Print Friendly and PDF

Translate

SEYYİD BURHÂNEDDİN MUHAKKİK-İ TİRMİZÎ

|

 


(Mevlânâ'nın Hocası)

( 1166-1240 ? )

 H. Ahmet SEVGİ

 ÖNSÖZ :

Seyyid Burhâneddin Tirmizi, isminin son ekinden anlaşıldığı gibi, Özbekistan'ın, eski Tirmiz şehrinde, 1565-1566 yılında doğmuş­tur. ilk tahsilini babasından, daha sonraları, XIII. Yüzyılda, ipek yolu üzerinde bulunan, ilk İslâm Tasavvufunun filizlendiği, meşhur BELH şehrinde, adı Sultanü'l Ulema olarak anılan Bahâeddin Veled'in yanında yetişmiştir. Bu Alim Mevlânâ'nın babasıdır, oğluna Atabek olarak Sey­yid Burhanettin'i  seçmıştir. Seyyid Burhâneddin, Sultan-ı Ulemanın vefa­tında Tilmizde bulunduğundan, Mevlânâ'yı yetiştirmek amacı ile, bir yıl yolculuktan sonra Özbekistan'dan Konya'ya gelmiştir (M. 1232). Yedi veya dokuz yıl, Konya'da Mevlânâ'yı yetiştirmiştir. Onda gördüğü ek­sikliklerin tamamlanması için, devrin ilim merkezi olan Şam’a ve Haleb'e de yollamıştır.    

Seyyid Burhanettin'in şairliği yoktur, yalnız nesirle söyler, cüm­leleri kısa ve özlü yazar, bu san'atı ustalıkla kullanarak, sırlarını, "kısa bağlantılı, güzel ve gönül alıcı” cümlelerle anlatır. Kendisine, ilmi ger­çekleri inceden inceye araştırıp tetkik ettiğinden, Muhakkiki, Hakikat­leri açıklamadaki üstün kabiliyetinden dolayı da Burhâneddin lakaplan takılmıştır.

Anadolu Selçukluları devrinde, önce Konya da başlattığı yeni ha­yatını, daha sonraları çok Sevdiği Kayseri'de' devam ettirmiştir. ( ? ), 1240 yılında Kayseri'de vefat etmiştir. Bugün kendi adi ile anılan, Seyyid- -Burhaneddin /nazarlığına defnedilin iştir.

Mevlânâ Hakkında, bir çok bildiri, makale ve kitaplar yayınlan­mış olmasına rağmen, onun Atabeği Olan ve çocukluğundan beri eğiti­mini üstlenen, hocası Seyyid Burhâneddin Hakkında; şimdiye kadar yazı­lanlar, kendilerine şükran borçlu olduğumuz Halil Ethem, Ahmet Nazif Efendi, Abdullah Sâtoğlu, Mehmet Çayırdağ ve Ali Rıza Karabulut gibi değerli araştırmacıların verdiği makale ve kitapçıklarla sınırlı kalmış, Mevlânâ'nın hocalığına ve Kayseriliye yakışacak, kapsamlı bir kitap or­taya çıkmamıştır. Bu Kayserililerin bir ayıbı olarak nitelendirilmelidir.

Seyyid Burhâneddin'  anlamlı, öğrenmek ve gelecek nesillere onu, fikir ve düşünceleri ile tanıtmak, ancak kapsamlı bir kitab ile mümkün olacaktır. Esasen bu düşünce, 'Kayseri'de yaşayan herkesin ide­ali olmuştur. Bu amaçla, onu sevenler adına, Kayseri'de bir de "Seyyid Burhâneddin" . vakfı kurulmuştur. Biz bu kitabımızla O'nu tanıtmaya başlamış olduk, araştırmaların devamı ve gelecekte daha büyük eserlerin yazılması en büyük arzumuzdur.

Yedibuçuk asırdan beri, Dinî Bayramlarda ve kişisel zor durumda ka­lındığı hallerde, onun türbesini ziyaret etmek, eski bir Kayseri geleneğidir.

Anadolu Selçukluları devrinde, XI-XV. asırlar arasında, Ana­dolu'da bir çok istilalara, yenilgelere zorluklara rağmen, halici bilinçlendiren, birleştirici olan, onları ayakta tutan, Orta Asya'dan Anadolu’ya göç eden Orta Asya erenleridir. Doğudan Moğolların, Batıdan Hakklıların yaptıkları istilalar onları Anâdoludan atamamıştır. Sürekli hârp halinde Orta Anadoluda yaşamışlar, bu uğurda canlarını vermişlerdir. Genellikle otuz yaşından  uzun yaşıyan, hükümdar çok az olmuş hepsi harplerde şe­hit düşmüşlerdir.      

Üç asra yakın bir ölüm-kalım savaşları sonucunda, Anadolu Türk Yurdu haline gelmiştir. Geleceğimizin teminatı olan yeni neslin, geç­mişlerimizin bu tarihi gerçeklerini bilmeleri ve Anadolu'ya sahip olma­ları için bunun zarureti vardır.           

Seyyid Burhaneddin Hakkında bir kitap hazırlanması fikrimi, bu uğurda yıllardır çalışan, değerli bilim adamı Yrd. Doç. Dr. H. Ahmet Sevgi Kabul etmiş ve bu konuda hazırladığı bildirilerini 14 Mart 1993 tarihinde yapılan, geleneksel Gevher Nesibe Bilim Haftasında sunmuş, ve çok takdir toplamıştır. Bu bildirilerin bir kitap halinde derlenmesi ve yayınlanması da Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsüne nasibi olmuştur. Bundan önceki yayınlar bize rehber oldular, bundan sonraki yayınlara da bizim katkımız olacaktır. Değerli bilim adamı Yrd. Doç. Dr. H. Ahmet Sevgiye teşekkür eder başarılarının devamını dilerim.

Bu kitabımızın yayınlanması suretiyle Seyyid Burhâneddîn türbe­sini ziyarete gelenlerin, bilmesi gereken bilgileri, daha iyi anlayacakla­rına inanıyoruz.

Bugünkü trafik levhalarında, sürücüleri uyaran "İçindeki Trafik Canavarı" sözcüğünün esası, Seyyid Burhaneddin'e aittir. Orjinali şöyledir; "Sen denizin içindeki canavarı görüp de şaşma, kendi içindeki Nefis canavarını görüp de şaş". Nefis; esasında, insanın gönlünde tatmin etmeyi arzu ettiği herşeyi içine alır. Trafikte; hızlı araba kullanma ve başkalarına üstün olma, yarışma arzusu da nefsin isteklerinden biridir.

Bu kitabın hazırlanmasında emeği geçen Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü sekreteri Yusuf Alay'a, eseri bilgisayara geçeri Suat Keçe'ye ve Erciyes Üniversitesi Foto-Film Merkezi ve Matbaasının de­ğerli elemanlarına teşekkür ederim.

Kitabımızda, elimizde olmayan sebeblerle, hatalarımız olmuş ise, okuyucularımızın bunu hoşgörü ile karşılamalarını ümit ederim.

Prof. Dr. Ahmet Hulûsi KÖKER

Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü

                                            .

GİRİŞ

Seyyid Burhâneddin, Tirmiz'de doğmuş, Horasan bölgesinde ye­tişmiş, Mevlânâ'nın babası Sultanü'l-Ulemâ'dan Belh'te ders görmüş, doğudaki Moğol istilâsı ve zulmünden dolayı kendi ülkesini terk etmiş­tir. Vefâ borcu olarak, Hocası'nın. oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in eğitimi için Anadolu'ya gelerek, Konya'ya (M. 1232) yerleşmiştir. Dokuz yıl O'nun eğitimi ile ilgilenmiş, Şems-  Tebrîzî'nin Konya'ya geleceğini haber vererek, buradan ayrılmıştır. Hayatının sonlarına doğru çok sevdiği Kayseri’ye yerleşmiş ve burada vefât etmiştir. ’

Anadolu'nun manevî mimârlanndan biri olan büyük düşünür, eği­timci ve mutasavvıf Seyyid Burhâneddin'den söz etmek pek güç bir iştir. Kendisinin de belirttiği gibi, O'nu tam olarak tanıtmak ve bilmek için de, O'nun hâli ile hallenip, bilmek, tanımak gerekir. Ancak biz O'nun eserinden anladığımız kadarını açıklayıp, örnekler sunarak, gerisini oku­yucuya bırakacağız.

Seyyid'in hayatı Hakkında da kesin ve geniş. bilgiye sahip değiliz. Onun hayatı ve yaşayışı Hakkındaki bilgilere, bazı menâkıb kitaptan ile mevlevi kaynaklarında tesadüf edilmektedir.

Seyyid’in dbşünce ve fikirleri Hakkında bilgi verirken, O'nun tek eseri olan Ma'ârifi’nden ve Sûre-  Muhammed ve Fetih tefsirlerinden bu arada Sipehsalar'ın Risâlesi ve Eflâki'nin Menâkıb'ı ile Sultan Veled’in, Ibtidânamesi'nden istifade edilmiştir. Bu eserlerden faydalanarak ve O'nun fazlaca temas ettiği konular ele alınarak yazılmıştır.

Seyyid bilhassa Ma'ârifi'nde birçok fikir ve meseleye temas etmiş, özlü ifadeler kullanmış ve her konuyu sistemli bir şekilde açıklamamış­tır. Bazı dinî ve tasavvufî konulara, bir tek cümle veya bir tâbir ile te­mas edip geçmiştir. Herhalde Seyyid'in bu ifade tarzı, O'nun cezbeli bir insan olması veya O'nun kısa kelime kullanma, şeklindeki üslûbundan ileri gelmektedir. Mesela, Ma'ârifi'nde sadece> nefs-  mutmainne ve nefs-  emmâre tabirlerini kullanmış, nefsin diğer mertebelerinden bahsetme­miştir. Hiçbir konuyu bir başlık altında, geniş bir şekilde ele alıp işle­memiştir. Fakat çök açık, kısa ve özlü, can alıcı ifâdeler kullanıp, açık­lamalar da yapmıştır. Bu bakımdan konu ve fikirler çok çekici ve sürükleyici olup, fikirleri âdeta özün özüdür. İstenilirse O'nun bu fikirleri, ko­nunun ehli tarafından genişletilerek, açıklamalara tâbi tutulabilir.

Seyyid diğer taraftan Ma'ârifi'nde, konularla ilgili âyet ve hadis­lere, dinî kıssalara ve tasavvuf! hikâyelere ve bazı şiirlere yer vermiştir. Bazen âyet ve hadislerden birkaç kelime alarak, açıklamalarda  bulunmuştur.                                    

Bu çalışmamızda, ana kaynaklardan yararlanıp ve konulan incelerkeıiı de şahsî değerlendirmelerden kaçınılarak, Seyyid'in görüş ve fikirle­rine sadık kalmaya gayret gösterilmiştir. Çalışmalarımda Seyyid'in fikir ve düşüncelerinden önce, devrinin siyâsî, sosyal ye fikrî durumu, hayati, şahsiyeti ve eserleri Hakkında bilgi verilmiştir. Diğer taraftan O'nun Hakkında anlatılan menkıbe ve hikâyelerin hepsi etraflı şekilde anlatılma­mış, bazılarına kısaca temas edilerek, kaynakları gösterilmiş, böylece eserin hacmi kısıtlanmıştır.                                                           

Seyyid'in en fazla yer verdiği konu ve fikirleri derleyip, açıkla­maya çâlıştık. Seyyid'in daha çok üzerinde durduğu konu ve düşünceler, çalışmamızda da düşünceler bölümünde belirttiğimiz, şu konuları ihtiva etmektedir :lman, ibâdetin Gâyesi, Kur'ân-ı Kerim'  Tefsir Anlayışı, Nefis Terbiyesi, iyi ve Kötü özellikleri Tenkid, Şeyh ve Mürid Hakkındaki Görüşleri ve Veciz Sözleri.

Bu mütevazi çalışmamla Seyyid Hazretleri'nin hayatına ve fikirle­rine bir nebze ışık tutup, faydalı olduysak ne mutlu bize. . .

Yanlışlarımızı düzeltmede ve noksanlarımızı tamamlamaya yönelik samimi tenkid ve ikazlar için şimdiden teşekkür ederiz.

Bu tebliğin eser haline getirilmesinde E. Ü. Gevher Nesibe Tıp Ta­rihi Enstitüsü Müdürü Sayın Prof. Dr. Ahmet Hulûsi Köker Bey'in teş­viklerinin büyük rolü olmuştur. Eserin hazırlanıp, bastırılması hususun­daki görüş ve yardımlarından dolayı kendisine teşekkürü borç bilmek­teyim. " "

Eserin mizampâjını yapan ve kapak resimlerini hazırlayan Enstitü Sekreteri Yusuf Alay'a ve bilgisayarda dizgisini yapan Suat Keçe'ye de ayaca teşekkür ederim.        '

Yrd. Doç. Dr. H. Ahmet SEVGİ

SEYYİD BURHÂNEDDÎNİN YAŞADIĞI ASIR

1Siyâsî Durum  

Seyyid Burhâneddîn’in yaşadığı XII. asrın son yansı ile XIII. asnn ilk yansında Anadolu halkı henüz haçlı ordulannın zu­lüm, yağma ve katliâm etkilerinden kurtulmadan, doğudan daha bü­yük tehlike olan Moğol tehlikesi başgösterdi. Eflâkî'nin Menâkıbı'nda anlatıldığına göre Bahâeddîn Veled, Belh'ten aynlmadan önce, Seyyid Burhâneddîn Belh'ten ayrılıp, Tirmiz'e gitmiş ve orada inzivâya çekilmiştir Arkasından da Hocası Bahâeddîn Veled, Belh'ten göç etmiş, O’nun Belh'ten göç etmesi hususunda çeşitli görüşler varsa da, asıl sebep Moğol tehlikesinin yaklaşmış olmasıdır  . Doğuda Horasan bölgesinde Moğollar büyük tahripler ve katliâmlar yapmışlardı. Cengiz Han Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belhîiler büyük bir direnme göstermiş, bu durum Cengiz Han'ın gücüne gitmiş, tekrar Belh üzerine hücum ederek onları mağlup edip, büyük küçük herkesi öldürmüş, hâmile kadınların karınlarını yarıp, hayvanlarını öldürüp, Belh'  yerle bir etmişti . Yine Moğol ordusu Belh'te bulunan birçok mescidi ateşlemiş, bunun sonucu, bu mescidlerde bulunan dört bin Kur*ân metni yanmış, elli bine ya­kın bilgin, öğrenci ve hâfızı öldürmüşler, iki yüz bin inşam da kat­ledip yere gömmüşlerdi   .

Bahâ Veled, seyahati esnasında henüz Bağdat'tan ayrılmadan Önce, Cengiz'in Belli ve Horasan bölgelerinde şehir ve köyleri yağmalayıp, insanlarım öldürüp, birçok esir aldığı haberi O’na ulaşmıştı.

işte yukarıda belirttiğimiz hususlar, doğuda, Moğol zulmü­nün ne derece şiddetli olduğunu göstermektedir.

Seyyid Burhâneddin, Hocası Bahâeddîn Veled'in ölümünden (H. 6287M. 1231) bir yıl sonra Konya'ya geldiğine göre, Seyyid'in Anadolu hayatı, Sultan  , Alâeddîn Keykubâd, (M. 1220-1237) ile' oğlu II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in (M. 1237-1246) saltanatları za­manını kapsamaktadır.

 . İzzeddin Keykâvus ölümünden önce Haleb'e sefere çık­mıştı; fakat Melik Efdal'ın hiyâneti üzerine Elbistan'a dönmeye mecbur kaldı. Sultan hiyânete uğradığı düşüncesiyle, devlete birçok hizmet etmiş değerli emirleri öldürttü. Bu yüzden aşın vicdan azâbı duyması ve Eyyûbîlere karşı fazla-hiddet ve öfkesinden dolayı ve­reme tutularak, vefât(M. 1220) etti   .

 . îzzeddîn Keykâvus'un vefâtı üzerine kardeşi  . Alâeddîn Keykubâd hapisten çıkarak, sultan olması ile Anadolu Selçuklu Devleti en büyük yükselme devrini yaşamıştı.         

Halîfe Nâsır li-Dînillah, Keykubâd'a saltanat menşûnı, şâir hâkimiyet âlâmetleri ile meşhur süfî Şihâbcddîn Ömer Suhreverdî'yi? Konya'ya gönderdi (M. 1234). Suhreverdî'nin Seyyid Burhâneddîni ziyâreti bu seyahat esnâsmda vuku' bulmuştur  

Alâeddîn Keykubâd sultan olunca, tehlikenin büyüklüğünü anlayıp, Moğol istilâsına karşı ülkeyi içten ye dıştan düzenleyip, tedbirler almaya başladı. Zira Moğollar Hârizmşahlar imparatorlu­ğunu kısa sürede çökertmiş, süratle batıya doğru ilerlemekteydiler.

Keykubâd gelecekte bir istilâ tehlikesine karşı siyâsî ve askerî tedbirler alıp, hudud kalelerini tahkim ederken, memleketin orta­sında bulunan Sivas, Kayseri ve Konya gibi büyük şehirlerin de surlarını ve kalelerini yeniden inşâ ettiriyordu  . Eflâkî'nin anlattı­ğına göre, Alâeddîn Keykubâd, Konya’da yaptırdığı sur ve kaleleri Mevlânâ'nın babası Sultanü'l Ulemâ'yı, gezdirdiği vakit, Bâhaeddîn Veled, " Sellere ve düşman süvarilerine karşı çok güzel ve kuvvetli bir kale yaptın. Fakat mazlûmların duâ oklarına karşı ne yapabilir­sin? Şen adâlet ve ihsan kalesi »yapmağa çalış, " der.

Görülüyor ki O, maddî tedbirleri takdir etmekle beraber Sultan'dan adâlet göstermesini, halka iyilikte bulunmasını istemiştir.

Antalya yakınında: bulunan askerî ve ticârî önemi büyük olan Kölonores kalesi fethedilip (M. 1223), şehir ve kalesi yeniden inşâ edildikten sonra, Sultan'ın adına izâfeten, Alâiye (Alanya) ismi ve­rilmiştir' Bu şehir Keykubâd ve halefleri için kışlık konaklama mer­kezi olmuştu.

Kastamonu uç beyi Hüsâmeddîn Çoban, Kırım'daki ticâret li­manı Sugdak'ı alıp, birçok Rus ve Kıpçak beylerini Selçuklu Devletine katılmaya mecbur etti. Güneyde Anamur ve Silifke'ye ka­dar bütün kaleler fethedilip, bu bölgelere Türkmenler yerleştirildi.

Moğollarla uğraşan Celâleddîn Harezmşah'Ia , Hnstiyanlarla savaşan Keykubâd'ın aralan önceleri iyi idi. Celâleddîn, Keykubâd'a yazdığı mektubunda: "Ayni dine ve millete mensubuz ve cihâd yolunda beraberiz" diyor. Keykubâd’da cevâbî mektu­bunda: "Tatarlara karşı müslümanlan sevindirdiğini" belirtiyordu. Fakat Celâleddîn'in, Eyyûbîlerin elindeki Ahlat şehrini alıp, halkını katliâm yapması ile Alâeddînle aralan açıldı .

Harezmşah, cesur ve askerî alanda büyük kumandanlardan biri sayılmasına rağmen siyâsî hatâlarından dolayı ve Erzurum emiri. Cihânşah'ın tahriklerine uyarak, Keykubâd'a karşı cephe aldı. Neticede aralarında vuku' bulan savaşta, Erzincan yakınında Yassı Çemerîde Celâleddîn mağlup (M. 1. 230) oldu. Mağlup olan Celâleddîn, Haıput tarafına kaçınca, bir kürt tarafından 1231 de öl­dürüldü  . Celâleddîn’in ölümünden sonra Selçuklu Devleti,

Malatya havalisine kadar yağma yapan, Moğollarla koırişu olmuştu. Eflâkî, Menâkıbı'nda, Celâleddîn'in Mevlânâ hânedânına ve halka karşı zulüm ettiğinden bu olay başına geldiğini belirtip şu be­yit! kaydeder:"Zâlim öldürüldü, dünya insanları hayata kavuştu. Herbiri yeniden Allah’ın kulu oldu  ".

Keykubâd, Moğol elçileriyle-temas ederken, gelecekteki Moğol tehlikesine karşı da. tedbirler ve hazırlıklar yapıyordü. Emîf Kemaleddîn Kâmyâr da Van'dan Tiflis'e kadar beldeleri fethediyor, müstahkem mevkilere asker yığıp ve nüfusu seyrekleşen bölgelere de Türk halkı yerleştiriyordu. Mısır Eyyûbî hükümdarı Melik Kâmil'in Mardin'e kadar ge­lip, bu bölgeleri tahrip edip, ahalisini katletmesi üzerine, Alâeddîn Keykubâd, ordusunu Kayseri yakınında Meşhed ovasında toplayıp, geleceğe âit önemli kararlar aldı. Oğlu îzzeddîn Kılıçaslan'ın velîahdlık merâsimi icrâ edildi. Merâsime katılan yabancı devlet elçile­riyle, Musul’a kadar ilerlemiş Moğol tehlikesine karşı müşterek ha­reket etmek üzere karara varıldı. Fakat Keykubâd, elçilere verdiği ziyâfette zehirlenerek öldürüldü (M. 1237)       ve bu ittifak da gerçek­leşemedi.                                                       

 Alâeddîn, düşmanlarına karşı şiddetli davranmış, fakat adâletten de ayrılmamıştır. Bu yüzden haşmet ve kudreti halk arasına yayılmış, kendisine de itâat edilmiştir. Alâeddîn'in ölümünden sonra Selçuklu Devletinin haşmeti sönmüş, ilerleme devri duraklamaya ’yüztutmuştur.

Keykubâd'ın vefâtı üzere velîahd îzzeddîn Kılıçaslan'ın ye­rine beylerin ve emirlerin müdâhale etmesi ile Erzincan Meliki II. Gıyâseddîn Keyhüsrev tahta (M. 1237-1246) çıktı. Alâeddîn Key­kubâd, büyük oğlu Keyhüsrev'in kifâyetsizliğini bildiğinden, Îzzeddîn'  velîahd tayin etmişti. Keyhüsrev kendisini meşrû vârisi olmadığını bildiğinden, herşeyden korkuyor Ve öldürülmesinden endişe ediyordu. Bu liyâkatsiz Sultan muhteris Sa'deddîn Köpek'in tesiri altında kaldı. O'nun telkinleri ile Harezm beyi Kayır Hanı öl­dürttü 16. Kayır Han'ın ölümü üzerine Hârizm beyleri ve asker­leri, Selçuklu Devletine hizmeti bırakarak, Kayseri'den ayrıldılar.

Yolları üzerindeki köy ve kasabaları yağma ve tahrip ederek, Malatya'ya doğru çekildiler. İsyan eden Harezmli kuvvetleri ’ uzun zaman devletin başına gâileler açıp17, Suriye hududlannda asâyişsizlik unsuru hâline geldiler.

Bu arada Selçuklu ülkesini baştanbaşa sarsan B abâî harekâtı (M. 1240) patlak verdi . Babâî harekâtı Selçuklu Devletinin güç birliğini sarstığı gibi, Moğolların da Anadolu'da baskı ve zulümle­rini arttırmalarına sebep oldu. Baba îshak'ın az bir güçle Sel­çuklulara karşı ayaklanması, Moğolların cesâretini artırıp, Anadolu'ya istilâ girişimlerini sağladı . Moğol, kumandanı Baycu Noyan Erzurum'u İşgal (M. 1242) edip, şehri yakıp yıkarak, halkını katletti. Ertesi yıl yine Baycu, bir ordu ile Anadolu içlerine gire­rek, büyük bir Selçuklu ordusunu Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in koıkakhğı ve tedbirsizliği yüzünden Kösedağı mevki­inde yenilgiye (M. 1243) uğrattı  . Bu yenilgi Anadolu Selçuklu Devletini esârete düşürüp, yıkılmasına sebep oldu.

Kösedağ yenilgisinden sonra Moğollar, Sivas'ı yağmalaya­rak, yürüyüşlerine devam edip, Kayseri'yi muhâsaraya aldılar, Hajik oğlu Husâm adlı Ermeni dönmesinin ihâneti ile Kayseri'yi iş­gal edip, halkını kılıçtan geçirdiler  .

Seyyid Burhâneddîn'in Kayseri'de, Moğol askeri ile karşılaşması, bu yağma sırasında olsa gerek. Seyyid'e karşı Moğol askeri kılıcım çekerek, hücresine geldi. O'na:"Ey! sen kimsin ?"diye ba­ğırdı. Seyyid, " Ey! deme, çünkü sen her ne kadar Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bizce biliniyorsun ", Seyyid, yanında olan arka­daşlarına :" Hırka içinde saldı olan bu adam, Tanrı kubbeleriyle örtülü olanlardandır" dedi. Biraz sonra bu adam Seyyid’in ayakla­rına dinârlar saçıp, müridi oldu    . Bu yağma ve katliâm olayları Selçukluların merkezilik siyâsetini sarsıp, Moğollara bağlı haraç ve­ren, tâbibir beylik hâline getirdi.         

Gıyâseddîn'in ölümünden (M. 1246) sonra üç (oğludîzzeddîn Keykâvus, IV. Rükneddîn Kıhçaslan ve II. Alâeddîn Keykubâd'ın aralarında taht mücâdelesi başladı Üç kardeş arasındaki taht kavgası, Mu'inüddîp Pervâne'nin desteği ile IV. Rükneddîn Kılıçaslarinm lehine sonuçlandı  

Mevlânâ ile birçok münâsebeti olan Selçuklu veziri Pervâne, kendi devrinde nisbî bir düzen sağlamasına rağmen Moğollara bağlı siyâseti ile kendi mevkiini kuvvetlendirip, Selçuklu Devletini ağır vergiler altında ezdirip, koskoca Selçuklu Devletini Moğol eyâleti hâline getirmişti .

2Sosyal Durum

Siyâsî bölümde belirttiğimiz üzere Anadolu Selçuklu ülkesi  . Alâeddîn Keykubâd'ın gayret, çalışma ve almış olduğu geniş güven­lik tedbirleri sayesinde, ülkenin refah seviyesi yükselmiş ve her sa. hada ilerleme kaydetmişti. Başlangıçta Moğollar Selçuklu devletinin kudret ve haşmetini düşünerek, Selçuklu ülkesine saldı np, istîlâ etmekten çekinmişlerdi.

Moğollar Türkistan'dan sonra Horasan, İran, Azerbaycan ve Kafkasya'ya kadar istîlâ dalgaları şeklinde ilerleyince, ölüm kor­kusu ile bu bölge halkları Anadolu içlerine doğru akın ediyorlardı. Bu göç dalgası içerisinde, birçok âlimler, mutasavvıflar, şeyhler, şâirler, sanatkarlar ve tüccarlar da bulunuyorl ardı. Anadolu'ya gelen ilim ve sanat adamlarından bazıları da Arap ülkelerinden geliyor­lardı.

Anadolu Selçuklu topraklan konumu bakımından büyük ticâ­ret yolları üzerinde bulunuyordu. Bu durum ülkenin iktisâdî ve me­denî bakımdan yükselmesini ve gelişmesini sağlıyordu. Anadolu'da gelişen milletler arası ticârî faaliyetler sayesinde, Keykubâd büyük şehirleri sağlam surlarla çevirmekle kalmayıp, , çâmî, medrese, ha­mam, hastahane, tersane, köprü ve kervansaraylarla da süslemişti. Keykubâd, ticâret kervanlarının emniyet ve istirahatı için birçok ker­vansaraylar kurdurmuş, bu kervansaraylarda konaklayan yolcuların ihtiyâç ve iâşelerini temin etmek üzere, vakıf koyun sürüleri de bulundurmaktaydı. Kervanların yollarda tecâvüze, uğraması hâlinde,

* zararları devlet tarafından karşılanıyordu. Bu konak yerlerinde yol­culara zengin-fakir, müslüman-hristiyan din farkı gözetmeksizin eşit miktarda karşılıksız yemek verilip, hayvanlarının bile ihtiyacı temin ediliyordu  Selçukluların sahip olduğu bu hayırseverlik örneklerine, henüz çağımız insanları ulaşmış değildir.

Sultan Alâeddîn, Moğol istilâsını kaygu ile takip edip, saltal, nati esnasında gerekli tedbirleri alarak, ülkesini Moğol tehlikesinden ' korumayı başarmıştı 28. O'nun ölümü ve oğlu II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in şahsî meziyetlere sahip olmayışı sebebiyle Moğollar Selçuklu topraklanın istilâya giriştiler.

Sultan Alâeddîn'in ölümü ile Anadolu'da düzen ye âsâyişin kalmayacağını. Eflâkî, Menâkıbı'nda naklettiği bir rüyâ yorumu ile halkın bu düşüncesine tercümân olur.  . Alâeddîn Keykubâd rüyâsmda : Başım altun, göğsünü ham gümüş, göbeğinin aşağısını da tunçtan olduğunu görür. Bu rüyânın yorumu Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ulemâ'ya sorulduğu, zaman, O da: "Sen dünyâda oldukça insanlar rahat, temiz yaşayacaklar ve altun gibi kıymetli olacak­lar. . Senin ölümünden sonra âdî ye haris insanların başa geçece­ğini . Moğol istilâsının dünyayı harabeye çevireceğini, din jâlimlerinde vekar ve temkinin kâlmiy acaği 29"tarzında yorumları

Keykubâd'ın ânîden ölümü ve ülkedeki sosyal bozukluklar sonucu ortaya çıkan Babâîler (M. 1240) harekâtı ile dürüm birden­bire değişmiş, devletin zaafı görülmüş ve Moğolların Selçuklu top­raklarına saldırmasına imkân vermiştir 3O. Gerçektç Babâî harekâtını hazırlayan Baba İshak, ülkenin sosyal ve ekonomik bozukluklarını iyi değerlendirip, câhil halkın dinî duygulârını istismar ederek, fakir halka mal ve ganîmet va'dederek, Sultan II. Gıyâseddîn Key­hüsrev'in kötü idâresini ve sefâhat hayatını da yayarak; O'na karşı halkı ayaklandırmaya hazırlamıştı 31. Bu ayaklanma esnâsmda kendisini güvende hissetmeyen, Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ordusunu terkedcrek, soluğu Kubâdâbâd sarayında almıştı. 'Sultan, aklî ve ahlâkî zaaftan yanında, korkaklığı ile de devleti sahipsiz bı­rakmıştı 32. Bu isyan sırasında baba taraftarları ve Selçuklu kuvvet­leri büyük kayıplar verip, isyan dâ güçlükle bastınlmıştı33.

Babâî isyanına katılan bir kısım halk, Baba İsHakk’ın peygamberliğine inanacak kadar cehâlet göstermiş, hattâ O'nun peygamber­liğine inanmayanları öldürmekten bile sakınmamışlardı34. Baba îsHakk Öldürüldükten sonra' bile babaîlerin etkisi uzun zaman Anadolu'da devam etmişti35. Selçuklu devletinin idâri kadrosunda Horasanlı ve Iranlı kimselerin bulunması, Türkmenlerin geri plânda kalmasına sebep olmuş, bu yüzden de uç bölgelerde otonom bir ha­yat yaşıyorlardı. Türkmenler, nüfûs ve siyâsî bakımdan; büyük bir önem taşımakta olmasına rağmen sıkıntı ve fakirlik içerisinde hayat sürmekte idiler. Halbuki Türkmenler savaşçı ve mücâdeleci bir ruha sahip oldukları için Moğollara karşı direnmelerde ve ayak­lanmalarda öncü olmuşlardı 36. Fakat bütün sıkıntı ve güçlükleri daha fazla bu kesim çekmekte idi.

Selçuklu idârecilerinin ve yüksek zümrenin Moğollara karşı tutumları, Türkmenler tarafından çeşitli eleştirilere uğramıştır. Selçuklu devleti zayıf düşünce, idâreciler, tabiîlerinin yanında mevki elde etmek uğruna halka kötü davranıp, ağır vergiler koy­muşlardır. Mustevfî Fahreddîn Kazvînî, Moğollan memnun etmek amacı ile halka ağır vergiler koymuştu 37. Yine Mültezim Kızıl Hamidde, siyâsî çalkantılardan faydalanarak, vergileri kendi adına toplamaya başlamıştı 38. Bu olayların çoğu idârenin zaafından kaynaklanmaktaydı.

Mevlânâ ve taraftarlarının da Moğollara karşı davranışları Türkmenler le Karamanlılar tarafından tenkide uğramıştır.  Bukonuda bazı rivayetler vardır. Mevlâhâ'ya Moğol sülâlesinin ne vakit sön bulacağı sorulduğunda, O da, " Babası Bahaeddîn Veled*e karşı Hârizmşah'ıri kötü davrandığından, Allah'ın Moğol ordusunu do­ğudan harekete geçirdiğini  "söyler. Yine Mevlânâ, Moğol istilâ ve Hakkimiyetinin Allah'ın istemesi ile olduğunu belirtir  . Fakat Mevlâhâ Moğollan ağır bir dille de eleştirir: Onların kıyamete inan­madıklarını, inansalar halka bu kadar zulüm yapmıyacaklarmı  ve müslümanların Möğollara karşı saygı göstermesini, puta tapmakla değerde olduğunu belirtir ; Mevlânâ:" Hilekar Moollaıt, Mısırhlardari birini arıyoruz, derler de bu süretle hepsini hileyle toplayıp, kafalannı kestiklerini  " anlatarak, onların zulüm ive hilekarlıklannıri boyutlannı açıklar.

Bu asırda zulüm, işkence, karışıklıklar ve kötü idâre yanında kuraklık yüzünden kıtlıklar da meydana gelmiştir. Aksarâyî, Musâmeretü'l-Ahbârı'nda, "Aksaray'da kadınlar, kediler gibi ço­cuklarım yediler   "diyerek, kıtlığın şiddetini belirtir.  

Diğer taraftan siyâsî hâkimiyetin zaafı Selçuklularda veliahtlık ve saltanat verâseti bir kanunla tesbit edilmediğinden dolayı ül­kede çoğu zaman kanşıklıklara ve çekişmelere ve savaşlara sebep oluyordu  . Bu yüzden de halk ye idâreciler ve ülke büyük zarar ve tehlikelerle karşılaşıyordu. Bazen kardeşler arasında taht kavgaları çıkıyordu.

Alâeddîn Keykubâd'dan sonra sultanlann sefahata düşmeleri, Sadettin Köpek ve Süleyman Pervâne gibi entrikacı vezirlerin işba­şına gelişi, bazı sultanlann küçük yaşta hükümdar olmaları, doğu sınırlarının açık oluşu, ekonomi ve ticâretin zayıflaması, halkın zu­lüm görmesi, Acem kültürünün girişi, aydın sınıfının yabancı hay­ranlığı, millî birliğin bozuluşu, Selçuklu devletinin yıkılma sebepleri olarak gösterilmiştir .

' Bilhassa devletin başında bulunan bazı muhteris insanlar, iktidan elde tutmak uğruna, Selçuklu devletine karşı ihanette bu­lunmak pahasına da olsa, Moğollara yaranacak tarzda hareket etmiş­lerdir. Aslen bir İranlı olan Pervâne Mu'inüddîn bu kanşık devrede kendi adına faydalanmış, Moğollara hediyeler verip, onlarla işbirliği ederek, Anadolu'da sınırsız nüfûz ve kudret kazanm ış, ülkenin idâresini uzun müddet elinde tutmuştur.

Halk bu asırda Moğol işkence ve zulümden, kıtlık, yoksulluk ve ağır vergilerden dolayı korku ve ümitsizliğe düşmüştür. Halk manevî sultanlara, şeyhlere ve tasavvuf büyüklerine yönelmişlerdir. Tasavvuf şeyhleri ve âlimler, halka ümit ışığı olmuş, onların maddî ve manevî sahada üerlemelerine âmil olmuştur. Bu âlimler ve şeyh­ler halka hürriyetin değerini öğretmiş, esâretin kötülüğünü anlatmış, Moğol akımmn devamlı olmadığını belirterek, onlara ümit ışığı olup, mâneviyatlannî yükseltmişlerdir. İşte Seyyid Burhâneddîn de, Anadolu halkına bu duygu ile hizmet edip, onların maddî ve manevî sahada yükselmesine katkıda bulunmuş, değerli insanlardan biridir.  

3Fikrî Durum

Anadolu topraklan Selçuklu Hakkimiyeti altına girdiği zaman, çeşitli milletlere mensup halk, düşünce bakımından farklı yapıya sâhip olup, taassubtan uzak ve fikrî cereyanların yayılmasına müsâit bir ortam hâzır bulunmaktaydı.  . Alâeddîn Keykubâd'ın Anadolu’da sağladığı güven ortamı ve âlim ve san'atkartâra karşı gösterdiği saygı sonudu, Moğol istilâsı önünden kaçan Türkistanlı, îranh ve diğer milletlere âit bir çok âlim, şâin mutasavvıf ve sanatkar Anadolu'ya göçerek, ülkenin İlmî, kültürel ve san'at bakımından yükselmesine sebep olmuşlardı                                                                   

Bu âlimler arasında Falireddîn-  Irakî (ölm. M. 1289), Necmeddîn Dâye (Ölm. M. 1256), Evhadüddîn-  Kirmânî (ölm. M. 1298) , Bahâeddîn Veled (ölm. M. 1231) gibi şöhretli âlim ve muta­savvıftan sayabiliriz.                                                     

Bu asırda geçen şu olay, âlimlere karşı sultanlann tutıimlânnı göstermesi bakımından kayde değer:  . Alâeddîn Keykubâd, Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled'  Karaman'dan Konya'ya dâ’vet ettiği zaman O, " Sultan içki içiyor ve çalgı sesi dinliyor. ; Ben O'nun yüzünü nasıl görebilirim? " diyerek, dâ'vetini kabul etmezse de, Sultan, kötü alışkanlıktan™ terkedeceğine dâir söz verince, Bahâeddîn Konya'ya gelir. Konya'da Sultanla beraber büyük bir halk topluğu O'nu saygı ve hürmetle karşılayıp, Sultan, O'nu kendi sarayında misâfîr etmek isterse de, O, kabul etmiyerek, " îmâmlara medrese münâsibtir " diyerek, Altunaba medresesinde konaklar. Alâeddîn, çok miktarda para ve hediyeler vermek istediyse de, Bahâ Veled, " Sizin mallarınız haramla karışık ve şüphelidir  " diyerek, kabul etmez. Hattâ Keykubâd, O'nu kendi tahtına oturtmak isterse de, Bahâ Veled, " Ey melek huylu, mülk sâhibi hükümdar! dünya veahiret mülkünü kendine malettiğine, şeksiz şüphesiz emin ol" diyerek, Sultan'ın gözlerinde’h öper ve yanındakiler O'nun ağırla­masını pek beğenirler    .

İşte bu olayda görüldüğü gibi gerçek âlim ve şeyhler, kim­seye minnet etmeyen, haramlardan sakınan, gösterişe ehemmiyet vermeyen ve nefislerini yenmiş insanlardır.

Başlangıçta sûffler inzivaya çekildikleri yerlerde, bazı mürit­leri ile tek başlarına bir hayat sürüyorlardı. Daha sonra sûffler ise, önemli merkezlerde büyük hangahlar kurarak, dervişleriyle beraber toplu bir hayat geçiriyorlardı. Türk göçebelerinin İslamlaşmasında dâ ve bunlar arasında bir Türk tarikatının kurulmasında, en önemli rolü Ahmet Yesevî ve dervişleri etkili olmuşlardı. Ahmet Yesevî ve dervişleri, Türkçe'yi tarikat dili kabul ederek, Türk tasavvuf edebi­yatının kurulmasında da önemli rol oynamıştır.

Kerametleri ile de büyük şöhret kazanmış sûffler, etraflarına çeşitli halk sınıflarından binlerce mürit toplayabiliyordu. Çeşitli böl­gelerde yayılıp ve teşkilatlanmayı başaran tarikatlar ise, daha geniş nüfûza sahipti. Sultanlann ve devlet adamlarının bir sûfîye veya bir tarikata intisab etmesi ile, bu nüfuzu daha da güçlendiriyordu. Hârizm de XII. yüzyılın sonlarında şeyh Necmeddîn Kübra'nın (M. l 145-1221) büyük bir nüfûz kazandığı görülüyor. İçlerinde Mevlânâ'nın babası Bahâeddîn Veled'in de bulunduğu pek çok de­ğerli şeyh O'nun halifeleridir 5

Aynca bu asırda halk arasında büyük nüfûza sâhip, tarikatı ye şöhreti her tarafa yayılmış Hacı Bektaş Velî'yi, tasavvuf! Türk Halk Edebiyatının ölümsüz isimlerinden ve Mtislüman-Türk halkı­nın sözcüsü Yunus Emre'yi de sayabiliriz.

Medreselerde İslâmî ilimler yanında, matematik, hendese, mantık, astronomi, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlere de geniş yer veriliyordu. Bu asırda Selçuklu Türkiye’sinde fikir hürriyeti ve hoşgörü . o derece hâkim idi ki, Il. Sultaıı Kılıçarslan'ın (M. l 115-1192) huzu­runda çeşitli dinlere mensûb ilim adamları-serbest fikrî tartışmalar yapabiliyordu       

Devrinde birçok ülkelerde dinsizlikle itham edilen Muhyiddîn ’Arabî Konya'da fikir hürriyetine kavuşup  „ evlatlığı Sadreddîn Konevî (ölm. M. 1274)’ de, O'nun eserlerini şerh ederek, fikirlerini yayıp, pek çok taraftar topluyordu    . Muhyiddîn ’Arabî; bilgisiz kimselerin başkalarını küçümseyeceğini, bilginin ise insana hoşgörü kazandıracağını belirtip, "herkesi gelişigüzel tekfir; etmeyin 55 " diye de, öğüt veriyordu.

Anadolu Selçuklu sultanları, yüksek Islâm ve Türk terbiyesi ile yetişmiş; hoşgörülü, münevver insanlardı. Sultanlardan bazıları arapça, çoğunluğu farsça bilip, bü dilde şiirler yazabiliyorlardı  . Alâeddîn Keykubâd, bilgili ve kültürlü Sultan olduğu   kadar, mîmarlık, marangozluk, oymacılık, saraçlık ve ressamlık jsan'atlanhdada, son derece mahâretli olduğu belirtilmektedir  , fi

Seyyid Burhâneddîn, Mevlânâ Celâleddîn, Yunus Emre ve halefleri çeşitli din ve mezheplere mensûb insanları çevrelerine top­layıp, birleştirerek, müşterek sevgi ve dostluk bağları kurmuşlardı.

Mevlânâ'nın çağdaşı Necmeddîn Dâye, kendisinde oian hoş­görü duygusunu şöyle açıklar

" Düşmanımız bahtiyar olsun

Dünyada Ömür boyu mutlu olsun

Kim ki bizim yolumuza diken koyarsa

Bizim dikenimiz onun yolunda gülistan olsun

işte böyle bir ortamda, Anadolu'da hoşgörü ve fikir hürriyeti hâkimdi: Mevlânâ Celâleddîn, farsça gazellerini semâ esnasında t okuyor, dinleyen insanlar bundan zevk duyup, heyecanlanıyordu I59. Yine Mevlânâ; devrinde halk tabakasından her sınıf insanlarla yakınlık kurduğundan dolayı tenkide uğramış, O da, " Mansûr'umuz hallaç değil miydi, Buhârâlı Ebûbekr bez dokumaz ' mıydı, bir başka Kâmil60, camcı değil miydi  diyerek, san'atlarınn fikrî ve tasavvufî sahada ilerlenmesine engel teşkil etmediğini açıklıyordu,

îbn Battuta dâ, Anadolu halkı arasında mezhep taassubu ve ’       fikrî bozukluk olmadığını, Anadolu gezisi esnasında müşâhedelerine dayanarak, müslüman halkın çoğunluğunun Hanefî mezhebine mensup olup, aralarında kaderci, mu'tezile, hâricî ve ehl- 'bid’at' bulunmadığını kaydeder 62. Böylece O, dînî bakımdan müslüman halk arasında» fikir birliği olduğunu açıklar.

Ülkenin her sahada yükselmesi ve birliğinin sağlanmasında tasavvuf şeyhlerinin ve dervişlerin büyük rolü olmuştur. Bazı çev­reler, tarikatların münfesihlerini tembelliğe ve miskinliğe götürüp, uyuşturucu bir rol oynadığını, ileri sürmüşlerse de, gerçekte böyle olmadığı, bu asırda tasavvufî düşünce, Türk sûfîsine, akıncı ve mücâdeleci bir ruh vermiştir, ilk devirlerde Anadolu'ya gelen Türk sûfîsi sadece şeyh veya postnişîn değil, ayni zamanda Alp-Eren, Gazi, Emîrye Ahi'dir. Türk sûfîsi vasıtaşiyle gelişen tasavvuf, fütüvvet ehliyle de her sınıf halka: inmiştir 63. Başlangıçta yerleşen dervişler, köylere isimlerini yermişler, elinin emeği ve alnının teriyle toprağı işleyip, bağ ve bahçe yetiştirerek, zâviyeler kurup, batiya doğru ilerlemişlerdir64. Şeyh Edebâlî (ölm. MJ326), çevresindeki­lere, "Toprağa bağlanın, suyu israf etmeyin, ilim sâhiplerini gözetin, ağaç dikin 65" diye tavsiyelerde bulunuyordu. Gerçek sûffler, çalışma ve gayreti ön planda tutup, böyiece maddîye manevî sahalarda ilerlemeler kaydetmişlerdir.

Selçuklu sultanları ve devlet adamlarının destek ve himaye­siyle, kıymetli ilim adamları, edip ve şâirler yetişerek, çök güzel eserler meydana getirmişlerdir. Genelde dil bakımından edebiyatçı­lar arasında ve sarayda farsça, medrese çevresinde arapça, Selçuklu Hânedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da türkçe konuşulup, yazılırdı.   

Bu asırda, mimarlık sanatı pek gelişmiş, sanat eserlerinin çoğu birer şaheser olup, hâlen ülkemizde, bu ccdad yadigârları var­lıklarını muhafaza etmektedirler. Türkler Anadolu'ya yurt edinmek amacı ile geldikleri için şehirciliğe yönelmişler, bir çok küiliyeler, medreseler, imâretler, hastahâneler, kervansaraylar, hamamlar ve köprüler inşâ etmişlerdir 66.        

Anadolu'da gelişen ahilik teşkilâtı, sanat ve kültürün gelişme­sinde önemli rol oynamıştı :tlk defa Abbasî Halîfesi Nâsır liDînüllah (M 1180-1225), batinîlere ve siyâsî rakiplerine karşı kur­duğu futüvve teşkilâtının menşei Hz. lbrahim (a. s) 'a kadar ula. şan, bir çok ahlakî esasları bünyesinde topluyordu 67. Abbasî halîfesi, devrinin İslam hükümdarlarını bu teşkilâta ginnesini sağla­yarak, siyâsî mevkiinî sağlamiaştjrmaya çalışıyordu 68.

Anadolu'da, tasavvuiî ve iktisâdî bir esnaf teşekkülü tarzında gö­rülen bu ahilik teşkilâtı pek gelişmişti. Bu teşkilat, her sanat türünde çalışan insanlan, manevî, yüceliğine inândığı ve mesleğin şart ve kurallarına bağlı69 birer pîrin, müritleri hâline getirip, her mesleğin en usta pîrine de "ÂHÎ" ismi veriliyordu70. Bu teşkilat sayesinde, her esnafın yaptığı ürünler ve verdiği hizmetler kontrol edili­yordu. Bu yünden de her esnaf yaptığı işin en iyisini yapıp, en güzel eserler meydana getiriyordu. Sonuçta verilen hizmet ve kaliteli ürün sayesinde, halk da verdiği paranın karşılığını aldanmadan tam   olarak alabiliyordu. Böylece insanlar arasında, toplumda güven duygusu da sağlanmış oluyordu.

Ahî teşkilatlan konuk ağırlama ve yoksullara yardım etmede de, büyük hizmetler veriyordu. îbn Battuta, Anadolu gezisi esnâ1 smda, Denizli'ye uğradığı zaman; burada iki ahî teşkilatı konuk et­mek isterler. O'nu misâfir etmek için aralannda kur'a çekmek meçbûriyetinde kalırlar.

Dünyada yardım teşkilatı olarak bilinen îzci teşkilatı ilk defa İngiltere'de !908 tarihinde kurulabilmiştir.                                                                           

İslâm-Türk toplumurida ahî teşkilatına mensûb kimseler, islanım çalışma esasına inanmış ve insanlara'yük olmamayı kendilerine şiâr edinmiş, dünyadan el etek çekmeyen, doğru, çalışkan, yalnız ıhvâna değil, bütün insanlara karşı yardım etmeyi seven, cömert ve yiğit insanlardın .                                                                                 

XIII. asnn sonlarındâ, devlet otoritesinin kalmadığı Saman­larda, şehir ve kasabalarda düzenin sağlanmasında, ahî teşkilatlan önemli görevler almışlardı .                    

Anadolu'ya göçebe olarak gelen Müslüman-Türkler; her türlü maddî ve manevî fedâkârlıktan göstererek ve çeşitli vakıflar kura­rak, binlerce hayır eserleri meydana getirmek suretiyle ve bunlara millî bir üslûp vererek, müşterek kültürün temelini atarak, Anadolu'yu anavatan hâline getirip, İlmî ve ahlakî seviyenin de yük­selmesine sebep olmuşlardı.

                       

SEYYİD BURHÂNEDDÎN’ÎN HAYATI, ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ

                      1-Hayatı

Seyyid Burhâneddîn Özbekistan'ın güneyinde, Afganistan sı­nırı üzerinde, Amuderya nehri ile Suhanderya nehri kavşağında, yeni Tirmiz şehrinin biraz batısında harâbeleri kalmış eski Tirmiz şehrinde (H. 561/M. 1165-6) senesinde doğmuştur.

Tirmiz şehri o zaman yetiştirdiği bir çok âlimleri ile ilim, san'at ve kültür merkezi hâline gelmişti. Bu şehirde yetişmiş Seyyid Burhâneddîri’in yanında, Ebû Abdullah Muhammed el-Hakkîm Timiizî, Ebû Isâ Muhammed b. Isâ b. Sevre gibi bir çok şöhretli âlimleri sayabiliriz

Seyyid Burhâneddîn, mevlevî kaynaklarında; velîlerin ve ger­çeğiarayanların tâcı, temiz ve ârif kişilerin özü, kılı kırk yaran (müdekkik), keşif ve sırlar sâhibi, Allah'a güvende ve Hakkimiyette sebatlı, İlâhîbilgide (marifette) taşkın deniz, meczûblann övündüğü gibi saygı değer ifâdelerle anılmıştır

Kayseri'de vefât eden ve kendi adı ile anılan mezarlıkta türbesi bulunan Seyyid’in hayatı Hakkında kesin ve geniş bilgiye sahip değiliz; anne ve babasının adını bile bilmiyoruz; Hakkmdaki bilgiler bazı menâkıb kitaplarının kapalı perdeleri arasında örtülü kalmakta‘ dır. O'nun hayatı Hakkında bilgi veren en eski kaynak­lar, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veledin (ölm. M. 1312) îbtidânâme adlı Mesnevî'si. Ferîdûn b. Ahmed Sipehsâlârln (ölm. M. 1312) . Risâle'si ve Mevlânâ'nın torunu Çelebi Ârifin müridi olan Ahmed Eflâkînin (ölm. M. 1360) Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eserleridir.

O, gerçekleri iyice araştırıp tetkik ettiğinden" Muhakkiki" in­sanların kalblerinden geçen gizli sırlan keşif yolu ile bildiğinden de, " Seyyid-  Sırdân" lâkablan verilmiştir.

Sultan Veled bu konuda, " Kimse O'na bir şey söylemeden O'na herkesin sırrı, her şey açıktı; çünkü âlemde O'nun benzeri yoktu  " tüyerek, bu hususu belirtir ;

O'nun soyu, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem. )'in torunu Hz. Hüseyin (aleyhisselâm )'in soyundan geldiğinden, Seyyid ve Hüseynî nisbesi ve­rilmiştir  . Bazı kaynaklar  , nisbesinin te'siri ile adını Hüseyin olarak da kaydetmişlerdir. Hocası yolu ile Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh. )’ye ulaşan iki . tarikat silsilesi tertip edilmiştir  .                                                                      

Seyyid, ilim merkezi olan Tîrmiz'de ilk tahsilini babasından yaptıktan sonra, ilim isteğinin fâzla olmasından dolayı Belh'e gide­rek, Mevlânâ'nın babası, Sultanü'l-Ulemâ Bahâeddîn  Veled'in (ölm. 628/ 1231) öğrencisi olmuş, O’ndan oniki yıl maddî ye manevî ilimler tahsil edip, müridi olmuştur. Rivâyete göre, Seyyid gençli­ğinde, Sultanü'l-Ulemâ'ya kırk gün hizmet etmesi neticesinde, velî­lik derecesinin en yüksek mevkiine ulaşmışta  ,

Hoçası Bahâeddîn Veled, henüz çocuk iken oğlu Muhammed Celâleddîn'in terbiye ve eğitimini, Seyyid Burhâneddîn'e! vermişti. BÖylece Seyyid, Mevlânâ'nın lâlâlık ve atabekliği görevini de yap­mış oldu .

Seyyid'in eğitim gördüğü Belh şehri, eski medeniyetlerin merkezi, Türk-îran kültürlerinin buluşma noktası idi. XIII. yüzyıl başlarında Belh, Horasan'ın en mühim fikir, ilim ve sanat merkez­lerinden biri olup, Bizans'la Çin arasında eski ipek yolu üzerinde bulunan ticâret merkezi idi. Diğer taraftan bu eski Belh şehri, dinle-

rin ve çeşitli inançlanri, felsefe ve tarikatların buluşma ve çatışma sahası hâline gelmişti. İslam tasavvufu burada gelişmiş ve Orta Asya'daki en önemli tasavvuf merkezlerinden biri kabul ediliyordu.

Belh bu devirde Harzemşahlardan Muhammed Tekiş'in idâresi altındaydı. Hükümdar, halkın aşın derecede Bahâeddîn Veled'e olan bağlılığından dolayı kuşkulanmaya başladı. Bu hususta Sultan Veled, " O ebedî sultanın Belh halkından gönlü kınlınca   " Belh'  terkettiğini yazmışsa da, hangi olaya gücendiğini açıklamamıştır. Buradâ halktan maksat hükümdann târaftarlan olsa gerek, yoksa bütün halk O'ndan gücenmiş değildir. Zira halkın çoğunluğu O'na aşın derecede sevgi ve bağlılık göstermekteydi. Bahâeddîn Veled'in M. 1214 tarihinde Belirten göçmesini başka sebeplere de bağlarlarsa da genel olarak bu sebep iki hususta toplanır ‘ Biri Moğol ordusu­nun merhametsizliği, kan dökücülüğü yüzünden bir çok âlim, şâir ve san'atkarlâr ülkelerini terketmişlerdir. Diğeri İse Belh'in tanınmış . âlim ve felsefecilerden Fahreddîn Râzî ve Sultan Muhammed Tekiş gibi ileri gelen kişiler, kaynağını Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir görüş içerisindeydiler. Sûfîler isö gerçeğe ancak İlâhî bir cezbe ile ulaşılabileceğini, bunun için de riyâzetle ruhun annması ve nefsin bütün isteklerinden kurtulması gerektiğini şart koşuyorlardı. Bu iki zıt görüş Bahâneddîn Veled'le Fahreddîn Râzî'yi karşı karşıya getiriyorduişte bu yüzden Bahâeddîn Veled, "Ey Fahreddîn Râzî, ey Muhammed Hârizmşah ve diğer bid'atçılar  "diye onlara hitap ediyordu.

Sultanü'l-Ulemâ kendisine karşı fikirde olanlan, İlâhî keşifleri bırakmış, karanlığa gömülmüş, bir takım hayaller peşinde koşan, nefislerinin esiri, can gözleri kapalı, kişiler olarak vasıflandınr .

işte bü sebepten Mevlânâ da, felsefecilere hücum edip, Fahreddîn Râzî'yi eleştirir : "Eğer akıl bu yolda kılavuzluk edebilse idi, Fahri Râzî, dinin ince bilgilerinin bilicisi olurdu  ".

Seyyid Burhâneddîn, Hocası Sultanü’l-Ulemâ’dan önce Belh'  terketmiş, memleketi olan Tirmiz'e gitmiş, orada münzevî bir , hayat yaşıyordu. MJ231/H. 628 senesinin Rebiü'l-âlıir ayının on sekizinci günü nasihat ederken, " yazık, yazık! şeyhim, bu toprak âleminden temiz âleme göçtü ” diyerek, Hoca'sının vefâtını, kera­meti olarak bildirmiştir. Daha sonra Seyyid'in belirttiği tarihte, Hoca'sının vefât ettiğini tesbit edilmiştir . Seyyid, Şcyhi'ain ölüm haberini düyunca ağlayıp-şızladı ve matem tuttu. Şeyhi'ni rüyasında gördü, Şeyhi, hiddetle:"Burhâneddîn, benim Celâleddini'rhi yalnız bırakmışsın ve O'nu korumak hususunda kusur ediyorsun   " dedi.

Hocası Bahâeddîn Veled'in vefâtını keşif yolu ile bilmesi ve O'nu rüyâsmda görmesi üzerine, birkaç dostu ile yola koyulup, Konya'ya gelir. Seyyid Konya'ya geldiğinde Hoca'sının vefâtından bir yıl geçmişti. Mevlânâ, babasıhın vefâtma çok üzüldüğünden, annesinin ve kardeşinin mezarının bulunduğu, Lârende (Karaman) şehrine gitmişti.      

Seyyid, birkaç ay Konya'da Sincârf mescidinde, inzivaya çe­kildikten sonra, Mevlânâ'ya gelmesi için mektup yazar. O, hocasının mektubunu alınca, buna büyük bir sevinç duyar ve"Devlet ağacının dalının senin gibi birgül yetiştirebilmesi için binlerce yılın geçmesi lâzımdır " der.

Mevlânâ, sonsuz bir aşk ve sevgi ile hemen Konya'ya döndü ve Hoca'sının ziyaretine gidip, birbirleriyle kucaklaştılar ve Mevlânâ’nın medresesine yerleştiler. Seyyid, O'nun bilgi derecesini ölçtükten sonra, manevî terbiyesi altına âldı. Din ve yakînilminde ileri gittiğini belirtip, hâl ilminde de, mücehhez olmasını, O'ndan  istedi. O, Mevlânâ'nın eğitimi ile dokuz yıl ilgilenmiş, O'nun maddî ve manevî ilimlerde gelişmesini sağlamıştır.

Mevlânâ bu dokuz yıl içinde Hoca’sının tensibiyle devrinin   ilim merkezi olan Halep ve Şam'a gitmiş, bilgi ve görgüsünü artır­mış, bu iki şehirdeki bilginlerle, fakihlerle ve sûfîlerle görüşüp, sohbetler etmiştir16. Bu arada Mevlânâ, Konya'dan tahsil için ay­rıldığı zaman, Seyyid, O'na eşlik edip, Kayseri'ye kadar O'nunla beraber gelip, burada kalmıştı. Mevlâriâ'yı tahsil dönüşünde Kayseri'de, Seyyid Burhâneddîn, âlimler, ârifler ve bütün halk karşıladılar. Seyyid, Mevlânâ'nın zâhiri ilimlerde babasını geçtiğini belirtip, manevî ilimlerde de, ileri gitmesi için halvet çıkarmasını teklif etti. Seyyid, O'na, "yedi gün halvet et! "buyurdu. Mevlânâ, " yedi gün az olur, kırk gün bâri olsun" dedi. Mevlânâ'nın burada üç

; Çile çıkardığı rivâyet edilir. Üçüncü çile sona erince Seyyid, Mevlânâ'nın hücresinin kapısını yıktı, Mevlânâ gülerek O’nu karşı­ladı. Seyyid, teşekkür niteliğinde, başını secdeye koyarak, nice müddet ağladı ve duygulandı. Mevlânâ'yı kucaklayıp, yüzühü-gö* zünü öptükten sonra, " Aklî, naklî, keşfi, çalışıp kazanma sonunda bütün ilimlerde eşi ve benzeri bulunmayan bir insan oldun. Bismillah diyerek yürü! İnsanların ruhunu taze bir hayat ve hesapsız a bir rahmete boğ! Bu sûret âleminin ölülerini, kendi mânâ ve âşkınla dirilt17 "dedi.

Bir müddet sonra Mevlânâ, Seyyid'le beraber Kayseri'den Konya'ya hareket ettiler. Mevlânâ Konya'ya varınca, halka nasihat edip, onlara İslâmî ilimleri Öğretiyordu. Seyyid bu arada O'na, ledûn ilminde mürşidlik edip, eksikliklerini tamamlayıp insan-ı kâmil yapmağa gayret gösteriyordu-. Mevlânâ, Seyyid'e tam olarak bağ­lanmış, sülük devresini sabırla, riyâzetlc ve çilelerle tamamlamıştı. . Seyyid, Mevlânâ'daki ilim ve kemâli görünce, Konya’dan Kayseri'ye gitmek için müsâade istedi. Mevlânâ Hoca'sınm yanın­dan ayrılmasına gönlü pek razı olmadıysa da, Hocâ’sınıfı ısran üze­rine, Mevlânâ, O'ndan ayrılma sebebini sordu. Seyyid, " buraya kuvvetli bir arslan yöneldi; ben de bir arslanım; birbirimizle geçinemeyiz; onun için gitmek istiyorum   " dedi. Seyyid, kuvvetli arslandan, Şerhs-  Tebrizî'yî kasdetmiş, Konya'dan Kayscri'ye hareket etmiştir. Seyyid Burhâneddin, daha önce Kayseri'de kalmış olup, Kayseri'yi pek sevmiş, bu yüzden de ömrünün son yıllanm burada geçirmek istemiştir. Seyyid, Dârii'l-Fetih denilen Kayseri’riin yakı­nında bulunan Alidağı'nın zirvesine zaman zaman çıkarak, Allah'a ibâdet ve riyâzctte bulunmuştur   Halen üç tepeden teşekkül eden bu dağda, Erciyes Dağı'na en yakın tepesinde, bir mescid kalıntısı­nın temelleri bulunmaktadır.

O devirde Kayseri'de bulunan Anadolu Selçuklu veziri (genel vâlisi) Sâhib Şemseddîn Îsfahânî (ölm. M. 1249), Seyyic'e büyük saygı gösterip, müridi  oldu.

Menâkıb'da anlatıldığına göre, Sâhib Şemseddîn, maiyyeti ile beraber Seyyid'  ziyârete gelir. Seyyid odasından çıkıp, toprak üze­rine oturarak, onlara nasihatta bulunur. Şeyh o kadar sır ve mari­fetlerden bahseder ki, Sâhib kendinden geçer ve memnuniyetinin şükranesi olarak, fakirlere sadakalar dağıtıp, ağlayarak, âh eder  .

Seyyid, Kayseri'de, Sultan Alâeddîn Keykubâd'ın hanımı Mâhperi Hatun tarafından yaptırılan, Hunad Çâmi'  bitişiğinde, hâ­len müze olarak kullanılan medresenin müderrisliğine ğetirilir. Burada bir çok öğrenci yetiştirerek, halkın büyük sevgi ve takdirini kazanır. Yine O'nun Kayseri'de Mükremin mahallesinde bulu­nan, yansı yıkılmış, sadece tonozlan kalmış, Hakkırdaklı Câmi'inde imamlık yaptığı, halka namaz kıldınrken, cezbeye girip namazda uzun müddet durduğu, bu yüzden de cemaatten affını istediği ve kendilerine başka bir imam bulmalannı söylediği zaman, cemaatin, "biz sizden râzıyız     "diye, feryat ettikleri anlatılır. Böylece halkın beğenisini kazanmış bir insan olduğu da anlaşılır. Şeyh'in adı geçen bu câmi yanında bir de halvethânesinin bulunduğu söylenmekte ise de, ne derece doğru olduğu tesbit edilemedi. Diğer taraftan Kayseri'de şimdiki Ziraat Bankası doğusunda, bugün vakıf işhanı olan, Osmanlı vezirlerinden Bayram Paşa'ınn yaptırmış olduğu bü­yük bir Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Bu Mevlevîhâne'nin vakfiyesi olup, belki bu binanın yerinde, Seyyid Burhâneddin Hazretlerinin dergahı vardı 23.

Seyyid'in Cenâbı Hakk'a kavuşması da, O'nun kerâmeti ola­rak kaydedilir . O, hizmetçisinden bir desti su ısıtmasını ister, bu su ile gusûl abdesti aldıktan sonra, ruhunu Allah'a teslim eder. Kayseri'de "Su Solası" ile ölenin duyurulması adeti O'ndan kal­mıştır.

Eflâkî, Menâkıb'ında, vefât ederken Seyyid'in, "İnşallah beni sabredicilerinden bulursun  " âyetini ve "Ey dost beni kabul et ve canımı al. Beni mest edip, her iki dünyadan al götür. Sensiz, gön­lümde karâr tutan ne varsa, onu ateşe ver, beni ondan kurtar  " beyitini okuduğunu kaydeder.

Sâhib Şemseddîn Îsfahânî, Seyyid'in vefâtmdan sonra, bir çok sadaka dağıtıp, matem törenleri düzenleyerek, üzerine hatimler oku­tur. Sâhib, üzerine türbe yaptırmak isterse de, yapılan türbe bir kaç gün sonra yıkılır. Sâhib, Seyyid'  rüyâsmda görür ve rüyâsmda, " Benim üzerime bir bina yapmayınız   " der. Seyyid'in mezân üze­rine bugünki türbe yapılmadan önce, Selçuklular ve Beylikler dev­rinde, mezân üzerinde türbe olup olmadığı pek belli değildir. Şimdiki türbe 1892 yılında, Ankara vâlisi Abidin Paşa'nın yar­dımıyla, Kayseri Mutasarrıfı Mehmet Nazım Paşa tarafindan yaptınlmış ve kitâbesi de, Ali Emîrî Efendi tarafindan yazılmıştır.

Türbe, ortası kubbeli, giriş kısmı hariç, üç tarafı kubbeye

bağlı kısa tonuzlu; girişte, küçük kapı önü rcvâkı bulunan bir bi­nadır. Bu türbenin güneyine bitişik küçük bir kapı ile Beylikler devri emîrî, Emîr Erdoğmuş’un (ölm. M. 1348) türbesine girilir, j Bu bina Selçuklu tarzında tek sivri tonozlu . olup, içerisinde dörtl adet'taş sanduka vardır. Bu türbeye Tatarhâniler türbesi de denilmektedir  .

Seyyid Burhâneddîn türbesi girişinde şu kitâbevafdır  :                         

" Fart-ı âdâb ile gir zâir-  muhlis ki budur

Meıkad-  muhterem-  Hazret-  Burhâneddîn

Çcşm-  ırfânına kuhl ister isen olmalısın

Çebhe sây-ı kadem-  Hazret-  Burhâneddîn "

Emir Erdoğmuş’un türbesinin giriş kapısı üzerinde şu kitâbe vardır:

" Hâzâ meşhed el-Emîr Erdoğmuş

Fî şuhûr-ı sene tis'a ve erba'în seb'a mic"  "

M. 1343 yılında Taifte doğan, Kayseri'de M. 1414 tarihinde vefât eden Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in 29. torunü ünlü mutasavvıf Zeynel ’Âbidîriin  nâşı, 11 Halk Kütüphanesi yanında bulunan türbesinden alınarak, 1950 senesinde, Seyyid Burhâneddîn'ih türbesi içerisine nakledihniştir. Fakat eski türbe yeniden tefriş edilerek, nâŞı tekrar 1994 yılında asıl yerine konulup, ziyârete açılmıştır.

Yine Seyyid’in türbesi içerisinde, girişin sol tarafında, Kay­seri Mevlevî Şeyhi Süleyman Turâbî (ölm. M. 1835) ile oğlü Ahmet Remzi (ölm. M. 1865) Efendilerin mezarları bulunmaktadır.

Seyyid'in vefât tarihi tam bilinemediğinden, bu hususta çeşitli « görüşler ileri sürülmüştür. Diğer taraftanda Seyyid'in Konya'dan ' ' ayrıldıktan sonra, Kayseri'de kaç yıl yaşadığı da, kesin olarak bi­linmemektedir.

Kayseri'de türbesinde bulunan bir kitâbede geçen "sânî" sözünün belirttiği H. 561/M. 1166 tarihinde doğduğu, son mısranın tutarı olan H. 638/M. 1240 tarihinde vefât ettiği kaydedilir. Fakat bu kitâbede, kitâbeyi yazan, Muhyiddîn ’Arabiyi birinci derecede gös­terip, Seyyid'  ikinci derecede göstermesi, tarikat edebine uymamaktadır. Zira tarikatta usûl, müridin şeyhini herkesten üstün görmesi gerekir. Diğer taraftan ne Sultanü'l-Ulemâ, ne de S. Burhâneddînin eserlerinde'Arabî'nin adını anmamışlardır. .

Seyyid'in vefâtma dâir" mukîm-  belde-  Kayseri " terkibi düşürülmüştür. Bu terkip hemze ile okunursa H. 642/M. 1244, hemzesiz okunursa H. 641/M1243 tarihlerini göstermektedir  

Eflâkî'nin Menâkıbı'nda geçen Seyyid'in H. 642/M. 1244 tari­hinde Kayseri'de yağma yapan Moğol askeri ile karşılaşması   olayı ile irtibat kurularak, bu tarihte sağ olduğu, buna göre de, be­lirtilen tarihten sonra ölmesi gerekir. Diğer taraftanda Kayseri'de

! Kızıl Köşk'te H. 644/M. 1246 tarihinde düzenlenen hisarcık Suyu Vakfiye'sinde. şâhit olarak, Seyyid ve Mevlânâ'nın imzalarının bulunması sebebiyle bu tarihten sonra vefât ettiği görüşüne varılmıştır.

Fakat bu Vakfiye, asil Vakfiye olmayıp, aslından kopya edil­miş, sonradan buna tarih ve Mevlânâ ile Seyyid'in isimleri ilâve

Türkçesi:

"Tirmizli Seyyid, din Muhakkiki': yâkin yolunda dinin Burhanıdır. Zira, O, Muhyedden-  Arabi'ye ikinci olduğundan doğum yılını da bilki sânî'dir. O yüce erin irtihâl yılının tarihi de "Kaddesallâhu sırrahüs-Sâmî oldu". ’

edilmiş ihtimâlini taşımaktadır  .

Diğer bir ölüm tarihi de, îbtidânâme ve Menâkıb'da geçen bil­giye  göre tesbit edilmektedir. Seyyid, Mevlânâ'nın! babası Sultanü'l-Ulemâ'nın ölümünden (H. 628/M. 1231) bir yıl sonra Konya'ya geldiği ve Mevlânâ ile dokuz yıl kaldığı müddetin hesa­bından hareket edilerek, M. 1240-1241 tarihi tesbit edilmektedir. Bu yukarıda belirttiğimiz tarihe göre Seyyid'in Kayseri'ye. gelince he­men vefât etmesi gerekir. Yoksa Seyyid'in Kayseri'de yaşadığı müddeti tesbit edip, belirtilen tarih üzerine bu süreyi ilâve etmeden kesin ölüm tarihini hesaplamak mümkin olmamaktadır. Zira yuka­rıda belirttiğimiz gibi Seyyid Konya'dan ayrılınca, Kayseri'de ne kadar yaşadığı da pek belli değildir.         ;

Seyyid'in ölüm tarihi üzerinde araştırma yapan Mevlevi Ahmet Remzi "Akyürek" Dede'nin yukarıda belirtilen kaynaklan görmediği düşünülemez. O bile bu konuda:         

" Hazretin rıhlet-  târihini tâyin idemem ;

Görmedim doğrusunu, doğru değildir netlisem isterim kalmasın ammâ bu Hakikat mübhem

Eylerim ehl-  tevârihten ümmîd-  kerem  " diyerek, ölüm tarihini tesbit edemediğini ve târihçilerden bu konuyu açıklamasını istemiştir.

2ŞAHSİYETİ

Seyyid Burhâneddîn, Sultanü'l-Ulemâ Bahâeddîn Veled'e in­tisap ettikten sonra, bütün ömrü, mücâhede, riyâzet ve müşâhede ile geçmiştir. Gençliğinde Bahâeddîn Veled'in manevî eğitim altında kırk gün hizmet ettiğinden dolayı velîlik ve keşif sıralanna vakıf ol­muştur . O, daima tevhidden bahsetmiş, marifetin sim olan Hakikatlan açıklamaya çalışarak, dünya gösterişine aldanmamayı tavsiye etmiştir. Bir çok Hakikatlan ve sırlan güzel ifâde edip, açıklandığın­dan dolayı devrinde tenkide uğramıştır: Zamanın şeyhlerinden bîri, "Seyyid, gerçeklere dâir sözleri güzel söylüyor; sebep de şeyhlerin kitaplannı, söz ve sırlarını okumuş olmasıdır " deyince, sözüne karşılık olarak başka biri de: "Sen de okuyorsun, nasıl oluyor da öyle söz söylemiyorsun "der. O zaman orada bulunanlar O'nda, "dert, mücâhede ve amel vardır  . " İşte bu yüzden gerçekleri daha iyi ifâde ettiğini belirtmişlerdir.

Yirie Seyyid Burhâneddîn, "Güzel söz söylüyor ama sözlerine Senâ'î'nin (ölm. H. 525/M. 1131) şiirinden alıntılar yapıyor " dediler. Bu sözden Seyyid haberdar olunca, şöyle dedi: "Bu, şu söze benzer; güneş güzel ama ışık veriyor, bunda bir ayıp yoktur. Çünkü Senâ'î'nin sözünü nakletmek, o sözü göstermek, belirtmektir. Zira her şeyi güneş gösterir . "

Seyyid burada, Senâ'î'nin sözünü güneşe benzetip, bu ışıktan da herkesin faydalanması gerektiğini belirtip, diğer taraftan da Senâ'î'nin şiirlerinin değerinin yüceliğini belirtmek istemiştir.

Seyyid'in pek çezbeli ve hararetli bir insan olduğu anlatılır:

Bu konuda birçok menkıbeler nakledilir: Namaz kıldırırken saatlerce namazda duruı ; tecellî nurlarının çokluğundan sahra ve ormanlarda başı açık ve ayaklan çıplak kararsız yıllarca dolaşır 42; bir gecede seksen defa yüce Allah kendisine tecellî ettiğinden dolayı feryat ve figan edip, münâcaatlabulunur43. Hemde Seyyid'e, var­lığın Hakikati açik olup, delil aramadan eşyanın Hakikatim görüp, bildiğinden dolayı da" Muhakkiki" lâkabı verilmiştir.

Seyyid, fazla derecede cezbeli bir insandır. :  

Seyyid, Hocası Sultanü'l-Ulemâ'nın anlattığı İlâhî bilgileri dinlemekten o derece hararetlenildi ki, iki ayağım mângâl içirideki ateşe sokar ve elleriyle de ateş korlarını söndürür. Hocası Bahâ Veled : " Seyyid'  meclisten dışan atın da, huzurumuz bozulmasın "diye, O'na bağırır, o zaman Seyyid, kendine gelip, susardı44.

Yine Seyyid'e birgün cezbe gelmiş koşarak gidiyordu, bir adam O'na:"Ey dervişi cübbenin kenarını düzelt"dedi. O, dâ . -"Benim umurumda değil, sen kendi ağzını düzelt" dedi. O zaman Şeyyid'le alay eden bu adamın ağzı çarpıldı. Adam p anda feryâdederek, ba­şını Seyyid’in ayağına koydu, o anda adamın ağzı düzeldi45. Bu kıssa ile Seyyid, kişinin önce kendisine bakıp, kendisini düzeltmesi gerektiği ve Allah’ın velileri ile eğlence edilmeyeceği mesajını da vermektedir.

O, seyr ve sülükte mertebe almış bir insandır. Birgün bir top­luluk Seyyid'den, "Tanrı yolunun sonu var mı? Yok mu?" diye, sonlu. O da: "Yolun sonu var amma menzilin sonu yoktur" deyip, bu konuyu da şöyle açıkladı46. "Çünkü bu yolda yolculuk (seyr) iki nev'idir: Biri Tanrı'ya doğru yolculuk, diğeri de Tanrı'da yolcu­luktur; " Tanrı'ya doğru yolculuğun sonu olduğunu, bunu insanın, kendi varlığından, benliğinden ve isteklerinden vazgeçmekle elde ettiğini belirtip, Tanrı'da yolculuğun ise sonu yoktur. Tanrı'ya ulaş­tıktan sonraki yolculuk, O'nun ilim ve marifeti içinde olmaktadır ve bunun da sonu yoktur. Zira; Allah’ın ilim ve marifetini sınırlamak mümkün olmadığı gibi, Tanrı'da yolculuğu da sınırlamak mümkün değildir.     

Sipehsâlâr, Risâle'sinde, O’nun velîlik dâiresinde kemâl mer­tebesine ulaşmış ve " yalnız Allah'ın velîlerine korku ve hüzün yoktur   " topluluğu içinde sabit, ve dünyadakilere doğru yolu göstermiş " olduğunu belirtir. O, büyük cihat olan nefis savaşını kazanmış, manevî sahada üstün makamlar katetmiş ve manevî âlemler sultanı olmuştur.

Son derece mütevâzi olan Seyyid, yeri geldiği zaman kendisi de ululuk göstermektedir: Selçuklu genel valisi Sahib Şemseddîn, Bağdat şeyhlerinin oğullanndan bir ulu kişi, bir padişah, ziyarete' geldiğini Seyyid'e belirtmesi üzere, O'na: "Sus" diye bağırdı ve " ben padişah, o padişah, bu nasıl olur? Benden başka bir padişah varsa getir de boynunu vurayım " dedi. Sonra bu ulu Padişah, fakir, aciz bir kul olduğunu belirtip, baş koyup, el öpüp, yüz sürdü . Şunu akıldan çıkarmamalıdır ki, Allah'ın velî kullan her şeyin üs­tünde olup, onlar insanlara karşı büyüklük gösterseler bile, onların bu büyüklük göstermeleri de sırf Allah içindir. Onlar kendilerini üs­tün gördükleri zaman bu ululuğu, Tanrı ululuğu sayarlar, bu da ku­lun kibri değil, Tanrı'nın kibriyâsıdır.

Seyyid hâl ehli olup, gizli sırlara vakıf bir insandır : Seyyid, Alâeddîn Keykubâd'a (M. 1227) elçi olarak gelen, Şeyh Şihâbeddîn Suhreverdî ile buluştuktan zaman, aralannda bir kelime bile ko­nuşma geçmez; bunun sebebini Suhreverdî'ye sorduklan va­kit, Şeyh:"Hâl ehli yanında, kâl (söz) dili değil , hâl dili gere­kir" dedi. O zaman Sahib Şemseddîn, Suhreverdî'ye, Seyyid'  nasıl bulduğunu sorduğunda, O da: "O üzeri örtülü ilâhı bilgiler ve gerçekler denizidir " dedi.

Seyyid Burhâneddîn'  taramak, bilmek için O'nun hâli ile hâllenmek gerekir. Seyyid'e birisi, "senin Övgünü filandan duydum",

deyince, Seyyid, "bir göreyim, bakayım, beni tanıyacak; övecek bir derecede mi? Beni sözle tanıdıysa tanımamış demektir. Fakat zatımla tanıdıysa o Vakit beni övebilir51" dedi. Seyyid burada Söz ye keli­meler kalmaz, bunlar geçici olup ancak benî ruhumla ve zatımla ta­nıdıysa tarayabilir ve övebilir demek ister.

O, iç temizliğine son derece önem verir :Sahib Şenıseddîn, Seyyid'e " elbisesinin kirli olduğunu ve yıkanması gerektiğini " söylediği zaman O, " ruhu yıkamanın çamaşır yıkamaktan daha iyi olduğunu52" belirtir.                               

Diğer taraftanda dünya süs ve gösterişine aldanmamayı, dev rinin Vezirine hatırlatmış olmaktadır. Hattâ Sahib, dünya süs ve gös­terişine keıidini fazlaca kaptırdığından dolayı, daha sonra idâm (M. 1249) edilmiştir53.                                  

Seyyid, içi dışına uymayan, yaltaklanan, riyâkar insanları pek sevmez ve onları iyi karşılamaz : Seyyid, bir gün hamama gitmişti; hamamda ihtiyar bir adam, Seyyid'  oğup, yıkayarak hizmette bu­lundu ve bu hizmet O'nun pek hoşuna gitti. Bu hizmette bulunan kimseye, fazlaca ücret vermek düşüncesi akimdan geçmişti. Biraz sonra bu adamın, başka kimseye de, ayni hizmeti yaptığım görünce, Seyyid:" Bu herif bir hamam lifi ve lağım süpürgesi imiş" dedi ve eline bir diıhem verip, hamamdan çıktı54.             

Mevlânâ, Hocası'ran yüce Vasıflarını şöyle açıklar:

"Piş, ol da bozulmadan, değişmeden kurtul. Yürü Burhâneddîn-  Muhakkiki-gibi nuro. Kişi kendinden kurtuldu mu, tamamiyle Burhân (delil) olur. Kul varlığından geçip, yok oldu mu, sultan olur.

Mevlânâ, Seyyid’in mücâhede ve riyâzetle, nefsinin isteklerini yenmiş, varlığından ve benliğinden kurtularak, kemâle ermiş, yani nur olup, böylece varlığı âleme delil olmuş, manevî âlemler sultanı olduğunu açıklamak istemiştir. Kul bu mertebeye ulaşınca, vücûdu vahdet nuruna gark olup, fenâfillah (Allah'da yok olmak) derecesine yükselerek, kul sultan olup, hilâfeti ilâhiyye mertebesine ulaşır.

O’nun herkesin gönlünden geçenleri ve geleceğe âit olayları bildiğine dâir keşf ve kerametleri baklanda bazı rivayetler vardır:

Seyyid’in Biyabanek şehrinde bulunan bir şeyhin, hamam yo­lunda, Ramazan ayının onuncu günü, dinsizler tarafından öldürüle­ceğine dâir haber vermesi , Hocası'nın öldüğü günü (H. 628Rebiü'l-âhir 18) Tirmiz'de halka vaaz esnasında bildirmesi ?, Şems-  Tebrîzî'nin Konya'ya geleceğini önceden haber ver­mesi , öleceği vakti bilip, suyunu ısıttırıp, selâ verdirmesi , gibi O'nun keşf ve kerametleri baklanda birçok rivâyetler vardın

Burhârieddîn, olgun ahlaka sahip, seyr ve sülük makamlarında yüksek derecelere ulaşmış, kâmil bir âlimdi. Dâima kendinden evvel gelen bilginlerin eserlerini okur ve incelerdi. Halkı doğru yola ulaş­tırmak için onlara nasihatlar vererek ve ahlâk ve davranışlanyle ör­nek olurdu. Mevlânâ'nın belirttiği gibi nur olmuş, dünyanın süs ve alâyişine önem vermemiş, İlâhî tecellî nurlariyle mest olmuştu . Birgün Seyyid’in müridi olan bir hanım, "gençliğinde riyâzet ve ne­fis savaşı ile fazla meşgul olduğunu belirtip, ihtiyarlayınca bu riyâzeti bıraktığını" sorunca, O da, " ağır yük çeken develer gibi, sayı­sız duraklar ve konaklar aşarak bu mertebeye ulaştığını " açıklar.

O'nun bu açıklamasından maksadı, ömrünü riyâzet, ibâdet ve nefisle savaşla geçirdikten sonra, Tanrı'nın cemâline ulaşmış oldu­ğundan, kılavuza ihtiyaç duymadığını anlatmak istemiştir. Diğer taraftan Allah'a kavuşacağı vuslat zamanının geldiğini haber ve­rip, kendisini de besiye çekilmiş, kurbanlık hayvana benzetir.  

Diğer taraftan Mevlânâ, Hocası Seyyid Burhâneddîn’in riyâzete son derece önem verdiğini, on, onbeş günde bir yemek yediğini anlatır. Hattâ Seyyid, nefsi açlıktan dolayı kendini sıkıştırdığı zarnan kelleci dükkanına gider, yalağa dökülen baş suyunu içmek üzere durur ve nefsine hitâben:". . Ey kör nefis, ben bundan fazlasını bula­mam62 " derdi ve Mevlânâ'nın şu şiirini okurdu: " Yazık! Gerçekten arpa ekmeği sana haramdır. Nefsinin önüne kepek ekmeği koy ve onu bırak hüngür hüngür ağlasın. Sen ondan can alıcı borcunu al

Sultan Veled, O'nun yüce vasıflarından îbtidânâme'sinde şöyle bahseder:" O, yıldızlar arasında aya benzeyen ve kimsenin söylemediği nükteleri bilir; Anadolu ülkesinde eşi -benzeri yok; Allah'ın velilerinin özü; herkes O'na kul köle ve herkes O'nu, kendi değerince bilir64-"  

Sultan Veled, bu beyitleriyle O'nun üstün vasıflarını açıklıyor. Bilhassa O'nun, gizli sırlan bildiğini ve herkesin O'nu kendi kabili­yet ve bilgisine göre değerlendireceğini ifade ediyor.

3-ESERLERÎ

Seyyid Burhâneddîn'den bize kalan en önemli eseri Ma'ârifî’dir. Ma’ârif nevinde yazılan eserler, büyük sûfflerin ve din âlimlerinin takrir, vaaz ve sohbetlerinin derlenmesinden meydana gelmiş eserlerdir. Bu nevi eserlere Makâlât adı da verilmiştir. Ahmed Eflâkî, Menâkıbü'l-Ârifîn adlı eserinde kaydettiğine göre Sâhib-  Îsfahânî, Seyyid Burhâneddîn'  ziyârete geldiği zaman "Ma'ârif ve esrar " saçtığını ve yine Seyyid'in, Sultanü'l> Ulemâ'nın Ma''ârifî'ni dinlerken kendisinden geçtiğini kaydeder . Bu sohbet ve nâsihatlara "meclis" de deniliyordu. îşte bu sebepten Mevlânâ'nın yedi meclisini içeren eserine, " Mecâlis-  Seb'a " adı verilmiştir.

Yine Ma'ârif tarzında yazılan, Mevlânâ’nın sohbetlerini içeren   diğer bir eseri de, " Fîhi Mâ Fîh" dir. Bu esere Fîhi Mâ Fîh adı ve­rilmemiş olsa idi, herhalde Ma’ârif adı verilirdi. Çünkü Ma'ârif tar­zında yazılmış bir eser özelliğini taşımaktadır. Mevlânâ'nın bu eseri tetkik edildiği zaman görülür ki, bu eser bir başlangıçla, kısalı uzunlu altmış bir bölümden teşekkül etmiş olup, Mevlânâ bu bölümlerin bir kısmında bazı sorulara cevaplar verir ve dînî ve ta­savvuf! bir çok konularda açıklamalarda bulunur. Bu arada sohbet ettiği kimseler arasında Selçuklu Veziri Mu'iniddîn Pervâne'de vardır.

Bazıları, "Mu'iniddîn Pervâne geldiği zaman, Mevlânâ büyük ve mühim sözler söylüyor "dediler. Mevlânâ, "(Pervâne gelince) söz kesilmiyor, çünkü o söz ehlidir ve dâima sözü çeker  "diye­rek, kendisini eleştirenlere de cevap vermiş olmaktadır.

Mevlânâ'nın bu sohbetleri daha sonra dostlan ve müridleri ta­rafından toplanıp, kitap haline getirilmiş, belki bu toplanan metinler Mevlânâ'ya gösterilip, tashih edilmiş de olabilir. Bu nevi eser verme geleneği, eskiden beri pek yaygın olup, sûfîler ve âlimler arasında asırlar boyu devam etmiştir. Hattâ bu sebepten" Ma'ârif " sözü ta­savvuf! konulara ve irfana âit sözlere ve sohbetlere ad olmuştur.

Bu nevide yazılmış, sohbet, takrir ve nasihatlann toplanmasın­dan meydana gelen, Mevlevî kaynaklı eserlere bakılıp, tetkik edildiği zaman görülür ki, bu eserlerdeki konular birbirini izah ve şerh eden bir bütün teşkil edip, birbirine yakın ve benzer konuları ihtiva etmektedir.                                                                                           

Bu tarz sohbetlerin toplanmasından meydana gelen, Mİevlevî kaynaklı ilk eser, Mevlâriâ'nın babası Sultanü'l-Ulemâ'nın Ma'ârifî'dir. Bu eser Mevlevîler arasında çok şöhret bulmuş, muh­teva bakımından tasavvuf! bir eser olup, hem de Mevlânâ üzerinde derin izler bırakıp, dâimâ okuyup elinden bırakmamıştır. O'nun akşamdan şafak sökünceye kadar ayakta durarak, babasının Ma'ârifi'ni mütalâa ettiği kaydedilir6 * *  . Sipehsalar, Risâle'sinde  Seyyid Burhâneddîn'in Mevlânâ ile dokuz yıl süren sohbetleri es­nasında, belki bu eseri bin defa (çokluktan kinâye olsa gerek) O’na tekrar ettiğini de belirtir. Fakat O, Şems-  Tebrîzî'le buluştuktan sonra bu eseri mütalâayı terkeder .

Bahâeddîn Veled'in bu eseri daha kendisi hayatta iken büyüle değer kazanıp, ilgiyle takip edilmiş, gerek müridleri, gerekse yakın­lan ve dostlan tarafindan okunmuştur. (Bu eserin izlerini Mesnevtde ve fikrî tesirlerini kendisinden sonra gelen şahıslann eserlerinde de tespit etmek mümkündür . Mevlânâ, babasının vefâtından sonra O'nun sözlerini ve fikirlerini kendi meclislerinde tekrarlayıp; açık­lamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar Mevlânâ'nın babasının fikir­lerine ne derece bağlı olduğunu da göstermektedir. Mevlâhâ'dan sonra da Ma'ârif, Mevlevîler arasında önemini korumuş ve okunmuştur. Konya ve İstanbul kütüphanelerinde yirmiden fazla yazma nüshalarının bulunması da bu hususu teyid etmektedir .

Yine Mevlânâ'nın mürşidi Şems'  Tebrîzî'nin (ölm. H. 654/ M. 1247) Makâlâtı da O'nun bazı meclislerdeki sohbetleri, Mevlânâ ile konuşmaları ve aralarında geçen bahisler ve müridleri ve inkarcı­lar tarafından geçen soru ve cevapların derlenmesinden meydana gelmiş bir eserdir. Eserdeki cümle ve paragrafların kesik ve dağınık olması, eseri kendisinin kaleme almadığını gösterip, müridlerinin ka­leme alma ihtimâlini kuvvetlendirmektedir. Makâlât ile Mesnevî ara­sında da kuvvetli bir bağlantı vardır, zira Mevlânâ, Mesnevî'de geçen birçok fıkra, hikâye ve nükteleri O'nun Makâlâtı'ndan almıştır. Ahmed Eflâkî de, Şems-  Tebrîzî'nin Makâlâtı'ndan on fasıl Menâkıbı'nda nakil yapmıştır .

Bu sahada yazılmış Mevlevî kaynaklı eserlere kısaca değindik­ten sonra, Seyyid Burhâneddîn’in Ma'ârifl de, eşleri arasında üslûp ve fikirleri bakımından büyük öneme sahip eserlerden sayılmakta­dır.

Seyyid'in Ma'ârifi'nde geçen konu ve fikirlerinin bazılarını Hocası Sultanü'l-Ulemâ'hın (ölm. H. 628/M. 1231) Ma'ârifi'nde, Şems-  Tebrîzî’nin Makâlâtı’nda, Mevlânâ'nın Fîhi Mâ Fîhi'nde ve Sultan Veled'in (ölm. H. 712 /M. 1312) Ma'ârif ve tbtidânâmesi'nde aynen veya farklı bir şekilde bulmak mümkündür. Meselâ, bütün bu kaynaklarda Hakkîm Senâî medhedildiği  halde, Fahreddîn Râzî, eleştirilip, kmanır . Sultan Veled, Seyyid Burhâneddîn’in Senâî'ye (H. 525/ M. 1131) aşın derecede düşkün olduğunu ve O'nun "O, sırlan nazımla söyledi, ben nesirle söyledim " dediğini nakleder.

Seyyid Burhâneddîrîin Ma’ârifi'ndeki bahislerin bazılannı Mesnevî'de de, tesbit etmek mümkündür. Savaşta Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhnin yüzüne bir müşrikin tükürmesi , Hz. İsa'dan (aleyhisselâm ) "en çetin şey ne­dir?" Sorusuna; O'nun, "öfke" diye cevap vermesi78, ene (ben) sözünün, Firavun'un ağzında bir yalan, Huseyn b. MansÛr'up ağ­zında bir nur oluşu79 ve yine Filıi Mâ Fîh’de geçen Seyyid'ejbiri-j sinin " senin ıriedhini filandan duydum " demesi, Seyyid’in def dur bakayım o, beni tanıyacak, övecek bir derecede mi? " demesi0, bu   olay biraz farklı şekilde, Sipehsâlâr'ın Risâlesi'nde81 nakledilir.

Seyyid’in mücâhedeye verdiği önemi bütün diğer kaynalIardai bulmak mümkündür. Seyyid’in Ma'ârifi'nde geçen birçok bahisler, Şems-  Tebrîzî'nin Makâlâtı'nda, Mesnevî'de, Fîhi Mâ Hh de fe ilk Mevlevi kaynaklarda bulunabilir82.          

Seyyid Burhâneddîn, Ma'ârifi'nde, konu bakımından, ibâdet­lerin sırlarını, nefsin ıslâhını, Allah ve Peygamber sevgisini, tarikat ulularını, sulûkun inceliklerini anlatmıştır. Anlattığı konulara uygun âyet ve hadisler getirerek, bu huluslarda te'vil ve yorumlar yapmış­tır. Geçmiş velîlerin ve Hoca'sının sözlerinden nakiller yaparak, konulara uygun şiirler de getirmiştir. Getirdiği bu şiirlerin çoğu Hakkîm Senâî, Nizâm-ı Gencevî ve Şirvânlı Hâkânî'nindir. Bu şâir­lerin, şiirlerini seçmesi, onlara olan bağlılık ve sevgisini de göster­mektedir. Bazi konularda açıklamalarda bulunurken Ebû Abdurrahman el-Sülemî’nin " El-Hakkâyık " adlı tefsirinden faydalandığı anlaşılmaktadır

O, Ma'ârifi'ne :" Yüce Allah buyurur ki: Beni maliyle anan kişiyi ben de malımla (nimetlerimi ihsan ederek) ananm84" hâdis-  kudsîsiyle başlar; şu metinle de son bulur:" İnsanlar üç bölünidür: Cehennem ehli, cennet ehli, a'râf ehli. Ali ah doğruyu daha dâ iyi bi­lir.

’ Ma'ârif, üslûp bakımından kısa ve veciz cümleleri ihtiva et­mektedir. Seyyid, fikirlerini açıklarken geniş sözler, uzun cümleler değil, kısa ve özlü cümleler kulladır. Bu üslûp kısa cümle kullanma j tarzına örnek gösterilmektedir. O'nun ifâdeleri, mutasavvıfların "işâretler" denilen söz ve hareketlerine uygun düşmektedir.

Eser, Mevlânâ'nın Fîhi Mâ Fîhi'nde ve Sultan Veled'in Maârifi'nde î olduğu gibi kısa ve uzun fasıllara ayrılmış değildir. Fakat kısa cümleler birbirleriyle bağlantılı olup, güzel ve gönül alıcı, cümleler yapı bakımından sağlam ve tesirlidir. Cümleler kısa ve özlü olduğundan cümleler üzerinde derin düşünmek ve diğer dinî ve tasavvufî bilgi­lerle bağlantı kurmak da gerekin Bazen geniş anlatılması gereken ifâdeler, veciz bir cümle içerisine sıkıştırılmıştır. Bu bakımdan bazı cümle ve tabirler yorum ve açıklamaya ihtiyâç gösterir.

Eserin farsça açıklamalı, tahkik ve tashih edilmiş basımı, Bedî' el-Zaman Furûzânfer tarafından yapılmıştır. Abdülbâkî Gölpınarlı tarafindan da, Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Gölpinarh'nın ter­cümesine esas aldığı nüsha, Mevlânâ'ya mensup olan Argûn b. Aydemür b. Abdullah tarafindan H. 687 tarihinde kaleme alınmış­tır. Bu nüsha Mevlânâ Müzesi Kütüphanesinde, 2118 nolu mecmuanın içerisinde bulunmaktadır.

  Seyyid'in Ma’ârif adlı eserinin bulunduğu mecmuanın soi nunda Muhammed ve Fetih Sûreleri'nin tefsirleri bulunmaktadır. Bu î iki sûrenin tefsiri de yine Furûzânfer tarafindan Ma'ârif le beraber ! bastırılıp, bu eserin sonuna ilâve edilmiştir. Furûzânfer bu baskının ; önsözünde, bu sûrelerin tefsirlerinin üslûblannı, Ma'ârifin üslû­buna benzediğini belirtir. Bu iki sûrenin âyetlerinin temamı tefsir edilmiş değil, on bir âyet Muhammed Sûresi'nden, sekiz âyet de Fetih Sûresi'nden tefsir edilmiştir. İki sûreden de tefsîr edilen âyet­lerin tamamı bile tefsîr edilmiş değildir.

  Diğer taraftan Seyyid'in Kahire Hidîviye Kütüphanesi'nde : Farsça yazılmış bir tefsîri bulunduğu söylenilmekte ise de, adı geçen   kütüphânede yapılan araştırma sonucu, böyle bir eserin olmadığı an? laşılmışhr86.

SEYYİD BURHÂNEDDİN'İN FİKİR VE DÜŞÜNCELERİ

1-İMAN                                 

. îman lügatta, bir şeye içten ve kalben inanmak, mutlak tasdik­tin Verilen bir haberi, bir hükmü tasdik etmek, doğruluğunu kabul ederek, haber verenin doğru söylediğine inanmaktır.

îstilahta ise iman; Resulullah'ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem. ) bildirdiği şeyleri kesin surette kalben tasdik etmektir. Resulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  tebligatının hepsini İlâhî vahye uygun yapmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de bu husûsta Cenâbı Hakk: "O (Hz. Muhammed), hevadan (kendi arzusuna göre) söylemiyor. O Kur'ân ancak vahyolunan bir vahiydir  "buyurmuştur.

Ebû Mansûr Mâtürîdî, " îman, dil ile ikrâr (söylemek) kalb ile tasdiktir "demiştir, imâmı Şâfiî de, ikrâr ve tasdike ilâveten", iyi iş iş­lemek diyerek", ameli imana dahil etmiştir. Ebû Mansûr Mâtürîdî, di­ğer bir tarifinde de, "îmân, Allah'ı Allâh'lığı ile bilmektir, bunun yeri de kalbtir. Bu ise göğsün içindedir. Marifet, Allah'ı sıfatlarıyla bilmek­tir, bunun yeri de gönüldür, bu da kalbin içindedir  " demiştir.

îman'da asıl olan kalb ile tasdikten sonra, ikrâr ve şâhadettir. Bir hadiste de:" Allah'a iman, dil ile ikrâr kalb ile tasdik ve erkânı ile ameldir"  buyrulmuştur.

Seyyid Burhâneddin, imanın tarifini yukarıda belirtilen tarifler­den faiklı bir şekilde yapmıştır. O'na göre iman iki kısımdır:" Allah'ın emrini yüceltmek (ta'zîm), Allah'ın yarattıklarını esirgemek (şefkat). "Diğer bir taksimde de, "İman iki kırımdır; yansı sabretmek, yansı şükretmek " demiştir. "Bu toplulukta da o yandan Hakkı yü­celtmek, bu yandan da halkı esirgemek vardır . " .

Seyyid, imanın mücâhede ve ıhlâsla derece kazanarak, yükse­leceğini de belirtir:" îman ışığının lambası , mü'ıninin, sırçaya ben­zeyen bedenindedir. Arifin bedeni mücâhede ile sırçaya döner; iman ışığı (nuru), oradan dışarı vurur, parlar. Şüphesiz ârifin bedeni ince­lir. . . bir ışıktır ki, insanın özüne koymuşlardır; o ışık, ancak inücahede ile görünür. Nitekim cevizin kabuğu ne kadar incelirse içi; o ka­dar dolar  ".       

îman, ancak amel sayesinde takviye edilip, kuvvetj bulur. Mü'ınin imanını takviye etmek için de, dini emirlere sıkı sarılıp, uy­gulaması gerekir. Bu sahada da başarı göstermek ancak nefis ile mücahede etmekle mümkün olur. İslâm'da bu savaş iki kışıma ayrılmış­tır. Biri din ve hürriyeti için düşmanla savaşmak, diğeri de insanın kendi nefsi ile savaşmasıdır. Nefsi ile savaş, düşmanla savaştan daha güç kabul edilmiştir. Peygamberimiz de, "Savaşın en üstünü, insanın nefsi ile ve nefsinin isteği ile savaşmasıdır " buyurmuştur.

Bu yüzden Islâm'da nefis savaşını kazanan insan, eh büyük dereceyi elde etmektedir. Islâm da gerçek birmü'ıninin kulluk görev­lerini yerine getirmesi esastır. Scyyid'e göre, amel imanın kemalinin bir cüz'ü, bir parçasıdır. Amelsiz iman, tam ve mükemmel bir iman değildir. Nitekim itikad imamlarımızdan Ebû'  Haşan el-Eş'âri (ölm. 324/936) de ameli, imanın kemalinden bir cüz olarak kabul et­miştir.

O, bedenin arzu ve isteklerini yok ederek, manevi sahada iler­lemeyi tavsiye eder:

"Beden yok olur ve ölür gider; ruh yok olmaz, ölmez. Bu dün­yada akıl ve iman esastır, bedenin ölmesi, ruhun doğmasıdır "

Allah mü'ıninler Hakkında, "Onlar öyle kişilerdir ki inanırlar ve iyi işler yaparlar " buyurur. Seyyid bu âyetin izahında, "îmanı can gibi bil, canın bedende kalması için zehirden sakınmak şarttır. Allah, hayvanlara, kendilerine zarar verecek şeye rağbet etmemek duygu­sunu vermiştir. Çünkü onlarda sakınacak akıl yoktur, insanlara ise kendilerine zarar veren, ziyana sokan şehveti vermiştir. İman çoğal­maz dâ, azalmaz da. Nitekim can da çoğalıp, azalmaz; insan da bazı kere diri, bazı kere ölü olmaz. Fakat insan bazı kere hasta, bazı kere sıhhatlidir. îman da kullukla beraber oldu mu, sağ ve sıhhatlidir, kul­lukla beraber olmayan iman hastadır. Sıhhatli olmayan hastaysa da­ima ölüme daha yakındır . "

İnsanın bir takım günah ve kötü işlerden aklı ile sakınması ge­rekir. Zira ona kötülüklerden ve zararlardan sakınma kabiliyeti veril­miştir. Nefis ve şehvet duygulan insanda varsa da insan aklı ve Peygamberlerin emirleri ve nehiyleri doğrultusunda hareket ettiği za­man, kendisini birçok tehlikelerden koruyabilir. Kul, imanı ile beraber kulluk görevlerini yerine getirmek suretiyle diri kalarak. , imanını ko­ruyacağını, yoksa hasta ve eksik olacağını açıklar. Nasıl ki sıhhatli olmayân hasta insan, ölümle yüzyüzeyse, amelle takviye edilmeyen iman da, daima tehlikelerle karşı karşıyadır. İşte bu yüzden amelin değeri pbk büyüktür.

. İman, çoğalmaz da ve azalmaz da fikri, kelâm bilgisine ait bir bahistir. İmankalb yolu ile gerçekleştiği düşüncesinde olanlara göre, iman ne çoğalır ne azalır. Ancak kul işlediği günahları helâl sayma­dığı müddetçe, imandan çıkmaz. Günâh işlemek ve Allah'ın emirle­rini yapmamak, imam tehlikeye sürükleyip, imanın kemale erişme­sine mani olur.

Seyyid, imanı bir şehir olarak kabul ederek, müslüman bazı dinî kaidelere ve bazı şartlara uyması gerekir; "Değil mi ki iman bir şehirdir; çok dikkatli olmak gerek ki, seni imanla alıp götürsünler, îman şehrinde kâfirlik etmek, suç işlemek edepsizliğin ta kendisidir, ayıptır . "

Bir müslüman, İslama girmekle imanın esaslarını kabul etmiş­tir. Bu esasları hayatı boyunca uygulayarak, nefsini İslah ederek,

kulluk görevlerini yerine getirerek, ölürken imanla gitmesi (şarttır, îman şehrine girmiş bir müslümanın, bu şehrin şartlarına uyması, kafirler gibi hareket etmemesi ve günah işlememesi gerekir. Şyi hadis bu önemi açık olarak gösterir:" îmanın yetmiş küsur şubesi (vardır. Bunun en faziletlisi, lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) sözü, en aşağısı da, yoldan eziyet veren bir engeli kaldırmaktır . "

Görülüyor ki hadiste müslümanın yolda eziyet veren biir engeli kaldırması, yani iyi bir iş yapması bile imanın bir şubesini teşkil eri inektedir.       

Cenâbı Hakk, "înanan erler olmasaydı"  buyurur. Ebû Muham­med Sehl b. Abdullah Tüsteri bu âyetin açıklamasında, " Gerçek inanmış, o kişidir ki kendi nefsinden, gönlünden gaflete düşmez; fi­lan vakit ne yaptım, nasıl bir haldeydim diye hallerini araştırır

Buna göre kul, imanını muhafaza etmek için, hayatının her anın­da kendi muhasebesini yaparak, gafletle ömrünü geçirmemelidir;

Kula, İlâhî Hakikatlere ulaşma yolu, ancak iman sayesinde açıl­maktadır: Cenâb-ı Hakk, "Yoksa gönüllerinde kilitler mi var? " buyunnuştur. Seyyid, Tusteri'den nakil yaparak, bu âyeti şöyle açıklar: "Yüce Allah, gönül hâzinelerini yarattı; o hâzineleri kilitledi. îmanı da o kilide anahtar yaptı. Şeriat sahibi olan, veya Peygamberlerin, velile­rin, sıddıklann gönül kilitleri açılır ancak; bunlardan başkalarının, zahitlerin, ahitlerin ve bilginlerin gönülleri tam açılmaz ve açılmadan da, dünyadan çıkıp, giderler. Çünkü bunlar, anahtarı akıllarından is­terler, bu yüzden de anahtarı kaybederler. Anahtarı Allah'ın tevfikinden isteselerdi, bulurlardı . "

Sadece akıllarına güvenip, kalb ve gönülleri kilitli olan kimse­ler, Allah'ın onlara olan bağışlarını ve her an onlan gözettiğini unuttuklanndan dolayı hidâyete ulaşamazlar.     .

Ebû Muhammed Gazzalîde bu yolda gidenlerin ayaklarının üç şeyden biri yüzünden kaydığını belirtir /'Birincisi, Allah'ın bağışlarma şükretmede, kusur etmek; İkincisi yaptığı İşte, Allah'tan başkala­rının kınamasından korkarak, kusurlu yapmak; üçüncüsü, Allah'tan başkasından birşey ummak   

risanın birçok Hakikatlere ulaşması gönül ve kalb işidir. Kul Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluk görevlerini tam yapıp, O'na bağlandığı zaman dünya ve ahiret saadetine ulaşması mümkündür. Zira iman kıymetli hazine, bir cevher gibidir ki, kut ancak bu hâzinelere imanın nuru sayesinde ulaşabilir. Cenâb-ı Hakk bu hususta, "Allah kimi di­lerse onu nuruna kavuşturur ". Gönlünde iman cevheri olmayan bir kalb de, o insan için bir yüktür. îmandan yoksun olan kalblere de hi­dâyet nuru erişmesi imkansızdır. Son nefeste imanla gitmek için son derece dikkatli olmalıyız. Bu konuyu Seyyid'in şu sözü ile noktalaya­lım: "îman, insanın gönlünde görünen Ay'a benzer, bu söz de, ışık gibi akar gider ".

2-KUR'ÂN-  KERİMİ TEFSİR ANLAYIŞI

Seyyid Burhâneddîn, Kur'ân-ı Kerim'  kendi anlayışlarına, zanlanna ve meşreplerine göre yorum yapanları aşın bir şekilde kı! nar. O, bazı müfessirlerin Kur'ân'ın anlamım açıklamada yanlış yo­rumlar yaptıklarını, vesveselerinden dolayı da çeşitli görüşler ileri , 3 sürerek, müslümanların arasında ayrılik ve ihtilaflara sebep olduklarını belirtir. Halbuki Kur'ân'ın tam anlaşılması için onu okumadan daha fazla anlamı üzerinde durulup, iyice anlaşılıp, hazmedilmesi ve uygulaması görüşündedir. Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  devrinde O'nun Ashabı, Kur'ân'dan yanm veya bir sure ezberliyerek uygulamaya gayret göstermişlerdir. Seyyid aynı zamanda Kur'ân'ı temiz suya   benzetir. Temiz suya birtakım kirli toprak katılırsa safiyyetini kay­beder. îşte Kur'ân'ı tefsir eden bazı yorumcular, kendi görüşlerini katarak, saf ve berrak olan Kur'ân'ı zan ve şüpheleri ile bulandır­maya çalışmışlardır. Halbuki Kur'ân ilk nazil olduğu şekilde, asliyetini korumaktadır. Genabı Hakk, bu hususta Kur’ân-ı Kerim'de: "Hiç şüphe yok ki, Kur’ân'ı biz indirdik ve muhakkak ki onu deği­şikliğe uğramaktan biz koruyacağız2 V'buyurmuştur.

Seyyid, Kur'ân-ı Kerim'  kendi düşünceleri ile tefsir edenleri şiddetli bir dille eleştirir:

" Kalkarlarda Kur'ân'ı tefsire yönelirler. Söyledikleri sözler, * bütün kendi zanlarına, huylarına, kıyaslarına ve meşreblerine göre­dir. Sonra buna tefsir adını takarlar. Oysa yaratılmışın zannk ve şüp­hesi, yaratanın dileğine asla uymaz. İşte, ” Kur'ân'ı kendi görüşle­riyle tefsir eden kafir olur " sözünün anlamı budur. Eğer birisi bir başkasının sözünü naklederse bilgin olmaz; diğeri bir başkasının şi­irini okursa şâir olmaz ve ona şâir de demezler, rivâyet eden derler, Ersen kendi sözünü söyle. Dünyada itibâr edilecek! söz ya   Kur'ân'dır, ya hadis. Amma bazısı Kur'ân'ın anlamında yanılmışlar, P ona da, tefsir adını vermişler, şüphesiz aptallıklarından anlâmmı uzatmışlardır. Yaratıp geliştirenin sözünü, yaratıp geliştirenden işit   . "

Seyyid yukarıdaki açıklaması ile Kur'ân'ı kendi görüşlerine göre yorum yapan kimselerin olduğunu belirtiyor. Böyle kimseler Kur'ân'ı tam anlamadıktan için de kendi düşüncelerine veya fırka ve meşreplerine göre açıklama yapacaklarını ve buna da tefsir diyecek­lerini belirtir.                        

Birçok âlim Kur'ân tefsirinin pek zor bir iş olduğu görüşün­dedir: Hattâ Hz. Peygamber bile birçok âyetin tefsirini yapmamıştır. Kur'ân Allah kelâmı olup, üslûbu, yapısı ve eşsizliği (i 'câz) bakı­mından tam bir mükemmellik taşır. Bu sebepten Kur'ân lafızlarının anlaşılması ve açıklanmasında çeşitli zorluklar meydana çıkar. Peygamberlik görevi, Hz. Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  ulaştırma (tebliğ) ! görevi yanında, açıklama (tebyîn) görevini de yüklemiştir. Hz. Peygamber de (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  Hz. Ayşe'nin ( radiya'llâhü anha ) ifâdesi ile "Cebrâilin kendisine öğrettiği sayılabilecek kadar âyetleri tefsir etmiştir .  

Celâleddîn-Suyûtî, bu hususta el-Hüveyyi'nin görüşünü nak­lederek şöyle der: "Kur'ân'ın kesin yorumu, ancak Resulullâh tara­fından yapılan açıklamalardır. ' Bu açıklamalar ise az sayıdaki âyetler için sözkonusudur. Kur'an'dan çıkartılan bilgiler ise, bir takım işa­retlere ve delillere dayanmaktadır. Bunun böyle olmasındaki amaç Yüce Allah’ın kullarına Ktır’ân’ı düşünmelerini murad etmiş olma­sıdır . "

Seyyid, Kur'ân'ıp derin anlamlarını düşünmeyen kimselerin kalp ve gönüllerinin kilitli olduğunu belirtir: Yüce Allah buyurur ki: "Kur'ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbler üzerinde kilitler mi yar? " Gönüller var, o gönüllere kilit vurulmuş, böyle gönüllere sa­hip olanlar, düşünmezler. Diller var, o dillere kilit vurulmuş, Allah sözünü okuyamazlar . "

Görülüyor ki, yukarıdaki âyetin açıklamasında, kalb gözleri ki­litli plan kimseler Allah'ın âyetlerini düşünüp, anlamaktan aciz insanlardır. Allah, böyle insanların kalblerine hidayet nuru vermemiştir.

Seyyid, Kur'ân’ı ânlıyan ve anlamıyanlar hususunda şöyle açıklama yapar : " Kul, olgunluğa erişerek, Allah kapısına vanp görgü elde etti mi? Ondan sonra melekler bile onun vardığı durağa varamazlar. . . . aksi takdirde Cenâb-1 Hakk'ın :" Onlar hayvanlara benzerler; hatta onlar daha da sapıktır . "" Gerçeğe ulaşanlara gelince : bunlar tamimiyle candır, hem de duyan can. Hattâ tamamiyle ışıktır, duyuştur bunlar, baştan başa Tanrı kelâmı olan Kur'ân, ayda, günlerde nasıl iner? İnanan kişinin gönlüne iner ". "İşte Allah, onların kalblerine iman yazmıştır . "

Mevlânâ da sadece Kur'an okuyan ve anlamım düşünmeyen insanlan eleştirir: "Kur'ân'ın gerçek manası kendisine anlatılmış olsa kabul etmez ve yine körü körüne okur. Meselâ, cevizlerle oynayan çocuklara ceviziçi veya ceviz yağı verdiğiniz zamanalmazlar. Çünkü onlara göre ceviz, elinize aldığınız zaman hışır hışır ses çıkanr, halbuki bunlann ne sesi ne de hışırtısı vardır. "        

Mevlânâ bu misal ve açıklamasından sonra Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  devrinde, arkadaşlarının Kur’ân'a karşı tutumlarını anlatır: "Ashabdan her kim, yarım veya bir sûreyi Öğrense, ona büyük! âdâm derler ve Kur'ân'ı biliyor diye de böyle kimseleri parmakla gösterir­lerdi. Çünkü onlar Kur'ân’ı âdeta yerlerdi (iyice hazmederlerdi). Bir veya yarım batman ekmek yemek gerçekten güç bir iştir. Fakat ağızlarına alıp; çiğneyip atarlarsa, bu şekilde yüzbin merkep yükü ekmek yenebilir. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem. ) "Ne kadar Kur’ân okuyan vardır ki Kur'ân ona lanet eder " buyurmamış mıdır?. !

İşte kur'ân okuduğu halde, manasını bilmeyen kimse Hakkında söylenmiştir . "

İşte Kur'ân okuyan insanlar, Kur’ân’dan bazı âyet ve kısa sûre ezberleseler bile bu âyetlerin anlamlan üzerinde düşünüp ve an­lamaya çalışmalıdırlar , sırf okumakla kalmamalıdırlar.

Seyyid, Kur'ân'ı farklı şekilde yorum yaptıklarından, çeşitli mezheplerin meydana geldiğini belirtir : " Kim, bu tertemiz sözü, özü temiz olarak söylemezse, temiz suyu pislikle karıştırmıştır da, sanki o suyla boy abdesti almıştır. Senin yüzünden bulanan; kirlenen su, güzel bir su da olsa bir işe yaramaz.

Vesvesemizin karışması, Tanrı sözünü bozmasaydı, ehl-  kıble yetmişiki mezhebe ayrılmazdı. Zira hepisi de Kur'ân'dan delil getirirler. Fakat hepisi de, kendi isteklerini Kur'ân'a katmışlardır'. Bu toprakla bulandırdığıh su gibi. Onda birşey göremezsin, görsen bile tam göremezsin . "

Bazı insanlar müfessirim diye, âyetleri kendi istek ve görüşle­rine göre yorum yaptıklarından çeşitli fırka ve düşünce amalıkları meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Kur'ân'da olmayan düşünce ve görüşleri ileri sürerek. fikirleri bulandırıp, safiyetini kendi âçılanndan bozmaya çalışmışlardır.

Cenâb-ı Hakk Kur'ân’da: "Eğer biz, bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak onun, Allah korkusundan baş eğmiş, parçalanmış olduğunu görürdün . "

Peygamberlerin, velilerin Kufân'da anlattığımız lütuf ve huylan dağlara ulaşsa, dağlar, esirgeyici analann gönüllerinden daha merhametli olur; ne dağlan, ne de bir şeyi kırarlar, ..................................................................................  .

Seyyid, yukanda geçen âyeti işârî tefsir etmiş olabilir, izah, âyetin anlamına zıt gibi görülmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber ve velilere verdiği merhamet ve şefkat vasıflannm fazla olduğunu belirtmek için bu tarz yorum yapmış olmalıdır.

Seyyid, Allah'ın dostluğuna kavuşmak ve bozuk düşünce ve vesveselerden kurtulmak için de Kur'ân okumayı tavsiye etmiştir:"Yüce Allah'ın dostluğuna ulaşmaktan, bu yolda çalışıp çabala­maktan alıkoyan herşey, bozuk bir düşüncedir ki bir çıbana benzer; olup yumuşamadıkça çaresi yok. Kur'ân okumakla meşgul ol, Allah'ın sözlerini dilinden düşürme ve ümitsiz olma . " "Rabbinin rahmetinden, ancak sapıklar ürnid keserler . "

Yukandaki açıklamaya göre, insanlann kalblerinin huzura ka­vuşması ve çeşitli vesvese, kaygı ve endişelerden kurtulması, Kur'ân'ı düşünerek okumak sayesinde temin edilmektedir.

Seyyid, hocası Bahâeddîn Veled'den Kur'ân Hakkındakî gö­rüşünü naklederek , Kur'ân’dan asıl anlamamız gereken hususa dikkat çeker:

" Allah ondan razı olsun, Ulu Mevlânâ buyurmuştu! ki: bü­tün Kur'ân-  tetebbû’ ettim. Her âyetin, her kıssânin aiüaıhı, Özeti olarak!1 şunu)buldum. Ey kul! Benden başkasından kesil, başkasın­dan bulacağın, elde edeceğin her şeyi, halka minnet etmeksizin ben­den bulursun. Fakat benden bulacağın birşeyi hiçbir kimseden bula­mazsın. Ey bana yapışan, daha fazla yapış, daha fazla sarıl3. " 1

Seyyıd'e göre, bütün ibâdetler Allah'la buluşma ve kavuş­madır. Bütüh sevgililere buluşma ve kavuşmanın bir lezzeti vardır. Fakat Allah'a kavuşmanın lezzeti hepsinden üstün ve bambaşkadır. " İster Kur'ân'ın başlangıcından oku, ister sonundan; anlamı bu :Ey benden ayrılmış olan, bana kavuş2*0. "

Netice şudur ki Allah'ın âyetlerini okurken bütün mâsivâdan (Allah’tan başka herşeyden) ümid keserek, Allah'a dayanmak ve gü­venmek, böylece Allah'ın kudret ve Ululuğunu düşünmektir. ).

3İBÂDETİN GAYESİ

Seyyid Burhâneddin Tirmizî, Allah’ın emirlerini tutmada ve yasaklardan sakınmada büyük hassasiyet ve ihlâs göstermiş müstesnâ insanlardan biridir. Hayatmda, ibâdet, riyâzat ve oruçla fazla meşgul olup, çileler çekerek manevi mertebeler kazandığı, hattâ za­man zaman Kayseri'nin çevresinde bulunan Alidagı zirvesine çıka­rak ibâdet ettiği kaydedilir  .

. Bizler müslüman olarak ibâdetlerin emrediliş gâyesini ve hik­metlerini tam bilemeyiz. Fakat, meselâ, namaz kılan bir müslümanın üzerindeki elbisenin, namaz kıldığı yerin, su ve su kabının temiz ve helâl olması namazda huzûru gözetmesi, gösterişten uzak, kendini ve gönlünü Allah'a bağlaması şartlarını düşünürsek; Kur'ân-ı Kerim'in, Ankebût sûresi 45. âyetinde, namazın, insanı kötülükler­den, fenâlıklardan alıkoyduğunu, Allah'ı zikretmenin yüce bir değer olduğunu belirtmesi, bu açıklamanın ne kadar doğru ve gerçek oldu­ğunu gösterir. Dini görevlerinden biri olan oruç da, bir irâde eğitimi olduğu kadar, kula açlığı tattırma, açların durumlarım hissettirme amacını da taşır. Hûlâsaten bu husûsta diyebiliriz ki, her emirde ve her yasakta, insanın kendine ve topluma âit birçok hikmetleri mev­cuttuk Bu sebepledir ki, " ibâdet, âdetleri bozmak " diğer bir ifâde ile" ibâdetle âdet bir yerde olmaz " denilmiştir. İşte bu yüzden, ku­lun ibâdetlerini, Allah'ın emrettiği tarzda, sırf O'nun rızâsını ve hoş­nutluğunu kazanmak gâyeşiyle yapması gerekir.

İbâdet'e kelime ve istilâhi olarak birçok manalar verilmiştir: İbâdet kelimesi, arapça " abede " fiilinden türemiş, bir masdardır.

, İbâdet kelimesine, köle olmak, kulluk etmek, itaat etmek, saygı ve ta'zim göstermek, tapmak ve isyan etmemek gibi açıklamalar yapıl­mıştır .

İbâdetin istilâhi tarifi, " ibâdet, Allah'a saygı ve ta'zim göster mek; Allah rızası için ve O'na ta'zim niyetiyle yapılan herhangi bir amel veya iş; Allah'ın yasakladıklarını terkederek, emrettiği işlere ve   amellere uymak  "diye yapılmıştır.

Seyyid Burhâneddîn, ibâdetlerden ne beklenildiği, kulun ibâ­det yapmadâ gâyesinin ne olması gerektiği hususunda, mühim açık­lamalarda bulunur. O, " İbâdetin özü, nefsin, erimesidir; geri kala> nın hepsi de ibâdetin kabuğudur. Nefsi yakıp eritmeyen oruç ve her çeşit ibâdet, ibâdet sayılmaz; ibâdette nefse eziyet de ibâdetin şartı­dır. . . Mücâhede, nefsi Allah râzılığma bağlayıp, Allah yolunda, halka bağlılık sebeplerini kestikten sonra, gönül aynasını Allah sev­gisiyle cilâlamaktır  " der.                                

Mevlânâ Gelâleddin Rûmi'de, nefisle mücâhedeye büyük önem vererek şöyle der :"Nefsini öldürdün mü, özür görmekten kurtuldun; çünkü ülkede sana tek bir düşman bile kalmamış" Yine Mevlânâ, Peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in:"Küçük cihaddan. büyük ci­hada döndük " hadisini şöyle açıklar: "Ey şahlar, dışardaki düşmanı öldürdük, içimizde, ondan beter bir hasım var . " „  

" Büyük cihad " meselesi devrimizde tam anlaşılmamıştır. Dışardaki düşman belli ve açıktır, içerdeki ise zorlayıcı, nefsin tuzak­ları gizli ve sinsidir. Ancak mü'ıniri, nefsin iştek ve hilelerine karşı gafletten uyanarak , Cenâbı Hakk'a tam yönelip ibâdet yaptığı tak­dirde, kendi üzerinde ibâdetin müsbet te’sirleri görülebilir.

Seyyid Burhâneddîn, insanın Allah'a kulluk edip, ibâdet ya­parak O'na yakınlık sağlıyacağını anlatır: "Sen asla namaz kılmamış­sın; sebebi de şu, bir secdeyle yakınlık elde ediliyor; zirâ Cenâbı Hakk: "Secde et ve yaklaş   "buyürur. Hangi namazda bu mânâ yoksa, bunu meydana getirmiyorsa, o namaz, namaz değildir  .

O, bu açıklamasiyle, sen nice zamandan beri bu yolda yürü­yorsun, namaz kılıp ibâdetler ediyorsun, fakat mânevi sâhada bir ilerleme kaydetmiyorsun, demek ister. Bu hususta Cenâbı Hakk'ın şu âyetini zikreder: "Vay o namaz kılanların hâline ki, onlar namazla­rından gâfildirler

O, kulun; nefsin isteklerinden ve gafletlerinden kurtulabilmesi için de, Cenâbı Hakk'tan yardım istemesini tavsiye eder:

" Yüceler yücesi Allah'tan güç, kuvvet iste; çünkü ondan başka hiç bir kimseden güç, kuvvet elde edemezsin . "

Kul olarak Allah'a karşı vazifelerimizi yapmağa gayret göste­rip, dâimâ O'na muhtaç olduğumuzu, gönlümüzden çıkarmamamız gerekir. ,

Yine O'na göre, namaz, zekat ve oruç Allah'a yakınlık sebeple­ridir52.      

O, başkalarını aldatıp, Haksızlık edenleri de eleştirir:" Halkın çoğu, fayda elde etmek, ama hiçbir şeyi de vermemek ister. Allah'ın tehdidini aklına getirmez; çünkü Cenâbı Hakk: "Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay hâline53" buyurmuştu . "

Bu kullar, Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerini unutup, insanları aldatmaya kalkışırlar. Bunun aksine, gönül ehli olan gerçek mü'ıninler, yaptıkları iyi işlere ve hayırlara karşılık beklemezler. Cenâbı Hakk'ın :" Allah'a güzel bir tarzda borç verin55 " emrine uyarak, varlarını, yoklarını harcarlar, hattâ malları yoksa güçlerini sarfederler56

Böyle mü'ıninlerin özelliklerini Cenâbı Hakk, şöyle açıklar:" Kendilerinde ihtiyaç bile olsa (onları) nefisleri üzerine tercih eder­ler ; "fakire, yetime ve esire, seve seve yemek yedirirler . "

Seyyid Burhâneddîn Cenâbı Hakk'ın :"Allah'a borç verin" emrine uymakta, güvensizlik taşıyan insanların psikolojik hallerini açıklar : " İnsanlar, emlâk, akar sâhiplerine borç verirler; para­sını . sonradan almak üzere onlara kumaşları satarlar, onlara güvenir­ler. . . Ama sen, dünyânın sâhibi olan Allah'ın malını, mülkünü hiç görmedin de, bu yüzden böyle korkuyorsun; bu sebepten"Allah'a borç Verin" emri kulağına girmiyor, güvenin yok59. "                                                                                                         

O, bu fikirleri ile bizleri eleştirir, hergün Allah'ın binlerce ni­metleriyle karşı karşıya bulunduğumuz halde, gerçek mülkün sâhibini unutarak, O'na güvensizlik taşımamızı ve cimrilik göstermemizi de uygun bulmaz.                                                

İmkânları olan müslümanların, Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerden ihtiyaç sâhiplerine vererek, bu sâyede ebedî kazanç elde etmelerini tavsiye eder:" Senden geçip giden, kalmayan her neyse, o senin dünyandır; her ne de kalırsa, yok olmazsa, âhiretindir, sen ona sıkı sani 60". Bu düşüncesinin devâmında, Cenâbı Hakk'ın şu âyetini zikreder: "Biliniz ki dünyâ hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlâtta bir çokluk, yarışmadan ibârettir61. " Bu âyetin açıklamasında: "insan, bu dünyâdan çıkma­dıkça, bu dünyâyı teıketmedikçe, oyundan, asılsız boş işten de kur­tulamaz. Ama buradan çıktı mı, dünyâyı bıraktı mı, er sayılır62" der ve şu âyeti zikreder: "Erler vardır, ticâret, alım-satım, onları Allah'ı anmaktan alıkoymaz 63. "Nefsini yenen insanlar gerçek erdirler, onlar dünyâ işleri ile meşgül olsalar dahi, kendilerini Hakk'tan uzak tutmazlar. Dâimâ Hakk'ı anıp, zikrederler. Yoksa, O'na göre dünyâyı terketmek, işi gücü bırakıp, inzivâ hayatı yaşamak demek değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı da bu hususta insanın, dünyâ işleriyle ne kadar fazla uğraşsa bile, Allah'ı gönülden çıkarmayıp, " El işte, gö­nül Hazrette " olmasını ister.

> O, inançları ile yaşayışları birbirine uygun gerçek müslümanların, pek az olduğunu ve bu yüzden de kendinin anlaşılmadığını açıklar: "Müslümanlık, uzak, Çok uzak düşmüştür, biz de bunların sandıkları gibi, müslümanlığı renkten, kokudan ibâret mi sandık? Zâten bu topluluk bizden hoşlanmaz; çünkü aramızda cins birliği yok. " Cinsinden olmayana bakmak; kör eder, " demişlerdir. Cinsinden olmıyanı görmek, her an bir ölüm bana. Ama filân terte­mizdir, onda hiç bir pislik yoktur, haset etmez, kin gütmez, kimseyi incitmez; bu da olur, olur ama, çok defa onbin kişinin içinde bir kişi bile, bu çeşit çıkmaz64. "

ibadeti boşa çıkaran, gösteriş ve riyâdan son derece sakınma­lıyız; Seyyid bu görüşünü açıklamak üzere Ebu’l-Kâsım Fâris’in gö­rüşünü nakleder :"Fâris diyor ki:Akıllı insan kullukta bulunur, fakat kendisini kulluktan vazgeçmiş bilir, bilgisiz insan ise kullukta bulu­nur, kendisini Allah’a itaat ediyor bilir. B azılan da, " ibadetleri boşa çıkaran, gösteriştir ve kendini beğenmektir" demişlerdir.

Yine Seyyid konuyu açıklamak üzere;  Ebu’l-Huseyn Verrâk'ın görüşünü kaydeder /'Amelleri boşa çıkaran hallerde, halka büyüklük taslamak, ben ibâdette bulundum diye büyüklenmektir. Çünkü ibadet büyüklenmeyi, tekebbürü terketmek içindir. İbadet ululanmaya sebep olursa yok olur, boşa gider. Yani bu şekilde ibadet eden kişinin ibadeti, anlamsız bir şekilden ibarettir : böyle ibadetin görünüşü faydadır, fakat gerçek anlamı ziyandır65. "

Netice olarak, müslümanlığm rûhi inceliğine ve imân gücüne ulaşmayan kimseler, ibadetin şeklinde kalıp, gerçek mü'ıninlerin hâl ve durumlarım ve ihlâslannı anlıyamazlar. Çünkü aralarında renk ve cins birliği yoktur.

4NEFİS TERBİYESİ                                                                  L

Seyyid nefis terbiyesi üzerinde fazlaca durur: O'na göre, in­sanın birçok şeylerden kaçması, sakınması kolay da kendi nefsiriin isteklerinden kurtulması pek zordur. Bütün tehlike ve âfetlerin kay­nağı nefis olup, insan nefsine Hakkim olmadıkça, dünya ve ahiret sa­adetine ulaşması imkansızdır.

İslâm mutasavvıftan, nefsin; emmâre, levvâme, mülheme, zekiyye, mutmainne, râziye ve merziyye gibi yedi hâl ve mertebelerin­den66 bahsetmişlerse de, daha fazla üç mertebesi67 üzerinde dur muşlar Bu üç mertebe de, aşırı kötülüğü ve günahı teşvik eden nefs-  emmare; hatâ ve günahlardan dolayi kendini kınayan nefs-  levyâme; kötü vasıflardan kurtulmuş ve güzel huylara erişmiş nefs-  mutmainne'dir.                             

1-                                      daha çok nefs-  emmâre ve nefs-  mutmâinne'den söz edip, nefs-  emmâre'nin isteklerine boyun eğmiyerek, nefs-  mutmainne’ye erişileceğini ve bu sayede de kurtuluşa ulaşılabileceğini açıklar:

2-                                    Nefs-  emmâre'ye aykın davrandın mı, Yüce Allah, seninle barışır, fakat nefsinle barıştın mı da Tanrı ile savaşa girmiş olur­sun68. "     

Seyyid, nefs-  yenebilmek için nefsin isteklerine aykın dav­ranmayı ve Cenâb-ı Hakk'tan yardım istemeyi tavsiye eder:" Nefse aykın olana iyice, sımsıkı yapış, Yüceler Yücesi Allah'tan güç ve kuvvet iste. Düşman kuvvetli de olsa Rabbin kuvveti seninle beraber oldukça, sâna yardım ettikçe, onun kuvveti tesir etmez. Ey nefis! dünyadakileri feryada getirdin tutsak ettin ama, bizim öyle kullanınız vardır ki, seni feryada getirirler69. ”

İşte Allah'ın yardım ettiği gerçek veliler, onlar nefislerinin esiri olmayıp, nefislerini yenmiş ve bu sahada başan göstermiş ve Allah nezdinde büyük mevkii kazanmış insanlardır.

Cenâbı Hakk da Kur'ân-ı Kerim’de:"Kİm nefsini isteğinden çekmişse70" kurtuluşa erişip, Cennetine gireceğini haber vermiştir.

ilk çağlardan beri nefis: ve nefis terbiyesi üzerinde fikir adam­ları, psikologlar ve mutasavvıflar, filozoflar kafa yormuşlar ve bu konyda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Nefis, lügatta; bir şeyin , Hakikati, kendi, şahsı, cevheri, can, ruh ve kalb; gönül anlamlarına gelmektedir71.                                                  

Ebû Hamîd Muhammed Gazzâlî (ölm. M. llll/H. 505)'de nefsi iki anlamda kullanmıştır72:

Birinci anlamı: nefis, insanda gazap ve şehvet kuvvetini top­layan bir niteliğe sahiptir. Bu özelliğe sahip nefisle mücadele etmek gerekir. Nitekim Hz. Muhammed (sav. )de: "Senin en büyük düşma­nın, iki koltuğun arasında, seni kuşatan nefsindir73" buyurmuştur.

ikinci anlamı: Nefis hallerinin değişmesi sebebi ile çeşitli va­sıflarla tanıtılır. Meselâ, nefis, emir ve irade altına girip, şehvet ve isteklere karşı gelmesi sayesinde, sukûne kavuşup, nefs-  mutmainne derecesine ulaşır. Cenâb-ı Hakk, bu mertebeye ulaşan nefis Hakkında da: "Ey huzur içinde olan nefis, O, senden sen de O’ndan memnun olarak Rabbirie dön!74"

Seyyid nefsin istek ve arzularından kurtulmanın pek güç bir iş olduğunu da belirtir: x

" Cehennem'yolu, o kadar hoş, o kadar gönül çekici olma­saydı, bu kadar binlerce halk, kendini ebedî cennetten mahrum et­mezdi75. ”

Bu konuyu açıklamak üzere Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in şu hadîsini de zikreder:

" Cennet, hoşlanılmayan, tiksinilen şeylerle çevrilmiştir; ce­hennemse özlenen, istenen şeylerle . "                                                                                               

Bu hadîsin izahında: "Şimdi dünyadan şehvetle elde ettiğin her zevk ve tat, bil ki cehennemin tavanıdır. Ama ihtiyaç nısbetinde olursa âhiretten sayılır. Nitekim ata, yola gitmesi için yem verirsin, o helâldir. Fakat şu lokmayı şehvetle yersen billâhi de, hâramdir. Haramı, zora düşer de yersen helâl olur. Sense, yalnız şu şarap ha­ramdır, sandın; nice şehvetler vardır ki adamı sarhoş eder '' der.

Seyyid Burhâneddin, nefis mücâdelesini Kür’ân-ı Kerim’de ve Câlût arasında geçen savaşta, öldürülen Câlût'u nefse, ırmağı dünyaya, gönlü de Davûd'a benzetir. Gönül Davûd’u, nefs-  emmâre'yi öldürdü. Böylece Tâlut, nefis Câlûtu'yla savaşa girişmeyi ka­rarlaştırınca kavmi, bu yolda bir ırmak vardır; o da dünyadır, şehvet­lerdir. Susarsanız, muhtaç olduğunuz kadar, zarureti giderecek ka­dar, emre uyup için; şehvetle, emre uymadan içmeyin diye tavsiyede bulundu . "Ondan, pek az kişi müstesnâ, başkaları içtiler . "

Burhaneddîn'e göre, nehir, dünyaya ait dilek ve isteklerdir. Fakat insan dünyadan da, büsbütün ebetek çekemez. Zira îslâmiyette râhiplik yoktur. Riyâzet, nefsin aşın isteklerine tehammül ve sabır göstererek, nefsin isteklerini kırmak, sakınmak anlamında kullanılmıştır. Mücâhede ve cihaddan, asıl maksat da, " büyük savaş " olan nefisle savaşarak, onu yenebilmektir.

Nefsin aşın isteklerine karşı olan Seyyid Burhaneddîn, nefsin Hakkına da, az miktarda riâyet edilmesini de ister:" Gerçekten sende nefsinin de Hakkı vardır. Azıcık onun da Hakkını ver, ama fazlasına gelince, ne işin var onunla? Ama ruh olmasaydı ne değerin olurdu?

 Az miktarda nefsin isteklerini yerine getirip, dâimâ onu murâkebe altında tutmak gerekir. Çünkü nefis, ruhun bineğidir ve üze­rinde kıymetli emânetler nıevcûttur. Nefis bineğine kâfi miktar yiye­cek ve içecek verip, üzerindeki kıymetli yükünü yıktırmadan ve za­rara uğratmadan menziline ulaştırmak lâzımıdır.

Yukarıda geçen, "gerçekten sende nefsinin de Hakkı vardır" sözü, dünya ile alâkasını kesip âilesinin işleri ile meşgul olmayan gece gündüz daima ibadet eden ve zühd hayatı yaşayan Ebû Derdâ'ya karşı Selmân-ı Fârisî tarafından söylenilmiştir. İki dost arasında geçen bu olay Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'e haber veri­lince, Allah'ın Resulü, Selmân-ı Fârisî'yi Hakklı bulmuştur.

Seyyid Burhaneddîn, nefis mücâhedesinde, oruca büyük de­ğer verir. Oruçtaki riyâzat, bütün riyâzatlardan daha üstündür. Fakat oruçtaki gizli sırlan, nefsin duymaması için anlatmaktan sakındığını söyler .       !

O’na göre, yemek üç kısma ayrılır: Haram, mübah ve vâcip. Haram olandan son derece kaçınmak gerek. Vâcip olansa, ihtiyaç öl­çüsünde az yemektir. Hattâ insan, mübah olanı bile azaltmaya çalış­malıdır . Bir insan bütün kulluk görevlerini yerine getirse, fakat midesini doldurup, uyuşa manevî sahada hiçbir mertebeye ulaşamaz. İnsan oruca, yavaş yavaş alışıp, sıhhatine zarar vermemeli. Zira be­den bize iş-ğüç görmek için âlet olarak verilmiştir .

Seyyid, insanın değerini ve bilgisinin ölçüsünü, kendisini, yani nefsini tanımasiyle bilebileceğini açıklar:

" İlim, marifet bilgisidir, Hiçbir şey bilmesen bile, kendini ta­nıdın ve bildin mi, âlimsin, ârifsin; fakat kendini tanımadın mı, bü­tün o bildiğin ilimlerden sana ne fayda var? "

Bu açıklamasıyla, kendini tanımayan, Hakk'ı bilmeyen kim­senin bilgisinin kendisine bir fayda temin etmiyeceğini belirtir.

Netice olarak insan manevî bünyesini tanımayıp, Hakkikî değe­rini idrak edemediği takdirde, nefsânî arzularının esîri olarak, gayri meşrû hevesler ve zevkler peşinde, bütün manevî değerlerini kay­betmek süreriyle, Hakk'tan uzaklaşır, böylece, dünya ve âhiret saâdetini de elinden kaçırır.

İnsan, kendi nefsinin tehlikesini küçük görmemeli, kendi içinde bulunan nefis canavarım daima hatınndan çıkarmamalı. O, bu tehlikeyi şu beyitle belirtir: "Denizi, denizdeki canavarı görüpde şaşma, kendi içindeki nefis canavarını gör de şaş86-"

5İYİ VE KÖTÜ ÖZELLİKLERİ TENKİD

İnsan, kendi manevi bünyesini tanımadan ve değerini idrak etmeden özelliklerini bilmeden, çeşitli yeteneklerinden istifade et­mesi imkânsızdır. İnsan kendi ahlakî özelliklerini, psikolojik ve fi­ziki yapısını tanıyarak, kendini kötü davranışlardan koruyarak, iyi davranışlara ve güzel fiillere hazırlayabilir. Seyyid Burhâneddin, in­sanları eğiterek ve onlan iyi işlere yöneltmek için büyük gayret göstermiştir. O, her müslümanm nefsânî bir güç olan öfkesine, Hakkim olmasını ister:" Cenâbı Hakkın sözünü söylemek gerektir ama, öf­keli iken söyleme; zirâ o söz, öfke ateşi yüzünden yakıcı hale gelir. Kapı, duvar bile gönüldeki kırıklık sebebi ile kızgınlık zamanında kı­zar ve ateşli hale gelir. O halde söylediğin o söz, şekle bürünüp, karşına çıksaydı, yakıcılığı yüzünden ona, elini dokunduramazdm. Bırak şimdi» hele o ekmek soğusun, o öfken geçsin . "

Böylece âlimlere, hocalara; irşâd ve nasihatlarında yumuşak davranmalarını tavsiye etmiş olur. Diğer taraftan da, nasihat eden kimse, kendisi öfkeli iken, nasihat etmekten de kaçınmalı, zira öfke ile yapılan nasihattan da bir fayda gelmiyeceği belirtilir.

Burada öfke konusunu açıklamak üzere şu olayı kaydeder :Hz. Ali (r. a. )'nin savaş meydanında yendiği düşman (affedersi­niz), yüzüne tükürünce, nefsine ağır gelir. O, "Tanrı kılıcı, nefsimle öfkem  beraber bulundu " diye, kılıcı bırakır. Hz. Ali'nin öfkesini yenmesi sonucu, kafir müslüman olur.

Bu konuda Hz. îsâ (aleyhisselâm)'dan sordular, " Allah'ın yarattıkları   işlerin en çetini, en gücü, en korkucu nedir? "dediler. O da, "Öfke evi; çünkü o ev, ateşle dolu cehennemdir", dedi. "Ey Rûhullah! Allah'ın öfke ateşini ne yatıştırır, ne soğutur?"dediler. Dedi ki: "Kim ki öf­kesinin ateşini söndürürse, hemen o ateş de söner . "

Seyyid Burhâneddîn öfke konusundaki açıklamasına devam ederek, şöyle der: "Birçok müslüman vardır ki onlara mal güzünden kızgınlık gelmez, altun, gümüş ve mallarını bağışlarlar, âmma akılla­rına güvenenler bu hususta cimrilik ederler. Bu iyilik edenlerin akıllarını kıt sanırlar, onlarla eğlenip, alaya alırlar90. "    

Gerçek müslümanlar, şahsi çıkarlarından dolayı kızmayıp, fe­ragat göstererek, öfkelerini yenmeleri sebebiyle de methedilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de:" (O takva sahipleri) bollukta ve dar­lıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların kusurlarını bagışlıyanlardır. Allah iyilik edenleri sever91;

Akıllı geçinen insanlar, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ’in şu hadisini düşünmezler Cennet ehlinin çoğu, aklı az olanlardır

Hadiste, aklı az olan kimselerdeli maksad, başkalarını iyili­ğine çalışan, mal yüzünden birbirlerine kızmayan, şahsi çıkarını dü­şünmeyen insanlardır. İşte bu özelliklere sahip olan ihsanlar, Cennetle müjdelenmişlerdir. Bu şahıslar nefislerinin arzu ve istekle­rini yenmiş ve bencil olmayan kimselerdir93.                                                

Seyyid Burhâneddîn insanlara karşı son derece merhametli, onların sıkıntılarım, kendisine dert edinmiş, üstün insanlardan biri­dir. Onun müslümanlara bakış tarzını ve kardeşlik duygularını bazı fikirlerinden tesbit etmek mümkündür.

Meselâ :"Onlar aralarında merhâmetliler94" âyetini şöyle açık­lar Karşılık beklemeden esirgemek, mü'ıninlerin işidir. Esirge­yişlerinin fazla olmasından, onlar, filanın derdi, benim derdimdir, kendimi iyileştirmeye nasil savaşırsam, onu iyileştirmeye de öyle sa­vaşmadayım, derler. Bu âyetin açıklamasında, şöyle bir misâl getirir : ayağına diken batsa, önemli işlerinin hepsini bırakıp, onunla uğraşırsın, kardeşin için de böyle uğraşmalısın. Çünkü, " gerçekten   de mü'ıninler kardeştir  . "İnanan insan, kendisine iyilik ediyormuş gibi, mü'ınine de iyilikte bulunur. Yüce Allah'ın buyruğudur:" İhsanda bulunursanız, kendinize ihsan etmiş olursunuz  . "Gerçek mü'ınin, kardeşini iyileştirmeyi, kendisini iyileştirme sayar .

Seyyid, müslümanların birbirlerini Allah rızası için sevmele­rini de ister: Ma'ârifi'nin başında bu hususta şöyle bir misâl verir    : Yüz müslüman birbirleriyle sevişse, dost olsa Cenâb-ı Hakk, bu müslümanların birbirleriyle sevişmesi sebebi ile manevi dereceleri farklı olsa bile derecelerini eşit hale getireceğini belirtir. Allah'ın birbirlerini sevenlere lütuf ve bağışından dolayı, eşit yaptığını açık­layarak, şu âyeti zikreder: " Soylarını-soplannı da onlara katanz (kavuştururuz); bununla beraber amellerinden hiçbir şey eksiltmeyiz99. "

Seyyid, insanlar arasında sevgi bulunduğu takdirde birbirini cezbedeceğini de anlatır:" Sevgi belirdi mi? ya onu kendi tarafına çeker, ya öteki, onun tarafına gider. Değilmi ki kavuşmaktır, ister sen onu bul, ister o seni bulsun, fark yoktur . "

Seyyid, insanları bir vücutun organları gibi görür ve bu fik­rini açıklamak üzere iki misal verir . Bir yol üstünde uyuyan bir kimseye, biri gelir, eliyle dürter, "Kalk tehlike var", dese, önce gö­zünü açar, sonra bütün organları harekete gelir, tehlikeli durumdan kendini kurtarmaya çalışır. Diğer organlar göze, " Sen git, önce seni uyandırdı" demezler. Yahut öldürücü bir zindanda bulunan kişi, bir delik bulsa, elini atar, deliği genişletir ve elini dışarı çıkartır, diğer organlar, " Önce sen çıktın, biz çıkmak istemiyoruz" demezler.

Seyyid verdiği bu iki misalde, nasıl ki vücudun bir organı kendini kurtarmakla kalmadığı gibi, insan da cemiyette bulunan diğer kardeşlerini aynı vücutun organları gibi davranmalı, onların [iyiliğine sevinmeli, onların tehlikeli veya kötü hallerini İslah etmeye ça­lışmalıdır. Bu sayede cemiyetteki insanlar arasında meydana gelen Haksızlıklar, zulümler ve kavgalann ortadan kalkmasını kolaylaştırır.

Aynı fikir Seyyid'in çağdaşı olan Şeyh Sa'di'de de yardır:" İnsanoğlu bir vücutun organlanna benzer; zira onun yaratılışı aynı cevherdendir. Zaman bir vücutun organına dert (hastalık) getirirse, diğer organlarda da rahat kalmaz. Sen başkalarının gam ve kederi İle ilgilenmezsen, senin adına insan demek, uygun olmaz102. "  

İslâm dini, ahlâkî bakımdan topluma bir takım emir ve yasak­lar koymuştur. Fertler yaptıkları fiillerin sonucuna göre, inükâfat veya ceza görecekleri tayin edilmiştir103 . işte fertler, kendi fayda ve ‘ iyiliklerini düşündükleri gibi bulundukları toplumun da faydasına ça­lışıp, onların da maddî ve manevî bakımdan yaşama seviyesini yük­seltmeye çalışması gerekiyor. İşte Şeyh Sa'di'nin başkalarının dert­leri ile ilgilenmeyen insanları insan yerine koymaması bu sebeptendir.

Seyyid Burhâneddin müslümanların birbirlerini de haset et­mesini hoş karşılamaz. Bu konuda şöyle bir kıssa anlatır:

Şuayb (aleyhisselâm), birgün ümmetine, Allah'ın nimetlerini anlatıp, nasihat ediyordu, onlara, " Birisi size ayakkabı verirse, onu seversi­niz; size ayak verene ne diye yabancı kesilirsiniz? birisi size şapka verirse, ona dost olursunuz; size baş verenden, akıl verenden niçin yüz çevirirsiniz? " der. Cenabı Hakk, Şuayb (aleyhisselâm)'ı Peygamber seçtiği için, ümmeti O'na haset ediyordu. O da, " Ben sizden ayrı değilim ki ; beni seçti ama bu seçişle, hepinizi de seçti demektir104" dedi.

Cenabı Hakk, o din kardeşimiz Hakkında öyle takdir buyur­muş, kulun ise bu takdire nzâ göstermesi, edebe daha uygundur.

Diğer taraftan bu kıssada, iki konuya dikkat etmelidir. Birincisi, din kardeşimiz, iyi bir nimete kavuştuğu zaman biz de ona sevinmeliyiz, zira o bizim kardeşimizidir. İkincisi ise Allah'ın bizlere de verdiği sayısız nimetlerini düşünüp O'na karşı kulluk görevleri­mizi yapmaya gayret gösterip», nankörlük etmemeliyiz.

. Seyyid Burhâneddîn’in çağdaşı olan Şeyh Sa'di'de, hiçbir kulun Cenabı Hakkın yerdiği nimetlerin şükrünü tam olarak yerine getiremiyeceğini ancak, kulun aczini bilip Allah'tan özür dilemesi gerektiğini belirtir:

" Kimin elinden ve dilinden gelir ki Cenabı Hakk'a gerçekten şükredebilsin, kulluk vazifesini yerine getirsin. Kul için iyi olan odur ki Allah'a karşı kusurunu bile özür dileye. Yoksa Allah'ın Tanrılığına yaraşır kulluk vazifesini kimse yerine getiremez105 . "

O, gerçek zenginliği kalb ve gönül zenginliği olarak değerlen­dirin

"Zenginlik, kalan şeydir, kalmadıktan sonra ona zenginlik denmez. Zenginlik, gönül zenginliğidir, nefis ve mal zenginliği de­ğil106. "

Seyyid bu açıklaması jle zenginliği, kalıcı ölmakla değerlendi­rir. Bunun için de, kalıcı eserlere, hayır ve iyiliğe yönelmemizi ve gerçek zenginliği de, gönül zenginliği ve kanaatte aramamızı ister.

Seyyid bilgiye büyük değer verir, O'na göre, birçok Hakikat­lere ulaşmak bilgi ile olur : " ilim nûrdur, âlimlerin gönülleri ise kandillere benzer, yakılmış, aydınlanmıştır. İlâhî bilginin belirtisi korkudur, gönül alçaklığıdır. Önce ilim kapısı açılır; sonra da olur ya, ona şükür ve tevhid kapısı da açılır. Cenâbı Hakk, "artık bil107 " buyurdu da, ondan sonra " Allah'tan başka yoktur tapacak "buyurdu; yani ilmi tevhidden önceandı108. "

Seyyid, bu açıklaması ile ilmin önemini Cenâbı Hakk'ın bil­giyi tevhidden önce anarak belirtmiş olmasıyla açıklamıştır. Tevhid bilgisine ulaşmak, yani Allah'ı bilmek ilim sayesinde mümkün olmaktadır. Cenâbı Hakk önce " artık bil" buyurduktan sonra H kendi­sinden başka ibadete layık Tanrı olmadığını" beyân etmiştir.

Seyyid'in bilgili kimseleri değerlendirmesi de farklıdır: O na göre, insan bilgili de olsa, kalb gözü açık olmazsa, okumamış, avamdan sayılır. Böyle kimseler tahsil görseler bile körlükleri bit­mez, birçok Hakikatleri göremezler .                                 ;

O, gerçek bilgili kişiyi şöyle tanıtır: "Aklı olgun kişi iki dün­yada da, bilgili olgun kişidir; O, işlerinde de, sözlerinde dd, halle­rinde de, hüküm ve hikmet sahibidir . "

" Tatlılık sözle olmaz, halle olur, halkla konuşup görüşmeyi diler; halkı başına toplayacak yolu tutar; bunu sağlayacak huyla huylanır. Akıllı, başına gelecek şeyi, başına gelmeden bileri, gören kişidir, ahinaksa, başına gelmedikçe bilmez . "

Gerçek bilgili, akıllı insan, başkalaş ile ünsiyet ve dostluklar kurar ve onlarla iyi geçinir, halka kendini sevdirir ve bu sayede in­sanlar, onun etrafında toplanır. Seyyid'e göre halka yakınlık Hakk'a yakınlık demektir:" İnsan, halka ne kadar kanşır, uzlaşırsa, ö kadar Hakk'a yaklaşır . "

6ANADOLU’YA GETİRDİĞİ DİNAMİZM

Seyyid, hayatında ve yaşamasında sözde kalmayıp, inandığı fikirleri yaşamaya gayret göstermiş, fiil ve şahsiyeti ile etrafmdakilere örnek olmuş müstesna insanlardan biridir. O, bir işi başarmak için nasıl bir metod uygulamak gerektiğini şöyle açıklar :"Bir işe gi­rişince, bütün gücü, kuvveti, bütün bilgiyi işletmek gerek11?" diye­rek, devrinde, bilgi ve tecrübeye ne kadar değer verdiğini gösterir.

Seyyid Burhâneddin, devrinde Anadolu'ya gelen Türk sûfîsi, şeyh veya postnişîn değil, ayni zamanda Alp-Eren, Gâzi, Emir ve Ahî'dir. Selçuklulann ilk devrinde Anadolu'ya yerleşen derviş­ler, köylere kasabalara isimlerini vermişler, elinin emeği ve alnının teriyle yer açıp, bağ-bahçe yetiştirip, ziraatle veya san'atla meşgul olmuşlar . Meselâ, Şeyh Edebâlî (ölm. 1326), çevresindekilere:"Toprağa bağlanın, suyu israf etmeyin, ilim sahiplerini göze­tin, ağaç dikin " diye, tavsiyelerde bulunuyordu.

Seyyid Burhâneddin, halkın buhranlı zamanlarında, etrafın­dakilere cesâret ve ümit veriyor, iş başarmanın sırnnı da, şöyle açıklıyordu:

" insanlar, kötü gönüllü oldular mı, küçücük bir derede bo­ğulurlar; ama cesâretle, yiğitlikle koskoca denizleri bile aşar­lar, geçerler. Kötü gönüllü olmamak gerek "

. 0, halka ümit ve cesâret vererek, Moğol akınlannın sebep ol­duğu yağma, yıkma ve kıtâllerin te'sirini azaltmaya çalışıyor. Böylece, yorgun ve korku içerisinde bulunan halka, ümit kaynağı oluyor.                                       .

’ Seyyid Burhâneddin'e göre, ihsan bir işi başarmak için zor­luklara katlanması gerekir:

" Hiç kimse önce bekçilik etmeden pâdişahlık elde edemez. Hz. Yusuf (aleyhisselâm) bile kuyudan çıktı da mevkie erişti  ''; " De­ğirmenin alt taşını daha pahalı alırlar; o taşa daha fazla para verirler, çünkü o, daha fazla yük çeker  . ”           

İnsan ister dünya işlerinde, ister âhiret işlerinde, kemâle ulaş­ması için bazı sıkıntılara katlanması gerekir. Bu sayede, değer ka­zanıp, yükselebilir.            

Sultan Veled, Seyyid Burhâneddin'in bu özelliklerini şöyle açıklar:          

" Derdi olmayan kul değildir, toza-toprağa bulanmamış ada­mın sözünü dinleme. Kimin derdi fazlaysa, yol alan; önde gideri, odun ayağı olmayan, nasıl yol alır? "; " gizli sırları açtı, söyledi; her zaman, yüzbinlerce inciler deldik Güzelim şöhreti âlemi tuttu; in­sanların ruhlanrını diriltti . "

Seyyid Burhâneddin, devrinde insanalara inanç, güven Ve ça­lışma azmi vererek, onları harekete getirip, ruhlarını diriltmiştir. Bu asırda, sûfîler müntesiplerini ve halkı çalışmaya, gayrete şevketmiş­ler. Türk sûfîsine, dinamizm ve mücâdeleci ruh vermiştir. Gerçek sûfî, insanın tam olgunluğa erişmesini, başkasının derdini, sıkıntı­sını, kendi sıkıntı ve derdi bilmesi ile değerlendirir.

Seyyid Burhâneddin, Nâs ve Felek sûrelerindeki, " Allah'a sığınırım de"  âyetini şöyle açıklar:

" Bu söz, işe girişirsen, bir işe yarar. . . Bildiğini tutmayan bilgin, bence, itaatte bulunmayan bilgisizden beterdir. Hiç olmazsa bilgisi olmayan, hileydim böyle bir iş yapmazdım, der

Bu açıklamasına göre, bir müslümariın sırf Allah'a sığınmakla kalmayıp, bildiğini yapmağa da gayret göstermelidir.

Manevî sahada da, ayni gayreti gösterip, ilerlemeye çalış­mamız gerekir: 

" Ârifin bedeni, mücâhedeyle sırçaya döner; imân ışığı, ora­dan dışarı vurur, parlar  . "

Görülüyor ki, ârifin bedeni de, mücâhede ve manevî egzer­sizlerle, çilelerle kemâle ulaşabilmektedir.

O, noksan aklın bile çalışma ve terbiye ile gelişebileceğini ka­bul eder:

"Akıllar, yaratılışta noksan olabilir. Fakat çalışmakla bir yere varır; olgunluğa kavuşur. Olgun aklı ise, birazcık cilâlamak yeter; o akıl, hemen kendiliğinden şimşekler çaktırmaya başlar  

Seyyid Burhâneddîn, by açıklaması ile eğitimin önemine dik­kat çekip, çalışma konusundaki görüşünü Peygamberimizin " Müslümanlıkta keşişlik yok . " hadisini izah ederek, belirtir:

"însân, halkla ne kadar karışır, uzlaşırsa o kadar Hakk'a yaklaşır . "İnsanın Allah'a yakın olması onların dertleriyle ilgile­nip, sıkıntı ve üzüntülerini gidermek suretiyle ve bu uğurda gayret göstermekle mümkün olacağını anlatır. Hem de riyâzet, nefsin aşın isteklerine tehammül gösterip, sabretmektir. Mücâhede ve cihaddan, asıl maksat da, büyük savaş sayılan, nefisle savaşıp, onu yenebil­mektir    ". Yoksa insanlardan aynlıp, bir köşede, uzlet hayatı ya­şamak için değildir. Uzlete çekilen şeyhler bile sırf nefislerini İslah gayesi ile bazı zamanlar, bu tarz mücâhedeyi tercih etmişlerdir.

Seyyid Burhâneddîn, hayatının bazı devrelerinde inzivâya çe­kilmiş, cezbe ve İlâhî aşıklara gark'olmuş, çoğu zaman da halka ka­rışıp, dertlerini dinleyerek, onlara doğru yolu göstermiş, nasihat

etmiş ve bizzat onlara imamlık yapmıştır128.

Seyyid Burhâneddîn, insanlara karşı son derece merhametli olup, onların dertlerini, kendisine dert edinmiş, üstün insanlardan biridir,               

Selçuklu devletinin gerilemeye yüz tuttuğu bir zamanda Kur'an ve Sünnetin feyziyle insanlara azim ve çalışma şevki yermiş, onları yönlendirmek için de bazı hedefler göstermiştir.  

Seyyid Burhâneddîn, insanlara faydalı olmak ve onlara iyilik yapabilmek gayesiyle, bilgili ve zengin olmayı da ister:

"Bilgisiz din nedir? Bir benzetiş, bir taklit ancak, malsız, ya­şayış nedir? Bir alçalış ancak"; "A genç, bilgiyle malı bir arada elde et. Bunlar olmadıkça ömür, adamı kör ve rezil eder . "

Seyyid Burhâneddîn, “bu görüşü ile, bilgisiz insanın, taklîdî imân derecesinde kalacağını, imânın kemâle ulaşması için de, bilgi­nin şart olduğunu açıklar. Bu yüzden gençleri, bilgili olmaya ve para kazanmaya, zengin olmaya teşvik eder. Bilgisiz insanı köre benzeterek, mal ve para kazanmayan insanın da, insanlar arasında değerinin olmayacağını belirtir.

O, gerçek zenginliği şöyle de değerlendirir:

" Zenginlik, kalan şeydir; kalmadıktan sonra ona zenginlik denmez. Zenginlik, gönül zenginliğidir, nefis ve mal zenginliği de­ğil.  "                                

Burhâneddîn bu açıklaması ile zenginliği, kalıcı olmakla de­ğerlendirir. Bunun için de kalıcı, eserlere hayır ve iyiliğe yönelip, gerçek zenginliği de, gönül zenginliği ve kanaatte aramamızı ister.

Ona göre, insan bilgili de olsa, kalb gözü açık olmazsa, oku­mamış, avamdan sayılır. Böyle kimseler tahsil görseler bile körlük­leri gitmez, birçok Hakikatleri göremezler. Burhâneddîn, gerçek bil­gili kişiyi şöyle taratır.

"Aklı olgun kişi iki dünyada da, bilgili olgun kişidir: O, işle­rinde de, sözlerinde de, hallerinde de hüküm ve hikmet sahibidir. "

Netice olarak Orta-Asmadan Anadolu'ya gelen velîler, derviş­ler, âlimler, sari atkarlar ülkenin fikrî tekâmülüne yardımcı olmuş­lar. Bu değerli insanlar, halkı etkiliyerek, cemiyeti yükseltmişler, fikir, ruh asâletine ve ahlakî olgunluğa eriştirmişler. Üstün terbiye ve eğitimleri ile insanları eğitmişler, Selçuklu devletinin zayıf dü-' şüp, yıkılmasına rağmen, onlar hür düşüncenin önemini, esâretin fenalığını anlatarak, halkı etkileyip, harekete geçirmişler. Başlangıçta, birlikten mahrum halkı, ayni gaye ve ayni fikir altında topluyarak, merkezî otoritenin teşekkülünde önemli rol oynamışlar, böylece devletin maddî gücü yanında, imân ve düşünce birliğini de te'sis etmişlerdir.

7-ŞEYH VE MÜRİD HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Şeyh; ihtiyar, pir, baba, ata, mürşid, tarikatın başında bulu­nan ve sözü doğru kabul edilerek uygulanan, veli ve ermiş. Her tarikatte, kâmil bir şeyh, müridlerine Hakk'ın emirlerini öğreterek, on­ları uygulamaya sevk eder. Hocanın medresede yaptığı eğitimi, Şeyh'te dergahta yapar. Ancak hoca, nakli, akla uygular, çoğun­lukla akla hitab ederek, bilgisi ölçüsünde açıklamalarda bulunur. Şeyh ise mürşittir, ruh ile meşgul olarak daha fazla terbiyeye yöne­len bir mürebbîdir. Kendisine intisab eden müridinin özelliklerini ve kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak, herkese ayn ayn metodlar uygulayarak, yol gösterir. Genelde bu yolun terbiye sistemi Hz. Muhammed'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  ahlâk ve sünnetidir. Bir hoca pedagoji ve öğretim metodlarını iyi bilirse, o derece başan gösterdiği gibi, mürişd de, ne kadar ruhî halleri yani psikoloji bilirse, tarikat yoluna girmiş olan müridini ruhen ve manen yükseltebilir .

Mürid, iradesi olan, tasavvuf yolunda başlangıç halinde olan­dır. Arapça irâde kelimesi, arzu, istek, meyletmek anlamına gelir. Mürid kelimesi, irâde kelimesinden türemiştir. îstilâhta, ibâdet una sülük etmek, alışılan şeylerden sıyrılıp çıkmak ye ibadete sıkı yapışmaktır. Müridin kelime manası, irâdesi olan kirilse de-

ctir. Fakat sufılere göre mürid, irâdesi bulunmayan, yani irâde­sini terketmiş kimsedir. Mürid kendi irâdesine göre hareket ekmeye­rek Hakk'ın ve mürşidinin irâdesine göre hareket eden kimsedir. Her Hakkiki mürid aynı zamanda muraddır. Çünkü Allah önce kulunu irâde ettiği (kastettiği, istediği) için, sonrada kul onu irâde etmiş­tir  . Bu hususta Cenâbı Hakk şöyle buyurmuştur: "Allah onları sever, onlar da Allahı severler " 

Ayette belirtildiği üzere, Önce Allah kulunu sevdiğinden do­layı kul da Allah'ı sever.

Buna göre kulun Allah'ı irâde etmesinin sebebi, daha evvel Allah'ın kulunu irâde etmiş olmasıdır. Netice şudur ki, "Mürid, Hakk’ın kendisi için irâde etmiş olduğu şeyden başkasını nefsi için istemez"

Mürid tasavvufî sahada kemâle ulaşması için bir mürşidin eğitiminden geçmesi gerekmektedir; mürşid de, daha önce bir şeyhin eğitiminden geçmiştir. Genelde tanınmış Islâm tarikatlanndâ mürşidlik silsilesi, ashab vasıtasıyle Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'e ulaşmak­tadır. Mürşid, tasavvuf yolunun bütün güç, irice ve gizli taraflarını bildiğinden dolayı, bu sahada deneyimli kimsedir. Mürşid, müridin mizaç ve kabiliyetine göre, onu terbiye etmeye gayret gösterir. Mürşidin görevi insan eğitimi olduğundan, bu görev de güç bir gö­revdir.

Mürid adayı, başlangıçta mürşidini seçme şansına sahip olup, bağlanacağı şeyhin ahlâkını, ilmini ve yetiştirdiği insanlann dürumlannı araştırır. Bu araştırmadan sonra beğendiği şeyhe bağlanarak, onun tavsiye ve rehberliğine göre, dinî hayatını tanzim edeceğine dair karar verir.

Mürid şeyhinin huzurunda: "Yalan söylemeyeceğine, gıybet etmiyeceğine, iftirada bulunmayacağına, kimsenin ayıp ve kusurla­rını araştırmayacağına, namaziı vaktinde eda edeceğine, kazaya kal­mış namaz ve oruçlarını ikmal edeceğine, mâlayâni abes sohbetler­den vazgeçip, işiyle gücüyle meşgul olurken, kalbini zikirden boş bırakmayacağına, az uyuyacağına, riyâzete riâyet edeceğine, sünnet üzerine yiyip içeceğine, nefs-  emmârenin aksine hareket edeceğine, kendisinde hiçbir varlık görmiyeceğine136" dair söz verir.

SÛfflere göre, mürid de şeyhine tam teslimiyetle bağlan­mazsa, müridin girdiği tarikat yolunda, ilerleme kaydetmesi imkân­sızdır. Tasavvufî terbiyede asıl olan mürid-mürşid arasındaki ma­nevî alışveriştir. Mürid, tasavvufî sahada ne kadar başarılı ve kabili­yetli olsa bile kendi başına ilerleme kaydedemez. Daima bir rehbere yani bir mürşide ihtiyacı Vardır. Meselâ, boş bir testiyi kırk yıl bir pıhann başına koysalar, kendi kendine dolmaz. İşte mürid boş bir testiye benzetilerek, onu dolduracak bir mürşide ihtiyaç gösterir .

Diğer taraftan mürid tasavvufî sahada bir mertebeye yüksel­mesi için de nefsânî isteklerini yenmesi, gönlünü Allah'tan gayn (mâsivâdari) herşeyden kesmesi gerekir. Müridin bu yeteneği elde etmesi için de birçok manevî egzersizlerden, çile ve nefis mücâhedesinden geçmesi şarttır      . Mürid, sinirli irâdesini, küllî irâdeye teslim eden kimsedir. Şeyh, müntesiblerini bu gayeye sevk eder. Gaye Allah Taâlâ'ya ulaşmak O'na teslim olmak ve O'nun rı­zasını kazanmak olduğuna göre, şeyh, müridini bu amaca ulaştır­maya yardım eden bir vesiledir. Şeyli, müridin eğitimi, hem de öğre­timi ile meşgul olur. Mürid de her hususta şeyhine tâbi olur. Ahlâkını düzeltmek için şeyhinin emri ile halvete çekilir. Şeyhin kendisine telkin ettiği zikr ye virde kesintisiz devam eder. Az yer, az uyur ve az konuşur. Gizli âşikar her halini şeyhe açar ve ondan al­dığı talimata göre hareket eder.

Seyyid Burhaneddin, müirşid ve mürid konularına değinirken, onlarda bulunması gereken bazı özelliklerinden bahseder,  

Seyyid, Hakk'ın erleri olan mürşidlerle konuşmayı tavsiye eder. Hakk erenleri garib insanlar olsalar bile onların feyizlerinden yararlanmalıyız. Onlanri bazı hareketleri bize garip gelse bile, rezil ve bayağı ihsanlarla konuşmaktan daha iyidir139. Zirâ bu insanlar ayıp ye kusurları örten toprağa benzetilir.                                           _  

Erenler insanların gönüllerine bakarlar, düşmanlar ise insan­ların nefislerine bakarlar. Erenler Hakkın rızasına bağlı insanlar ol­duklarından onlarda şahsi çıkar kaygusu ve nefsanî istekler pek kalmamıştır. Seyyid'e göre, "Mücâhede, nefsi Allah'ın razılığına bağlamaktır140".

Aynı zamanda Seyyid, şeyhine bağlı ve O'nu herkesten üstün görmektedir: Seyyid, hocası, Sultanü'l-Ulemâ Hakkında: " Şeriat sahibi Hz. Ahmed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  den, sonra çok erenler gelip geçmiş; ama hiçbirin de Mevlânâ Bahaeddin Veledin mertebesi yok " diyerek, O'nun mertebesinin herkesten yüce olduğunu belirtmiştir,  

Seyyid şeyhlere büyük değer verir, "Allah'ın kitabı; şeyhin gönlündedir; O'nun ehli, soyu-sopuysa şeyhin dışındadır. Kitap, şeyhin gönlünde gizlenen anlamdır ".

Hiçbir varlık, kendi zatiyle kâim değildir. Bu vasıf Allah'ın zatına mahsus bir sıfattır.

"Allah'ın dostları ölmezler " denir. Burada ölmeyen onla­rın Tanrı nazargâhı olan gönülleridir; yoksa onların nefisleri de ölür. Çünkü Cenâbı Hakk: "Her nefis (can) ölümü tadacaktır " buyur­muştur.                              

Şeyhin gönlünde birçok Hakikatlerin bulunduğunu ve bunla­rın ebedi olup, ölmediğini anlatmak, istemiştir. Mevlânâ'nın türbe­sinde yazılan Farsça bir beyitte, meâlî şöyledir: "Ölümümüzden , sonra türbemizi toprakta aramayın, bizim, mezarımız âriflerin gönlündedir" diyerek âriflerin gönüllerinde yaşadığını belirtmek iste­miştir.

Seyyid, şeyh'de bulunması gereken bazı özelliklerinden söz etmiştir: "Eğer fakir değilsem yani varlığımdan geçmemiş­sem, halktan biri olurum; böyle olunca da, nasıl dervişim de­rim?145".                              '

Allah'ın velî kullan Cenâbi Hakk'ın lütfuna mazhar olmayı herşeyin üstünde tutarak, en büyük zenginlik saymışlardır. Gerek­tiğinde de, fakirliği nefsânî istekleri yenmede, bir araç olarak kul­lanmışlardır. Hem de buradaki fakirlik maddi fakirlik olmayıp, ku­lun daima Allah'a muhtaç olduğunun şuuruna varmasıdır. Zira kul, Allah'ın lütfü olmadan bütün ihtiyaçlarım yerine getirecek özelliğe sahip değildir.

Şeyh nefsini yenmiş ve heybetli bir insandır: "Şeyh'te öyle bir heybet olmalıdır ki vursun kırsın; şeytanları ve vesvese ordu­sunu bir bakışla bozguna uğratsın146. "

Şeyh aynı zamanda gayretli ve olgun kimsedir: "Sen ne kadar başkalarından bağlan kopanr, onlardan nazarını kesersen, şeyh daha fazla seni göriir. Şeyh aşın gayretli ve kıskançtır. Şeyhin saçı tamamıyle ağırmış, hiçbir siyah kıl kalmamıştır147. "

Seyyid'e göre, siyah saç halk sıfatıdır, şeyhde bir tek siyah saç kalmamış, kemâle ulaşmışsa ondan gözünü ayırmamak gerekir. Şeyhin saçının ağırması, benliğini yenmiş, nefsini ıslah etmiş ve ke­mâle eriştiğini göstermektedir.

Mevlânâ'da, gerçek şeyhin derecesini belirtmek üzere, "Şeyh kimdir?" diye sorar. Sonra da şeyh kelimesinin lügatta, yaşlı ve saçı sakalı ağırmış kimse anlamına geldiğini belirtir. Fakat gerçek şeyhli­ğim saçın, sakalın ağırması ve yaşın ilerlemesi ile olmadığım, benli­ğinden kurtulup, varlığından tek bir kıl bile kalmamasıyle açıklar148.

Mürid, şeyhine saygılı olup, daima şeyhi yanında gibi dav­ranmalıdır: ''Şimdi nerede olursan ol, şeyhi yanında gör ve bil. Eğer şeyh yokken, onu yok tanırsan, şeyhi tanımamışsın. Zira O'nun bakışı görüşü kalmamıştır. O'nun bakışı ve görüşü de Hakk'ın ba­kışıdır. Allah'ın miriyle bakar, görür   . " Seyyid, yukarıdaki açıklamasıyle şeyhin mertebesinin Allah yanında yüceliğini belirterek, O'na bakış tarzı tamamen değişiyor. Şeyhin yardımcısı Allah olup, Allah'ın yardımı ve lütfü ile birçok Hakikatleri keşfederek görüp ve bileceğini belirtmek istemiştir. Müridin şeyhinde de bu özelliklerin-bulunabileceğini düşünerek, gaflete düşmemeli, her an onun gözetimi altında olduğu bilincine varmalıdır.

Şeyhin gönlüne müridin sevgisi de düşebilir: "Biri   şeyhin kapısına vardı, yukarıya baktı, şeyhim, sizin evinizin damı ve tavam harap olmuş, dedi. Şeyh, bu adamın perişan bir bakışı, görüşü var, gelip oturur oturmaz, damdan, tavandan haber vermeye başladı, dedi. "

Fakat Seyyid, şeyhin gönlünde, bu adamın sevgisinin -mey­dana geldiğini belirtmek üzere şu rubâiyyî kaydeder:

"Biz seninle tanışalı içimize bir dostluk düştü,

Gönlümüze bir parlaklık geldi.

Nurun gönlüme düşer düşmez.

Bende bütün kötülüğü aldı götürdü . "

Bazı insanlar Allah yanında değer kazanmış da olabilirler: "İçinden su akan ark'a, dere derler; öyle erler vardır ki Hakk'a ula­şırlar; öyle kullar vardır ki Yüce Allah, onları kendisi için seçmiştir. Etten, deriden ibaret olan insan, sonra da Hakk'a erişmek ne?: Evet ama elli kere eti ve derisi değişmiştir. Orada et ve deri yok olmuş, tamamiyle dost olmuştur. Elli yıldır derisindeh çıkmamış, o deriye bürünmüş olsaydı, nereden dosta erişirdi ki?. Şeyh, kendi varlığın­dan kurtulmalıdır ki başkalarım da görsün, gözetsin . "

Seyyid'in yukarıda belirttiği gibi şeyhin Hakk'a ulaşması için birçok manevi arınmadan (tezkiyeden), geçmesi gerekir. Kemale ulaşmak üzere tasavvufî sahada bir takım, nehir ve zorluklardan ge­çecek, sâfiyet elde edip, benliğini ve nefsi isteklerini yenmelidir. Şeyh kendi isteklerini yenerek, benliğinden kurtulmalıdır ki başka­larına da faydası dokunsun,

"Hacamatçıyla, iğneyi daha yavaş batır, daha yavaş batır diye söylenmektedir. Amma bedenden bir tek kıl kalsa ateşin onunla işi var, yaratılışından kara dumanı tamamiyle çıkarmadıkça, fayda yoktur"

insan, nefsinin isteklerinden arınarak, nefis savaşını kazan­malıdır ki, yaratılışında kara duman gibi bulunan nefsini isteklerini yenebilsin.               !

Erenler kendilerini manevi sultan olarak görmektedirler: "Şimdi dünya padişahlarının ululuklarını bildin, fakat erenlerin yü­celiklerini, üstünlüklerini onlardan az görüyorsun, az biliyorsun. Hiç de öyle değil. Fakat herkes yakınlığı kadar görebilir. Yakın ol­mayan da yakınlık ta olmaz ki görebilsin  . "

Şeyhler kendilerini manevi âlemler sultanı kabul ederek, bu mertebeyi herşeyin üstünde tutmuşlardır. Ancak yakın bilgisine sa­hip olan insanlar bu mertebeyi görüp bilebilirler. Kendilerinde yakın bilgisi olmayan insanlarda, bu dünya saltanatını yüce tanırlar.

Hakk'ın sözünü Allah'ın erenlerinden duymak gerekir. Bunu halktan işitmek mümkün değildir: ", Senin canın vasıtasız olarak Hakk'tan duymak kabiliyetini elde etmemişse, o temizliğe erişeme­mişse o vakit, vasıtayla Muhakkiki (Seyyid'in kendisi)'ten duy; çünkü O'nun canı, o kabiliyeti elde etmiştir. Onun için de, Hakk'ı anışta, Hâkk’ın sözünden başka birşey belirmez. . . Ama Muhakkiki'te, Hakk'tan başkası tasarruf sahibi değildir; onda nefsin, şeytanın tasarrufa mağlup olmuştur . "

Seyyid burada kendi ruhî durumunu belirterek, şeyhin derecesinin ne kadar yüce olduğunu açıklamak istemiştir. Şeyhin bütün idaresinin, Hakk'ın idaresi olduğunu belirtmiştir.     :

Şeyh'ten istifade etmek için O'na, tam olarak bağlanmak gerektir: "Şeyh aynaya benzer, O'na ne kadar bakarsan, kendini ne kadar O'na verirsen, O da sana o kadar bakar . "    

Görülüyor ki müridin yükselmesi, şeyhine göstermiş olduğu saygı ve edeple ölçülüdür.             . Mürid, şeyhin huzurunda , şeyhinin ruliî haline görej dav­ranmalıdır: "Müritlerin edeplerindendir, şeyh daldı da kendinden geçti mi, sakın ona selam bile verine. Çünkü O, sevgiliyle büluşmuştur; sevgiliye kavuşmuştur; o anda O'nu, sevgilinin kucağından ayırmış olursun; onun ahi seni tutar, Mürütlere gereken edepler kıl gibi çok incedir . "

Seyyid, her müridin sivri noktalarını törpülemek olan çileden de söz etmiştir: "Birisinin bir hayal görmesi, adam olması, yatıut ta kendisine adam denmesi için kırk gün bir evde kapanması mi gerek?" sorusunu sorarak, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)  'in dini ile bunun ilgisinin olmadığını belirtir . Seyyid burada açıklamasına devam ederek, Allah'ın ezelî ve ebedî olduğunu bilen ve kendisinin yoktan yaratıldığım kabul eden, fâni öldüğünü gören kimse için yol ve yol­culuk başlar.

"Şeyhler bu durağa, son durak derler. Bundan sonra ölmek, insan için ahmaklıktır. Evveline evvel olmayan Allah'a ulaşan kişi, niçin ölsün artık? O adam, bu dünyada, ebedi hayatım görür  . "

Dünyada Allah'ın buyruğu olan "İrci' -Rabbine dön " emri gelmeden önce, isteklerinden sıyrılıp, nefislerini öldürüp, Hakk'a yönelen insanlar, ölümü bir vuslat -Hakk'a kavuşma bilmişlerdir.

Sûfîler, ölümü îrâdi ve tabîî olarak ikiye ayırmışlar. Îrâdî (ihtiyârî) yani kendi isteği ile ölüm, insanın isteklerinden geçmesi varlığını, Hakk'a ve topluma vererek, keridisi için hiçbir şey istememesidir. İhsanın tabîî (ıztırârî, zorunlu) ölümden önce isteği ile ölmesi, yük­sek bir mertebe sayılmıştır. Bu hususta bir hadis de zikredilmiştir: "Hesaba çekilmeden önce, amellerinizi hesaba çekin; tartınız; tartıl­madan önce, kendinizi tartın, ölmeden önce ölün . "

İşte dünyada, "Ölmeden önce ölen" kimse en yüksek merte­beye ulaşmıştır. Onlar için ölüm gecesi, gerdek gecesi ve ebedî sa­adete açılan bir penceredir. Hem de bu kimseler, dünyada, ebedî hayatlannı görebilirler.

Yukarıda belirttiğimiz mertebeye ulaşan erenler, dünyanın ge­çici mevkilerine pek değer vermezler: "Bu istek, öyle bir yere varır ki inşan, mevkiden de geçer; mevki sevgisi de kökünden sökülür gider; o istek de gönüle soğuk gelir. Şeyhlerin çoğu bu dileğe, eri­şememişlerdir . "

Burada sırf mala ve mevkiye karşı olmak demek değil, mal ve mevki hırsını gönülden çıkarıp, aza kanaat etme demektir. Mala ve mevkiye karşı istiğna gösteren şeyhlerin pek az olduğunu da be­lirtmiştir.                                   

Mürşid ayni zamanda müridinden çalışmasını ve geçimini te­min etmesini de ister: "İhsan, elinin emeğiyle, kendisi zahmet çeke­rek bir işi başarmalı; başkasının emeğinden, başkasının zahmetinden insana ne fayda gelir ki? Mürşidin de bu tarzda irşâd etmesi ge­rek -"

Mürid yüce mertebelere ulaşmak için şahsi gayret göstermeli, kimseden bir şey istemeden çalışıp çabalayarak geçimini temin et­meli. Başkalarının sırtından asalak olarak geçinen bir müridin değeri olmadığı gibi, manevi sahada da ilerlemesi pek mümkün değildir. İrşâd görevi de pek güç bir iştir. Kendisini İslah etmeyen, kendisi himmete muhtaç bir insan, başkalarını nasıl irşâd edebilir?.

VECİZ SÖZLERİ

"          Sevgi bilgisi Tanrı'ya âittir; kimden Tanrı sevgisi bilgisini duyarsan bil ki o “Tanrı dostudur. "

"          Şevk, sevgi ağacının ışığıdır; aşk da meyvasıdır. " (s. 2p)

"          Zikir korkunun üstünlüğüyle ve sevginin şiddetiyle gaflet meydanından müşâhede genişliğine Çıkmaktır. " (s. 66)  

"          Ne mutlu o kişiye ki gözü uyur da gönlü uyumaz. (s. 64)

"          Bilgi, maarifet bilgisidir. Hiçbir şey bilmesen bile, kendini tanıdın, bildin mi, bilginsin, ârifsin. " (s. 18).   

"          Akıllar, yaratılışta noksan olabilir. Fakat çalışmakla bir y ere varır, olgunluğa kavuşur. " (s. 22)

"          İnsan, halkla ne kadar karışır, uzlaşırsa o kadar Hakk'a . yaklaşır. " (s. 63)

"          Sağa, sola, selam vermenin manası da şudur :Ey inanan kardeşlerim, siz benim şerrimden, haşinliğimden eminsiniz. " (s7)

"          Şeyh, kendi varlığından ve benliğinden kurtulmalıdır ki, başkalarını görsün, gözetsin. " (s. 37)       

"          Baş koyan, başlara tâç olur; kendisini aşağı gören, bütün âleme üst kesilir. " (s. 43)

"          Allah beni azız etmiş; ben kendimi horlatamam ki. Böyle iş yaparsam bu zulüm olur. " (s. 53)

"          Kimde Hakikat derdi yoksa, Hakikati istemiyor demektir. " (s. 21)

"          Her şeyden kaçmak kolay da kendi nefsinden kaçma pek zordur. " (s. 69)

"          İbadetin özü, nefsin erimesidir; geri kalanın hepsi de ibâdetin kabuğudur. " (s. 19)

"          İsteğine, şehvetine uydukça rezil olur gidersin. " (s. 45)

"          Sen, yalnız şu şarabı haram sandın; nice şehvetler vardır ki adamı sarhoş eder " (s. 48)

  "        Kim, kendi dileğine bağlanmışsa, yaptığı işler, küle benzer, . savrulur gider. " (s. 71)

"          Haset, nefis köpeğinin sıfatıdır. " (s. 59)

"          Din ağacı, terbiye vasıtasıyle kuvvetlenir. Şimdi daha tazedir, küçüktür (henüz kuvvetlenmemiştir). " (s. 25)

"          Suçu terk etmek, itaatin ta kendisidir. "(s. 25)

"          İnsanlar kötü gönüllü oldular mı? Küçücük bir derede boğulurlar; ama cesaretle, erlikle koskoca denizleri aşarlar. " (s. 42)

"          Birinin aybını, hünerim araştırmak istersen, bir bahane bul, önce onu konuştur. " (s. 42)

"          Ey genç, bilgiyle malı bir arada: elde et. Bunlar olmadıkça ömür, adamı kör ve rezil eder. " (s 40)       .

"          Zenginlik, gönül zenginliğidir, nefis ve mal zenginliği değil. " (s. 24)

"          Yılan balığına benziyorsun, ne yılansın, ne balık; sen bir münâfıksın; ne yapıyorsun? Ya yılan ol, ya balık?. " '

"Kendisine Allah tarafından kesin delil verilen, aydınlatılan kişi, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 'in sünnetine uyar   

 "         Denizi, denizdeki canavarı görüp de şaşma, kendi içindeki nefis canavarını . gör de şaş. " (s. 21)          

"          insafı, insaf sahibine buyurmak gerek; insafsıza söylemek, hikmete uymaz. " (s. 56)

"          İnsanoğlu meşguliyetsiz duramaz; şayet meşgul değilse, ölmüş demektir. "(s. 72)

"          Mücâhede, Hakk'ın rızasında, nefsi harcamaktır. " (s. 20)

 "         Zikri göbekten yukarıya doğru, içten, candan çıkar. " (s. 62)

"          eden yok olur ve ölür gider; ruh yok olmaz, ölmez. Bu , dünyada akıl ve iman esastır, bedenin ölmesi, ruhun doğmasıdır. " (s. 17)

SONUÇ

XIII. asırda Anadolu'da yaşayan insanlara durumu, gerçek­ten yürekler acısıydı. Başlangıçta Haçlı ordularının daha sonra da Moğol ordularının katliam, işkence ve yağmalan yüzünden müslüman halk pekçok çileler çekmişti. Moğollar çok zalim insanlardı; âlim, ârif, sultan, köle, genç, yaşlı, çocuk, kadın demeden önlerine gelenleri acımadan öldürdüler. Anadolu'da bu karışık ortamda, ârifler, âlimler ümitlerini kaybetmeden huzursuz insanlara ümit kaynağı olmuşlardı. Bu insanlar, halkı huzura ve güvene çağırmışlar ye on­lara üzülmemelerini, gevşememelerini ve istikbal için hazırlıklı ol­malarını sağlamışlardı.     

Bu ârif insanlar, önce Moğol zulmüne karşı pasif direnme göstermişler. Bu pasif durum, iç âlemdeki aktifliği meydana getir­miştir. Onların bu pasif durumunu, zulme ve küfre nzâ gösterme . anlamında düşünmemeli, sonucu görüp, aydınlık günlere çıkmak için, bekleme safhası sayılmalıdır. Zira toprağa düşmeyen tohum yetişmez, ebedi olmak için tohum ekmek gerekir. Halk dostları Anadolu'ya iman, güven, birlik, sevgi ve dostluk tohumlan ekmiş­lerdir. İşte bu insanlar halkın gönlünde taht kurmuş, manevi lider­lerdir.    

Seyyid Burhâneddin de bu Hakk dostlarından biridir. O, ger­çek düşman olarak da nefsi görmüş, hayat boyu nefsi ile mücadele ederek, nefsini yenmeyi başarmış, en büyük mücâhittir. Seyyid'in eserlerinde üzerinde durduğu asıl ana tema, nefis terbiyesi denilebi­lir. O, islamın belirttiği üstün ahlâka ulaşmış ve bizzat nefsinde uy­gulamış ve yaşayış, davranışlara ile de etrafındaki insanlara örnek olmuştur.

Bütün veliler ve müslümanlar Yunus'un tabiri ile yaratılan­ları, Yüce Yaratan'dan dolayı hoş görüp, sevmişlerdir. Böyle bir toplumda, helâl ve haram, sevap-günah inancı, kul Hakkı kutsiyeti gelişmiş ve bu sayede de birlik ve beraberlik ruhu doğmuştur.

Diğer taraftan Müslüman-Türk insanı ölümle hayat arasında bir tezat gömüyor. Yeri geldiği zaman Allah'ın adım yaymak için

' savaşmaktan ve mücadele etmekten de çekinmiyor. 'Zâten bu insanlar, ölümü bir vuslat, şehidliği en yüksek mertebe biliyorlardı.

Veliler Anadolu'nun fikrî tekamülüne yardımcı olmuş, ekono­mik ve sosyal çöküntüler, askeri ve politik yenilgilerle temelinden sarsılan cemiyeti, tıpkı bir dağınık malzeme gibi ele alarak, ondan yepyeni bir bünye meydana getirme hünerini göstermişlerdir. Onların meydana getirdiği dinamizim asırlar boyu sarsılmamış, Anadolu halkını harekete geçirmiş ve Osmanlı imparatorluğunun nüvesini teşkil etmiştir. Onlar hür düşüncenin önemini, esâretin fenâlığını anlatarak, halkı etkilemiş, fikir hürriyetini ve hoşgörü anla­yışını geliştirmişlerdir. Veliler, âlimler halkın sığındığı ve güvendiği ' manevî huzur kaynağı olmuşlardır. Zira Cenab-ı Hakk, Allah'ın dostları ve velîleri Hakkında Kur'ân-ı Kerim'de: "Haberiniz olsun, Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur, O'nlar mahzun da olacak değildirler " buyurarak, onları öğmüştür.

 


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar