Print Friendly and PDF

Translate

ALLAH'IN KILICI HALİD B. VELİD 1

|

 

Hazırlayan:

PROF. DR. MUSTAFA FAYDA

 

ÖNSÖZ

Tevhid akidesini temel gaye edinen İslam Dini'nin Saadet Asrı'ndaki mensupları, bu hak ve hakikat uğruna can feda eder­cesine gayret sarfetmişler, bu imanı dünyaya yaymayı bir hayat ve memat meselesi kabul etmişler, Mürşid ve Muallimleri, Kainat'ın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa'nın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) emrinde bu yola baş koymuşlardır. Kur'an-ı Kerim'den feyz alan bu nes­lin, Tevhid anlayışını hakim kılmaya müteveccih olan dini, si­yasi, askeri, ilmi, hukuki, iktisadi, bedii, medeni ve harsi faaliyet­lerinin incelenmesi; bir taraftan İslam'ın zuhuruyla birlikte, yer­leşik veya göçebe hayatı yaşayan, cahil ve zalim, kabile asabiyeti­ne esir ve putperest, dağınık ve serkeş Arap kabilelerinin nasıl taze ve dinamik yeni bir hayata kavuştuklarını; diğer taraftan, onların; cehalet ve zulmete gömülmüş beşeriyetin önüne, İslami prensipler çerçevesinde insan haklarını teminat altına alarak, her gittikleri yere ictimai bir nizam ve ahenk, adalet ve sevgi götür­düklerini gözler önüne serer.

Bu altın neslin, askeri sahadaki icraatıyla temayüz etmiş olan en meşhur şahsiyetlerinden birisi, büyük sahabi Seyfullah Halid b. Velid Hazretleridir.

Bu kitap, İslam tarihinde kumandan ve fatih olarak haklı ve büyük bir şöhrete ulaşmış olan Halid b. Velid'in şahsında, İslam'ın ve Kur'an'ın Cahiliye çağı insanlarını Peygamber Efen- dimiz'in himmetleriyle nasıl terbiye ettiğini ve bu terbiyenin tesir ve yüceliğini okuyucuya sunabilmek için kaleme alınmıştır. Dün­ya harp tarihine geçmiş büyük kumandanlar arasında en başta yer alan Hz. Halid'in gerçekleştirdiği fetihler sayesinde, miladi VII. yüzyılın başındaki iki büyük imparatorluktan birisi olan Sasaniler tarih sahnesinden silinmiş; mecusiliğin ateşi ebediyyen söndürülmüş; diğeri Bizans ise, elini-ayağını Filistin'den, Suri­ye'den, güney Anadolu'dan, Mısır ve Kuzey Afrika'dan çekmeye mecbur bırakılmıştır, ihlaslı bir imanla ve yalnızca Allah için ve O'nun rızasına uygun olarak ilay-ı kelimetullah aşkıyla başlatılan bu büyük fetih hareketleri neticesinde, İslamiyet, Araplardan sonra İranlılar, Rumlar, Kıptiler, Berberiler, Hindliler, Sindliler ve Türkler gibi birçok milletin dini olabilmek imkanına kavuşmuş­tur. Diğer taraftan müslümanlar, İslam'a açılan bu topraklarda yaşayan pekçok milletin, hem kendi milli karakterlerini hem de dinlerini muhafaza edebilmelerine imkan tanımışlardır. Bilhassa haçlı taassubu içerisinde yetiştirilmiş olanların, dün de bugün de, hfila anlayamadıkları ve tatbik edebilme seviyesine henüz erişe­medikleri bu dini müsamaha, bu fetihlerin, İslam'ın kılıç zoruyla yayılmadığının açık bir tarihi delili olmuştur.

Halid b. Velid'in hayatı ve askeri faaliyetlerini ele almaya ça­lıştığımız bu eserin birinci bölümünde, Kabe ve Mekke şehri ile bu şehrin sak.inleri Kureyş ve onun kabilesi Mahzum oğulları, ailesi ve bilhassa babası Velid b. Muğire hakkında bilgi vermek suretiyle onun yetiştiği muhiti, müslüman oluşuna kadarki haya­tını, Hz. Peygamber'e ve müslümanlara karşı, Uhud ve Hendek savaşlarındaki mücadelelerini, Hudeybiye musalahasındaki tav­rını tespit etmeye çalıştık.

İkinci bölümde, müslüman oluşunu, Hz. Peygamber'in em­rinde iştirak ettiği gazveleri ve seriyyeleri; Üçüncü bölümde, Hz. Peygamber'in bu alemden ayrılmasından sonra vuku bulan irtica ve irtidad hareketlerinin bastırılması esnasındaki askeri faaliyet­lerini, başkumandanlığa tayin edilmek suretiyle Tuleyha'ya, Te­mim kabilesine ve yalancı Müseylime'ye karşı kazandığı zaferleri ele aldık. Dördüncü bölümde, Hz. Ebu Bekir'in emri üzerine onun Sasani imparatorluğuna karşı Irak'a gönderilmesini ve Ubülle (Basra) -Hire arasında Fırat nehrinin güney bölgelerinde gerçekleştirdiği fetihlerini; beşinci bölümde ise, Irak cephesinden Suriye cephesine intikalini ve Bizans imparatorluğuna karşı ka­zandığı zaferlerini, başta Ecnadeyn ve Yermllk meydan muhare­beleri olmak üzere İslam'a açtığı şehirleri; altıncı ve son bölümde ise, onun, Hz. Ömer tarafından başkumandanlıktan alınmasını ve vefatını yazdık.

Halid b. Velid hakkında ilk devir İslam tarihi kaynaklarında yer alan rivayet ve vesikaları ele alıp incelemeye çalıştığımız bu eserde, meşhur tarihçi Taberi'nin Tarihu'r-Rusul ve'l-Muluk adlı eserinde geniş bir şekilde yer alan Seyf b. Ömer'in irtidad hadise­leriyle Irak ve Suriye fetihlerine dair haber ve rivayetlerini azami derecede kullanmamaya itina ettik; onun rivayetleriyle diğerlerini bu çalışmamızda mukayese etmek cihetine gitmedik. Bu bakım­dan, İbrahim Arcun ile Ebu Zeyd Şelebi'nin çalışmalarından, zik­rettiğimiz konuları ele alırken hemen hiç faydalanamadık. Çünkü Mısırlı bu iki tarihçi, hem Taberi'nin ve hem de ondan geniş öl­çüde Seyfin rivayetlerini alan İbnü'l-Esir'in tarihlerindeki bu ravi- ye ait haberleri esas almak suretiyle kitaplarını yazmışlardır.

Hz. Ömer'in hilafet devrine ait çalışmalarımızın bir safhası­nı teşkil eden bu eserin meydana gelmesinde hasbi teşvik ve tek­lifini esirgemeyen Aziz Dostumuz Kenan Seyithanoğlu'na, Çağ Yayınları Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi'nin diğer mensupla­rına, kitabın tashihinde yardımlarını hiç eksik etmeyen sevgili evladlarımız Tuğrul ile Merdan'a gönülden teşekkür ederiz. De­ğerli okuyucularımızın tenkid ve ikazlarını teşvik kabul edece­ğimizi ifade ederken, Ashab neslinin bu büyük kahramanı hak­kında böyle mütevazi bir çalışmayı yapabilmemize imkan bahşe­den Yüce Yaradan'a hamdederiz

Prof.Dr. Mustafa FAYDA

GİRİŞ

Miladi 61O yılında, Hira mağarasında Cebrail'in Peygamber Efendimiz'e vahiy getirmeye başlamasıyla birlikte, başta Mekke, Medine olmak üzere Arabistan'ın tamamı ile Irak, İran, Azer­baycan, Anadolu'nun bir kısmı, Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika gibi geniş coğrafyanın, yarım asır gibi kısa bir süre içeri­sinde, dini ve siyasi bakımdan büyük değişikliklere sahne oldu­ğunu görüyoruz. İnsanlık tarihinin gördüğü bu eşsiz, geniş, sü­ratli ve en mühimi de kalıcı fetihlerin gerçekleşmesini; İslam dininin kıyamete kadar dünya üzerinde daha geniş coğrafyaya ve daha büyük insan kütlelerine artarak yayılmasını sağlayan mer­kez ve mucize şahsiyet, Hz. Muhammed'dir. O, bu alemde, varlı­ğı ve tesirleriyle canlı bir şekilde devam eden dört manevi miras bırakmıştır ki, bunların her birisi, kendilerinin peygamberlik vazifesini hakkı ile yerine getirdiğini, bu hizmeti en iyi şekilde, başardığını göstermektedir. Bunlar: Kur'an-ı Kerim; Sünnet-i Nebevi, Ashab ve Ümmet'tir.

İslam dininin zuhuru, şüphe yok ki insanlık tarihinin kay­dettiği hamlelerin en dikkat çekici olanıdır. Tevhid inancına dayanan İslam, bu inancı tevilsiz ortaya koyan bir yeni hayat nizamının başlangıcıdır. Bu taze ve dinamik hayat, çökmüş veya çökmeye yüz tutmuş eski medeniyetlere, cehalet ve zulmete gö­mülmüş, insanlara yeni bir hamle, yeni bir anlayış, ümid ve he­yecan getirmiştir. Aynı zamanda Peygamberimiz Hz. Muham- med'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) büyük mucizesi olan Kur'an-ı Kerim, insanların siyasi, iktisadi, ictimai ve ahlaki itiyad ve amellerinde köklü deği­şiklikler meydana getirmek suretiyle, yeni bir nizam ve ahengin kuruluşunu gerçekleştirmiştir.

Kur'an-ı Kerim, insanın insanlığını hatırlamasını, bu kainatı yoktan var eden Allah'a iman etmesini, O'nu var ve bir bilmesini, O'na nasıl ibadet ve kulluk edeceğini öğrenmesini; helali haram­dan, iyiyi kötüden, hayrı şerden, güzeli çirkinden tefrik etmesini; insanın kendisine ve diğer insanlara karşı nasıl davranacağını belirtmek üzere, yirmi üç yıl esnasında, Allah tarafından Hz. Peygamber'e inzal buyurulmuştur.

Allah'ın insanlara hidayet rehberi olarak gönderdiği Kur'an- ı Kerim, veciz ve eşsiz üslubu ile Hz. Peygamber'in en büyük desteği ve en büyük mucizesi olmuştur.

Hz. Peygamber, Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, anlamak, uygu­lamak; insanlara tebliğ edip anlatmakla mükellefti. O, Kur'an'ı öğrendi, öğretti; ezberledi, ezberletti; yazdırdı; nesillerden nesil­lere, zamanımıza ve kıyamete kadar muhafaza edilmesini sağla­yan bütün tedbirleri aldı. Daha da mühimi O'nun, Kur'an'ın insanın maddi-manevi hayatını tanzim eden bütün esaslarının canlı bir örneğini, amelleriyle ortaya koymasıydı. "Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti " buyururken bu hakikati dile getiri­yordu. Bu tecellinin farkında olan müminlerin annesi Hz. Aişe, kendisine Rasûlüllah  Efendimizin ahlakını soranlara: "Siz Kur'an okumuyor musunuz? Rasulullah'ın ahlakı Kl;'r'an ahlakıdır'' diye cevap vermişti.

Hz. Peygamber'in ikinci manevi mirası olan Sünnet-i Ne­bevisi, Kur'an'dan sonra, İslam dininin ikinci ve temel kaynağını teşkil etmektedir. Sünnet, Kur'an ayetlerinin Hz. Peygamber'in hayatındaki açık ve güzel tezahürlerini, bazı ayetlerin tefsir ve yorumlarını, iman esaslarının açıklanmasını, bazı ibadetlerin bir bütünlük haline getirilişini veya ihdasını, hukuki bazı kaideleri, Hz. Peygamber'in peygamberlik vazifesini nasıl ifil ettiğini, tebliğ faaliyetlerini, Ashabıyla birlikte maruz kaldığı işkence ve sıkıntı­larını, hicretini, kurduğu devlet idaresine ait haberleri, savaşları­nı, günlük ve aile hayatını ve bilhassa ahlaki öğütlerini ihtiva etmektedir.

Hz. Peygamber'i gören, onun davasına iştirak eden, iman mücadele ve mücahedesine kendisinin bu alemden ayrılmasın­dan sonra da devam eden, Kur'an'ı ve İslam'ı insanlara sunmayı bir vefa ve iman borcu kabul eden, bunun için çile çeken, çeşitli zorluklara maruz kalan, aile ocağını, toprağını, vatanını terke- den, gözünü ve gönlünü Allah'ın sevgisi ve vahdaniyetine göre ayarlayan Ashab nesli, Hz. Peygamber'in merkez şahsiyeti etra­fında haleleşen yıldızlardır. Dünya yaratıldığından beri; hasbi muhabbet, iman ve aşk ile sevmeyi ve bağlanmayı bilen Hatice- lerden, kahraman, cesur, vakarlı, zahir ve batına nüfuzlu bakış sahibi filim Alilerden, dirayetli, kararlı, itibarlı, istikrarlı, müdeb­bir Ebu Bekirlerden, doğru bildiğini söylemekten, hatasını anla­yınca itiraf etmekten çekinmeyen, mesuliyet duygusu taşıyan, teşkilatçı Ömerlerden yoksun olmamıştır, olmayacaktır da. Kud­ret Sahibi Yüce Yaradan, bu güzel vasıflarla mücehhez insanları, cemiyetlerin içerisinde hep yaradagelmiştir. Ama onlar, Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer olma şerefine, yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı o büyük Peygamber sayesin­de erişmişlerdir. Hz. Peygamber'e iman ile başlayan bu gelişme, onun terbiyesi altına girmekle tekamüle tabi tutulmuş, Tevhid mücadelesine iştirak ile imtihan edilip olgunlaşmış, sonunda onun sevgi ve muhabbetinde filni olunmak suretiyle, insanlığın zirvesine ulaşmıştır.

İslam'ın yayıldığı bölgelerdeki her topluluk tarafından bir kurtarıcı olarak karşılanmasının ve mahalli hususiyetlere ken­dinden bir öz vermesinin sebebini, şahıslarında Tevhid, hikmet, adalet ve sevgi şuuru taşıyan bu Ashab neslinin faziletinde ara­mamız gerekir. Hz. Peygamber'in terbiye edip yetiştirdiği, yeni bir iman ve aşk ile ilay-ı kelimetullah için cihada, mücadeleye hazırladığı Ashab nesli ile onların hamiyetli gayretleri sonucun­da müslüman olma saadetine erişen Ümmet-i Muhammed, yani yeni müslüman nesiller, Hz. Peygamber'in diğer iki manevi mi­rasının altın halkalarını meydana getirmişlerdir. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyi istisna edersek, Hz. Peygamber'in Ashabı ve Ümmeti, onun en büyük mucizesidir ve bu mucize kıyamete kadar da varlığını devam ettirecektir.

Ashab neslini teşkil eden müslüman Araplar, din, iman, kül­tür ve medeniyet dalgalarıyla fethettikleri yerlere, yeni bir hayat, yeni bir istikamet, yeni bir nizam getirdiler. Başta Hıristiyan batı alemi ile Bizans ve Sasaniler olmak üzere, Asya'da ve Afrika'da yaşayan insanlar, orta çağın karanlıkları içerisinde yüzerken, İslam dünyası ilimde, felsefede, güzel sanatların bir çoğunda, ebebiyat ve mimaride, devlet idaresinde, askeri, iktisadi ve . icti- mai sahalarda, tarihin kaydettiği en ince medeniyetlerden birisi­ni kurmaya muvaffak oldu.

İşte biz bu kitabımızda, Ashab neslinin büyük bir şahsiyeti­ni; yaptığı savaşlarla putları ve puta tapıcıları yok eden, gerçek­leştirdiği fetihlerle İslam dinini Arap yarımadası dışına taşıyan mümtaz, kahraman ve fatih kumandanını, Allah 'ın Kılıcı Halid b. Velid'in hayatını ve savaşlarını ele almaya çalışacağız.

BİRİNCİ BÖLÜM

HALİD B. VELİD'İN YETİŞTİGİ MUHİT VE
MÜSLÜMAN OLUŞUNA KADARKİ HAYATI

Kabe, Mekke ve Kureyş

Halid b. Velid, İslam ve dünya tarihinde, kazandığı meydan savaşları sonucunda büyük bir şöhrete ulaşmış kumandan sahibidir. O, 8/629 yılı başında müslüman oldu; 17/638 yılında Hz. Ömer tarafından bütün askeri hizmet ve vazifelerinden azledildi ve 21/642 senesinde vefat etti. Buna göre Hz. Halid, aşağı yukarı öm­rünün son on dört yılını müslüman olarak geçirdi ve büyük ku­mandanlık şöhretini, üç yılı Hz. Peygamber zamanında olmak üzere, yalnızca on yıl esnasındaki savaşlardan sonra elde etti.

O müslüman olduğu zaman, gerek at ve kılıç kullanma ko­n usunda, gerekse emrindeki askerleri sevk ve idarede yetişmiş, kabiliyet ve dirayetini ispatlamış bir kimse idi. Doğuştan asker olan Halid, Rasûlüllah  tarafından kendisine Seyfullah yani Al­lah'ın kılıcı payesi verilmeden önce, fıtratında bulunan askeri kabiliyet ve dehasını, mensubu olduğu Kureyş kabilesi ve onun bir kolu olan Mahzum oğulları arasında, Mekke'de, geliştirme ve olgunlaştırma imkanını bulmuştur.

Diğer taraftan Halid b. Velid, hidayete ermeden önce, ailesi ve topyekun Mekkeli müşriklerle birlikte, Hz. Peygamber'e ve müslümanlara karşı, şiddetli bir mücadelenin içinde, aktif askeri roller üslenmişti. On dokuz yıl devam eden bu düşmanlığın ve İslam'dan ve Kur'an'dan uzak kalışındaki ısrarın özünde, hiç şüphe yok ki, onun içinde bulunduğu muhitin dini, siyasi, icti- mai ve ahlaki durumundan, ailesinden veraset yoluyla kendisine intikal eden bazı unsurlardan kaynaklanan bir tavır alış bulunu­yordu.

Halid b. Velid, Mekke'de doğup yetişti. Mekke, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail zamanından beri Arap yarımadasının en mü­him dini merkezi idi. Bu ehemmiyet, Kabe-i Muazzama'nın, Ala h'ın emriyle, Hz. Peygamber'in soyundan geldiği bu iki pey­gamber tarafından burada inşa edilmesinden beri canlı bir şekil­de devam ediyordu. Araplar, yarımadanın muhtelif bölgelerin­den hac ve umre için, Allah'a ibadet ve Beytullah'ı tebcil için Mekke'ye geliyorlardı.

Arap yarımadasının kuzey ve güney taraflarının tam aksine,1 Mekke ve umumiyetle Hicaz bölgesi, yani Taif ve Yesrib (Medi­ne) şehirleri, bedevi ve medeni hayatın ortasında, nevi şahsına münhasır bir siyasi hayata sahipti. Bu bölge, eskiden beri siyasi bir otoritenin emri altında idare edilmemiş; ortaçağın bildiği tevarüs yoluyla elde edilen hükümdarlığı tanımamış; yabancı işgali de görmemiştir. Hatta bu bakımdan, hicretten sonra tesisi­ne muvaffak olduğu ilk İslam Devleti dolayısıyla, Hz. Peygam- ber'in bu bölgede devlet kuran ilk şahsiyet olduğunu görüyoruz.2

Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail'in bina ettikleri Kabe'nin, Tevhid akidesine dayalı yeryüzünün en eski ve ilk mabedi oldu­ğunu Kur'an-ı Kerim açıkça beyan buyurmaktadır:

"Doğrusu insanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke 'de bulunan alemler için doğru yolu gösteren mübarek Kabe'dir. Ora­da apaçık deliller vardır; İbrahim 'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki, doğrusu Allah alemlerden müstağnidir." (Al-i İmran 3/96-97)

Ayrıca bu iki peygamber, Kabe'yi temiz tutmakla mükellef kılınmıştır:

"Kabeyi, insanlar için toplanma ve güven yeri kıldık. 'İbra­him'in makamını namaz yeri edinin' dedik. Evimi ziyaret edenler, kendisini ibadete verenler, rüku ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve İsmail'e ahd verdik. " (Bakara 2/125)

Hz. İsmail, Kabe ve hac işlerini, bir peygamber olarak idare etmiş; Mekke'nin yerli halkını teşkil eden Cürhümlü bir kadınla evlenmesi sonucu doğan çocuklardan Nahit b. İsmail, aynı hizme­ti devam ettirmişti. Ondan sonra bu hizmet ve dolayısıyla Mek­ke'nin idaresi, Cürhümlüler'den Mudad b. Amr ile Katura'nın başkanı oldukları iki ailenin eline geçmişti. Bu iki aile, daha önce Mekke'ye Yemen'den gelmişler, Mudad ve kabilesi Mekke'nin yukarı kısmına; Katura ve kabilesi ise aşağı kısmına yerleşmişlerdi. Bunların her birisi, kendi bölgelerinden Mekke'ye giren tacirlerin ticaret mallarından onda bir nisbetinde vergi alıyor ve birbirlerine karışmıyorlardı. Zamanla bu iki aile geçimsizliğe düşmüş ve yapı­lan savaş sonunda Mekke idaresi Cürhümlüler'de kalmıştı.

Cürhümlüler'in Mekke ve Kabe idaresini ne kadar süre elle­rinde bulundurmuş oldukları bilinmemektedir. Yemen'den ayrı­lıp kuzeye göç eden ve Mekke civarına gelen büyük Ezd kabile­sinin bir kolu olan Huza'alılar, hayvanları için iyi bir otlak bulun­caya kadar, Harem bölgesinde kalmak için Cürhümlüler' den izin istemişlerdi. Cürhümlüler onlara müsaade vermeyince aralarında savaş başlamış ve Cürhümlüler'in kesin mağlubiyetiyle sonuç­lanmıştır. Bunun üzerine Cürhümlüler Mekke'yi terk etmek zo­runda kalmışlar, şehrin idaresi Huza'alılar'a intikal etmişti. Bu mücadele esnasında tarafsız kalan Kureyş kabilesinin esasını teş­kil eden Hz. İsmail'in soyundan gelenlere ise dokunmamışlardı.

Kabe ve Mekke idaresine ait haberleri çok geniş bir şekilde rivayet eden İbn İshak (öl. 151/768), Cürhümlüler'in başına ge­len bu felaketin sebeplerini açıklarken, onların azdıklarını, Ha­rem bölgesinin kutsiyetini ihlal ettiklerini, oraya gelenlere zulüm ettiklerini, Kabe'ye hediye edilen mallara el koyduklarını belirt­tikten sonra, Mekke'nin kendisine zulüm ve haksızlık yapanları, bünyesinden dışarı attığını; bundan dolayı da bu şehre "nasse" yani "kurutan, ufaltan" denildiğini; ayrıca "kırmak" manasına gelen "Bekke"nin, Mekke'nin diğer bir ismi olduğunu; zulüm yapan zalimlerin boyunlarını kırmış olduğundan kendisine bu adın verilmiş olduğunu zikreder.3

Huza'alılar'ın Mekke idaresinin, üç yüz veya beş yüz sene kadar devam ettiği rivayet edilmiştir.4 Ancak bu sürenin, rivayet­lerdeki farklılıktan da anlaşılacağı üzere, biraz mübalağalı olduğu anlaşılmaktadır. Huza'alılar zamanında çok mühim bir menfi gelişmenin zuhur ettiğini görüyoruz. Hz. İbrahim'in Tevhid inancını temelinden değiştiren puta tapıcılığın ve birçok putun Kabe'ye yerleştirilmesinin, putlara kurban kesme adetinin ortaya çıkmasının öncülüğünü, bu kabilenin başkanı Amr b. Luhayy ihdas etmiştir. O, Suriye'de Belka yakınlarında Maab denilen yerden, Amfilika'dan Mekke'ye put getirip Kabe'ye dikmiştir.

İslam tarihi kaynaklarında uzun uzun ve tarih zikredilmek- sizin anlatılan Mekke ve Kabe'nin idaresine ait haberleri kısaca özetlemeye çalıştık. Şimdi Halid b. Velid'in mensup olduğu Ku- reyş kabilesinin ve Mahzum oğullarının, bu şehrin idaresindeki yerlerini ele alacağız. Bu bakımdan Huzaalılar devrine ait daha fazla bilgi vermeksizin, Kureyş hakimiyetine geçiyoruz.6

Hz. İbrahim'den itibaren Kabe ve Hac işlerinin, dolayısıyla da Mekke'nin zaman zaman el değiştiren idaresi, miladi V. yüzyı­lın ilk yarısından itibaren Kureyş kabilesine geçmiştir. Hz. İsmail soyundan gelen Kureyşliler'e bu mühim imkanı sağlayan Kusayy b. Kilab'dır. Asıl adı Zeyd olan ve çocukluğunu babası erken öl­düğü için Mekke'den uzakta, annesiyle birlikte Suriye hududunda geçirdiğinden Kusayy diye bilinen bu zat, Hz. Peygamber'in bü­yük dedesinin dedesi yani beşinci göbekten ceddidir. Hz. Pey- gamber'in ona kadar olan nesebi şöyledir: Muhammed b. Abdul­lah b. Abdülmuttalib b. Haşim b. Abdümenaf b. Kusayy.

Kusayy, Halid b. Velid'in mensup olduğu Mahzum oğulları­nın kurucusu Mahzum'un amcasının oğludur; Kusayy'ın babası Kilab; Mahzum'un babası Yakaza'dır. Kardeş olan Kilab ile Ya- kaza'nın babaları ise Murre'dir ki Hz. Peygamber ile Halid'in soyları, yedinci cedlerinde birleşir.

Kusayy, aynı zamanda, Hz. İsmail soyundan gelen Adnan'ın torunlarından ve Kureyş kabilesinin kurucusu ve bu kabileye adını veren, Fihr diye de bilinen zatın altıncı nesilden torunudur. Onun Kureyş'e kadar olan nesebi şöyledir:

Kusayy b. Kilab b. Murre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr (Kureyş).7

Kusayy, Huza'alılar'ın son başkanı Huleyl b. Hubşiyye'nin kızı Hubba ile evlendi. İhtiyar Huleyl, Kabe'nin anahtarlarını kızına veya damadına veriyordu. Onun ölümünden sonra bu şerefli vazifeyi eline almak isteyen Kusayy, Huza'alılar'dan büyük bir muhalefetle karşılaştı. Kaynaklarda farklı bir şekilde ve uzun uzun anlatılan mücadelelerden sonra, Kabe ve Mekke idaresini ele alan Kusayy, Huza'alılar'ı şehrin dışında, Kabe'den uzak böl­gelerde yaşamaya mecbur etti.

Kusayy Mekke şehrini yeniden kurdu. Bunun için önce Kabe'nin etrafındaki ağaçları kestirip Kureyş kabilesinin bütün boylarını, her boy için Kabe etrafına yapılan evlerinde iskan etti.8 Kureyş kabilesinin mühim işlerinin konuşulup karara bağlandığı Daru'n-Nedve'yi kurdu; Mekke idaresi Kabe'nin muhafazası ve hac işlerinin düzenlenmesi gibi çok mühim ve Kureyş kabilesi­nin bütün Araplar üzerinde manevi bir üstünlük kurmasını sağ­layan gelişmelerle yeni bir dönemi başlattı. Kureyş kabilesini bir araya getirdiğinden dolayı "Mucemmi" unvanını alan Kusayy, miladi 480 yılı civarında vefat etti.9

Mekke, sarp ve çıplak iki sıra tepeler arasında çukur bir va­dide kurulmuştur. Havası kuru, iklimi çok sıcak, toprağı kayalık­tır. Çok seyrek yağmur yağan bu şehirde, dağların ormansız, vadinin kayalık olması sebebiyle, seyrek de olsa muson yağmur­ları sel baskınlarına sebep olmaktadır. 10 Ziraata elverişli olmayan bu şehirde yaşayan insanlar, hayatlarını devam ettirebilmek için ticaretle uğraşıyorlardı. Esasen Kureyşliler, Arabistan'ın muhtelif yerlerinden hac ve umre ziyaretlerine gelenlerin çeşitli ihtiyaçla­rını karşılayabilmeleri için de ticaretle meşgul oluyorlardı. Bu bakımdan Mekke, hem dini, hem de ticari bakımdan mühim bir toplanma merkezi durumundaydı. Mekke ve Kabe'ye karşı dini ve ticari alakanın asırlarca devam ettiği bilinmektedir. Kusayy, Mekke'nin yerli halkı hariç, ticaret için buraya gelenlerden onda bir vergi alınmasına devam ediyordu.  

Kureyşliler'in yazın Suriye'ye ve kışın Yemen'e her yıl ker­vanlarla ticari seyahatler tertip ettikleri Kur'an-ı Kerim'de açıkça zikredilmiştir:

"Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında uzmanlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. Öyle ise kendilerini aç iken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kabe'nin Rabbine kulluk etsin­ler." (Kureyş 106/1-4)

Kureyşliler, hudud olmadıkları komşu devletlerden, ticaret kervanlarının serbestçe geçiş ve ikamet imkanları için çeşitli imtiyazlar elde etmişlerdi. Bizans ve Sasani imparatorlukların­dan alınmış olan "Kayser ve Hüsrev teminatı" yanında, Habeşis­tan, Yemen, Necid, Gassani ve Hire melik ve emirleriyle de tica­ret anlaşmaları vardı. Filistin'de Eyle ve Gazze limanları ile Suri­ye'deki Busra ve Ezriatu'ş-Şam ile Yemen'deki San'a, onların her yıl ticaret için gittikleri belli başlı mühim merkezlerdi.

Ticaret maksadıyla yapılan bu seyahatlar esnasında Kureyş- 1 iler, muhtelif bölgeleri ve mile tleri, onların kültür seviyelerini yakından tanıma imkanına kavuşuyorlar, aynı zamanda yüksek bir hayat ve refah seviyesine ulaşıyorlar, uçsuz bucaksız çöllerle çevrili bir bölgeye sıkışıp kalmış kapalı bir cemiyet olmaktan kurtuluyorlardı. Böylece onlar, her yıl hac dolayısıyla Mekke'ye gelenler yanında, Suriye ve Yemen'e, hatta Habeşistan ve Mısır'a, İran'a yaptıkları seyahatler sonucunda, dini, siyasi, askeri ve kültürel sahalarda bilgi ve görgülerini artırıyorlar ve bu bölgeleri yakından tanıyorlardı.

Mekke çevresindeki ticaret ise, açılış ve kapanış tarihleri hacca göre ayarlanan panayırlarda yapılıyordu. Bu panayırların, Arabistan'ın muhtelif yerlerinde, her yıl kurulan panayırlarla da irtibatı vardı ve Kureyşliler, buralara da iştirak ediyorlardı. Ma­halli küçük bazı panayırları bir tarafa bırakıp Arabistan'ın belli başlı büyük panayırlarının kurulduğu yerler ve açıldığı tarihler incelendiğinde, Mekke'nin, Kabe'nin ve Kureyşliler'in işgal ettik­leri mevki açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu panayırları, adları, yer­leri ve faal oldukları tarihlere göre şöyle sıralayabiliriz:

-    Dlımetu'l-Cendel        panayırı: Hicaz Suriye arasında,

Rebiulevvel ayının 1-15 inci günlerinde kurulurdu.

-  Muşakkar panayırı: Hecer'de, Cemaziyelahir ayının 1-30 uncu günlerinde kurulurdu. Bu panayıra, İranlılar deniz yoluyla gelip katılırlardı.

-  Suhar panayırı: Uman'da, Recep ayının 20-25 inci günle­rinde kurulurdu.

-  Deha panayırı: Recep ayının 30 unda kurulurdu. Bu pana­yıra, Sind, Hind ve Çin'den de tacirler gelirdi.

-    Şıhr panayırı: Mehre'de Şaban ayının 15 inde kurulurdu.

-  Aden panayırı: Ramazan ayının 1-10 uncu günlerinde ku­rulurdu.  .

-  San'a panayırı: Ramazan ayının 15-30 uncu günlerinde ku­rulurdu. Bu panayıra iştirak edenler, daha sonra, iki panayırdan birisine gitmeyi tercih ederlerdi: Rabiye veya Ukaz.

-  Rabiye panayırı: Hadramevt'te Zilkade ayının 15-30 uncu günlerinde kurulurdu.

Mekke dışında kurulan bu panayırlardan sonra, hac ayından önceki, hac ve yeni yılın ilk aylarına sıra gelmektedir. Bu aylar: Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'dir. Bu üç ay, aynı zamanda dört haram ayının üçünü teşkil eder, diğeri ise Re- ccb'dir. Aşağıdaki üç panayırın, Mekke çevresinde kuruldu­ğunu; hac ile ticaretin beraberce yürütüldüğünü tekrar ifade edelim:

-   Ukaz panayırı: Zilkade ayının başından itibaren 1-20 inci günlerinde kurulurdu. Ukaz, Arap panayırlarının en büyüğü ve en meşhuru idi. Bütün arap kabilelerinin ve hacca gelenlerin iştirak ettiği bu panayıra çok çeşitli mallar getiri­lirdi. Birçok kabile şeyhleri ve tacirleri orada buluşurlardı. Kureyşliler, büyük sermayeleriyle bu panayırdan çok istifade ederlerdi.

-   Mecenne panayırı: Zilkade ayının 20-30 uncu günlerinde kurulurdu.

-   Zü'l-Mecaz panayırı: Zilhicce ayının 1-8 inci günlerinde kurulurdu. Hacca katılacaklar buradan Mina'ya oradan da Ara­fat'a ayın 9 unda çıkarlardı. Hac esnasında Mina'da da panayır kurulurdu.

Hac'dan sonra yeni yılın ilk ayı olan Muharrem'de ise, Hay- her'de Netat; Necid bölgesinde Yemame'de de Hacer panayırları kurulurdu.

Böylece Araplarca kutsal sayılan ve bütün düşmanlıkların durdurulduğu haram ayları ile Kabe ve Mekke'nin Harem bölge olması sayesinde, hem hac hem de panayırlardaki ticaret, huzur ve emniyet içerisinde icra ediliyordu.

Panayırların ticaret yanında, siyasi, ictimai ve kültürel ba­kımdan da ehemmiyetleri vardı. Bozuk olan kabileler arası mü­nasebetler veya ihtilaflı meseleler, tarafsız bir yer olan bu pana­yırlarda ele alınıp çözülmeye çalışılırdı. Edebi sohbetlerin, güzel konuşmaların yapıldığı, şiirlerin okunduğu gece meclisleri ise, kültür alış verişine imkan sağlıyordu.12

Kureyşliler ticaret için kervanlarla yaptıkları seyahatlere ka­tılabilmek, devamlı hareket halinde olmak için, çocuklarını güç­lü, kuvvetli ve dayanıklı yetiştirmeye itina ederlerdi. Ayrıca ker­vanların emniyetini sağlamak; bedevilerin kendileri ve hayvanla­rı için yiyecek bulmak maksadıyla yaptıkları baskınlardan ko­runmak; kabile asabiyet ve rekabeti ve bunların ortaya çıkardığı kan davaları neticesindeki sonu gelmez mücadelelerde savaşmak için, çocuklarına savaşmayı, kılıç kullanmayı ve ata binmeyi bilhassa öğretiyorlardı.

Kabe'nin muhafazası ve hac işlerinin idaresi, Kureyş kabi­lesine büyük bir itibar kazandırmıştı. Arap yarımadasının muh­telif yerlerinde yaşayan kabileler, Kureyş'e hürmet ve tazim gösteriyorlar, onları bu manevi işlerin sahibi ve itaat edilmeye layık kimseler olarak kabul ediyorlar, onların koydukları kaide­lere riayet ediyorlardı. Zulüm ve haksızlığın hakim olduğu Cahiliye devrinde, Kureyş ileri gelenlerinin "Hılfu'l-fudfil"u kurmaları; zayıfa yardım edilmesi, mazluma insaf edilmesi, zalimin elinden onun hakkının alınması, üzgün ve ümidsiz kimselere destek verilmesi gibi ahlak ve fazilete dayanan karar­lar almaları da onların prestijlerini yükseltiyordu.13 Fil vak'a- sında Ebrehe ordusunun Mekke'ye girmeye muvaffak olamayışı da, Araplar arasında Kabe'nin kudsiyetinin ve Kureyş'in itibarı­nın artmasına vesile olmuştu.

Kusayy'ın kurduğu sistemde, Mekke'nin bir emiri yoktu; Kureyş, otorite ve şahsiyetine güvendiği ve bu vazifeye layık ol­duğunu gösteren birisi etrafında toplanıyordu. Kusayy'ın Kabe'nin muhafazası, hac işlerinin takibi ve Mekke'nin idaresiyle alakalı muhtelif hizmetleri, çocuklarına ve Kureyş'in diğer kolla­rına bıraktığını görüyoruz. Onun çocukları ve torunları arasın­daki ihtilaflara temas etmeksizin, Hz. Peygamber'in zamanında, Mekke'deki bu vazifeleri ve hangi kabileye ait olduğunu şöylece sıralayabiliriz:

Sikaye: Beni Haşim'in elinde olan bu vazife, hacılara su te­min edilmesi içindi; Hz. Peygamber'in amcası Abbas b. Abdül- muttalib bu hizmeti görüyordu.

Ukab: Beni Ümeyye'nin elinde olan bu vazife, savaş sırasın­da ortaya çıkanları ve bunu taşıyan kimsenin ordu kumandanı olması (kıyade) lazım gelen, kartal veya karakuş manasına gelen Kureyş'in sancağı idi; Hz. Peygamber zamanında Beni Ümey- ye'den Ebu Süfyan b. Harb'in uhdesindeydi.

Rifade: Beni Nevfel'in elinde olan bu vazife, Mekkeliler'den para toplayıp fakir hacılara yemek vermek vazifesiydi ve el-Haris b. Amir'in elindeydi.

Liva: Kureyş'in bayrağını taşımak imtiyazıdır.

Sidanet ve Hicabet: Kabe'nin perdedarlığı, anahtarının mu­hafazası ve haciblik vazifeleridir. Bu üç vazife, Abdüddar oğulla­rından Osman b. Talha'da idi.

Nedve: Kusayy'ın kurduğu, Mekke'nin ve Kureyş kabilesinin bütün mühim işlerinin konuşulduğu Daru'n-Nedve'deki başkan­lık vazifesidir. Bu vazifenin de yine Abdüddar oğullarında oldu­ğu rivayet edilmektedir.

Meşura veya Meşveret: Beni Esed'in elinde olan bu vazife, Kureyş kabile reislerinin bir işe karar vermeden önce bu işe ha­kan kimseyle istişare etmeleridir; Hz. Peygamber zamanında, Taif muhasarasında şehid olan Yezid b. Zem'a'nın uhdesindeydi.

Eşnak: Beni Teym'in elinde olan bu vazife, diyet ve zararla­rın karşılanması idi; Hz. Ebu Bekir'in uhdesindeydi.

Kubbe ve E'inne: Mahzum oğullarından Halid b. Velid'in uhdesinde olan bu vazifeler üzerinde, ileride geniş bir şekilde izahat verilecektir.

Sifaret: Beni Adiyy'in elinde olan bu vazife, Kureyş'in ya­bancılar nezdinde temsil edilmesi idi; Hz. Ömer'in uhdesindeydi.

Eysar: Beni Cumah'ın elinde olan bu vazife, bir işe başlama­dan önce, "ezlam" adı verilen oklarla bir nevi kumar oynamak ve fala bakmaktı; Safvan b. Ümeyye bu işi yapıyordu.

Hukume veya Emval-ı Muhaccere: Beni Sehm'in elinde olan bu vazife, putlara sunulmuş olan malların saklanması idi; el- Haris b. Kays bu işe bakıyordu.14

Halid b. Velid'in doğup büyüdüğü, yetiştiği Mekke, yal­nızca Cahiliye çağındaki gelişmeleri yaşamış bir şehir değildi. Burası aynı zamanda, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderildiği, tebliğ faaliyetlerinin ve mücadelelerinin başladı­ğı, Kur'an-ı Kerim'i ilk defa duyup dinleyen ilk müslümanla­rın yaşadığı şehirdi. Halid b. Velid, Mekke döneminin tama­mında ve Hicret'ten sonraki yedi yıl esnasında, İslam'a bigane ve düşmanca bir tavır içerisinde olmuştur. Onun geç müslü­man olmasına sebep olan husus, hiç şüphe yok ki Kureyş'in dini anlayışı ile Hz. Peygamber'e karşı düşmanca tavrından ileri geliyordu.

Diğer taraftan, onun müslüman oluşunu ele alırken de gö­rüleceği üzere, hidayete ermesinde, Hz. Peygamber'i daha önce tanımasının, belki az da olsa Kur'an-ı Kerim'i dinlemesinin ve bilmesinin, müslümanlarla mensubu olduğu Mekkeli müşrikle­rin mukayesesini yapabilecek kabiliyete sahip olmasının büyük rolü olmuştur. Nitekim ileride Halid'in Hz. Peygamber'e ve etra­fındaki müslümanlara ısınmakta hiç bir güçlükle karşılaşmadığı görülecektir. Bu bakımdan Halid b. Velid'in kabilesi Mahzum oğul arına geçmeden önce, Kureyş'in dini durumuna ve Hz. Peygamber'e karşı takındığı düşmanca tavrın sebeplerine kısaca temas etmek gerekir.

Mekke'de Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in tebliğ ettikleri Tev- hid inancının hakim olmasına; hatta bu inancın gereği olan Kabe'yi "Allah'ın Evi" kabul edip burasının ziyareti ve hac ibade­tinin canlı bir şekilde devam etmesine rağmen, Kureyşliler za­manla putlara tapar, Allah'a şirk koşar olmuşlardı. Kureyşliler gibi Arap yarımadasının diğer bölgelerinde yaşayan yahudi ve hıristiyan olmamış Araplar da putlara tapıyorlardı. Puta tapma udetini Suriye taraflarından Mekke'ye getiren kimsenin Amr b. Luhayy el-Huzai olduğunu daha önce belirtmiştik. Putlar Kitabı müellifinin bildirdiğine göre Amr, yakalandığı hastalıktan kur­tulmak için Belka denilen yere giderek oradaki sıcak su pınarın­da yıkanmış; oradaki insanların yağmur ve düşmana karşı yar­dım istedikleri ve taptıkları bazı putlar görmüş; onlardan aldığı birkaç putu getirip Kabe'nin çevresine dikmiştir. Onu taklid eden Kureyşliler de, edindikleri putları Kabe'nin içine ve çevre­sine yerleştirmeye; putların önünde fal okları çekerek nasıl hare­ket edeceklerini ve yapacakları işlerini oklardan çıkan sonuca göre kararlaştırmaya başlamışlardı. Arabistan'ın muhtelif yerle­rindeki kabileler ve hatta aileler, taşlardan, ağaçlardan, maden­lerden yaptıkları çeşitli putları, bölgelerine, evlerine dikiyorlardı.

Kureyşliler hac için Kabe'yi ziyarete gelen kabilelerden azami derecede istifade etmek ve onların alakalarını çekmek için başka kabilelerin putlarını da Kabe ve çevresine dikiyorlar, onların Kabe'yi ziyaretleri esnasında kendi putlarını da takdis etmelerine imkan sağlıyorlar; böylece putçuluğun yayılmasına ve yerleşme­sine sebep oluyorlardı. Neticede Kureyşliler, dini hayat ve anlayış bakımından çok iptidai bir seviyeye düşmüş oldular. Cahiliye çağında Araplar, tabiatın, uçsuz bucaksız çöllerin, ulu ve çıplak dağların ve kaya parçalarının cinlerle dolu bulunduklarına; insan üstü güce sahip olan bu varlıkların Allah'ın kızları olduklarına inanıyorlardı. Hayır ve şer işleri yapmaya muktedir olduklarına inandıkları bu cinlerin, bulunduklarını zannettikleri yerleri, kur­ban kesme yeri haline getiriyorlardı.

Böylece, başta Kabe ve çevresi olmak üzere, birçok yerde putlar ve tapınakların sayısı artmış oluyordu.15 Araplar, putlara tapmanın, Allah'a eş koşmanın yanında, bir tek Allah'ın varlığına inanmaya da devam ediyorlardı. Bu husustaki Kur'an ayetleri,     Arapların bu anlayışını bize açıkça ifade etmektedir:

"Ey Muhammed! "Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulu­nanlar kimindir?" de. ''Allah 'ındır" diyeceklerdir; "öyle ise ders almaz mısınız?" diye sor. "Yedi göğün de Rabbi, yüce arşın da Rabbi kimdir?" de. "Allah'tır" diyeceklerdir; "öyle ise O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de. "Biliyorsanız söyleyin her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?" de. "Allah 'tır" diyecekler; "öyleyse nasıl aldanı­yorsunuz" de. " (Mü'minun 23/84-89)

Miladi 610 yılından itibaren Hz. Peygamber, üç yıl kadar ı'iessizce İslam dininin yayılmasına ve tebliğine çalıştı. Başta ya­kın aile fertleri olmak üzere, Kureyş'in temiz, gönülleri açık ve güzel ahlaklı bazı şahsiyetleri ve tacirleri ile birçok yoksul ve kölenin onun etrafında toplanmaya başladıkları görüldü. Hz. Peygamber'in bu faaliyetlerine önceleri pek ses çıkarmayan Ku- reyşliler, Kur'an-ı Kerim'in putlara ve puta tapanlara karşı kesin tavır alan ayetlerinden sonra büyük bir reaksiyon göstererek Hz. Peygamber'e ve müslümanlara cephe aldılar. Kureyş'in İslam dinine karşı düşmanlığının temelinde; Kur'an-ı Kerim'in, putları ve puta tapıcılığı yıkması, insanları eski batıl dinlerini terk etme­ye, atalarının yolundan ayrılarak eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah'a iman etmeye davet etmesi hususundaki kesin tavrına muhalefetin bulunduğunu görüyoruz.

Kureyşliler, putperestliğin yıkılması sonucunda, bütün Arap kabileleri nezdinde elde etmiş oldukları dini üstünlük ile ticari nüfuz ve menfaatlerinin kaybolacağından endişe duyuyorlardı. O sıralarda, Zemzem kuyusunu bulması üzerine Kureyş'in lideri olan Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib'in vefatından son­ra, liderlik mevkiini ele geçiren Ümeyye ve Halid'in kabilesi Mahzum oğulları, rakipleri Haşim oğullarının yeniden nüfuz ve itibar kazanacağından ciddi bir şekilde endişe ediyorlardı. Ab- dülmuttalib'den sonra, Ficar savaşlarında Kureyş'in lideri, Omeyye oğullarından Harb b. Ümeyye idi. Onun ölümünden sonra ise, oğlu Ebu Süfyan'ın biraz genç biraz da beceriksiz ol­ması sebebiyle yerine, bir başka kabileden, Mahzum oğulların­dan Halid'in babası Velid b. Muğire geçti.

Öte yandan putların ortadan kaldırılmasıyla Arapların Mekke'ye artık gelmeyecekleri, dolayısıyla da ticari hayatın dura­cağı endişesi Kureyşli zenginleri huzursuz ediyordu. Esasen on­lar, riyasetin ilk şartı olarak servet ve çok erkek çocuğa sahip

olmayı esas alıyorlar; bu bakımdan Hz. Muhammed'i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) pey­gamber olarak kabul etmek istemiyorlardı. Bu arada Hz. Pey- gamber'e karşı hissedilen haset, kıskançlık ve rekabet hisleri de, bazı Kureyş ileri gelenlerinin ona iman etmelerine mani oluyor­du. Bu kıskançlığın dikkati çeken iki misalini, ileride, Halid'in kabilesini ele alırken, amcasının oğlu Ebu Cehil ile babası Velid b. Muğire'de açıkça göreceğiz.

Hz. Peygamber ve Kur'an-ı Kerim, insanları güzel ahlaka ve fazilete davet ediyordu. Kureyşliler ise, ahlaksızlık, zulüm ve haksızlık içerisinde yüzüyordu. Kur'an-ı Kerim, onların bu kötü ve çirkin hallerini en açık bir üslupla teşhir ve tenkid ediyor, yaptıklarını yüzlerine vuruyordu.17

Diğer taraftan Kureyşliler, ölümden sonraki ebedi hayata, yaptıklarından hesaba •çekileceklerine inanmıyorlar veya inanmak istemiyorlardı. Cahiliye devrinin kötü alışkanlıkla­rından, haksız kazanç ve aşırı faizlerle sermayenin insanları ezmek için kullanılmasından, içki, kadın ve sefahatten dolayı hesap vermeyi düşünmek bile istemiyorlar; putlara yaptıkları adaklar ve kestikleri kurbanlarla kurtuluvereceklerini zannedi­yorlardı. Halbuki Kur'an-ı Kerim, insanların yaptıkları her şeyi Allah'ın görüp gözettiğini, insanların dünyada yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerini, insanı ürperten, yürekleri oyna­tan bir üslupla beyan ediyordu.18 Kureyş'in zenginleri ve ileri gelenleri, servetlerini istedikleri gibi kullanmalarına^mâni olan, ahlaki değerlere ve faziletlere bağlı kalmayı esas alan Kur'an'ı kabul etmek istemiyorlar, günlerini gün etmeyi, kötü alışkan­lıklara devamı tercih ediyorlardı. Hele, insanın öldükten sonra dirileceğini, elindeki kudret ve kuvvetin, servetin alınıp yaptık­larından adaletle hesaba çekileceğini beyan eden bir din ve onun peygamberini ve kitabını kabul etmeye hiç yanaşmak istemiyorlardı.

Kabile anlayışının hakim olduğu toplumlarda, dedelerden ve babalardan tevarüs edilen örf, adet ve geleneklere büyük bir ehemmiyet verilir; bunlara karşı çıkanlara şiddetle muhalefet edilir; gerekirse savaş bile yapılırdı. Kureyşliler için de puta tapıcılık aynı şekilde kabul ediliyor; atalarının dinlerini ter- ketmek istemiyorlardı. Onlar, "atalarımızı bunlara ibadet eder bulduk; onlardan nasıl vazgeçelim?" diyorlar; Kur'an-ı Kerim de onlara "Gelin Allah'ın indirdiği Kitab'a ve Peygambere uyun " buyuruyordu: ''Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter, derler; ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?" (Maide 5/104). Yine Kur'an-ı Kerim, puta tapanların da putlarının da cehennemlik oldukla­rını ilan ediyordu:

"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin odunusu­nuz, oraya gireceksiniz. " (Enbiya 2 1/98)

Hz. Peygamber'in davetini engellemek için münazara ve tar­tışmalara girişmek suretiyle başlayan ve alaya almak, iftira at­mak, sövmek, boykot etmek, dövmek, işkenceye tabi tutmak ve hatta öldürmeye kadar varan Kureyş'in düşmanlıkları, müslü­manları Mekke'yi terkedip önce Habeşistan'a, sonra da Hz. Pey­gamber ile birlikte Medine'ye gitmeye mecbur etmiştir. Mücade­le bununla da kalmamış, Kureyşli müşriklerle Hz. Peygamber ve müslümanlar, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ile bu mücade­leyi ta 8 yılı Ramazan ayında Mekke'nin fethine kadar yirmi yıl müddetle devam ettirmişlerdir.

Halid b. Velid'in Kabilesi Mahzum Oğul arı

Halid b. Velid, Kureyş kabilesinin on kolundan birisini teş­kil eden Mahzum oğullarına mensuptur. Bu kabile, Hz. Peygam- ber'in risfiletle vazifelendirilişi esnasında, Mekke'de mühim bir mevki işgal ediyordu. Bu kabilenin belli başlı şahsiyetlerini, Ha- lid'in dedesi, amcaları, amcalarının çocukları, babası ve kardeşle­rini kaynaklardaki bilgiler çerçevesinde ele almaya çalışacağız. Bu arada, bu kabile mensuplarının İslam davetine, Hz. Peygam­ber ve ilk müslümanlara karşı tavırlarını bilhassa tebarüz ettir­mek suretiyle, Halid'in hangi atmosferde yaşadığına dikkatleri çekeceğiz.

Kusayy'ın Mekke idaresi ve Kabe ile alakalı hizmetleri Ku- reyş'in kolları arasında nasıl dağıttığını ele alırken zikrettiğimiz üzere, Mahzum oğulları, Kubbe ve E'inne vazifelerini yerine getiriyordu.

Kubbe: Çadır manasına gelen bu kelimenin ifade ettiği va­zife, savaş zamanında bir çadırın kurulması ve Kureyşliler,in orduyu techiz için getirdikleri savaş malzemelerini ve paraları burada toplamaktı. Bilindiği üzere o sıralarda Araplar'ın, ku­rulmuş düzenli orduları yoktu; bir savaş vukuunda hemen ha­zırlığa geçilirdi.

E'inne: "At geminin dizginleri" manasına gelen il İnan"ın ço­ğulu olan bu kelimenin ifade ettiği vazife ise, savaşta Kureyş ordusundaki süvari birliğine kumandanlık edilmesidir. 19

İbnü'l-Kelbi'nin naklettiği bu konudaki rivayeti aynen kita­bına alan ve "Kubbe" kelimesini "Tahtırevan" diye tercüme eden M. Hamidullah, rivayetin çok farklı bir değerlendirmesini yap­maktadır; ona göre Kubbe, " ... bir askeri sefer tertiplenirken ve bilhassa süvari kıt'aları kumandanının emrine tahsis edilen tedi-

İbn Abdi Rabbih, III, 267 (İbnü'l-Kelbi'den rivayet edilmiştir.) yelerin toplanması gayesine matuf tamamen askeri bir imtiyaz olarak tarif ve tavsif edilmektedir. " Fakat bu güzel açıklamanın ardından gelen onun aşağıdaki ifadeleri bizi şaşırtmıştır:

"Başkumandana has imtiyazların bu şekil bir alt taksime tabi tutulması imkanını reddetmeksizin, bu çeşit vazifelerin bazı mo­dern yazarların tahmin ettiği gibi, sulh zamanında sadece dini merasimlere inhisar ettiğini düşünmek de mümkündür. Bu hale göre, herhalde "Tahtı Revan ", put için büyük şemsiye olmalıdır; dini bir merasim dolayısıyla böylece putu taşıyan atı dizginlerin­den tutup sevkeden ise şehrin "süvari kumandanı " olması gerekir. Sulh ve sükuna karşı bir tehdidin vukuu halinde acaba halkı silah altına çağırmak için "Tahtı Revanı " kurmak, bunun içine bir "put " yerleştirmek ve şehir veya kabilenin düşmanı tarafından puta karşı girişilecek bir saygısızlık ve tecavüzden onu korumak için tediyeler talep etme yolundan daha müessir ne olabilir?'120

Değerli filim Hamidullah, yukarıya aldığımız yorum ve tah­minlerini, ne bir kaynağa ne de bir araştırmaya istinad ettirmek­tedir. Ancak biz, Kubbe ve E'inne'nin yani: 'çadır ve dizgin' vazife­sinin bazıları tarafından tasavvur edildiği şekilde harp sanatı ile hiç bir alakası yoktur. Artık anlaşılmayan ve eski olan bu unvan Cahiliye devrinde Arabistan'daki dini merasim ile alakalı idi. Kubbe 'küçük ve taşınabilir çadırdan', yani kabilenin ongununu ihtiva eden ve devenin sırtında merasim ile nakledilen mahfeden başka bir şey değil idi. Reisler veya ileri gelenler, birbiri ardından kıymetli yükü taşıyan hayvanın dizginini çekiyorlardı. Bu imtiya­zın yalnız Halid b. Velid'e mahsus olmadığını söylemek, onun şerefini asla eksiltmez"    şeklindeki bir anlayışı, papaz müsteşrik

Lammens'in yazılarında görüyoruz. Hamidullah'ın "bazı modern yazarların tahmin ettiği gibi" ifadesinden, biz, onun Lammens'i kastettiğini zannediyoruz. Ancak Hamidullah'ın, böyle bir araş­tırmacının "tahmin"i üzerine yeni tahminler yapmak suretiyle, "Kubbe ve E'inne" vazifelerinin yalnızca askeri değil, aynı zaman­da güya dini bir vazife olduğunu ileri sürmesini doğru bulmuyo­ruz. Araplar, müslüman olduktan sonra kaleme aldıkları birçok eserde, Cahiliye dönemindeki hayatlarını olduğu gibi aktarmaya; İslam Dininin kökünü kazıdığı putperestlik ile putların, bunlarla alakalı Cahiliye çağı kültürünün bize aynen aktarılmasına dikkat etmişlerdir. Bu haberlerde biz, Kubbe ve E'inne'nin dini bir vazife olduğunu göremiyoruz. Burada mühim bir nokta, Lammens'in, bu şekildeki görüşü, niçin uydurduğunun tespitidir.

Bu noktayı en iyi şekilde anlayan ve ona gerçekten güzel ve ilini bir cevab veren, yukarıda, "Kubbe ve E'inne" üzerindeki yorumuna iştirak etmediğimiz M. Hamidullah'dır. Hamidul- lah'ın tespitine göre müsteşrik H. Lammens, "Mekke Kureyşliler'i korkak ve ödlek kimselerdi. Bunlar kervanlarını korumak ve aynı zamanda harp vukuunda da istihdam edilmek üzere zenci asker­lerden müteşekkil ücretli muvazzaf (devamlı) bir Ordu teşkilatı kurmuşlardı" iddiasındadır. O, bu iddiayı, hem kaynakların iyi kullanılmadığını, hem iddia sahibinin lisan bilgisinin zayıflığını, hem de "Ehabiş"lerin Habeşli zenciler olmadığını tespit ederek cevaplandırmış ve bu uydurma tezi reddetmiştir. 22 Fakat,

Hamidullah'ın "Ehabiş"ler üzerindeki bu haklı tespiti, Kubbe ve E'inne vazifelerinde İslam düşmanı olan bu tarafgir papazın uy­durduğu yoruma yeni yorumlar getirmesi konusunda kendisini yadırgamamızı engellemez.

Bize öyle geliyor ki, H. Lammens, "Ehabiş"ler hakkındaki görüşleri gibi, Kubbe ve E'inne'nin dini vazifeler olduğu hakkın- daki uydurma görüşlerini de, hiçbir kaynağa dayanmadan sırf Kureyş kabilesinin "korkak ve ödlek" olduğunu ileri sürebilmek için ortaya atmıştır.

İbnü'l-Kelbi'nin rivayetinde zikredilen bir diğer husus ise, doğrudan doğruya Halid b. Velid ile ilgilidir. Buna göre, Mah- zum oğullarına verilen bu iki vazifeyi, Hz. Peygamber zamanın­da, kabilesi adına Halid b. Velid'in yerine getirmekte olduğudur. Kaynağın bu haberini, o sıralarda Mekke'de süvari kumandanlığı yapan Halid'in yanında İkrime b. Ebi Cehil'in de bulunduğuna dikkati çekerek Hamidullah: "Şurası hakikattir ki bu iki şahıs, yakın akrabadır; daha genç ikincisi belki de muavin olarak müla­haza edilmiştir "23 şeklinde yorumlamaktadır.

Bize göre, Kureyş kabilesi adına Kubbe ve E'inne vazifeleri, Mahzum oğullarına verilmiş iki ayrı askeri hizmettir. Savaşa karar verildiğinde, Mekkeliler'in hazır bir ordusu olmamasından dolayı, ordunun teşkil ve techizinin yerine getirilmesi için, hem nakdi, hem de ayni iştiraklerin toplandığı yer bu çadır (Kubbe) idi; çadırın kurulması ve mesuliyeti de Mahzum oğullarına aitti. E'inne yani süvarilerin kumandanlığı ise, birincisinden ayrı, bir diğer askeri vazife olup bu da aynı kabilenin uhdesinde bulunu­yordu. Nitekim Bedir'de Ebu Cehil, Uhud'da Halid ile Bedir'de katledilen Ebu Cehil'in oğlu İkrime, bu vazifeyi Mahzum oğulları adına yerine getirmişlerdir. Hendek'te ise yine Halid'in, bu defada yanında bir başka kabileden olan Amr b. el-As ile Kureyş süvarilerinin başında yer almış olduğunu görüyoruz. Bütün bu gelişmeleri bilen İbnü'l-Kelbi, yalnızca Halid'in ve kabilesinin adını zikretmekle yetinmiştir.

Kubbe ve E'inne gibi iki mühim askeri vazifeyi bu kabilenin uhdesinde bulundurmasını M. Akkad, Kureyş'in üç mühim gü­cü, üç kabilede idi; dini güç Beni Haşim ve Abdüddar'da; siyasi güç Beni Umeyye'de; askeri güç ise Mahzuru oğullarındaydı şek­linde değerlendirmiştir. 24

Cevad Ali, kaynak göstermeksizin, Halid b. Velid'in, Kubbe ve E'inne vazifeleri yanında, Kureyş'in elçilik (sefaret) vazifesini de deruhte ettiğini yazmaktadır.25 Adiyy kabilesinin elinde bulu­nan bu vazifenin, Hz. Ömer'in müslüman olmasından sonra, bazan Mahzuru oğullarınca yerine getirilmiş olduğunu düşüne­biliriz. Habeşistan'a hicret etmiş müslümanları Mekke'ye geri getirmek için gönderilen Kureyş heyetinde, Halid değil, ama bir başka Mahzumi'nin bulunduğunu ileride göreceğiz.

Mahzum oğullarının Kureyş'in süvari birliğine kumandanlık vazifesini üzerine almış olması; hiç şüphe yok ki, Halid gibi do­ğuştan askerlik ve kumandanlık kabiliyetlerine sahip olan birisi­nin, çocukluğundan itibaren ata binmeyi, kılıç ve mızrak kul­lanmayı, savaşı ve ordunun idaresini en iyi bir şekilde ve tabii olarak öğrenebileceği bir aile ve kabile muhitinde yaşadığını bize göstermektedir.

Mahzum oğulları, diğer Kureyş kabileleri gibi, aynı zamanda ticaretle meşgul oluyorlardı. Esasen Kureyşliler, Hicaz bölgesin-de yaşayan Araplar'dan hem daha zengin hem de ticaret işlerin­de çok becerikli idiler; hatta onların hemen tamamı, ticaretten başka bir iş de bilmiyorlardı. Onlar için şu anlayışın yaygın ol­duğu ifade edilmiştir: "Bir kimse Kureyşli de, tacir değilse, onda iş yoktur. '126 Halid'in yaşadığı sıralarda Kureyş kabilesi içerisinde Abdüşems (Ümeyye) ve Nevfel oğulları ile Mahzum oğulları; ticaret hususunda Abdülmuttalib ve Haşim oğullarına üstünlük sağlamışlardı. Mahzum oğulları, Mekke'nin en zenginleri oldu- lar.27 Onların zenginliklerini gösteren en meşhur kimse, ileride uzun olarak kendisinden bahsedeceğimiz Halid'in babası Velid b. Muğire'dir.

Mekke'de fikir ve görüşlerine itibar edilen birçok mühim şahsiyetin, Mahzum oğulları arasında yetişmiş olduğunu bazı örneklerle ele almak istiyoruz.

İbn İshak'ın rivayetine göre, Hz. Peygamber otuz beş yaşla­rında iken (takriben Miladi 605 yılı), Kureyşliler Kabe'yi yeniden bina etmeyi kararlaştırmışlardı. O sıralarda Kabe, harçsız taşlarla bir adam boyundan biraz yüksek bir vaziyette idi ve damı da yoktu. Bazı rivayetlerde ise, yangın tehlikesi atlatmış veya sel baskınına uğramıştı. Kabe'nin duvarlarını yükseltmek, dam ilave etmek ve Kabe'ye ait kıymetli eşyaları hırsızlardan korumak için bu kararı almışlardı.

Rivayete göre, Hz. Peygamber'in babası Abdullah'ın dayısı ve Mahzum oğullarından meşhur bir kimse olan Ebu Vehb b. Amr, Kabe duvarından bir taş aldı; taş elinden sıçrayıp yerine dönünce Ebu Vehb şu konuşmayı yaptı:

"Ey Kureyşliler! Kabe'nin yapılışında kazancınızın ancak helalinden sarf edin. Masrafa bir fahişenin ücreti, riba geliri (yani faiz) ve zulüm yoluyla bir kimseden alınan para karışmasın!"

Ebu Vehb'in bu konuşması, kendisine büyük bir itibar ka­zandırdı; o, şerefli, adil, cömert, mert ve asil bir soydan geldiğini ifade eden şiirlerle medhedildi.28 İbn Hişam, bu konuşmayı Ha- lid'in babası Velid b. Muğire'nin yaptığını söyleyenlerin bulun­duğuna işaret eder ve bunu kabul etmez.

Ebu Vehb b. Amr'ın bu konuşması yanında Mahzum oğul­larının Kureyş nezdindeki mevkiini ve zenginliğini gösteren en önemli husus, Kabe'nin Hacer-i Esved ile Rükn-i Yemani arasın­daki dörtte bir kısmının bu kabile tarafından yaptırılmasının kararlaştırılmasıdır.29 Gerçi İbn İshak'ın rivayetinde, bu kısmın yalnızca Mahzum oğullarınca değil, onlarla birlikte Kureyş'ten kendilerine iltihak eden diğer kabilelerle birlikte inşa edecekleri ifade edilmiştir.30 Buna rağmen, onların, Kabe'nin yeniden inşaa- sında mühim bir mevki işgal ettiklerini ifade etmemize mani bir durum bulunmamaktadır.

Kabe'nin yeniden inşaasındaki Beni Mahzum'un yeri bun­lardan ibaret değildir. Kureyşliler Kabe'yi yıkmaktan çekiniyor­lardı. Bunun üzerine Halid'in babası Velid b. Muğire, yıkma işine kendisinin başlayacağını ilan edip eline kazmayı aldı; "Ey Allah'ım! Burası korkulacak yer değildir; (veya biz sapıtmadık) Allahım! Biz ancak iyilik ve hayır istiyoruz" deyip Kabe'nin duvarına çıktı; kabilesine verilen kısımlardan birazını yıktı. Kureyşli- ler, yıkma işine hemen başlamayıp bir gece beklediler; Velid'in başına bir şey gelirse Kabe'yi yıkmaktan vazgeçip eski haline getireceklerini; bir şey gelmezse yıkmaya başlayacaklarını karar­laştırdılar. Ertesi gün Velid sapasağlam kalkıp yıkım işine devam edince, Kureyşliler de onunla birlikte yıkmaya başladılar.31

Kabe'nin yeniden bina edilişi tamamlanınca, Hacer-i Es- ved'in bulunduğu hizaya gelindiğinde, Kureyş boyları arasında, mukaddes taşın kimin tarafından yerine konulacağı hususunda anlaşmazlık zuhur etti; her boy, bu taşı kendilerinin yerine koy­masını istiyordu. Bu ihtilaf o kadar büyüdü ki, sonunda birbirle­rinden ayrılıp aralarında andlaşmalar yaparak savaşa hazırlandı­lar. Abdüddar oğulları, ölünceye kadar beraberce savaşmak üze­re Adiyy boyu ile, ellerini içi kan dolu bir kazana batırmak sure­tiyle yemin ettiler. Bundan dolayı onlara "kan yalayıcıları" (La'a- katu'd-dem) adı verilmişti. Birkaç gün devam eden bu karışıklık­tan Kureyş'i kurtaran bir teklifi, o sırada Mekke'nin en yaşlısı olan Ebu Ümeyye b. Muğire ortaya attı. Ebu Ümeyye Kureyşli- ler'e şunları söyledi: "Ey Kureyşliler! Anlaşamadığınız bu işte, Mescid-i Haram 'ın şu kapısından ilk giren kimseyi aranızda ha­kem yapın; o da bu işi bir sonuca bağlasın. '" Kureyş bu teklifi ka­bul edip beklemeye başladı. Bilindiği üzere, ilk giren şahıs, o sıralarda Kureyş'in Muhammedü'l-Emin diye isimlendirdikleri Peygamber Efendimiz oldu. Meseleyi kendisine arzettiler, bunun üzerine Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) her kabileden bir kişinin ucun­dan tuttuğu cübbesinin üzerine aldığı Hacer-i Esved'i yerine koydu. Mahzum oğulları adına cübbenin bir tarafından tutan, Halid'in amcalarından Ebu Huzeyfe b. Muğire idi.32  

Bu mühim hadisede, Mahzum kabilesinden dört kişinin zik- redildiğini görüyoruz. Bunlardan Ebu Vehb b. Amr ile Halid'in amcalarından Ebu Huzeyfe b. Muğire hakkında fazla bilgiye rastlayamadık. 33 Diğer iki Mahzumlu'dan birisi onun babası Velid, diğeri ise, yine amcalarından Ebu Ümeyye b. Muğire'dir.

Adı Huzeyfe olan ve Ebu Ümeyye künyesi ile bilinen bu zat, şeref ve mevki bakımından olsun, servet ve cömertlik cihetinden olsun Kureyş ve Mahzum oğulları arasında pek meşhur birisi idi. Onunla beraber yolculuğa çıkanlar, yanlarına azık almazlar­dı. Onun bu cömertliğinden dolayı kendisine "Zadu'r-rakb" (yolcuya azık veren) derlerdi. İslamiyet'in zuhurundan önce, ticaret için gittiği Şam'da Serv Subayın denilen yerde öldü. Bu zat, Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib'in damadı, Hz. Peygamber'in de eniştesi idi. Ebu Ümeyye, isimleri Atike olan dört kadınla evlenmişti; bunların birisi de Hz. Peygamber'in halası Atike bint Abdülmuttalib idi. Hz. Peygamber, onun vefa­tından çok sonra, ilk müslümanlardan ve Habeş Muhacir- ler'inden olan kızı Ümmü Seleme ile evlenmek suretiyle, kendi­sinin damadı da olmuştur. Ebu Ümeyye, Mekke'de Ebu Vedaa ile halka bal şerbeti içirirdi.34

Mahzum oğulları, Kusayy'ın çocuklarından Abdümenaf ile Abdüddar oğullarının Hicabe, Liva, Sikaye ve Rifüde vazifeleri hususundaki ihtilaflarında, Abdüddar oğullarının yanında yer aldılar. Bilindiği üzere Kusayy'ın torunları arasındaki bu ihtilaf, Kureyş'i ikiye ayırdı. Abdümenaf oğullarını tutanlara, birbirle­rinden ayrılmamak ve yalnız bırakmamak üzere Mescid-i Ha- ram'da kokulu su dolu bir kazana ellerini batırdıktan sonra Kabe'ye sürüp yemin ettiklerinden dolayı "Mutayyebfın" (koku sürülmüşler) lakabı verildi. Hz. Peygamber'in kabilesi Beni Haşim de bu ittifaka dahildi.

Abdüddar oğullarını tutanlara ise, birbirlerinden ayrılma­mak ve yalnız bırakmamak üzere Kabe'nin önünde yemin ettik­lerinden dolayı "Ahlaf (müttefikler) lakabı verildi. Halid'in kabi­lesi Mahzum, bunlar arasında yer aldı.

Her iki müttefik zümre, kabilelerin birisini, rakiplerinden bir kabile ile savaşmak üzere tespit edip eşleştirdiler. Buna göre iki ittifakı teşkil eden kabileler ile savaşacağı rakip kabile şu şe­kilde ortaya çıktı:

Ahlaf

Mutayyebim

1-Abdüddar Oğulları

1-Esed Oğulları

2- Sehrn Oğulları

2-Abdürnenaf Oğulları

3- Curnah Oğulları

3- Zühre Oğulları

4- Adiyy Oğulları

4- Haris Oğulları

5- Mahzurn Oğulları

5- Teyrn Oğulları

 

Ayrıca her kabilenin, diğer ittifakta yer alan rakibi kabileyi yok edinceye kadar mücadele etmelerini ve savaşmalarını karar­laştırdılar. Fakat sonradan sulh oldu ve savaştan vazgeçtiler. Ancak her iki ittifakın mensupları, yaptıkları bu andlaşmaları ve ettikleri yeminleri İslamiyetin zuhuruna kadar bozmadan devam ettirdiler.

"Mutayyebun" ile "Ahlaf' zümreleri arasındaki rekabet ve düşmanlığın tesirlerini ve izlerini, İslamiyet'in zuhurunda, Mah- zum oğullarının, onlardan da bilhassa Halid'in babası Velid ile amcası Hişam'ın oğlu Ebu Cehil'in Hz. Peygamber'e karşı olan düşmanlıklarında açıkça görüyoruz. Halid'in babası Velid'i yine sona bırakarak, önce Ebu Cehil'i ele alalım.

Ebu Cehil, Velid b. Muğire'nin kardeşi, Halid'in en meşhur amcalarından Hişam b. Muğire'nin oğludur. Hişam, Mahzum oğullarına mensup olmakla birlikte, Cahiliye çağındaki kahra­manlığı ve zenginliği yüzünden o kadar büyük bir şöhrete ulaş­mıştı ki, Kureyş'e, "Hişam'ın kabilesi" (hayyu Hişam) denilmeye başlanmıştı. O, Ficar savaşında Mahzum oğullarının kumandanı idi; buradaki başarılarından dolayı kendisi, "Batha Kahramanı" (Farisu'l-Batha) diye anıldı. O öldüğü zaman, Mekke çarşısı üç gün açılmadı ve bir tellal: "Efendimizin cenazesinde hazır olu­nuz!" diye halkı onun cenaze törenine çağırdı. O sıralarda bir takvim başlangıcı tespit etmemiş olan Kureyşliler,36 Hişam'ın öldüğü yılı, tarih başlangıcı olarak kullandılar.37

İşte Ebu Cehil, Hişam'ın yedi çocuğundan birisi idi. Asıl adı Amr b. Hişam, künyesi Ebü'l-Hakem olan bu acımasız İslam düşmanına "Ebu Cehil" künyesini Hz. Peygamber verdi. Hz. Peygamber'in şairi Hassan b. Sabit onun hakkında: "Halk, onu Ebü'l-Hakem diye künyeledi; ama Allah onu, Ebu Cehil (cehlin babası) diye künyeledi " beytini söylemiştir.

Ebu Cehil, akıllı, dirayetli; babasının ve kabilesinin servet ve şöhretini devam ettiren birisiydi. Hz. Peygamber ile aşağı yukarı yaşıt olan Ebu Cehil'in Mekke'de Kureyş içerisinde de büyük bir nüfuzu vardı. Kırk yaşında üye olunabilinen Daru'n-Nedve'ye o, otuz yaşında kabul edilmişti.38 Esasen Hz. Peygamber zamanın­da, Beni Ümeyye ve Beni Mahzum'dan birçok kimse, serveti, şöhreti ve zekası ile Daru'n-Nedve'de aktif rol oynuyordu; baba­sından sonra Ebu Cehil de bunlar arasında yer aldı. Hatta o, Halid'in babası Velid'in, hicretten üç ay kadar sonra ölmesinden itibaren de Kureyş'in reisi oldu.

Ebu Cehil, şahsi kabiliyetleri ve sahip olduğu çeşitli imkanları ile, hem kendisini, hem de kabilesini liderlik ve şeref bakımından Beni Haşim'e rakip görüyordu. Fakat, Allah fazilet ve üstünlüklerin en yücesi olan peygamberliği, Beni Haşim'den Hz. Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ihsan edince, Cahiliye çağı anlayışıyla beslenen bu rekabetin dengesi bozuldu; Mahzum oğullarından bir çoğu gibi, Ebu Cehil de, Muhammedi davete karşı çıktı. Onun ve onun gibilerinin düşmanlıklarının temelinde, Cahiliye taassubundan tevarüs ettikleri kabile asabiyeti büyük rol oynu­yordu. Ebu Cehil'in aşağıdaki sözleri, İslam'a ve Kur'an'a karşı çok sert ve acımasız düşmanlığının, bu taassubdan kaynaklandı­ğını; Hz. Peygamber'in Beni Haşim'den olduğunu çekemediğini ve kıskançlığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

"Muğire b. Şu 'be, Hz. Peygamber'i tanıdığı ilk gün, Ebu Cehil ile Mekke sokaklarında dolaşırken, Hz. Muhammed'e rastlarlar. Hz. Peygamber:

-Ey Ebü '[-Hakem! (Ebu Cehil'e hitaben) Allah 'a ve O'nun El­çisine gel; ben seni Allah 'a davet ediyorum, dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil:

-Ya Muhammed! Sen, bizim ilahlarımıza dil uzatmaktan vazgeçiyor musun? Sen, yalnızca bizim, senin tebliğ vazifeni yeri­ne getirdiğine şahitlik etmemizi istemiyor musun? İşte biz de şa­hitlik ediyoruz ki sen tebliğ vazifeni yerine getirdin. Eğer söyledik­lerinin gerçek olduğunu bilseydim, vallahi sana tabi olurdum, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yanımızdan ayrıldı. Daha sonra Ebu Cehil bana döndü ve:

-Vallahi, ben onun söylediklerinin gerçek olduğunu biliyo­rum; fakat, Kusayy oğulları, "Hicabe vazifesi bizimdir" dediler; biz de "kabul" dedik.

Yine onlar, "Nedve'nin başkanlığı bizimdir" dediler; biz de ''peki" dedik. Bundan sonra onlar, "Liva vazifesi bizimdir" dediler; biz de "olur" dedik. Yine onlar, "Sikaye hizmeti bizimdir" dediler; biz de ''peki" dedik. Sonra onlar halka yemek yedirdiler; biz de yedirdik; öyle ki onlarla başabaş giden at gibi yarışıp duruyorduk ki onlar:

-Peygamber, bizdendir, deyiverdiler. Hayır! Bunu, Allah'a yemin ederim ki asla kabul etmeyeceğim. "39

Ebu Cehil bu sözlerinde yalnızca Beni Haşim'i değil, Kusayy ve Abdümenaf oğullarının hepsini kendi kabilesine rakip gördü­ğünü ifade ederek "Ahlafa bağlı olduğunu gösteriyordu.40

Hz. Peygamber, bütün insanların müslüman olması için ça­lışıyor, tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getiriyordu. Bu arada Rabbine dualar ediyor, İslam'ın ve Kur'an'ın zaferi için bazı kuv­vetli şahsiyetlerin hidayetini O'ndan niyaz ediyordu. Ayrıca Rasulullah, müslümanların eza ve cefaya maruz kaldıklarını, işkenceye tabi tutulduklarını görüp üzülüyordu. Onun hidayeti­ni istediği kimseler arasında, Ebu Cehil de vardı. İlk müslüman- lardan Hahhah b. Eret, Rasulullah'ın şöyle dua ettiğini bizzat işitenlerdendi:

"Ey Allah'ım! İslamiyet'i ya Ebü'l-Hakem b. Hişam (Ebu Ce­hil) veya Ömer b. Hattab ile teyid edip kuvvetlendir!"41

Bu duadan nasibi olan, Allah'ın hidayetini müyesser kıldığı Hattab oğlu Hz. Ömer oluyor, Ebu Cehil'in nasipsizliği tecelli ediyor        

Mahzum oğullarının o sıralarda Mekke'deki hakim zümreyi teşkil etmesi, Ebu Cehil'in Hz. Peygamber'e en büyük düşman olmasına ve bu düşmanlığın öncülüğünü ve militanlığını yapma­sına sebep olmuştur. Mekke döneminin hemen bütün hadisele­rinde Ebu Cehil'i veya onun çok basit ve seviyesiz tuzaklarını, hainane ve zalimane işkencelerini görüyoruz.

Hz. Peygamber'in amcası Ebu Talib'e giden ve Rasfilullah'ın kendi putlarına dil uzatmasından dinlerini kötülediğinden, akıl­larının azlığını, baba ve dedelerinin sapıklık içerisinde ölüp git­tiklerini ileri sürmesinden ve Kur'an-ı Kerim'den şikayet eden ilk Kureyş heyeti içerisindeki on kişiden birisi Ebu Cehil, diğeri de Velid b. Muğire idi.42

Mekke döneminde en fazla çile çeken Yasir'in hanımı Sü- meyye, Mahzum oğullarından Halid'in ve Ebu Cehil'in amcaları Ebu Huzeyfe'nin kölesi idi. Yemenli olan Yasir onunla evlenmiş ve Ammar ile Abdullah adlı iki çocukları doğmuştu. Hepsi müs­lüman olan bu aile, Mahzum oğulları tarafından en ağır işkence ve zulme maruz bırakıldılar, İslam tarihindeki ilk şehid Y asir' i bu kabile mensupları öldürdüler. Ebu Cehil, kadınlara karşı çok sert ve zalim biri idi; insanlık tarihinin en çirkin cinayetini işledi. Kocası şehid edilmiş olan Sümeyye Hatun'un işkence gördüğü yere uğrayan Ebu Cehil, bu polat gibi imanlı müslüman kadına: "Sen ancak yüzünün güzelliğinden dolayı Muhammed'e aşık olup müslüman oldun" diyerek hakaret etti. Kocasını ve oğlunu kay­beden ve imanını ilan etmekten çekinmeyen bu iffetli Hatun, Ebu Cehil'e hakaretle karşılık vermekten kendisini alamadı. Kin ve nefret dolu Ebu Cehil, Sümeyye'nin bir bacağını bir deveye, diğerini de bir başka deveye bağlatıp kanlı harbesini kadının önüne saplayıp onu şehid etti. Sümeyye, kocasından sonra İslam dünyasında şehadet şerbetini içen ilk müslüman oldu.43

Ebu Cehil asıl kötü şöhretine, Hz. Peygamber'e yaptığı eza ve cefa ile ulaştı. O, Rasulullah'ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Kabe'de namaz kılması­na mani olmaya çalışır; kimsenin onun okuduğu Kur'an ayetle­rini dinlemesini istemezdi. Yüce Allah, onun söyledikleri ve yapmak istedikleri ile kendisinin akıbeti hakkında Alak suresinin 9-19. ayetlerini inzal buyurmuştur:

"Namaz kılan kulu engelleyeni gördün mü? Haydi söyle ba­kalım, o kul doğru yolda ise veya Allah 'tan sakınmayı emrediyor­sa? Söyle bakalım, ya o namaz kılanı engelleyen yalanlıyor ve haktan yüz çeviriyorsa? O, Allah 'ın her şeyi gördüğünü bilmedi mi? Hayır, hayır! Eğer o bu inadından vazgeçmezse, and olsun ki, Biz, onu perçeminden, yalancı ve günahkar perçeminden yakala­yıp cehenneme sürükleriz. O zaman, adamlarını çağırsın; Biz de zebanileri çağıracağız. Ey doğru yolda olan Muhammed! Sakın ona uyma! Rabbine secde et ve O 'na yaklaş!"

Ebu Cehil'in Hz. Peygamber'e reva gördüğü eza ve cefa yal­nızca bu gibi fiillerinden ibaret değildi. O, Allah Bir'<lir diyen o yüce insana hakaret eder, hatta çok çirkin sözlerle söverdi. Böyle bir terbiyesizliği sonucunda Hz. Hamza'nın müslüman olması pek meşhurdur. Hadisenin cereyan şeklini, Mahzum oğullarını ilgilendiren tarafı da olduğu için, kaynağımızdan özetleyerek takip edelim:

"Bir gün Ebu Cehil, Safa tepesinin yanında Rasulullah 'a rast­ladı; ona sövüp saydı. Dinini ve peygamberliğini küçümseyen hakaret dolu sözler söyleyip onu yine incitti ve üzdü. Bir kadın söylenenleri duyup üzüldü. Az sonra avdan dönen Hamza 'yı, Kabe 'yi tavaf etmek için oradan geçerken gördü; yeğeni Hz. Pey- gamber'e Ebu Cehil'in yaptıklarını anlattı:

-     Ey Hamza, yeğenin Muhammed'e biraz önce Ebu Cehil'in yaptığı hakareti keşke bir duysaydın ... O, yeğenini şurada otu­rurken gördü, ona sövüp saydı; sevmediği şeyleri söyledi, onu incitti; sonra da çekip Kabe'ye gitti. Muhammed ise ona hiç cevap vermedi.

Hamza kadının anlattıklarına çok kızdı; içerledi; Ebu Ce- hil'i bulup dövmeyi kafasına koydu. Doğruca Mescid-i Haram'a girdi; Kureyşli ileri gelenlerle oturan Ebu Cehil'e doğru ilerledi; yanına varınca yayını kaldırıp onun başına indirdi ve onu yara­ladı; sonra da:

-  Sen, Muhammed'e sövüp sayarsın ha! İşte ben de onun di- nindeyim; onun dediklerini ben de söylüyorum. Elinden gelirse bana da cevap ver, bana da söv de seni göreyim, diye onu tehdid etti.

O sırada Mahzum oğullarından bazıları, Ebu Cehil'e yardım etmek için harekete geçtiklerinde Ebu Cehil onlara:

- Hamzayı bırakın onun hakkı var; çünkü yeğenine çok fena bir şekilde sövüp saydım, dedi ".45

Daha sonra Ebu Cehil'in Hz. Peygamber'i öldürmeye te­şebbüs ettiğini de görüyoruz. O, birgün Hz. Peygamber'e çok kızdı; onun bilhassa putlar aleyhindeki kesin tavrı ile putperest­lerin cehennemlik olacağı hususundaki Kur'an ayetlerini de­vamlı okumasını içine sindirememişti. Kureyş'in ileri gelenleri­ne, Hz. Peygamber'in üzerine Kabe'de namaz kılarken ağır bir taş atıp başını ezmek suretiyle onu öldüreceğini; onların da kendisini Abdümenaf oğullarına karşı isterlerse korumalarını, istemezlerse ele verebileceklerini söyledi. Ertesi günü yanına ağır bir taş alıp Hz. Peygamber'i beklemeye başladı. Her za­manki gibi sabahleyin Mescid-i Haram'a gelen Hz. Peygamber, Hacer-i Esved ile Rükn-i Yemani arasında, önüne Kabe'yi alıp Kudüs'e doğru namaza durdu. Kureyşliler Ebu Cehil'in ne ya­pacağını merakla takip ediyorlardı. Hz. Peygamber secdeye varınca Ebu Cehil taşı alıp ona doğru ilerledi. Ancak yanına yaklaşınca, benzi sararıp elleri taşın üzerinde kasılmış bir halde kaçıp geri döndü; taşı elinden atıp Kureyşliler'in yanına gitti. Kendisine ne olduğunu sorduklarında:

"Dün size anlattığım gibi onu öldürmek için kalktım. Yanına yaklaştığımda, onunla benim aramda, önüme bir erkek deve çıkı­verdi, inanın bu devenin kafası, boynu ve dişleri gibisini, hiçbir devede görmedim. Deve beni yemek istedi " diye cevap verdi.

Sonradan bu vak'ayı soranlara Hz. Peygamber: "O, Cebrail idi; Ebu Cehil yaklaşsaydı onu alıp götürürdü " buyurdu.46    

Ebu Cehil'in yaptıkları anlatmakla bitecek kadar az değildir. Onun, Hz. Ömer'in müslüman olmasına gösterdiği reaksiyon;47 Hz. Peygamber ve müslümanlara karşı Kureyş'in kararlaştırdığı boykottaki aktif rolü; 48 Hz. Peygamber ile alay etmesi;49 ölüm yatağında iken amcası Ebu Talib'i ısrarla imana davet eden Hz. Peygamber'e, yine bir Kureyş heyeti ile mani olması;50 Hicret'ten önce Daru'n-Nedve'de Kureyş ileri gelenlerine Hz. Peygamber'in öldürülmesi kararı için baskı yapıp yol göstermesi 51 ve diğer düşmanca faaliyetleri 52 hep aynı küfür çizgisini ısrarla takip ettiğini ortaya koyan fiilleridir.

Ebu Cehil'in Mekke devrindeki düşmanlıkları Hicret ile so­na ermemiş; bilakis artarak devam etmiştir. O, Hz. Peygamberi öldürmek için aldırdığı Daru'n-Nedve kararını tatbik etmek imkanını bulamamasından ötürü meydana gelen gazap ve kinini, bir kadından intikam almak suretiyle dindirmeye teşebbüs ede­cek kadar alçalmıştır. Hicret yolunda Hz. Peygamber'e refik olan Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma, başına gelenleri şerefli bir hatıra olarak, şöyle dile getirmiştir: Rasulullah (s. a.s) ve Ebu Bekir (R.A.) Mekke'den çıktıklarında, Kureyş'ten birkaç kişi bize geldi­ler; aralarında Ebu Cehil de vardı. Evimizin önünde durdular. Bunun üzerine kendilerinin yanına çıktım. Bana:

-Baban nerede? Ey Ebu Bekir'in kızı, diye sordular; ben de onlara:

- Vallahi, ben babamın nerede olduğunu bilmiyorum diye ce­vap verince, çok kötü ve mikrop bir kimse olan Ebu Cehil elini kal­dırdı ve yüzüme, kulağımdan küpemi düşüren bir şamar indirdi. 53

Hz. Peygamber Hicret ettiği yılın Ramazan ayında, Hz. Hamza'nın kumandanlığında otuz kişilik bir seriyye tertip edip Siyfü'l-Bahr'e, Suriye'den dönecek Ebu Cehil başkanlığındaki Kureyş ticaret kervanını takip için gönderdi. Ancak, Mecdi b. Amr el-Cüheni'nin aracılığı sonucunda çatışma olmadı.54

Ebu Cehil, Bedir gazvesinde sözü en çok geçen Kureyş lideri idi. Bilindiği üzere, Bedir savaşından önce, Hz. Peygamber'in halası Atike, Kureyş'in başına büyük bir felaketin geldiğini rüya­sında görmüş; bu rüyasını, o sırada henüz Mekke'de bulunan kardeşi Abbas'a anlatmıştı. Abbas da yakın bir arkadaşına bu rüyayı nakletmesi sonucunda Mekke'de herkes bu rüyayı ko­nuşmaya başlamıştı. Ebu Cehil, Atike'nin rüyası üzerine Abbas'a şu nutku atarak Bedir'deki acı sonunu hazırladı:

"Ey Abdülmuttalib oğulları! Erkeklerinizin peygamberlik id­diasıyla yetinmediniz de, sıra şimdi kadınlarınızın peygamberlik iddiasına mı geldi? Atike uykuda şunu şunu gördüğünü (görmüş­se tabii) iddia ediyor. Bu sebepten sizin için üç gün bekleyeceğiz. Şayet dedikleri doğru çıkar da olursa ne ala! Lakin üç gün geçer de bir şey vuku bulmazsa, ailenizin Araplar içinde en yalancı oldu- ğunuyazacağız!" 55

Suriye'ye büyük bir ticaret kervanıyla gitmiş, olan ve Hz. Peygamber'in dönüşte kervanı basacağını habtr alan Ebu Süf- yan'ın yardım isteği Mekke'ye ulaşınca, Atike'nin rüyası zuhur etmiş oldu. Artık Ebu Cehil, Kureyş ordusunun her şeyidir. Be- dir'e katılmak istemeyenlerle en sert mücadeleyi o yapmaktadır. Hz. Peygamber'in amcası ve en büyük düşmanı Ebu Leheb'in savaşa katılmak istemeyişine son derece kızan Ebu Cehil, onun verdiği cevaplardan çekinip müslüman oluvereceğinden korka­rak ısrar etmekten vazgeçmek zorunda kaldı.56

Ensar'dan Sa'd b. Muaz, Bedir gazvesinden önce, umre yap­mak üzere Mekke'ye gelmişti. Medine'ye geldiğinde kendi evinde kalan yakın dostu Ümeyye b. Halefin evine misafir oldu. Ebu Cehil, Ümeyye'nin yanına gelip Sa'd'ı misafir ettiğini görünce:

-Sen, bize karşı harp açan Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'i koruyan bu adamı mı misafir ediyorsun? diye çıkıştı.

Bunun üzerine Sa'd, Ebu Cehil'e şöyle cevap verdi:

-İstediğini söyle! Ancak unutma ki, kervanınızın yolu bizden geçer!

Ebu Cehil'e söylenen bu tehdidkar sözleri doğru bulmayan Ümeyye Sa'd'a:

-Ebu Cehil'e böyle demekten vazgeç; çünkü o, bu bölge halkı­nın efendisidir! dedi. Bunun üzerine Sa'd, Hz. Peygam- ber'in "Ümeyye b. Halefi mutlaka öldüreceğim " buyurduğunu hatırlatınca, Ümeyye son derece korktu ve Bedir'e iştirak etmek istemedi. Ebu Cehil, Ümeyye'yi tahrik etmek ve savaşa katılma­sını sağlamak üzere, arkadaşı Ukbe b. Ebu Muayt'ın eline içinde tütsü bulunan bir buhurdanlık verdi; kendisi de bir sürme ve sürmedanlık alarak Ümeyye'nin evine gittiler. Ukbe, buhurdan­lığı Ümeyye'nin altına soktu ve şöyle dedi:

- Tütsülen, çünkü sen bir kadınsın! Ebu Cehil de:

 

- Sürme çek, çünkü sen bir kadınsın, diyerek onu tahrik etti­ler ve Bedir'e iştirakini sağladılar.57

Bedir gazvesinde Kureyş ordusunun yüz süvarisi vardı; bunun otuz tanesi, Mahzum oğullarına aitti; ayrıca bu kabilenin iki yüz deve­si, dört veya beş bin miskal altın ve yiyecek yardımı bulunuyordu.58

Ebu Cehil, Medine'ye doğru hareket eden Kureyş ordusunu savaşa teşvik ediyor; ordunun yemek ihtiyacını, Mahzum oğulla­rı adına hep o karşılıyordu.59

Bedir gazvesinde onun şehid ettiği müslümanlar ile kendisi­ni katledenleri; savaşla alakalı diğer birçok başka haberi, burada ayrı ayrı ele almak istemiyoruz. Aleyhinde, öldürülmesinden sonra da olmak üzere, seksen dört kadar ayet nazil olduğu riva­yet edilen Ebu Cehil ile ilgili sözümüzü; Bedir gazvesinin muzaf­fer kumandanının, "Bu Ümmetin Firavun 'u" diye tavsif ettiğine, bu azılı düşmanının ölümünü öğrendiğinde iki rek'at şükür na­mazı kıldığına dikkati çekerek bitirmek istiyoruz.60

Bedir gazvesi, yalnızca Ebu Cehil'in değil, şirkte ısrar et­miş olan diğer birçok Kureyşli kabile gibi, Mahzum oğulları­nın da felaketi olmuştur. İbn Hişam, bu kabileden öldürülen­lerin sayısının yirmidört; esir düşenlerin ise on kişi olduğunu belirtmiş ve isimleriyle birlikte kaydetmiştir.

MAHZUM OGULLARINDANMEKKE'DE

MÜSLÜMAN OLANLAR

Ebu Cehil ve Velid b. Muğire gibi liderleri dolayısıyla Mah­zuru oğullarının yalnızca İslam düşmanı olduğunu söylemek doğru değildir. Cahiliye çağı anlayışıyla şan ve şeref cihetinden gayet yüksek bir mevkide bulunan ve Kabe'nin yeniden inşası esnasındaki bazı mensuplarının müsbet rolleriyle daha da tema­yüz eden; Hişam b. Mugire ile zirveleşen kahramanlıklarıyla da Mekke'de liderliğe yükselen çok zengin olan bu kabileden hidayete erenler; hem de çok erken devirde Raslilullah'ın daveti­ne iştirak edip müslüman olanlar da vardır.

Ebu Seleme ve Ümmü Seleme

Mahzuru oğullarından ilk müslüman olanlar, Ebu Seleme ile karısı Ümmü Seleme hazretleridir. İsmi Abdullah olan Ebu Se- leme'nin annesi, Hz. Peygamber'in halası ve dedesinin kızı Berre bint Abdülmuttalib'dir. O, aynı zamanda Hz. Peygamber'in süt kardeşi idi. Ebu Seleme, ilk müslümanlardan Ebu Ubeyde b. el- Cerrah, Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Maz'un ile birlikte, Hz. Peygamber henüz Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın evindeki davet faaliyetlerine başlamadan önce müslüman oldu. Okuma yazma bilen Ebu Seleme, karısı ile birlikte Habeşistan'a hicret eden müslümanlardandı. Sonradan Mekke'ye döndüğünde, Hz. Pey- gamber'in amcası Ebu Talib'in himayesine girdi. Mahzum oğul­ları, Ebu Talib'e giderek onu himayesinden çıkarmasını istediler. Aynı zamanda Ebu Seleme'nin dayısı olan Ebu Talib:

"Onu, kız kardeşimin oğlu olduğu için himayeme aldım; kız kardeşimin oğlunu koruyamayacak mıyım?" diye onların taleple­rini reddetti. Hatta Hz. Peygamber'in ve müslümanların en bü­yük düşmanlarından olmasına rağmen diğer amcası Ebu Leheb, kabile bağından dolayı kardeşi Ebu Talib'i bu hususta destekle­yince Mahzum oğulları, Ebu Seleme'nin himayesiz bırakılması hususundaki ısrarlarından, bilhassa Ebu Leheb'in müslüman oluvereceğinden endişe duydukları için vazgeçtiler.

Ancak, daha sonra Medine'ye hicret etmeye karar veren Ebu Seleme, yine kabilesi Mahzum oğullarının düşmanlığına hedef oldu. Ama bu sefer onlar, kendisine değil, aynı kabileden olan karısıyla, çocuğunun onunla birlikte hicret etmesine izin verme­diler. Bunun üzerine Ebu Seleme, karısını ve çocuğunu Mekke'de bırakarak yalnız başına Medine'ye hicret etmek mecburiyetinde kaldı.

Bedir ve Uhud gazvelerine iştirak eden Ebu Seleme, Uhud'da kolundan aldığı bir ok yarasının iyileşir gibi olması üzerine, Hz. Peygamber tarafından Katan'daki Esed b. Huzeyme kabilesi üzerine bir baskın düzenlemekle vazifelendirildi. O, yüzelli kişilik bir seriyyenin kumandanlığını başarılı bir şekilde yerine getirip baskını gerçekleştirdikten sonra, Medine'ye döndü. Ancak Uhud'da aldığı kolundaki yaranın nüksetmesi neticesin­de, hicri 3, bazı rivayetlerde 4 yılında vefat etti.62

Ebu Seleme'nin karısı Ümmü Seleme Hind bint Ebu Ümey- ye de hem Mahzum oğullarına mensuptu, hem de ilk müslü- manlardandı. Kocası ile birlikte Habeşistan'a da hicret eden Ümmü Seleme, Medine'ye hicretten önce kocası ile Mekke'ye döndü. Ancak kocasına mani olamayan Mahzum oğulları, Üm- mü Seleme ile çocuğunun Medine'ye ailecek hic:r.et etmelerine izin vermediler ve onu Mekke'de bıraktılar. Ütl mÜ Seleme, bir yıl kadar her sabah Ebtah'a çıkıp akşama kadar ağlar, Medine'ye gitmek isterdi. Kabilesinden birisi onun bu haline acıdı ve Mahzum oğullarından onun için izin aldı. Ümmü Seleme de, kocası­nın ailesinin yanında bulunan oğlu Seleme'yi yanına alarak yal­nız başına, Medine'ye hicret için yollara düştü. Yolda, sonradan kendisi hakkında "Arap erkekleri içinde ondan daha nazik ve efendi birisini görmedim " dediği Osman b. Talha'ya rastladı. Os­man onu Medine'ye kadar götürüverdi.

Kocası Ebu Seleme'nin vefatı üzerine Hz. Peygamber ona evlenmeyi teklif etti. Bunun üzerine Ümmü Seleme kendisinin kıskanç bir kadın olduğunu; ayrıca yaşlı ve çocuklarının bulun­duğunu ileri sürerek mazeret beyan etti. Hz. Peygamber kendisi­ne şu cevabı gönderdi:

"Yaşlı olduğunu söylüyorsun; Ben senden büyüğüm; kıskanç­lığından bahsediyorsun, umulur ki Allah onu senden izale eder; çoluk çocuğun bakımı ise Allah ve Rasulüne aittir. "

Böylece izdivaç gerçekleşti ve hem Ümmü Seleme üm- mehat-ı mümininden oldu; hem de Mahzuru oğulları büyük bir şeref kazandı.

Ümmü Seleme, Hz. Peygamber'in hanımları arasında en son vefat edendir, kendisi Hz. Hüseyin Efendimiz'in Kerbela'da şehadetini öğrendiğinde son derece üzülüp bayılmıştı. Hicri 61 yılında vefat etti.63

Erkam b. Ebü'l-Erkam

Mahzuru oğulları arasında ilk müslüman olanlardan bir başka meşhur sahabi ise, Erkam b. Ebü'l-Erkam'dır. Ebu Seleme ve Ümmü Seleme ile aynı zamanda, oğlu Hasan'a göre yedinci, bir başka rivayete göre ise on ikinci olarak müslüman olan Er- kam, Kureyş kabilesinin en akıllılarından, Hılfu'l-fudfil'a iştirak etmiş olan adil ve insaflılarından değerli bir şahsiyetti. Onun Safa tepesi yanında bulunan evi, Hz. Peygamber'in İslam dinini ve Kur'an-ı Kerim'i insanlara tebliğinde, büyük bir merkez vazi­fesi gördü. Ashab'ın Mekke devrinde İslam'a girişleri, Erkam'ın evinden önce, Erkam'ın evinde veya sonra şeklinde açıklanırken, bu husus her zaman dile getirilmiştir. Hz. Peygamber bu evde gizlenir, insanları dine burada davet eder, müslüman olanlara Kur'an-ı Kerim'i burada öğretir, ümmetine namaz kıldırır, çeki­len eza ve cefanın yaraları burada, huzur-ı peygamberi'de sarılır; İslam kardeşliğinin ruhu burada canlı tutulurdu. Onun için Er- kam'ın evi "Daru'l-İslam" (İslam Konağı) diye meşhur olmuştur. Hz. Ömer, burada müslüman olan saha.binin hem en meşhuru, hem de en sonuncusudur.

Mahzum oğullarının meşhur bir şahsiyeti olan Erkam, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in bütün savaşlarına katıldı; hicri 53 yılında vefat etti.64

Seleme b. Hişam

Bu kabileden ilk müslüman olanlardan dikkati çeken bir di­ğer sahabi de, Ebu Cehil'in kardeşi Seleme b. Hişam'dır. 65 Diğer müslümanlarla birlikte Habeşistan'a hicret eden Seleme, daha sonra Mekke'ye döndü; kardeşi Ebu Cehil tarafından dövüldü, aç ve susuz bırakılarak hapsedildi. Ancak Hendek gazvesinden son­ra (4 yılı) kaçıp Medine'ye Hz. Peygamberin yanına ulaşabildi.

 Bedir'de esir düşüp fidye ödedikten sonra kurtuldu, sonra da müşrik olarak öldüler.

Hz. Peygamber, her namazdan sonra, Seleme ile Mekke'de Mah- zum oğullarınca hapsedilen Ayyaş b. Ebu Rebi'a ve Halid'in kar­deşi Velid b. Velid'in kurtulmaları için, hep dua ederdi. Seleme, Hz. Ebu Bekir zamanında cihad için Suriye'ye gitti ve 14 yılında Bizans ile yapılan Mercu 's-Suffer veya Ecnadeyn savaşında şehid oldu. 66

Haşim b. Ebu Huzeyfe

Yine bu kabileden Haşim b. Ebu Huzeyfe,67 ilk müslüman- lardan olup Habeşistan'a hicret etti ve 7. Hicret yılında Cafer b. Ebi Talib ile oradan doğrudan doğruya Medine'ye döndü.      

Hebbar b. Süfyan ve Abdullah b. Süfyan

Hebbar b. Süfyan ile kardeşi Abdullah b. Süfyan da, Mah- zum oğullarından ilk müslüman şahsiyetler olup Habeşistan'a hicret ettiler; onlar da Hicret'in 7. yılında, Cafer b. Ebu Talib ile doğruca Medine'ye döndüler.

Hebbar Ecnadeyn, Abdullah ise Yermlık savaşlarında Suri­ye'de şehid oldular.69

Şemmas b. Osman

Asıl ismi Osman olmasına rağmen, güzelliğinden dolayı kendisine Şemmas unvanı verilen Şemmas b. Osman da ilk müs- lümanlardan olan bir diğer Mahzumlu sahabidir. Şemmas Habe­şistan'a hicret etti; sonra Mekke'ye döndü; oradan da Medine'ye hicret etti. Bedir ve Uhud gazvelerine iştirak eden Şemmas'ın bilhassa Uhud'daki kahramanlığı Hz. Peygamber'in etrafında yer alışı ve onu bir kalkan gibi koruyuşu; kılıcı ile Hz. Peygamber'i muhafaza esnasında cansiperane bir şekildeki mücadelesi pek meşhurdur. Hz. Peygamber'in öldürülmesine mani olan bu kah­raman sahabi, bu müdafaa sırasında yaralanıp Hz. Peygamber'in önüne düştü. Yaralı olarak Medine'ye getirildi. Hz. Aişe'nin oda­sına tedavi için yatırıldı. Ümmü Seleme hazretleri, "amcamın oğlu, başkasının yanına mı alındı?" deyince Hz. Peygamber onun evine götürülmesini emretti. Şemmas, Ümmü Seleme'nin evinde, aldığı yaranın ağırlığı sebebiyle şehid oldu. Hz. Peygamber, ce­nazesinin elbisesiyle birlikte Uhud'a götürülüp Uhud şehidleri- nin yanına sırlanmasını emir buyurdular. Şemmas, şehid oldu­ğunda otuz dört yaşında idi.70

Ayyaş b. Ebu Rebi'a

Ebu Cehil ile hem amca çocukları hem de anne bir kardeş olan Ayyaş b. Ebu Rebi'a da, Daru'l-Erkam'a girilmeden önce müslüman olan Mahzumilerden olup karısı Esma ile Habeşis­tan'a hicret etti. Sonra Mekke'ye döndü; Hz. Ömer ile Medine'ye hicret etti. Kuba'ya vardığında, Ebu Cehil ile kardeşi Haris b. Hişam, onu Mekke'ye geri getirmek üzere Kuba'ya geldiler; an­nelerinin çok hasta olduğunu; onu görmek istediğini; onu gö­rünceye kadar güneş altında bekleyeceğine ve gölgeye gitmeye­ceğine yemin ettiğini ileri sürüp onu iknaya çalıştılar. Hz. Ömer, onların kendisini aldattıklarını, geri dönmemesini; onlardan sakınmasını ısrarla hatırlatmasına rağmen Ayyaş, Mekke'de mal­larının kaldığını, annesini de yanına alarak tekrar döneceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer, ona devesini verdi; o da Ebu Cehil ve Haris ile Mekke'ye hareket etti. Yolda Ebu Cehil onu kandırıp devesinden indirdi; sonra da onu, iple sımsıkı bağladı. Ebu Cehil ve kardeşi Haris'e, Haris b. Yezid de yardım etti. Böy- lece Ebu Cehil, anne bir kardeşi Ayyaş'ı Mekke'ye götürdü; onu Kureyşliler'in yanına getirip: "Ey Mekkeliler! Bizim şu beyinsizi­mize yaptığımız gibi, siz de kendi mensuplarınıza aynı şeyi yapı­nız!" dedi ve Ayyaş'ı hapsetti. Ebu Cehil ile kardeşi Haris, Ayyaş'a yüzer sopa vurdular; ona işkence edip dininden dön­dürmeye çalıştılar. Ayyaş çok çileli ve sıkıntılı günler geçirdi; hapisten kurtulduğu takdirde, Haris b. Yezid'i öldüreceğine ye­min etti. Uhud savaşı sonunda, Halid b. Velid'in müslüman olan kardeşi Velid b. Velid'in yardımıyla kurtulup Medine'ye geldi. Ayyaş bir rivayete göre Kuba'da, bir başka rivayete göre Medi­ne'de, Haris b. Yezid'i görünce onu hemen öldürdü; halbuki Haris o sırada müslüman olmuştu. Bunun üzerine Nisa sure­sinin 92. ayeti nazil oldu:

"Bir müminin diğer mümini, yanlışlık dışında öldürmesi asla caiz değildir. Bir mümini yanlışlıkla öldürenin, bir mümin köleyi azad etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona diyet öde­mesi gerekir. Eğer o mümin, size düşman olan bir zümreden ise, mümin bir köleyi azad etmek gerekir. Şayet aranızda anlaşma olan bir milletten ise, ailesine diyet ödemek ve mümin bir köleyi azad etmek gerekir. Bulamayana Allah tarafından tevbesinin kabulü için, ardarda iki ay oruç tutmak gerekir. Allah Bilen'dir; Hakim 'dir. "

Ayyaş, Hz. Peygamber'in vefatına kadar Medine'de yaşadı; sonra, ölünceye kadar Mekke'de hayatını geçirdi.

Mahzum oğullarından, sayıları az da olsa, Mekke devrinde, çok erken bir dönemde müslüman olanları kısaca ele almış ol­duk. Ebu Seleme, Ümmü Seleme ve Erkam b. Ebü,1-Erkam bun­ların en meşhurlarıdır. Bunlardan Bedir gazvesine iştirak edenle­ri ise, Ebu Seleme, Erkam ve Şemmas ile, bu kabileye mensup olarak zikredilen Ammar b. Yasir gibi gerçekten çok değerli şah­siyetlerdir. Ancak bu kabilede ağırlık henüz Cahiliye çağı anlayışı ve dini telakkisidir. Bundan dolayı Hz. Peygamber'in Mekke'de İslamiyet'i neşretmekle meşgul olduğu sıralarda, Halid b. Ve- lid'in kabilesi Mahzum oğulları, şan, şeref, şöhret, zenginlik ve liderlik yönünden Cahiliye çağında ulaştıkları en yüksek seviyeyi devam ettiriyorlardı. Bu noktada bir örnek daha vererek Mah- zum oğullarının Mekke'de işgal ettikleri mevkiin ehemmiyetine dikkati çekmek istiyoruz. Hz. Peygamber'in vefat haberi Mek­ke'ye ulaştığında, Hz. Ebu Bekir'in babası Ebu Kuhafe, ondan sonra kim başa geçti, diye sorunca, kendisine, "oğlun" cevabı verildi. Bunun üzerine Ebu Kuhafe: "Buna, Abdümenaf oğulları ve Muğire oğulları razı oldular mı?" diye sordu.72 İşte bu dö­nemde, Mekke'de Muğire oğulları, yani Halid b. Velid'in kabilesi bu noktada bulunuyordu.

Halid'in dedesi Muğire ve bilhassa babası Velid ise, bu kabi­le içerisinde, en fazla temayüz eden kişilerdi.

Halid'in Babası Velid b. Muğire

Halid b. Velid'in babası Velid b. Muğire, Cahiliye çağında, Mahzum oğullarının yetiştirdiği en meşhur kimsedir. Aşağı yu­karı miladi 530 yıllarında doğan Velid'in künyesi Ebu Abdü- şems; annesinin adı Sahra idi. O, annesine de nisbet edilerek "İbn Sahra" (Sahra'nın oğlu) diye de biliniyordu.73

Velid'in babası, Halid'in dedesi, Muğire b. Abdullah'tır. Ku- reyş içerisinde zenginliği ve cömertliği ile tanınan Muğire hak­kında, kaynakların bize ulaştırdıkları en meşhur hadise, Hz. Pey- gamber'in babası ile alakalı olanıdır. Bilindiği üzere Hz. Peygam- ber'in dedesi Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunu ararken ve bul­duktan sonra, Kureyş kabilesi mensuplarıyla yaptığı mücadeleler esnasında, şayet on erkek çocuğu olursa, birini kurban etmeye karar vermişti. Sonradan bu kararı uygulamak üzere o, çocukları arasında kur'a çekmiş ve kurban edilecek oğlu, Hz. Peygamber'in babası Abdullah olmuştu. Mekkeliler, onun oğlunu kurban et­mesine karşı çıkmışlardı; bunlar arasında, Muğire b. Abdullah da bulunuyordu. Çünkü, Abdülmuttalib'in karısı Fatıma bint Amr b. Aiz, Mahzuru oğullarındandı ve Muğire, Hz. Peygamber'in babası Abdullah'ın dayılarından birisi idi. Muğire, yeğeni Abdul­lah'ın kurban edilmemesi hususunda, annesinin kabilesi adına, Abdülmuttalib'e şunları söyledi:

"Allah 'a yemin ederim ki, Abdullah ile onun diyeti olan deve­ler arasında ok çekmeden onu kurban edip kesemezsin! Onun diyetini, gerekirse biz, malımızdan veririz!"

Bunun üzerine Abdülmuttalib, oğlu Abdullah'ı kurban et­mekten vazgeçti ve onun yerine yüz deve kurban etti.74

Mahzuru oğulları içerisindeki mühim mevkii dolayısıyla Muğire'nin çocuklarına, "Benü'l-Muğire" (Muğire'nin çocukla­rı) veya yalnızca "el-Muğiri" denilmiş; böylece bu aile, şan, şe­ref, şöhret, mal ve zenginlik cihetinden ayrı bir zümre teşkil etmiştir.75

Velid, aile ve kabilesi cihetinden olduğu kadar, şahsi mezi­yetleriyle de Kureyş arasında temayüz etti. O, akıllı, dirayetli, mantıklı, şan ve şeref sahibi, şiir zevki gelişmiş, güzel konuşan bir kimse idi. Zenginliği ve çocuklarının çokluğu ile de ayrıca dikkati çekiyordu.

Velid, putlara ve Kabe geleneklerine bağlı birisi idi. Onun Kabe'nin yeniden inşası esnasındaki rolüne, daha önce kabilesini ele alırken temas etmiştik. İbn Habib, onu Kureyş zındıkları arasında zikreder. Kendisinin, diğer yedi Kureyşli zındık gibi, sapık fikirlerini Hireli hırıstiyanlardan öğrendiğini ifade eden müellif, onlardan Ebu Süfyan hariç, hiç birisinin müslüman ol­madıklarını belirtir.76 Cevad Ali ise, zındıklıktan neyin kastedil­diğinin zikredilmeyişine dikkati çeker.77 Bize öyle geliyor ki, Velid'in de dahil olduğu, Kureyşli bu sekiz kişi, putperestlikteki ısrarları ve bilhassa Hz. Peygamber'e ve Kur'an-ı Kerim'e karşı cephe alırken düşünce ve anlayışlarıyla müşriklere yol gösterme­leri yüzünden, bu şekilde zındık diye, tavsif edilmişlerdir.

Halid'in babası Velid'in, hem Mahzum oğulları, hem de Kureyş nezdindeki itibarını gösteren bir hadiseye burada işaret etmek istiyoruz. Hz. Peygamber'in dedesi ve Kureyş'in reisi Abdülmuttalib vefat edince, Kureyş kabilesinden üç kişi, onun yerini almak ve Kureyş'e reis olmak istediklerini ifade etmek üzere, Kabe'nin avlusunda çömelip oturmuşlardı. Bu üç kişi­den birisi Velid, diğerleri Ebu Talib ile Abdullah b. Cüd'an idiler. Velid'in böyle bir arzuyu izhar etmesi, kimse 'tarafından yadırganmamıştı.

İbn Kuteybe, Cahiliye çağında, ileri gelen şahsiyetler arasın­da, Velid'in, mesleği bulunanlardan birisi olduğunu ve kendisi­nin demircilik yaptığını zikreder.79 Velid'in mesleği ile kabilesi Mahzum'un Kubbe ve E'inne vazifeleri arasında irtibat kurabile­ceğimiz bir habere, kaynaklarda rastlayamadık. Belki kılıç, kal­kan gibi silahların, bu kabile mensuplarınca yapıldığını düşüne­biliriz. Ancak Velid, çok zengin, ticaretle meşgul olan birisiydi. Onun, Mekke ile Taif arasında uzanan ve sulanabilen bahçeleri vardı; yıl boyunca bu bahçelerden yetişen meyve ve sebzelere sahip olduğu zikredilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de kendisinin zenginliğine telmihte bulunulduğuna ileride temas edeceğimiz Velid'in, zırh, kılıç ve miğferinden müteşekkil silahlarının, yüz dinar edecek kadar kıymetli olduğunu biliyoruz.80

Velid'in çok zengin ve cömert olduğunu, aynı zamanda Beni Haşim'in hacılara yemek ikram etme vazifesi dolayısıyla elde ettikleri prestijleriyle rekabet ettiğini gösteren husus, onun Mina'da hac zamanı büyük bir ateş yakarak insanlara yemek yedirmesiydi. O, Mina'da başkasının ateş yakmasına ve yemek ikram etmesine izin vermez; bu hususta kimse de onunla tartış­mazdı. Bedeviler, Mina'da verdiği ziyafetler dolayısıyla onu medhederlerken, on iki bin dinardan fazla malın sahibi olduğu­nu zikrederlerdi.81

Velid'in hem çok zengin olduğunu, hem de büyük bir şöhre­te ulaştığını gösteren en mühim husus, kendisine "Idlu Kureyş" veya kısaca "el-'Idl" unvanının verilmesidir. Ona, tamamen zenginliği dolayısıyla verilen bu unvanın sebebi şudur: Kureyşliler, her yıl Kabe'nin perdesini değiştirirlerdi. Velid, bir yıl kendisi­nin, ertesi yıl ise bütün Kureyş kabilesinin perdenin ücretini vermesini kabul etmişti. Bunun için de kendisine "Idlu Kureyş" yani "Kureyş'in dengi" denilirdi. Onun bu unvanı o kadar meş­hur oldu ki, Halid b. Velid'in de dahil olduğu çocuklarına, "Beml 'Idl" yani "Kureyş'in denginin çocukları" denilmeye başlandı. Kabe'nin perdesini değiştirmeyi üzerine alan Velid, Yemen'in Cened şehrinden kardeşi Ebu Rebi'a b. Muğire vasıtasıyla getirt­tiği kumaşla bu vazifeyi yerine getirirdi.82

Kureyşliler, aralarındaki ihtilafları halletmesi, davalarını ka­rara bağlaması için Velid'e başvururlardı. Bu hususta, değerli alim M. Hamidullah, Kureyşliler arasında ihtilaf vukuunda, ta­rafların kemal ve hikmet sahibi meşhur bazı şahsiyetlerin ha­kemliğine müracaat ettiğini ve bu itibara sahip kimseler arasında Velid'i de zikreder. Bu doğru tespitinden sonra değerli araştırıcı, Velid için: "herkes tarafından el-Adl (adil, doğru) lakabıyla bili­niyordu " şeklinde bir sonuca gitmektedir.83 Velid'in hakemlik yaptığı ve kaynaklarda "Hukkamu'l-Arap" arasında zikredildiği doğrudur. Ancak bu kelimenin "Adl" şeklinde ve "adil ve doğru" manasında okunması doğru olmasa gerek. Kelime, "Idl" olup "eş, benzer ve dengi" manasındadır ve Velid'e bu unvan, adli kararla­rı dolayısıyla değil, yukarıda anlatıldığı üzere, Kabe'nin perdesi­ni, kendi başına değiştirmeyi üzerine aldığı için veril1?iştir. 84

Velid b. Muğire'nin şahsiyetini tanımamıza yardım edecek üç ayrı adli kararı ile bir alışkanlığını da burada zikretmek istiyoruz. Cahiliye çağında, hırsızlık yapan kimsenin elinin kesilmesine karar veren ilk kimse Velid olmuştur. İbn Kuteybe, bu ve bundan sonra zikredeceğimiz diğer hususları da, bu de­virde ilk defa onun uygulamaya koyduğunu ve İslam dininde de bu şekilde uygulamanın kararlaştırıldığını zikretmektedir. Onun "kasame" usulüne baş vurması da böyledir. Bilindiği üzere kasame, bir yerde ölü olarak bulunan bir kimsenin katili belli olmayınca; veya zanlı için kat'i delil yoksa, cinayetin iş­lendiği yerde oturanlardan veya maznunun yakınlarından olan elli kişiden "ben öldürmedim ve onun katilini de bilmiyorum " diye yemin etmelerinin istenmesidir. İşte Velid, bu usUlü, ilk defa Araplar arasında uygulamıştır. Bu usul, Hz. Peygamber tarafından da kullanılmıştır. Velid, Cahiliye çağında, kendisi için şarap içmeyi yasaklayan ilk kimse olmuştur. Yine Velid, Kabe'ye girerken, ayakkabılarını çıkaran ilk kimsedir. Bilindiği gibi müslümanlar da ayakkabılarını çıkararak oraya girerler.85

İslamiyet'in Hz. Peygamber tarafından Mekke'de insanlara tebliğ edilmesinden önce Velid, görüldüğü üzere, mühim bir şahsiyet olarak kendisini kabul ettirmişti. Mekkeliler ona, Ku- reyş'in gözbebeği ve seyyidi, Tek (Vahid) gibi sıfatları da layık görüyordu. Onun maddi ve manevi varlığı, çocuklarına, ailesine, kabilesi Mahzum oğullarına Kureyş içerisinde büyük bir itibar kazandırmıştı. Ama, bütün bunlar, davet-i Muhammedi başladı­ğında, seksen yaşına ulaşan bu ihtiyarı, hidayete, imana ulaştır­maya yetmedi. Yetmemekle de kalmadı; Cahiliye çağının bütün bu şerefi, şöhreti, liyakati ve zenginliğiyle mağrur olan Mahzum- lu'nun ayak bağı oldu; onu, Kur'an'ın hasmı, Hz. Muhammed'in rakibi olmak derecesine düşürdü; putperestliğin hamisi, Ebu Cehiller'in fikir babası yaptı.

Doğrudan doğruya kendisi veya kendisiyle birlikte diğer müşrikler hakkında yüz dört kadar Kur'an-ı Kerim ayeti nazil olan86 Velid, Hz. Muhammed'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamber olmasını bir türlü kabul edemedi ve "Eğer onun söylediği doğru olsaydı, Kur'an, ya bana ya da Taifteki Sakif kabilesinin reisi Ebu Mesud Amr b. Umeyr es-Sakafı'ye inerdi" dedi. Bu hususta onun: "Nasıl olur? Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başkanı olayım da bir kenara bırakılayım; Muhammed'e vahiy gelsin? Nasıl olur Ebu Mesud Amr b. Umeyr es-Sakafı, Sakif kabilesinin reisi olsun da o da bir kenara bırakılsın? Biz ikimiz, bu iki şehrin (Mekke ve Taif) reisleriyiz " şeklindeki görüş ve iddialarına Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde cevap vermiştir: 87

"Onlar: 'Şu Kur'an iki şehrin birinde bulunan büyük bir adama indirilseydi ya' dediler. Ey Muhammed! Onlar mı Rabbi- nin rahmetini paylaştırıyorlar? Onların dünya hayatındaki ge­çimlerini aralarında Biz taksim ettik. Birbirlerinden faydalansın­lar diye, derece bakımından Biz onların bir kısmını diğerlerine üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha hayırlıdır. " (Zuhruf43/31-32)

Hz. Peygamber'in Mekke'de, İslam dinini insanlara tebliğ için üç yıl kadar gizli; Kur'an-ı Kerim'in Şuara 26/214-216 ile Hicr 15/94. ayetlerindeki emirler üzerine de daha sonra açıkça devam eden faaliyetleri sonucunda, bazı kimseler müslüman oldular. Bu safhada Mekkeli müşrikler, Rasûlullah'ın İslam'a davet ve insanlara Allah'ın bazı emirlerini bildirmesine pek karşı çıkmamışlar, kendisine kötü gözle bakmamışlar, hatta onunla tartışmaya girişmemişlerdi. Ancak Rasulullah, onların putlarını kötülemeye, putperestliğin aleyhine konuşmaya başlayınca, müş­rikler onun peygamberliğini büyük bir afet(!) olarak kabul etme­ye, kendisine çatmaya, karşı gelmeye ve düşmanca davranmaya karar verdiler. İşte Kureyşliler'in bu şekilde başlayan düşmanca faaliyetleri içerisinde aktif bir şekilde yer alan birkaç müşrikten birisi de Velid b. Muğire idi.88

Velid'in iştirak ettiği bu düşmanca faaliyetler arasında; müs­lüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber'i himaye eden amcası Ebu Talib'e, onu şikayet için üç defa baş vuran on kişilik Kureyş heyeti içerisinde yer aldığını zikredebiliriz. İlk iki şikayet esna­sında, heyette yer alması dışında, Velid'in zikre değer bir sözüne kaynaklarda yer verilmemiştir. 89 Ancak, üçüncü defa Ebu Talib'e başvuran Kureyş heyeti içerisinde, Velid'in çok tuhaf ve şaşırtıcı bir rol üslendiğini müşahede ediyoruz. Kureyşli müşrikler, Ebu Talib'in Raslılullah'a yardım ve onu himaye etmekten vazgeçme­yeceğini, kendilerine onu teslim etmeyeceğini; hatta gerekirse onlardan ayrılacağını ve kendilerine düşman olacağını anladıkla­rı zaman, Velid'in oğlu Umare'yi yanlarına alıp Ebu Talib'e gö­türdüler. Halid'in kardeşi ve Velid'in çocukları arasında genç, güzel ve yakışıklı olmasıyla tanınan Umare'yi Hz. Peygamber ile değiştirmeyi hayal eden Kureyşliler ona:

-Ey Ebu Talib! işte Kureyş kabilesinin en kuvvetli ve en yakı­şıklı genci olan Velid'in oğlu Umare! Onu al, zekasından ve gü­cünden faydalan; onu evlat edin; senin olsun. Buna karşılık da, senin ve dedelerinin dinine karşı gelen ve kavminin birliğini bo­zan, onlara akılsızsınız diyen şu yeğenini bize teslim et, onu öldü­relim. İşte sana adam yerine bir adam, bir insan veriyoruz, dedi­ler. Bunun üzerine Ebu Talib:

-Allah'a yemin ederim ki, siz bana çok kötü bir teklifte bulu­nuyorsunuz! Nasıl olur? Siz oğlunuzu, sizin için beslemem karşılı­ğında bana veriyorsunuz; benimkini ise öldürmek için istiyorsu­nuz; öyle değil mi? Allah 'a yemin ederim ki, bu asla olmaz! şek­linde sert bir cevap vermek suretiyle onların bu gülünç ve aldatı­cı tekliflerini reddetmiştir.90

Şiir, hitabet ve Arap dilinin inceliklerini çok iyi bilen Velid. b. Muğire'nin Kur'an-ı Kerim hakkında nasıl bir hüküm verece­ğine karar vermekte mütereddit davrandığına dair haberler ve bu hususta ona cevap teşkil etmek üzere nazil olan ayetler üze­rinde de durmak istiyoruz.

Bir gün Kureyş kabilesinden bazı kimseler yaşlı itibarlı bir kimse olan Velid'in etrafında toplandılar. Velid yanındakilere:

-Ey Kureyşliler! İşte hac mevsimigeldi; Arap hac kafileleri si­ze gelecekler; şüphesiz onlar dostunuz Muhammed'in meselesini duymuşlardır. Onun hakkında bir fikir etrafında toplanınız da anlaşmazlığa düşmeyiniz. Yoksa, bir kısmınızın sözlerini, diğerle­riniz yalanlar da birbirinizin görüşlerini reddetmeye başlarsınız! dedi. Bunun üzerine oradakiler:

-  Ey Velid! Öyle ise, düşündüğünü söyle de bizler onu tekrar edelim, dediler. Velid onlara:

-   Hayır! Sizler düşündüklerinizi söyleyin de ben sizi dinleye­yim, karşılığını verince Kureyşliler'den bir kısmı:

-             Biz onun kahin olduğunu söylüyoruz, dediler. Velid:

-Hayır doğru değil! Vallahi biz kahinleri gördük; Muham- med'in okudukları öyle kahin mırıldanışlarına ve tekerlemelerine benzemiyor, dedi.

Kureyşliler bunun üzerine:

-   Öyle ise onun deli olduğunu söyleyelim, dediler. Bu fikri de beğenmeyen Velid onlara:

-   Hayır! O deli değil ki; biz deliliği biliriz; halbuki onun du­rumu, deliliğin insanda tevlid ettiği baygınlık, titreyiş ve vesveseye benzemiyor, dedi. Kureyşliler:

-             Bu durumda onun şair olduğunu söyleyelim, dediler. Velid:

-   Hayır! O bir şair olamaz! Biz şiirin her çeşidini, recezini, hezecini, karidını, makbudunu ve mebsudunu biliriz. Muham- med'in sözleri ise şiir değildir, diye bu fikri de reddetti. Kureyşli- ler yeni bir görüş ortaya atıp:

-   Öyle ise onun büyücü olduğunu söyleyelim, teklifinde bu­lundular. Velid, onların bu görüşünü de:

-    Hayır! O büyücü değil; biz büyücüleri ve büyülerini çok gördük. Onun sözleri, büyücülerin okuyup üflemelerine ve düğüm atmalarına benzemiyor, diye reddedince Kureyşliler:

-             Peki ey Velid! Öyle ise ne söyleyelim? dediklerinde Velid:

-   Vallahi, onun sözlerinde bambaşka bir tatlılık vardır. Sözle­rinin başı sağlam bir hurma ağacına, sonları da bu ağacın meyve­lerine benziyor. 91 Siz, Muhammed hakkında bu saydığınız vasıf­lardan herhangi birisini söylerseniz, doğru olmadığı anlaşılır. Bana kalırsa, en iyisi onun sözlerinin, evladı babasından, kardeşi kardeşten, karıyı kocasından, insanı ailesinden ayıran bir büyü olduğunu söyleyelim, şeklinde fikirlerini dile getirdi.

Velid'in Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber hakkındaki bu görüşlerini o toplantı sırasında hemen söylemeyip düşünüp ta­şındıktan sonra ifade ettiği; hatta o sıralarda onun Müslüman olduğu şayiasının Mekke'yi karıştırdığı; hakkında "Velid sapıttı; bütün Kureyş de sapıtacaktır" denilmeye başlandığı; bu durumu tahkik için Ebu Cehil'in Velid ile konuştuğu da nakledilmiştir.

Velid'in bu görüşünü kabul eden Mekkeliler'in, hacca gelen insanlara, Hz. Peygamber'den sakınmalarını ve onunla konuş­mamalarını telkin ettikleri bilinmektedir.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de, Velid'in bu görüşlerine çok açık ve sert cevaplar inzal buyurmuştur:

"Ey Muhammed! Tek olarak yarattığım, kendisine pek çok mal ve etrafında bulunan oğullar verdiğim, kendisine büyük imkanlar sağladığım şu adamı bana bırak! O, hala da verdiğim nimetleri artırmamı umar! Hayır! Çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı çok inatçıdır. Onu, mutlaka sarp bir yokuşa sardıracağım; çünkü o, düşündü taşındı, güya takdir etti! Geberesice, nasıl da takdir etti! Sonra baktı; arkasından kaşlarını çattı ve suratını astı; sonra sırtını çevirdi, büyüklük tasladı; sonunda da: 'Bu (Kur'an), yalnızca öğretilen bir sihirden, ancak bir insan sözünden başka bir şey değildir' dedi. Ben onu, sakara yaslayacağım! Ey Muham- med! Sen, sakarın ne olduğunu bilir misin? Sakar, bırakmayan ve yakmaktan vazgeçmeyen bir ateştir; insan derisini yakıp kavurur; onun on dokuz tane zebanisi vardır. " (Müddessir 74/11-30)

Bu ayetlerin Velid hakkında nazil olduğu hususunda hemen hemen ittifak vardır. Cenab-ı Hak bu ayetlerde, Velid'in mal ve çocuk bakımından zengin, hasep ve nesep cihetiyle yüksek bir mevkide olduğunu; bunlara sahip olması dolayısıyla da kibirlen­diğini, büyüklendiğini, isyan ve tuğyan içerisinde olup haddini aştığını; Kur'an-ı Kerim'i inatçı bir şekilde reddettiğini beyan buyurmaktadır.

Bu ayetlerin sebeb-i nuzûlüne dair bir başka haberde ise şu hususların anlatıldığını görüyoruz. Velid, birgün Hz. Peygam­ber'e geldi; Raslılullah ona Kur'an okudu. Okunan Kur'an ayetle­ri Velid'e çok tesir etti, onu yumuşattı. Ebu Cehil amcası Velid'in bu durumunu haber alınca hemen yanına geldi ve kendisine:

-  Ey amca! Kureyş senin için mal toplamak istiyor, dedi. Bu habere şaşıran Velid, niçin? diye sorunca Ebu Cehil:

-  Sana vermek için toplamak istiyorlar; çünkü sen, Muham- med'den bir şeyler elde etmek için onun yanına gitmişsin, diye onu tahrik edince, Velid:

-   Sen ne söylüyorsun! Kureyş bilir ki ben onların en zengini­yim, diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Cehil:

-  O halde, kendisi hakkında öyle bir söz söyle ki, senin onu reddettiğine ve ondan hoşlanmadığına herkes inansın, dedi. Onun bu ısrarı üzerine Velid:

-  Onun hakkında ne söyleyelim? Allah'a yemin ederim ki, içi­nizde şiirin recezini, sanatını, cin şiirlerini, benden daha iyi bile­niniz yoktur. Onun söyledikleri bunların hiç birisine benzeme­mektedir. Söylediklerinde bir başka letafet vardır. Onun söyledik­leri, diğerlerini çiğneyip geçer; o çok yücedir, onun üzerine çıkıla­maz, dedi. Amcasını sıkıştırmaya devam eden Ebu Cehil:

-  Kabilen, onun hakkında, aleyhte bir şeyler söylemedikçe senden memnun olmaz, deyince Velid:

Öyle ise beni bırak da düşüneyim, dedi. Bir müddet sonra da: "Bu sadece başkalarının öğrettiği bir sihirdir" dedi. İşte Müddessir suresinin zikrettiğimiz ayetleri bunun üzerine nazil oldu.

Hz. Peygamber, Velid'in müslüman olmasını çok istiyordu. Onun müslüman olacağını umarak kendisine Kur'an'dan ayetler okuduğu sırada, yanına ama bir kimse olan İbn Ümmi Mektum geldi. Bu ama sahibinin kendisine Kur'an okumasını Hz. Pey- gamber'den ısrarla istemesine mukabil, Raslilullah'ın onunla değil de Velid ile meşgul olması ve onu ikna için çalışması üzeri­ne, Abese suresinin ilk ayetlerinin nazil olduğu bilinmektedir. 93

Halid'in babası Velid hakkında birçok ayet nazil olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bu hususta M. Akkad, Velid ile Ebu Cehil'i kastederek, Mahzum oğullarının ileri gelenleri hakkında nazil olan ayetler kadar, başka birisi için ayet inmemiş olduğuna dikkati çeker.94 Bu şekilde nazil olan ayetler arasında, Kalem suresinin 1O-16. ayetlerinin ayrı bir yeri ve ehemmiyeti vardır:

"Ey Muhammed! Çok yemin eden, alçak, çok kınayan, daima laf getirip götüren, iyiliği devamlı önleyen, aşırı giden, çok günah işleyen, katı kalbli, aynı zamanda soysuz olan kimseye, mal ve çocukları var diye sakın uyma! Ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman o: 'öncekilerin masalları' der. Biz, yakında onun burnunu yere sürteceğiz. "

Bu ayetlerin, Hz. Peygamber'e hile yapan, Ashabını korkutan, Kur'an'a karşı gelen, Allah yolundan alıkoyan Velid b. Muğire hakkında nazil olduğunu haber veren rivayetleri tercih ettiğini ifade eden Seyyid Kutub, Yüce Allah'ın birbirinden kötü ve çirkin olan dokuz sıfat ile onu tavsif ettiğini belirtmekte ve bu kötü vasıf­ları şöylece sıralamaktadır: Çok yemin etmesi; izzet-i nefsinin olmaması; daima ayıplaması ve insanları sözleriyle ve işaretleriyle iğnelemesi, laf taşıyarak insanların arasını bozması, insanları de­vamlı olarak hayırdan menetmesi, adaleti çiğneyerek zulüm yap-

ması, ruhunda yer eden günahkarlığı, kaba ve haşin olması, ayrıca onun nesebinin gayr-i sahihliğidir ki, bu sıfatın, halk arasında, ahlaksızlığı, terbiyesizliği, çirkinliği ve kötülüğü ile ün salmış kim­selere verildiği ve Velid'in de bu durumda olduğudur. 95

Velid b. Muğire, Hz. Peygamber ve Kur'an-ı Kerim ile alay eden beş Kureyşli'den birisiydi; o, aynı zamanda bu alay edenleri toplar, onlara yol gösterirdi. İslam tarihi kaynaklarında ve tefsir­lerde, bunlar arasında Taberi'nin meşhur Kur'an tefsirinde, bu beş kişi hakkında, Hicr suresinin 94-96. ayetlerinin nazil olduğu; onların isimleri ve her birisinin başına gelen felaketler ile acı ve düşündürücü akıbetleri uzun uzun anlatılır. Ayet-i kerimelerin meali şöyledir:

"Ey Muhammed! Sana emrolunanı açıkça ortaya koy; putpe­restlerden yüz çevir! Alay edenlere karşı, Biz sana yeteriz; onlar, Allah 'ın yanında bir başka ilah daha edinirler; yakında ne oldu­ğunu öğreneceklerdir. " (Hicr 15/94-96)

Hicr suresinin 95. ayetinde geçen "alay ediciler"in, As b. Vail, Haris b. Tulatıla b. Adiyy, Esved b. Muttalib, Esved b. Adiyeğus ve Velid b. Muğire şeklinde sıralandıklarını ve beşinin de kabileleri­nin ileri gelen ve dişli kimseleri olduklarını görüyoruz. Diğerleri hakkında bilgi vermeksizin, yalnızca Halid'in babası Velid'in akı­betini ve çocuklarına vasiyetini ele almakla yetineceğiz.

Kaynaklarda, Velid başta olmak üzere, bu alay edenlerin ba­şına gelen felaketlerin, Kabe'de Hz. Peygamber'in yanına gelen melek Cebrail tarafından hazırlandığı anlatılmaktadır. Hz. Pey- gamber'in yanında duran Cebrail, Kabe avlusuna giren bu alay edicilerin her birine, bazı işaretler yapmak suretiyle, felaketlerinive ölümlerini hazırlamıştı. Elbisesi arkasından sarkık vaziyette Kabe'ye gelen Velid, Hz. Peygamber ile Cebrail'in önünden ge­çerken, Cebrail, yıllar önce Huza'a kabilesinden bir adamın oku­na basması sonucu meydana gelmiş olan Velid'in topuğundaki yaraya işaret etti. Bu yara yeniden açıldı; kan ve irinle dolup kır­ba gibi şişti; iltihaplandı. Velid bir gece uyurken yanında kızı da vardı; yarası patlayıverdi; bunun üzerine kızı:

-Vah babacığım! Kırba patladı, dedi. Bu söze alınan

Velid:

-Kızım, o kırba değil, babanın ayağıdır, dedi.

Doksan beş yaşına ulaşmış olan Velid, çocuklarını yanına çağırdı ve kendilerine üç şeyi vasiyet etti ve bunları yerine getir­meleri hususunda onları sıkıladı.

Bu üç vasiyetinden birincisi, ayağındaki yaraya sebep olan Huza'alı'dan kanının intikamının alınmasıydı. Velid ölünce, çocukları ve kabilesi Mahzum oğulları, babalarının diyetini Huza'alılar'dan istediler. Diyet ödemeyi önce kabul etmeyen bu kabile mensupları, iki tarafın birbiri aleyhinde şiir söylemesini ve silahlı mücadeleyi istemediklerinden, bir miktar para vermek suretiyle Velid'in diyetini ödemeye sonunda razı oldular.

Velid'in ikinci vasiyeti ise, Devs kabilesinden Ebu Uzey- hir'deki mehrinin geri alınmasıydı. Ebu Uzeyhir, kızını Velid ile evlendirmiş; mehrini almış; ancak kızını Velid'in yanına gön­dermemişti. Ebu Uzeyhir, aynı zamanda Ebu Süfyan'ın da kayın pederi idi ve kızı Atike bint Ebu Uzeyhir onunla evli idi. Halid'in kardeşi ve Velid'in oğlu Hişam, Zu'l-mecaz panayırında bulunan Ebu Uzeyhir'i gidip öldürdü. Bu hadise, Bedir gazvesinden sonra vuku buldu. Ebu Süfyan'ın oğlu, Muaviye'nin ağabeyi ve öldürü­len Ebu Uzeyhir'in torunu Yezid, dedesi Ebu Uzeyhir'in intika­mını Mahzum oğullarından almaya yanaşmadığı için babası Ebu Süfyan'ın aleyhine konuşuyor ve Abdümenaf oğullarını, Halid'in kabilesine karşı intikam almaları için kışkırtıyordu. O sırada Mekke'de bulunmayan Ebu Süfyan, geri dönüp oğlu Yezid'in tahriklerini öğrenince çok kızdı ve bir Devsli yüzünden, Ku- reyş'in birbirine düşmesinin doğru olmadığını belirterek ortalığı yatıştırdı.

Velid'in üçüncü vasiyeti ise, Taifte yaşayan Sakif kabilesin­deki faizlerinin alınmasıydı. Onun bu vasiyetinin yerine getiril­mesi, öyle anlaşılıyor ki, zaman almıştı. Kaynaklarda, Sakif kabi­lesi müslüman olduktan sonra, o sırada Medine'de olan Halid b. Velid'in bu meseleyi Hz. Peygamber ile konuştuğu; Bakara sure­sinin 278. ayetinin bu hadise üzerine nazil olduğu; Halid'in baba­sının vasiyeti olan faizleri Sakif kabilesinden almaktan vazgeçtiği ve Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine yalnızca babasının serma­yesini almakla yetindiği anlatılmaktadır.

Velid b. Muğire, Hicret'ten üç ay kadar sonra Mekke'de öldü ve Hacun'a defnedildi.96

Halid b. Velid'in Annesi

Halid b. Velid'in annesi, Lübabe es-Suğra 97 Asma bint el- Haris el-Hilaliyye'dir. Lübabe, Hz. Peygamber'in amcası Hz. Abbas'ın karısı Ümmü'l-Fazl Lübabe el-Kübra bint el-Haris ile Hz. Peygamber'in hanımlarından Meymune bint el-Haris'in baba bir kardeşidir. Lübabe'nin diğer kız kardeşleri arasında Azze, Hüzeyle ve Asma adlı baba bir üç hanım daha vardır. Lübabe'nin anne bir kız kardeşleri ise, önce Cafer b. Ebu Tfilib'in, sonra Hz. Ebu Bekir'in, ondan sonra Hz. Ali'nin evlendiği Esma bint Umeys ile önce Hz. Hamza'nın sonra Şeddat b. Üsame'nin evlendiği Selma bint Umeys ve Selame bint Umeys'dir. Yani Halid b. Velid'in sekiz teyzesi vardır; Hz. Peygamber onun teyze­sinin kocası olduğu için eniştesi; amcası Hz. Abbas'ın oğlu Ab­dullah ile de teyze çocuklarıdır.

Halid b. Velid'in annesi Lübabe'nin müslüman olup olmadı­ğı hakkında, kaynaklarda iki ayrı görüş bulunmaktadır. İbn Ab- dilberr, onun müslüman olduğunun şüpheli olduğunu ifade eder, İbnü'l-Esir de bu görüşü aynen nakletmekle yetinir.98

İbn Hacer, yukarıdaki iki müellifin görüşlerine eserinde yer verdikten sonra, Lübabe'nin müslüman ve Hz. Peygamber'in sahabesi olmadığını belirten İbn Abdilberr'in görüşünün tuhaf olduğunu ve onun böyle bir sonuca, belki de Lübabe'nin, kocası Velid'den hemen sonra veya onunla birlikte öldüğünü düşüne­rek ulaştığını belirtir. Halbuki böyle düşünülmemesi gerektiğini ileri süren İbn Hacer, Lübabe'nin oğlu Halid'den sonra da yaşa­dığının sabit olduğunu; bu hususta Ebu Huzeyfe'nin İbn İs- hak'tan naklettiği bir haberi şöylece anlatır: Halid vefat edince, Hz. Ömer onun cenazesine gelir; Lübabe'nin onu medheden şu şiiri söylediğini işitir:

"Sen, her ne kadar halkın ileri gelenlerinden değilsen de, in­sanlardan binlerce, binlerce defa hayırlıydın!" Bu şiiri işiten Hz. Ömer, Lübabe'ye: "öyle de olsa, sen doğru söyledin " diye onu tas­dik etti.

Aynı görüşü destekleyen benzer bir başka haberi de Seyf b. Ömer'den nakleden İbn Hacer, Ebu Huzeyfe ve Seyfin rivayetlerinin zayıf olduğunu belirttikten sonra, sağlam bir şahsiyet olan İbn Sa'd'ın da benzer bir haberini ve ravilerini ele alır ve bu hu­susta, iyi bir senedin bulunmasına dikkati çeker. Bununla yetin­meyen İbn Hacer, Buhari'nin, Halid'in vefatı üzerine, arkasından başa toprak atıp ağlamaya dair, annesinin ismini zikretmeksizin yaptığı talikına da ayrıca işaret eder.

Bütün bu delilleri sıralayan İbn Hacer, Lübabe'nin Hz. Pey- gamber'den sonra yaşadığını; ayrıca Mekke fethinden sonra da, ne Haremeyn'de ne Taifde, Veda haccında, kimsenin putperest olarak kalmadığını, herkesin müslüman olduğunu açık beyan ederek onun da İslam'a girdiğini teyid eder.99

Gerçekten İbn Sa'd, Lübabe'yi, hicret ve biat eden sahabi ha­nımlar arasında zikreder.     Hatta İbn Habib, Lübabe'nin, Hic­ret'ten önce müslüman olup Hz. Peygamber'e biat ettiğini haber verir.  

Kaynaklardan tespit edebildiğimiz bu haberler ve bilhassa İbn Hacer'in ısrarı üzerinde durmak istemiyoruz. Burada şu kadarını hatırlatmak istiyoruz ki, Halid b. Velid'in nerede vefat ettiği ihtilaflıdır. Onun Medine'de vefat ettiğine dair haberler yanında, Suriye'de vefat ettiğine ait rivayetler de bulunmaktadır ve bu ikinci habere daha çok itibar edilmektedir. Bu hususu ile­ride de ele alacağız. Ancak, annesinin Halid'in vefat tarihinden sonraya kadar (21 yılı) yaşayıp yaşamadığını, Buhari'nin talikın- dan çıkaramayacağımızı belirtmek gerekir.  

Halid b. Velid'in Kardeşleri

Halid b. Velid'in kardeşlerinin hayat hikayeleri, yaşadıkları muhitin ve aile çevresinin hususiyetlerine uygun ve dikkat çeki­cidir. Onun erkek kardeşlerinin sayısı hakkında, altı, on, on üç gibi farklı rakamlar verilmiştir. Biz Kur'an-ı Kerim'in sarih ifade­sinden (Müddessir 74/13) Velid'in çocuklarının çok olduğunu biliyoruz. İsimleri ve hayat hikayeleri hakkında bilgi bulabildi­ğimiz altı erkek ile iki kız kardeşi üzerinde durmak istiyoruz.

Halid b. Velid'in, adını ilk önce zikretmemiz gereken ilk kardeşi, hakkında hiç bilgi bulamadığımız Abdüşems b. Ve- lid'dir. Velid, bu oğlunun adı ile künyelenmiş olması hasebiyle, onun ilk erkek çocuğu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

İkinci kardeşi ise As b. Velid olup, bunun hakkında da kay­naklarda bilgi bulunmamaktadır; kendisi İslamiyet'in zuhurun­dan önce küçük yaşta ölmüştü.103

Halid'in üçüncü kardeşi Umare b. Velid'dir. Yukarıda ele al­dığımız gibi Hz. Peygamber'i öldürmek üzere Ebu Talib'ten iste­yen Kureyş heyetinin Hz. Peygamber'in dengi kabul ederek onun yerine verilmesini teklif ettikleri104 Velid'in bu oğlu, çok yakışıklı, şair ruhlu birisi idi. İbn Dureyd, içkiye ve kadına düşkün olan Umare'nin, Arabın en ahlaksızı olduğunu yazmaktadır.105

Umare'nin hayatı hakkında kaynaklarda oldukça farklı ha­berlere yer verildiğini görüyoruz. Buna rağmen, Habeşistan'a hicret etmiş olan müslümanları Necaşi'den istemek üzere gön­derilen Kureyş heyeti dolayısıyla, kaynaklarda sıkça zikredil­mektedir.

Hz. Ömer'in müslüman olmasından sonra, Kureyş'in elçilik vazifesini, Adiyy kabilesi yerine, Sehm ve Mahzuru oğullarının yaptığı anlaşılmaktadır. Hicret'ten önce gönderilen bu Kureyş heyetinde, Amr b. el-As ile Mahzuru oğullarından meşhur şair Ömer b. Abdullah b. Ebu Rebi'a'nın babası Abdullah b. Ebu Rebi'a bulunuyordu106 Ancak bazı rivayetlerde, bu Kureyş heye­tinde, Abdullah'ın yerine, Habeşistan'a elçi olarak Umare'nin gönderilmiş olduğu nakledilmiştir.107

Bir üçüncü rivayette ise, heyet üç kişiden müteşekkildi. Amr ve Abdullah'ın yanında, Umare de Habeşistan'a gönde- rilmiştir.108

Tarihçi Belazuri, Umare ile Amr'ın Habeşistan'a gönderildi­ğini haber veren rivayeti naklettikten sonra; Amr ile Abdullah'ın gönderildiğine dair rivayeti de nakleder, sonra da bu son haberin daha doğru olduğunu belirtir. Nihayet Umare'nin Amr ile Habe­şistan'a, daha sonra ticaret için gittiklerini öne sürer. 109

Yaygın olmamakla birlikte ehemmiyetli bir başka habere gö­re ise, Bedir gazvesinde mağlup ve perişan olan Kureyşliler, inti­kam almak için Habeşistan'daki müslüman Muhacirleri Ne- caşi'den istemek üzere ikinci defa bir heyet daha gönderirler. Umare, işte bu ikinci defa gönderilen Kureyş heyetinde Amr ile birlikte bulunuyordu.

Umare'nin Amr b. el-As ile Habeşistan'a deniz yolu ile olan seyahati bir defadır. Ancak bunun Mekke devrindeki ilk veya Bedir gazvesinden sonraki ikinci Kureyş heyeti adına mı; yoksa Belazuri'nin belirttiği gibi ticaret için yapılan bir seyahat mi ol­duğu ihtilaflıdır. Bize göre, onun ilk heyette yer almadığı doğru­dur. Aslında, hadisenin devamı Umare için mühimdir, çünkü hayatı alt üst olacak ve sonunu hazırlayacaktır.

Umare, yanında karısı da bulunan Amr b. el-As ile Habeşis­tan'a doğru yola çıkarlar. Umare, Amr'ın karısına göz koyar, o da Umare'nin bu isteğini kabul eder. Gemide yolculuk devam eder­ken Umare, kendisini belli etmeden Amr'ı denize itip öldürmek ve ondan kurtulup karısıyla beraber olmak ister. Fırsatını denk getirip onu denize iter. Ancak yüzme bilen Amr kurtulur; kendi­sine yapılan suikasti farkeder. Akıllı ve kurnaz olan Amr, Umare'den intikam almayı kafasına koyar; fakat bunu Umare'ye hissettirmediği gibi, tam tersi bir tavırla, onun sayesinde kurtul­muş olduğuna kendisini inandırmak maksadıyla karısına, teşek­kür için Umare'yi kucaklamasını emreder, kendisini ona minnet­tarmış gibi gösterir.

Nihayet Habeşistan'a varıldığında Amr, Necaşi'nin karısı ile Umare'yi karşılaştırmayı kararlaştırır. Umare'nin çok yakışıklı olmasından istifade etmek suretiyle ikisinin arasını bulmayı sağ­lar. Necaşi'nin hanımı, Umare'den hoşlanır. Bunun üzerine Amr, karısı ile Umare arasındaki münasebeti Necaşi'ye ihbar eder ve onu kıskandırır.

Bazı rivayetlerde Necaşi onları yakalar; Umare'yi yakarak öldürür; karısını da diri diri yanına gömer. 111 Diğer bazı haber­lerde ise, Necaşi Umare'ye sihir yaptırır, Umare aklını kaybeder ve yalnız başına ormanlarda vahşi hayvanlarla birlikte yaşamaya başlar. Saçları, sakalları, tırnakları uzamış bir halde yıllarca haya­tını devam ettirir. Hz. Ömer'in halifeliği zamanında, Mahzum kabilesinden, ilk Kureyş heyetinde yer alan Abdullah b. Ebu Rebi'a onu bulup getirmek üzere Habeşistan'a gönderilir. Abdul­lah, Umare'yi perişan bir halde bulur; ancak mecnunu yakalayıp getirmeye muvaffak olamaz; çünkü Umare, Abdullah'a beni bı­rak diye yalvara yalvara onun elinde can verir.112

Bu macera ve perişanlık dolu hikayeden tamamen farklı bir haberde ise, Umare'nin Bedir gazvesine müşrikler safında iştirak ettiği ve Hz. Ali tarafından öldürüldüğü nakledilmiştir. 113

Umare'nin ister Bedir'de, ister Habeşistan macerası sonucu olsun müşrik olarak öldüğü katidir. Ancak, Velid'in müslüman olan yalnızca üç erkek çocuğu olmasına rağmen (Halid, Velid ve Hişam'dır) bazı tefsirlerde, Velid b. Velid yerine, Umare'nin müslüman olduğu yazılmıştır. Bu hususta İbn Hacer, Allı.si ve Elmalılı, yapılan yanlışlığa açık bir şekilde dikkati çekmişler ve u mare'nin müslüman olmadığını belirtmişlerdir. 114

Umare'nin başına gelenleri Allah'ın bir tecellisi kabul edebi­lir, başta babası ve Kureyş ileri gelenlerinin onu, Hz. Peygamber'in dengi sayıp Ebu Talib'e vermek istemeleri; karşılığında da Hz. Peygamber'i alıp öldürmeyi düşünmeleri sonucunda zuhura gelmiş bir cilve-i Rabbani olduğunu düşünebiliriz.

Halid b. Velid'in dördüncü kardeşi Ebu Kays b. Velid'dir. Ebu Kays'ın önce müslüman olduğu; sonra tekrar putperestliğe döndüğü rivayet edilmiştir. Müslüman olduktan sonra, Mekke devrinde, tekrar putperestliğe dönen beş kişiden birisi olan Ebu Kays, hac mevsimi sırasında Arabistan'ın muhtelif yerlerinden Kabe'yi ziyarete gelenleri, Hz. Peygamber ile konuşturmamaya çalışanlardandı. Kureyş kabilesinden on yedi kişinin, bunlardan da yedisinin Mahzuru oğullarından olmak üzere bu faaliyeti yürüttükleri; bir müslümanın da onların söylediklerini tekzib etmek üzere yanlarında bulunduğu nakledilmiştir.

Ebu Kays, müşrikler safında katıldığı Bedir gazvesinde, bir rivayette Hz. Ali, diğerine göre ise Hz. Hamza tarafından katledilmiştir. O ve onun gibilerin Bedir'de öldürülmeleri üze­rine, Nisa suresinin 97. ayeti nazil olmuştur.115 Ayrıca Ebu Kays'ın Mekke'de öldürüldüğü rivayet edilmişse de bu zayıf bir haberdir.116

Halid b. Velid'in beşinci erkek kardeşi ise, Hişam b. Ve- lid'dir. Hişam'ın babasının vasiyetini yerine getirmek için, Ebu Uzeyhir ed-Devsi'yi öldürdüğünü yukarıda anlattık. Velid, Cahi- liye çağında oğlu Hişam'ın şarap içmesini yasaklamıştı.

Hişam, Bedir gazvesinden sonra esir olan kardeşi Velid'i kurtarmak üzere, diğer kardeşi Halid b. Velid ile Medine'ye gitti; kardeşinin diyetini verdi ve onu esaretten kurtardı.

Hişam'ın kardeşi Velid ile alakalı zikre değer bir başka faali­yeti ise, Velid'in müslüman olmasından sonra cereyan etmiştir. Bedir'den sonra esaretten kurtulan Velid müslüman olunca, Mahzuru oğullarından bazı kimseler, Hişam'ın yanına geldiler. Kendi kabilelerinden müslüman olanları yakalamak istediklerini, böylece onların yeni dine girmelerine mani olacaklarını, ayrıca başka gençleri de bu tehlikeden koruyacaklarını ona haber verdi­ler. Hişam onlara verdiği cevapta, istediklerini yapmalarını, an­cak kardeşi Velid'i sıkıştırabileceklerini fakat onun canına kıy­mamalarını tenbih etti; arkasından da şu beyti okuyup onları tehdit etti:

"Sakın onun canına kıymayın; yoksa, Allah'a yemin ede­rim ki, onu öldürürseniz, aranızdan en şerefli o/anınızı öldü­rürüm ha!"

Mahzumlu gençler, Hişam'ın bu tehdidi üzerine, hem Ve- lid'e, hem de bu kabileden müslüman olduklarını daha önce anlattığımız Ayyaş b. Ebu Rebi'a ile Seleme b. Hişam'a bir şey yapamadılar.

Hişam b. Velid, Mekke fethinden sonra müslüman oldu; Hz. Peygamber, birçok Kureyşli gibi ona da, Cirane'de, Hevazin ka­bilesinden elde edilen ganimetten hususi olarak hisse verdi. Bun­dan dolayı da Hişam, önceleri müellefe-i kulubdan sayıldı.117

Halid b. Velid'in altıncı erkek kardeşi Velid b. Velid hazret­leridir. Babasının adıyla isimlendirilen Velid'in müslüman oluşu gayet mühimdir. Ancak onun asıl büyük ve değerli hizmeti, kar­deşi Halid b. Velid'in müslüman oluşundaki gayreti ve Hz. Pey­gamber ile olan müşterek hareketidir ki, biz bu hususu, Halid'in müslüman oluşunu anlatırken ele alacağız.

Velid b. Muğire'nin çocukları arasında ilk önce müslüman olan Velid b. Velid'dir. Onun İslam öncesi hayatı hakkında he­men hiç bilgi bulunmamaktadır. Halid ile baba bir, Hişam ile anne ve baba bir kardeş olan Velid, Kureyşli müşriklerle birlikte Bedir gazvesine katılan Mahzumlular'dandı. Bu savaş sırasında Velid, Abdullah b. Cahş veya Ensar'dan Selit b. Kays tarafından esir alındı. Öyle anlaşılıyor ki Velid, Bedir gazvesindeki müslü­manların muvaffakiyeti ile Raslılullah'ın dirayeti ve şahsiyetini, savaş sırasında ve sonrasında yakından müşahede etti ve müs­lüman olmayı gönlünden geçirdi.

Kardeşleri Hişam ve Halid, esirlerin serbest bırakılması için Hz. Peygamber'in şart koştuğu fidyeyi ödemek üzere Medine'ye geldiler. Velid'i esir alan Abdullah b. Cahş, tam dört bin dirhem ödenmedikçe, onu serbest bırakmaya razı olmadı. Halid b. Velid ise bu miktarı ödemek istemiyordu. Bunun üzerine Hişam, Ha- lid'e kızıp şöyle dedi:

-Tabii o senin annenin oğlu değildir. Eğer babam da olsaydı, yemin ederim ki aynı şeyi yapardım.

Bir başka rivayette ise, Hz. Peygamber, Velid'in fidyesi karşı­lığında, babası Velid b. Muğire'nin yüz dinar değerindeki silah takımının verilmesini şart koştu. Hişam bunu kabul etti; ancak Halid b. Velid reddetti. Sonunda ikisi de bu şartı kabul ettiler ve Velid'i kurtardılar.

Her üç kardeş Mekke'ye gitmek üzere Medine'den ayrıldı­lar, Zu'l-huleyfe'ye vardıklarında, Velid kardeşlerinin yanından ayrılıp Medine'ye Hz. Peygamber'in yanına kaçtı ve müslüman oldu.

Halid ile Hişam da geri geldiler ve onu tekrar Mekke'ye gö­türmek üzere yanlarına aldılar. Halid kardeşi Velid'e:

-Madem böyle yapacaktın, babamızın değerli hatırası eli­mizden çıkmadan ve sana fidye ödenmeden önce Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tabi olsaydın ya? diye çıkıştı. Bunun üzerine Velid, kardeşi Halid'e şu cevabı verdi:

- Ben, kabilem mensuplarına ödendiği gibi benim için de fid­ye ödenmedikçe müslüman olmayı istemedim; çünkü Kureyş'in benim hakkımda 'fidye ödemekten kaçtığı için Muhammed'e tabi oldu " demesini doğru bulmadım.

Velid'in bu anlayışı ve hareket tarzı, imanının gerçekten gö­nülden ve kendi iradesiyle olduğunu gösterdiği gibi, babasının ve kabilesinin itibarına da layık, asil bir davranıştır.

Hişam ile Halid, Mekke'ye vardıklarında, kardeşleri Velid'i, Mahzum oğullarından müslüman olmuş Ayyaş b. Ebu Rebi'a ve Seleme b. Hişam'ın yanına hapsettiler, onlara eziyet ve işkence yaptılar. Hz. Peygamber, Ayyaş ile Seleme'nin kurtulmaları için dua ediyordu; Velid'in de Mekke'de hapsedilmesi üzerine, duala­rını üçü için yapmaya başladı.

Velid, ayakları bağlı hapis hayatından bir gün kurtulup kaçmaya muvaffak oldu ve Medine'ye Hz. Peygamber'e kavuştu; Muhacir müslümanlar arasına katıldı.

Hz. Peygamber, Velid'den kabiledaşları Ayyaş ve Seleme'nin durumlarını sordu. Velid, onların ayaklarının birbirine bağlı olduğunu, azap ve işkence içinde bulunduklarını anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ayyaş ile Seleme'yi kurtarmak üzere Velid'in Mekke'ye gitmesini; müslüman olduğunu gizleyen bir demircinin yanında saklanmasını; mahpuslarla temas kurup kendisinin Raslllullah'ın elçisi olduğunu, kendilerini kurtaraca­ğını bildirmesini emretti.

Velid gizlice Mekke'ye geldi; bir gece Ayyaş ile Seleme'nin yanına girdi; onların bağlarını kılıcı ile kesti ve kendilerini Me­dine'ye götürmek üzere kaçırmayı başardı.

Mahzumlu bu üç müslümanı, henüz müslüman olmamış bulunan Halid b. Velid'in takip ettiğini; ancak onları bulamadı­ğını da zikredelim.

Velid'in bu kaçış sırasında Medine'ye ulaşıncaya kadar ayak parmağının yürümekten koptuğu ve sonra da vefat ettiği rivayet edilmiştir. Ancak biz, kendisinin Hz. Peygamber ile Hicret'in 7. yılında Umretu'l-kaza için Mekke'ye gittiğini ve kardeşi Halid'e mektup yazarak, müslüman olmasını istediğini anlatan rivayetle­rin daha doğru olduğunu kabul ediyoruz.  

Halid b. Velid'in iki kız kardeşi vardı; her ikisi de Mekke fet­hinde müslüman oldular; Hz. Peygamber'e biat ettiler. Bunlar­dan Fahite, Sahran b. Umeyye ile evli idi ve kocasından bir ay önce müslüman oldu. Diğer kardeşi Fatıma ise, Haris b. Hişam ile evli idi. Bazı rivayetlerde, Haris'in ölümünden sonra Hz. Ömer'in Fatıma ile evlendiği nakledilmişse de doğru değildir. Fatıma, kocası Haris ile Suriye'ye gidip Şam'a yerleşti. Halid b. Velid, Suriye fetihleri ve sonrasında, bazı işlerini bu kardeşiyle istişare ederdi.  

MÜSLÜMAN OLUŞUNA KADAR HALİD B. VELİD

Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği

Beni Mahzuru kabilesinden Velid ile Beni Hilal'den Lübabe'den dünyaya gelen Halid'in nesebi şöyledir:

Halid b. Velid b. Muğire b. Abdullah b. Ömer b. Mahzuru b. Yakaza b. Murre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr (Kureyş) b. Malik.

Halid'in şeceresinden anlaşıldığına göre, onun beşinci gö­bekten dedesi Mahzuru, mensup olduğu kabileye adını vermiştir.

Yedinci göbekten dedesi Murre ile de nesebi, Hz. Peygamber'in nesebi ile birleşmektedir. On birinci göbekten dedesi Fihr b. Malik ise, Kureyş kabilesinin kurucusudur.120

Halid b. Velid, İslam tarihinin pek meşhur bir şahsiyeti, bü­yük bir sahabi ve fatih-kumandanı olmasına rağmen, onun do­ğumu, çocukluğu ve gençliği; hatta müslüman olduktan sonraki hayatı, ailesi ve çocukları hakkında kaynaklarımızda çok az bilgi bulunmaktadır. Doğum tarihi, kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte, doğum tarihini tespit etmemize yardım edecek bazı bilgilere sahip bulunuyoruz. Bunlar arasında, onun Hz. Ömer ile yaşıt olduğu meselesi, üzerinde durulması gereken ilk husustur.

Ashab neslinin Kureyşli bu iki büyük şahsiyeti, çocukluk ve gençliklerinde çok yakın iki arkadaştı. Aralarındaki yakınlık ve arkadaşlık, hem kabilelerinden, hem de ailelerinden ileri geliyor­du. Halid'in kabilesi Mahzum ile Hz. Ömer'in kabilesi Adiyy, Kureyş içerisinde, aynı ittifakın, Ahlafın üyesi idi.121 Diğer taraf­tan Hz. Ömer'in annesi Hanteme bint Haşim b. Muğire, Halid'in amcasının kızı idi; bir başka ifade ile Halid'in amcası Hz. Ömer'in anne tarafından dedesi idi.122      

Cahiliye çağında, bilhassa panayırlarda çok yaygın bir şekil­de güreş müsabakaları yapılırdı ve Hz. Ömer de Ukaz panayı­rındaki güreşleriyle meşhurdu. 123 Kureyş'in diplomasi işlerine bakan Adiyy kabilesinin genci Ömer ile süvari birlikleri kuman­danlığını deruhte eden Mahzum kabilesinin genci Halid, Şa'bi'nin naklettiği bir habere göre, bir gün karşı karşıya geldiler; Halid karşısında şanssız olan Ömer, bu güreşte mağlub olduğu gibi bacağı da kırıldı.124

Halid ile Hz. Ömer'in yaşıt olduğunu gösteren bu haberin, onun doğum tarihini tespit için hep zikredildiğini görüyoruz.       

Ancak bu haber ile biz, Halid'in doğum tarihini kolayca tes­pit edememekteyiz; çünkü Hz. Ömer'in doğum tarihi ve yaşı da ihtilaflıdır. tespitimize göre, Hz. Ömer'in şehid edildiğinde, 54, 55, 56, 60 ve 63 yaşında olduğuna dair rivayetler bulunmakta- dır.126 Bu farklı rivayetleri göz önüne almayan bazı yazarlar, Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'den on üç yaş küçük olduğuna dair rivayeti esas alıp onun hicretten kırk, biset-i nebeviyeden ise yirmi yedi yıl önce doğduğunu kabul ederler.

Halid'in doğumu ve yaşı üzerindeki tartışmalar arasında, Mısırlı edip ve mütefekkir Akkad'ın bir yorumuna da burada temas etmek uygun olacaktır. Merhum Akkad, çok değişik bir anlayış ve yorumla, Mekke fethi sırasındaki bir konuşmayı ele almaktadır. Hadise şu şekilde cereyan etmiştir: Mekke'nin fethe- dildiği gün, Hz. Peygamber'in amcası Hz. Abbas ile Kureyş'in teslim ve müslüman olmuş lideri Ebu Süfyan, müslüman birlik­lerin ve kabilelerin resm-i geçidini seyrediyorlardı. O sırada müslüman ordusunda yer almış olan Halid b. Velid, Beni Sü- leym kabilesinin başında, ilk geçen birliğin önünde yer alıyordu. Ebu Süfyan, bu ilk birlik komutanının kim olduğunu Abbas'a sordu. O da, "Halid b. Velid " cevabını verince, Ebu Süfyan, kız­gınlığını saklayamayarak tekrar sordu "Çocuk ha?" Abbas, "evet, Halid b. Velid " diye tekrarladı. Halid, Abbas'ın önünden geçer­ken yanındakinin Ebu Süfyan olduğunu farkedince, üç defa yük­sek sesle tekbir getirdi.127 Akkad, bu vak'ayı kendi edebi üslubu ile anlattıktan sonra, Mekke ileri gelenlerinin bir kimseye "ço­cuk" diyebilmesi için, o kimsenin 46-47 yaşından küçük olması gerektiğini, Halid'in o sıralarda (8. yıl/629 sonu) 36 veya 37 ya­şında olmasının düşünülebileceğini ifade etmektedir. Bu arada Halid'in Hz. Ömer ile güreşmesine de temas eden yazar, onların aynı yaşta olmalarının şart olmadığını; Halid'in Hz. Ömer'den birkaç yaş küçük olduğu halde, onunla güreşebileceğini ve pekala da onu yenebileceğini görüşlerine ilave etmekte; ayrıca Hz. Ömer'in hicretten kırk değil de bir iki yıl sonra; Halid'in de hic­retten otuz değil de birkaç yıl daha önce doğmuş olabileceklerini tahmin etmektedir.128

Bazı muahhar kaynaklarda, Halid'in H. 21 yılında vefat etti­ğinde altmış yaşında olduğu zikredilmiştir.129 Buna göre Halid b.Velid'in hicretten otuz dokuz yıl önce doğduğunu; Hz. Peygam- ber'e vahiy geldiğinde yirmiyedi; Hz. Peygamber'in hicreti esna­sında otuz dokuz; müslüman olduğunda ise kırk yedi yaşında olduğunu; hayatının son on dört yılını müslüman olarak yaşadı­ğını söyleyebiliriz. Bu tarihlerin kesin olmadığını; ayrıca birkaç yıl daha küçük olabileceğini de düşünebiliriz.  

Doğumundan sonra Halid, Mekke'de yaşayan ailelerde gö­rülen alışkanlığa uyularak, temiz, kuru ve sağlam bir havada, iyi bir iklimde yetişmek üzere, çöldeki bir ailenin yanına verildi. Hayatı boyunca muhafaza edeceği sağlam ve kuvvetli bir bünye­ye orada sahip oldu. Ayrıca, küçüklüğünden itibaren çölü sev­meye ve oraya sığındığında, huzur duyacağını hissetmeye başla­dı. Beş altı yaşına ulaşınca, ailesinin yanına Mekke'ye döndü.

Çocukken yakalandığı çiçek hastalığı sonucunda, yüzün­de birkaç iz kaldı; ancak bu izler, onun güzel ve aynı zamanda sert yüzünü çirkinleştirmedi. Baba ocağında ve Mekke'de, büyük ve meşhur bir ailenin çocuğu olduğunun idraki içeri­sinde yetiştirildi.

Çölden dönen Halid'in terbiyesini babası üzerine aldı; bütün Araplar'ın sahip olmayı arzu ettikleri, savaşlarda kahramanlık, cesaret ve mahareti, sağlamlık ve cömertliği ona telkin etmeye başladı. Velid, onun zihnine Muğire'nin soyundan gelen bir Mahzumlu olduğunu ve bu soyla övünmesi gerektiğini iyice yerleştirdi.131

Kureyş'in askeri ve bilhassa süvari birliklerinin sevk ve ida­resini üstlenmiş olan Mahzum oğulları, çocuklarını yetiştirirken, onların at ve develere binmelerine, bu hayvanların yetiştirilme­sine, savaş için gerekli olan diğer hususlara, süvari birliklerinin nasıl sevk ve idare edileceklerine bilhassa itina ederlerdi. Halid de bu anlayışla yetiştirildi; ata binmeyi, ok, yay, mızrak, kalkan ve kılıç kullanmayı çok iyi öğrendi. O, gerek at üzerinde, gerek yaya olarak bu silahları çok iyi kullanmaya başladı. At üzerinde savaşırken mızrakla, yaya iken kılıçla, mübarezede yani iki kişi­nin karşılıklı savaşlarında ise, ister atında ister yaya olsun, kılı­cıyla savaşmayı tercih ederdi. Araplar, kılıcı kahramanlık silahı kabul ederlerdi; çünkü bu silahın kullanılabilmesi ve insanın hasmını yenebilmesi için, kuvvet, tecrübe ve maharet sahibi ol­mak gerekirdi. Bu silahı kullananların, birbirlerine yakın olmala­rı, uzak durmamaları şarttı. Bunun için de kılıç, savaşçının gü­vendiği tek silahtı.132

Halid gençlik çağına gelince boyu uzadı, omuzları ve göğsü genişledi; ince vücudunun adaleleri kuvvetlendi; yüzünde gür sakalları çıktı. Güreş yapması ve bu spora devam etmesi de vü­cudunun gelişmesine, güçlenmesine yardım etti.

Serveti ve bahçeleriyle çok zengin bir babanın çocuğu olan Halid'in hayatını devam ettirmek için bir mesleğe, vaktini har­cayacağı bir işe ihtiyacı yoktu. O vaktinin büyük kısmını, savaşa hazırlanmakla, ata binmek ve avcılıkla geçiriyordu. Nitekim kaynaklarda, onun mesleğine dair, askerliği dışında bir haber bulunmamaktadır. Bu arada büyük bir sermayeye sahip olan babasının ticareti için, diğer Kureyşli zenginler ve onların ço­cukları gibi, Halid de birçok defa Suriye'ye, Irak ve Medain'e, Mısır'a ve Yemen'e gidiyor, çeşitli bölgeleri ve insanlarını ya­kından tanıyordu. 134

Halid, arkadaşları ve kardeşleri ile ata biner, ava çıkar; Mek­ke'deki günlerini ise şiir okumak, ensab bilgisi öğrenmek, içki içmek ve eğlenmekle geçirirdi. Arkadaşları arasında Hz. Ömer, Amr b. As, Ebu Cehil ve bunun oğlu İkrime sayılabilir. Bunlar arasında, amcası oğlu Ebu Cehil ile Amr'ın onun hayatında mü­him yerleri vardı.

Halid, babasından çeşitli savaş taktiklerini, çölün kumları üzerinde nasıl hücum edileceğini, dolaşılacağını, oradaki zorluk­ların üstesinden nasıl gelineceğini, düşmana nasıl saldırılacağını; ani baskınların ve takiplerin nasıl yapılacağını da öğrendi. Öğ­rendiklerini uygulamak için çölde çok dolaştı. Araplar'ın savaşla­rı, zaman zaman kabileler arasında karşılıklı olarak cereyan ederdi. Bununla birlikte, baskınların ve ani hücumların da yeri vardı ve bu şekildeki saldırıları onlar çok iyi biliyorlardı. Araplar, hücum ve baskınlarda, süratin, çabuk karar vermenin ve iyi bir taktik uygulamanın zaruretine ve değerine inanırlar ve bunu iyi tatbik ederlerdi.

Halid, fıtraten savaşçı bir kimse idi ve bu kabiliyetini geliş­tirecek ve yükseltecek iyi bir çevre de buldu. Kureyş'in kubbe

ve e'inne vazifeleri, onun kabilesinin bir şeref nişanesi idi. Mahzum kabilesi mensupları, Halid gibi doğuştan askeri kabi­liyetlerle mücehhez bir genci, iyi bir savaşçı ve mahir bir ku­mandan olarak yetiştirmek için ciddi bir şekilde çalışmışlardır. Şayet Halid, böyle bir çevrede, savaşçı bir kabilenin mektebin­de yetişmemiş olsaydı, kader belki de onu, İslam fetihleri esna­sındaki savaşlarda yetiştirecek, fıtratında meknuz olan kabili­yetlerini ortaya çıkaracaktı.135

Halid'in, savaş sırasında karşılaşabileceği zorluklara, çöl ha­yatının sıkıntılarına katlanabilecek şekilde, kendisini yetiştirme­ye çalıştığını anlıyoruz. Bu maksatla, çölde yaşayan bedevilerin yemeklerini yemeye alışmış olduğunu görüyoruz. Bu husustaki hadis-i şerif pek meşhurdur:

Abdullah b. Abbas'ın haber verdiğine göre, Seyfullah Halid b. Velid şunları anlatmıştır: Kendisi, Rasulullah ile beraber, Hz. Pey- gamber'in hanımı Meymune'nin yanına girdi. Meymune, Halid'in ve Abdullah'ın teyzesidir. Orada kızartılmış bir keler (kertenkele) vardı. Bunu Meymune'nin kız kardeşi Hufeyde bint Haris, Ne- cid'den getirmişti. Meymune, keleri Hz. Peygamber'e ikram etti. Rasûlüllah  kelere elini uzattı; o sırada orada bulunan kadınlardan birisi, Rasûlüllah 'a sunduğunuz yemeğin ne olduğunu kendisine haber verin, diye kadınları ikaz etti. Bunun üzerine kadınlar, o kelerdir, Ya Rasfilallah! dediklerinde Hz. Peygamber elini çekti. Bunun üzerine Halid b. Velid: Keler haram mıdır? Ya Raslılallah, diye sorunca Hz. Peygamber: Hayır, ancak o benim kavmimin toprağında bulunmaz; ben de ondan tiksindiğimi hissederim, diye cevap verdi. Halid, keleri önüne aldı ve Hz. Peygamber bakarken onu yedi; peygamber tarafından menedilmedi.

Halid'in bu şekilde yetişmiş olması, onu daima savaşçı, zafe­ri ve başarıyı arzu eden, bekleyen bir şahsiyet haline getirmiştir. Diğer taraftan Hz. Peygamber ile Kureyş arasındaki savaşlar, onun öğrendiklerini ve askeri kabiliyetlerini tatbik sahasına ko­yabilmesine imkan tanımıştır. Kureyş'in ileri gelenleri arasında yerini almaya başlayan Halid, Bedir'de Ebu Cehil'in öldürülme­sinden sonra, kabilesi adına, Mekke'nin süvari birliklerinin ku­mandanlığını deruhte etmeye başladı.137

Halid b. Velid'in yetişme çağında okuma-yazma öğrendiğini de kuvvetle tahmin edebiliriz. Tahmin ediyoruz, çünkü bu hu­susta kaynaklarda herhangi bir habere rastlayamadık. Ancak, Hz. Peygamber'in katiplerinin adları sıralanırken, Halid b. Velid'in isminin de onlar arasında yer aldığını görüyoruz.138 Bu husus bize, onun, yetişme çağında iken okuma-yazma öğrenmiş oldu­ğunu açıkça gösterir. Esasen edebi zevki son derecede gelişmiş olan babası Velid'in kültürü ve zenginliğinin, bu imkanı Halid'e sağlaması gayet tabii idi.

Halid b. Velid, İslam dinine karşı düşmanlıkta, bu dinin peygamberi Hz. Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve ona inanan müminlere karşı nefrette, tıpkı babası, kabiledaşları ve Kureyş ileri gelenleri gibi düşünüyor, hareket ediyordu. O, İslam davetini, Cahiliye çağının adet ve geleneklerini yıkan, kabile gurur ve asabiyetini ortadan kaldıran tehlikeli bir hareket olarak kabul eden Kureyşli gençler arasında yer alıyordu. Bu hususta elbette içinden çıktığı cemiyetin, yetiştiği özel ve genel çevrenin açıkça tesiri altında idi. Onun bu nefret ve düşmanlığına, gençlik gayretinin ateş ve he­yecanı ile, babasının vermekte olduğu mücadeleye iştirak etmek arzusu da tesir ediyordu. Ailesi gibi kabilesi Mahzum da, bu , Yetiştiği Muhit ve Müslüman Oluşuna Kadar-89 düşmanlığın ve mücadelenin öncülüğünü yapıyor, hicretten sonra başlayan silahlı mücadelelerde, kubbe ve e'inne vazifeleri­nin tabii sonucu olarak aktifgörevler alıyordu.

Çok iyi ata binen ve silah kullanan, askeri kabiliyetiyle te­mayüz eden Halid b. Velid, Uhud gazvesinden başlayarak, Ku- reyş ordusunda, kabilesi Mahzuru adına, süvari birliklerinin kumandanlığını deruhte etmek suretiyle, bu düşmanlığın askeri kanadında, fiilen vazife görmeye başladı. Böylece onun İslam'a karşı düşmanca tavır takınması, bu davete mani olmak ve onu önlemek için mücadelelere girişmesi, müşriklerin safında yer alması kaçınılmaz bir hal oldu.

Halid, savaşta kumandanlık mevkiine ulaştığında, babası Velid öleli henüz iki yıl bile olmamıştı. Kaynaklarda ne Mekke ve ne de Medine dönemlerinde, onun İslam ve Hz. Peygamber aleyhine sarfettiği sözlerine, faaliyetlerine, hemen hiç yer veril­memiştir. Bu hususun tek istisnası, onun iştirak ettiği savaşlar­daki askeri faaliyetleridir.

Hicretten on dokuz ay sonra yapılan Bedir gazvesine ( 17 Ramazan 2/13 Mart 624) Halid b. Velid'in iştirak ettiği pek kesin değildir. Kureyş ordusunda yer alan birçok kimsenin adı arasın­da, Halid'in ismi hiç geçmemektedir. Ancak İbn Sa'd, onun Ku- reyş'in kahramanlarından ve en şiddetlilerinden olduğunu ifade ettikten sonra, ayrıca Mekkeli müşriklerle birlikte, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına iştirak ettiğini zikretmektedir. 139 Pakis­tanlı araştırıcı İbrahim Ekrem, Bedir gazvesi esnasında Hicaz'da bulunmadığından dolayı Halid'in Bedir gazvesine iştirak etme­miş olduğunu, kaynak zikretmeksizin yazmaktadır.    

Mahzum kabilesinden Ebu Cehil'in iştirak ettiği ve Kureyş ordusunda kumandanlık vazifesi yüklenmiş olduğu göz önüne alınarak, Halid'in Bedir'de çok aktif bir rol oynamadan, sıradan bir Kureyşli gibi savaştığı kabul edilebilir. Buna mukabil, Be- dir'den bir yıl sonra vuku bulan Uhud gazvesinde onun oynadığı mühim rolü göz önüne alarak, bu gazveye iştirak etmemiş oldu­ğunu düşünmek de pekala mümkün görünmektedir.

Bedir gazvesinden sonra Halid, müslümanların eline esir düşmüş olan baba bir kardeşi Velid b. Velid'i kurtarmak için, diğer kardeşi Hişam ile Medine'ye geldi; kardeşinin fidyesini ödedi ve Mekke'ye dönmek üzere birlikte yola çıktılar. Müslü­man olmaya karar vermiş olan V elid'in kardeşlerini bırakıp Me­dine'ye kaçması üzerine çok sinirlenen Halid, tekrar Medine'ye geldi; kardeşini zorla getirip Mekke'de hapsetti. Velid bir süre sonra hapisten kaçıp Medine'ye gitti. Hz. Peygamber, Kureyş'in elinde hapis olan Ayyaş ile Seleme'yi kurtarıp Medine'ye kaçır­mak üzere onun gizlice Mekke'ye gitmesini emretti. Velid'in onları Mekke'den kaçırmaya muvaffak olması üzerine Halid'in onları takip için Usfan'a kadar gittiğini; onları ele geçiremeden geri döndüğünü, yukarıda kardeşini ele alırken anlatmıştık.(bkz. İbn Sa'd. IV, 132-3)

Halid b. Velid Uhud Gazvesinde

Halid b. Velid'in iştirak ettiği ve mühim bir rol oynadığı ilk savaş, Uhud gazvesidir. Hicretten otuz iki ay sonra; 7 Şevval 3/23 Mart 625 Cumartesi günü cereyan eden bu savaşta, 141 İslam or­dusu kumandanı Hz. Peygamber'in tespit edip uygulamaya koy­duğu strateji ile Halid'inki arasındaki münasebet, gerçekten çok dikkat çekicidir ve Uhud gazvesinin neticesini tayin etmiştir.

Bedir'de çok ağır bir mağlubiyete duçar olan Kureyşliler, in­tikam ateşi içerisinde yanıp tutuşuyorlar ve Mekke'nin lideri Ebu Süfyan'a savaş hazırlıklarına hemen başlaması için baskı yapıyor­lardı. Bedir gazvesine sebep olan Ebu Süfyan başkanlığındaki kervanın malları Daru'n-Nedve'de muhafaza ediliyordu. Bedir hezimetinden sonra, bu malların, müslümanlara karşı yapılacak intikam savaşında, sermaye olarak kullanılması kararlaştırılmış ve Ebu Süfyan'ın emrine verilmişti. Savaşta yakınlarını kaybe­denlerin intikam hisleriyle dolu olmaları yanında, müslümanla­rın Suriye-Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskın­lar düzenlemeleri de, Kureyşliler'i ayrıca heyecanlandırıyor, kor­kutuyor ve çok kızdırıyordu. 142

Hz. Peygamber ve İslam dininin gelişmekte olan gücünü ve kuvvetini ezmeyi ve Cahiliye çağı intikamını hedef alan savaşın hazırlıklarına, Bedir'den sonra başlanmış; çevredeki dost ve akra­ba kabilelerden yardım temin etmek maksadıyla çeşitli teşebbüs­lere girişilmiş bulunuyordu. Bu maksatla Kureyşliler, bazı kabile­lere elçiler göndermişlerdi. Bedir'den tam bir yıl sonra, Kureyş ve müttefiklerinin üç bin kişilik ordusu, Mekke'de toplandı. Bu or­duda, yedi yüz zırhlı asker, iki yüz süvari, üç bin deve, pek çok silah ve malzeme bulunuyordu. Safvan b. Ümeyye'nin teklifi üze­rine, on beş Kureyşli kadın da bu savaşa iştirak ettiler. Kadınlar Bedir'de öldürülmüş olan yakınlarının intikamının alınması için, askerleri def çalıp şarkı söyleyerek teşvik edip galeyana getirecek­lerdi. Bunlar arasında, Ebu Süfyan'ın iki karısı Hind bint Utbe ile Umeyme bint Sa'd; Bedir'de katledilen Ebu Cehil'in oğlu Mah- zumlu İkrime'nin karısı Ümmü Cüheym; Halid'in kız kardeşi Haris b. Hişam'ın karısı Fatıma bint Velid de bulunuyordu.

Kureyş ordusu Medine'nin kuzeyindeki Uhud dağının etek­lerindeki Kanat vadisinde, Ayneyn tepesinin etrafında, yüzleri dağa karşı, arkaları Medine'ye doğru olmak üzere karargah kur­dular. Ordunun baş kumandanı Ebu Süfyan, sağ koldaki yüz süvari birliğinin başında Halid b. Velid, sol kolda, yine yüz süva­rinin başında İkrime b. Ebu Cehil, ortada Talha b. Ebu Talha'nın kumanda ettiği birlikler bulunuyordu.144 Hz. Peygamber, Cahili- ye çağının kin ve nefret duygularıyla dopdolu ve Bedir'in intika­mını almak için galeyan halinde bulunan Kureyş ile Medine dışında savaşmak istemiyordu. Ancak bazı gençler ile, düşman ordusunun ekili arazi ve bahçelerini tahrip etmesine kızan En- sar'dan bazılarının ısrarı üzerine, Uhud'a gitmeye karar verdi. Yolda, münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy b. Sellil, üç yüz kadar adamı ile geri dönerek Hz. Peygamber ve müslümanları zor vaziyette bırakacağını umdu. Yanında kalan yedi yüz müs­lüman ile, Hz. Peygamber, Şi'b vadisinde, sırtını Uhud dağına vererek karargahını kurdu; sol tarafındaki Ayneyn tepesine, Ab­dullah b. Cübeyr kumandasında elli okçu yerleştirdi; savaşın neticesi nasıl olursa olsun, yerlerinden ayrılmamalarını onlara kesin bir şekilde emretti. Yüce Peygamber, bu emri ile İslam ordusunun arka tarafını emniyete almayı düşünmüştü. Düşman süvari birliklerinin bu tepeyi geçip müslümanlara arkadan hü­cum edebileceğini keşfeden Hz. Peygamber, bu isabetli tedbiri­nin en iyi şekilde uygulanması için, okçulara verdiği kesin emri­ni, ikinci bir defa daha tekrarlamak lüzumunu hissetti.145

Cumartesi sabahı başlayan savaşta, müslümanlar, mübareze için meydana çıkan Kureyşli rakiplerini öldürdüler, savaş kızıştı. Başta Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Ebu Dücane olmak üzere bütün müslümanlar büyük bir kahramanlık örneği vererek düşman ordusunun saflarına daldılar. Kureyş ordusu korkuya kapılıp bozulmaya ve çekilmeye başladı. Düşmanın kaçmaya başladığını gören Ayneyn tepesindeki okçular, Kureyşliler'i takip etmek ve ganimet toplamak için yerlerinden ayrılmaya karar verdiler. Kumandanları Abdullah b. Cübeyr'in ısrarı ve Hz. Peygamber'in emirlerini hatırlatması kar etmedi; kırk kadar okçu, kumandanlarını ve on kadar vefalı askeri orada bırakıp yerlerin­den ayrıldılar ve düşmanı takibe gittiler.

İşte o sırada, savaşın kaderini değiştiren Halid b. Velid oldu. Halid, Ayneyn tepesinin stratejik ehemmiyetini, tıpkı Hz. Pey­gamber gibi farketmiş ve müslümanları arkadan çevirmek sure­tiyle büyük bir darbe indirmeyi düşünmüştü. Bu maksatla o, savaşın başında birkaç defa bu tepeye, süvarileriyle saldırmış; her seferinde müslüman okçularının mukavemetiyle karşılaşıp geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Müşriklerin safında yer alan Dırar b. Hattab'ın aşağıdaki ifadeleri, o sıralardaki gelişmeleri ve Hz. Peygamber'in aldığı tedbirin Halid'i nasıl aciz bıraktığını bize göstermektedir. Kureyş ordusunun bozulmaya başladığını farkeden ve bundan dolayı hayretini saklamayan Dırar:

-   Vallahi! Onlarla çarpışmaya başlamamızla bozulup dağıl­mamız bir oldu, dedikten sonra kendi kendisine:

-  Bu, Bedir vak'asından daha şiddetli olacaktır, demiş; arka­sından da Halid'e:

-   Onlara tekrar saldırsana, diye onu teşvik etmeye başla­mıştı. Dırar bu sözünü tekrar ettikçe Halid. b. Velid kendisine:

-   Tekrar saldırabilecek bir durum görüyor musun? diyerek cevap veriyor ve okçuların orada bulundukları sürece, tekrar saldırıya geçmenin bir fayda sağlamayacağını ona tekrarlıyordu.

Nihayet okçuların yerlerinden ayrıldıklarını ve tepenin boşaldı­ğını farkeden Dırar:

- Ey Ebu Süleyman, arkana bak! diyerek Halid b. Velid'e ok­çuların yerlerinden ayrıldığını haber verdi.

O sırada Halid için büyük bir fırsat zuhur etmiş oldu. Atının gemini çekip arkasına baktı; Ayneyn tepesinin tenhalaştığını, okçuların yerlerinden ayrıldıklarını, arkadan çevirmek suretiyle İslam ordusuna hücum etmek imkanını farkeder etmez, emrin­deki süvari birliğine yeniden hücum için emir verdi. Kureyş ordusunun sol kol süvari birliği kumandanı İkrime de onun arkasından harekete geçti. Halid'in başlattığı bu saldırının so­nunda, Abdullah b. Cübeyr kumandasındaki on kadar müslü­man okçu, kumandanlarıyla birlikte şehid oldular. Halid, İslam ordusuna arka taraftan hücuma başladı. Bu beklenmedik saldırı üzerine müslümanlar arasında panik başladı; bu gelişmeyi farke- den bozulmuş Kureyş ordusu toparlanıp yeniden saldırıya geçti. Müslümanların lehine kesin bir şekilde zaferle sonuçlanacak bu savaşın kaderi, böylece değişmiş oldu.146

Başta Hz. Peygamber'in amcası Hz. Hamza olmak üzere yetmiş müslüman şehid oldu; Hz. Peygamber, miğferinin halka­ları iki şakağına battığı için yüzünden yaralandı; alt dudağı ka­nadı, dişi kırıldı. Ayrıca Raslilullah'ın öldürüldüğüne dair yalan bir haber yayıldı. Bu haber ile savaşın ateşi düştü; müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilerek Hz. Peygamber'in; müşrikler ise Ebu Süfyan'ın etrafında toplandılar; iki ordu birbirinden ayrıldı; savaş sona erdi. Kureyşliler, Bedir'in intikamını aldıkla­rını hissettiler, Hz. Peygamber öldürülememişti; ama onun en yakın akrabası, amcası Hz. Hamza şehid edilmişti; bu husus Ku- reyş'i tatmin etmişti.

Kaynaklarda, Ebu Üseyre b. Haris, Rifü'a b. Vakaş ve Sabit b. Dahdaha isimli müslümanların, Halid b. Velid tarafından şehid edildikleri rivayet edilmektedir. Halid, Uhud gazvesinde hep ok atıyor ve "Ben Ebu Süleyman'ım " diye bağırıyordu.147

Böylece veraset yoluyla Kureyşliler'in süvari birliği kuman­danlığını elinde bulunduran Halid b. Velid, katıldığı bu ilk sa­vaşta, İslam ordusunun zaferine mani olduğu gibi, dikkati, uya­nıklığı, fırsat kollaması, ani kararı ile savaşmayı çok iyi bildiğini gösterdi. Putperestliğin tarihi yazılsaydı, şüphe yok ki bu savaşa "Halid'in savaşı" adı verilirdi. Ancak Yüce Allah, Halid'i, Kendi kılıçlarından bir kılıç olarak seçti de onun adının, yalnızca iman sayfaları arasında yer almasını istedi.       48

Uhud gazvesini ve sonuçlarını, Hz. Peygamber'in şahsiyeti ve İslam tarihi bakımından ele alıp incelemiyoruz. Halid'in İslam öncesi hayatı dolayısıyla bu savaştan bahsediyor ve onun askeri kabiliyetini tespite çalışıyoruz. Ancak, burada şu kadarını ifade edelim ki, eğer müslümanlar, tıpkı Bedir gibi Uhud'da da Ku- reyşliler'e büyük bir darbe indirmiş olsalardı, Rasulullah'ın esas hedefine ulaşması, Kureyş'i İslam'a kazandırması, belki çok daha zorlaşacak, Cahiliye anlayışının beslediği kin ve intikam hisleri, daha canlı bir şekilde, bu kabilede yaşamaya devam edecek, me­sela Hudeybiye'de sağlanmış olan imkan ve feth-i mübin gerçek­leşememiş olacaktı.149 Nitekim, bu anlayışımızı teyid eden bir başka gelişme, Hendek savaşında vuku bulmuştur.

Halid b. Velid Hendek Gazvesinde

Müslüman olmadan önce Halid b. Velid'in katıldığı diğer bir savaş da Hendek gazvesidir. Kureyş ve müttefiklerinin hü­cumuna karşı Hz. Peygamber'in Medine'nin etrafına hendekler kazdırmasından dolayı bu adla bilinen savaşa "Ahzab" gazvesi de denilmektedir ve Kur'an-ı Kerim'deki 33. surenin adı olmuştur. Topluluk, cemaat, zümre ve parti manasına gelen "Hizb" kelime­sinin çoğulu olan Ahzab, bu savaş dolayısıyla, Kureyş başta ol­mak üzere, Gatafan oğulları, Fezare ve Eşca' oğulları, Süleym oğulları, Murre oğulları, Kinane ve Sakif gibi Arap kabileleri ile Medine'den Hayber'e sürülmüş olan Beni Nadir yahudileri ve daha sonra bunlarla işbirliğine girişmiş olan ve Medine'de kalan son yahudi kabilesi Beni Kureyza'nın meydana getirdiği ittifaka verilen isimdir. Bu ittifakın hedefi, Hz. Peygamber ve müslü­manları yoketmek, İslam dininin intişarına mani olmaktı. Yapa­cakları savaş ile Kureyşli müşrikler, Medine İslam devletine karşı çok geniş çaplı bir saldırıyı hedef almışlardı. Ancak onların bu çabaları sonuçsuz kalacak ve Medine'ye bir daha saldırmaya artık ne güçleri ve ne de cesaretleri kalacaktı. Onlarla işbirliği yapanla­rın cezalandırılmaları, çok kısa denilebilecek bir zaman içerisin­de yerine getirilerek İslam'ın zaferi sağlanacaktı.

Düşman ordusunun sayısı, Kureyş ve Ehabişliler'inki dört bin olmak üzere on bine ulaştı. Orduda üç yüz at, bin beş yüz deve vardı ve ordu kumandanlığını yine Ebu Süfyan yapıyordu. Kureyş ordusu, Medine'nin kuzeyinde RCıme'de Cürf ile Zegabe arasında karargah kurdu; düşman ordusundaki müttefiklerin askerlerine ait iki ayrı karargah daha vardı.

Hz. Peygamber, Kureyş'in bütün siyasi ve askeri faaliyetleri­ni yakından takip ediyordu. Huza'alılar, Kureyş'in büyük bir ordu ile Medine üzerine yürümeyi kararlaştırdığını Hz. Peygam- ber'e bildirmişlerdi. Uhud gazvesinde alınan dersten sonra, Me­dine'den ayrılmadan şehrin müdafa edilmesi kabul edildi. Şehrin üç tarafı donuk lavlarla ve hurma ağaçlarıyla çevrili olmasından dolayı, yalnızca kuzey tarafına, düşman süvari birliklerinin hü­cumuna açık olan yerlerine, o zamana kadar Arabistan'da hiç bilinmeyen hendeklerin kazılması kararlaştırıldı. İslam ordusu­nu teşkil eden üç bin kişi, hendek kazma işini altı günde tamam­ladı. Hz. Peygamber, kadın ve çocukların, kale ve hisarlara yer­leşmelerini emretti; ordunun arkası dağa, ön tarafı hendeğe bakmak üzere, Sel' dağının eteklerinde karargah kurdu; hendeğin derin olmayan zayıf noktaları ile bazı geçiş yerlerine nöbetçiler yerleştirdi.

Hz. Peygamber, düşmanın sayıca üstünlüğü yanında, kan dökülmesini istemeyişinin de sonucu olarak, meydan savaşı yapmak istemiyordu. Rasûlüllah 'ın Kureyş'e karşı uyguladığı strateji, müslümanların gücünü göstermek, ticaret yolu dolayı­sıyla onların kendisine muhtaç olduklarını hissettirmek, İslam dininin ve İslam devletinin varlığını benimsetmekti.

Kureyşliler ve müttefikleri, hendekleri görünce şaşırdılar. O sıralarda Araplar'ın, kuşatma savaşını bilmemeleri yüzünden, hendek önünde yapabilecekleri tek şey, süvari birliklerinin hen­deği geçmek için gayret etmeleri olmuştur. Buna mukabil, hen­değin diğer tarafında mevzilenmiş müslümanların, hendeği geçmeyi başarsalar bile düşman süvarilerine karşı kolaylıkla üs­tünlük sağlayabilecekleri açıkça belli olmuştur. Bununla birlikte müşrikler, her gece, hendekten geçip baskınlar düzenlemek için fırsat kollamaya başlamışlardı.

Halid b. Velid bu savaşta da süvari birliklerine kumanda etmekteydi. Kaynaklarda, hicri 5 yılı Şevval veya Zilkade ayında (Şubat-Mart 627) cereyan ettiği bildirilen Hendek gazvesinde, 150 muhasaranın on beş veya yirmi üç, yirmi dört gün kadar devam ettiği zikredilmiştir. Muhasara esnasındaki gelişmelerin hepsine temas etmeksizin, yalnızca Halid b. Velid'in, neticesiz bazı hü­cum teşebbüslerine işaret etmekle yetineceğiz.

Halid b. Velid, müslümanların gaflet anını yakalayıp hende­ğin dar ve sıçrayarak geçilebilecek yerlerini tespit etmek ve ora­dan hücuma geçmek üzere Amr b. As ile keşiflerde bulunuyor­du. Onun bu şekildeki faaliyetlerini, savaş esnasında bizzat mü­şahede eden Muhammed b. Mesleme şunları anlatmıştır:

Halid b. Velid, o gece, yüz süvari ile Akik vadisinden hareket edip Mezad'a kadar ilerlediler; Hz. Peygamber'in çadırının hiza­sında durdular. Oradaki askerler korktular; Hz. Peygamber'in çadırını bekleyen askerlerden o sırada namaz kılmakta olan Ab- bad b. Bişr'e, "basıldın" diye seslendim; bunun üzerine o, hemen rükfıa sonra da secdeye vardı. Halid, yanında üç süvari ile hende­ğe doğru ilerledi; ben onların şunları söylediklerini işitiyordum:

-    İşte Muhammed'in çadırı! Ok atın!

Ok attılar; biz hendeğin bir tarafında, onlar diğer tarafında, karşılıklı ok atmaya başladık. Sonra biz arkadaşlarımızın yanı­na, onlar da kendi arkadaşlarının yanına döndüler. Bizden de onlardan da yaralananlar oldu. Daha sonra Halid ve arkadaşla­rı, hendeğin kenarını takip ederek oradan ayrıldılar; biz de on­ları diğer kenarından takip ettik. Bu şekilde nöbet yerlerine kadar onları takip ettik. Her nöbet yerinde, bize karşı koyan ve savaşan askerlerle karşılaştık ve bu şekilde Ratic'e kadar ilerle­dik. Halid ve askerleri orada uzun bir süre kaldılar, çünkü on­lar, Beni Kureyza yahudilerinin Medine'nin merkezine hücum etmelerini bekliyorlardı.

Biz, Seleme b. Eslem'in süvarileriyle Medine'yi müdafaa et­mekte olduğunu düşünüyorduk ki Seleme ve yanındaki süvarile­ri, ansızın Ratic'in arka tarafına geldiler, Halid b. Velid'in süvari birliğiyle çarpışmaya başladılar; birbirlerine girip savaştılar, bir koyunun sağılacağı kadar kısa süren bu çatışmadan sonra, Ha- lid'in süvarilerinin dönüp kaçtıklarını gördüm. Seleme, bu süvari birliğini, geldikleri yere kadar kovaladı. Ertesi günü, Kureyşliler ve Gatafanlılar, şu sözleriyle Halid'i itham ettiler:

-   Hendek'te bulunanlara ve karşına çıkanlara ne yaptın?! Onların bu ithamına kızan Halid:

-   Bu gece ben oturacağım! Yeni süvari birlikleri gönderin de ne yapacaklarına bakayım! diye cevap verdi. ısı

Başta Ebu Süfyan olmak üzere, İkrime b. Ebu Cehil, Amr b. As, Dırar b. Hattab gibi kumandanların, süvari birliklerinin ba­şında, her gece birisi olmak üzere, Mezad ile Ratic arasında, hendekten geçmek üzere harekete geçtiklerini ve bir sonuç ala­madıklarını kaynaklardan öğreniyoruz. ı52

Muhasaranın uzamasından ve bir netice alınamamasından huzursuz olan Kureyşliler, topyekün bir hücum için harekete geçtiler. Ebu Süfyan kumandası altında, aralarında Halid b. Ve- lid'in de bulunduğu süvari birlikleri kumandanlarının bu ha­rekatı neticesinde, beş kişi hendeği geçmeye muvaffak oldu. Ha- lid bunlar arasında bulunmuyordu. Hz. Ali yapılan mübarezede, bu beş kişiden birisi olan Amr b. Abd'ı öldürdü; diğerleri kaçtılar ve bu taarruz da sonuçsuz kaldı. Halid b. Velid, emrindeki süvari birliği ile bu saldırı esnasında, Hz. Peygamber'in çadırı hizasın­daki bölgede, çok şiddetli bir savaşa girişti; gece geç saatlere ka­dar devam eden ve okların atıldığı bu hücum sırasında, Hz. Pey-

gamber ve etrafındaki müslümanların, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılamadıkları rivayet edilmiştir. Bu saldırı sıra­sında Halid b. Velid, Enes b. Evs'i okla şehid etti.153

Umumi taarruzdan bir netice alınamaması, Beni Kureyza yahudileriyle ihtilafa düşülmesi yanında, Yüce Allah'ın Ahzab suresi 9. ayetinde haber verdiği, "görünmeyen askerler" ile estir­diği "fırtına" sonucunda, Kureyş'in başkumandanı Ebu Süfyan'ın morali bozuldu ve Mekke'ye dönmeye karar verdi. Kureyş ordu­su dönerken, Halid b. Velid, iki yüz süvarinin başında Amr b. el- As ile birlikte, müslümanlardan gelebilecek ani bir hücuma kar­şı, ardcılık vazifesini üstlendi. 154

Hz. Peygamber'in hendek kazdırmak gibi çok değişik bir strateji takip ederek Medine'yi müdafaa etmesi yanında, Halid b. Velid ile alakası olmaması hasebiyle burada üzerinde hiç dura­madığımız istihbaratı ve gizli ajanları vasıtasıyla "Ahzab"ı parça­lamaya muvaffak olması, bu savaşta müslümanlara üstünlük sağlamıştır. Hendek gazvesi, İslam tarihinde, bir savaşta, siyaset ve diplomasinin istihbaratla birleştirilerek çok başarılı bir şekilde uygulandığını gösteren ilk harptir.

Halid b. Velid bu savaşta, Kureyş ordusundaki süvari ku­mandanlığı mevkiini devam ettirmiş; bazı başarısız hücumlarıyla temayüz etmiştir. Kureyş'in Medine İslam devletine karşı son çabası olan Hendek savaşındaki bir tecelliye dikkatinizi çekmek istiyoruz. Kureyş'in çekilmesi sırasında, kaderin beraberce müs­lüman olmayı nasib ettiği Amr b. el-As ile ordusunun arkasını emniyete almakla Halid b. Velid, adeta "İslam'a dön': ilahi emri verildiğinde, en başta yer alacağı büyük tecelliyi belki de gayr-i şuuri olarak yaşamaya başlamıştı...

Halid b. Velid Hudeybiye'de

Müslüman olmadan önce Halid b. Velid'in Hz. Peygamber ve müslümanlarla son defa karşı karşıya gelmesi Hudeybi- ye'dedir. Bilindiği üzere Hz. Peygamber, gördüğü bir rüya üzeri­ne, hicretinden beri ilk defa Mekke-i Mükerreme'ye gitmeye ve umre ziyareti yapmaya niyet etti. Bu kararını Ashabına da bil­dirdi ve umre için hazırlanmalarını emretti. Hz. Peygamber'in bu rüyasının Yüce Allah tarafından Kur'an-ı Kerim'de tasdik edildiğini görüyoruz:

"Andolsun ki Allah, peygamberinin rüyasının gerçek olduğu­nu tasdik eder... " (Fetih 48/27)

Hz. Peygamber, 6 yılı Zilkade ayının başı Pazartesi günü, Ashabıyla birlikte Medine'den ayrıldı. Yanına yetmiş kurbanlık deve aldı. Müslümanlar, beraberlerinde, yalnızca yol silahı kılıç­larını aldılar. Umre için Hz. Peygamber ile birlikte Medine'den ayrılan ve yolda kafileye katılan sahabinin sayısı hususunda, kaynaklarda bin dört yüz, bin beş yüz ve bin altı yüz rakamları verilmektedir. 155

Zu'l-Huleyfe'de ihrama girildi. Burada bazı sahabilerin, Hz. Peygamber ile silahsız olarak Mekke'ye gitmenin doğru olmaya­cağı hususunda fikir beyan edip konuştuklarını görüyoruz. Bun­lar arasında Hz. Ömer:

- Silahsız olarak çıkmamızdan dolayı Ebu Süfyan ve adamla­rının bize bir zarar vermelerinden korkmuyor musun ya Rasulal- lah? diyerek endişesini dile getirince Hz. Peygamber kendisine şu cevabı vermiştir:

-   Bilmiyorum; ancak umreye giderken silah taşımayı sevmi­yorum. Bu arada Ensardan Sa'd b. Ubade:

-   Ey Allah 'ın elçisi! Yanımızda silahlarımızı götürsek de, şa­yet Kureyş'ten bir musibet görürsek, onlara karşı hazırlanmış olsak dedi. Hz. Peygamber:

-  Silah taşımayacağım; çünkü ben yalnızca umre için çıkıyo­rum, buyurdu.    56

Hz. Peygamber'in Zu'l-Huleyfe'de Ashabıyla arasında ge­çen bu konuşmalardan sonra yalnızca yol silahı olan kılıçlarla yola devam edildiğine dair yaygın ve bilinen haberler yanında, daha farklı ve Halid'i ilgilendiren bir diğer rivayet daha vardı: Bu rivayet, Taberi'nin hem tarihinde, hem de tefsirinde zikre­dilmiştir. Taberi, İbn Ebza'nın rivayet ettiği bu haberi tarihine almadan önce:

"Ravilerden bazıları, Halid b. Velid'in o sırada müslüman olarak Rasulullah ile bulunduğunu söylerler "157 şeklinde adeta okuyucunun dikkatini çekmektedir. İbn Ebza'nın haberi aynen şöyledir:

"Hz. Peygamber kurbanlıklarla yola çıktı; Zu'l-Huleyfe'ye vardığında Ömer ona şunları söyledi:

-  Ey Allah'ın Elçisi! Seninle savaş halindeki bir kavmin yanına silahsız ve atsız giriyorsun!

Bunun üzerine Hz. Peygamber Medine'ye birisini göndererek oradaki bütün silah ve hayvanları getirtti. Mekke'ye yaklaştığında, onu şehre bırakmadılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber Mina 'ya geldi ve oraya indi. O sırada ajanı, "İkrime b. Ebu Cehil, beş yüz kişilik bir birliğin başında sana karşı koymak üzere çıktı" haberini getirdi. Bunun üzerine Rasulullah Halid b. Velid'e şöyle dedi:

-   Ey Halid! İşte amcanın oğlu! Süvarileriyle sana geliyor! Bu sözler üzerine Halid:

-    Ben, Allah 'ın kılıcıyım, elçisinin kılıcıyım; Ey Allah 'ın Elçisi! Beni istediğin yere gönder! dedi. O günden itibaren Halid'e Sey- fullah (Allah'ın kılıcı) unvanı verildi. Hz. Peygamber, onu Kureyş süvarilerinin üzerine gönderdi. O, İkrime ile iki dağ arasındaki geçitte karşılaştı; onu mağlup ederek, Mekke duvarlarının arkası­na çekilmeye mecbur etti; bu şekilde üç defa saldıraya geçip her seferinde onu Mekke'ye doğru çekilmek zorunda bıraktı. Bu mü­nasebetle Yüce Allah şu ayetleri inzal buyurdu: "Sizi onlara üstün kıldıktan sonra, Mekke bölgesinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan geri tutan, savaşı önleyen O'dur ... " dan diğer ayetin sonuna kadar (Fetih 48/24-25). Onlara karşı üstün kılma­sına rağmen Allah, Peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem), süvarilerin bilmeden Mekke'de kalmış olan müslümanları atlarının altında çiğnemele­rini doğru bulmadığı için, savaş yapmaktan menetti. "158

Bu uzunca haberdeki bazı noktaları, açıklığa kavuşturmak icab ediyor. Bunlardan ilki, Hz. Peygamber'in Zu'l-Huleyfe'de iken, Medine'deki bütün silahları ve atları getirtmesidir. Üstad Hamidullah, Taberi'deki bu haberi, Hz. Peygamber'in " ... Şura 'sının tavsiyesine uyarak kilit ve mühür altında muhafaza ettiği resmi silah deposunu. .. " getirttiği şeklinde anlayıp kabul etmektedir.159 Halbuki bu husus, Hz. Peygamber'in yalnızca yol silahı kılıç ile Mekke'ye gidilmesini kararlaştırdığına dair rivayet­lerden farklıdır ve doğru olmaması gerekir.

İkinci husus, Mina'da İkrime b. Ebu Cehil ile Halid b. Ve- lid'in üç defa karşı karşıya gelip çarpışmalarıdır. Bu husus da doğru değildir; Hudeybiye'de, hiçbir şekilde savaş veya saldırı vuku bulmamıştır, Hz. Osman'ın öldürüldüğüne dair haber gelmesi üzerine Hz. Peygamber Ashabından biat alarak Kureyşliler'le savaşmaya ramak kalan gelişmeler olmuştur; ancak sonunda savaş değil barış vuku bulmuştur. Bize öyle geliyor ki, İbn Ebza'nın bu rivayeti, Mekke fethine ait bazı haberlerle karıştırılmıştır.

Üçüncü husus, bizi burada en çok alakadar eden nokta olup Halid b. Velid'in Hudeybiye'de müslüman olduğunu haber ver­mesidir. Halid'in Hudeybiye'den önce veya Hudeybiye'de müs­lüman olduğu; İkrime b. Ebu Cehil ile savaştığı doğru değildir. Başta Buhari hadisi olmak üzere, hemen bütün kaynaklarda, bu rivayeti nakleden Taberi'nin Tarih'i de dahil, Halid'in Hudeybiye'de, müşriklerin safında yer aldığını haber veren rivayetlerin olduğunu biliyoruz. Bu mesele üzerinde aşağıda geniş bilgiler verilirken kaynaklara işaret edileceği gibi, onun müslüman oluş tarihini ele alırken de bu noktaya bilhassa temas edilecektir.

Hudeybiye mevzuuna bıraktığımız Zu'l-Huleyfe'den itiba­ren devam etmeye başlamadan önce, bir başka noktaya da dikkat çekmek istiyoruz. Hudeybiye, Hz. Peygamber'in gazvelerinden birisi midir? Yoksa, hicretten sonra Hz. Peygamber'in ilk defa umre için Mekke'ye seyahati midir? Hz. Peygamber umre için yola çıkmıştır ve beraberindeki Ashabının yalnızca yol silahı kılıçlarını beraberlerinde götürmelerine izin vermiştir. Bununla birlikte, İslam tarihi kaynaklarında, Hudeybiye için iki ayrı ifa­denin zikredildiğini görüyoruz. Bunlardan bir kısmına göre Hu- deybiye gazvedir; diğer bazılarında ise, Hudeybiye, gazve olarak ele alınmamaktadır. Mesela Vakıdi, Hz. Peygamber'in hayatında çok mühim bir mevkii olan bu hadise ile alakalı gelişmeleri, "Hudeybiye Gazvesi" başlığı altında ele almaktadır. Esasen Va- kıdi, Kitabu'l-Meğazf adlı eserinde, Hz. Peygamber'in başta Mekke devri olmak üzere, hayatı ve şahsiyetine dair muhtelif mevzulara hiç yer vermemiştir; o yalnızca Medine devrindeki gazve ve seriyyeleri ele almış ve bunlar arasında Hudeybiye'ye de yer vermiştir.160

Buna mukabil, İbn İshak'ın eserine istinaden kitabını yazan İbn Hişam ise, Hudeybiye'yi gazve olarak değil, "Hudeybiye İşi" veya "Hudeybiye'nin Durumu" diye tercüme edebileceğimiz "Emru'l-Hudeybiye" başlığı altında ele almıştır; bir başka ifade ile bu vak'ayı" gazve" telakki etmemiştir.161

Kureyşliler'in Mekke devrindeki on iki yıl devam eden düş­manlıklarının neticesinde müslümanların Medine'ye hicret et­melerinden sonra, Medine ile Mekke arasında savaş durumu ve hukuku başlamıştı. Bunun tabii sonucu olarak Hz. Peygamber, Kureyş kervanlarına karşı bazı seriyye ve gazveler tertip etmiş; Bedir savaşında da onları kesin ve ağır bir şekilde mağlup etmiş­ti. Bu meşhur savaşın intikamını almak üzere Kureyşliler de Uhud ve Hendek savaşlarını hazırlamışlardı. Hz. Peygamber umreye karar verip Mekke'ye doğru yola çıktığında, Kureyş ile müslümanlar arasındaki savaş durumu devam ediyordu. Bu bakımdan Hz. Peygamber, bazı tedbirler almak zaruretini his­setmişti. Bunlar arasında, Huza'a kabilesinden Büsr b. Süfyan el- Ka'bi'nin Mekke'ye gönderilmesini; Sa'd b. Zeyd el-Eşheli'nin, keşifve öncülük yapmakla yirmi kişilik süvarinin başında vazife- lendirilişini zikredebiliriz.

Büsr, hicri 6 yılı Şevval ayının son günlerinde Hz. Pey- gamber'i ziyaret için Medine'ye gelmişti. Memleketine dön­mek isteyince Hz. Peygamber umre için niyet ettiklerini ve beraberce yola çıkabileceklerini ona söylemişti. Zu'l- Huleyfe'de Hz. Peygamber onu, önden Mekke'ye gönderdi; umre niyetiyle yola çıktığı haberini Kureyşliler'e ulaştırmasını ve onların bu habere nasıl bir aksülamel göstereceklerini öğ­renmesini emretti. 162

Büsr Mekke'ye gitti; Kureyşliler'in Hz. Peygamber'in umre niyetiyle Mekke'ye doğru Ashabıyla gelmekte olduğunu öğren­miş olduklarını tespit etti. Hz. Peygamber'e haber ulaştırmak üzere Mekke'den ayrıldı; Usfan'a çok yakın Gadiru'l-Eştat'ta Hz. Peygamber ile buluştu.163

Büsr'ün verdiği haberlere göre, Raslılullah'ın Ashabı ile Mekke'ye gelmekte olduğunu öğrendiklerinde Kureyşli müşrik­lerin ileri gelenleri toplandılar ve bu mühim gelişmeyi müzakere etmeye başladılar. Aralarında Hz. Peygamber'in askerleriyle bir­likte, umre yapmak bahanesiyle Mekke'ye girmek ,istediğini; halbuki Araplar'ın, onunla kendileri arasında savaş halinde ol­duklarını bilmelerinden dolayı, Hz. Peygamber'in sanki savaş yapıp da zorla Mekke'ye girmiş gibi kabul edileceğinden buna asla razı olamayacaklarını kararlaştırdılar. Bu hedeflerine ulaşa­bilmek için de Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr ve İkrime b. Ebu Cehil'e bu işi havale ederek, yapılacak şeylerin onlar tarafın­dan kararlaştırılmasını istediler.

Safvan, Usfan önündeki vadide bulunan Gamim164 adlı kara dağa, Halid b. Velid kumandası altında iki yüz süvari birliğinin gönderilmesini teklif etti. Onun bu teklifi kabul edildi. Ayrıca Sakif kabilesi ile Ehabiş'ten asker topladılar; Hz. Peygamber ve müslümanların Kabe'ye, Mescid-i Haram'a girmelerine mani olmaları için bu askerler, Beldah'ta karargah kurdular. Bu arada Veza' dağına, başlarında Hakem b. Abdümenafın bulunduğu on tane gözcü yerleştirdiler.165

Hz. Peygamber, Halid'in bulunduğu dağın eteklerindeki va­diye kadar geldi; kendisini takip eden Halid b. Velid, Hz. Pey- gamber'in konakladığı yere yaklaştı; Hz. Peygamber'in Ashabına baktı; emrindeki iki yüz süvariyi, Mekke (Kıble) ile Hz. Peygam­ber arasına yerleştirdi. Hz. Peygamber de, onun karşısına süvari­leri yerleştirmesi için Abbad b. Bişr'e emir verdi. Öğle vakti olunca Bilal-i Habeşi hazretleri ezan okudu ve kamet getirdi; Hz. Peygamber kıbleye yöneldi; Ashabı da arkasında saf bağlayıp namaz kıldılar; namazdan sonra da eski yerlerini aldılar. Halid b. Velid, Hz. Peygamber ve müslümanlar namazlarını kıldıktan sonra, yanındakilere şunları söyledi:

-   Onlar gaflet içindeydiler; keşke onlara saldırsaydık; bir kıs­mını öldürürdük. Fakat zarar yok, nasıl olsa, canlarından ve ço­cuklarından dahafazla sevdikleri namazın vakti tekrar gelecektir...

Bu haberi rivayet eden İbn Abbas'ın naklettiğine göre, öğle ile ikindi namazları arasında, Cebrail, Nisa suresinin 102. aye­tini Raslllullah'a getirdi. Hz. Peygamber de ikindiyi, karşısında Halid'in süvarilerinin bulunduğu kıble tarafına yönelerek, As­habı da iki saf halinde "korku namazı" (Salatu'l-havf) şeklinde kıldırdı.  

Hz. Peygamber'in öğle namazını kıldıktan sonra ikindiyi korku namazı şeklinde kıldırmasının, onu seyreden ve yaptığı değişikliği farkeden Halid b. Velid'e çok tesir etmiş olduğunu öğreniyoruz. Müslüman oluşunu ele alırken, birazdan geniş bir şekilde incelemeye çalışacağımız onun kendi ifadeleri arasında, bu hadise üzerine, içinden şunları geçirmiş olduğunu, sonradan itiraf etmiştir:

"... Muhammed'e karşı şu savaş yerlerinin hepsinde bulun­dum; bulunduğum bu savaş yerlerinin hepsinden, her seferinde, kendimi, bulunmamam gereken bir yerde bulunuyor hissederek ve Muhammed'in muhakkak üstün geleceğini görerek ayrıldım! Aynı şekilde, Rasulullah Hudeybiye'ye geldiğinde de, ben yine müşrik süvarilerin başında, onun karşısına çıktım; Ashabının başındaki Rasulullah 'ı, Usfan'da karşıladım; onun karşısına dikildim; ken­disini hedef aldım. O, bizden emin olarak, Ashabına öğle nama­zını kıldırdı; ona baskın yapmayı istedik; sonra buna azmedeme­dik -böylesi hayırlı da oldu. - Ancak o, içimizden geçenleri sezdi de, Ashabına ikindiyi, korku namazı şeklinde kıldırdı. İşte o sıra­da, şu hakikat benim için açıkça ortaya çıkmış oldu ve kendi ken­dime: 'Bu Adam korunmuştur' dedim!... "167

İşte Halid b. Velid'in, Hz. Peygamber'e, İslam'a, Kur'an'a ve müslümanlara karşı düşmanlığının ve küfürdeki ısrarının sona ermeye başladığı an böylece gelmiş oldu.

Hz. Peygamber, Mekke'nin batı tarafında, 17 km. uzaklıkta­ki Harem hududunda, Cidde yolu üzerinde bulunan Hudeybi- ye'de konakladı; niyet etmiş olduğu umre için Mekke'ye gireme­di; Kureyş buna müsaade etmedi. Ancak onlarla akdettiği Hu- deybiye musalahası sayesinde, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, "Feth-i mübin"i gerçekleştirdi, İslam tarihinde çok mühim bir kıymeti olan bu andlaşmanın esasları şunlardır:

-   Müslümanlar o yıl Kabe'yi ziyaret etmeyecekler, Medine'ye dönecekler,

-   Ertesi yıl umre için geldiklerinde, Kureyşliler, Mekke 'yi üç gün boşaltacaklar,

-   Mekke'ye iltica eden hiçbir kimse Medine'ye iade edilmeye­cek; buna mukabil:

-              Medine'ye iltica eden Mekkeliler ise Kureyş'e iade edilecek,

-   Diğer kabileler, istedikleri tarafla andlaşma yapabilecekler; onlara karşı, iki taraf da tarafsız kalacak,

-              Andlaşma on yıl yürürlükte kalacak. 1 8

Halid b. Velid'in hayatını ve şahsiyetini ele almaya çalıştığı­mız bu eserde, Hudeybiye andlaşması öncesindeki, esnasındaki ve sonrasındaki gelişmelere temas etmek yerine Hudeybiye ant­laşmasıyla alakalı olmak üzere, Halid b. Velid'in şahsiyeti ve müslüman olmasıyla yakından irtibatı olan üç ayrı hususa temas ederek bu mevzuya son vermek istiyoruz.

Bunlardan ilki, bu andlaşmanın, İslam dininin yayılmasına büyük bir imkan hazırladığına dair İmam ez-Zühri'nin aşağıdaki ifadeleri, doğrudan doğruya Halid b. Velid ile alakalıdır:

"...Hudeybiye musalahası akd edilince, savaş sıkıntıları kal­madı; insanlar biribirlerine karşı emniyet içerisinde oldular. Kim İslamiyet'ten bahsetse, biraz düşünüp akletse, hemen bu dine girmeye başladı; öyle ki şirkte ve harpte müşriklerin en başta ge­lenleri, Amr b. el-As ile Halid b. Velid ve benzerleri İslamiyet'e girdiler... " 169

İkinci husus ise, Hudeybiye musalahasının esasına göre, bir yıl sonra (7. yıl) umre yapmak (umretu'l-kaza) üzere Ashabı ile Mekke'ye gelen Hz. Peygamber, Halid'i görememiş; gözleri onu aramış; kendisinin iman edip müslümanlar arasındaki şerefli yerini almasını gönülden istemişti. İşte Rasulullah'ın bu teveccü­hü aşağıda genişçe ele alındığında görüleceği üzere Halid'in müs­lüman oluşunu sağladı.

Üzerinde düşünülmesi gereken son husus, Halid p. Velid'in, Hudeybiye musalahası yapıldıktan sonra, kendi kendisine söyle­dikleridir:

"Geriye ne kaldı? Gidiş nereye? Necaşi'ye mi? O da, Muham- med'e tabi oldu! Ashabı onun yanında emniyet içindeler.

"Dinimden çıkıp hırıstiyanlığa veya yahudiliğe girip Herak- lius'a mı gideyim?! Yoksa kendilerine tabi' olarak acemlerle mi yaşayayım!? Veya, kalanlarla beraber evimde yaşamaya devam mı edeyim?!.. "170

İnsanı, kendi kendisiyle karşı karşıya getiren, ruhi buhrana sürükleyen, şirkten şüpheye götüren sorular ve huzursuzluklar, Halid'in içine bir kurt düşürerek akıl ve gönlünü imana, İslam'a çağırmaya başlamış; Allah'a ve Rasfil'üne ulaştırmıştır.

İKİNCİ BÖLÜM

HALİD B. VELİD'İN MÜSLÜMAN OLUŞU

Uhud, Hendek ve Hudeybiye'den sonra, Halid b. Velid'in müslüman olduğunu görüyoruz. Onun müslüman oluşunu, Kureyş'in kurmay heyetinden bir kumandanın karargahını ter- kedip karşı tarafa geçmesi, saf değiştirmesi şeklinde anlamamız mümkündür. Ancak bu geçiş, savaş meydanında veya bir muha­rebenin kaybedilişinden sonra, fevri bir kararla vuku bulmuş değildir. Halid'in İslam dinini kabul edişine, hidayete ulaşmasına dair haberler, gerçekten dikkatimizi çekecek zenginlikte ve kah­ramanımızın şahsiyetini yakından tanımamıza yardım edecek muhtevadadır.

Halid b. Velid gibi kahraman bir askerin ve büyük bir ku­mandanın müslüman olması, müslümanların maşeri vicdanında çok mühim tesirler icra etmiştir. Diğer taraftan, Amr b. el-As ile Osman b. Talha'nın da onunla birlikte müslüman olduklarını ilan edip Medine'ye hicret etmeleri ve Hz. Peygamber,e beraber­ce biat etmeleri, bu tesirin vüsatini daha da artırmış; bu hususta­ki haberlerin çoğalmasına sebep olmuştur. Bu haberleri, onun hangi tarihte müslüman olduğunu bildiren rivayetleri ele alarak incelemeye başlamak istiyoruz.

Kaynakların tetkikinden sonra, Halid b. Velid'in Hicretin 5, 6, 7 veya 8. yıllarında müslüman olduğunu haber veren rivayet­lerin bulunduğunu görüyoruz. Biz, bu rivayetler arasında, birçok kaynak ve araştırma sahipleri gibi, onun 1 Safer 8 (31 Mayıs 629) tarihinde müslüman olarak Medine'ye geldiğini ve orada, Asha­bın huzurunda Hz. Peygamber'e biat ettiğini kabul ediyoruz; diğer rivayetleri henüz ele almadan, ulaştığımız bu neticeyi baş­tan bildirerek, kabul edemediğimiz diğer tarihleri sıra ile değer­lendirmeyi uygun görüyoruz.

Halid b. Velid'in hicretin 5 yılı Şevval veya Zilkade ayındaki (Şubat-Mart 627) Hendek gazvesini müteakip yapılan Beni Ku- reyza savaşından hemen sonra müslüman olduğuna dair bazı rivayetler bulunmaktadır. İbn Abdilberr, Halid b. Velid'in müs­lüman olduğu ve hicret ettiği tarihin tespitinde ihtilaf olduğunu belirttikten sonra, diğer yıllara ait rivayetler arasında, 5. yıl riva­yetini de zikretmektedir.171 Aynı müellif, yazdığı siyer kitabında, Halid, Amr ve Osman b. Talha'nın müslüman oluş tarihlerini, 7. yıl Zilkade ayındaki (Mart 629) umretu'l-kazadan önce veya sonra şeklinde vermekle yetinmek suretiyle, 5 yılına ait rivayeti kabul etmediğini göstermiştir.172 İbnü'l-Esir bu rivayeti naklet­tikten sonra, "doğru değildir" şeklinde, İbn Hacer ise bunun "ve­him" olduğunu beyan etmek suretiyle, bu tarihi kabul etmedikle­rini açıkça ortaya koymuşlardır.173

Bizim tespitimize göre, Halid'in 5. yılda müslüman olduğu­nu açıkça zikreden bir ravi bulunmamaktadır. Bu senenin, onun müslüman olduğu tarihe ait rivayetler arasında yer alması, İbn İshak'ın bir haberini yanlış anlamadan neşet etmiştir. Şöyle ki, İbn Hişam, belki de İbn İshak'ın sıralamasına uygun olarak, Sire'sinde, Amr b. el-As'ın ve Halid b. Velid'in müslüman oluşla­rına, Hendek ve Beni Kurayza gazvelerinden hemen sonra yer vermiştir. Bunun sebebi, Amr'ın, Hendek gazvesinden sonra, Hz. Peygamber'in muvaffak olacağını anlaması üzerine Kureyşliler'le beraber olmayı artık istemeyerek Mekke'yi terkedip Habeşistan'a Necaşi'nin yanına gitmeye karar vermesidir. Bir başka ifade ile İbn İshak, onun müslüman oluşunu, Hendek gazvesinin sonuç­larından birisi olarak görmekte ve bunun için de hadiseyi, orada 5. yıl hadiseleri arasında ele almış bulunmaktadır. 174 Tabii olarak hadisenin tamamını, bu arada birlikte Medine'ye geldiklerinden ve beraberce Hz. Peygamber'e biat etmiş olduklarından dolayı, Halid b. Velid ile Osman b. Talha'nın müslüman oluşlarını da aynı yerde anlatmıştır. Bu husus o kadar açıktır ki, aynı başlık altındaki haberlerin devamını takip ettiğimizde, İbn İshak'ın onların müslüman olarak Medine'ye gelişlerini, Mekke fethinden (8 yılı Ramazan ayı) önce diye açıkça belirttiğini görüyoruz. 175

Amr b. el-As ile alakalı gelişmenin bu tarihte yani H. 5 yı­lında başladığı doğrudur, ancak onun müslüman oluşu, H. 7 yılı içerisinde, Hudeybiye'den sonra, İslamiyet'e karşı kin ve düş­manlığının açıkça devam ettiği bir sırada, Habeşistan'da, Necaşi'nin ikaz ve daveti ile gerçekleşmiştir. Onun, başlangıçta Halid b. Velid ile hiçbir münasebeti yoktur. Böylece H. 5 yılında, ne Halid'in ve ne de Amr'ın müslüman olmalarının söz konusu olmadığı açıklık kazanmaktadır. İbn İshak'ın rivayetindeki dik­kati çeken ve yanlış anlamaya sebep olan bu üslubu, İbn Kesir'in dikkatinden kaçmamış; Amr ve Halid'in müslüman oluşlarını, iki ayrı yerde ele almış; okuyucusunun dikkatini çekmeyi de ihmal etmemiştir.

Bununla birlikte, bazı muahhar kaynaklarda, tıpkı İbn İshak gibi, Halid ve iki arkadaşının müslüman olmaları, Hendek gaz­vesinden sonra ele alınmakta ve sanki bu gelişmenin o yılda ol­duğu intibaı verilmekte177 veya onun 5 yılında müslüman olduğu ileri sürülmektedir.178

Halid b. Velid'in hicretin 6. yılında müslüman olduğunu tasrih eden bir rivayet bulunmamaktadır. Ancak, yukarıda Hu- deybiye musalahasını ele alırken naklettiğimiz İbn Ebza'nın, Halid b. Velid'in Hudeybiye'de Hz. Peygamber ile beraber oldu­ğunu ileri süren rivayetinin Taberi tarafından nakledilmesinden dolayı, Halid'in müslüman olduğu tarihler arasında bu senenin de zikredilegelmesine sebep olmuştur.179 Halid'in Hudeybiye'de, Kureyşliler'le birlikte olduğunu; iki yüz kişilik süvari birliğinin başında, Hz. Peygamber ve müslümanları Mekke'ye bırakmama­ya çalıştığını görmüş bulunuyoruz.

Bazı kaynaklarda, Halid b. Velid'in 7. yılda (M. 627-628), Hudeybiye ile Hayber fethi arasında veya Hayber fethinden önce veya sonra, müslüman olduğu da rivayet edilmiştir.180 Bi­lindiği üzere Hudeybiye musalahası 6. yılı Zilkade ayında (on birinci ay); Hayber'in fethi ise, 7. yılı Muharrem ayı sonu ve Safer (veya Rebiülevvel ya da Cemaziyelevvel) ayında gerçek­leşmiştir. Halid b. Velid'in Hudeybiye-Hayber arasında müslü­man olduğuna dair rivayeti eserine alan İbn Abdilberr ve İbnü'l-        

Esir, onun Hz. Peygamber ile beraber iştirak ettiği ilk gazvenin Mekke'nin fethi olduğunu; bu gazveden önce, Hz. Peygamber ile herhangi bir savaşa iştirak etmediğini tasrih ederler.   Onların, Halid'in katılmadığını kastettikleri gazve, Hayber fethidir. Ger­çekten Halid, Hudeybiye-Hayber arasında müslüman olmuş olsaydı, herhalde Hayber'in fethine iştirak ederdi. Halbuki o, bu gazveye iştirak etmemiştir. Gerçi Halid'in Hayber'e iştirak etti­ğini gösteren bir haberi Vakıdi, eserinde zikretmektedir. Ancak bu haberi verdikten sonra Vakıdi, "bizce doğru olan husus, Ha- lid'in Hayber'de bulunmamış olmasıdır; o, Amr ve Osman ile birlikte, Mekke fethinden önce, 1 Safer 8 tarihinde müslüman oldu " diyerek bu haberi ve onun 7. yılda müslüman olduğunu açıkça reddetmektedir.  

İbn Hacer'in "Hayber öncesi veya sonrası" şeklindeki ifade­sinden hareketle, acaba Halid'in, Hayber'in fethinden sonra 7. yıl içerisinde müslüman olduğunu kabul edebilir miyiz? Bu husus­taki İbrahim Arcun'un görüşlerini, Halid'in müslüman olduğu tarih ile bu hususu ilan etmesi ve Medine'ye hicret tarihinin ayrı ayrı düşünülüp göz önüne alınmasına da dikkatleri çektiğinden, burada ele almayı faydalı buluyoruz:

"Halid'in müslüman olduğu tarihe dair rivayetler arasında, kendisinin Hz. Peygamber'e hicretiyle birlikte 8. yılda müslüman olduğunu ifade eden rivayetleri tercih ediyorum. Çünkü Buhari rivayeti, onun 6. yıl sonunda, Kureyş ordusunda olduğunu açık­ça ifade etmektedir. Ayrıca 7. yıl hadiseleri arasında, Halid'in ismi, ne müslümanlarla ne de Kureyşliler'le zikredilmektedir. Bundan dolayı Halid'in 7. yılda müslüman olduğunu ilan ettiği­ni söyleyebilmek zordur. Ayrıca 7. yıl askerifaaliyetleri arasında da onun zikri geçmez. Ancak, eğer biz onun müslüman olmasın­dan, bunu ilan ve Hz. Peygamber'e hicret etmeksizin, kalbinde imanın istikrar bulmasını kastedersek bu mümkündür. Şüphesiz iman mücadelesinin, Halid'in aklı ile kalbi arasında, Hudeybi- ye'den ve oradaki durumundan beri başlamış olduğu bedihidir. Bu husus, Allah 'ın ayetlerinden birisidir ve bununla Yüce Allah, bu eşsiz deha sahibi kahramanın kalbini, İslam'ın nuruna açmış; ona doğru yöneltmiş; Cahiliye çağının perdelerini onun gönlün­den kaldırmış; doğru yolu göstermiş ve onun için gerçeği ortaya koymuş, hidayetini nasib eylemiştir. Ona, yalnızca bunu ilan etmek kalmıştır. . . "183

İbrahim Arcun'un bu görüşlerine mukabil, Ebu Zeyd Şelebi, Halid'in 7. yılda müslüman olduğunu haber veren rivayetin karı­şık olmasından ve açıkça zaman tahdidinde bulunmamasından dolayı kabul edilemeyeceğini ifade eder, ayrıca isim zikretmeksi- zin, bazı araştırmacıların, 7. yılı, onun müslüman oluşu tarihi olarak ileri sürmelerini de doğru bulmaz.    

Bize göre, Halid b. Velid'in hicretin 7. yılında müslüman ol­duğunu haber veren rivayetleri kabul etmemize mani, şu iki hu­susa bilhassa dikkat edilmelidir. Bunlardan ilki, Umretu'l-kaza esnasındaki onun tutumudur, diğeri de, ne zaman ve nasıl müs­lüman olduğunu kendi ağzından dile getiren ve kaynakların ekseriyetince kabul edilip nakledilen meşhur rivayettir.

Bilindiği üzere hicretin 7. yılında, Medine-Me^e münase­betleri, Hudeybiye musalahasındaki esaslara uygun olarak, sulh ve sükun içerisinde geçmiştir. Hz. Peygamber bu yılın on birinci Zilkade ayında, musalaha şartlarına göre, 6. yılda eda edemediği umresini kaza için, Ashabı ile Medine'den Mekke'ye hareket etti.

Hz. Peygamber'in hayatında, Umretu'l-kaza (veya kazıyye) diye meşhur olan bu ziyaret esnasında, Kureyşliler, andlaşmaya göre Mekke'yi üç günlüğüne boşalttılar. Onlardan bir kısmı, Ku'ay- kı'an dağının tepesinden, Kabe'yi tavaf eden Hz. Peygamber ve müslümanları seyrediyorlardı. O sırada, acaba Halid nerede idi? Kaynaklarda, onun Mekke'yi terkettiğine dair bilgiler verilmesi­nin yanında, İslam dinine, Hz. Peygamber'e ve müslümanlara karşı olmaya devam ettiğini gösteren şu ifadelerin yer aldığını da görüyoruz:

"... Halid, İslam 'ı ve mensuplarını sevmediğinden, Umretu '[­kaza için gelen Hz. Peygamber'i ve Ashabını Mekke'de görmek istememiş, şehirden dışarıya kaçmıştı ... "185

Kaynaklardaki bu ifadelerden, Halid'in 7. yıl Zilkade ayına kadar henüz müslüman olmadığını anlıyoruz. Ancak, o sıralarda kendisinin hangi halet-i ruhiye içerisinde olduğunu kesin bir şekilde bilemiyoruz. Hudeybiye'deki korku namazından beri içini kemiren, kafasını meşgul eden, onu huzursuz kılan bir şüp­henin varlığına da işaret etmemiz gerekiyor. Bütün bu hususlar yanında, Halid b. Velid'in 1 Safer 8 (31 Mayıs 629) tarihinde, nasıl müslüman olduğunu, otokritik anlayışı içerisinde ifade ettiği kendi sözlerinden takip ederek onu anlamaya çalışalım:

"Allah benim hayrımı murad eyleyince, gönlüme İslam 'ın sevgisini doldurdu; hayrı şerri anlayacak hale getirdi de kendi kendime şöyle düşündüm:

'Muhammed'e karşı şu savaş yerlerinin hepsinde bulundum; bulunduğum bu savaş yerlerinin hepsinden, her seferinde, kendi­mi, bulunmamam gereken bir yerde bulunuyor hissederek ve Mu- hammed'in muhakkak üstün geleceğini görerek ayrıldım! Aynı şekilde Rasulullah Hudeybiye'ye geldiğinde de, ben yine müşrik süvarilerin başında, onun karşısına çıktım; Ashabının başındaki Rasulullah 'ı Usfan 'da karşıladım; onun karşısına dikildim; kendi­sini hedef aldım. O, bizden emin olarak, Ashabına öğle namazını kıldırdı; ona baskın yapmayı istedik, sonra buna azmedemedik - böylesi hayırlı da oldu-. Ancak o içimizden geçenleri sezdi de, Ashabına ikindiyi, korku namazı şeklinde kıldırdı. İşte o sırada, şu hakikat benim için açıkça ortaya çıkmış oldu ve kendi kendi­me: 'Bu adam korunmuştur' dedim! Birbirimizden ayrıldık. Hz. Peygamber, süvarilerimizin bulunduğu taraftan ayrılıp sağ tara­fımızdaki yolu takip etti.

"Hz. Peygamber Hudeybiye'de Kureyş ile sulh yaptığında ve Kureyşliler onu Ravah'da geri çevirince kendi kendime şunları söyledim:

'Geriye ne kaldı? Gidiş nereye? Necaşi'ye mi? O da Muham- med'e tabi oldu! Ashabı onunyanında emniyet içindeler.'

'Dinimden çıkıp hıristiyanlığa veya yahudiliğe girip Herak- lius'a mı gideyim?! Yoksa, kendilerine tabi olarak acemlerle mi yaşayayım?! Veya kalanlarla beraber evimde, yaşamaya devam mı edeyim?! şeklindeki düşünceler içerisinde iken, Rasulullah (s. a.s), Umretu'l-kaza için (Mekke'ye) geldi. Bunun üzerine, onun girişini görmemek için çekip gittim. Kardeşim Velid b. Velid, Um- retu'l-kaza için Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ile gelmişti. Beni arayıp bula­mayınca, şu mektubu yazmıştı:'

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla:

"Senin İslamiyet'ten yüz çevirip uzak durmanı hayretle karşı­lıyorum; senin gibi aklı olan bir kimsenin, İslam gibi bir dini ta­nımaması ne kadar tuhaf?.. Rasulullah seni benden sordu da: 'Halid nerededir?' deyince kendisine: 'Allah, onu getirecektir' diye cevap verdim. Benim bu cevabım i)zerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

'Onun gibi bir insanın İslam 'ı tanımaması ne tuhaf! Keşke o, gayret ve kahramanlıklarını, müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi, bu kendisi için ne kadar hayırlı olurdu; biz de kendisini, başkalarına tercih ederdik.'

"Ey kardeşim! Birçok hayırlı yerlerdeki fırsatı kaçırdın; seni bekleyen fırsatı artık kaçırma! "

"Kardeşimin mektubu bana gelince, (Mekke'den) çıkıp gitmek için acele ettim; İslamiyet'e rağbetim arttı; Rasulullah 'ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sözleri, beni çok sevindirdi. "

"O sıralarda rüyamda, kendimi, sıkıntılı, dar ve susuz bir yerden, geniş ve yeşillikli bir yere çıkmış halde gördüm. Kendi kendime, işte bu rüya gerçektir, dedim. Medine'ye geldiğimde, bu rüyamı Ebu Bekir'e yorumlatayım, diye kararlaştırmıştım. Rü­yamı ona anlattım; o şunları söyledi: Senin çıktığın yer, Allah 'ın İslamiyet için seni hidayete erdirdiği yerdir; sıkıntılı yer ise, senin şirk üzere bulunduğun yerdir. "

"Rasulullah 'ın yanına gitmeye karar verdiğimde, acaba Rasulullah'a giderken bana kim yoldaş olabilir? diye düşünürken Safvan b. Ümeyye'ye rastladım. Kendisine: 'Ey Ebu Vehb! İçinde bulunduğumuz hale ne diyorsun? Azınlık haline geldik; Muham- med ise, Araplar'a ve acemlere üstün geldi. Muhammed'e gitsek de ona tabi olsak nasıl olur? Esasen Muhammed'in şerefi, bizim şerefimizdir' dedim. Safvan, benim bu teklifimi çok sert bir şekilde reddetti ve şunları söyledi: 'Kureyş'ten benden başka birisi kalma­sa da, hiçbir zaman ona asla tabi olmayacağım!' Birbirimizden ayrıldık; kendi kendime: 'Bu ne kindar birisi! Bedir'de öldürülen babasının ve kardeşinin intikamını almak istiyor' dedim. "

"Sonra İkrime b. Ebu Cehil'e rastladım; Safvan'a söyledikle­rimi ona da söyledim. Ancak, o da Safvan gibi karşılık verip tekli­fimi reddetti. Kendisine: 'Sana söylediklerimi, kimseye söyleme' dedim; o da kabul etti. "

"Sonra evime gittim; devemi hazırlamalarını emrettim; ona bindim ve Osman b. Talha ile buluşmak üzere evden ayrıldım. Kendi kendime: 'İşte o, benim için iyi bir arkadaştır; keşke istedi­ğimi ona daha önce söyleseydim' diye düşünürken birden bire, onun babalarından öldürülenleri hatırlayarak düşüncemi ona söylemeyi doğru bulmadım; o sırada, hayvana binip giderken böyle düşünmeye gerek olmadığına karar verdim ve kendisine olanları haber verdim ve şöyle dedim: Bizim durumumuz yuva­sında iken üzerine çokça su dökülen tilkinin hemen dışarı fırla­masına benzemektedir. 'Sonra da iki arkadaşıma yaptığım teklifin benzerini ona da yaptım. O, hemen kabul etti ve bana: 'Bugün kal; ben de yarın sabah geleceğim; işte hayvanım; Fahh 'da bu­lunmaktadır' dedi. Onunla Ye'cec'de buluşmaya söz verdim. Er­ken gelen diğerini orada bekleyecekti. Ertesi günü seher vakti yola çıktık; tanyeri ağarmadan Ye'cec'de buluştuk; kuşluk vakti Hed- de'ye vardık. Orada Amr b. el-As'a rastladık. O bize 'Merhaba ey cemaat' diye selam verdi; 'nereye gidiyorsunuz?' diye sorunca biz de ona: 'Sen nereye gidiyorsun?' diye sorduk. O, tekrar bize: 'Sizi bu şekilde yola çıkaran nedir?' diye sorunca, kendisine:

'İslam dinine girmeye, Muhammed'e tabi olmaya gidiyoruz' diye cevap verdik. Bunun üzerine Amr da: 'Beni de getiren aynı şeydir' cevabını verince hep beraber yola koyulduk ve Medine'ye ulaştık. Harra 'da develerimizi ıhdırdık. "

"Bizim gelişimizi öğrenen Rasûlullah çok memnun olmuş. Ben, en güzel elbisemi giydikten sonra, Rasulullah'ın yanına git­meyi düşünürken, kardeşim gelip beni buldu ve şöyle dedi: 'Haydi acele et! Senin geldiğini Rasulullah 'a haber vermişler; gelişinden çok memnun oldu, o, sizleri bekliyor.'

"Bunun üzerine süratli bir şekilde yürüdüm ve onun huzu­runa çıktım; önünde duruncaya kadar bana bakıp tebessüm ediyordu. Kendisine Peygamber olduğunu zikrederek selam ver­dim; o da güler yüzle selamıma karşılık verdi. Sonra: 'Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve senin Allah 'ın elçisi olduğuna şe- hadet ediyorum' diyerek kelime-i şehadet getirdim. Bunun üze­rine şöyle buyurdu:

"Seni doğru yola ulaştıran Allah'a hamd olsun! Senin, yalnız­ca hayra ulaştıracağını umduğum bir aklın olduğunu biliyorum. "

"Halid şunları söyledi: Ya Rasulallah! Sana karşı yapılan sa­vaşlarda, haktan inadla uzaklaşmış olarak bulunduğumu biliyor­sun! Bu günahlarımdan dolayı beni bağışlaması için Allah'a dua et.' Bunun üzerine Rasulullah (s. a.s) şöyle buyurdu:

"İslamiyet, kendinden önceki günahları, siler. " Bu cevabı üze­rine Halid:

"Öyle de olsa Ya Rasulallah! Dua buyursanıza!... " deyince Hz. Peygamber:

"Ey Allah 'ım! Senin yolundan alıkoymak hususunda, daha önce yaptıklarından dolayı Halid'i bağışla!' diye dua etti.

"Halid sözlerini şöylece tamamladı: Sonra Amr ve Osman huzura geçtiler; Rasulullah'a biat ettiler. Bizim Medine'ye gelişi­miz, 8 yılı Safer'inde idi. Allah'a yemin ederim ki, Rasulullah müslüman olduğum günden itibaren, zor işlerin yapılmasında, beni Ashabının hiç birisinden ayırmadı. "

Halid b. Velid hazretlerinin, geçirdiği ruhi buhranlardan sonra, nasıl müslüman olduğunu, hidayete, imana, Kur'an'a ve Raslılullah'a nasıl ulaştığını anlatan yukarıdaki ifadelerini, tahlil etmek ve değerlendirmek, bazı noktalarını da kısaca açıklamak istiyoruz.

Hz. Halid, hidayetin Allah'tan geldiğini ve Yüce Allah'ın kendisi için hayır murad ettiğinde, İslam sevgisinin gönlünde yerleşmeye başladığını ifade etmektedir. Onun bir başkasına tabi olmadan, herhangi bir menfaat beklemeden, maruz kaldığı bir tehlikeden kurtulmak veya bir zararı telafi etmek gibi bir maksa­dı olmadan müslüman olduğunu anlıyoruz. O, kendi kendisiyle haşhaşa kalıp düşündükten, şüpheye düştükten, nefsini hesaba çekip Hz. Peygamber'e ve İslam dinine karşı olan savaşlara işti­rak etmesini gözden geçirdikten, inancının batıl olduğunu anla­dıktan; razı olabileceği gerçek dinin İslamiyet olduğuna kendisi­ni ikna ettikten, Rasulullah'ın büyük ve farklı şahsiyetini idrak ettikten sonra müslüman olmuştur. Onun müslüman oluşu, aynı zamanda bir teslimiyet örneğidir. Akkad, buradaki teslimiyetin, askeri ıstılahtaki manasıyla bir teslimiyet olduğunu tebarüz et­tirdikten sonra şunları söylemektedir:

"... Çünkü o, med ve cezir, zafer ve hezimet arasındaki savaş hareketlerini gören, ilerlenecek ve gerilenecek yeri ve zamanı, sulhun ve teslim olmanın hazan kaçınılmaz bir zaruret olduğunu bilen bir kumandan olarak müslüman oldu veyd teslim oldu. Onun teslim olması, tembel bir acizin teslimiyeti değildir; belki tam bir kalbi teslimiyetle ulaştığı hedeftir. O, yeni dinin ka­rargahına, müslüman olduğu gün teslim oldu. O, Allah'a iman etti; çünkü O'nu kendi zatında bildi; kendisine yalnızca Allah 'ın galip geleceğini idrak etti. Sanki o, kendi kendisine şöyle diyordu: Nübüvvetten yardım görmeyen birisi, beni hezimete uğratabilir mi? Semadan sırra sahip olmayan bir kılıç, benim kılıcıma üstün gelebilir mi? O, kendi vicdanında, Allah'a iman ettiği gün, imanın en nihayetindeki mevkie ulaştı... "187

Kendisinin, ailesinin, kabilesinin ve Kureyş'in nesiller bo­yunca tevarüs ettikleri Cahiliye çağı ictimai nizamının şerefini ve izzetini reddeden Halid'i, bu teslimiyete tevcih eden birçok sebep sıralanabilir: Mekke devrinden başlayarak ailesinden, kabilesin­den ve Kureyş'ten birçok kimse İslamiyet'i kabul etmiştir. Böyle- ce onun evi, kabilesi ve şehri ikiye ayrılmıştı; İslam ordugahında bulunanlar, Cahiliye ordugahındakiler. Başta kardeşleri Velid ile Hişam olmak üzere birçok Mekkeli, İslam ordugahını tercih etmişti.

Hicretten sonra Medine'de ilk İslam devletini de kuran Hz. Peygamber, takip ettiği strateji ve uygulamaya başladığı siyaset sonucunda, Kureyş'e karşı devamlı üstün geliyor, aynı zamanda İslam dinini daha geniş insan kütlelerine tebliğ edebiliyor ve sahip olduğu toprakları genişletiyordu. Kureyş ile yaptığı savaş­ları kazanması veya kaybetmesine bağlı olmaksızın Hz. Peygam­ber, onların can damarını teşkil eden Suriye ticaret yolunu de­vamlı kontrol altında tutabiliyor, istediği an onları tehdid edi­yordu; zaman, devamlı bir şekilde onun ve dolayısıyla İslami­yet'in lehine çalışıyordu. Halid, bu stratejiyi farketmişti.

Halid'i şüphe ve tereddüde sevkeden mühim bazı gelişmeler ise, Hudeybiye'de vuku bulmuştu. Hz. Peygamber'i ve müslü­manları Mekke'ye sokmamak üzere Kureyş süvari birliğinin ku­mandanlığını yapan Halid, müslümanların Hz. Peygamber'e

185         Akkad, s. 791 bağlılıklarını, nizam ve intizam içinde olduklarını, imanlarının salabeti yanında, namazlarındaki huzur ve huşu, Kabe'ye ve onun Rabbine olan niyaz ve ilticalarını, onların nasıl bir aşk ve vecd içinde bulunduklarını farketmişti. Askeri nizam ve disiplini çok iyi bilen ve gören Halid, müslümanların yalnızca şekli değil, aynı zamanda manevi bir atmosfer içerisinde Raslılullah'ın etra­fında nasıl haleleştiklerini de müşahede etmişti. Araplar'ın ve bilhassa Kureyş'in sahiplendiği mukaddes mabed Kabe'nin, müs- lümanlarca büyük bir itibar ve kudsiyete mazhar olduğunu, bu mabedin onlar nezdinde değerinden bir şey kaybetmediğini de Hudeybiye'de anlamış oldu. İşte böyle bir ruh hali içerisinde uzaktan Hz. Peygamber'i ve müslümanları takip eden ve öğle namazı esnasında gerçekleştiremediği saldırı için ikindi namazı vaktini bekleyen Halid'e, Raslılullah'ın korku namazı kıldırmayı kararlaştırması şok tesiri yaptı; içinden geçenleri bilerek tedbir almak üzere korku namazına başvurması Halid'i sarstı; kendisini İslamiyet'e teslim edecek büyük bir şüphe, aklını ve gönlünü sar­maya başladı. O andan itibaren bu şokun tesiri altına giren Halid ile şirk birbirinden uzaklaşmaya başladı...

Babasının sonuçsuz çaba ve mücadelelerini gözünün önün­den geçirmeye; Bedir'in, Uhud'un, Hendek'in sebeplerini ve so­nuçlarını değerlendirmeye başladı. Asıl mühimi, Hz. Peygam- ber'e ve İslam dinine karşı olan kendi düşmanlığının, neden ve niçin olduğunu düşünmeye; kabile asabiyeti ve Cahiliye anlayı­şının boş ve faydasız olan ihtiraslarının peşinden gitmesinin, kendisine ne kazandıracağını muhasebeye; "Kureyş ileri gelenleri ölmüştü de ne olmuştu?" demeye; bu düşmanlık ve mücadelenin ne zamana kadar süreceğini kendi kendine sormaya başladı.

O, bu şüphe sonucunda ulaştığı vicdani idraki sayesinde, inandığı dinden, inançtan, ne olduğu belli olmayan putperestli­ğin savunulması için sarfettiği gayretten şüphe etti. Böylece

Cahiliye ile İslam arasında, insanın geçirmesi zaruri olan merha­leleri geçirmeye, şirkte ısrar edip savaşmaktan vazgeçmeye; gön­lünden maziyi silmeye, onun tesirini boşaltmaya karar verdi. Ancak yerine hangi imanı koyacak, kalbini hangi imanla yaşata­bilecekti? Bu safhada, Necaşi'ye, Heraklius'a ve Kisra'ya gitmeyi bile aklından geçirdi; yeni bir şüphe içerisine daha düştü. Fakat bu, ilk şüphesinden daha huzurlu bir şüphe idi.

Bu noktada, onun içini kemiren, şüphesini derinleştiren bir başka nokta, Hz. Peygamber'in büyük şahsiyeti ve muvaffakiyet­lerinin Halid üzerindeki tesiri meselesidir. Ta Mekke dönemin­den beri Hz. Peygamber'i takip eden Halid b. Velid, acaba onun bu başarı ve zaferi nereden ileri geliyor? Ondaki mehabetin kay­nağı nereden? Ona yardım kimden geliyor? Müslümanların edeb ve huşu içerisinde ona itaat etmelerinin, sevgi ve saygı ile etra­fında yek vücud olmalarının sırrı nedir? Hudeybiye musalahası ile yeni imkanlar elde etmesini sağlayan aklı ona kim veriyor? gibi soruların cevabını bulmaya çalışırken huzursuzluğu giderek artıyordu. Onun için de, Umretu'l-kaza için gelen Hz. Peygam- ber'i ve müslümanları, Mekke'de görmek bile istemiyordu...

İşte bu sıralarda, müslüman kardeşi Velid'in tam zamanında gelen mektubuyla, davet-i Muhammedi'ye, yeniden ve hususi olarak mazhar oldu. Halid için bu mektup, çok şeyler ifade edi­yor, onun hayatını değiştiriyordu.

İnsanları İslam'a davet etmek olan asli vazifesini hiçbir za­man unutmayan ve ihmal etmeyen Rasûlüllah , tıpkı babası Velid b. Muğire gibi, Halid'in de müslüman olmasını arzu ediyordu. Umretu'l-kaza esnasında gözü onu aradı; fakat göremedi. Babası Velid'in müslüman olmadan ölmesi, müslümanların kazanması­na ramak kalan bir zaferi onun Uhud'da önlemesi ve diğer savaş­lardaki faaliyetleri, Yüce Peygamber'in Halid'i İslam'a yeniden davet etmesine hiç mani olmadı. Bedir'de müslüman olan ve Halid ile geçirdiği maceralarını yukarıda anlattığımız kardeşi Velid b. Velid'e "Halid nerelerde?" diye sorarak, askeri dehaya sahip bu insana davetini yeniden tevcih buyurdu; ona alaka duy­duğunu gösterdi. "Halid gibi bir insanın İslamiyet'i tanımaması, bilmemesi nasıl olur?!" diyerek hem hayretini, hem de davetteki ısrarını, ona iltifat ederek dile getirdi. Arkasından da "Ne olurdu sanki, o bütün gayret ve çabalarını, savaştaki bahadırlığını, müs­lümanların safında şirke, putperestliğe ve müşriklere karşı göster­seydi; bu husus onun için ne kadar hayırlı olurdu; biz de onu başkalarına tercih ederdik " ifadeleriyle, Halid'in hesabına mazi­nin muhasebesini yapan Hz. Peygamber, Velid'e yazdırdığı bu mektupta, onu başkalarına tercih edeceğini belirterek istikbale matuf hedefini, şüphe ve tereddüd içeresinde bocalayan Halid'e bildirerek onun gönlünü almaya ve hidayete ulaşmasına yardım etmeye devam ediyordu.

Velid, kardeşi Halid'e gönderdiği mektupta, onun akıllı bir kimse olduğunu bilhassa tebarüz ettirmekte, Hz. Peygamber'in de onun akıl ve dehasını, kahramanlığını bildiğini ve takdir etti­ğini; İslam'dan hala uzak durmasını da yadırgadığını kendisine hatırlatmıştı. Gerçekten de Halid b. Velid, Hz. Peygamber'in onun aklını takdir etmesine rağmen, geç denilebilecek bir tarihte müslüman olmuştur. Bu hususta Halid'in, kabilesi Beni Mahzuru adına Kureyş'in süvari birliği kumandanlığını deruhte etmesinin büyük bir tesiri olduğunu düşünebiliriz. Bu arad::ı, Kureyş'in, maddi ve manevi bazı sebeblerle, Kabe ve Mekke'nin hamileri olarak putperestliğe sıkı sıkıya bağlı ve bilhassa yarımadadaki bütün putperest Araplar üzerinde nüfuz sahibi olmalarının, yeni dine karşı cephe almalarında büyük rolü olmuştur. Onlar yeni dine girdikleri takdirde, diğer Araplar'la aynı seviyeye düşecekle­rine inanıyorlar; bunun için de Hz. Peygamber ile mücadele ediyorlar, yeni dine girmeyi ölümden daha kötü kabul ediyorlar­dı.188 Bu arada Halid gibi genç yaşta bir kimsenin, ta Mekke dö­neminden beri, babasının başlatıp devam ettirdiği mücadelede, onunla aynı safta yer almasını tabii karşılamak gerekir. Nitekim bu hususta, Amr b. el-As'a ait aşağıdaki ifadeler, hiç şüphe yok ki Halid b. Velid için de geçerliydi. Akıllı bir kimse olmasına rağ­men İslamiyet'i kabul etmek hususunda niçin geciktiği sorulunca Amr b. el-As şunları söylemiştir:

"Biz, öncelik ve yaş takip eden bir zümre ile beraberdik; onlar geniş yolu takip etmediler; biz de düzlüğe çıkıncaya kadar onlara tabi olduk; onlar, Nebiyi (salla'llâhü aleyhi ve sellem) inkar ettiklerinde, biz de, kendi durumumuzu düşünmeden, onlarla birlikte inkar ettik; onları taklid ettik. Onlar bu dünyadan çekip gidince, kendi kendimize kaldık; Hz. Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) durumunu düşündük; baktık ki durum gayet açık. Böylece, İslam sevgisi kalbimize düştü... "   

Velid'in bu mektubu gelir gelmez Halid, Mekke'yi bırakıp Medine'ye hicret etmeye, müslüman olup, Hz. Peygamber'in huzurunda biat etmeye karar verdi. Raslilullah'ın daveti ve ken­disi hakkındaki sözleri onu çok sevindirdi; hemen karar verme­sinde çok tesirli oldu.

Kardeşinin mektubu kendisine ulaştığı sıralarda Halid'in gördüğü bir rüya da, onun içinde bulunduğu nefis mücadelesi­nin açık bir tezahürüdür ve onun doğru yola teveccühüne yar­dımcı olmuştur.

Böylece Halid b. Velid, müslüman olup Hz. Peygamber'in Medine'deki ordugahına teslim olmaya karar verdi. 7. yılın Zil­kade ayının sonundan itibaren başlayan bu teslimiyete karar verme safhası, iki ay içerisinde (7 yılı Zilhicce-8 yılı Muharrem) hicretle sonuçlandı. Artık Halid, Medine'ye gitmek üzere yoldaş aramaya başladı. Safvan ile İkrime'nin cevapları, aynı mahiyette­dir, onlar, Cahiliye çağının kin ve intikam hislerinden henüz kurtulabilmiş değillerdi. Onların hidayete ermeleri, Rasûlüllah 'a teslim olmaları için Mekke'nin fethi gerekmiştir... Halid kararlı­dır, çünkü teslimiyet için fevri bir karar vermiş değildir, şuurlu ve iradeli hareket etmektedir, yoluna Osman b. Talha, sonra da Amr b. el-As çıkmışlardır.

Kabe'nin perdedarlığını yapan, anahtarlarını muhafaza eden ve Kureyş'in ileri gelenlerinden Abdüddar kabilesinden Osman b. Talha, Umretu'l-kaza esnasında Hz. Peygamber Mekke'ye geldiğinde müslüman olmaya karar vermişti. Kendi­si, bir defasında Kabe'den çıkmakta olan Hz. Peygamber'in yanına yaklaşmış; onun elini tutup müslüman olmayı düşün­müşse de buna cesaret edememişti. Ancak Umretu'l-kazadan sonra Hz. Peygamber Medine'ye dönünce, Osman Mekke'yi terkedip Medine'ye gitmeye karar vermiş, bu arada Halid b. Velid ile karşılaşmıştı.  

Hz. Peygamber'in yaşadığı devirde, dört arap dahisinden bi­risi, aynı zamanda şair ve iyi bir süvari kumandanı olan Amr b. el-As ise, çok farklı bir şahsiyettir, müslüman oluşu da dikkati çekicidir. Hendek gazvesinden sonra bazı adamlarıyla Habeşis­tan'a gidip yakın dostu olan Necaşi'nin yanında yaşamayı karar­laştırmıştı. Çünkü o, Hz. Peygamber'in muvaffak olması halinde, emin bir yerde hayatını geçirmek istiyordu. Şayet Kureyş üstün gelirse, istediği zaman Mekke'ye dönebileceğini 'düşünmüştü. Ancak kader, onun Habeşistan'da müslüman olmasını takdir etmişti. Hicretin 7. yılı başında Hz. Peygamber, Necaşi Asha- ma'yı İslamiyet'e davet eden ve Ebu Süfyan'ın müslüman kızı Habeş Muhacirlerinden Ümmü Habibe ile nikahının kıyılmasını isteyen iki mektubu ile bazı hediyelerini Habeşistan'a götürmesi için Amr b. Ümeyye ed-Damri'yi vazifelendirdi. Amr b. Ümey- ye, Necaşi Ashama'yı çok yakından tanıyordu; çünkü Ashama, iktidara gelmeden önce Habeşistan'daki bir karışıklık esnasında, köle olarak bir araba satılmış ve Bedir ovasında yaşayan Damre kabilesine mensup birisinin kölesi olmuştu. Amr b. Ümeyye'nin kabilesinde uzunca bir süre kaldığı anlaşılan ve arapçayı orada öğrenen Ashama ile Hz. Peygamber'in elçisinin bu eski dostluğu, Amr b. el-As'ın da müslümanlığına sebep olmuştur.

Amr b. Ümeyye, aynı zamanda Habeşistan'daki müslüman Muhacirlerin Medine'ye dönmeleri için de Necaşi'den izin ala­caktı. O, Hz. Peygamber'in bu emirlerini yerine getirmek üzere Habeşistan'a varınca, Amr b. el-As da orada bulunuyordu. Amr b. el-As, Hz. Peygamber'in elçisinin Necaşi'nin yanında olduğu bir sırada onu takip etmiş; elçi çıkınca Necaşi'nin yanına girip öldürmek üzere onu kendisine teslim etmesini istemişti. Necaşi, Amr b. el-As'ın arzusuna çok kızıp kendisine şiddetli bir tokat vurmuş ve burnu kanayan Amr'a, Rasulullah'ın elçisinin öldü­rülmesine izin vermesinin mümkün olamayacağını haykırmıştı. Ayrıca Necaşi, Hz. Peygamber'in peygamber olduğuna inandı­ğını ilan edip Amr b. el-As'ın da ona inanmasını tavsiye etti. Amr b. el-As, Necaşi'nin bu ikaz ve daveti üzerine orada müs­lüman oldu. Sonra da Medine'ye gitmek üzere Habeşistan'dan ayrıldı. Hz. Peygamber'in elçisi Amr b. Ümeyye ed-Damri ise, her üç vazifesini de eksiksiz yerine getirerek Medine'ye dön­müştü. Necaşi'nin davetiyle müslüman olan Amr b. el-As, Me­dine'ye giderken yolda, Hedde'de Halid b. Velid ile Osman b. Talha'ya rastladı ve her üçü beraberce Hz. Peygamber'in huzu­runa çıktılar.  

Halid b. Velid, Amr b. el-As ve Osman b. Talha Medine'ye vardıklarında, Halid, arkadaşlarından önce Hz. Peygamber'in huzuruna çıkar, onun için en mühim ve zor dakikalar, vech-i Muhammedi'ye ilk defa bakacağı, onunla ilk defa yüz yüze, göz göze geleceği anlardır. Çünkü Halid, yaptıklarının idraki ve ha- caleti içindedir, itiraf ve tevbe; arkasından da af olacak; ama ilk karşılaşma çok, pek çok mühimdir. İnsanları çok iyi ve derinden tanıyan Rasulullah, huzuruna gelen, teslim olan Halid'i memnun edecek, endişelerini çabukça izale edecek bir hal ile onu karşılar. Onun bu hali, Halid'de çok derin izler bırakmış olmalı ki: " ... önünde duruncaya kadar bana bakıp tebessüm ediyordu .. " ifade­leriyle, bu çok mühim anı, hiç unutamadığını belirtir.

Selam ve biat merasimi sona erince, Raslılullah'ın tebessü­müne mazhar olan Halid, yapmış olduklarının bağışlanması için Makam-ı Mahmud'un sahibinden dua buyurmasını niyaz eder. İslamiyet'i kabul eden herkesin, daha önceki günahları bağışla­nır, umumi prensibini kendisine tebliğ eden Hz. Peygamber önünde büyük kumandan, İslam'ın istikbaldeki kılıcı Seyfullah Halid nazlanır, bir manada hususi muamele talebinde bulunur, Hz. Muhammed'in mübarek yüzündeki tebessüm, ona bu fırsatı verir, kendisini, onun ağzından bağışlanmış, affedilmiş görmek ister de ısrar eder:

"Öyle de olsa Ya Rasulallah! Dua buyursanıza!" diyebilecek bir halde bulur kendisini. Niyazına cevap da alır:

"Ey Allahım! Senin yolundan alıkoymak hususunda, daha önce yaptıklarından dolayı Halid'i bağışla!" ifadesiyle Peygamber Efendimiz'in duasına mazhar olur ve diğer sahabiler arasındaki şerefli yerini alır.

Hz. Peygamber, Halid ve iki arkadaşının Mekke'den gelip müslüman olmalarından dolayı son derece memnun ve müte­hassis olur. Onun peygamberlik hayatı, son iki yılı hariç, hep hemşehrileri Kureyşliler'le mücadele içinde geçmişti. Kureyş'i ve dolayısıyla da putperestliği çökerten üç kişinin bu ihtidaları üze­rine, mübarek ağızlarından:

"Kureyş, ciğerparelerini size attı" sözleriyle hissiyatını Asha­bına açıkladı. 192 Esasen Mekke, bu üç şahsiyetin müslüman ol­malarıyla "fethedilmiş şehir" oldu.

Bu ihtida, saf ve ordugah değiştirme, hiç şüphe yok ki; en fazla Halid b. Velid'in kendi hayrına olmuş; adı, İslam tarihinin altın sayfalarında yer almış; dünya ve ahiret saadetiyle birlikte, ebediyete kadar yad edilmesine vesile olmuştur. Bu ihtida, aynı zamanda, en fazla İslam davetinin sahibi, rahmet ve savaş Pey­gamberi Raslilullah Efendimizi sevindirip memnun etmiş; sürurunu dile getirirken hem Rabbine hamdetmiş hem de Ha- lid'in aklını ve şahsiyetini medhetmiştir:

"Seni hidayete eriştiren Allah'a hamdederim; ben, senin ak­lını farkediyor ve onun seni, ancak hayra teslim edeceğini düşü- nüyordum!..11193

HZ. PEYGAMBER'İN EMRİNDE HALİD B. VELİD

Halid b. Velid Hazretleri, artık Medine'de, Raslilullah'ın em­rindedir. Emrindedir diyoruz çünkü o, kahraman bir asker ve büyük bir kumandan olarak hayatını hep savaşlarla geçirmiştir. Onun siyaset, ilim veya ticaretle hemen hiç uğraşmadığını görü­yoruz. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevi'deki kendi evinin çok yakınında bir evi Halid b. Velid'e ikta olarak verdi. Burası, Hari­se b. Numan'ın babalarından kendisine miras kalmıştı ve Hz. Peygamber'e hibe etmişti. Ensar'ın ileri gelenlerinden birisi olan      

Harise b. Numan Medine'de Hz. Peygamber'in Mescid-i Ne- bevi'sindeki hücrelerine yakın bir yerde bu şekilde birçok eve sahipti. O, ihtiyacı oldukça bu evlerden birisini Hz. Peygamber'e hibe ederdi. Onun bu şekildeki davranışı üzerine Hz. Peygam­ber: "Evlerini bize tahsis etmesinden dolayı Harise'den utandım " buyurmuştur.        94 Hz. Peygamber'in Halid'e ikta ettiği Butay- ha'daki bu evinin arkasında da Amr b. el-As'ın evi bulunuyordu. Halid b. Velid, bu evin darlığından Hz. Peygamber'e şikayet etti; bunun üzerine Raslilullah ona şu tavsiyede bulundu: "Binayı semaya doğru yükselt; Allah'tan da genişlik iste!"

Halid bu evini, satılmamak ve hibe edilmemek üzere habset- ti; yani vakfetti. İbn Şebbe (öl. 262/876), Halid b. Velid'in kırk kadar çocuğunun Suriye'de taundan ölmüş olduklarından, bu evin, onun akrabalarından Beni Eyyub b. Seleme'nin elinde bu­lunduğunu haber verir. Semhudi (öl. 911/1506) ise, zamanında bu evin yerinde, Ribatu's-sebil bulunduğunu; oradaki diğer ev­lerden farklı olarak bu evin yerinin küçük olduğunun anlaşıldı­ğını ve Halid b. Velid'in bunun için evinin dar geldiğinden şika­yet ettiğini zikreder. 195

Hz. Peygamber'in çevresinde, yaşları, muhitleri, nesepleri, mizaç ve ahlakları, akılları ve güçleri, dini anlamaları ve kavra­maları birbirinden farklı, kadın-erkek, genç-olgun, çocuk-ihtiyar birçok kimse bulunuyordu. Onların bu farklılıkları, Hz. Pey- gamber'in utkunun genişliğine ve şahsiyetinin çok yönlü oldu­ğuna ve bütün bir cemiyeti kavrayıp kucaklayabildiğine en bü­yük delildir. İnsan, onun etrafındaki şahsiyetleri yakından tanı­dıkça, onları hidayete davet eden, kendilerini Kur'an esasına göre Allah'ın ahlakı ile terbiye eden o yüce şahsiyetin büyüklüğünü daha iyi anlamaktadır.

Hz. Peygamber, etrafındaki insanları en iyi şekilde takdir eder ve değerlendirirdi. Terbiye halkasına girenleri, fıtratlarında meknuz olan kabiliyetleri istikametinde yetiştirmeye ve geliştir­meye; bildikleri, yetiştikleri ve beceri sahibi oldukları sahalarda istihdam etmeye itina ederdi. Halid b. Velid, bu sahadaki örnek­lerin en calib-i dikkat mümessillerinden birisidir. Hz. Peygam- ber'in Halid'i takdir edip değerlendirmesi, ayrı bir mucize kabul edilmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber, henüz gücünü göster­meden, askeri hizmetlerini ortaya koymadan önce onu takdir edip yüceltti ve ona "Seyfullah" (Allah'ın Kılıcı) adını verdi. O, bu lakabı, birkaç yıllık askeri muvaffakiyetleri sonucunda hakede- cekti. Ancak Hz. Peygamber ona bu lakabı, biraz sonra geniş bir şekilde ele alacağımız Mute savaşından sonra, Medine'deki As­habın bu seriyyeye iştirak edenleri "Fürrar" (Kaçaklar) diye kız­gın bir şekilde karşıladıkları sırada verdi. Bir başka ifade ile Ha- lid, henüz büyük askeri zaferlerini gerçekleştirmeden, Hz. Pey­gamber tarafından bu unvana layık görüldü.

Halid b. Velid, üç yıl bir ay kadar zaman süresince Hz. Pey- gamber'in emrinde, sohbetinde bulundu. Bu çok kısa denilebile­cek zaman içerisinde, Hz. Peygamber kendisine küçük büyük birçok iş havale etti; müslüman olduğundan itibaren ona inandı ve güvendi. Bu hususta tasrih edilmesi gereken en mühim husus, müslüman olur olmaz onun, Hz. Peygamber tarafından, İslam ordusunun süvari birlikleri kumandanlığına getirilmesidir.    96

Gerçekten Halid'in, müslüman olmasından itibaren, başkuman­danlığını Hz. Peygamber'in yaptığı gazvelerde, İslam ordusunun süvari birliklerinden birisinin kumandanlığını yaptığına; bu vazifenin tabii icabı olarak da aynı zamanda öncü birliği kuman­danı şeklinde vazife gördüğüne şahit olmaktayız. Bu husus, onun Kureyş kabilesindeki e'inne vazifesinin İslam ordusunda aynen devam ettiğini gösterir. Diğer taraftan Hz. Peygamber onu, se- riyye kumandanı olarak da birçok defa vazifelendirdi. O, hiçbir gazve veya seriyyeden geri kalmadı; yüklendiği bütün askeri vazifelerde, Hz. Peygamber'in emir ve rızasına uygun hareket et­mek gayretinde oldu. Halid b. Velid'in müslüman olarak iştirak ettiği ilk savaş, Mlıte seriyyesidir. O bu sefere bir asker olarak iştirak etmiş; kumandan olarak Medine'ye dönmüştür.

Başta Mute olmak üzere, Halid b. Velid'in askeri faaliyetle­rine geçmeden önce, onun Hz. Peygamber'in katipleri arasında zikredilmesine kısaca temas etmek istiyoruz. Bazı araştırmalarda, Halid'in Hz. Peygamber'in vahiy katipleri arasında zikredildiğini; hatta merhum Ömer Nasuhi Bilmen tarafından, Hz. Ebu Bekir zamanında Zeyd b. Sabit başkanlığında Kur'an-ı Kerim'i topla­makla vazifelendirilmiş encümende yer aldığının nakledildiğini görüyoruz.197 Buna karşılık bazı kaynaklarda onun ismi, Hz. Peygamber'in katipleri arasında zikredilmemekte; hatta mesela Belazuri, onun adını okuyup yazma bilen Kureyşliler arasında bile saymamaktadır. 198 Bunun yanında bazı kaynaklarda, Ha- lid'in yalnızca Hz. Peygamber'in katipleri arasında yer aldığını;    vahiy katibi olarak zikredilmediğini tespit ediyoruz.199 Halid b. Velid Hazretlerinin vahiy katibi olduğuna dair sarih bir rivayeti tespit edemedik; bu husustaki bütün kaynakları da tarayamadık. Ancak tespit edebildiklerimize göre, onun Hz. Peygamber'in katipleri arasında yer aldığını ifade ve bu hususta, İbn Kesir'in, Hz. Peygamber'in katiplerine tahsis ettiği yerde, Halid'in, Hz. Peygamber'in bazı mektuplarını yazmasını haber veren rivayeti­ni de hatırlatmakla yetineceğiz.

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar