
yüzden Islâm'da nefis savaşını kazanan insan, eh büyük dereceyi elde etmektedir.
Islâm da gerçek birmü'ıninin kulluk görevlerini yerine getirmesi esastır. Scyyid'e
göre, amel imanın kemalinin bir cüz'ü, bir parçasıdır. Amelsiz iman, tam ve
mükemmel bir iman değildir. Nitekim itikad imamlarımızdan Ebû' Haşan el-Eş'âri (ölm. 324/936) de ameli, imanın
kemalinden bir cüz olarak kabul etmiştir.
O,
bedenin arzu ve isteklerini yok ederek, manevi sahada ilerlemeyi tavsiye eder:
"Beden
yok olur ve ölür gider; ruh yok olmaz, ölmez. Bu dünyada akıl ve iman esastır,
bedenin ölmesi, ruhun doğmasıdır "
Allah
mü'ıninler Hakkında, "Onlar öyle kişilerdir ki inanırlar ve iyi işler
yaparlar " buyurur. Seyyid bu âyetin izahında, "îmanı can
gibi bil, canın bedende kalması için zehirden sakınmak şarttır. Allah, hayvanlara,
kendilerine zarar verecek şeye rağbet etmemek duygusunu vermiştir. Çünkü
onlarda sakınacak akıl yoktur, insanlara ise kendilerine zarar veren, ziyana
sokan şehveti vermiştir. İman çoğalmaz dâ, azalmaz da. Nitekim can da çoğalıp,
azalmaz; insan da bazı kere diri, bazı kere ölü olmaz. Fakat insan bazı kere
hasta, bazı kere sıhhatlidir. îman da kullukla beraber oldu mu, sağ ve
sıhhatlidir, kullukla beraber olmayan iman hastadır. Sıhhatli olmayan hastaysa
daima ölüme daha yakındır . "
İnsanın
bir takım günah ve kötü işlerden aklı ile sakınması gerekir. Zira ona
kötülüklerden ve zararlardan sakınma kabiliyeti verilmiştir. Nefis ve şehvet
duygulan insanda varsa da insan aklı ve Peygamberlerin emirleri ve nehiyleri
doğrultusunda hareket ettiği zaman, kendisini birçok tehlikelerden koruyabilir.
Kul, imanı ile beraber kulluk görevlerini yerine getirmek suretiyle diri
kalarak. , imanını koruyacağını, yoksa hasta ve eksik olacağını açıklar. Nasıl
ki sıhhatli olmayân hasta insan, ölümle yüzyüzeyse, amelle takviye edilmeyen
iman da, daima tehlikelerle karşı karşıyadır. İşte bu yüzden amelin değeri pbk
büyüktür.
.
İman, çoğalmaz da ve azalmaz da fikri, kelâm bilgisine ait bir bahistir. İmankalb
yolu ile gerçekleştiği düşüncesinde olanlara göre, iman ne çoğalır ne azalır. Ancak
kul işlediği günahları helâl saymadığı müddetçe, imandan çıkmaz. Günâh işlemek
ve Allah'ın emirlerini yapmamak, imam tehlikeye sürükleyip, imanın kemale
erişmesine mani olur.
Seyyid,
imanı bir şehir olarak kabul ederek, müslüman bazı dinî kaidelere ve bazı
şartlara uyması gerekir; "Değil mi ki iman bir şehirdir; çok dikkatli
olmak gerek ki, seni imanla alıp götürsünler, îman şehrinde kâfirlik etmek, suç
işlemek edepsizliğin ta kendisidir, ayıptır . "
Bir
müslüman, İslama girmekle imanın esaslarını kabul etmiştir. Bu esasları hayatı
boyunca uygulayarak, nefsini İslah ederek,
kulluk
görevlerini yerine getirerek, ölürken imanla gitmesi (şarttır, îman şehrine
girmiş bir müslümanın, bu şehrin şartlarına uyması, kafirler gibi hareket
etmemesi ve günah işlememesi gerekir. Şyi hadis bu önemi açık olarak
gösterir:" îmanın yetmiş küsur şubesi (vardır. Bunun en faziletlisi, lâ
ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) sözü, en aşağısı da, yoldan eziyet
veren bir engeli kaldırmaktır . "
Görülüyor ki hadiste müslümanın yolda
eziyet veren biir engeli kaldırması, yani iyi bir iş yapması bile imanın bir
şubesini teşkil eri inektedir.
Cenâbı
Hakk, "înanan erler olmasaydı" buyurur. Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah
Tüsteri bu âyetin açıklamasında, " Gerçek inanmış, o kişidir ki kendi
nefsinden, gönlünden gaflete düşmez; filan vakit ne yaptım, nasıl bir
haldeydim diye hallerini araştırır
Buna
göre kul, imanını muhafaza etmek için, hayatının her anında kendi muhasebesini
yaparak, gafletle ömrünü geçirmemelidir;
Kula,
İlâhî Hakikatlere ulaşma yolu, ancak iman sayesinde açılmaktadır: Cenâb-ı Hakk,
"Yoksa gönüllerinde kilitler mi var? " buyunnuştur. Seyyid,
Tusteri'den nakil yaparak, bu âyeti şöyle açıklar: "Yüce Allah, gönül
hâzinelerini yarattı; o hâzineleri kilitledi. îmanı da o kilide anahtar yaptı. Şeriat
sahibi olan, veya Peygamberlerin, velilerin, sıddıklann gönül kilitleri açılır
ancak; bunlardan başkalarının, zahitlerin, ahitlerin ve bilginlerin gönülleri
tam açılmaz ve açılmadan da, dünyadan çıkıp, giderler. Çünkü bunlar, anahtarı
akıllarından isterler, bu yüzden de anahtarı kaybederler. Anahtarı Allah'ın
tevfikinden isteselerdi, bulurlardı . "
Sadece akıllarına güvenip, kalb ve
gönülleri kilitli olan kimseler, Allah'ın onlara olan bağışlarını ve her an
onlan gözettiğini unuttuklanndan dolayı hidâyete ulaşamazlar. .
Ebû
Muhammed Gazzalîde bu yolda gidenlerin ayaklarının üç şeyden biri yüzünden
kaydığını belirtir /'Birincisi, Allah'ın bağışlarma şükretmede, kusur etmek; İkincisi
yaptığı İşte, Allah'tan başkalarının kınamasından korkarak, kusurlu yapmak; üçüncüsü,
Allah'tan başkasından birşey ummak
risanın
birçok Hakikatlere ulaşması gönül ve kalb işidir. Kul Cenâb-ı Hakk'a karşı
kulluk görevlerini tam yapıp, O'na bağlandığı zaman dünya ve ahiret saadetine
ulaşması mümkündür. Zira iman kıymetli hazine, bir cevher gibidir ki, kut ancak
bu hâzinelere imanın nuru sayesinde ulaşabilir. Cenâb-ı Hakk bu hususta, "Allah
kimi dilerse onu nuruna kavuşturur ". Gönlünde iman cevheri
olmayan bir kalb de, o insan için bir yüktür. îmandan yoksun olan kalblere de
hidâyet nuru erişmesi imkansızdır. Son nefeste imanla gitmek için son derece
dikkatli olmalıyız. Bu konuyu Seyyid'in şu sözü ile noktalayalım: "îman, insanın
gönlünde görünen Ay'a benzer, bu söz de, ışık gibi akar gider ".
2-KUR'ÂN- KERİMİ TEFSİR ANLAYIŞI
Seyyid
Burhâneddîn, Kur'ân-ı Kerim' kendi
anlayışlarına, zanlanna ve meşreplerine göre yorum yapanları aşın bir şekilde
kı! nar. O, bazı müfessirlerin Kur'ân'ın anlamım açıklamada yanlış yorumlar
yaptıklarını, vesveselerinden dolayı da çeşitli görüşler ileri , 3 sürerek, müslümanların
arasında ayrılik ve ihtilaflara sebep olduklarını belirtir. Halbuki Kur'ân'ın
tam anlaşılması için onu okumadan daha fazla anlamı üzerinde durulup, iyice
anlaşılıp, hazmedilmesi ve uygulaması görüşündedir. Hz. Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) devrinde O'nun Ashabı,
Kur'ân'dan yanm veya bir sure ezberliyerek uygulamaya gayret göstermişlerdir. Seyyid
aynı zamanda Kur'ân'ı temiz suya benzetir. Temiz suya birtakım kirli toprak katılırsa
safiyyetini kaybeder. îşte Kur'ân'ı tefsir eden bazı yorumcular, kendi
görüşlerini katarak, saf ve berrak olan Kur'ân'ı zan ve şüpheleri ile bulandırmaya
çalışmışlardır. Halbuki Kur'ân ilk nazil olduğu şekilde, asliyetini
korumaktadır. Genabı Hakk, bu hususta Kur’ân-ı Kerim'de: "Hiç şüphe yok ki,
Kur’ân'ı biz indirdik ve muhakkak ki onu değişikliğe uğramaktan biz
koruyacağız2 V'buyurmuştur.
Seyyid,
Kur'ân-ı Kerim' kendi düşünceleri ile
tefsir edenleri şiddetli bir dille eleştirir:
"
Kalkarlarda Kur'ân'ı tefsire yönelirler. Söyledikleri sözler, * bütün kendi
zanlarına, huylarına, kıyaslarına ve meşreblerine göredir. Sonra buna
tefsir adını takarlar. Oysa yaratılmışın zannk ve şüphesi, yaratanın dileğine
asla uymaz. İşte, ” Kur'ân'ı kendi görüşleriyle tefsir eden kafir olur "
sözünün anlamı budur. Eğer birisi bir başkasının sözünü naklederse bilgin olmaz;
diğeri bir başkasının şiirini okursa şâir olmaz ve ona şâir de demezler, rivâyet
eden derler, Ersen kendi sözünü söyle. Dünyada itibâr edilecek! söz ya Kur'ân'dır,
ya hadis. Amma bazısı Kur'ân'ın anlamında yanılmışlar, P ona da, tefsir adını
vermişler, şüphesiz aptallıklarından anlâmmı uzatmışlardır. Yaratıp
geliştirenin sözünü, yaratıp geliştirenden işit . "
Seyyid yukarıdaki açıklaması ile Kur'ân'ı
kendi görüşlerine göre yorum yapan kimselerin olduğunu belirtiyor. Böyle
kimseler Kur'ân'ı tam anlamadıktan için de kendi düşüncelerine veya fırka ve
meşreplerine göre açıklama yapacaklarını ve buna da tefsir diyeceklerini
belirtir.
Birçok
âlim Kur'ân tefsirinin pek zor bir iş olduğu görüşündedir: Hattâ Hz. Peygamber
bile birçok âyetin tefsirini yapmamıştır. Kur'ân Allah kelâmı olup, üslûbu, yapısı
ve eşsizliği (i 'câz) bakımından tam bir mükemmellik taşır. Bu sebepten Kur'ân
lafızlarının anlaşılması ve açıklanmasında çeşitli zorluklar meydana çıkar. Peygamberlik
görevi, Hz. Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ulaştırma (tebliğ) ! görevi yanında, açıklama
(tebyîn) görevini de yüklemiştir. Hz. Peygamber de (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) Hz. Ayşe'nin ( radiya'llâhü anha
) ifâdesi ile "Cebrâilin kendisine öğrettiği sayılabilecek kadar âyetleri
tefsir etmiştir .
Celâleddîn-Suyûtî,
bu hususta el-Hüveyyi'nin görüşünü naklederek şöyle der: "Kur'ân'ın kesin
yorumu, ancak Resulullâh tarafından yapılan açıklamalardır. ' Bu açıklamalar
ise az sayıdaki âyetler için sözkonusudur. Kur'an'dan çıkartılan bilgiler ise, bir
takım işaretlere ve delillere dayanmaktadır. Bunun böyle olmasındaki amaç Yüce
Allah’ın kullarına Ktır’ân’ı düşünmelerini murad etmiş olmasıdır . "
Seyyid,
Kur'ân'ıp derin anlamlarını düşünmeyen kimselerin kalp ve gönüllerinin kilitli olduğunu
belirtir: Yüce Allah buyurur ki: "Kur'ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbler
üzerinde kilitler mi yar? " Gönüller var, o gönüllere kilit
vurulmuş, böyle gönüllere sahip olanlar, düşünmezler. Diller var, o dillere
kilit vurulmuş, Allah sözünü okuyamazlar . "
Görülüyor
ki, yukarıdaki âyetin açıklamasında, kalb gözleri kilitli plan kimseler
Allah'ın âyetlerini düşünüp, anlamaktan aciz insanlardır. Allah, böyle
insanların kalblerine hidayet nuru vermemiştir.
Seyyid,
Kur'ân’ı ânlıyan ve anlamıyanlar hususunda şöyle açıklama yapar : " Kul, olgunluğa
erişerek, Allah kapısına vanp görgü elde etti mi? Ondan sonra melekler bile
onun vardığı durağa varamazlar. . . . aksi takdirde Cenâb-1 Hakk'ın :"
Onlar hayvanlara benzerler; hatta onlar daha da sapıktır . ""
Gerçeğe ulaşanlara gelince : bunlar tamimiyle candır, hem de duyan can. Hattâ
tamamiyle ışıktır, duyuştur bunlar, baştan başa Tanrı kelâmı olan Kur'ân, ayda,
günlerde nasıl iner? İnanan kişinin gönlüne iner ". "İşte
Allah, onların kalblerine iman yazmıştır . "
Mevlânâ
da sadece Kur'an okuyan ve anlamım düşünmeyen insanlan eleştirir: "Kur'ân'ın
gerçek manası kendisine anlatılmış olsa kabul etmez ve yine körü körüne okur. Meselâ,
cevizlerle oynayan çocuklara ceviziçi veya ceviz yağı verdiğiniz zamanalmazlar.
Çünkü onlara göre ceviz, elinize aldığınız zaman hışır hışır ses çıkanr,
halbuki bunlann ne sesi ne de hışırtısı vardır. "
Mevlânâ
bu misal ve açıklamasından sonra Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
devrinde, arkadaşlarının Kur’ân'a karşı
tutumlarını anlatır: "Ashabdan her kim, yarım veya bir sûreyi Öğrense, ona
büyük! âdâm derler ve Kur'ân'ı biliyor diye de böyle kimseleri parmakla gösterirlerdi.
Çünkü onlar Kur'ân’ı âdeta yerlerdi (iyice hazmederlerdi). Bir veya yarım
batman ekmek yemek gerçekten güç bir iştir. Fakat ağızlarına alıp; çiğneyip
atarlarsa, bu şekilde yüzbin merkep yükü ekmek yenebilir. Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem. ) "Ne kadar Kur’ân okuyan vardır ki Kur'ân ona lanet
eder " buyurmamış mıdır?. !
İşte kur'ân okuduğu halde, manasını
bilmeyen kimse Hakkında söylenmiştir . "
İşte
Kur'ân okuyan insanlar, Kur’ân’dan bazı âyet ve kısa sûre ezberleseler bile bu
âyetlerin anlamlan üzerinde düşünüp ve anlamaya çalışmalıdırlar , sırf
okumakla kalmamalıdırlar.
Seyyid,
Kur'ân'ı farklı şekilde yorum yaptıklarından, çeşitli mezheplerin meydana
geldiğini belirtir : " Kim, bu tertemiz sözü, özü temiz olarak söylemezse,
temiz suyu pislikle karıştırmıştır da, sanki o suyla boy abdesti almıştır. Senin
yüzünden bulanan; kirlenen su, güzel bir su da olsa bir işe yaramaz.
Vesvesemizin
karışması, Tanrı sözünü bozmasaydı, ehl- kıble yetmişiki mezhebe ayrılmazdı. Zira
hepisi de Kur'ân'dan delil getirirler. Fakat hepisi de, kendi isteklerini
Kur'ân'a katmışlardır'. Bu toprakla bulandırdığıh su gibi. Onda birşey
göremezsin, görsen bile tam göremezsin . "
Bazı
insanlar müfessirim diye, âyetleri kendi istek ve görüşlerine göre yorum yaptıklarından
çeşitli fırka ve düşünce amalıkları meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Kur'ân'da
olmayan düşünce ve görüşleri ileri sürerek. fikirleri bulandırıp, safiyetini
kendi âçılanndan bozmaya çalışmışlardır.
Cenâb-ı
Hakk Kur'ân’da: "Eğer biz, bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak
onun, Allah korkusundan baş eğmiş, parçalanmış olduğunu görürdün . "
Peygamberlerin, velilerin Kufân'da
anlattığımız lütuf ve huylan dağlara ulaşsa, dağlar, esirgeyici analann
gönüllerinden daha merhametli olur; ne dağlan, ne de bir şeyi kırarlar, .................................................................................. .
Seyyid,
yukanda geçen âyeti işârî tefsir etmiş olabilir, izah, âyetin anlamına zıt gibi
görülmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber ve velilere verdiği merhamet ve şefkat
vasıflannm fazla olduğunu belirtmek için bu tarz yorum yapmış olmalıdır.
Seyyid,
Allah'ın dostluğuna kavuşmak ve bozuk düşünce ve vesveselerden kurtulmak için
de Kur'ân okumayı tavsiye etmiştir:"Yüce Allah'ın dostluğuna ulaşmaktan, bu
yolda çalışıp çabalamaktan alıkoyan herşey, bozuk bir düşüncedir ki bir çıbana
benzer; olup yumuşamadıkça çaresi yok. Kur'ân okumakla meşgul ol, Allah'ın
sözlerini dilinden düşürme ve ümitsiz olma . " "Rabbinin
rahmetinden, ancak sapıklar ürnid keserler . "
Yukandaki
açıklamaya göre, insanlann kalblerinin huzura kavuşması ve çeşitli vesvese, kaygı
ve endişelerden kurtulması, Kur'ân'ı düşünerek okumak sayesinde temin
edilmektedir.
Seyyid,
hocası Bahâeddîn Veled'den Kur'ân Hakkındakî görüşünü naklederek , Kur'ân’dan
asıl anlamamız gereken hususa dikkat çeker:
"
Allah ondan razı olsun, Ulu Mevlânâ buyurmuştu! ki: bütün Kur'ân- tetebbû’ ettim. Her âyetin, her kıssânin
aiüaıhı, Özeti olarak!1 şunu)buldum. Ey kul! Benden başkasından
kesil, başkasından bulacağın, elde edeceğin her şeyi, halka minnet etmeksizin
benden bulursun. Fakat benden bulacağın birşeyi hiçbir kimseden bulamazsın. Ey
bana yapışan, daha fazla yapış, daha fazla sarıl3. " 1
Seyyıd'e
göre, bütün ibâdetler Allah'la buluşma ve kavuşmadır. Bütüh sevgililere
buluşma ve kavuşmanın bir lezzeti vardır. Fakat Allah'a kavuşmanın lezzeti
hepsinden üstün ve bambaşkadır. " İster Kur'ân'ın başlangıcından oku, ister
sonundan; anlamı bu :Ey benden ayrılmış olan, bana kavuş2*0.
"
Netice
şudur ki Allah'ın âyetlerini okurken bütün mâsivâdan (Allah’tan başka
herşeyden) ümid keserek, Allah'a dayanmak ve güvenmek, böylece Allah'ın kudret
ve Ululuğunu düşünmektir. ).
Seyyid
Burhâneddin Tirmizî, Allah’ın emirlerini tutmada ve yasaklardan sakınmada büyük
hassasiyet ve ihlâs göstermiş müstesnâ insanlardan biridir. Hayatmda, ibâdet, riyâzat
ve oruçla fazla meşgul olup, çileler çekerek manevi mertebeler kazandığı, hattâ
zaman zaman Kayseri'nin çevresinde bulunan Alidagı zirvesine çıkarak ibâdet
ettiği kaydedilir .
.
Bizler müslüman olarak ibâdetlerin emrediliş gâyesini ve hikmetlerini tam
bilemeyiz. Fakat, meselâ, namaz kılan bir müslümanın üzerindeki elbisenin, namaz
kıldığı yerin, su ve su kabının temiz ve helâl olması namazda huzûru gözetmesi,
gösterişten uzak, kendini ve gönlünü Allah'a bağlaması şartlarını düşünürsek; Kur'ân-ı
Kerim'in, Ankebût sûresi 45. âyetinde, namazın, insanı kötülüklerden, fenâlıklardan
alıkoyduğunu, Allah'ı zikretmenin yüce bir değer olduğunu belirtmesi, bu
açıklamanın ne kadar doğru ve gerçek olduğunu gösterir. Dini görevlerinden biri
olan oruç da, bir irâde eğitimi olduğu kadar, kula açlığı tattırma, açların
durumlarım hissettirme amacını da taşır. Hûlâsaten bu husûsta diyebiliriz ki, her
emirde ve her yasakta, insanın kendine ve topluma âit birçok hikmetleri mevcuttuk
Bu sebepledir ki, " ibâdet, âdetleri bozmak " diğer bir ifâde
ile" ibâdetle âdet bir yerde olmaz " denilmiştir. İşte bu yüzden, kulun
ibâdetlerini, Allah'ın emrettiği tarzda, sırf O'nun rızâsını ve hoşnutluğunu
kazanmak gâyeşiyle yapması gerekir.
İbâdet'e
kelime ve istilâhi olarak birçok manalar verilmiştir: İbâdet kelimesi, arapça
" abede " fiilinden türemiş, bir masdardır.
,
İbâdet kelimesine, köle olmak, kulluk etmek, itaat etmek, saygı ve ta'zim
göstermek, tapmak ve isyan etmemek gibi açıklamalar yapılmıştır .
İbâdetin
istilâhi tarifi, " ibâdet, Allah'a saygı ve ta'zim göster mek; Allah
rızası için ve O'na ta'zim niyetiyle yapılan herhangi bir amel veya iş; Allah'ın
yasakladıklarını terkederek, emrettiği işlere ve amellere uymak "diye yapılmıştır.
Seyyid Burhâneddîn, ibâdetlerden ne
beklenildiği, kulun ibâdet yapmadâ gâyesinin ne olması gerektiği hususunda, mühim
açıklamalarda bulunur. O, " İbâdetin özü, nefsin, erimesidir; geri
kala> nın hepsi de ibâdetin kabuğudur. Nefsi yakıp eritmeyen oruç ve her çeşit
ibâdet, ibâdet sayılmaz; ibâdette nefse eziyet de ibâdetin şartıdır. . . Mücâhede,
nefsi Allah râzılığma bağlayıp, Allah yolunda, halka bağlılık sebeplerini
kestikten sonra, gönül aynasını Allah sevgisiyle cilâlamaktır " der.
Mevlânâ
Gelâleddin Rûmi'de, nefisle mücâhedeye büyük önem vererek şöyle der
:"Nefsini öldürdün mü, özür görmekten kurtuldun; çünkü ülkede sana tek bir
düşman bile kalmamış" Yine Mevlânâ, Peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) 'in:"Küçük cihaddan. büyük cihada döndük " hadisini
şöyle açıklar: "Ey şahlar, dışardaki düşmanı öldürdük, içimizde, ondan
beter bir hasım var . " „
"
Büyük cihad " meselesi devrimizde tam anlaşılmamıştır. Dışardaki düşman
belli ve açıktır, içerdeki ise zorlayıcı, nefsin tuzakları gizli ve sinsidir. Ancak
mü'ıniri, nefsin iştek ve hilelerine karşı gafletten uyanarak , Cenâbı Hakk'a
tam yönelip ibâdet yaptığı takdirde, kendi üzerinde ibâdetin müsbet te’sirleri
görülebilir.
Seyyid
Burhâneddîn, insanın Allah'a kulluk edip, ibâdet yaparak O'na yakınlık
sağlıyacağını anlatır: "Sen asla namaz kılmamışsın; sebebi de şu, bir
secdeyle yakınlık elde ediliyor; zirâ Cenâbı Hakk: "Secde et ve yaklaş "buyürur. Hangi namazda bu mânâ yoksa, bunu
meydana getirmiyorsa, o namaz, namaz değildir .
O,
bu açıklamasiyle, sen nice zamandan beri bu yolda yürüyorsun, namaz kılıp
ibâdetler ediyorsun, fakat mânevi sâhada bir ilerleme kaydetmiyorsun, demek
ister. Bu hususta Cenâbı Hakk'ın şu âyetini zikreder: "Vay o namaz
kılanların hâline ki, onlar namazlarından gâfildirler
O,
kulun; nefsin isteklerinden ve gafletlerinden kurtulabilmesi için de, Cenâbı Hakk'tan
yardım istemesini tavsiye eder:
" Yüceler yücesi Allah'tan güç, kuvvet
iste; çünkü ondan başka hiç bir kimseden güç, kuvvet elde edemezsin .
"
Kul
olarak Allah'a karşı vazifelerimizi yapmağa gayret gösterip, dâimâ O'na muhtaç
olduğumuzu, gönlümüzden çıkarmamamız gerekir. ,
Yine O'na göre, namaz, zekat ve oruç
Allah'a yakınlık sebepleridir52.
O,
başkalarını aldatıp, Haksızlık edenleri de eleştirir:" Halkın çoğu, fayda
elde etmek, ama hiçbir şeyi de vermemek ister. Allah'ın tehdidini aklına
getirmez; çünkü Cenâbı Hakk: "Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay
hâline53" buyurmuştu . "
Bu kullar, Allah'ın huzurunda hesaba
çekileceklerini unutup, insanları aldatmaya kalkışırlar. Bunun aksine, gönül
ehli olan gerçek mü'ıninler, yaptıkları iyi işlere ve hayırlara karşılık
beklemezler. Cenâbı Hakk'ın :" Allah'a güzel bir tarzda borç verin55
" emrine uyarak, varlarını, yoklarını harcarlar, hattâ malları yoksa
güçlerini sarfederler56
Böyle
mü'ıninlerin özelliklerini Cenâbı Hakk, şöyle açıklar:" Kendilerinde
ihtiyaç bile olsa (onları) nefisleri üzerine tercih ederler ; "fakire,
yetime ve esire, seve seve yemek yedirirler . "
Seyyid Burhâneddîn Cenâbı Hakk'ın
:"Allah'a borç verin" emrine uymakta, güvensizlik taşıyan insanların
psikolojik hallerini açıklar : " İnsanlar, emlâk, akar sâhiplerine borç
verirler; parasını . sonradan almak üzere onlara kumaşları satarlar, onlara
güvenirler. . . Ama sen, dünyânın sâhibi olan Allah'ın malını, mülkünü hiç
görmedin de, bu yüzden böyle korkuyorsun; bu sebepten"Allah'a borç
Verin" emri kulağına girmiyor, güvenin yok59. "
O, bu fikirleri ile bizleri eleştirir, hergün
Allah'ın binlerce nimetleriyle karşı karşıya bulunduğumuz halde, gerçek mülkün
sâhibini unutarak, O'na güvensizlik taşımamızı ve cimrilik göstermemizi de
uygun bulmaz.
İmkânları
olan müslümanların, Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerden ihtiyaç
sâhiplerine vererek, bu sâyede ebedî kazanç elde etmelerini tavsiye eder:"
Senden geçip giden, kalmayan her neyse, o senin dünyandır; her ne de kalırsa, yok
olmazsa, âhiretindir, sen ona sıkı sani 60". Bu düşüncesinin
devâmında, Cenâbı Hakk'ın şu âyetini zikreder: "Biliniz ki dünyâ hayatı
bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlâtta bir çokluk,
yarışmadan ibârettir61. " Bu âyetin açıklamasında: "insan,
bu dünyâdan çıkmadıkça, bu dünyâyı teıketmedikçe, oyundan, asılsız boş işten
de kurtulamaz. Ama buradan çıktı mı, dünyâyı bıraktı mı, er sayılır62"
der ve şu âyeti zikreder: "Erler vardır, ticâret, alım-satım, onları
Allah'ı anmaktan alıkoymaz 63. "Nefsini yenen insanlar gerçek
erdirler, onlar dünyâ işleri ile meşgül olsalar dahi, kendilerini Hakk'tan uzak
tutmazlar. Dâimâ Hakk'ı anıp, zikrederler. Yoksa, O'na göre dünyâyı terketmek, işi
gücü bırakıp, inzivâ hayatı yaşamak demek değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı da
bu hususta insanın, dünyâ işleriyle ne kadar fazla uğraşsa bile, Allah'ı
gönülden çıkarmayıp, " El işte, gönül Hazrette " olmasını ister.
>
O, inançları ile yaşayışları birbirine uygun gerçek müslümanların, pek az
olduğunu ve bu yüzden de kendinin anlaşılmadığını açıklar: "Müslümanlık, uzak,
Çok uzak düşmüştür, biz de bunların sandıkları gibi, müslümanlığı renkten, kokudan
ibâret mi sandık? Zâten bu topluluk bizden hoşlanmaz; çünkü aramızda cins
birliği yok. " Cinsinden olmayana bakmak; kör eder, " demişlerdir. Cinsinden
olmıyanı görmek, her an bir ölüm bana. Ama filân tertemizdir, onda hiç bir
pislik yoktur, haset etmez, kin gütmez, kimseyi incitmez; bu da olur, olur ama,
çok defa onbin kişinin içinde bir kişi bile, bu çeşit çıkmaz64. "
ibadeti
boşa çıkaran, gösteriş ve riyâdan son derece sakınmalıyız; Seyyid bu görüşünü
açıklamak üzere Ebu’l-Kâsım Fâris’in görüşünü nakleder :"Fâris diyor
ki:Akıllı insan kullukta bulunur, fakat kendisini kulluktan vazgeçmiş bilir, bilgisiz
insan ise kullukta bulunur, kendisini Allah’a itaat ediyor bilir. B azılan da,
" ibadetleri boşa çıkaran, gösteriştir ve kendini beğenmektir"
demişlerdir.
Yine
Seyyid konuyu açıklamak üzere; Ebu’l-Huseyn Verrâk'ın görüşünü kaydeder
/'Amelleri boşa çıkaran hallerde, halka büyüklük taslamak, ben ibâdette
bulundum diye büyüklenmektir. Çünkü ibadet büyüklenmeyi, tekebbürü terketmek
içindir. İbadet ululanmaya sebep olursa yok olur, boşa gider. Yani bu şekilde
ibadet eden kişinin ibadeti, anlamsız bir şekilden ibarettir : böyle ibadetin
görünüşü faydadır, fakat gerçek anlamı ziyandır65. "
Netice
olarak, müslümanlığm rûhi inceliğine ve imân gücüne ulaşmayan kimseler, ibadetin
şeklinde kalıp, gerçek mü'ıninlerin hâl ve durumlarım ve ihlâslannı
anlıyamazlar. Çünkü aralarında renk ve cins birliği yoktur.
Seyyid
nefis terbiyesi üzerinde fazlaca durur: O'na göre, insanın birçok şeylerden
kaçması, sakınması kolay da kendi nefsiriin isteklerinden kurtulması pek zordur.
Bütün tehlike ve âfetlerin kaynağı nefis olup, insan nefsine Hakkim olmadıkça,
dünya ve ahiret saadetine ulaşması imkansızdır.
İslâm mutasavvıftan, nefsin; emmâre, levvâme,
mülheme, zekiyye, mutmainne, râziye ve merziyye gibi yedi hâl ve mertebelerinden66
bahsetmişlerse de, daha fazla üç mertebesi67 üzerinde dur muşlar Bu
üç mertebe de, aşırı kötülüğü ve günahı teşvik eden nefs- emmare; hatâ ve günahlardan dolayi kendini
kınayan nefs- levyâme; kötü vasıflardan
kurtulmuş ve güzel huylara erişmiş nefs- mutmainne'dir.
1-
daha çok nefs- emmâre ve nefs- mutmâinne'den söz edip, nefs- emmâre'nin isteklerine boyun eğmiyerek, nefs- mutmainne’ye erişileceğini ve bu sayede de
kurtuluşa ulaşılabileceğini açıklar:
2-
Nefs- emmâre'ye aykın davrandın mı, Yüce Allah, seninle
barışır, fakat nefsinle barıştın mı da Tanrı ile savaşa girmiş olursun68.
"
Seyyid,
nefs- yenebilmek için nefsin isteklerine
aykın davranmayı ve Cenâb-ı Hakk'tan yardım istemeyi tavsiye eder:" Nefse
aykın olana iyice, sımsıkı yapış, Yüceler Yücesi Allah'tan güç ve kuvvet iste. Düşman
kuvvetli de olsa Rabbin kuvveti seninle beraber oldukça, sâna yardım ettikçe, onun
kuvveti tesir etmez. Ey nefis! dünyadakileri feryada getirdin tutsak ettin ama,
bizim öyle kullanınız vardır ki, seni feryada getirirler69. ”
İşte
Allah'ın yardım ettiği gerçek veliler, onlar nefislerinin esiri olmayıp, nefislerini
yenmiş ve bu sahada başan göstermiş ve Allah nezdinde büyük mevkii kazanmış
insanlardır.
Cenâbı
Hakk da Kur'ân-ı Kerim’de:"Kİm nefsini isteğinden çekmişse70"
kurtuluşa erişip, Cennetine gireceğini haber vermiştir.
ilk çağlardan beri nefis: ve
nefis terbiyesi üzerinde fikir adamları, psikologlar ve mutasavvıflar, filozoflar
kafa yormuşlar ve bu konyda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Nefis, lügatta;
bir şeyin , Hakikati, kendi, şahsı, cevheri, can, ruh ve kalb; gönül
anlamlarına gelmektedir71.
Ebû
Hamîd Muhammed Gazzâlî (ölm. M. llll/H. 505)'de nefsi iki anlamda kullanmıştır72:
Birinci
anlamı: nefis, insanda gazap ve şehvet kuvvetini toplayan bir niteliğe
sahiptir. Bu özelliğe sahip nefisle mücadele etmek gerekir. Nitekim Hz. Muhammed
(sav. )de: "Senin en büyük düşmanın, iki koltuğun arasında, seni kuşatan
nefsindir73" buyurmuştur.
ikinci
anlamı: Nefis hallerinin değişmesi sebebi ile çeşitli vasıflarla tanıtılır. Meselâ,
nefis, emir ve irade altına girip, şehvet ve isteklere karşı gelmesi sayesinde,
sukûne kavuşup, nefs- mutmainne
derecesine ulaşır. Cenâb-ı Hakk, bu mertebeye ulaşan nefis Hakkında da:
"Ey huzur içinde olan nefis, O, senden sen de O’ndan memnun olarak
Rabbirie dön!74"
Seyyid
nefsin istek ve arzularından kurtulmanın pek güç bir iş olduğunu da belirtir: x
"
Cehennem'yolu, o kadar hoş, o kadar gönül çekici olmasaydı, bu kadar binlerce
halk, kendini ebedî cennetten mahrum etmezdi75. ”
Bu
konuyu açıklamak üzere Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in şu hadîsini
de zikreder:
" Cennet, hoşlanılmayan,
tiksinilen şeylerle çevrilmiştir; cehennemse özlenen, istenen şeylerle
. "
Bu
hadîsin izahında: "Şimdi dünyadan şehvetle elde ettiğin her zevk ve tat, bil
ki cehennemin tavanıdır. Ama ihtiyaç nısbetinde olursa âhiretten sayılır. Nitekim
ata, yola gitmesi için yem verirsin, o helâldir. Fakat şu lokmayı şehvetle
yersen billâhi de, hâramdir. Haramı, zora düşer de yersen helâl olur. Sense, yalnız
şu şarap haramdır, sandın; nice şehvetler vardır ki adamı sarhoş eder ''
der.
Seyyid
Burhâneddin, nefis mücâdelesini Kür’ân-ı Kerim’de ve Câlût arasında geçen
savaşta, öldürülen Câlût'u nefse, ırmağı dünyaya, gönlü de Davûd'a benzetir. Gönül
Davûd’u, nefs- emmâre'yi öldürdü. Böylece
Tâlut, nefis Câlûtu'yla savaşa girişmeyi kararlaştırınca kavmi, bu yolda bir
ırmak vardır; o da dünyadır, şehvetlerdir. Susarsanız, muhtaç olduğunuz kadar,
zarureti giderecek kadar, emre uyup için; şehvetle, emre uymadan içmeyin diye
tavsiyede bulundu . "Ondan, pek az kişi müstesnâ, başkaları
içtiler . "
Burhaneddîn'e
göre, nehir, dünyaya ait dilek ve isteklerdir. Fakat insan dünyadan da, büsbütün
ebetek çekemez. Zira îslâmiyette râhiplik yoktur. Riyâzet, nefsin aşın
isteklerine tehammül ve sabır göstererek, nefsin isteklerini kırmak, sakınmak
anlamında kullanılmıştır. Mücâhede ve cihaddan, asıl maksat da, " büyük
savaş " olan nefisle savaşarak, onu yenebilmektir.
Nefsin
aşın isteklerine karşı olan Seyyid Burhaneddîn, nefsin Hakkına da, az miktarda
riâyet edilmesini de ister:" Gerçekten sende nefsinin de Hakkı vardır. Azıcık
onun da Hakkını ver, ama fazlasına gelince, ne işin var onunla? Ama ruh
olmasaydı ne değerin olurdu?
Az
miktarda nefsin isteklerini yerine getirip, dâimâ onu murâkebe altında tutmak
gerekir. Çünkü nefis, ruhun bineğidir ve üzerinde kıymetli
emânetler nıevcûttur. Nefis bineğine kâfi miktar yiyecek ve içecek
verip, üzerindeki kıymetli yükünü yıktırmadan ve zarara uğratmadan menziline
ulaştırmak lâzımıdır.
Yukarıda
geçen, "gerçekten sende nefsinin de Hakkı vardır" sözü, dünya ile
alâkasını kesip âilesinin işleri ile meşgul olmayan gece gündüz daima ibadet
eden ve zühd hayatı yaşayan Ebû Derdâ'ya karşı Selmân-ı Fârisî tarafından
söylenilmiştir. İki dost arasında geçen bu olay Hz. Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) 'e haber verilince, Allah'ın Resulü, Selmân-ı Fârisî'yi Hakklı
bulmuştur.
Seyyid Burhaneddîn, nefis mücâhedesinde, oruca
büyük değer verir. Oruçtaki riyâzat, bütün riyâzatlardan daha üstündür. Fakat
oruçtaki gizli sırlan, nefsin duymaması için anlatmaktan sakındığını söyler
. !
O’na
göre, yemek üç kısma ayrılır: Haram, mübah ve vâcip. Haram olandan son derece
kaçınmak gerek. Vâcip olansa, ihtiyaç ölçüsünde az yemektir. Hattâ insan, mübah
olanı bile azaltmaya çalışmalıdır . Bir insan bütün kulluk
görevlerini yerine getirse, fakat midesini doldurup, uyuşa manevî sahada hiçbir
mertebeye ulaşamaz. İnsan oruca, yavaş yavaş alışıp, sıhhatine zarar vermemeli.
Zira beden bize iş-ğüç görmek için âlet olarak verilmiştir .
Seyyid,
insanın değerini ve bilgisinin ölçüsünü, kendisini, yani nefsini tanımasiyle
bilebileceğini açıklar:
"
İlim, marifet bilgisidir, Hiçbir şey bilmesen bile, kendini tanıdın ve bildin
mi, âlimsin, ârifsin; fakat kendini tanımadın mı, bütün o bildiğin ilimlerden
sana ne fayda var? "
Bu
açıklamasıyla, kendini tanımayan, Hakk'ı bilmeyen kimsenin bilgisinin
kendisine bir fayda temin etmiyeceğini belirtir.
Netice
olarak insan manevî bünyesini tanımayıp, Hakkikî değerini idrak edemediği
takdirde, nefsânî arzularının esîri olarak, gayri meşrû hevesler ve zevkler
peşinde, bütün manevî değerlerini kaybetmek süreriyle, Hakk'tan uzaklaşır, böylece,
dünya ve âhiret saâdetini de elinden kaçırır.
İnsan,
kendi nefsinin tehlikesini küçük görmemeli, kendi içinde bulunan nefis
canavarım daima hatınndan çıkarmamalı. O, bu tehlikeyi şu beyitle belirtir:
"Denizi, denizdeki canavarı görüpde şaşma, kendi içindeki nefis canavarını
gör de şaş86-"
5İYİ VE KÖTÜ ÖZELLİKLERİ TENKİD
İnsan,
kendi manevi bünyesini tanımadan ve değerini idrak etmeden özelliklerini
bilmeden, çeşitli yeteneklerinden istifade etmesi imkânsızdır. İnsan kendi
ahlakî özelliklerini, psikolojik ve fiziki yapısını tanıyarak, kendini kötü
davranışlardan koruyarak, iyi davranışlara ve güzel fiillere hazırlayabilir. Seyyid
Burhâneddin, insanları eğiterek ve onlan iyi işlere yöneltmek için büyük
gayret göstermiştir. O, her müslümanm nefsânî bir güç olan öfkesine, Hakkim
olmasını ister:" Cenâbı Hakkın sözünü söylemek gerektir ama, öfkeli iken
söyleme; zirâ o söz, öfke ateşi yüzünden yakıcı hale gelir. Kapı, duvar bile
gönüldeki kırıklık sebebi ile kızgınlık zamanında kızar ve ateşli hale gelir. O
halde söylediğin o söz, şekle bürünüp, karşına çıksaydı, yakıcılığı yüzünden
ona, elini dokunduramazdm. Bırak şimdi» hele o ekmek soğusun, o öfken geçsin
. "
Böylece
âlimlere, hocalara; irşâd ve nasihatlarında yumuşak davranmalarını tavsiye
etmiş olur. Diğer taraftan da, nasihat eden kimse, kendisi öfkeli iken, nasihat
etmekten de kaçınmalı, zira öfke ile yapılan nasihattan da bir fayda
gelmiyeceği belirtilir.
Burada
öfke konusunu açıklamak üzere şu olayı kaydeder :Hz. Ali (r. a. )'nin savaş
meydanında yendiği düşman (affedersiniz), yüzüne tükürünce, nefsine ağır gelir.
O, "Tanrı kılıcı, nefsimle öfkem beraber bulundu " diye, kılıcı bırakır. Hz.
Ali'nin öfkesini yenmesi sonucu, kafir müslüman olur.
Bu
konuda Hz. îsâ (aleyhisselâm)'dan sordular, " Allah'ın yarattıkları işlerin en çetini, en gücü, en korkucu nedir?
"dediler. O da, "Öfke evi; çünkü o ev, ateşle dolu cehennemdir",
dedi. "Ey Rûhullah! Allah'ın öfke ateşini ne yatıştırır, ne
soğutur?"dediler. Dedi ki: "Kim ki öfkesinin ateşini söndürürse, hemen
o ateş de söner . "
Seyyid Burhâneddîn öfke konusundaki
açıklamasına devam ederek, şöyle der: "Birçok müslüman vardır ki onlara
mal güzünden kızgınlık gelmez, altun, gümüş ve mallarını bağışlarlar, âmma
akıllarına güvenenler bu hususta cimrilik ederler. Bu iyilik edenlerin akıllarını
kıt sanırlar, onlarla eğlenip, alaya alırlar90. "
Gerçek
müslümanlar, şahsi çıkarlarından dolayı kızmayıp, feragat göstererek, öfkelerini
yenmeleri sebebiyle de methedilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de:" (O
takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler,
insanların kusurlarını bagışlıyanlardır. Allah iyilik edenleri sever91;
Akıllı geçinen insanlar, Hz. Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ’in şu hadisini düşünmezler Cennet ehlinin çoğu, aklı az
olanlardır
Hadiste,
aklı az olan kimselerdeli maksad, başkalarını iyiliğine çalışan, mal yüzünden
birbirlerine kızmayan, şahsi çıkarını düşünmeyen insanlardır. İşte bu
özelliklere sahip olan ihsanlar, Cennetle müjdelenmişlerdir. Bu şahıslar
nefislerinin arzu ve isteklerini yenmiş ve bencil olmayan kimselerdir93.
Seyyid
Burhâneddîn insanlara karşı son derece merhametli, onların sıkıntılarım, kendisine
dert edinmiş, üstün insanlardan biridir. Onun müslümanlara bakış tarzını ve
kardeşlik duygularını bazı fikirlerinden tesbit etmek mümkündür.
Meselâ
:"Onlar aralarında merhâmetliler94" âyetini şöyle açıklar
Karşılık beklemeden esirgemek, mü'ıninlerin işidir. Esirgeyişlerinin fazla
olmasından, onlar, filanın derdi, benim derdimdir, kendimi iyileştirmeye nasil
savaşırsam, onu iyileştirmeye de öyle savaşmadayım, derler. Bu âyetin
açıklamasında, şöyle bir misâl getirir : ayağına diken batsa, önemli işlerinin
hepsini bırakıp, onunla uğraşırsın, kardeşin için de böyle uğraşmalısın. Çünkü,
" gerçekten de mü'ıninler kardeştir . "İnanan insan, kendisine iyilik
ediyormuş gibi, mü'ınine de iyilikte bulunur. Yüce Allah'ın buyruğudur:"
İhsanda bulunursanız, kendinize ihsan etmiş olursunuz . "Gerçek mü'ınin, kardeşini
iyileştirmeyi, kendisini iyileştirme sayar .
Seyyid,
müslümanların birbirlerini Allah rızası için sevmelerini de ister:
Ma'ârifi'nin başında bu hususta şöyle bir misâl verir : Yüz müslüman birbirleriyle sevişse,
dost olsa Cenâb-ı Hakk, bu müslümanların birbirleriyle sevişmesi sebebi ile
manevi dereceleri farklı olsa bile derecelerini eşit hale getireceğini belirtir.
Allah'ın birbirlerini sevenlere lütuf ve bağışından dolayı, eşit yaptığını açıklayarak,
şu âyeti zikreder: " Soylarını-soplannı da onlara katanz (kavuştururuz); bununla
beraber amellerinden hiçbir şey eksiltmeyiz99. "
Seyyid,
insanlar arasında sevgi bulunduğu takdirde birbirini cezbedeceğini de
anlatır:" Sevgi belirdi mi? ya onu kendi tarafına çeker, ya öteki, onun
tarafına gider. Değilmi ki kavuşmaktır, ister sen onu bul, ister o seni bulsun,
fark yoktur . "
Seyyid,
insanları bir vücutun organları gibi görür ve bu fikrini açıklamak üzere iki
misal verir . Bir yol üstünde uyuyan bir kimseye, biri gelir, eliyle
dürter, "Kalk tehlike var", dese, önce gözünü açar, sonra bütün
organları harekete gelir, tehlikeli durumdan kendini kurtarmaya çalışır. Diğer
organlar göze, " Sen git, önce seni uyandırdı" demezler. Yahut
öldürücü bir zindanda bulunan kişi, bir delik bulsa, elini atar, deliği
genişletir ve elini dışarı çıkartır, diğer organlar, " Önce sen çıktın, biz
çıkmak istemiyoruz" demezler.
Seyyid
verdiği bu iki misalde, nasıl ki vücudun bir organı kendini kurtarmakla
kalmadığı gibi, insan da cemiyette bulunan diğer kardeşlerini aynı vücutun
organları gibi davranmalı, onların [iyiliğine sevinmeli, onların tehlikeli veya
kötü hallerini İslah etmeye çalışmalıdır. Bu sayede cemiyetteki insanlar
arasında meydana gelen Haksızlıklar, zulümler ve kavgalann ortadan kalkmasını
kolaylaştırır.
Aynı fikir Seyyid'in çağdaşı olan Şeyh
Sa'di'de de yardır:" İnsanoğlu bir vücutun organlanna benzer; zira onun
yaratılışı aynı cevherdendir. Zaman bir vücutun organına dert (hastalık)
getirirse, diğer organlarda da rahat kalmaz. Sen başkalarının gam ve kederi İle
ilgilenmezsen, senin adına insan demek, uygun olmaz102. "
İslâm
dini, ahlâkî bakımdan topluma bir takım emir ve yasaklar koymuştur. Fertler
yaptıkları fiillerin sonucuna göre, inükâfat veya ceza görecekleri tayin
edilmiştir103 . işte fertler, kendi fayda ve ‘ iyiliklerini
düşündükleri gibi bulundukları toplumun da faydasına çalışıp, onların da maddî
ve manevî bakımdan yaşama seviyesini yükseltmeye çalışması gerekiyor. İşte
Şeyh Sa'di'nin başkalarının dertleri ile ilgilenmeyen insanları insan yerine
koymaması bu sebeptendir.
Seyyid
Burhâneddin müslümanların birbirlerini de haset etmesini hoş karşılamaz. Bu
konuda şöyle bir kıssa anlatır:
Şuayb (aleyhisselâm), birgün ümmetine, Allah'ın
nimetlerini anlatıp, nasihat ediyordu, onlara, " Birisi size ayakkabı
verirse, onu seversiniz; size ayak verene ne diye yabancı kesilirsiniz? birisi
size şapka verirse, ona dost olursunuz; size baş verenden, akıl verenden niçin
yüz çevirirsiniz? " der. Cenabı Hakk, Şuayb (aleyhisselâm)'ı Peygamber
seçtiği için, ümmeti O'na haset ediyordu. O da, " Ben sizden ayrı değilim
ki ; beni seçti ama bu seçişle, hepinizi de seçti demektir104"
dedi.
Cenabı
Hakk, o din kardeşimiz Hakkında öyle takdir buyurmuş, kulun ise bu takdire nzâ
göstermesi, edebe daha uygundur.
Diğer
taraftan bu kıssada, iki konuya dikkat etmelidir. Birincisi, din kardeşimiz, iyi
bir nimete kavuştuğu zaman biz de ona sevinmeliyiz, zira o bizim kardeşimizidir.
İkincisi ise Allah'ın bizlere de verdiği sayısız nimetlerini düşünüp O'na karşı
kulluk görevlerimizi yapmaya gayret gösterip», nankörlük etmemeliyiz.
.
Seyyid Burhâneddîn’in çağdaşı olan Şeyh Sa'di'de, hiçbir kulun Cenabı Hakkın
yerdiği nimetlerin şükrünü tam olarak yerine getiremiyeceğini ancak, kulun
aczini bilip Allah'tan özür dilemesi gerektiğini belirtir:
"
Kimin elinden ve dilinden gelir ki Cenabı Hakk'a gerçekten şükredebilsin, kulluk
vazifesini yerine getirsin. Kul için iyi olan odur ki Allah'a karşı kusurunu
bile özür dileye. Yoksa Allah'ın Tanrılığına yaraşır kulluk vazifesini kimse
yerine getiremez105 . "
O,
gerçek zenginliği kalb ve gönül zenginliği olarak değerlendirin
"Zenginlik,
kalan şeydir, kalmadıktan sonra ona zenginlik denmez. Zenginlik, gönül
zenginliğidir, nefis ve mal zenginliği değil106. "
Seyyid
bu açıklaması jle zenginliği, kalıcı ölmakla değerlendirir. Bunun için de, kalıcı
eserlere, hayır ve iyiliğe yönelmemizi ve gerçek zenginliği de, gönül
zenginliği ve kanaatte aramamızı ister.
Seyyid
bilgiye büyük değer verir, O'na göre, birçok Hakikatlere ulaşmak bilgi ile
olur : " ilim nûrdur, âlimlerin gönülleri ise kandillere benzer, yakılmış,
aydınlanmıştır. İlâhî bilginin belirtisi korkudur, gönül alçaklığıdır. Önce
ilim kapısı açılır; sonra da olur ya, ona şükür ve tevhid kapısı da açılır. Cenâbı
Hakk, "artık bil107 " buyurdu da, ondan sonra "
Allah'tan başka yoktur tapacak "buyurdu; yani ilmi tevhidden önceandı108.
"
Seyyid,
bu açıklaması ile ilmin önemini Cenâbı Hakk'ın bilgiyi tevhidden önce anarak
belirtmiş olmasıyla açıklamıştır. Tevhid bilgisine ulaşmak, yani Allah'ı bilmek
ilim sayesinde mümkün olmaktadır. Cenâbı Hakk önce " artık bil"
buyurduktan sonra H kendisinden başka ibadete layık Tanrı olmadığını"
beyân etmiştir.
Seyyid'in bilgili kimseleri değerlendirmesi
de farklıdır: O na göre, insan bilgili de olsa, kalb gözü açık olmazsa, okumamış,
avamdan sayılır. Böyle kimseler tahsil görseler bile körlükleri bitmez, birçok
Hakikatleri göremezler . ;
O, gerçek bilgili kişiyi şöyle tanıtır:
"Aklı olgun kişi iki dünyada da, bilgili olgun kişidir; O, işlerinde de, sözlerinde
dd, hallerinde de, hüküm ve hikmet sahibidir . "
"
Tatlılık sözle olmaz, halle olur, halkla konuşup görüşmeyi diler; halkı başına
toplayacak yolu tutar; bunu sağlayacak huyla huylanır. Akıllı, başına gelecek
şeyi, başına gelmeden bileri, gören kişidir, ahinaksa, başına gelmedikçe bilmez
. "
Gerçek
bilgili, akıllı insan, başkalaş ile ünsiyet ve dostluklar kurar ve onlarla iyi
geçinir, halka kendini sevdirir ve bu sayede insanlar, onun etrafında toplanır.
Seyyid'e göre halka yakınlık Hakk'a yakınlık demektir:" İnsan, halka ne
kadar kanşır, uzlaşırsa, ö kadar Hakk'a yaklaşır . "
6ANADOLU’YA GETİRDİĞİ DİNAMİZM
Seyyid,
hayatında ve yaşamasında sözde kalmayıp, inandığı fikirleri yaşamaya gayret
göstermiş, fiil ve şahsiyeti ile etrafmdakilere örnek olmuş müstesna
insanlardan biridir. O, bir işi başarmak için nasıl bir metod uygulamak gerektiğini
şöyle açıklar :"Bir işe girişince, bütün gücü, kuvveti, bütün bilgiyi
işletmek gerek11?" diyerek, devrinde, bilgi ve tecrübeye ne
kadar değer verdiğini gösterir.
Seyyid
Burhâneddin, devrinde Anadolu'ya gelen Türk sûfîsi, şeyh veya postnişîn değil, ayni
zamanda Alp-Eren, Gâzi, Emir ve Ahî'dir. Selçuklulann ilk devrinde Anadolu'ya
yerleşen dervişler, köylere kasabalara isimlerini vermişler, elinin emeği ve
alnının teriyle yer açıp, bağ-bahçe yetiştirip, ziraatle veya san'atla meşgul
olmuşlar . Meselâ, Şeyh Edebâlî (ölm. 1326), çevresindekilere:"Toprağa
bağlanın, suyu israf etmeyin, ilim sahiplerini gözetin, ağaç dikin "
diye, tavsiyelerde bulunuyordu.
Seyyid
Burhâneddin, halkın buhranlı zamanlarında, etrafındakilere cesâret ve ümit
veriyor, iş başarmanın sırnnı da, şöyle açıklıyordu:
"
insanlar, kötü gönüllü oldular mı, küçücük bir derede boğulurlar; ama
cesâretle, yiğitlikle koskoca denizleri bile aşarlar, geçerler. Kötü gönüllü
olmamak gerek "
. 0, halka ümit ve cesâret vererek, Moğol
akınlannın sebep olduğu yağma, yıkma ve kıtâllerin te'sirini azaltmaya
çalışıyor. Böylece, yorgun ve korku içerisinde bulunan halka, ümit kaynağı
oluyor. .
’
Seyyid Burhâneddin'e göre, ihsan bir işi başarmak için zorluklara katlanması
gerekir:
" Hiç kimse önce bekçilik etmeden
pâdişahlık elde edemez. Hz. Yusuf (aleyhisselâm) bile kuyudan çıktı da mevkie
erişti ''; " Değirmenin
alt taşını daha pahalı alırlar; o taşa daha fazla para verirler, çünkü o, daha
fazla yük çeker . ”
İnsan ister dünya işlerinde, ister âhiret
işlerinde, kemâle ulaşması için bazı sıkıntılara katlanması gerekir. Bu sayede,
değer kazanıp, yükselebilir.
Sultan Veled, Seyyid Burhâneddin'in bu
özelliklerini şöyle açıklar:
"
Derdi olmayan kul değildir, toza-toprağa bulanmamış adamın sözünü dinleme. Kimin
derdi fazlaysa, yol alan; önde gideri, odun ayağı olmayan, nasıl yol alır?
"; " gizli sırları açtı, söyledi; her zaman, yüzbinlerce
inciler deldik Güzelim şöhreti âlemi tuttu; insanların ruhlanrını diriltti
. "
Seyyid
Burhâneddin, devrinde insanalara inanç, güven Ve çalışma azmi vererek, onları
harekete getirip, ruhlarını diriltmiştir. Bu asırda, sûfîler müntesiplerini ve
halkı çalışmaya, gayrete şevketmişler. Türk sûfîsine, dinamizm ve mücâdeleci
ruh vermiştir. Gerçek sûfî, insanın tam olgunluğa erişmesini, başkasının
derdini, sıkıntısını, kendi sıkıntı ve derdi bilmesi ile değerlendirir.
Seyyid
Burhâneddin, Nâs ve Felek sûrelerindeki, " Allah'a sığınırım de"
âyetini şöyle açıklar:
"
Bu söz, işe girişirsen, bir işe yarar. . . Bildiğini tutmayan bilgin, bence, itaatte
bulunmayan bilgisizden beterdir. Hiç olmazsa bilgisi olmayan, hileydim böyle
bir iş yapmazdım, der
Bu
açıklamasına göre, bir müslümariın sırf Allah'a sığınmakla kalmayıp, bildiğini
yapmağa da gayret göstermelidir.
Manevî sahada da, ayni gayreti gösterip, ilerlemeye
çalışmamız gerekir:
"
Ârifin bedeni, mücâhedeyle sırçaya döner; imân ışığı, oradan dışarı vurur, parlar
. "
Görülüyor
ki, ârifin bedeni de, mücâhede ve manevî egzersizlerle, çilelerle kemâle
ulaşabilmektedir.
O,
noksan aklın bile çalışma ve terbiye ile gelişebileceğini kabul eder:
"Akıllar,
yaratılışta noksan olabilir. Fakat çalışmakla bir yere varır; olgunluğa kavuşur.
Olgun aklı ise, birazcık cilâlamak yeter; o akıl, hemen kendiliğinden şimşekler
çaktırmaya başlar ”
Seyyid
Burhâneddîn, by açıklaması ile eğitimin önemine dikkat çekip, çalışma
konusundaki görüşünü Peygamberimizin " Müslümanlıkta keşişlik yok .
" hadisini izah ederek, belirtir:
"însân,
halkla ne kadar karışır, uzlaşırsa o kadar Hakk'a yaklaşır . "İnsanın
Allah'a yakın olması onların dertleriyle ilgilenip, sıkıntı ve üzüntülerini
gidermek suretiyle ve bu uğurda gayret göstermekle mümkün olacağını anlatır. Hem
de riyâzet, nefsin aşın isteklerine tehammül gösterip, sabretmektir. Mücâhede
ve cihaddan, asıl maksat da, büyük savaş sayılan, nefisle savaşıp, onu yenebilmektir
". Yoksa insanlardan
aynlıp, bir köşede, uzlet hayatı yaşamak için değildir. Uzlete çekilen şeyhler
bile sırf nefislerini İslah gayesi ile bazı zamanlar, bu tarz mücâhedeyi tercih
etmişlerdir.
Seyyid
Burhâneddîn, hayatının bazı devrelerinde inzivâya çekilmiş, cezbe ve İlâhî
aşıklara gark'olmuş, çoğu zaman da halka karışıp, dertlerini dinleyerek, onlara
doğru yolu göstermiş, nasihat
etmiş
ve bizzat onlara imamlık yapmıştır128.
Seyyid Burhâneddîn, insanlara karşı son
derece merhametli olup, onların dertlerini, kendisine dert edinmiş, üstün
insanlardan biridir,
Selçuklu
devletinin gerilemeye yüz tuttuğu bir zamanda Kur'an ve Sünnetin feyziyle
insanlara azim ve çalışma şevki yermiş, onları yönlendirmek için de bazı
hedefler göstermiştir.
Seyyid
Burhâneddîn, insanlara faydalı olmak ve onlara iyilik yapabilmek gayesiyle, bilgili
ve zengin olmayı da ister:
"Bilgisiz
din nedir? Bir benzetiş, bir taklit ancak, malsız, yaşayış nedir? Bir alçalış
ancak"; "A genç, bilgiyle malı bir arada elde et. Bunlar olmadıkça
ömür, adamı kör ve rezil eder . "
Seyyid
Burhâneddîn, “bu görüşü ile, bilgisiz insanın, taklîdî imân derecesinde
kalacağını, imânın kemâle ulaşması için de, bilginin şart olduğunu açıklar. Bu
yüzden gençleri, bilgili olmaya ve para kazanmaya, zengin olmaya teşvik eder. Bilgisiz
insanı köre benzeterek, mal ve para kazanmayan insanın da, insanlar arasında
değerinin olmayacağını belirtir.
O,
gerçek zenginliği şöyle de değerlendirir:
" Zenginlik, kalan şeydir; kalmadıktan
sonra ona zenginlik denmez. Zenginlik, gönül zenginliğidir, nefis ve mal
zenginliği değil. "
Burhâneddîn
bu açıklaması ile zenginliği, kalıcı olmakla değerlendirir. Bunun için de
kalıcı, eserlere hayır ve iyiliğe yönelip, gerçek zenginliği de, gönül
zenginliği ve kanaatte aramamızı ister.
Ona
göre, insan bilgili de olsa, kalb gözü açık olmazsa, okumamış, avamdan sayılır.
Böyle kimseler tahsil görseler bile körlükleri gitmez, birçok Hakikatleri
göremezler. Burhâneddîn, gerçek bilgili kişiyi şöyle taratır.
"Aklı
olgun kişi iki dünyada da, bilgili olgun kişidir: O, işlerinde de, sözlerinde
de, hallerinde de hüküm ve hikmet sahibidir. "
Netice
olarak Orta-Asmadan Anadolu'ya gelen velîler, dervişler, âlimler, sari
atkarlar ülkenin fikrî tekâmülüne yardımcı olmuşlar. Bu değerli insanlar, halkı
etkiliyerek, cemiyeti yükseltmişler, fikir, ruh asâletine ve ahlakî olgunluğa
eriştirmişler. Üstün terbiye ve eğitimleri ile insanları eğitmişler, Selçuklu
devletinin zayıf dü-' şüp, yıkılmasına rağmen, onlar hür düşüncenin önemini, esâretin
fenalığını anlatarak, halkı etkileyip, harekete geçirmişler. Başlangıçta, birlikten
mahrum halkı, ayni gaye ve ayni fikir altında topluyarak, merkezî otoritenin
teşekkülünde önemli rol oynamışlar, böylece devletin maddî gücü yanında, imân
ve düşünce birliğini de te'sis etmişlerdir.
7-ŞEYH VE MÜRİD HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Şeyh;
ihtiyar, pir, baba, ata, mürşid, tarikatın başında bulunan ve sözü doğru kabul
edilerek uygulanan, veli ve ermiş. Her tarikatte, kâmil bir şeyh, müridlerine Hakk'ın
emirlerini öğreterek, onları uygulamaya sevk eder. Hocanın medresede yaptığı
eğitimi, Şeyh'te dergahta yapar. Ancak hoca, nakli, akla uygular, çoğunlukla
akla hitab ederek, bilgisi ölçüsünde açıklamalarda bulunur. Şeyh ise mürşittir,
ruh ile meşgul olarak daha fazla terbiyeye yönelen bir mürebbîdir. Kendisine
intisab eden müridinin özelliklerini ve kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak,
herkese ayn ayn metodlar uygulayarak, yol gösterir. Genelde bu yolun terbiye
sistemi Hz. Muhammed'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ahlâk ve sünnetidir. Bir hoca pedagoji ve
öğretim metodlarını iyi bilirse, o derece başan gösterdiği gibi, mürişd de, ne
kadar ruhî halleri yani psikoloji bilirse, tarikat yoluna girmiş olan müridini
ruhen ve manen yükseltebilir .
Mürid,
iradesi olan, tasavvuf yolunda başlangıç halinde olandır. Arapça irâde
kelimesi, arzu, istek, meyletmek anlamına gelir. Mürid kelimesi, irâde
kelimesinden türemiştir. îstilâhta, ibâdet una sülük etmek, alışılan şeylerden
sıyrılıp çıkmak ye ibadete sıkı yapışmaktır. Müridin kelime manası, irâdesi
olan kirilse de-
ctir. Fakat sufılere göre mürid, irâdesi
bulunmayan, yani irâdesini terketmiş kimsedir. Mürid kendi irâdesine göre
hareket ekmeyerek Hakk'ın ve mürşidinin irâdesine göre hareket eden kimsedir. Her
Hakkiki mürid aynı zamanda muraddır. Çünkü Allah önce kulunu irâde ettiği
(kastettiği, istediği) için, sonrada kul onu irâde etmiştir . Bu hususta Cenâbı Hakk şöyle buyurmuştur:
"Allah onları sever, onlar da Allahı severler "
Ayette
belirtildiği üzere, Önce Allah kulunu sevdiğinden dolayı kul da Allah'ı sever.
Buna
göre kulun Allah'ı irâde etmesinin sebebi, daha evvel Allah'ın kulunu irâde
etmiş olmasıdır. Netice şudur ki, "Mürid, Hakk’ın kendisi için irâde etmiş
olduğu şeyden başkasını nefsi için istemez"
Mürid
tasavvufî sahada kemâle ulaşması için bir mürşidin eğitiminden geçmesi
gerekmektedir; mürşid de, daha önce bir şeyhin eğitiminden geçmiştir. Genelde
tanınmış Islâm tarikatlanndâ mürşidlik silsilesi, ashab vasıtasıyle Hz. Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'e ulaşmaktadır. Mürşid, tasavvuf yolunun bütün
güç, irice ve gizli taraflarını bildiğinden dolayı, bu sahada deneyimli
kimsedir. Mürşid, müridin mizaç ve kabiliyetine göre, onu terbiye etmeye gayret
gösterir. Mürşidin görevi insan eğitimi olduğundan, bu görev de güç bir görevdir.
Mürid
adayı, başlangıçta mürşidini seçme şansına sahip olup, bağlanacağı şeyhin
ahlâkını, ilmini ve yetiştirdiği insanlann dürumlannı araştırır. Bu
araştırmadan sonra beğendiği şeyhe bağlanarak, onun tavsiye ve rehberliğine
göre, dinî hayatını tanzim edeceğine dair karar verir.
Mürid
şeyhinin huzurunda: "Yalan söylemeyeceğine, gıybet etmiyeceğine, iftirada
bulunmayacağına, kimsenin ayıp ve kusurlarını araştırmayacağına, namaziı
vaktinde eda edeceğine, kazaya kalmış namaz ve oruçlarını ikmal edeceğine, mâlayâni
abes sohbetlerden vazgeçip, işiyle gücüyle meşgul olurken, kalbini zikirden
boş bırakmayacağına, az uyuyacağına, riyâzete riâyet edeceğine, sünnet üzerine
yiyip içeceğine, nefs- emmârenin aksine
hareket edeceğine, kendisinde hiçbir varlık görmiyeceğine136"
dair söz verir.
SÛfflere
göre, mürid de şeyhine tam teslimiyetle bağlanmazsa, müridin girdiği tarikat
yolunda, ilerleme kaydetmesi imkânsızdır. Tasavvufî terbiyede asıl olan
mürid-mürşid arasındaki manevî alışveriştir. Mürid, tasavvufî sahada ne kadar
başarılı ve kabiliyetli olsa bile kendi başına ilerleme kaydedemez. Daima bir
rehbere yani bir mürşide ihtiyacı Vardır. Meselâ, boş bir testiyi kırk yıl bir
pıhann başına koysalar, kendi kendine dolmaz. İşte mürid boş bir testiye
benzetilerek, onu dolduracak bir mürşide ihtiyaç gösterir .
Diğer
taraftan mürid tasavvufî sahada bir mertebeye yükselmesi için de nefsânî
isteklerini yenmesi, gönlünü Allah'tan gayn (mâsivâdari) herşeyden kesmesi
gerekir. Müridin bu yeteneği elde etmesi için de birçok manevî egzersizlerden, çile
ve nefis mücâhedesinden geçmesi şarttır
. Mürid, sinirli irâdesini,
küllî irâdeye teslim eden kimsedir. Şeyh, müntesiblerini bu gayeye sevk eder. Gaye
Allah Taâlâ'ya ulaşmak O'na teslim olmak ve O'nun rızasını kazanmak olduğuna
göre, şeyh, müridini bu amaca ulaştırmaya yardım eden bir vesiledir. Şeyli, müridin
eğitimi, hem de öğretimi ile meşgul olur. Mürid de her hususta şeyhine tâbi
olur. Ahlâkını düzeltmek için şeyhinin emri ile halvete çekilir. Şeyhin
kendisine telkin ettiği zikr ye virde kesintisiz devam eder. Az yer, az uyur ve
az konuşur. Gizli âşikar her halini şeyhe açar ve ondan aldığı talimata göre
hareket eder.
Seyyid
Burhaneddin, müirşid ve mürid konularına değinirken, onlarda bulunması gereken
bazı özelliklerinden bahseder,
Seyyid, Hakk'ın erleri olan mürşidlerle
konuşmayı tavsiye eder. Hakk erenleri garib insanlar olsalar bile onların feyizlerinden
yararlanmalıyız. Onlanri bazı hareketleri bize garip gelse bile, rezil ve
bayağı ihsanlarla konuşmaktan daha iyidir139. Zirâ bu insanlar ayıp
ye kusurları örten toprağa benzetilir. _
Erenler
insanların gönüllerine bakarlar, düşmanlar ise insanların nefislerine bakarlar.
Erenler Hakkın rızasına bağlı insanlar olduklarından onlarda şahsi çıkar
kaygusu ve nefsanî istekler pek kalmamıştır. Seyyid'e göre, "Mücâhede, nefsi
Allah'ın razılığına bağlamaktır140".
Aynı
zamanda Seyyid, şeyhine bağlı ve O'nu herkesten üstün görmektedir: Seyyid, hocası,
Sultanü'l-Ulemâ Hakkında: " Şeriat sahibi Hz. Ahmed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) den, sonra çok erenler gelip
geçmiş; ama hiçbirin de Mevlânâ Bahaeddin Veledin mertebesi yok "
diyerek, O'nun mertebesinin herkesten yüce olduğunu belirtmiştir,
Seyyid
şeyhlere büyük değer verir, "Allah'ın kitabı; şeyhin gönlündedir; O'nun
ehli, soyu-sopuysa şeyhin dışındadır. Kitap, şeyhin gönlünde gizlenen anlamdır
".
Hiçbir
varlık, kendi zatiyle kâim değildir. Bu vasıf Allah'ın zatına mahsus bir
sıfattır.
"Allah'ın dostları ölmezler "
denir. Burada ölmeyen onların Tanrı nazargâhı olan gönülleridir; yoksa onların
nefisleri de ölür. Çünkü Cenâbı Hakk: "Her nefis (can) ölümü tadacaktır
" buyurmuştur.
Şeyhin
gönlünde birçok Hakikatlerin bulunduğunu ve bunların ebedi olup, ölmediğini
anlatmak, istemiştir. Mevlânâ'nın türbesinde yazılan Farsça bir beyitte, meâlî
şöyledir: "Ölümümüzden , sonra türbemizi toprakta aramayın, bizim, mezarımız
âriflerin gönlündedir" diyerek âriflerin gönüllerinde yaşadığını belirtmek
istemiştir.
Seyyid, şeyh'de bulunması gereken bazı
özelliklerinden söz etmiştir: "Eğer fakir değilsem yani varlığımdan
geçmemişsem, halktan biri olurum; böyle olunca da, nasıl dervişim derim?145".
'
Allah'ın
velî kullan Cenâbi Hakk'ın lütfuna mazhar olmayı herşeyin üstünde tutarak, en
büyük zenginlik saymışlardır. Gerektiğinde de, fakirliği nefsânî istekleri
yenmede, bir araç olarak kullanmışlardır. Hem de buradaki fakirlik maddi
fakirlik olmayıp, kulun daima Allah'a muhtaç olduğunun şuuruna varmasıdır. Zira
kul, Allah'ın lütfü olmadan bütün ihtiyaçlarım yerine getirecek özelliğe sahip
değildir.
Şeyh
nefsini yenmiş ve heybetli bir insandır: "Şeyh'te öyle bir heybet
olmalıdır ki vursun kırsın; şeytanları ve vesvese ordusunu bir bakışla bozguna
uğratsın146. "
Şeyh
aynı zamanda gayretli ve olgun kimsedir: "Sen ne kadar başkalarından
bağlan kopanr, onlardan nazarını kesersen, şeyh daha fazla seni göriir. Şeyh
aşın gayretli ve kıskançtır. Şeyhin saçı tamamıyle ağırmış, hiçbir siyah kıl
kalmamıştır147. "
Seyyid'e
göre, siyah saç halk sıfatıdır, şeyhde bir tek siyah saç kalmamış, kemâle
ulaşmışsa ondan gözünü ayırmamak gerekir. Şeyhin saçının ağırması, benliğini
yenmiş, nefsini ıslah etmiş ve kemâle eriştiğini göstermektedir.
Mevlânâ'da,
gerçek şeyhin derecesini belirtmek üzere, "Şeyh kimdir?" diye sorar. Sonra
da şeyh kelimesinin lügatta, yaşlı ve saçı sakalı ağırmış kimse anlamına
geldiğini belirtir. Fakat gerçek şeyhliğim saçın, sakalın ağırması ve yaşın
ilerlemesi ile olmadığım, benliğinden kurtulup, varlığından tek bir kıl bile
kalmamasıyle açıklar148.
Mürid, şeyhine saygılı olup, daima şeyhi
yanında gibi davranmalıdır: ''Şimdi nerede olursan ol, şeyhi yanında gör ve
bil. Eğer şeyh yokken, onu yok tanırsan, şeyhi tanımamışsın. Zira O'nun bakışı
görüşü kalmamıştır. O'nun bakışı ve görüşü de Hakk'ın bakışıdır. Allah'ın
miriyle bakar, görür . "
Seyyid, yukarıdaki açıklamasıyle şeyhin mertebesinin Allah yanında yüceliğini
belirterek, O'na bakış tarzı tamamen değişiyor. Şeyhin yardımcısı Allah olup, Allah'ın
yardımı ve lütfü ile birçok Hakikatleri keşfederek görüp ve bileceğini
belirtmek istemiştir. Müridin şeyhinde de bu özelliklerin-bulunabileceğini
düşünerek, gaflete düşmemeli, her an onun gözetimi altında olduğu bilincine
varmalıdır.
Şeyhin
gönlüne müridin sevgisi de düşebilir: "Biri şeyhin
kapısına vardı, yukarıya baktı, şeyhim, sizin evinizin damı ve tavam harap
olmuş, dedi. Şeyh, bu adamın perişan bir bakışı, görüşü var, gelip oturur
oturmaz, damdan, tavandan haber vermeye başladı, dedi. "
Fakat
Seyyid, şeyhin gönlünde, bu adamın sevgisinin -meydana geldiğini belirtmek
üzere şu rubâiyyî kaydeder:
"Biz
seninle tanışalı içimize bir dostluk düştü,
Gönlümüze
bir parlaklık geldi.
Nurun
gönlüme düşer düşmez.
Bende
bütün kötülüğü aldı götürdü . "
Bazı
insanlar Allah yanında değer kazanmış da olabilirler: "İçinden su akan
ark'a, dere derler; öyle erler vardır ki Hakk'a ulaşırlar; öyle kullar vardır
ki Yüce Allah, onları kendisi için seçmiştir. Etten, deriden ibaret olan insan,
sonra da Hakk'a erişmek ne?: Evet ama elli kere eti ve derisi değişmiştir. Orada
et ve deri yok olmuş, tamamiyle dost olmuştur. Elli yıldır derisindeh çıkmamış,
o deriye bürünmüş olsaydı, nereden dosta erişirdi ki?. Şeyh, kendi varlığından
kurtulmalıdır ki başkalarım da görsün, gözetsin . "
Seyyid'in
yukarıda belirttiği gibi şeyhin Hakk'a ulaşması için birçok manevi arınmadan
(tezkiyeden), geçmesi gerekir. Kemale ulaşmak üzere tasavvufî sahada bir takım,
nehir ve zorluklardan geçecek, sâfiyet elde edip, benliğini ve nefsi
isteklerini yenmelidir. Şeyh kendi isteklerini yenerek, benliğinden
kurtulmalıdır ki başkalarına da faydası dokunsun,
"Hacamatçıyla,
iğneyi daha yavaş batır, daha yavaş batır diye söylenmektedir. Amma bedenden bir
tek kıl kalsa ateşin onunla işi var, yaratılışından kara dumanı tamamiyle
çıkarmadıkça, fayda yoktur"
insan, nefsinin isteklerinden arınarak, nefis
savaşını kazanmalıdır ki, yaratılışında kara duman gibi bulunan nefsini
isteklerini yenebilsin. !
Erenler
kendilerini manevi sultan olarak görmektedirler: "Şimdi dünya
padişahlarının ululuklarını bildin, fakat erenlerin yüceliklerini, üstünlüklerini
onlardan az görüyorsun, az biliyorsun. Hiç de öyle değil. Fakat herkes
yakınlığı kadar görebilir. Yakın olmayan da yakınlık ta olmaz ki görebilsin
. "
Şeyhler
kendilerini manevi âlemler sultanı kabul ederek, bu mertebeyi herşeyin üstünde
tutmuşlardır. Ancak yakın bilgisine sahip olan insanlar bu mertebeyi görüp
bilebilirler. Kendilerinde yakın bilgisi olmayan insanlarda, bu dünya
saltanatını yüce tanırlar.
Hakk'ın
sözünü Allah'ın erenlerinden duymak gerekir. Bunu halktan işitmek mümkün
değildir: ", Senin canın vasıtasız olarak Hakk'tan duymak kabiliyetini
elde etmemişse, o temizliğe erişememişse o vakit, vasıtayla Muhakkiki
(Seyyid'in kendisi)'ten duy; çünkü O'nun canı, o kabiliyeti elde etmiştir. Onun
için de, Hakk'ı anışta, Hâkk’ın sözünden başka birşey belirmez. . . Ama Muhakkiki'te,
Hakk'tan başkası tasarruf sahibi değildir; onda nefsin, şeytanın tasarrufa
mağlup olmuştur . "
Seyyid
burada kendi ruhî durumunu belirterek, şeyhin derecesinin ne kadar yüce
olduğunu açıklamak istemiştir. Şeyhin bütün idaresinin, Hakk'ın idaresi
olduğunu belirtmiştir. :
Şeyh'ten
istifade etmek için O'na, tam olarak bağlanmak gerektir: "Şeyh aynaya
benzer, O'na ne kadar bakarsan, kendini ne kadar O'na verirsen, O da sana o
kadar bakar . "
Görülüyor
ki müridin yükselmesi, şeyhine göstermiş olduğu saygı ve edeple ölçülüdür. . Mürid, şeyhin huzurunda , şeyhinin
ruliî haline görej davranmalıdır: "Müritlerin edeplerindendir, şeyh daldı
da kendinden geçti mi, sakın ona selam bile verine. Çünkü O, sevgiliyle
büluşmuştur; sevgiliye kavuşmuştur; o anda O'nu, sevgilinin kucağından ayırmış
olursun; onun ahi seni tutar, Mürütlere gereken edepler kıl gibi çok incedir
. "
Seyyid,
her müridin sivri noktalarını törpülemek olan çileden de söz etmiştir:
"Birisinin bir hayal görmesi, adam olması, yatıut ta kendisine adam
denmesi için kırk gün bir evde kapanması mi gerek?" sorusunu sorarak, Hz. Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in dini
ile bunun ilgisinin olmadığını belirtir . Seyyid burada açıklamasına
devam ederek, Allah'ın ezelî ve ebedî olduğunu bilen ve kendisinin yoktan
yaratıldığım kabul eden, fâni öldüğünü gören kimse için yol ve yolculuk başlar.
"Şeyhler
bu durağa, son durak derler. Bundan sonra ölmek, insan için ahmaklıktır. Evveline
evvel olmayan Allah'a ulaşan kişi, niçin ölsün artık? O adam, bu dünyada, ebedi
hayatım görür . "
Dünyada
Allah'ın buyruğu olan "İrci' -Rabbine dön " emri gelmeden
önce, isteklerinden sıyrılıp, nefislerini öldürüp, Hakk'a yönelen insanlar, ölümü
bir vuslat -Hakk'a kavuşma bilmişlerdir.
Sûfîler,
ölümü îrâdi ve tabîî olarak ikiye ayırmışlar. Îrâdî (ihtiyârî) yani kendi
isteği ile ölüm, insanın isteklerinden geçmesi varlığını, Hakk'a ve topluma
vererek, keridisi için hiçbir şey istememesidir. İhsanın tabîî (ıztırârî, zorunlu)
ölümden önce isteği ile ölmesi, yüksek bir mertebe sayılmıştır. Bu hususta bir
hadis de zikredilmiştir: "Hesaba çekilmeden önce, amellerinizi hesaba
çekin; tartınız; tartılmadan önce, kendinizi tartın, ölmeden önce ölün .
"
İşte
dünyada, "Ölmeden önce ölen" kimse en yüksek mertebeye ulaşmıştır. Onlar
için ölüm gecesi, gerdek gecesi ve ebedî saadete açılan bir penceredir. Hem de
bu kimseler, dünyada, ebedî hayatlannı görebilirler.
Yukarıda
belirttiğimiz mertebeye ulaşan erenler, dünyanın geçici mevkilerine pek değer
vermezler: "Bu istek, öyle bir yere varır ki inşan, mevkiden de geçer; mevki
sevgisi de kökünden sökülür gider; o istek de gönüle soğuk gelir. Şeyhlerin
çoğu bu dileğe, erişememişlerdir . "
Burada sırf mala ve mevkiye karşı olmak
demek değil, mal ve mevki hırsını gönülden çıkarıp, aza kanaat etme demektir. Mala
ve mevkiye karşı istiğna gösteren şeyhlerin pek az olduğunu da belirtmiştir.
Mürşid
ayni zamanda müridinden çalışmasını ve geçimini temin etmesini de ister:
"İhsan, elinin emeğiyle, kendisi zahmet çekerek bir işi başarmalı; başkasının
emeğinden, başkasının zahmetinden insana ne fayda gelir ki? Mürşidin de bu
tarzda irşâd etmesi gerek -"
Mürid
yüce mertebelere ulaşmak için şahsi gayret göstermeli, kimseden bir şey
istemeden çalışıp çabalayarak geçimini temin etmeli. Başkalarının sırtından
asalak olarak geçinen bir müridin değeri olmadığı gibi, manevi sahada da
ilerlemesi pek mümkün değildir. İrşâd görevi de pek güç bir iştir. Kendisini
İslah etmeyen, kendisi himmete muhtaç bir insan, başkalarını nasıl irşâd
edebilir?.
" Sevgi bilgisi Tanrı'ya âittir; kimden Tanrı
sevgisi bilgisini duyarsan bil ki o “Tanrı dostudur. "
" Şevk, sevgi ağacının ışığıdır; aşk da meyvasıdır.
" (s. 2p)
"
Zikir korkunun üstünlüğüyle ve
sevginin şiddetiyle gaflet meydanından müşâhede genişliğine Çıkmaktır. "
(s. 66)
" Ne mutlu o kişiye ki gözü uyur da
gönlü uyumaz. (s. 64)
" Bilgi, maarifet bilgisidir. Hiçbir şey
bilmesen bile, kendini tanıdın, bildin mi, bilginsin, ârifsin. " (s. 18).
" Akıllar, yaratılışta noksan olabilir. Fakat
çalışmakla bir y ere varır, olgunluğa kavuşur. " (s. 22)
" İnsan, halkla ne kadar karışır, uzlaşırsa
o kadar Hakk'a . yaklaşır. " (s. 63)
" Sağa, sola, selam vermenin manası da
şudur :Ey inanan kardeşlerim, siz benim şerrimden, haşinliğimden eminsiniz. "
(s7)
" Şeyh, kendi varlığından ve benliğinden
kurtulmalıdır ki, başkalarını görsün, gözetsin. " (s. 37)
" Baş koyan, başlara tâç olur; kendisini
aşağı gören, bütün âleme üst kesilir. " (s. 43)
" Allah beni azız etmiş; ben kendimi horlatamam ki. Böyle
iş yaparsam bu zulüm olur. " (s. 53)
" Kimde Hakikat derdi yoksa, Hakikati
istemiyor demektir. " (s. 21)
" Her şeyden kaçmak kolay da kendi
nefsinden kaçma pek zordur. " (s. 69)
" İbadetin özü, nefsin erimesidir; geri
kalanın hepsi de ibâdetin kabuğudur. " (s. 19)
" İsteğine, şehvetine uydukça rezil olur
gidersin. " (s. 45)
" Sen,
yalnız şu şarabı haram sandın; nice şehvetler vardır ki adamı sarhoş eder
" (s. 48)
" Kim, kendi dileğine bağlanmışsa, yaptığı
işler, küle benzer, . savrulur gider. " (s. 71)
"
Haset, nefis köpeğinin sıfatıdır.
" (s. 59)
"
Din ağacı, terbiye vasıtasıyle kuvvetlenir.
Şimdi daha tazedir, küçüktür (henüz kuvvetlenmemiştir). " (s. 25)
"
Suçu terk etmek, itaatin ta
kendisidir. "(s. 25)
"
İnsanlar kötü gönüllü oldular mı?
Küçücük bir derede boğulurlar; ama cesaretle, erlikle koskoca denizleri aşarlar.
" (s. 42)
"
Birinin aybını, hünerim
araştırmak istersen, bir bahane bul, önce onu konuştur. " (s. 42)
" Ey genç, bilgiyle malı bir arada: elde
et. Bunlar olmadıkça ömür, adamı kör ve rezil eder. " (s 40) .
" Zenginlik, gönül zenginliğidir, nefis
ve mal zenginliği değil. " (s. 24)
" Yılan balığına benziyorsun, ne
yılansın, ne balık; sen bir münâfıksın; ne yapıyorsun? Ya yılan ol, ya balık?. "
'
"Kendisine
Allah tarafından kesin delil verilen, aydınlatılan kişi, Hz. Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in sünnetine uyar
" Denizi,
denizdeki canavarı görüp de şaşma, kendi içindeki nefis canavarını . gör de şaş.
" (s. 21)
" insafı, insaf sahibine buyurmak gerek;
insafsıza söylemek, hikmete uymaz. " (s. 56)
" İnsanoğlu meşguliyetsiz duramaz; şayet
meşgul değilse, ölmüş demektir. "(s. 72)
" Mücâhede, Hakk'ın rızasında, nefsi
harcamaktır. " (s. 20)
" Zikri
göbekten yukarıya doğru, içten, candan çıkar. " (s. 62)
" eden yok olur ve ölür gider; ruh yok
olmaz, ölmez. Bu , dünyada akıl ve iman esastır, bedenin ölmesi, ruhun
doğmasıdır. " (s. 17)
XIII. asırda Anadolu'da yaşayan insanlara
durumu, gerçekten yürekler acısıydı. Başlangıçta Haçlı ordularının daha sonra
da Moğol ordularının katliam, işkence ve yağmalan yüzünden müslüman halk pekçok
çileler çekmişti. Moğollar çok zalim insanlardı; âlim, ârif, sultan, köle, genç,
yaşlı, çocuk, kadın demeden önlerine gelenleri acımadan öldürdüler. Anadolu'da
bu karışık ortamda, ârifler, âlimler ümitlerini kaybetmeden huzursuz insanlara
ümit kaynağı olmuşlardı. Bu insanlar, halkı huzura ve güvene çağırmışlar ye onlara
üzülmemelerini, gevşememelerini ve istikbal için hazırlıklı olmalarını
sağlamışlardı.
Bu ârif insanlar, önce Moğol zulmüne karşı
pasif direnme göstermişler. Bu pasif durum, iç âlemdeki aktifliği meydana getirmiştir.
Onların bu pasif durumunu, zulme ve küfre nzâ gösterme . anlamında düşünmemeli,
sonucu görüp, aydınlık günlere çıkmak için, bekleme safhası sayılmalıdır. Zira
toprağa düşmeyen tohum yetişmez, ebedi olmak için tohum ekmek gerekir. Halk
dostları Anadolu'ya iman, güven, birlik, sevgi ve dostluk tohumlan ekmişlerdir.
İşte bu insanlar halkın gönlünde taht kurmuş, manevi liderlerdir.
Seyyid
Burhâneddin de bu Hakk dostlarından biridir. O, gerçek düşman olarak da nefsi
görmüş, hayat boyu nefsi ile mücadele ederek, nefsini yenmeyi başarmış, en
büyük mücâhittir. Seyyid'in eserlerinde üzerinde durduğu asıl ana tema, nefis
terbiyesi denilebilir. O, islamın belirttiği üstün ahlâka ulaşmış ve bizzat
nefsinde uygulamış ve yaşayış, davranışlara ile de etrafındaki insanlara örnek
olmuştur.
Bütün
veliler ve müslümanlar Yunus'un tabiri ile yaratılanları, Yüce Yaratan'dan
dolayı hoş görüp, sevmişlerdir. Böyle bir toplumda, helâl ve haram, sevap-günah
inancı, kul Hakkı kutsiyeti gelişmiş ve bu sayede de birlik ve beraberlik ruhu
doğmuştur.
Diğer
taraftan Müslüman-Türk insanı ölümle hayat arasında bir tezat gömüyor. Yeri
geldiği zaman Allah'ın adım yaymak için
' savaşmaktan ve mücadele etmekten de çekinmiyor.
'Zâten bu insanlar, ölümü bir vuslat, şehidliği en yüksek mertebe biliyorlardı.
Veliler
Anadolu'nun fikrî tekamülüne yardımcı olmuş, ekonomik ve sosyal çöküntüler, askeri
ve politik yenilgilerle temelinden sarsılan cemiyeti, tıpkı bir dağınık malzeme
gibi ele alarak, ondan yepyeni bir bünye meydana getirme hünerini
göstermişlerdir. Onların meydana getirdiği dinamizim asırlar boyu sarsılmamış, Anadolu
halkını harekete geçirmiş ve Osmanlı imparatorluğunun nüvesini teşkil etmiştir.
Onlar hür düşüncenin önemini, esâretin fenâlığını anlatarak, halkı etkilemiş, fikir
hürriyetini ve hoşgörü anlayışını geliştirmişlerdir. Veliler, âlimler halkın
sığındığı ve güvendiği ' manevî huzur kaynağı olmuşlardır. Zira Cenab-ı Hakk, Allah'ın
dostları ve velîleri Hakkında Kur'ân-ı Kerim'de: "Haberiniz olsun, Allah'ın
velileri için hiçbir korku yoktur, O'nlar mahzun da olacak değildirler "
buyurarak, onları öğmüştür.
« Prev Post
Next Post »