BAŞÖRTÜ RİSALESİ
| |
Dücane
Cündioğlu
İstanbul
1995
Bu risale; Kur'an'ın buyruğu gereği başlarını örtmeleri
için mağdur edilen, zulme uğrayan, hakları gasb edilen ve fakat her şeye rağmen
iffetlerini muhafaza eden, vahy-i ilahî'yi her şeyin üstünde tutup izzet ve
vakarlarından taviz vermeyen, Kur'an'a yâr olup Ümmet-i Muhammed'i utandırmayan
o güzide insanlara, tarihi yazan değil, tarihi yapan ve böylelikle iman etmiş
olmanın izzet sahibi olmak demek olduğunu cümle âleme gösteren o değerli
kardeşlerimize ithaf edilmiştir.
ÖNSÖZ
'Fermez
le Coran, Ouvrir les Femmes!"
(Kur'an'ı
Kapa, Kadınları Aç!)
"... 1. Âlem-i İslam'ın intihatını mucib
olan esbab u ahvâl nelerdir?
2. Müslümanlara bir hayât-ı taze vererek âlem-i
İslam'ı inkiraz-ı küllîden kurtarmak içün en müessir tedbir nedir?..."
(Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve
Dönemi, sh. 137: "İctihad, no: 1, 1/Eylül/1904, sh 16'ya atfen.)
Bu suallere cevap verenler arasında bulunan bir Fransız
edebiyatçı, nihayet bir İslâm ülkesinin aydını olan bu zâta, Abdullah Cevdet'e
müztehzî bir ifadeyle ve fakat kendinden emin bir tavırla şöyle der: ‘Fermez
le Coran, ouvrir les femmes!' (Kur'an'ı Kapa, Kadınları Aç!)
Abdullah Cevdet ise güyâ bu sözün altında kalmaz ve
kendisine söylenilen bu sözü şu şekilde değiştirerek mukabelede bulunur: 'Hem
Kur'an'ı, hem kadınları aç!'
O, böyle demekle terakkî'ye mâni olan engellerin Kur'an'da
bulunmadığını, kadınların açılması gerektiğini ama bunun yanı sıra Kur'an'ın da
açık durması lâzım geldiğini ifade etmeye çalışmaktadır. O Kur'an'ı karşısına
alamayacak kadar zekidir. Düşüncelerini ve ortaya koyduğu projeleri Kur'an'ı dışlayarak,
Kur'an'a rağmen hayata geçirmeyi hiçbir surette düşünmemiş, bilakis Kur'an'ın
Müslüman toplum üzerindeki etkisini de hesaba katarak bu toplumu ikna etmenin
ancak böylesi bir siyasetle mümkün olacağını anlamıştı. Nitekim kendisinin
'İslâm'ın gelişmeyi önleyen bir din olduğu' şeklindeki görüşlere bu açıdan
verdiği cevap, bu iddiaların "... saf ibtidasındaki Müslümanlık içün
gayr-i muhik olduğu, [buna karşılık] mütereddî Müslümanlık, daha doğrusu sahte
Müslümanlık için doğru..." olduğu şeklindedir. (A.g.e., sh. 137)
O güyâ, gerçek İslâm'a değil, sahte İslâm'a karşıydı ve bu
nedenle de hiç çekinmeden 'hem Kur'an'ı, hem kadınları aç!" diyebiliyordu.
Nitekim böylelikle "müslümanlara bir hayât-ı taze vererek âlem-i İslâm'ı
inkiraz-ı küllîden kurtarmak içün en müessir tedbir nedir?" suali
muvacehetinde en müessir tedbir, Abdullah Cevdet'in o Fransız edebiyatçının
teklifinin değiştirdiği kısmında değil, değiştirmediği kısmında aranıp
bulunmuştu: 'Her halükârda kadınları açmak!'
Bu trajik bir hikayedir! Evet, hem de iki arada bir derede
çırpınanların, ne Kur'an'dan, ne de Kur'an'ın tel'in ettiği bir zihniyet ve bu
zihniyetin gereği olan hayat tarzından bigâne kalanların kalabilenlerin
hikayesidir bu!
Şimdi bu hikayeyi birde Niyazi Berkes'ten dinleyelim:
1908 Devriminin açtığı tartışma döneminin sorunlarından
biri de aile müessesesi olmuştur, ilk önce Batıcılar, Devrimin getirdiği söz
özgürlüğü sayesinde, kadınların toplumdaki durumu, peçe ve çarşaf sorunlarını,
kadınların eğitimi ve toplumsal hayatta rol almaları sorunlarını açıkça ve
alabildiğine eleştiri konusu yapmışlardı. Bu konu üzerinde tartışmalı o kadar
yazı yayınlandı ki bunların hepsini burada yazmaya imkân yoktur. Bu yayınlarda
rastlanan başlıca yargılar şunlardı: 'Türkiye'nin geriliğinin başlıca nedeni
kadınların durumunun aşağılığıdır; bunun sorumlusu da dindir. Bu durumun sürüp
gitmesini sağlayan da din adamlarıdır.'
Abdullah Cevdet, 1908'den önce İctihad dergisini
Cenevre'de yayınladığı yıllarda Müslüman halkın kalkınması için gerekli
çarelerin neler olacağı üzerine Müslüman ve Avrupalı tanınmış kişiler arasında
bir anket açmıştı. Esprili bir Fransız edebiyatçısı buna şu kısa cümle ile
cevap verdi: ‘Fermez le Coran, ouvrir les femmes!' (Kur'an'ı Kapa,
Kadınları Aç!)
Abdullah Cevdet bir değişiklik yaparak, bu cevabı şu biçime
soktu: 'Hem Kur'an'ı, hem kadınları aç!' ve bunu aile reformu
sorununun sloganı olarak ele aldı. 1908 Devriminden sonra peçe ve çarşafa karşı
ilk savaşı açan o oldu. (Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, sh. 435-436;
"İctihad, sy. 4, sy 29, Cenevre, 1907, 1911'e atfen)
Kur'an'ın bir emri, Kur'an'a rağmen tatbik edilmiyor, hatta
bununla da kalmayıp o mümtaz Kelâm'ın şu ya da bu hususu emretmediği,
emrettiyse bile bağlayıcı olmadığı söyleniyorsa, Kur'an sayfaları açılsa ne
olurdu, açılmasa ne olurdu? Kur'an'a ittiba edilmedikten sonra, Kur'an'ın el
üstünde, baş üstünde tutulmasının ne anlamı vardı?
Bu sorunlar, nasıl son dönem Osmanlı aydınları arasında
yaşanmışsa, günümüz Cumhuriyet Türkiye'si aydınları arasında da yaşanmaktadır.
Bugün de kimileri başörtüsünü ya da çarşafı, çağdaşlığa mâni addetmekte,
örtünmeyi gericiliğin, buna karşın açılıp saçılmayı çağdaşlığın esbab-ı
mucibesi saymakta ve bu nedenle kadınların kapanmasını emreden Kur'an'ın
sayfalarının da kapanmasını arzu etmektedirler. Yine bugün de kimileri -tıpkı
Abdullah Cevdet gibi- hem Müslüman kadınların ve kızların hem de Kur'an'ın
açılması gerektiğini söyleyerek güya bu müfritlere mukabelede bulunmakta,
mukabelede bulunduklarını sanmaktadırlar.
Sorun işte buradadır! Sıfatları, ünvanları ne olursa olsun
bu tür aydınlar, modern hayatın onları konumlandırdığı yere ve koşullara
alışmış olduklarından, vaziyet- alışlarını Kur'an'dan hareketle değil, içinde
bulundukları, alıştıkları hayat tarzından hareketle belirtmektedirler. Bu
zaaftan dolayı da Kur'an'ın modern yaşama biçimine uygun gelmeyen, onunla
uyuşmayan, modern zihniyetle ve bu zihniyetin kaynaklık ettiği yaşantıyla
çatışan ayetlerini ya görmezlikten gelmekte ya da te'vil cihetine
gitmektedirler. Kur'an ayetlerinin ne dediği umurlarında değildir onların; zira
onlar Kur'an'ın emirlerine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi, Kur'an'ın çizdiği
sınırları aşmamayı, Kur'an dairesinde bir tarz-ı hayatı idame ettirmeyi
—gerçekte— arzu etmemekte, ediyorlarsa bile bunu hiçbir surette söyleyebilecek
cesareti kendilerinde bulamamaktadırlar.
Evet, bu tür aydınlar Kur'an'ın da açılmasını istiyorlar;
Kur'an'ın okunmasını, Kur'an'a da hürmet edilmesini, Kur'an'a da saygı
duyulmasını arzu ediyorlar. Ne ki iş Kur'an ahkâmına gelip dayanınca, Kur'an'ın
siyasî eleştiri ve talepleri sözkonusu olunca, aynı insanlar bu sefer ağız
değiştirmekte, ya Kur'an'da — birbirlerinin (!) söylediği gibi— böyle bir emrin
olmadığını, ayetlerin yanlış yorumlandığını, cevazın, ruhsatın, şartların,
ibarelerin —ama mutlaka bir 'şey'in — dikkate alınmadığını iddia etmekteler ya
da Kur'an'ın ahlâkî çerçevesinin asıl olup zamanın değişmesiyle ahkâmın da
değişebileceği ilkesinin ardına sığınarak binbir türlü gerekçe uydurmaktalar.
Ne hikmetse, Kur'an'la, Kur'an'a hürmetle başlayan o
tumturaklı sözlerin ardından Kur'an'î bir hakikatin ispatı, Kur'an'î bir
ilkenin müdafaası gelmiyor da ya o Kur'an'î emri yobaz din adamlarının, kara
cübbelilerin, radikallerin, fundamentalistlerin (!) çarpıttığı, dolayısıyla
işin esasının böyle olmadığı söyleniyor ya da Kur'an'ın barışı, kardeşliği,
sevgiyi, insanlık sevgisini, Allah sevgisini öğrettiğinden bahisle ahkâm,
siyaset, muamelât, kısaca Kur'an'da insan hayatına yönelik emirler mecmuası
tamamen veya kısmen es geçiliyor. Çok ilginçtir ki her ne zaman bu nutuklar
Kur'an'la başlasa, en nihayet Kur'an'ın tebliğini iptal ya da ihmal eden
birtakım görüşlerle son buluyor.
Evet doğrudur, İslâm'ın toplumsal ahlâkı düzenleyici
emsâlsiz ilkeler vaz'ettiği; insanı sevmeyi, insan hakkına saygı duymayı
öğrettiği...
Evet doğrudur, Kur'an'ın savaşı a'rızî, barışı asıl ittihaz
ettiği, kendisini barışın, özgürlüğün hükümfermâ olduğu ortamlarda daha iyi
dile getirdiği...
Evet doğrudur, Kur'an'ın bağlantılarına da karşıtlıklarına
da özgürlük ve barışı va'dettiği, sadece çatışmanın değil, konuşmanın da
yollarını gösterdiği...
Ama şurası da doğrudur ki Kur'an, haksızlığı, hırsızlığı,
zulmü, katli, içkiyi, zinayı, faizi, açılıp saçılmayı yasaklar; bu yasakları
çiğneyenleri sadece ilâhi cezayla değil, dünyevî cezayla da tehdid eder. Bu
yasakları çiğneyenlerin Şeytan'ın adımlarını takip ettiklerini, Şeytan'ın
adımlarını takip edenlerin ise ne dünyada ne de ahrette felah bulacaklarını
bildirir.
Kur'an barıştan, özgürlükten rahatsız olmaz! Ne var ki
Allah'ın emirlerinin yerine getirilmediği, nehiylerinin çiğnendiği toplumların
özgür değil, köle olduklarını, binaenaleyh insanların ilahî emirlere uydukları
takdirde özgürlüklerine kavuşacaklarını, bundan kaçındıkları takdirde ise köleliğe
düçar kalacaklarını söyler.
Kur'an, kendisine iman edenlerden bu hakikatleri
saklamamalarını insanlara doğruları söylemelerini, kınayanların kınamalarına
aldırmamalarını emreder. Niçin, Rabbimiz bize uymamız gereken emirleri,
kaçınmamız gereken yasakları bildirmişken, onları saklayalım? O'na ve Kitabı'nı
iman etmiş kimseler olarak, niçin O'nun buyruklarını insanlara tebliğ etmekten
kaçınalım? Niçin, O'nun dininin söylediklerini söylediğimiz için kınanmaktan
korkacağız? Niçin, O'nun yasaklarını, O'nun ayetlerini eğip bükmeden insanlara
aktarmaktan çekineceğiz? Niçin bütün bunları insanlara söylemekten utanacağız?
Müslüman, Rabbinin sözlerini eğip büker mi? Müslüman,
kendisine hak gelmişken hakkı gizler mi? Müslüman, kendisine ilim geldikten
sonra çekişmeye düşer mi? Müslüman, dünya ziynetlerinin ardından koşup Rabbinin
buyruklarını unutur mu? Bükerse, gizlerse, düşerse, unutursa, hâlâ sadece
Rabbine mû'ti olduğunu, sadece O'na kulluk ettiğini söyleyebilir mi? Söylerse
kimse kendisine inanır mı?
Hepimiz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz. Bizi
yaratan, bize rızkımızı veren, bizi koruyup gözeten O'dur! Bizler, O'na
kullukla emrolunduk. Âlemlerin Rabbi'ne hamd edip O'nun buyruklarına teslim
olduğumuzda bize va'dedilen Cennet'e kavuşacağımıza, O'ndan gayrı ilahlar
edinip O'na itaatten kaçındığımızda ise bizi ateşin beklediğine inanıyoruz.
Mahzun olmamalı, gevşememeli, eğer mü'min isek izzet ve şerefin mü'minlere ait
bulunduğunu asla ve kat'â unutmamalıyız. Öyle ise niçin biz sadece, bizi
yaratan Rabbimize kulluk etmeyelim?
Dücane
Cündioğlu Üsküdar/1995
Tersem
ne-resî be-Kâ'be ey A'rabî!
İn reh ket o
mî-revî be-Türkistân- est.
***
Korkarım ki
Kâ'be'ye varamayacaksın ey A'rabî!
Tuttuğun yol
Türkistan'a giden yoldur.
Bu beyit, bir
amaca varmak için yanlış yöntem ve yol seçenler için söylenir. [M. Mutahharî,
Adl-i İlahî, sh. 168, (Çev. Hüseyin Hatemî), İstanbul, 1988]
BAŞÖRTÜSÜ BAĞLAMINDA KUR’AN’IN
ÇAĞDAŞ BİR YORUMU
—Eleştirel
Bir Yaklaşım—
Dücane
Cündioğlu
Tersem ne-resî be-Kâ‘be ey A'rabî!
İn reh ke to mî-revî be-Türkistân-est.
Korkarım ki Kâ'be’ye varamayacaksın ey A'rabî!
Tuttuğun yol Türkistan’a giden yoldur.
Bu beyit, bir amaca varmak için yanlış yöntem
ve yol seçenler için söylenir. [M. Mutahharî, Adl-i İlahî, sh. 168, (Çev.
Hüseyin Hatemî), İstanbul, 1988]
I / Tarihsel Arkaplan 1980’li
yıllar, bu topraklarda yaşayanların —bilhassa müslümanların— belleklerinde
derin izler bırakacak hâdiselerin yaşandığı yıllardı... Bu yılların
başlangıcında bu ülkede bir askerî ihtilalle birlikte sadece Rejim değişime
uğramakla kalmadı, değişen birçok şeyle beraber hâdiselerin istikameti de
değişti. 12 Eylül öncesinde öğrenciler arası çatışmalara sahne olan
Üniversiteler, bu sefer başka bir çatışmaya sahne oldular: bir tarafta Üniversite
yönetimlerinin (Sistem’in), diğer tarafta ise okumak isteyen müslüman kız
öğrencilerin yer aldığı çatışmalara... Müslüman kız öğrenciler, ‘başlarını
örttükleri’, dolayısıyla okul yönetmeliğine aykırı davrandıkları gerekçesiyle
okullara alınmadılar, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip istikamet üzere olmayı
tercih ettiklerinden dolayı cezalandırıldılar ve her türlü ‘özgürlük’
teranesine rağmen okuma hakları gasbedildi. Gelişen bu olaylar muvacehesinde
içlerinden büyük bir çoğunluk direndi, yılmadı, mücadele etti; kimileri okuldan
atıldı, kimileri okullarını kendileri bırakmak zorunda kaldı, kimileri de
dışarıda başını kapayıp okulda açarak öğrenimini sürdürdü. Birçoğunun aileleri
ile araları açıldı ve bu nedenle bazıları okullarını terketti, bazıları da ailelerini...
İçlerinden bunalıma girenler de oldu, mahkeme kapılarında haklarını aramak için
çile çekenler de... Bütün bu olanlar ülke sathına yayıldı, imzalar toplandı,
gösteriler düzenlendi, protesto mitingleri yapıldı, hâsılı bu yıllarda ve bu
ülkede, bu ülkenin insanlarının belleklerinde oldukça derin izler bırakacak bir
‘başörtüsü dramı’ yaşandı. Netice itibariyle tüm bu hâdiseler, aynı zamanda
başörtüsüyle ilgili (sadece sosyal ve siyasî değil, fikrî) tartışmaların
yapılmasına da yol açtı. Paneller, açık-oturumlar, konferanslar düzenlendi,
makaleler, kitaplar yazıldı ve bugüne değin başörtüsü ile ilgili meseleler her
halükârda gündemde kaldı.
Bu bağlamda önemine binaen altının çizilmesi gereken bir
husus da şudur: Başörtüsü ile ilgili tartışmalar başladığında, münakaşalar
önceleri ‘başörtülü kız öğrencilerin böylesi bir kıyafetle okullara girip
giremeyecekleri’ meselesi etrafında dönerken, bir süre sonra ‘İslâm’da
(Kur’an’da) başörtüsü’nün olup olmadığı’ şeklindeki münakaşalara dönüştü ve
nihayet televizyon kanallarının çoğalmasıyla beraber bu tartışmalar —hem de
bazı medyatik ‘din adamları’nın marifetiyle— halkın her kesimine yayıldı. Bu
yarayı kanatanların, meselenin bu raddeye geleceğini hesap edip etmediklerini
bilemeyiz ama neticede tartışmalar mahiyet değiştirmiş ve oldukça ilginç bir
hâl almıştı. Rejim’in zorla ve yasaları kullanarak açtıramadığı başlar, bu
sefer bazı din adamlarının ya da bağlılarının marifetiyle açtırılmak
isteniyordu. Öyle ki işin başında, bu yarayı kanatanlara, laik yasaların daha toleranslı
yorumlarından dahi istimdad edilerek ‘müslüman kız öğrencilerin örtülerini
açmayabilecekleri’ söylenirken (tartışmalar, İslâmî değerlerin savunucularıyla
bu değerlerin karşıtları arasında iken), tartışmanın seyri ve tarafları
değişmiş; bu defa müslümanlar kendi aralarında baş örtme emrinin İslâm’da
(Kur’an’da) olup olmadığını (ya da ‘emrin vücûb ifade edip etmediğini’)
münakaşa etmeye başlamışlardı.
Hâdiselerin en yoğun olarak yaşandığı bir zamanda,
televizyonda yapılan ilk açık-oturumlardan birinde İlahiyatçı ve fakat modern
giyimli bir hanım (Bahriye Üçok), —bilhassa İlahiyatçı kimliğini öne sürmek
suretiyle— Kur’an’da başörtüsüne ilişkin ayetlerin yanlış yorumlandığı,
İslâm’da böyle bir vecibenin bulunmadığı, dolayısıyla müslüman kızların pekâlâ
başlarını açarak okullarına devam edebilecekleri fetvasını verdi. Bahriye
Üçok'un bu fetvasının kimilerince ‘fikir verici, aydınlatıcı bir yaklaşım'
olarak hüsn-ü kabul gördüğüne şüphe yoksa da bu fetva müslümanlar tarafından
pek öyle ciddiye alınmadı. Ne var ki bir süre sonra bu fetva’ya iltifat eden başkaları
da çıktı ve bu başkaları da aynı fetva’yı dillendirmeye başladılar. Laik
kesimler tarafından çıkarılan dergilerde aleyhte yazılar çıkıyor, başörtüsü’nü
alaya alan karikatürler çiziliyordu. Başörtülü kız öğrenciler, özellikle
çarşaflı müslüman hanımlar için kullanılan ‘kara kargalar', ‘kara fatmalar’,
‘mor patlıcanlar’ ‘öcü kılıklılar’ gibi tabirler, işte o dönemin müşevveş
zihinleri, haysiyetsiz kalemleri tarafından ortaya atıldı. Israrla sürdürülen kampanyalar
öylesine etkili olmuştu ki değil Cumhuriyet yönetimlerince itici hale
getirilmiş olan ‘çarşaf kavramı, başörtüsü kelimesi dahi telaffuz
edilmek istenmiyordu. Çözüm bulunmuş, hem gazetelerin hem de birtakım
muhafazakâr siyasetçi eşlerinin katkılarıyla ‘türban’ kelimesi eski şöhretine
yeniden kavuşmuştu.
‘Çarşaf veya ‘Başörtüsü’ sadece Laiklerin, Sosyal
Demokratların, Kemalist geçinenlerin karaladığı bir kavram olarak kalmadı ve
İslâm adına konuşan, yazıp çizen bazı zevat da bu kampanyaya katıldı: Bazıları,
Cuma namazı çıkışında başörtülü kız öğrencilere destek için protesto
gösterileri yapan müslüman gençlere karşı aynı anda otuz-beş câmide yayınlanan
vaazlar vererek Hafiyesi Mahmut misali ‘çarşaf giyen erkekler’den dem
vurdular ve böylelikle hem bu eylemleri mahkum etmek suretiyle kendilerinin
fundamentalistlerden (!) beri olduklarını âleme göstermek fırsatını buldular,
hem de çarşaf giymiş bir kadının güvenlik güçlerince aranabileceğinin
gerekçesini hazırlayarak kendilerine Konut’un merdivenlerine tırmanabilmenin
yollarını açtılar. Bazıları da hangi saflarda yer aldıklarını unutup bu malum
koroya katıldılar ve belki de aynı koroda yer almanın kaçınılmaz bir sonucu
olarak onlar da diğerleri gibi çarşaf'ı ‘kara çuval’ olarak nitelemekten geri
durmadılar, duramadılar. Aynı güfte yeni bestelerle çalınıyordu. Meselâ kendisi
yaşlı bir İslâm âliminin oğlu olan (Reşad Halife’nin peygamberliğine ve Tevbe
Sûresi’nin son iki ayetinin Kur’an’dan olmadığına iman ettiğini açıklayan) Edip
Yüksel, Kur’an'ın müslüman kadınlara başlarını örtmelerini emretmediğini iddia
etti, hatta iddia etmekle kalmayıp o da çarşafı ‘simsiyah bir çuval’ olarak
niteledi (Türkçe Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, sh. 21, İstanbul,
1992). Edip Yüksel’in tavrında, Bahriye Üçok’un tavrından farklı
addedilebilecek bir yön vardı; zira o başörtülü kızların okullara sokulmasına
değil, başörtüsü’nün Kur’an’a sokulmasına karşıydı:
Başörtüsünü Kur'an’a sokmak isteyenleri
onaylamadığımız gibi, Üniversite'dcki kızların giyim kuşamlarına karışan
şekilci ve despot tavırları da onaylamıyoruz. (A.g.e., sh. 22)
Görüldüğü üzere hâdiselerin seyri ve tarafların durumu
gerçekten de ilginç bir hâl almış, belki ancak dipnotta zikredilebilecek bir
orana tekabül eden demokrat ve eyyamcı fısıltılar müstesna, bu konudaki
tavır-alışlar garip bir biçimde farklılaşmıştı: Bir tarafta, başlarını
Kur’an’ın bir emri gereğince örttüklerini, örtülü olarak da okumak
istediklerini söyleyen kız öğrenciler ve bu yaklaşımı savunup destekleyen
İslamcılar ile muhafazakâr kesimler vardı, diğer tarafta ise, başörtüsü
takmanın dinî bir davranış olmayıp bir ‘siyasî simge’ olarak kullanıldığını,
dolayısıyla ‘çağdaş bir kıyafet’ sayılması mümkün olmayan (!) başörtüsü ile
okullara girilemeyeceğini iddia eden Laik, Kemalist ve Sosyal Demokrat çevreler
bulunuyordu. Buraya kadar garip bir taraf yoktu ve tuhaflık da işte tam bu
noktada başgösteriyordu; zira her iki tarafın safında da yer almayan, almak
istemeyen üçüncü bir söylem daha zuhur etmişti. Bu nevzuhur söylemin sözcüleri,
başörtüsü’nün dinî (Kur'anî) bir vecibe olmadığını iddia ettilerse de başını
örtmek isteyenlerin okullara girmelerinin engellenmemesi gerektiğini söylemeyi
de ihmal etmediler. Buna rağmen taraflarca ‘işbirlikçi’ muamelesine layık
görüldüler; zira başörtülü öğrencilerin okullara girmeleri gerektiğini
söylemekle bir tarafa, baş örtmenin dinî bir vecibe olmadığını söylemekle de
diğer tarafa hizmet etmiş oluyorlardı. Ortada bir ‘fitne’ (!) vardı ve
tahrikler neredeyse bir ‘Başörtüsü Meydan Savaşı’na (!) yol açmak üzereydi.
İşte onlar, güya bu savaşı önlemeye çalışıyorlardı ve fakat savaş bir yandan
yine de devam ediyordu. Neticede, hakemliğe soyunanlar ne o tarafa, ne de bu
tarafa yaranabildiler.
İşbu rivayet evvelce yoğ idi ve 12 Eylül’le birlikte
çıkmıştı. Ne ki çıkmakla da kalmadı ve şuyûu vukuundan beter bir hâl alarak hem
sosyeteye tebliği vazife edinmiş bir hoca ve müridânınca, hem de onlara akıl
hocalığı yapanlarca ‘Kur’anî analizlerin sonuçları’ şeklinde piyasaya
arzedildi; ancak bu görüşler sadece dindar burjuvazinin ‘takıldığı’ mekânlarda
seslendirilmedi, gün geldi, o mekânlara mahsus bir söylem olmaktan çıktı ve
nihayet, Kuran adına, İslâm adına, hem de İslâm’a bağlılıklarını beyan eden
kimi aydınlarca gazete ve dergilerde, televizyon kanallarında —maâ’l-âile—
sürekli tekrar edildi, halen de edilmekte...
Gelinen nokta açısından bugün artık başörtüsü —maalesef—
müslümanların kendi aralarında tartıştıkları bir konu haline gelmiştir ve bazı
müslümanlar ne dediklerini, hatta kime hizmet ettiklerini bilip bilmeden bu
görüşlerini sadece televizyon kanallarında değil, kendi kitaplarında da
fütursuzca sergilemekte, kimi çıkarcılar da bu söylemin yayılmasına çanak
tutmaktadırlar. Ne yazık ki olan olmuş, televizyon kanallarında dinamitin
fitili ateşlenip (!) halkın gözü önünde müslümanlar birbirlerine düşürülmüştü...
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, fitili tutuşturanlar amaçlarına ulaşmanın
verdiği keyifle müslümanların yüzüne bakıp sırıta sırıta ‘Görüyorsunuz
başörtüsü zaten Kur’an’da da yokmuş’ diyebilmişlerdi. Sözün özü, bir yangın
başlamıştı bu ülkede...
II/Kur’an Yorumlarının Avâmileşmesi
Böylesi bir tarihsel arkaplanın ortaya konmasındaki amaç,
başörtüsü ile ilgili tartışmaların Türkiye'deki son on küsur yıllık serencâmını
tahkiye etmekten ibaret değildir elbette. Bu yolu tercih etmemizin iki temel
amacı vardı:
Birincisi, bu tartışmaların ardında fikrî âmillerin değil,
bilakis sosyal ve siyasî sâiklerin bulunduğunu göstermek, yani ‘söz uçar yazı
kalır’ darb-ı meselince kitaplara geçerek ‘içeriden’ seslendirilen bu
görüşlerin kökeninde yatan zaafın, esas itibariyle fikrî mahiyette olmayıp
sosyal ve siyasî bir tavır-alışla yakından alâkalı olduğunu vurgulamak.
İkincisi, Kur’an’dan yapılan sözkonusu istinbatların
İslâm’ın bunca asırlık geleneği içerisinde hiçbir mektebin ya da mezhebin öne
sürmediği, hatta aklına bile getirmediği bir biçimde ‘modern’ olduğunu,
‘şimdi’ye ait bulunduğunu hatırlatmak ve böylelikle, eşlerinin ya da kızlarının
başlarından başörtüsü’nü çıkaranlar ile başörtülü kızları podyumlara çıkaranlar
arasında temelde bir fark bulunmayıp her iki tavrın da sosyal ve siyasî değişim
dalgalarının bir sonucu olduğunu ortaya koymak...
Eleştiri’nin kalkış noktası, yaşanmakta olan hayat tarzının
o hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediğini ve Kur’an ayetleri ile yaşanan
hayat arasındaki ilişkinin Kur’an metnini anlamadaki rolünü (bir anlamda,
'yaşadığın gibi inanırsın’ darb-ı meselinin ifade ettiği hakikati) ortaya
koymak olduğundan, Kur’an’a yapılan atıflar kadar, bu atıflara yol açan sosyal
ve siyasî arkaplanın da tartışılması gerekmektedir.
‘Yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı yaşayanların
ufkunu nasıl belirlediği’ ile ilgili olarak, yakın tarihimizden yaşanmış,
tecrübe edilmiş bir misal verelim: Kendisi Meşrutiyet-Cumhuriyet devri
mütefekkirlerinden... Fıkıh ilmiyle, özellikle Usûl-i Fıkıh’la meşgul oldu ve
bu konuda gerçekten de kıymetli eserler verdi. II. Meşrutiyet’in ilanından
sonra kurulan Meclis-i Mebusan’a iki dönem İzmir mebusu olarak katıldı, daha
sonra Ayan Meclisi üyeliğine seçildi. Cumhuriyet’in ilanından sonra da İzmir
Mebusu olarak TBMM’nde görev aldı. I. İsmet İnönü Kabinesi’nde Adliye Vekili
oldu (1924). Mecliste hilafet’in kaldırılması tartışılırken, bu âlimimiz
‘Adliye Vekili’ sıfatıyla hilafet’in mahiyeti şer'iyyesine dair meşhur bir
konuşma yaptı; meclisteki muhalefeti kıran bu konuşması hilafet'in
kaldırılmasında büyük bir rol oynadı. Herhalde kimden bahsettiğimiz anlaşılmış
olmalı... Seyyid Bey’den söz ediyoruz; fakihliğinden ziyade, hatibliğiyle
tanınan Seyyid Bey’den... İsmail Kara’nın ifadeleriyle: Bugün aramızda çok
Seyyid beyler yaşıyor: İşe koşulan, bazı doğruların söylenmesi kendisine
bırakılan, zeki fakat saf, zamanı gelince de “kumda oynamaya müheyya”lar... (Garı,
Ganun ve Şapka, Dergah Dergisi, I/V, Temmuz, 1990)
Seyyid Bey’le ilgili olarak aktaracağımız anektod,
Dergi’nin mezkur sayısında yer almaktadır ve ‘yaşanmakta olan hayat tarzının o
hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediği’ ile ilgili önemli ipuçları
vermektedir:
... Umumî Harb içinde idi; Alman mebuslarının
ziyaretini iade için Almanya'ya bir heyet halinde gittiğimiz zaman aramızda
Seyit Bey de vardı. Cenuptan başlayarak Almanya'nın küçük payitahtlarından bir
haylisini dolaştıktan sonra, nihayet Berlin'e gelmiştik. Birgün, Adlon otelinin
hususî salonunda, öteden beriden konuşuyorduk. Birdenbire, başını kesik kesik bir
hayli salladı, gözlerini evirdi, çevirdi. Kaşlarını kaldırarak ‘olmayacak bu
iş!' dedi. Ben harpten, sulhtan, Almanlarla münasebetlerimizden bahsedecek
zannediyordum. ‘Hayrola’ dedim; ‘nedir olmayacak olan iş?’ Seyit Bey, bir uzun
mahkeme kararını tefhim eder gibi, ciddi bir tavır ile, “Bizim garının’’ dedi;
“başına şapkayı giydirip sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!"
O, ‘k’ harfini telâffuz edemezdi, ‘kanun’
derken Meclis'tc ‘ganun’ diye bağırırdı. Şimdi karısının başına şapka
giydirerek sokağa çıkarmak lüzumundan bahsetmesi, bizdeki tesettürün
manasızlığını ve zararını tasdik etmesi demekti. Konuştuğumuz lakırdılarla hiç
alâkası olmayan bu bahis, Avrupa seyahatine çıkalıberi onun zihninde yavaş
yavaş vücut bulan, nihayet tebellür eden bir kanaatin birdenbire kalbinde
feveran etmiş bir ifadesi idi. (Hüseyin Cahit Yalçın, “Tanıdıklarım-Seyit
Bey", Yedigün, nu. 183, 9 Eylül 1936)
Daha sonra H. C. Yalçın’ın, aynı yazısında Chateau Iquem
şarabını da yudumladığını söylediği Seyyid Bey’in fikirlerindeki bu değişim
(kimilerine göre ‘gelişim’) kolay olmamış ve fakat en nihayet memleketin
kurtuluşunu ‘garısının başına şapka giydirip sokağa çıkarmak’ta görecek
noktalara kadar gelmişti. İşin trajik tarafı, insanoğlunun fikirlerinin
değişmesi değil, bu fikirlerin değişmesine yol açan âmillerin gözden kaçması ve
meselâ Meclis’te hilafet’in mahiyet-i şer'iyyesi tartışılırken,
tarafların gerçekten de şer'î bir mahiyet’in tartışıldığını düşünmesidir.
Okudukları, okuttukları Seyyid Bey’in yaşamakta olduğu hayatı ne denli etkilemişti?
Bu sualin cevabını tam olarak verecek durumda değiliz. Ancak yaşamakta olduğu
tarz-ı hayatın, Seyyid Bey’in okuduklarını, okuttuklarını ne denli
etkilediğini, galiba çok iyi biliyoruz!
Bizler, umumiyetle metinde mündemiç anlamın ona muhatap
olanları etkilediğini ve tabiatıyla metnin, muhataplarının hayatlarını
değiştirip biçimlendirdiğini düşünürüz. Bu doğrudur ve metinlerin, özellikle
kutsal metinlerin, bidayetten beri insan hayatını değiştirip biçimlendirdikleri
reddedilemez bir vâkıadır. Fakat unutulmamalıdır ki metinde mündemiç anlamın
muhataplarını etkilemesi, biçimlendirmesi kadar, muhatapları da çoğu zaman o
metne kendilerinden, kendiliklerinden birtakım anlamlar katarlar, âdeta metnin
anlamını yeniden tayin edip metni, ‘kendi bulundukları doğrultuda’
konuştururlar. [Muhatabın, metni ‘kendi bulunduğu doğrultuda konuşturması’,
bütünüyle, metni ‘kendi istediği gibi konuşturması’ demek değildir. Çünkü
ilkinde; muhatabın metne anlam verirken anlam’ı, bulunduğu yere bağlı olarak
(vaziyet-alışına uygun bir biçimde) saptayabileceği, yani bulunduğu yer ile
metin arasındaki doğrudan ilişki sebebiyle ve farkında olmaksızın konumuna
uygun düşecek şekilde anlam’ı oluşturabileceği kastedilmektedir.
İkincisinde ise, muhatabın —kendi bulunduğu yerin önemi olmaksızın— metne
dilediği gibi (=keyfe mâ ye-şâ) anlam verip metnin anlamını dilediğince tayin
etmesi (saptırması) sözkonusudur. Kısaca, ilkinde gayr-i iradî
(bilinçsizce) olan tasarruflar, ikincisinde iradî (bilinçli) bir mahiyet
kazanmaktadır]. Bu yapılamadığı takdirde; yani muhatab, metnin verdiği anlama
doğrudan müdahale edemediği durumlarda, bu sefer metnin kendisine müdahale
etmeyi dener ve malum olduğu üzere tahrif denilen olgu da böylesi durumlarda
başgösterir. Tahrif —sanılanın aksine— muhatabın sadece metnin kendisine
yönelik tasarruflarında değil, metinde mündemiç anlama yönelik müdahalelerinde
de ortaya çıkar. Lafız değiştirildiğinde (=tahrif lafzen vukû
bulduğunda), anlamın aslına ircâ edilme imkânı kalmayacağından, Söz’ün sahibi
tarafından lafzın yeniden vaz'edilmesi gerekir ki vahy-i ilahî’nin tarih
sahnesinde fâsılalarla tecelli etmesinin bir sebebi de burada aranmalıdır. Lafız
değil de lafzın delâleti değiştirildiğinde (=tahrif mânen vukû
bulduğunda) ise, anlamın herşeye rağmen aslına ircâ imkânı var demektir; zira lafız
değişmemiş, değiştirilmemiştir. Nitekim vahiy zincirinin son halkası olan
Kur’an’ın insanlığa rehberlik yapabilme kudreti üzerinde düşünüldüğünde, bu
kudretin sadece Kur’an’ın muhtevasında değil, bu muhtevayı bugüne
taşıyan lafzında da saklı olduğu görülecektir.
Kutsal metinlerin tefsir tarihlerine genel olarak
bakıldığında, tahrif olgusu her iki şekliyle de gözlemlenebilir. Çünkü mevcut
kutsal metinlerin değil sadece kendileri, önemli ölçüde anlamları da o
metinlerin asıl sahibine izafe edilecek durumda değildir. Meselâ eldeki
İnciller, hem metinlerin mevsukiyeti bakımından, hem de hıristiyanlar
tarafından bu metinlere yüklenen anlam içerikleri bakımından hiçbir otantik
kıymet taşımazlar. Kutsal metinler içerisinde bunun bir tek istisnası vardır, o
da Kur’an-ı Kerim’dir. Tahkîken söyleyebiliriz ki insanoğlunun elinde bugün
Kur’an dışında mevsuk herhangi bir kutsal metin bulunmamaktadır ve eldeki
mevcut metinlerin hiçbiri, tarihsel eleştiri’nin soruşturmalarına mukavemet
edecek ölçüde bir sıhhati haiz değildir.
Kur’an’ın yorumları sözkonusu olduğunda ise, maalesef bu
denli iddialı konuşmak mümkün olmamakta, olamamaktadır. Nitekim Tefsir
tarihimize şöyle bir bakıldığında bile görülecektir ki vahy-i İlahî hiç de
lâyık olmadığı bir biçimde birtakım lafazanlıkların, hurafe ve bid'atların,
gereksiz felsefî ve kelâmî zorlamaların, mezhebî ve siyâsî taassub
gösterilerinin, hâsılı binbir türlü gayretkeşliklerin konusu yapılmış, tüm
bunlar olurken murad-ı ilahî âdeta görmezlikten gelinerek ayetler hakkında akla
gelen herşey söylenivermiştir. Vahy-i ilahî’nin anlamını saptırmaya yönelik bu
tür teşebbüslerin çetelesini tutmak isteyecekler, eldeki Kur’an tefsirlerine
bakıp oradaki tartışmaları izleyebilir ve kendilerine kâfi miktarda örnek de
bulabilirler.
Günümüze gelindiğinde ise, Kur’an yorumlarındaki değişim
sadece çağdaşlaşmak ile ifade ya da izah edilebilecek bir düzeyde
kalmamış, Demokrasi rüzgârlarının İslâm dünyasının üzerinde esmesiyle birlikte,
bu yorumlar avâmileşmişti de. Kur’an yorumlarının avâmilcşmesi iki şekilde oldu:
Birincisi, ulemâ ve aydınlar Kur’an’ı avâma göre, avâmın isteklerine,
beklentilerine göre yorumlamaya ve sosyal gelişmelerin baskısı altında demagoji
(kelimenin asıl karşılığıyla: halk avcılığı, halka dalkavukluk) yapmaya
başladılar. Nitekim çağdaş yorumların kısm-ı a’zamı bu niteliktedir. [Burada,
hatiblerle muhatabların aynı düzlemde yer aldıklarına bilhassa dikkat
edilmelidir.] İkincisi, bu işe avâm da el attı ve ‘bilenlerle
bilmeyenlerin bir ve eşit’ sayıldığı demokratik platformlarda her kafadan ayrı
bir ses çıktı ve fakat işin garibi bu keşmekeş karşısında kimse sesini
çıkarmadı, çıkaramadı. Herkesin biliyormuş, düşünüyormuş gibi yapıp aklına
geleni söylediği, canı sıkılan herkesin bir Kur’an meâli veya “Kur’an’da...”,
“Kur’an’a Göre...” başlıklı yazılar yazıp neşrettiği, üstelik bütün bu olup
bitenlerin de ‘zenginlik’ (!) olarak görüldüğü bir toplumda avâmileşme
kaçınılmazdı ve bütün bu olup bitenlere ‘demokrasi’ aşkına katlanıldı, halen de
katlanılmakta...
Günümüz müslümanının karşı karşıya (hatta ‘içinde’)
bulunduğu gerçek tehlike, tâbi olmakla emrolunduğu vahy-i ilahî’ye tâbi
olmamasından/olamamasından, ‘kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı’ Kitab’ın
rehberliğinden istifade etmeyip hevâ ve hevesine uymasından ya da ma'rufu emr,
münkeri nehy etmek yerine, bunun tam tersini yapmasından ziyade, tâbi olacağı
Kitab’ı, istediği gibi yorumlayabileceği bir hâle getirip onun kelime ve
kavramlarıyla oynaması, bu
Kitab’ın emirlerine uyacak yerde, bu Kitab’daki vâcibleri,
mendub ve mübahlara indirgeyip emirlerin içeriğini, kendi fiilî yaşantısını her
halükârda meşru kılan beyanlar haline getirmesi, içinde yaşadığı zamanı, mekânı
Allah’ın muradına uygun bir biçimde değiştirip dönüştüreceğine, Tahtakale
esnafı gibi ‘zaman sana uymuyorsa sen zamana uy’ yollu ucuz vecizelere
sarılarak aklısıra Kur’an’ı asrın idrakine sunduğunu iddia etmesidir.
Evet, Kur’an asrın idrakine sunulmalı, asrın insanlarının
bu Kitab’ın yüce rehberliğinden istifade etmeleri için her türlü cehd u gayret
gösterilmelidir. Ancak bu, onun kelimelerini eğip bükmeden ve onun emirlerini hileyi
şer'iyye ile nesh ve iptal etmeden yapılmalı, ne ‘biz hakikati söylüyoruz’
lafazanlığıyla birtakım uydurma rivayetleri, bâtıl görüşleri, içtihad adına
yapılmış gayretkeşlikleri dinî esaslarmış gibi piyasaya sürmeyi âlimlik
sanmalı, ne de ‘insanlara dinimizi sevdirelim’ gibi masum ve belki de samimi
gerekçelerle genç evlatlarımızı St. Antoine Kilise’sinin papazının elinden
kurtarmak adına akla eseni söylemelidir. Bu yol, İslâm âlimlerinin (diğer bir
tabirle ‘bağlılarının’) yolu değildir, olmamalıdır; zira bu yol, olsa olsa
Hıristiyanlığı yaymak bahanesiyle Meryem oğlu İsa’nın tebliğ ettiği dini, pagan
inançlarının bahçesi haline getiren St. Paul’ün yoludur. Hıristiyanlık bugün ve
hem de St. Paul’ün marifetiyle hâlâ kendisine milyonlarca ‘bağlı’ bulabiliyorsa
da bu çokluğu elde etmenin bedeli olarak Tevhid'i fedâ ettiği, neticede de bir
Şirk dinine dönüştüğü gözden ırak tutulmamalıdır. Bu hastalık bugün de devam
etmekte ve bilhassa Protestanlar tarafından neşredilen İnciller, ‘sevgi’ adına,
‘İncil’i tebliğ’ adına hemen her defasında sürekli değiştirilip dururken,
‘tıpkı basım’ yapmak, âdeta sema’nın melekûtu’na girmeye mâni addedilmektedir.
Bu maraz maalesef büyük ölçüde müslümanlara da sirayet
etmiştir ve nitekim günümüzde ‘tebliğ yapmak’ deyince, taraftar sayısını
çoğaltmak için her türlü lâf u güzâfı sarfetmek, sonra bu lâf u güzâfı ‘kişisel
ya da aklî yorum’ olarak takdim edip o güzelim kelimenin, Te’vil
kelimesinin ‘iftiranın kardeşi’ mânâsına dönüşmesine çanak tutmak
anlaşılmaktadır. Tebliğ, tebliğ edilecek sözü, o sözün sahibinin
muradına uygun olarak başkalarına aktarmak veya o murada uygun bir hatt-ı
hareket takip etmek demektir; yoksa ‘Ben aklî yönteme göre anladığımı söylerim,
kullandığım yöntem ‘aklî’ olduğu için ‘(benim gibi) akıllı’ olanlardan da bu
yorumumu kabul etmelerini isterim’ demek yahut Kur’an’ı tebliğ etmek; İslâm'ı
insanlara sevdirmek ya da hak bir sözle bâtılı kastederek ‘Islâm’ı asrın
idrakine söyletmek’ gibi esasen sahih niyetlerle yola çıkıp sonra adına
konuşulan o Mübarek Kelâm’ı heva ve hevese ‘oyuncak’ etmek değildir.
Herkesin Kur’an adına konuşmayı marifet saydığı günümüzde,
Kur’an adına söylenenleri hatırlamaya çalışın, sonra da bir bakın aklınızda o
Mübarek Kelâm’dan neler kalmış!? Hiç düşünülüyor mu ki geçen asrın sonlarından
itibaren başlayan Kur’an’da bilimsel keşiflerin şifresini bulmak çabası, bugün
Kur’an’ın tebliğini ne hâle getirdi; Kur’an’daki bilimsel, matematiksel
mu'cizeleri bulup çıkaralım derken, o mübarek Kelâm’dan neler neler çıkarıldı?
Televizyon komikleri bile bu işe el attılar ve onlar da tabiî ki elleri boş
dönmeyip Kur’an’dan Mustafa Kemal’i çıkardılar. Üstelik bütün bunlar, hamiyet-i
diniye adına, İslâmiyet’e hizmet adına ortaya konuldu. Öyle oldu ki sonunda
gaflet ile samimiyeti, gayret ile ihaneti birbirinden ayıramaz hale geldik.
‘Tüm bunların hamiyet-i diniye ile ne alâkası var?’
dcnilmemeli; zira bu gayretler, insanlara Kur'an’ı, İslâm’ı sevdirmek için
ortaya konulmakta, böyle olunca da İslâm’a bağlananların sayısının artacağı
ümidiyle her türlü yol denenmektedir. Kimileri Kur’an’da ‘Parlamento Sûresi’nin
(Şûra Sûresi), kimileri Ağır Sanayi Sûresi’nin (Hadid Sûresi) olduğunu
söylediler, kimileri ‘hâzâ’l-beled’il-emîn’ ibaresinden, Kur’an’da tâ
bin-dörtyüz küsur sene öncesinden ihbar edildiğini düşündükleri Belediyeciliğe
ait esasları istinbata yöneldiler, kimileri Kur’an’da geçen ‘hizb’ kelimesinin,
bazı meâl sahiplerince ‘parti’ kelimesiyle çevirilmcsinden yüz alarak fer‘î
olanı, esas olanın yerine geçirme fırsatını yakaladıklarını sandılar ve
kimileri de demokrasi’nin, sosyalizm’in, kapitalizm’in, reenkamasyon’un,
atom’un, Big-Bang teorisinin ya da Kara Deliklerin veya uçağın, artezyen
kuyusunun, telsiz ya da telefonun, hâsılı ‘yeni’ olan, galiblerin elinde bulunan
ne varsa hepsinin menşe'ini Kur’an’da bularak cahil kitleleri hayretlere
salabilmiş olmanın keyfini yaşadılar; işin garibi böyle yapmakla da İslâm’ı
asrın idrakine sunduklarını düşündüler. Ne acıdır ki mübarek kitabımız Kur'an-ı
Kerim, sadece bugün değil, asırlar boyu böylesi gayretkeşliklerin ‘alet’i
haline dönüştürülmek istenmiş, bir tek kelimesinden, hatta bir tek harfinden
yola çıkılarak nice ‘fanteziler’ üretilmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi, bu
fanteziler ‘akide’ haline getirilerek insanlar icad edilen bu inanç esaslarını
kabule zorlanmıştır.
Yorumların avâmileşmesinin bir neticesi olarak
Kur’an’ın bu toplumun hayat tarzını etkilemesi, biçimlendirmesi güçleşmiş,
Söz’ün anlamı genişleyince anlam buharlaşmış, kısacası insanlar neredeyse
Kur’an’ın rehberliğinden istifade etme imkânlarını yitirmekle karşı karşıya
gelmişlerdir. Kur’an-ı Kerim ‘Allah’tan gayrısına kulluk edilmez’ diyor ama
insanlar âdeta Allah’tan gayrı herşeye tapınıyorlar, Kur’an insanları,
‘herkesin yaptıklarının karşılığını göreceği gün’ ile uyarıyor ama insanlar
dünyanın ahiretin mezrası olduğunu, dünya işlerini daha iyi bildiklerini, dinin
ahiret kadar dünyaya da hitab ettiğini bilgiç bir tavırla tekrar edip ‘dünyada
mekân, ahirette iman’ deyû Söz’ü tersine çeviriyorlar, Kur’an faiz alıp
vermeyi, hırsızlığı, zinayı yasaklıyor ama insanlar yasaklara uyutabilecek
beldeleri ikiye ayırıp ‘burası dâr’ul-harb’dir’ içtihadıyla bu yasakları yine
din adına deliyorlar, Kur’an ‘yalan söylemeyin’ diyor ama insanlar siyaset yaptıklarını
söylüyorlar, Kur’an ‘hakkı söyleyin’ diyor ama insanlar bu sefer dini güzel
göstermeye çalıştıklarından, Kur’an’a hizmet ettiklerinden dem vuruyorlar;
sonuçta da biz —tıpkı İmam Gazâlî’nin dediği gibi — değirmenin gürültüsünü
işitiyoruz ama ortada un göremiyoruz.
III/Bir Örnek ve Bir Eleştiri
Bu yazıda eleştiri konusu yapacağımız metne gelince, bu
metin, yukarıda kendisine ‘başörtüsü’ ile ilgili atıf yapılan çağdaş söylem’in
temsilcilerinden ve hatta sözcülerinden Medenî Hukuk profesörü Hüseyin Hatemî’nin
İlahî Hikmet'de Kadın (İstanbul, 1995) adlı eseri, özellikle bu eserin
son üç bölümüdür. Hüseyin Hatemî görüşlerini, sözü geçen eserinin ‘Ahlâk ve
Giysi’ (sh. 239-244), ‘Üçüncü Bası’ya Sonsöz’ (sh. 245-256) ile ‘Başörtüsü
Konusunda Sonsöz’ün Eki’ (sh. 257-272) başlıklı bölümlerde ayrıntılı olarak
serdetmiş bulunmaktadır. Nitekim biz de eleştirilerimizi doğrudan bu bölümleri
esas alarak ortaya koyacağız.
Hüseyin Hatemî, mezkur eserinin ilk iki basımında
bulunmayıp üçüncü basımına eklediği son iki bölüm hakkında şöyle demektedir:
Kitabın bundan önceki iki basımında örtünme
konusuna çok ayrıntısı ile değinmedim. Bu basıda ise; halkımızı bir de
“Başörtüsü Meydan Savaşı"na sürüklemek isteyenlerin iki taraflı tahrikleri
dolayısı ile, bu konuyu daha geniş olarak ele almak ve fitneyi önlemede
yardımcı olmak istedim, (sh. 269)
Hatemî, fitneyi önlemede yardımcı olmak istediğini
söylemektedir ki sanırız amacına bir ölçüde de olsa ulaşmış olmalıdır. Ancak
asıl sorun kendisinin kimlere ve nasıl yardımcı olduğudur: Fitneyi kimler
çıkarmış, kimler körüklemiştir ve Hatemî bu fitneyi nasıl önlemeye çalışmış,
kimlere yardımcı olmuştur?
Acaba bu fitneyi, Hatemî’nin, ‘gaflet şımarıklığı’ (sh.
246) ve ‘nâmertlik’ (sh. 266) yapanlar, ‘fuzulî kahyalar’ (sh. 244), ‘tefeci
kulları’, (sh. 265), ‘küfür fetvacıları’ (sh. 266), 'karısının başı örtülü
olduğu için kendisini “sağlam ve cennetlik müslüman" gören, kendisini ve
başkalarını aldatmaya çalışan tefeciler’ (sh. 253), ‘karısını ve kızını çuvala
sokmak isteyen nice gayretli erkekler’ (sh. 253), ‘gerizekâlılıklarını örtmek
için “tersine oryantalizm" gibi rakkase deyimleri icat edenler’ (sh. 255),
‘Ahfeş’in keçisi gibi başını sallayanlar' (sh. 255), ‘zînet yerlerini de açan
ve içki ve kumar gibi “kebair’’i de açıkça irtikab eden ekabir hanımlarına;
“yakışır haspaya” yaklaşımı içinde olanlar’ (sh. 244), ‘ekabir hanımlarının
açık başlarına da beyaz şaraplarına da “yakışır haspaya" diyen Ferisîler’
(sh. 265) gibi sıfatlarla tasvir etmeyi uygun bulduğu kimseler mi, yoksa
‘çağdaşlık kuruntusu adına engizisyon hakimi sıfatını takınan fuzulî kahyalar’
(sh 252) ile ‘kırmızı çarşafa şartlanmış boğa gibi kuduran
“çağdaş”larımız’ (sh. 272) mı çıkardılar? Yoksa halkımızı
bir ‘Başörtüsü Meydan Savaşı’na sürüklemek isteyenlerin iki taraflı tahrikleri
neticesinde her iki taraf da (kendisinin iki tarafın temsilcilerine de atfen
söylediği üzere ‘fuzulî kahyalar’) fitneye iştirak ediyorlar da Hatemî mi bu
fitneyi önlemeye çalışıyor? Hal böyle ise, bütün bunlar olurken Hatemî’nin
kendisi nerede duruyor?!
Bütün bu soruların cevabı Hatemî’nin sözkonusu yazılarında
verilmiş bulunmaktadır ve bu yazılarıyla kimlere yardımcı olduğu da aslında
meçhul değildir. Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi başörtüsü
meselesinde görüş beyan edenler, esas itibariyle fikrî değil, sosyal ve siyasî
bir tavır ortaya koymuş olmaktadırlar. Bu bakımdan tartışmaların Kur’an
ayetleri çevresinde vukû buluyor olması, kimseyi ‘ilmî bir ihtilaftan dolayı
bir çekişmedir sürüyor’ gibi safdilâne kanaatlere sürüklememelidir. Çünkü asıl
fırtına, işbu sözde ilmî ihtilafın ardında kopmaktadır ve dolayısıyla
tartışılan husus, Kur’an’ın emirlerine uygun bir hayat tarzı takip edip etmeme
meselesi değil, zaten takip edilmekte olan bir tarz-ı hayatın Kur’an’dan
onayını alıp almamak meselesidir. Nitekim bizim kanaatimizce Hatemî’nin
yapmakta olduğu da açıkça budur ve zaten biz de bu kanaate ulaştığımız için bu
eleştiri yazısını kaleme almış bulunuyoruz.
Hatemî, Kur’an’da başörtüsü emrinin (‘örtünün’ değil)
olmadığını söylerken, görüşlerini Nur/31, Azhab/59 ayetleri münasebetiyle
temellendirmeye çalışmakta, Nûr/31 ayetini ev içi örtünmenin, Ahzab/59 ayetini
ise ev harici örtünmenin sınırları bağlamında ele alarak kadının sadece nasıl
örtüneceği ile ilgili değil, kimlerin yanında nasıl örtüneceği ile ilgili
yorumlarda da bulunmaktadır ki biz bu görüşlerini —eleştirinin sağlıklı olarak
izlenebilmesi maksadıyla— kendi tasnifine bağlı kalarak ele alacağız.
Şimdi Hatemî’nin, Kur’an’a istinad ettiği iddiasıyla örtü
meselesini nasıl vaz'ettiğini görelim: Kendisi,' kadın bedeninin örtüye konu
olan yerlerini üçlü bir tasnife tâbi tutarak ele almaktadır: a) Mahrem yerler,
b) Ziynet yerleri, c) Ziynet yerlerinden istisna edilen; ahlaken [aklen]
örtünmesi gerekmediği aşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına girmediğinde
insanların birleştikleri beden yöreleri (sh. 250).
1.
Mahrem Yerler
Kadın bedeninin ilgili bölgeleri ise (bu şık, erkekleri de
kapsamaktadır) kendisi tarafından şöyle açıklanmaktadır:
Mahrem yerler: Bu bölgeler [erkekler de dahil] asgarî
örtünme kuralı'nın kapsamında olan apış arasıdır. ‘Bu kuralın, yine herkesin
bildiği ve burada tekrarlanması gerekmeyen tek bir istisnası vardır' (sh. 241 )
[Hatemî, daha sonra bu istisnayı ikiye çıkarmaktadır]: 'Bu bölge hiç kimsenin
yanında açılamaz ve bunun iki istisnası vardır. Birincisi eşler arasında;
İkincisi' zaruret halinde, meselâ bir hekimin bakması gerektiği durumlarda',
(sh. 247-248 ve 263)
Hatemî, tasnifinde yer alan ‘asgarî örtünme mahalli’ni,
Nûr/30-31 ayetlerinde hem erkeklere hem de kadınlara izafetle geçen ‘furûc’
kelimesine dayandırmakta, açıklamasında da bu mahallin ‘apış arası’ demek
olduğunu söyleyerek (daha doğrusu ‘diyenleri tekrarlayarak’) hıfzetme emrini
örtünme’ye indirgemekte, ardından da bu mahrem bölgeyi ‘asgarî örtünme mahalli’
olarak ilan etmektedir:
Nitekim ‘ahlakî örtünme’den bahseden Nûr Sûresi
ayetlerinde, kadından önce erkek için mahrem bölgeyi örtme buyruğu
getirilmiştir (Nûr Sûresi, 24/30). (sh. 249) ... Bu sebeple ‘erkeğin mahrem
yerlerini giysi ile örtmesi' buyruğunu getiren ayet-i kerimeden sonra, kadın
için önce mahrem yerlerini, sonra ziynet yerlerini örtme buyruğunu getiren
ayet-i kerime... (sh.250)
Burada yapılan asıl hata, Kur’an’tn hitab ettiği erkek ve
kadını evvelemirde çıplak, hatta çırılçıplak tasavvur edip sonra onları Kur’an’dan
hareketle ve birtakım gereksiz tevil oyunlarıyla giydirmeye çalışmaktır.
Nitekim önce ayetin ilk hitab çevresini teşkil eden kadınlar (ve erkekler)
çırılçıplak farzedilmekte, sonra ‘hıfz-ı furûc’ emrine istinaden bu kadınlar
(ve erkekler) giydirilmeye çalışılmakta ve işe de apış aralarından
başlanmaktadır. Fukaha’nın ‘avret mahallini örtmek’ şeklindeki yorumunu
kendisine temel alan bu sakat bakışaçısı, ayetin sadece bu bölümünün değil,
diğer bölümlerinin yorumunda da etkili olmuştur.
l/a. Hıfz-ı Furûc
Şimdi, furûc kelimesinin Kur’an’daki kullanımlarına kısaca
bir göz gezdirelim: Furûc kelimesi, ferc kelimesinin çoğuludur ve Arap dilinde
‘iki şey arasındaki açıklık’, bir diğer tabirle ‘yarık’, ‘gedik’ mânâsına
gelmektedir. Kelime, duvar yarığı ya da gömlek yakalarının arasını ifade etmek
için de (msl. elbise için ‘yırtmaç’ mânâsında) kullanılmıştır. Nitekim
Kur’an’daki kullanımlarına bakılacak olursa, bu kelimenin Qâf/6 ayetinde isim
haliyle (min furûcin), Mürselât/8 ayetinde de fiil haliyle (furicet) ve fakat
her iki halde de sema/gökyüzü ile alâkalı olarak geçtiği görülür. Bu
kelime Arap dilinde insanın (erkek ve kadının) iffetinden kinaye olarak da
kullanılmış, ancak bu tabir zamanla —bilhassa kadınların cinsel uzvuna atfen—
galîz bir mânâyı ifade eder hale gelmiştir. Oysa Kur’an’ın belağatı,
üslûbundaki nezahet ve incelik dikkate alınacak olursa, onun bu türden mânâlara
iltifat etmeyip kelimeyi kinayî anlamıyla kullandığı ve argoda
rastlanabilecek türden böylesi vurguların Kur’an’da yer almadığı sarahaten
müşahede edilebilir. Aynı gerçeğin, hadîsler için de geçerli olduğunu öne
sürmek mümkündür. Nitekim İranlı müslüman düşünür merhum M. Mutahhari,
kendisiyle tartıştığı bir âlime, o âlimin bir vesileyle el-Mizân
tefsirinden naklettiği bir hadîse ve hadîste geçen ‘zevât’ul- furûc’ tabirine
yönelik itirazlarını serdederken şöyle demektedir:
Edeb ve iffet timsali sayılan Hz. Peygamber’in (s.a.v),
kadınlar hakkında ‘zevâtu'l-furûc’ tabirini kullanacağına inanabiliyor musunuz!
Siz kendiniz minberin üstünden kadınlar hakkında aynı tabirin tercümesini
cemaate söylemeye hazır mısınız? Eğer bu cümle İslâm düşmanlarının eline
geçecek olursa, Hz. Peygamber için bir leke olmaz mı? (Mutahhari, Hicab, sb.
257-258, İstanbul, tsz.)
İstiare yapıldığı halde lafzın kinâyî değil de lugavî
anlamının öne sürülmesi ve furûc kelimesinin sonradan kazanmış olduğu bu
galîz mânânın Kur’an’a atfedilmesi kesinlikle yanlış bir tutumdur. Ayetleri
'hukukî metinler’ haline dönüştürmek ve dolayısıyla fıkhî istinbatların
malzemesi haline indirgenmiş bu ayetlerden ‘fıkhî neticeler’ tevlid etmek
alışkanlığındaki fukahanın, burada da aynı alışkanlığını sürdürdüğünü
söyleyebiliriz. Fukaha’nın bu tutumuna bir başka misâl vermek gerekirse,
Müddessir/4 ayetinde geçen ‘ve siyâbe-ke fetahhir' (nefsini arındır) ibaresine,
‘elbiseni yıka’ anlamının yakıştırılıp bundan da ‘hadesten taharet, necasetten
taharet’ formülasyonu için bir temel bulma gayretleri zikredilebilir.
Oysa Kur’an bu kelimeyi Hz. Meryem hakkında, onun iffetini
koruduğundan bahisle ve iki kez (ahsenet ferceha: Enbiya/91, Tahrim/12)
kullanır. Hz. Meryem’in iffetiyle ilgili ortaya atılan Yahudi iftiraları ve
Kur’an’ın bu iftiralara yönelik cevapları hatırlandığında, bu lafzın
seçilmesinin hikmeti de kolayca anlaşılabilir kanaatindeyiz. Nitekim Ebu’l-Beqâ
(Vef. H. 1094), kinâye bahsini açıklarken bu ibareye yer verir ve ‘bu
kullanım, kinâyelerin en lâtif olanlarındandır’ (Külliyât, sh. 763,
Beyrut, 1992) der. Bu lafız, Kur’an'da ‘hısn’ kelimesinin yanısıra ‘hıfz’
kelimesiyle de birlikte kullanılmakta ve tüm kullanımlarında ‘iffeti (=ırzı,
namusu) muhafaza etmek’ mânâsına gelmektedir. Kadınlarla ilgili olarak
geçtiği Nûr/31 ayeti dışında, dört yerde (Mü’minûn/5, Nûr/30, Ahzab/35,
Meâric/29) bu kelime erkeklerle ilgili olarak ve hepsinde de hıfz
kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır. Nitekim eldeki bütün Tefsir kitapları,
ibarenin ‘zinadan sakınmak’ şeklindeki anlamını sarahaten kaydetmişlerdir.
[Kur’an’da geçen bir kelimenin, aslında olmadığı halde sonradan kazandığı galîz
mânâlara, Mâide/6 ayetinde geçen ve çukur yer (helâ) mânâsına gelen min’el-
Gâit ibaresi misal
olarak verilebilir; zira bu ibareden, sonraları gaita (insan pisliği)
mânâsı elde edilip üzerinde tıbbî tahliller bile yapılmıştır.]
Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, Kur’an’ın gerek
mü’min erkeklere gerekse mü’min kadınlara yönelik ‘iffeti muhafaza etmeleri’
emri, önce ‘mahrem yerleri giysi ile örtmek buyruğu’na (fukaha’nın tabiriyle,
‘avret-i muğallaza’ya) indirgenmiş ve çırılçıplak tasavvur edilen kadın ile
erkek muhatapların apış aralarını örtmek, ilk etapta ancak böylelikle mümkün
olabilmiştir! [Burada sev'at (A‘raf/27) lafzı hatırlanmalıdır.] Asgarî
örtünme mahalli, bu safhada gerçekten de oldukça asgarî kalmış olmalı ki furûc
kelimesinin literal yorumu nedeniyle kendi koyduğu sınırları kendisi aşmak
zorunda kalan Hatemî, kadının göğüs bölgesini de bu bölüme dahil etmekte ve
belirtilen iki istisna (eşler ve zaruret nedeniyle hekimler)
dışında, bu yasağın istisnası olmadığını söylemektedir.
l/b. Cüyûb Terimi
Bu sebeple de, özel örtünme buyruğunun kapsamına giren ve
yine her medenî toplulukça da bu niteliği kabul edilmesi gereken kadın göğsü
yöresini, nezih bir ifade ile, özellikle belirtmiştir (Nûr Sûresi, 24/31).
... Özellikle göğüs bölgesi, erkek mahremler için de dar anlamda
mahrem yer gibidir, (sh. 250)
Hatemi, tıpkı furûc kelimesine anlam verirken
yaptığı hatayı, burada da tekrarlamakta, cuyûb (tekili ceyb)
kelimesini de aynı şekilde ‘özel örtünme alanı’, veya ‘dar anlamda mahrem yer’
şeklinde vaz'etmiş olduğu hukukî çerçeveye yerleştirmektedir. Genel bir tabirle
‘elbise yakası’ anlamına gelen cuyûb kelimesi, esasen kadının göğüs
bölgesini değil, gerdan bölgesini (=sadr, mevdû’ul-qılâde) ifade eder.
Çünkü değil müslüman kadınlar, cahiliyye kadınları dahi göğüslerini, emzirme
uzuvlarını (tam karşılığını kullanmak istemiyorum) açmazlardı. O dönem
kadınları (hepsi değil, bir kısmı) zaten var olan örtülerini ya arkadan öne
doğru —başlarını da örtecek şekilde— salarlar ve boyunlarını, gerdanlarını
(gerdanlık yerlerini, gerdanlıklarını) açıkta bırakırlardı ya da örtülerini
enselerine doğru bırakır veya bağlarlar ve böylelikle boyunları, gerdanları
(gerdanlıkları) yine açıkta kalırdı. Binaenaleyh vâkıayı, sanki apışaraları ya
da göğüsleri (emzirme uzuvları) açıkta dolaşan kadınlardan oluşan bir hitab
çevresi varmış da ayet onlara örtünmelerini emrediyormuş gibi ele almak
kesinlikle doğru değildir; bilakis bu kadınlar örtülü, başörtülü idiler ve
fakat bazıları ziynetlerini gösterecek şekilde (gerden-küşâ denilebilecek
bir biçimde) örtündüklerinden, ayet-i kerime, ilk hitab çevresinde yer alan bu
tür kadınlara, bu bölgelerini de örtmelerini emretmektedir.
l/c. Teberrüc’ül-Cahiliyye
Bu bağlamda Kur’an’da geçen ‘teberrüc’
(teberrüc’ül-cahiliyye) kavramına da değinmek gerekir. Zuhur ve inkişafa
delâlet eden bu kelime, umumiyetle ‘açılıp saçılma’ olarak tercüme ve tefsir
edilmiştir. Acaba bu ‘açılıp saçılma’ ile murad edilen nedir? Günümüzde ‘açılıp
saçılma’ denildiği zaman, bunun sınırı çok farklı bir biçimde an-laşılabilmekte,
hatta bundan sınırsız bir açılma anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an’ın sözünü ettiği
ve Hz. Peygamber’in hanımlarına hitabı sırasında nehyettiği teberrüc
(Ahzâb/33), kadının bugünkü anlamıyla çıplak, çırılçıplak dolaşması hâli
değildir. Elmalılı H. Yazır’ın dediği gibi, ‘süslenip çıkmak’tır, cahiliyye
âdetince ziynetleri göstermektir. Nitekim Zemahşerî, Keşşaf adlı
tefsirinde bu kavramı açıklarken, kelimenin ‘kadının güzelliklerini göstermek
suretiyle açılması, ziynetlerini erkeklere açması’ şeklindeki anlamına işaret
etmektedir. Yine Nûr/60 ayetinde bu lafız, ziynet kelimesiyle birlikte (gayra
müteberricâtin bi-zînetin) geçmekte ve orada ‘ziynetleri açmamak’ kayd u
şartıyla yaşlı kadınlara verilen ruhsat sözkonusu edilmektedir. Verilen bu
bilgilere, Muqâtil b. Süleyman’ın (Vef. H. 150) teberrüc kelimesini
‘kadının, başörtüsünü birbirine çatmaksızın başına koyması, böylece
gerdanlığının, küpelerinin ve boynunun açılması’ şeklindeki izahı da eklenecek
olursa, lafzın anlam sahası iyice tebellür edecektir kanaatindeyiz. Sözün özü,
sadece ayetlerin muhatabı olan mü’mine ve müslimeler değil, cahiliyye kadınları
dahi bugünkü anlamıyla çıplak, çırılçıplak değildiler ve onların açılıp
saçılmaları: sözü edilen ziynetlerini, ziynet yerlerini gösterecek şekilde bir
açılıp saçılmaydı. Rabbimiz de bu şekilde açılıp saçılmayı nehyetmekte,
cahiliyye kadınlarının âdeti olan bu davranışın (teberrüc'ül-cahiliyye’nin)
mü’mine kadınlara yakışmayacağını, bu nedenle örtülerini (hımâr ya da
cilbâblarını) bu bölgelerini kapatacak şekilde bürünmelerini kendilerine
söylemektedir. Nitekim kadîm Hicaz’da sosyal hayatın işleyişini betimleyen
eldeki kayıtlar dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ayetlerin arkaplanını
teşkil eden zemin (o dönem Arap kadınının nasıl örtündüğü, ne tür elbiseler
giydiği, bu elbiselerin biçimi, vs.) hakkındaki bu bilgilerin birer sır
olmadıkları kolaylıkla tahkik edilebilir.
Kur’an ayetleri ve bu ayetlerin ilk hitab çevresini teşkil
eden vasat bir kere ihmal edildi mi, masa başında i‘mal-i fikirde bulunmak suretiyle
lafızlara mânâ vermek kaçınılmaz bir hâl almakta, hâl böyle olunca da
vaz'edilen “asgari örtünme kuralı” yardımıyla kamu düzeni’nden söz etmek her
nedense maharet sanılmaktadır.
Bu yasak; bugünkü Hukuk deyimlerimizle bir kamu düzeni
kuralıdır. Devlet; mahrem yerleri açık, veya şeffaf bir örtü ile gûya örtülmüş
bir kimsenin evinden dışarı çıkmasını ve sokakta dolaşmasını, yahut ülke
sınırları içinde bir yerde bu gibi hayvanlığa özenenlerin ’çıplaklar kampı’ adı
altında toplanmalarını, kamuya açık bir yerde bu gibi toplantılar
düzenlemelerini önleme yetkisine sahiptir, (sh. 248)
Bir sürü tevilden sonra elde edilen bu asgarî örtünme
kuralının, olsa olsa erotik- pomografik yayıncılık yapanları ya da çıplaklık
kampına gelen turistleri rahatsız edecek ölçülerde mutaassıbâne olduğunu
belirtmek zorundayız. Çünkü kadınlar bir bikini giydikleri takdirde bu asgarî
örtünme kuralına uymuş olmaktadırlar ve bu durumda birilerinin; kamuya açık
yerlerde bikinisiz dolaşmaya mâni olabilen bu İlahî-Tabii-Aklî-Fıtrî Hukuk (!)
normlarının, ülke toprakları içerisinde bir yerde kadınların bikinili
dolaşmalarını önleme yetkisinin bulunup bulunmadığını, daha önemlisi bu
normlara göre, kamuya açık yerlerde (msl. plajlarda) bikinili, hatta mayolu
dolaşan kadınların ‘çıplak’ (ya da ‘iffetsiz’) kavramı altında mütalaa edilip
edilmediklerini sorma hakları vardır sanırım.
2.
Ziynet Yerleri
Hatemî ikinci safhada, yine Nûr/31 ayetinden hareketle,
artık bikini giymiş duruma gelen kadının geriye kalan (ev içi) örtünme
sınırlarını çizmeye devam ediyor:
Ziynet yerleri: ‘Asgari
örtünme kuralı’ndan sonra bir de insan cinslerinin yaradılışından ileri gelen
ve yalnızca kadınlara mahsus, asgari örtünme alanı dairesini çevreleyen ikinci
bir örtünme alanı vardır. O da, kadın bedeninin erkek için çekici kılınması
dolayısı ile, Nûr Sûresi’nin 31. ayetinde belirtilen mahrem kimseler hariç,
nâmahrem olanlardan gizlenmesi gereken beden yöreleridir, (sh. 241).
Göğüs bölgesi [burasının
birinci derecedeki avret mahalline dahil edildiği unutulmamalı, D.C.], bel ile
göğüs arasında kalan bölge, bel ile ense arasında kalan sırt bölgesi, kolların
dirsekden yukarısı gibi bölgeler. Kadın bu bölgelerini, ayette sayılan erkek
mahremlere açamaz; özellikle göğüs bölgesi dar anlamda mahrem yer gibidir, (sh.
250)
Burada çizilen sınırlar, ev içinde örtülmesi gereken
yerleri işaretliyor [yapılan diğer izahlardan anlaşıldığına göre, bacaklarda
‘dizlerin yukarı kısımları’ (uyluklar) da bu bölgeye dahildir]; mahremler
yanında açık kalabilecek, örtülmeyebilecek olan yerler ise şuralarıdır:
Mahrem erkekler yanında örtülü olmayabilecek ziynet
yerleri; yüz, el ve ayaklar ile, elden dirseğe ve ayaktan dize kadar olan beden
yöreleridir, (sh. 251).
Ev içinde, karşı cins için özellikle tahrik edici
sayılmayan beden bölgeleri; meselâ yüz, el, ayak, saç, ayak bileklerinin
—dizden yukarı olmamak şartı ile— bir miktar üstü, dirsekten aşağı olan kol
kısmı, mahrem erkeklere karşı açılabilir, (sh. 263)
Hatemî’ye göre tahrik edici sayılmayan bu bölgelerin
(ikinci paragrafta saç da ilave edilmek suretiyle) mahremlerin yanında
açılabileceği söylenirken, nâmahremlerin yanında açılabilecek yerler ise şu
şekilde sıralanıyor:
Yüz, el ve ayaklar, nâmahrem erkek yanında da açılabilir ve
hatta kadın hürriyetini sınırlamamak için, göz, ağız, el ve ayak yöresi açık
olmalıdır, (sh. 251)
Hatemî’nin bu yaptığı açıklamalardan çıkan tabloya göre,
mahremler ve nâmahremler yanında açılabilecek bölgeler şuralarıdır:
Mahremler
yanında Nâmahremler yanında
Yüz (=) Yüz
(göz-ağız)
El (dirseğe
kadar) (=) El (yöresi
Ayak (dize
kadar) (=) Ayak (yöresi)
Saç (?) -
Hatemî’nin ifadeleri derli toplu bir hale getirilince, ilk
başta ancak böyle bir tablo elde edilebilmekte, ‘saçın nâmahremler yanında
açılıp açılamayacağı’ suali bu tabloya göre bu safhada cevapsız kalmaktadır.
Oysa Hatemî’nin kendisi, hemen aşağıda ‘Nûr Sûresi ayetlerinde, kadının başını
örtmesi de emredilmiş midir' diye sormakta, ardından bu sualine yine kendisi
şöyle cevap vermektedir:
Herşeydcn önce bu örtünme, evde mahremlere karşı da
sözkonusu olan ’ahlâkî örtünme’ demek olduğundan, ayet-i kerime'deki ‘hımar’
terimini ‘giysi, örtü’ değil de ‘başörtüsü’ anlamına almak, kanaatimce,
yukarıda da bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma’kul ve mantıkî değildir, (sh.
263)
Daha önce de söylediğimiz gibi, burada ayetin ilk hitab
ettiği çevre dikkate alınmadan bugünkü giyim standartlarının, hatta ahlâk
ölçütlerinin etkisinde ve fakat Kur’an’daki ibarelerden hareketle —çıplak bir
manken tasavvur edilircesine— örtünmenin sınırları çizilmekte; hâl böyle olunca
da örtünme’nin birinci safhasında bikini, ikinci safhasında da bir tailleur
(tayyör) veya deux pieces (döpiyes) ile karşılaşmak mümkün hale
gelmektedir. Çünkü ‘başörtüsünü de içeren bir giysi türü’ olarak anlamanın
ma'kul ve mantıkî olmadığı söylenen hımâr kelimesi, her nedense, ‘başı
(saçları) dışarıda bırakan bir örtü, giysi’ anlamına gelince ma'kul ve mantıkî
olmuş, eline makası alan Hatemî bu ‘giysi’yi başı örtemeyecek bir biçimde
güzelce kesip biçmiş ve en nihayet karşımıza bir döpiyes ya da tayyör
çıkarıvermiştir. [Bu kadarına da razı olmalı; zira Edip Yüksel hımâr'ı
(başa değil!) omuza atılan ‘şal’ şeklinde tasavvur etmekteydi.]
Saçların örtünmesiyle ilgili görüşlerinin
değerlendirilmesine geçmeden önce, bu noktada bazı meselelerin ele alınması
gerekmektedir:
2/a. Nâmahremlerin Konumu?
‘Asgarî örtünme mahalli’, —iki istisnası dışında— hiç
kimseye gösterilmeyeceği ve yüzün, dirseklere kadar ellerin, dizlere kadar
ayakların —ki saçlar da bu bölgeye dahil edilmektedir— mahremler yanında da,
nâmahremler yanında da açık bulunabileceği söylendiğine göre, Kur’an’ın
sıralayıp istisna ettiği mahremlerin —ki oniki sınıftır— görebilecekleri ve
fakat nâmahremlerin göremeyecekleri bölgeler neresidir?
Hatemî bu soruya güya şöyle cevap veriyor:
... ’Ziynet yerlerinin mahremler yanında açılması cevazı’,
akla ve selim duyguya uygun olarak yorumlanır. Buna karşılık, ayet-i kerime’de
sayılan mahremler yanına, sokak giysisinden biraz daha serbest bir giysi ile
çıkabilir, (sh. 242)
‘Sokak giysisinden biraz daha serbest bir giysi’ ile ne demek
istediğini Hatemî’nin kendisinin de bildiğini sanmıyorum. Çünkü kendisi bu
sözleri, 20 Haziran 1994'de Yeni Asya’da ‘Ahlâk ve Giysi’ başlıklı bir
yazıda sarfederken (sh. 239-244), bu makalenin de içinde yer almış olduğu
eserinin üçüncü baskısına yazdığı Sonsöz ile Ek’inde (Mart 1995) daha farklı
ifadeler kullanmakta, aradan daha bir yıl geçmeden âdeta mahrem-nâmahrem
ayrımını unutmaktadır. Bunun sebebi de kanaatimizce Hatemî’nin vaz'ettiği
örtünme standartlarının, bu ayrıma gerek bırakmayacak ölçülerde olmasıdır. Bu
ölçülere uygun giyinen bir kadın (!) için, mahremler ile nâmahremler arasında
bir fark kalmaması herhalde ‘doğal’ karşılanmalıdır.
2/b. Halhal
Hatemî, ikinci örtünme bölgesi’nin sınırlarını çizerken
‘dizlere kadar ayakları’, örtünme sınırının dışında bırakmaktadır. Kendisine
bunu nereden çıkardığını sormuyorum; zira, muhakkak İlahî-Tabii-Aklî-Fıtrî
Hukuk dediği şey’den (!) çıkarıyordur “Aklî yönteme, akla ve selim
duyguya...” diye başladığı izahlar içerisinde bu sualin mutlaka bizim bilmediğimiz,
bilemediğimiz birtakım cevapları da vardır, yoksa bile hiç kuşkusuz bu cevaplar
aranıp bulunacaktır.
Ancak Kur’an’da, hem de Nûr/31 ayetinin sonunda bu yorumla
telif edemediğimiz bir ibare geçmektedir ki kendilerinin, sözkonusu
yorumlarıyla şu Kur’anî ibarenin arasını telif etmeleri gerektiğini
düşünüyoruz: “Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar”.
Kadınların ‘gizledikleri ziynet’ ile herhalde ya ayağın
(yere veya birbirine) vurulmasıyla belli olabilecek bir ziynet türü veya ziynet
yeri (ayak civarı) kastedilmiş olmalıdır. [Müfessirlerin buradaki ziynet’i,
ayağın yere vurulmasıyla belli olan ‘ayak bileğine takılan bilezik' (halhal)
şeklinde izah ettikleri hatırlanmalıdır.] Her halükârda kadınların, ayaklarla
bağıntılı bir biçimde ziynetlerini (ya da ziynet yerlerini) ‘gizledikleri’ ve
gizledikleri bu ziynetlerin (ya da ziynet yerlerinin) ‘bilinmesi’ için
ayaklarını vurmamaları (!) ifade edilmektedir. Şayet Kur’an’ın ilk muhatap
çevresindeki kadınlar, bugünün kentli kadınları gibi etek giyiyor veya
Hatemî’nin deyişiyle ‘dizlere kadar ayaklarını’ açıkta bırakıyor olsalardı, o
zaman için bu nehyin ve tabiatıyla bu ifadenin (=gizliliğin) ne gibi bir anlamı
olabilirdi?
Bir diğer husus, Nûr/31 ayetine dahil olan bu ibare,
ayetteki emri ev içi örtünme’ye tahsise mâni değil midir? Yani kadınların
hımârlarını üzerlerine almalarına ilişkin emir, ev içine aitse, kadınların,
evde ayaklarını yere vurmamaları ya da böyle bir nehye muhatab olmaları nasıl
açıklanacaktır? [Nasıruddin Elbanî, bu konudaki nehyin, ‘açık bir karine’ ile
kadınların hımârlarını ev haricinde de örtmeleri zaruretine delalet ettiğini
söylemektedir.]
3.
İllâ Mâ Zahara Minha
Hatemî üçüncü safhada, ziynet yerlerinden istisna edilen,
ahlâken [aklen] örtünmesi gerekmediği âşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına
girmediğinde insanların birleştikleri beden yörelerini ele alıyor ve Nûr/31
ayetinde geçen ‘illa mâ zahara minhâ’ ifadesine getirdiği yorum muvacehesinde,
bir önceki bölümde sözü edilen bölgelerle birlikte (yüz, el ve ayaklar ile)
saçların da istisna kapsamına girip girmediğini tartışıyor (sh. 250 ve krş.
241). Hatemî’nin, bu husustaki görüşleri, esasen pek açık değildir ve meramını
anlatırken kendisinin oldukça sıkıntı çektiği anlaşılmaktadır. Hatemî’nin
sözlerini, hem eleştiri'nin sıhhati açısından, hem de metnin kendisini okuma
imkânı bulamayacak olanları da düşünerek genişçe iktibas ediyoruz (vurgular
bize ait, D.C.):
Saçların, yüzün cüz'ü olarak açık kalabilip kalamayacağı,
yoksa açılmasında zaruret olmadığı için kapanması gereken bir beden bölümü olup
olmadığı açıkça belirtilmiş değildir. Bu sebeple; ihtiyat ve takva
yönünü tercih edenler, saçlarını da örterler, (sh. 243)
Nûr Sûresi’nin 31. ayeti kadın için, ahlakî ve mecburî ev
içi örtünmenin sınırlarını belirlemektedir. Bu sınırları belirlerken, saçları özellikle
belirtmiş değildir. Ayet-i kerime metnindeki ‘hımâr’ kelimesi ‘başörtüsü'
değil ‘örtü' (giysi) anlamındadır, (sh. 251)
Bedenini ‘dar olmayan, şeffaf olmayan, bedene
yapışık olmayan' bir giysi ile örttükten sonra yüzünü ve saçlarını açıkta
bırakan bir kadına da yine kimsenin müdahale ve taciz hakkı yoktur. Çünkü
Kur’an-ı Kerim’de ‘baş açma yasağı' açıkça belirtilmemiştir. (sh. 252)
Herşeydcn önce bu örtünme, evde mahremlere karşı da sözkonusu
olan ‘ahlâkî örtünme' demek olduğundan, ayet-i kerime'deki ‘hımâr' terimini
‘giysi, örtü’ değil de ‘başörtüsü’ anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da bir
gerekçesi belirtildiği üzere, ma‘kul ve mantıkî değildir, (sh. 263)
Saçlar açıkça zikredilmediğine göre, iki yorum
sözkonusu olabilir: a)... Takva, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva;
saçların da örtülmesi yönünde olmalıdır. b) ... Saçın mutlaka örtülmesi gerekse
idi, bu husus açıkça belirtilirdi. Kaldı ki saç özel olarak bir beden
yöresi değildir. Yüzün fer'idir. (sh. 264) Kur'an-ı Kerim’de açık bir hüküm
olmadığına göre; kadının başını örtüp örtmemesine Dcvlet’in karışmaması
gerekmez mi? (sh. 265)
Hacetin, ‘açıkça belirtilmiş değildir’, ‘[ayet] saçları
özellikle belirtmiş değildir’, ‘Kur’an-ı Ke-rim’de ‘baş açma yasağı’ açıkça
belirtilmemiştir', ‘açıkça zikredilmediğine göre’, ‘bu husus açıkça
belirtilirdi’, ‘Kur’an-ı Kerim’de açık bir hüküm olmadığına göre’ gibi
ifadelerle, Kur'an’da saçlarla ilgili açık bir hükmün olmadığını ve dolayısıyla
ayette saçı (veya ‘başı’) örtmenin vücûbiyetine ilişkin bir sarahatin
bulunmadığını iddia etmekte, sonra da ‘ihtiyat ve takva yönünü tercih
edenler’in ya da ‘takvâ, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva’ya göre
hareket edecek olanların [daha sonra Ahzab/59 ayeti münasebetiyle bu fetva,
ilahî bir tavsiye'ye dönüşecektir], saçlarını (veya ‘başlarını’)
örtebileceklerini söylemek nezaketinde bulunmaktadır.
3/a. Hükmün Mevcudiyeti Meselesi
Ayetlerde (Nûr/31, Ahzâb/59) bir açıklığın, bir sarahatin
bulunmadığı iddiası, bu
ayetlerde örtülecek yerler meyânında baş ya da saç
kelimelerinin zikredilmcdiği, yahut hımâr ve cilbâb lafızlarına, yine baş
ya da saç kelimeleriyle izafete girmedikleri için ‘başı da örten bir
örtü' anlamının verilemeyeceği öngörüsüne dayanmaktadır. Ayetteki hükmün
sarahat taşımadığı iddiası bu öngörülerden hareketle temellendirilince, sarahat
taşımayan ibarelerden elde edilecek hükmün de vücûb değeri taşımayacağını
söylemek mümkün hale gelmektedir. Bu öngörülerin sıhhatini aşağıda ele alacağız;
ancak daha önce açıklanması gereken önemli bir husus bulunmaktadır: Günümüzde
oldukça çok kullanılan “Kur’an’da yok!”, “Kur’an’da geçmiyor!" gibi
ifadelerle, bir meselenin ya da bir lafzın doğrudan Kur’an’da bulunmuyor olması
bahane edilerek o meselenin hükmünün de Kur’an’da bulunmadığı iddia
edilebilmektedir. Sözgelimi, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar
sıralanırken (Nisâ/23) kadının halası ve teyzesi lafzen geçmiyor diye,
bazıları kadının halası ve teyzesi ile evlenilebileceği fetvasını vermekten
çekinmemiş, bu fetvaya haklı olarak karşı çıkanlar da ancak hadîslere dayanmak
suretiyle cahrimden söz edilebileceğini söylemişlerdir. Oysa ayet dikkatlice
ele alındığında, kadının hala ve teyzesiyle evlenme yasağının lafzen
değilse de hükmen ayette bulunduğu, kadının hala ve teyzesinin de mevcut
bu hükmün kapsamına girdiği görülecektir. Nitekim bu mantığa göre, Kur’an’da
viski de, rakı da, şampanya da lafzen geçmemekte, dolayısıyla bu
içkileri içmek Kur’an’da yine lafzen nehyedilmiş olmamaktadır. Halbuki
sözü edilen içki türlerinin ayette lafzen sıralanmaması, bu içki
türlerinin mevcut yasak hükmünün kapsamında mütalaa edilmesine mâni değildir;
üstelik bu içki türlerinin lafzen sıralanması gerekli de değildir.
Yine bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim, kişinin anne ve
babasına ‘öf demesini yasaklamaktadır (İsrâ/23). Kişinin ebeveynine ‘öf demesi
ayette lafzen yasaklanmakla birlikte, kişinin ebeveynine sövmesine, onları
dövmesine ilişkin yasak lafzen zikredilmemektedir, zikredilmesi de zaten
gerekmezdi. Çünkü anne-babaya ‘öf denilmesi yasaklandığında, aynı şekilde
sövmek ya da dövmek fiilleri de yasaklanmış, bir diğer tabirle menedilen cürmün
en alt mertebesi (el- ednâ) zikredilmekle en üst mertebesi de (el-a‘la)
zikredilmiş olmaktadır (İbn Rüşd, Bidayet'ül-Müctehid, 1/3, Beyrut,
1988). 'Kadınlarla tokalaşmak' meselesinde, gadd-ı basar’ın en alt mertebe
(el-ednâ) olarak mütalaa edildiği bu vesileyle hatırlanmalıdır.
Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar (Nisâ/23) ya
da kadınların ziynetlerini yanlarında açabilecekleri mahremler (Nûr/31)
sıralanırken, kaçınılmaz olarak hükme medar olan kimselerin hepsi lafzen
zikredilmemiş, meselâ ‘kızlarınız’ denmiş ama ‘kızlarınızın kızları’
(torunlarınız) denmemiştir.
Binaenaleyh hükmen zikredilen kimselerin sayısı, lafzen
zikredilen kimselerin sayısından tabiatıyla fazla olmuş ve fakat kimse de çıkıp
‘hüküm, lafzen zikredilmeyenlere ıtlak edilemez’ dememiş, diyememiştir.
Usûl-i Fıkh kitaplarında bu konuda daha farklı misaller
bulmak mümkündür ve burada maksadı anlamaya kâfi gelecek miktarda misalin
verildiği kanaatindeyiz. Hâsılı, ayette saç ya da baş
lafızlarının doğrudan geçip geçmemesi başka bir mesele, ayette saç ya da başa
ilişkin bir hükmün bulunup bulunmaması, hatta ayetten elde edilen hükmün
sarahat taşıyıp taşımaması başka bir meseledir. Nitekim lafzın mânâya, ibarenin
hükme delâleti bahisleri hiç değilse bir miktar tedkik ve tatbik edilmiş
olsaydı, ne bir hukukçu tarafından ‘hukuk’ adına hukuk cinayetleri işlenirdi,
ne de ma'lumu i'lam kabilinden söylediğimiz bu sözlere ihtiyaç kalırdı.
3/b. ‘Küfür ve İffetsizlik’ Suçlamaları
Hatemî’nin konuyla ilgili yazılarını bütünüyle okuyacak
olanların hemen farkedecekleri gibi, aslında kendisinin başını örten müslüman
kadınlarla bir alıp veremediği yoktur: onlar başlarını örtebilirler ve belki
örtmelidirler de; zira örtmeleri kendi kavline göre takvâ, verâ ve ihtiyata
uygundur. Ne ki asıl sorun; başlarını açan, bugünün standartlarına göre
‘çıplak’ sayılmayacak derecede ve modem tarzda giyinen, fakat müslüman olduklarını,
İslâm camiasına mensup bulunduklarını söylemekten de geri kalmayan hanımların
durumudur. Çünkü yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, Hatemî’nin ‘fuzulî
kahyalar’, tefeci kulları’, ‘küfür fetvacıları’ gibi sıfatlarla nitelediği
birileri (!), bu kadınları tekfir ve taciz etmekte, onları böyle giyinmekle
‘çıplak’, ‘iffetsiz’, ‘kâfir’, ‘mürted' ve hatta ‘cehennemlik’ saydıklarını
söylemektedirler. İşte bütün sorun, bu yaklaşımın önüne geçmek, başlarını
örtmeseler de, ‘İslâmî’ olarak bilinen şer‘an mâruf biçimler üzere giyinmeseler
de bu kadınların ‘çıplak ve iffetsiz’ sayılamayacağını, kendilerine ‘kâfir,
mürted, cehennnemlik’ denilemeyeceğini ortaya koymaktır.
İşte bu gibi düşüncelerle, bedenin zinet yeri olduğu şüphe
götürmez bölgelerini, dar vc tahrik edici olmayan bir giysi ile gerektiği gibi
gizlemiş olan hanımlar, sırf başlarını örtmedikleri için 'iffetsizlik' ile
itham edilmemeli, fuzulî kâhyaların fiilî ve kavlî tecavüzlerine maruz
bırakılmamalı, 'artık ağzınla kuş tutsan cehennemliksin’ denmemelidir. (sh.
243-244)
Ahzâb Sûresinin 59. ayet-i kerimesinde, kadına bir
tavsiyede bulunulmakta, bu ayet-i kerimede dahi ancak kadının 'saçının bir teli
görülürse dünyada sopa yiyeceği, iffetsiz ve hatta dinden çıkmış sayılacağı,
Ahiret’te de cehenneme gideceği’ belirtilmiş değildir.
Apaçık bir nass bulunmayan bir hususda 'ictihad’a cevaz
varsa, ‘tekfîr’e yer yok demektir. Bu hususda tekfîr’e başvuranlar, kendilerini
tekfir etmiyorlar mı? (sh. 266)
Kanaatimizce Hatemî’yi sinirlendiren, hatta hırçınlaştıran
taraf işte burasıdır ve görebildiğimiz kadarıyla bu konudaki mesâisinin önemli
bir kısmını da bu sorunu aşabilmek için harcamıştır. Nitekim kendisi,
Kur’an’da başörtme yasağının açıkça belirtilmediğini, bu hususta açık bir hüküm
bulunmadığını, meselenin bir ictihad, bir fetva konusu olduğunu
ve bu fetvanın da nihayet yorumlardan bir yoruma dayandığını ifade etmeye
çalışmakla, aslında bu kadınların Kur’anî ve ilahî bir emre değil, bir
ictihad’a, bir fetva’ya, bir yorum’a karşı gelmiş olduklarını, bu nedenle de ‘kâfir
ve mürted’ olmakla suçlanamayacaklarını söylemektedir. Buraya kadar meselenin itikadî
boyutu tartışılmış ve hatta hall u fasl edilmiş olmakta, ancak bu sefer, ‘kâfir
ve mürted’ şeklinde suçlanmaktan kurtulan kadınların iffetleri bir sorun
halini almaktadır. Hatemî bu sorunu da iffet meselesini ‘asgarî örtünme
mahalli’nin içine sıkıştırarak halletmekte, Ahzab/59 ayeti münasebiyle, “...
demek oluyor ki kadının —örtünmesi değil!— başını örtmesi, ‘cilbâb’ın kapsamına
girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet sorunu değildir” (sh. 261)
diyerek meselenin ahlâkla, iffetle bir ilgisinin bulunmadığını söylemektedir.
Bu tekfir meraklılarının ikinci bir namertliği dc,
‘başörtüsü’ ile ‘örtünme'yi kasden karıştırarak, ‘başörtüsü ahlâkî emir değil,
kadının sırnaşık erkeklerce rahatsız edilmemesi için bir tavsiye olabilir'
diyenleri, ‘tesettür farz değildir, sadece ihtiyata uygundur dedi!'
tarzında itham etmeleridir. Oysa böyle bir söz söylemek için ahmak olmak
gerekir. Ne yazık ki Molla Lütfi gibi erler, tarih boyunca bu gibi söz
saptırmaları dolayısı ile şehid edilmişlerdir, (sh. 266267)
Başörtüsü’nün ‘ahlâkî bir emir’ olmadığını söyleyen Hatemî,
burada tesettür (örtünme) kavramı içerisinden ‘başörtüsü’nü çıkarmakla,
örtünmenin değil, baş örtmenin vücûbiyetini kabul etmediği, binaenaleyh
tesettür’ün (=başörtüsüz örtünmenin!?) vücûbiyetini ikrar ettiği imâsında
bulunmaktadır ki zaten yazılarından anlaşılması gereken de budur. Fakar asıl
anlaşılamayan, anlaşılmakta zorluk çekilen husus, ‘Kırk yıllık Kâni, olur mu
Yani’ demeden tesettür kavramını değiştiren, daraltan, Kur’an’dan
başörtüsüz bir örtünmeyi istinbat etmekle tesettür kavramını garip kılıklara
sokan, sanki Hatemî’nin bizzat kendisi değilmiş gibi, kelimeyi lugavî değil de
ıstılahî (mutad) anlamında kullandıkları için başkalarını (kimse bunlar?) nâmertlik
ile suçlayıp Molla Lütfi rollerine soyunmaya kalkışmasıdır.
Esas itibariyle önemli olan —müsebbibi kim olursa olsun— bu
îma edişler ya da laf oyunları değildir; asıl önemli olan, bunca laf eğip
bükmenin, akıl almaz tevillerle bu işin içinden çıkacağım diye kıvranıp
durmanın, Kur’an’a muhatab olan kimselerin Kur’an’la kendi aralarındaki
ilişkiyi metnin değil, muhatabın içinde bulunduğu çevre ve şartların
etkilediğini, belirleyip yönlendirdiğini göstermesidir. Çünkü bu çırpınışlar,
aslında, “Kur’an’a Göre...”, “Kur’an’da...” diye başlayıp biten yazıların,
ortaya atılan fikirlerin, hatta “Kur’an’ı asrın idrakine söyletme” çabalarının
ardında kalan, bir türlü görülmeyen, görülmek istenmeyen bir manzarayı, bir zaaf
kaynağını ibret-âmiz bir biçimde gözler önüne sermekte, hal-i hazır hayatın yol
açtığı sorunların ve bu sorunlar karşısındaki tavır-alışın İlahî Kelâm’ı
anlamada, yorumlamada nasıl etkili olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tıpkı,
toplumda köle ve cariye statülerinin geçerli olmasının, Kur’an’ın emirlerini
yorumlamada bir zaaf teşkil etmesi, ‘cariyenin avretinin, erkeğin avreti gibi
olduğunu' bildiren yorumlara yol açarak anlamı saptırması gibi, çağdaş
yorumlarda da içinde yaşanılan hayatın rolü baskın çıkmakta, aynı zaaf bu sefer
başka suretlerde boy göstermektedir. Neticede sorular, sorular ve yine
sorular... Kur’an’ın çağdaş okuyucusunun (!) anlamadığı, anlayamadığı, belki de
anlamak istemediği için kıvranıp durduğu, bir türlü cevabını bulamadığı sorular...
Dudakların ve gözlerin açık kalmasına cevaz verilip de
saçın mutlaka örtünmesinin gerektiğinin söylenmesinin hikmeti nedir? Yoksa
kadın gözleri ve ağzı gibi, işitmesini engellemesin diye kulaklarını açıkta
bırakıp da sadece saçlarını mı örtecek? Cilbâb dış giysi anlamına ise, saçların
mutlaka örtünmesi gereği nereden çıkıyor? (sh. 264)
3/c. Saçlar Yüzün Bir Cüz’ü müdür?
Hatemî’nin tesettür kavramına getirdiği yorumların
ardındaki sebepler her ne olursa olsun, bu yorumların ancak bazı zorlamalar
sayesinde mümkün olabildiği muhakkaktır. Çünkü yanlış sorular, kaçınılmaz
olarak yanlış cevapları tevlid edecektir. Nitekim nasıl bir lügat veya anatomi
bilgisine ya da nasıl bir akıl yürütmeye dayanıyor bilemeyiz ama kendisi açıkça
ve iki kez saçlar için “yüzün cüz’ü” (sh. 243) ve “yüzün fer'i” (sh. 264)
tabirlerini kullanmaktadır. Biz, Arapça’daki vech (yüz) kelimesinin
kapsamına saçların girip girmediğini tartışmak yerine, sözkonusu kelime (yüz)
Türkçe olduğundan ve metin de Türkçe yazıldığından yine Türkçe bir sözlüğe
bakılması gerektiğini düşünerek TDK Sözlüğü’nün (Ankara, 1988) konumuzla ilgili
olan ‘yüz’ kelimesine verdiği karşılıkları buraya alıyoruz:
Yüz (II) is. 1. Başta, alın, göz, burun ağız, yanak ve
çenenin bulunduğu ön bölüm, sima, çehre, surat.
Bu iddianın temelsizliğini göstermek için böylesi
istişhadlara gerek yoksa da içine düşülen bu garabetin hangi boyutlarda
olduğunun görülmesi için — meselenin bir Kur’an ayetiyle ilgili olmasına
binaen— Kur'an’dan da bir misal verelim:
Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda, yıkayın yüzlerinizi
ve dirseklere kadar ellerinizi ve meshedin boşlarınızı... (Mâide/6)
Bu ayette yüzlerin (=vücûh) yıkanması, başların
(=ruûs) ise meshedilmesi emredilmektedir. Saçların yüzün fer'i/cüzü
olduğu iddia edildiği takdirde, saçların da yıkanması gerektiği gibi bir
sonuçla karşılaşmak kaçınılmazdır. Olabilir ve belki bu bile iddia edilebilir.
Ancak o zaman da başın nasıl meshedileceği meselesi ortaya çıkacaktır ki bu
meseleyi çözmeye Medenî Hukuk bilgisinin de kâfi geleceğini sanmıyoruz.
Hatemî’yi böylesine tuhaf iddialarda bulunup saçların
baş’ın değil de yüz’ün bir cüz’ü olduğunu öne sürmeye sevkeden husus,
kanaatimizce, örtünme emrinden istisna edilen yerler içerisine yüz bölgesinin
girdiği konusunda geniş bir ittifakın bulunmasından yararlanma ihtiyacıdır.
Nitekim yüz bölgesinin ‘illa mâ zahara minhâ’ ibaresinin kapsamına girdiğinde
ittifak ediliyorsa ve saçların da yüz bölgesinin bir cüz’ü/fer'i olduğu
bu ittifaka dahil edilecek olursa, geriye tartışılacak ne kalır? Elbette koskocaman
bir hiç! O zaman Hatemî de ‘ziynet yerlerinden istisna edilen’ kısımları,
‘ahlâken [aklen] örtünmesi gerekmediği âşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına
girmediğinde insanların birleştikleri beden yöreleri’ şeklinde yorumlamakta
haklılık kazanır. Ne diyelim, haklılık böylesi laf oyunlarıyla kazanılıyorsa
kazananlara hoş-âmedi olsun! [Her ne olursa olsun, yine de Başörtüsü Meydan
Savaşlarına hakemlik yapmak için bir ayetin anlamını zorla tevile ve saçların, başın
değil de yüzün cüz’ü veya fer'i olduğunu iddia etmek şeklindeki
birtakım kelime oyunlarına tevessül edilmemeliydi.]
3/d. Hımâr Teriminin Anlamı
Saçların yüz’ün mü, baş’ın mı bir cüz’ü olduğu meselesinin
bu denli ehemmiyet kazanmasının, ayette geçen humûr kelimesinin örtü
mü, başörtüsü mü anlamına geldiğiyle de yakından alâkası bulunmaktadır.
Humûr lafzının örtü mânâsına geldiğini ve ayette baş ve saç
kelimeleri geçmediğinden bu lafza başörtüsü anlamının verilemeyeceğini
iddia edenlerin içinde bulundukları başlıca zaaf — daha önce belirttik, yine
belirtelim— ayetin ilk muhatap çevresini dikkate almamaları ve Kur’an’ın, ilk
muhataplarına örtünmelerini emrederken çıplak bir mankeni giydiriyormuşcasına o
dönem örfünü dikkate almayan ‘mücerred ifadeler’ kullandığının sanılmasıdır.
Ayet-i kerime metnindeki 'hımar' kelimesi 'başörtüsü' değil
‘örtü’ (giysi) anlamındadır, (sh. 251) Herşeyden önce bu örtünme, evde
mahremlere karşı da sözkonusu olan ‘ahlâkî örtünme’ demek olduğundan, ayet-i
kerime'deki 'hımar' terimini ‘giysi, örtü' değil de 'baöşörtüsü' anlamına
almak, kanaatimce, yukarıda da bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma'kul ve
mantıkî değildir, (sh. 263)
İslâm dünyası bunca asır Hatemî kadar “ma’kul ve mantıkî”
davranamamış olmalı ki klasik metinlerde mevcut tüm kayıtlar —ittifakla— o
dönem Arap kadınının başını örttüğünü ve fakat örtüsünü ya ensesine doğru
bağladığını ya da örtüsünün ön tarafta bitişecek olan yakalarını birbirine
kavuşturmayıp gerdan kısmını ve çevresini açıkta bıraktığını, binaenaleyh
ayetin bir tesettür emrini ifade etmekten ziyade, tesettürün bir suret-i
mahsusasını dile getirdiğini beyan etmektedirler. Ayrıca o toplumda sadece
kadınların değil, erkeklerin de başlarını örttükleri unutulmamalı, bunun sebebi
olarak sadece Arab örfü değil, Arabistan’ın sıcak iklimi de dikkate alınmalıdır.
Bu takdirde, Kur’an’ın kadınlarla ilgili tesettür (=başı da içine alacak
şekilde örtünme) emrinin niçin bazı tafsilatlar içermediği ve fakat buna rağmen
bu Kur'anî emrin niçin İslâmî gelenek tarafından hilafsız aynı şekilde
anlaşılıp tatbik edildiği sarahat kazanacaktır.
Hımar (çoğulu humûr) kelimesinin salt bir örtü mü
(döpyes, tayyör ya da şal mı), yoksa başı (saçları) da örten bir
giysi mi demek olup olmadığı meselesine gelince, bu sadece aklî
istidlallerle (salt düşünceye dayalı yorumlarla) çözülebilecek bir mesele
değildir. Bu meselede ibarenin anlamını -tayin edecek ölçüt, Kur’an’ın ilk
hitab çevresinde aranmalıdır. Çünkü evvelemirde Kur’an Hicaz’da ve Arap diliyle
nâzil olmuştur. Bu nedenle sözkonusu kelimenin anlamını tayinde asıl ma'kul
olan, bu dili kullanan ve bu dilin kendi içinden çıktığı çevrede yaşayan
insanların otoritesine (hakemliğine) başvurmak ve bu insanların kendi dil ve
kültürlerini kendilerinin daha iyi bildiklerini kabul etmektir. Elbette burada
kastedilen bugünkü Arap dili ve çevresi değildir; kastedilen, Kur’an’ın nâzil
olduğu dönemin Arap dili (kadîm Arapça) ve bu dilin içinde varolduğu kadîm Arap
kültürüdür. Nitekim Tefsir tarihinin başından itibaren Kur’an müfessirleri bu
ilkeyi gözetmişler ve Kur’an ayetlerinin anlamını (hatta kıraatleri) tayinde
kadîm Arap dilinin ve lehçelerinin otoritesine başvurmuşlardır. Dil ve kültür
arasındaki iç bağıntının, o dilde yazılı bir metni anlamadaki rolüne gelince,
bu bağlamda bu hususa sadece işaret etmekle yetiniyoruz.
İlk hitab çevresi öncelikle Araplardan oluşan ve Arap
diliyle nâzil olan bir kelâm’ın anlaşılmasında ihmal edilen mezkûr ilke dikkate
alınır ve böylece hımâr, cilbâb ve siyâb gibi sadece kadîm Arap diline
değil, kadîm Arap kültürüne de ait olan bu kelimelerin anlamını tayinde, o
dönem Arap kadınının örtünme biçimine bakmak akıl edilirse şayet, o zaman
anlamsız tevillere, gereksiz laf oyunlarına ve ‘ayette saç, baş ya da başörtüsü
kelimeleri geçmiyor, demek ki bu hususta bir sarahat yok!’ gibi ancak
düşmanları sevindirecek akıl yürütmelere gerek kalmaz. Nitekim Nûr/60 ayetinde,
nikâh ümidi kalmamış yaşlı kadınların, bilhassa ziynetlerini göstermeye
çalışmamaları (gayra müteberricâtin bi-gînetin) kayd u şartıyla
‘siyâblarını bırakıp koyvermelerinde’ kendilerine bir günah olmadığı
bildirilmekte ve fakat bu ruhsata rağmen sakınmalarının (=iffetli
davranmalarının) kendileri için ‘daha hayırlı’ olacağı uyarısı yapılmaktadır ki
bu ayette geçen ‘siyâb’ kelimesini de basit bir şekilde ‘giysi’ olarak çevirmek
mümkündür. Fakat bunun nasıl bir giysi olduğuna hangi yolla karar vereceğiz?
Şayet bu giysi, günümüzdeki anlamıyla ele alınacak olursa,
yaşlı kadınların ziynetlerini göstermeye çalışmaksızın ‘siyâblarını bırakıp
koyvermeleri’ne ne gibi bir mânâ verilecektir? Siyâb, hımâr, cilbâb
kelimelerinin ne tür giysilere delâlet ettikleri, aralarındaki farkların ne
olduğu, kadınların bu giysilerle nasıl örtündükleri, hangi uzuvlarını nasıl
örttükleri ne surette anlaşılacak, bu konuda dileyenin dilediği anlamı
yakıştırmasına nasıl mâni olunacaktır? (Elmalılı H. Yazır bu terimi, Türkçe’ye
‘çarşaf kelimesiyle çevirmektedir.) Kelimenin belli bir uzvu örten bir giysi
türü olduğunu anlamak için, —pazı-bent, ser-puş, hatta gözlük,
ayakkabı örneklerinde olduğu gibi— muhakkak o uzvun zikredilmesi mi
gerekir? Oysa Türkçe’de geçen örtü, çarşaf, ferâce, çember, bürgü, ehram,
yeldirme, üstlük, yazma, yaşmak, değirmi, yemenî, harmani, türban, tülbent
gibi kelimelerin hemen hepsi de kadınların kullandıkları ‘başörtüsü’ veya
‘başörtüsü’nün değişik biçimleri’ için; şapka, kasket, takke, külah, sarık,
kalpak, bere, kavuk gibi kelimeler ise erkeklerin başlarına taktıkları
muhtelif ‘başlıklar’ için kullanılmakta ve fakat buna rağmen hiçbirinde ‘baş’
ya da ‘saç’ kelimeleri geçmemektedir. Bu bakımdan meselâ yemeni kelimesinin
‘başa bağlanan bir örtü’ olduğunu bilmek için, kişinin oturduğu yerden akıl
yürütmesine hiç mi hiç gerek yoktur. Kişinin “yemeni bağlamış telli
başına/zülüfleri düşmüş hilal kaşına” mısralarını terennüm edecek kadar bu
toplumun diline, kültürüne alâka duyması yeter-lidir. Yok eğer kişi, ‘bu
kadarını ben de biliyorum’ der, sonra da ‘Yemeni eskitmek istersen, köye muhtar
ol’ atasözünden, “eskiden köylerde kadınların da muhtar oldukları, hatta muhtar
olmak için yıllarca başa bağlanan yemeni ile dolaşmak gerektiği, dolayısıyla
feministlerimizin kadın haklarını boşuna dışarıda aradıkları, vs.” şeklinde
neticeler çıkarıp tumturaklı laflarla güyâ birtakım sosyolojik yorumlarda
bulunmaya kalkışırsa, o zaman o kişiye ‘bir kültüre alâka duymak, o kültüre vakıf
olmak demek değildir’ denir, ardından da kendisine, başa bağlanan yemeni ile
ayağa giyilen ve bir tür ayakkabı anlamındaki yemeni’yi birbirine
karıştırdığı, dolayısıyla bir kelimenin başı ya da ayağı örten bir ‘şey’e
delâlet etmesi için, muhakkak baş ya da ayak kelimeleriyle
izafete girmesi gerekmediği söylenir.
İstanbul’un varsıl kesimlerinin yaşadıkları semtlerin
dışına çıkmamış yabancı biri, Türkçe bir metinde, sözgelimi bir romanda bu
kelimelerden birine rastlasa, sonra da bu kelimenin saç ya da baş kelimesiyle
izafete girmediğini, bu nedenle de sadece (herhangi bir) ‘örtü’ veya ‘giysi’
anlamına gelebileceğini iddia etse, hiç değilse ne anlama geldiğini nasıl
öğrenebileceğini sorsa, herhalde kendisine vereceğimiz cevap; ya bulunduğu
yerden çıkıp biraz da İstanbul’un diğer semtlerini gezmesini, halkı
gözlemlemesini ya da gidip iyi bir sözlük edinmesini tavsiye etmekten ibaret
olacaktır. Eğer soruyu soran kişi anadili Türkçe olan biri ise, ona ablasıyla,
eşiyle veya annesiyle değil, büyükannesiyle konuşmasını tavsiye etmenin daha
doğru, daha kestirme bir yol olacağında kuşku yoktur herhalde.
3/e. Saîd b. Cübeyr’in Görüşünün Aslı Nedir?
Hatemî, Kur’an’da başörtüsü emrine dair bir sarahatin
bulunmadığı şeklindeki görüşün, —bizim iddiamızın aksine— seleften de bir
mesnedi olduğunu; bu görüşü dile getirmekle aslında, Saîd b. Cübeyr’in “kadının
başının açık olmasının —haram değil— mekruh olduğu, ancak,
başörtüsü konusunda Kur’an-ı Kerim’de bir hüküm olmadığı” şeklindeki
görüşünün tekrarlanmış olduğunu ifade etmektedir:
Prof. Dr. Karaman’ın yukarıda anılan kitabında yer verdiği
rivayete göre, Cessâs’ın Ahkâm’ul- Kur'an adlı eserinde, Saîd b. Cübeyr'den
naklen "kadının başının açık olmasının —haram değil — mekruh olduğu,
ancak, başörtüsü konusunda Kur'an-ı Kerimde bir hüküm olmadığı"
görüşü yer almaktadır. Şu halde, bir kez daha soruyorum: Saîd b. Cübeyr’in
bu görüşünü tekrarlayan birisi niçin 'kâfire' olabilmektedir de, 'Şeytan
ayetleri' hezeyanını uyduran veya benimseyen değil, bu hezeyanı şiddetle
reddedenler yine aynı küfür fetvacılarının oklarına hedef olmaktadır? (sh. 266)
Hatemî’nin bu sözlerinden; a) Cessâs’ın Ahkâm'ul-Kur'an
adlı eserinde naklettiği, b) Hayreddin Karaman’ın da kendi kitabında yer
verdiği bir rivayete göre, c) Saîd b. Cübeyr adlı tâbiûn’a mensub bir âlimin
(Vef. H. 95) kadının başının açık olmasını haram değil, mekruh
gördüğünü, üstelik başörtüsü konusunda Kur’an'da bir hüküm olmadığını
söylediği anlaşılmaktadır. Peki işin aslı nedir? Gerçekten de Saîd b. Cübeyr,
böyle bir görüşe, yani kadının başının açık olmasının haram değil, mekruh
olduğu şeklindeki bir görüşe sahip midir? Kendisi, "başörtüsü konusunda
Kur'an’da bir hüküm olmadığı”na dair bir söz sarfetmiş midir?
Hayır! Bu soruların ikisinin cevabı da olumsuzdur; zira ne
Cessâs’ın Ahkâm’ul- Kur’an adlı eserinde (V/174, Beyrut, tsz.), ne
Hayreddin Karaman’ın kitabında, ne de —her ne kadar Hatemî zikretmekten imtina
etmişse de— iddianın asıl sahibinin sözlerinde (İslâm’da Kadın ve Aile,
sh. 149) bu ifadelerin karşılığı bulunmamaktadır. Hatemî, iltibasa yol açacak
bir surette hem muhtevası, hem de rivayet şekli bakımından metni doğru
nakletmemiş, böyle davranmakla da okuyucunun meselenin aslını anlamasına mâni
olmuştur. Nasıl mı, görelim!
ı. İlkin bu rivayet, ‘başörtüsü’ne karşı olan, başörtüsü
emrinin Kur'an’da bulunmadığını iddia eden ve bununla birlikte başka şeyler
de savunan’ resmî ulema’dan bir zâtın Hollanda'da neşredilen Arayış ve İslâm
Dergisi adına, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Mısır Müftülüğü ile birlikte
Hayreddin Karaman’a da gönderdiği 17 sorudan oluşan bir yazıda (14. soruda)
kendi iddialarına 'delil’ kabilinden zikredilmektedir.
ıı. Mezkûr zâtın, Hayreddin Karaman hocaya suali aynen şu
şekildedir:
Cassâs'ın Ahkâm'ul-Kur’an'ındaki “Saîd b. Cübeyr’dcn
rivayet olunduğuna göre, kendisine bir erkeğin yabancı bir kadının saçına
bakması sorulduğunda, bunu mekruh gördüğü, ama “Kur’an'da yok” dediği
bildirilmektedir” rivayeti karşısında, başörtüsü ile ilgili emrin vücûb ifade
ettiğinde icma vardır diyebilir miyiz? Görüldüğü gibi bu rivayet, saça bakmanın
hükmünün Kur'an'da olmadığını bildirmektedir, (sh. 149)
Görüldüğü üzere burada, kerih görülen cihet, esasen
kadının başının açık olması değil, bir erkeğin nâmahrem bir kadının saçına
bakmasıdır. Üstelik sualin sahibi bile bu rivayetten, ‘başörtüsü konusunda
Kur’an'da bir hüküm olmadığı’ gibi bir neticeyi değil, ‘saça bakmanın hükmünün
Kur'an’da bulunmadığı’ neticesini çıkarmaktadır.
ııı. Hayreddin Karaman, mezkûr zâtın soru haline tahvil edilmiş
iddialarını, bu arada sözkonusu nakli ve bu nakilden çıkarılan hükmü büyük bir
vukufiyetle ele alıp tenkid etmiş, kendisine gerekli cevabı da vermiştir.
Nitekim kendisi bu suali, şu mantık kalıbına dökerek yeniden ifade etmiştir:
a)
Saîd
b. Cübeyr, erkeğin yabancı bir kadının saçına bakmasını mekruh görmektedir.
b)
Saça
bakmanın hükmünün Kur'an’da olmadığını bildirmektedir.
c)
Bu
sebeple 'Başörtüsü ile ilgili emrin vücûb ifade ettiğinde icmâ vardır’
denilemeyecektir. (sh. 149-152)
‘Kayınvâlide saçına bile bakmayı caiz görmediği’ nakledilen
Saîd b. Cübeyr'in burada ne demek istediği, kerih (mekruh) görmenin ne anlama
geldiği, neyin olmadığını söylediği, hatta bu ifadeleri aynen kullanıp
kullanmadığı, aynı konuda kendisinden yapılan diğer nakillerde (msl. Taberî’de)
görüşlerini nasıl ifade ettiği, vb. birçok meseleyi burada yeniden ele almaya
gerek duymuyoruz; zira Hatemî’nin, bu meselelerle ilgili yetkin açıklamaları,
hiç değilse Hayreddin Karaman hocanın kitabında zaten görmüş olduğunu
düşünüyoruz. Ne var ki Hatemî, okuduklarını aslına uygun bir biçimde
aktarmamış; yazılanları, kendi yorumlarını destekleyecek şekilde nakletmiştir:
Üstelik ne sualin ve iddianın asıl sahibi olan kişiyi ve iddiasının aslını, ne
Cessas’ın Saîd b. Cübeyr’den bu görüşü tenkid etmek suretiyle naklettiğini, ne
Hayreddin Karaman’ın bu görüşe, eleştirileri sırasında yer verdiğini, meselenin
hiç de muhatabının zannettiği gibi olmadığını söylediğini zikretmiştir.
Bunların hiçbirini zikretmediği gibi, zikrettiklerini de aslına uygun olarak değil,
kendisine mesned teşkil edecek şekilde zikretmiştir.
Biz, Hatemî’nin naklettiği pasajla ilgili olarak Hayreddin
Karaman hocanın verdiği bilgileri kısaca zikretmek suretiyle, bu konuda
herhangi bir kuşku kalmasın istiyoruz:
[Taberî’nin nakline göre], burada Saîd b. Cübeyr açık bir
ifade ile 'ayetle açılmasına izin verilen yerlerin yalnızca yüz vc ellerin içi
olduğunu' zikretmektedir. (c. xviii, s. 83.) Yani Saîd b. Cübeyr’e göre,
kadınların başları vc saçları avrettir, açılması caiz değildir ve bu hüküm Kur’an-ı
Kerim’de mevcuttur. (...)
Sonuç olarak yine tekrar ediyoruz: Saîd b. Cübeyr de dahil
bulunmak üzere bütün müctehidlere göre hür vc müslüman kadınların başları ve
saçları avrettir, açılması, bakılması caiz olamayan yerlere dahildir, bu hüküm
Kur'an'da ve Sünnet'te mevcuttur, üzerinde ittifak (icmâ) edilmiştir, (sh.
151-152)
Bütün bu izah ve nakillerden sonra, sonuç olarak, biz de
Hatemî’nin ayetlerde bir açıklık (!) bulunmadığı iddiasıyla başörtüsü
emrini keyfe bırakılmış bir mesele olarak vaz'etmesinin hiçbir hakikat değeri
taşımadığını söyleyebiliriz.
4.
Cilbâb Ayeti
Nûr/31 ayeti münasebetiyle (bilhassa ‘hımâr’ kavramı
çevresinde) söylenenlerin ana hatlarıyla ele alındığı kanaatindeyiz. Şimdi de
Hatemî'nin Ahzab/59 ayetiyle (bilhassa ‘cilbâb’ ile) ilgili yorumlarını
aktaralım:
Ahzab/59 ayetinde ise, ‘ev içinde açık olabilecek beden
yörelerinin, yüz hariç, sokağa çıkıldığında ‘cilbâb’ denen dış örtüsü ile
örtülmesi, iman eden kadınlara tavsiye edilmiştir (sh. 251).
Ahzâb Sûresinin 59. ayet-i kerimesinde, kadına bir
tavsiyede bulunulmakta (...) Şu halde ahlâkî örtünme sınırlarına riayet
ettikten sonra, dış örtüsünü (cilbâb) saçlarını da örtecek şekilde bürünmesi,
kendisinin taciz edilmemesi için daha uygun bir örtünme biçimi olarak
görülmekle birlikte, bu tavsiyeye uymayan veya uyamayan kadın dinden çıkmış
olmaz, kendisine 'iffetsiz' gözü ile bakmaya da hakkımız yoktur. (...) Çünkü
Kur’an-ı Kerim'dc ‘baş açma yasağı' açıkça belirtilmemiştir, (sh. 252)
Hatemî ‘cilbâb’ (çoğulu ‘celâbîb’) kelimesinin yorumunda,
‘hımâr’ (çoğulu ‘humûr’) kelimesine anlam verirken davrandığı kadar serbest
davranmamakta, kelimenin ‘başı da örten bir örtü’ olduğu, bir diğer deyişle baş
örtmenin ‘cilbâb'ın kapsamına girdiği hakikati —bazı kayıtlarla birlikte—
teslim edilmektedir. Ancak Nûr/31 ayetinde başörtüsü ile ilgili bir sarahatin
bulunmadığını söyleyen Hatemî, Ahzab/59 ayetiyle alâkalı olarak da ‘kadının,
saçların bir telini bile dışarıda bırakmaması gerektiğine ilişkin bir sarahatin
bulunmadığını’ (sh 263-264) vurgulamaktan geri kalmamaktadır.
4/a. Emir, Vücûb, Tavsiye, İzin, Ruhsat
Demek oluyor ki kadının —örtünmesi değil!— başını örtmesi,
'cilbâb’ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet sorunu
değildir, (sh. 261)
Cilbâb ‘dış giysi’ anlamına ise, saçların da mutlaka
örtünmesi gereği nereden çıkıyor? (sh. 264) Cilbâb'ın başörtüsünü de kapsadığı
görüşü, takvâya ve ihtiyata daha uygun olsa bile... (sh. 265)
Hatemî’nin ifadelerindeki dikkat çekici olan husus,
cilbâb’ın sınırlarıyla ilgili olarak söylediklerinde değil, mezkur ayetin,
muhatabları için ifade ettiği, etmesi gerektiği değerin keyfiyetine dair
yaptığı izahlardadır. Çünkü Hatemî, örtünme'nin (cilbâb’ın) kapsamına başı
örtmenin de girebileceğini sözkonusu ettiği her yerde, ‘iman eden kadınlara tavsiye
edilmiştir’, ‘Ahzâb Sûresinin 59. ayet-i kerimesinde kadına bir tavsiyede
bulunulmaktadır’, ‘bu tavsiyeye uymayan veya uyamayan kadın...’, ‘kadının
—örtünmesi değil!— başını örtmesi, “cilbâb”ın kapsamına girse dahi, bir
tavsiyedir’ şeklinde ifadeler kullanmaktadır. Burada kendisine sorulması
gereken sual şudur: Bu tavsiye kimin tavsiyesidir? Sözü edilen standartlar,
kadınlara kim tarafından tavsiye edilmektedir?
Bir an için tavsiye olduğunu kabul etsek bile, bu tavsiye
Allah Teâlâ tarafından yapılmaktadır ve —Hatemî'nin teyid ettiği ve edeceği
üzere— bu tavsiye rabbimizin tavsiyesidir. O halde sayın Hatemî’ye sormak
gerekmez mi: Âlemlerin Rabbi’nin tavsiyesi, herhangi birinin tavsiyesi gibi
midir? Âlemlerin Rabbi’nin tavsiyesi, insanların uyup uymamakta serbest
oldukları kimselerin tavsiyesine hiç benzer mi? ‘Tavsiye etmek’ ile ‘ruhsat
vermek’ arasındaki fark nedir? Tavsiye, niçin sadece hüsn-i telkin mânâsına
indirgenmektedir? Meselâ Şûra/13, En‘am/144, 151-153, Nisa/131 ayetlerinde de
Allah Teâlâ kullarına ‘tavsiye ettiğini’ beyan buyurmaktadır; burada ‘tavsiye’
kelimesi kullanılıyor diye, bundan insanların sözkonusu buyrukların gereğini
yerine getirip getirmemede muhayyer bırakıldıkları sonucunu mu çıkarmak
gerekir? Allah Teâlâ, ‘insana anne-babası hakkında güzel davranmayı tavsiye
etti’ (Ankebût/8) diye, birileri çıkıp ‘bu nasılsa bir tavsiyedir ve gereğini
yerine getirmek zorunluluğu bulunmamaktadır’ diyebilirler mi? Yoksa bu tavsiye,
Nûr/60 ayetinde yaşlı kadınlara verilen ruhsat gibi midir? Eğer öyleyse, yaşlı
kadınlar ile genç kadınlar arasında bir fark yok mudur? Yaşlı kadınlara ruhsat
verilirken, açıkça ‘kendilerine bir günah yoktur’ ifadesi kullanılmakta ve
üstelik bu ruhsatın ardından kendilerine, sakınmalarının ‘daha hayırlı’ olduğu
tenbihi yapılmakta iken, mezkur ayetin vücûb’a değil de ruhsat’a (tavsiye’ye)
delâlet ettiğine dair bir kanaate nasıl ulaşılmaktadır? Kaldı ki ilgili ayette,
tavsiye’ye delâlet edecek böyle bir kelime de geçmemekte, açıkça Hz.
Peygamber’e (s.a) zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
Rabbu’l-Âlemîn’in bir buyruğunu iletmesi emredilmektedir. Üstelik, bu emrin
aslında bir tavsiye olup vücûb ifade etmediğini, dolayısıyla
ayetin muhatablarının muhayyer olduklarını gösterecek herhangi bir karine de
ortada yoktur. Varsa bile, bu hakikati bugüne kadar kimse ayetten istinbat
etmemiş/edememiş, kerameti kendinden menkul olmak üzere yüzyıllar sonra
‘evraka, evraka’ demek ancak Hatemî’ye nasib olmuştur.
Filhakika Kur'an'da ‘izin’ mânâsı ifade eden emir sigaları
mevcuttur ve bu tür ifadeler umumiyetle bir yasağın ardından gelir. Meselâ
Cuma/10 ayetinde, ‘namaz kılındıktan sonra yeryüzünde dağılın da
Allah’ın fazlından arayın' denilmekte ve buradaki emir sigası vücûb değil, Cuma
namazı vaktindeki ticaret yapma yasağının ardından ‘namazdan sonra artık
dağılıp rızkınızı arayabilirsiniz' şeklinde bir izin ifade etmektedir. Mâide/2
ayetindeki ‘ihramdan çıkınca avlanın’ emri de yine vücûb değil,
ihramlıyken avlanma yasağının ardından ‘avlanabilirsiniz’ mânâsında izin ifade
etmektedir. Bu misallerden de anlaşılacağı üzere Kur’an’da geçen bazı emir
sigalarını, birtakım karineler yardımıyla vücûb yerine, izn’e
hamletmek mümkündür. Ne var ki hiç kimse İlahî bir emri, ‘kanaatimce bu bir
tavsiyedir, dolayısıyla vücûb ifade etmez; üstelik ben karine- marine de
anlamam, bildiğimi okurum’ diyemez, dememelidir. Şayet diyecek olursa ne olur?
Bizce bu kimse —Ebu Hanife’nin dediği gibi— tekfir edilmez, iknaya çalışılır!
4/b. Hür-Cariye Ayrımı ve İffet
‘Kadınların cilbâblarını üzerlerine almalarını’ emreden
ayet-i kerime’de (Ahzâb/59), bu emrin illeti de verilmiş ve bunun, ayetin
muhatabı olan kadınların ‘tanınmaları ve incitilmemeleri’ için daha uygun
olduğu beyan edilmiştir. Müfessirlerin ekserisi ve cumhur-u fukaha, birtakım
rivayetlere istinaden ayetin hür kadınları içerdiği ve cariyeleri kapsamadığı
şeklinde bir görüş ileri sürmüşler, hatta bununla da yetinmeyip “cariyenin
avretinin erkeğin avreti gibi olduğu”nu iddia etmişlerdir. Hüseyin Hatemî ise,
bu görüşlere kesinlikle karşı koymuş ve bu yaklaşımın İslâm’ın ve Kur'an’ın ne
nasslarıyla ne de maksadlarıyla uyuştuğunu, böylesi hükümlerin bu hükümlere
ulaşanların kendi görüşleri olmaktan başka bir değer taşımadığını açıkça ifade
etmiştir. Sayın Hatemî, bu eleştirilerinde tamamen haklıdır ve doğruyu
söylemektedir. Nitekim biz de bu konuda kendisiyle aynı görüşü paylaşıyor ve
ayette mezkur illetin bu konuda hür-cariye ayrımına yol açacak bir mânâ
taşımadığını düşünüyoruz.
lbn Hazm (el-Muhalla, 111/218-219) ve Ebu Hayyan (el-Bahr'ul-Muhît,
V1I/250) gibi iki Endülüslü âlim dışında, çağdaş âlimlerden İranlı Ayetullah
Murtaza Mutahharî (Hicab, sh. 71 ve 137-139) ile Şamlı Nasıruddin Elbânî
de (Hicab, sh. 39-43) bu görüştedir ve ayette geçen “mü’minlerin
kadınları” ibaresinin umum ifade ettiğini, hürlere tahsis edilemeyeceğini
söylemektedirler. Bir hadîs âlimi olan Nasıruddin Elbânî, ayrıca esbâb-ı
nüzûl adına nakledilen rivayetleri de ele almakta ve bu rivayetlerin bir
sıhhat taşımadığını açıkça göstererek ayetten böylesi bir ayrımı elde edenleri
şiddetle tenkid etmektedir. Adı geçen bu âlimlerle birlikte Hayreddin
Karaman’ın şu sözleri de bu görüşü teyid eder niteliktedir:
Bu cümleden sonra diyorum ki [cariye konusunda] nass
yoktur. İkincisi ibaresiyle delâlet eden bir şey dc yoktur; ne Hadîs’te, ne
Kitab’da. Kitab'da ve Sünnet'te cariyenin açılabileceğine, ibaresiyle delâlet
eden bir metin yoktur. Bazen nassı bu mânâda kullanırlar. Nass diye
Kitab ve Sünnet'te geçen herşeye derler. Bu mânâda da bir metin mevcut
değildir. Ondan sonrası te’vildir. (İslâm’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme,
Tartışmalı İlmiî Toplantı, sh. 175, İstanbul, 1987)
Ayette ‘tanınmaları ve incitilmemeleri için’ şeklinde
zikredilen illet, kadınların hür olup cariye olmadıklarının bilinmesi anlamına
gelmiyorsa, hangi anlama gelmektedir? Hatemî’nin bu konudaki cevabı şudur:
Kadın, sokakta iki sebeple taciz edilebilir. Yüzünü de peçe
ile örtmüş ise, kimliğini gizleyen bir suçlu olup olmadığını tesbit için
görevliler taciz ederler. Yüzünü açması, ‘tanınması vc eza (taciz) edilmemesi
için’ daha uygundur. Buna karşılık, evindeki giysisi üzerine bir dış örtü
alması, sırnaşık vc lâubali erkeklerin cür’et bulmamaları için de daha
uygundur. (sh. 252)
Hatemî’nin bu izahı iki şıktan oluşuyor: Eğer kadın
peçeliyse, peçesini (yüzünü) açmakla tanınacak, böylelikle güvenlik
güçlerinin (!) tacizinden kurtulacak! Bu durumda, ‘tanınması’, peçesini
açması demek oluyor. İkincisi, üzerine bir dış örtü alırsa, sırnaşık ve
lâubalî erkekler cür’et bulamayacaklar, dolayısıyla tacize yeltenmeyecekler...
Kadın, üzerine dış örtü alırsa, niçin sırnaşık ve lâubalî erkekler cür'et
bulmasınlar? Örtülü gördüklerinde, onun iffetli ve ahlâklı bir kadın olduğunu
anlayacakları için mi?!! Doğrusu, Hatemî’nin bu konuda ne düşündüğü ya da ne
söylemeye çalıştığı açıkça belli değildir:
... demek oluyor ki kadının —örtünmesi değil!— başını
örtmesi, ‘cilbâb'ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet
sorunu değildir, (sh. 261)
Biz, Hatemî’ye bu görüşlerinde kesinlikle katılmıyor ve hem
cilbâb emrinin, hem de ayette ‘tanınmaları ve incitilmemeleri için’
şeklinde zikredilen illetin, iffet ve ahlâkla doğrudan doğruya alâkalı olduğunu
düşünüyoruz. Bu nedenle ayette zikredilen ‘tanınmaları için’ ifadesini,
‘iffetli olduklarının bilinmesi’ şeklinde anlamayı ayetin maksadına daha uygun
buluyoruz. Nitekim merhum Ayetullah Mutahhari de ibareyi bu şekilde izah
etmektedir:
"... bu tanınmaları ve incitilmemeleri için daha
iyidir". Yani bu iş, namuslu olarak tanınmaları ve kendilerini
erkeklerin isteklerine vermediklerini açıklığa kavuşturduğu için daha iyidir.
Ve sonuçta onların görkemi ve uzak duruşları, basit kişilerin onları rahatsız
etmelerine engel olur. (Hicab, sh. 71)
Bu ayet-i kerimeden (Ahzâb/59) çıkarılacak netice şudur
Müslüman kadın, halk arasında geliş gidişlerinde öyle hareket etmelidir ki
iffet, vakar, ağırbaşlılık ve paklık sıfatları belirgin olmalı ve bu sıfatlarla
tanınmalıdır. (A.g.c. sh. 138)
Örtünme konusunda hür-cariye ayrımına karşı çıkanlar
arasında zikrettiğimiz bir başka âlime, muhaddis Nasıruddin Elbânî’nin
görüşlerine de kısaca yer verelim:
bu onların tanınıp eza edilmemelerine daha uygundur".
Yani bir kadın, elbisesinin üstünde çarçaf veya îzar'a benzer bir örtüye
bürünürse, iffetli ve temiz ahlâklı olduğu bilinir. Fasık kimselerin uygunsuz
laflarına muhatab olmaz. (Hicab, sh. 39)
Biz de bu âlimlerin açıkça ifade ettikleri gibi, meselinin ahlâk
ve iffet ile doğrudan doğruya alâkalı olduğu kanaatindeyiz. Nitekim hicab
lafzının Türkçe’de (Arapça’daki örtü, perde anlamından ziyade)
‘utanmak, sıkılmak, ar duymak, haya etmek’ şeklindeki mecazî
kullanımlarının yaygınlık kazandığı düşünülecek olursa, örtü ile hayâ,
örtü ile iffet, örtü ile ahlâk arasındaki ‘perdenin’ yırtılması
için daha çok uğraşılması gerekir. (Burada ‘örtü’ derken, Türkçe bilen herkesin
analayacağı şekilde başı da içine alan bir örtüden sözediyor, izafetle
kullanmaya gerek görmüyoruz.) “Kalem aldın kaşlarını çatmaya/Hicab ettim adın
sual etmeye” mısralarında görüleceği üzere, Türkçe’deki kullanımıyla hicab
kelimesi, ne perdecileri ne de hukukçuları ilgilendiren bir kelimedir; bu
kelimenin semantik alanı, açıkça bir ahlâk alanıdır, kelime ahlâkla, iffetle,
hayâyla doğrudan alâkalıdır; ‘hicab etmek’, ‘hicab duymak’ tabirleri halkın
bilincinde, örtü ile hayânın birbiriyle ne denli içiçe olduğunu, sakınmanın,
çekinmenin yerine kullanıldığını gösterir güzel örneklerdir. ‘Hicab’ bizim
kültürümüzde sadece kapılara, pencerelere takılan bir örtü değil, ‘duyulan’ bir
şey de değil midir! ‘Hicabsız’ (=perdesiz) tabiri, Türkçe’de sadece kadının
örtüsünün, başörtüsünün olmadığını mı gösterir? ‘Perde’ kelimesi, sadece
evlerin pencerelerine takılan bir ‘şey’e mi ıtlak edilir? Evlere takılan
perdeler, sadece ev halkını güneşten korumaya mı yarar? ‘Ar perdesi, ‘namus
perdesi’ tabirlerinde, ‘perde’ ile ‘ar’ın, ‘perde’ ile ‘na-mus’un yanyana
gelmesi tesadüf müdür?
... yüzyıllar sonra, başörtüsü genel bir uygulama bulmuş ve
gitgide başını açmak ‘haram’ ve başını açan kadının 'iffetsiz'
olduğu telakkisi yerleşmiştir. (sh. 270)
el-lnsaf! Pes doğrusu! Bu telakki (!) ‘yüzyıllar sonra’ mı
genel bir uygulama bulmuş? Meselâ kaç yüzyıl sonra olmuş bu? Bu telakki ne
zaman yerleşmiş, niye yerleşmiş? (Şahsen, daha fazlasını söylemekten hicab
ediyorum.)
Sonuç olarak, Ahzâb/59 ayetindeki (başı da içine alan)
örtünme emrinin, mü’min kadınların uyup uymamakta muhayyer bırakıldıkları bir
tavsiye olmayıp vücûb ifade ettiğini, —sanılanın aksine— bunun bir iffet
ve ahlâk sorunu olduğunu ve fakat bununla beraber Allah’ın gafûr-rahîm
sıfatlarının bütün günahkâr kullarına şâmil bulunduğunu söyleyebiliriz.
4/c. Takvâ, Verâ ve İhtiyat
Hatemî —daha önce de belirttiğimiz gibi— gerek Nûr/31,
gerekse Ahzâb/59 ayeti münasebetiyle örtünme emrinin kapsamına saçların
da girebileceğine işaret edip bu yorumu ‘takvâ, verâ ve ihtiyata göre verilecek
bir fetva’ olarak nitelerken (sh. 264), aynı zamanda ‘ihtiyat ve takva yönünü
tercih edenler’in saçlarını örtebileceklerini söylemeyi ihmal etmemekte (sh.
243), ‘Cilbâb’ın başörtüsünü de kapsadığı görüşü, takvâya ve ihtiyata daha
uygun olsa bile...’ (sh. 265) gibi sözlerle geleneksel izahları her nedense
belli belirsiz bir takvâ bağlamına yerleştirmektedir.
Hatemî’nin ikidebir sözünü ettiği bu ‘takvâ’ kelimesiyle ne
kasdettiği tam mânâsıyla sarih olmadığından, muradını kestirebilmek için bu
hususun biraz açılması gerektiği kanaatindeyiz. Kendisi bu kelimeyi ya
Kur’an'daki anlamıyla ya da örfteki ‘dindarlık, ibadetlere düşkünlük,
azimetlere sarılmak’ şeklindeki anlamıyla kullanmaktadır. Şayet Kur’an’daki
anlamıyla kullanıyorsa, o zaman kendisine takva ile ilgili ayetleri
hatırlamasını ve —Kur’an’ı rehber edindiğinden— kendisinin de takva’yı
emredenlerden olmasını tavsiye ederiz. Çünkü Kur’an’da ‘hidayet üzere olup
takva’yı emredenler’ (in kâne alâ’l-hudâ ev emera bi’t-taqvâ:
Alaq/11-12) övülmektedirler. Yok eğer bu Kur’anî kavramı örfteki anlamıyla
kullanıyorsa, o zaman kendisine ‘caizin karnı geniştir’ darbı meselini
hatırlatır ve nefsine lâyık gördüğü ruhsatları (!) Kur’an adına insanlara
tavsiye etmekten kaçınmasını sâlık veririz. Unutulmamalı ki değil sadece
‘takvâ’, ihtiyat ve verâ dahi mü’min olmanın şiârındandır.
5.
Kara Çuval Türküsü
Hatemî, üçüncü baskıya yazdığı ‘Sonsöz’de, Allah Teâlâ’dan
‘bu basının iman edenler arasında hayırlı ve verimli bir fikir alışverişine
vesîle olmasını’ dilemiş (sh. 256) ve fakat kitabında, bu temenniye uygun bir
üslûb kullanmaya hiç ama hiç özen göstermemiştir. Bazı îmalı ifadelerle
birilerini (!) eleştirmekte, suçlamakta, hatta haklarında ağır ithamlarda
bulunmakta, dolayısıyla ‘hayırlı ve verimli bir fikir alışverişi’ne öncelikle
kendisi imkân bırakmamaktadır. Meselâ başlarını örtmeyen kadınları
iffetsizlikle itham edip ‘cehennemlik’ olmakla suçlayanlar (!?) hakkında şöyle
diyor:
Böyle diyenlerin sonra üstelik zinet yerlerini de açan ve
içki ve kumar gibi ‘kebair’i de açıkça irtikab eden ekabir hanımlarına;
'yakışır haspaya!' yaklaşımı içinde olduklarını ibret ile temaşa etmişizdir.
(sh. 244)
Hatemî, bu ‘fuzulî kâhyalar’ ile kimleri kastettiğini, bu
kimseleri nasıl ve nerede ibret ile temaşa ettiğini belirtmiyor. Fakat müşahede
ettiği gerçekten de vahim birtakım sonuçlardan sözediyor:
Bu alanda da aklî yöntemin terkedilmesinin vahim sonuçları
müşahede edilmektedir: Herşeyden önce, başörtüsü, İslâm'ın birinci ve en önemli
buyruğu imiş gibi takdim edildikten sonra,. İslâm'ın çok daha önemli ilkelerine
uymamanın da örtüsü, diğer bir deyişle gizleme aracı gibi kullanılmak
istenmektedir. Mesela bir 'tefeci', karısının başı örtülü ise, kendisini
‘sağlam ve cennetlik müslüman' olarak görebilmekte, kendisini ve başkalarını
aldatmaya çalışabilmektedir, (sh. 252-253)
Demek ki aklî yöntemi terkedince bu vahim sonuçlar husule
geliyormuş! Hatemî’nin, hanımının başı örtülü olduğu için kendisini 'sağlam ve
cennetlik müslüman’.gören bu tefecilere (!) kızdığı anlaşılıyor. Fakat kim
bunlar? ‘Başörtüsünü daha önemli ilkelere uymamanın örtüsü’ haline getirenler
kimler? Bu soruların cevabı da belli değil! Hatemî’nin daha önceleri de buna
benzer şeyler söylediği vâkidir ve ne ilginçtir ki orada da sadece îmalar
vardır:
Islâm'daki örtünme, erkek zorbalığının değil, kadının
saygıdeğer ve insan olarak erkeğe eş sayılmasının alametidir. Kur’an-ı Kerim'de
belirtilen örtünme ölçüsü de bunu gösterir. Bu ölçünün aşılması ve ‘erkek
zorbalığının alameti' sayılması, tıpkı Paulus’un yaptığı gibi, İslâm'ın bazı
diğer kurallarının ihmal edildiğini gizlemek içindir, (sh. 149)
Korintoslulara I. Mektub’da (11. bab) yer alan St. Paul’e
ait vecizeler ile Kuran’ın ‘örtünmenin sınırı’na ilişkin vaz'ettiği
ilkelerden ittifakla elde edilen vecibeler arasında ne gibi bir alâka
bulunmaktadır? Ayetler bunca asırdır Hatemî’nin istediği doğrultuda
anlaşıl(a)madığı için mi başörtüsü ‘erkek zorbalığının alameti’ oldu? Şiisi,
Sünnisi tüm mezhebler, Islâm’ın bazı kurallarının ihmal edildiğini gizlemek
için mi Hatemî’nin sözünü ettiği ölçüyü aştılar? İfadelerden bir hükme varmak
ya da îmalarla kimlerin kastedildiğini anlamak açıkça mümkün olmadığından, bu
sualleri sadece sual olarak değil, istifham-ı taaccüb şeklinde
anlamak daha doğru olur herhalde!
“Eşleri ve kızları için çarşaf ve peçeye bürünme
mecburiyetini getirdikten ve böylece kendi namuslarını akıllarınca güvenceye
bağladıktan sonra, ‘cariye ve hür kadın’ ayrımını yaparak ‘çifte standart’
riyası sonucunda da kendi nefisleri için çağdaş görünümlü ‘avrat pazarı’
açılmasını caiz görenler” (sh. 253) kimler, yine belli değil? Hatemî’nin,
‘avrat pazarı’ açılmasını caiz görmekle itham ettiği riyakârların kim oldukları
da açıkça söylenmeyip sadece kendilerine imâda bulunulmuş... Biri çıkıp da
mûmâ-ileyhim’i tahmin etmeye çalışsa, sonra Hatemî’nin, fıkhen hür-cariye
ayrımını yapan Şii-Sünni âlimlerin topunu riyakârlıkla, kendi nefisleri için
avrat pazarı açılmasını caiz görmekle itham ettiğini söylese, o zaman kim kimi
itham etmiş olacak? Yoksa ‘yarası olan gocunur’ denip bu îma edişler
önemsenmeyecek, tüm bunlar polemik gereği söylenen lâf u güzâf mı addedilecek?
‘Tarihî Materyalist Felsefe' ahmaklığının gemisi karaya
oturduktan sonra bizim kıyılara vuran bîçare kadıncağızları; karısını ve kızını
çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkeklerin, 'cariye' hükmünde gördüklerini
bilmiyor muyuz? (sh. 253)
Hayır, biz bilmiyoruz ve fakat bu anlattıklarınıza bakarak
sizin ne çok şeyler bildiğinizi, bizim ise bu konularda ne kadar cahil
kaldığımızı gördükçe, halimize şaşırıp kalıyoruz. ‘Karısını ve kızını çuvala
sokmak isteyen nice gayretli erkekler’ demekle ailesinin örtünmesini (!)
isteyen ve tabiatıyla eşini ve kızını kıskanan müslümanlardan mı söz
ediyorsunuz? Bu ‘gayretli’ müslümanlar mı ‘cariye’ hükmünde gördükleri
kadınların (!) peşinden koşuyorlar? İnsanın eşini ve kızını kıskanmasında ne
mahzur var? Müslüman kadınların örtünmeleri, çuvala mı girmeleri demek? Demek
istedikleriniz bunlar değilse, sayın Hatemî, siz ne demek istiyorsunuz?
Bir yandan, Kur’an-ı Kerim’in açık hükmüne rağmen, tefecileri
ve ayyaşları ‘iyi müslüman' diye ilan edip yardakçılıklarını yapmaktan
çekinmez, Yezid’i bile himayelerine alırlar, diğer yandan, Kur’an-ı Kerim’de
apaçık belirtilmemiş bir hususta kendi görüşlerinden azıcık ayrılanı 'tekfir'
ederler, (sh. 265)
Bu ‘tefeci ve ayyaş dostlan, bu yardakçılar kimler? Kimler
Yezidi himayelerine alarak Hatemî'yi tekfir etmektedirler? Hatemî neden bunları
açıklamıyor da bu tür genellemelerden medet umuyor? Niçin kendisi gibi
düşünmeyen bunca müslümanı bu genellemelerin içine dahil edip onları rencide,
hatta taciz ediyor? Uğur Mumcudan sözederken, kendisini 'rahmetli' sıfatıyla anacak kadar nâzik ya da Aziz Nesin’in cehennemde
tedavi görmesini (!) istemeyecek kadar merhametli davranan Hatemî, kendisi gibi
düşünmeyen müslümanlara sıra gelince niçin bu denli acımasız ve hırçın
olabiliyor? Yoksa ‘onlar bunu hak ediyorlar, çünkü kendileri gibi
düşünmeyenleri tekfir edip iffetsizlikle suçluyorlar' diye mazeret gösterilip,
o meşhur mülâzeme ilkesi, mukabele bil'misl kaidesi gereğince hayata mı
geçiriliyor? ‘Kötülüğün cezası kötülüktür' deyû bu yolu da tercih
edebilirsiniz; fakat sayın Hatemî, niçin hedef gözetmeden yaylım ateşi açıyor,
eşi ve kızı örtülü müslümanları, genellemeler yapmak suretiyle ‘karısını ve
kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler' şeklinde niteliyor, sizi
tekfir edenleri, tenkîd edenlerden ayırd etmeksizin muhaliflerinizi Yezid’e
yârenlik etmekle suçluyorsunuz?
Saçını açmak ahlâksızlık olsa idi, insanların bir bölümü
ahlâksızlığı sineye çekmeye Devlet zoru ile zorlanır (‘cariye'ler ve kocaları),
bir kısmı ahlâksız olup olmamada kendi keyiflerine bırakılır (ehl-i zimmet),
müslümanlar ise sopa zoru ile 'ahlâklı' kılınırlar mı idil Yoksa bu
ahlaksızlığı açıklamak için, yine ‘Hukuk çokluğu ve Medine Vesikası!’ mı
diyecekler?
Sayın Hatemî, galiba bu sefer kimlere îmada bulunduğunuz
anlaşılıyor. Fakat inanın, ‘Medine Vesikası'ndan hareket edenler (!) dahi
müslümanların sopa zoru ile ahlâklı kılınmalarından söz etmiyorlar. Anlaşılan o
ki onlar başka bir şeyden, siz ise başka bir şeyden söz ediyorsunuz ve bizler
ne denmek istendiği konusunda yine cahil kalıyoruz.
Kadınların bir kısmını 'cariyelcştiren' ve onlar karşısında
erkeklere sarkıntılık hakkı tanıyan, hıristiyan ve musevî kadınlara açılma
özgürlüğü tanırken, müslüman kadınları ancak tek gözü açıkta kalacak şekilde
kara çuvala sokan görüşe asla saygı duyulmaz, (sh. 269)
Saygı duymadığınız görüşün, saygıya layık olup olmadığı
başka bir mesele! Siz nihayet anladığınızdan, anlayabildiğinizden sorumlusunuz.
Fakat bu ‘kara çuval' da neyin nesi? Biz bu nitelemeleri bir yerlerden duymuş,
bu söylemin sahiplerinden bile hiç değilse kendilerinden farklı giyinen
insanlara saygı göstermelerini isteyebilmiştik. Ancak bir İslâm bağlısının
çarşafı ‘kara çuval' olarak niteleyebileceğini hiç ama hiç hatırımıza
getirmemiştik. Televizyon kanallarında karşılıklı birbirinize keyif
bağışladığınız o modem âilelere (meselâ Cem Özer ile eşine) duyduğunuz kadar
bir saygıyı, lütfen müslüman (dindar?) âilelere de gösteriniz ve çarşaf'ı ‘kara
çuval' olarak nitelemekten vazgeçiniz. Unutmayınız ki İran'da Şah'ı tarihe
gömenlerin çoğu, çarşaflı kadınlardı ve inkılâb, onların çarşaf giymekteki
ısrarlarında filizlenmişti. Cezayir’in bağımsızlık destanı da —Fanon'un
anlatımıyla— yine o çarşaflı kızların eliyle yazılmıştı.
Erkek 'fetvacılar'; bir yandan bu fetvalarında İslâm Hukuk
Devleti’nin kurulamadığı yörelerde kadınları güzelliklerinin nüfuzlu feodal
hakimler tarafından görülerek, kocalarının yahut babalarının veya kardeşlerinin
bir oyuna kurban gitmesi ve kadının da nüfuzlu kişilerin ‘harem'ine kapatılması
tehlikesini önletne amacı ile, ‘fitne’yi önlemek için, kadınları, tek gözleri
‘açıkta' kalabilmek üzere çuvala sokmuşlar, okuma ve çalışma hürriyetlerini de
kadınların ellerinden almışlardır, (sh. 271)
Fitneyi önlemek amacı ile kadınları, tek gözleri açıkta
kalabilmek üzere çuvala sokan bu erkek fetvacılar kimlerdir? Siz de fetva veren
bir erkek olduğunuza göre, sayın Hatemî, fitneyi önlemek için mi ümmet'in —tüm
mezheb ve mekteblerinin ittifakıyla— uygulamış olduğu bir giyim geleneğini
kınıyor ve onun nümûneleriyle alay edip duruyorsunuz? Niçin ikide bir
‘kadınları çuvala sokmaktan' dem vuruyorsunuz? Yoksa bu insanları kendileriyle
hayırlı ve verimli bir fikir-alışverişi yapmayı dilediğiniz mü’minlerden
saymıyor musunuz? Sayıyorsanız, niçin edebe riayet etmiyor da ağzınıza geleni
söylüyorsunuz?
Böylece erkek kendisi için 'cariye satın alma ve ilişki
kurma' hakkını saklı tutarken, kendi eşini ve çevresini, okuma ve çalışma
hürriyetinden de yoksun kılarak çuvala sokma ve namusunu sağlama bağlamada
yetkin görmüştür. Erkeklerin bu ‘imtiyaz'larından vazgeçebilmeleri kolay
değildir. (sh. 271)
Siz bu konularda kendinizi ‘yetkin’ görmeyebilir ve
sözkonusu imtiyazlarınızdan da kolaylıkla vazgeçebilirsiniz. Hiç değilse bu
işin başkaları için kolay olmadığını teslim etmiş olmanızı takdirle anmak
gerekir. Unutmayınız ki çağdaş toplumlar da ‘eşlerini ve kızlarını çuvala sokup
namuslarını sağlama bağlamak’ yerine, daha kolay bir yola tevessül edip
namuslarını sağlama bağlamaktan vazgeçtiler. Vazgeçtiler de ne oldu? Neticede
ahlâksızlık batağına saplanıp o günleri mumla arar hale geldiler. Bugün Batı
toplumlarında ensest ilişkilerin, cinsel sapkınlıkların ulaştığı boyutlar, âile
kurumunu neredeyse yok etmiş, ‘gayretsizlik’ modern insanın şiârı halini
alıvermiştir. Bütün bunlar da bu neticelerin doğmasına mâni olacak tedbirlerin
ya kaldırılması ya da önemsenmemesi sonucunda vukû bulmuştur.
Sayın Hatemî, kitabınızı Hz. Fâtıma’ya ithaf ederek bitiriyor
ve merhum Şeriatî’nin dediği gibi, ‘Fâtıma Fâtımadır’ diyorsunuz (sh. 272). Biz
de aynı kanaate iştirak ediyor ve ‘Fâtıma Fâtımadır’ diyoruz; ama Ali
Şeriatî’nin dediği gibi diyoruz; aslâ sizin dediğiniz gibi değil! Nitekim
sadece Sünnî değil, Şii kaynaklarda da yer alan (Usûlü Kâfi, V/528, Vâfî,
XII/124, Vesâil, III/27) şu rivayetin tanıklığına itibar edip etmemekte
muhayyersiniz:
Cabir b. Abdullah el-Ensarî diyor ki: Rasûlullah'la
birlikte Fâtıma'nın (s.a) evine gittik. Rasûlullah selam verdi ve giriş için
izin istedi. Fâtıma (s.a) izin verdi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v), ‘birlikte olduğum
kişiyle mi?' buyurduklarında, Fâtıma (selamullahi aleyha), ‘Babacığım! Başımda
birşey yok!' dedi. O da 'üstündeki örtüyle başını ört!’ buyurdu. 'İçeriye
girebilir miyiz?’ diyerek yeniden izin istediğinde, 'buyurunuz' cevabını
duyduk... (Mutahhari, Hicab, sh. 156)
IV/Sonuç
Başörtüsü bağlamında Kur’an’ın çağdaş bir yorumunu ve bu
yorumun eleştirisini, Prof. Dr. Hüseyin Hatemî’nin İlahî Hikmet'te Kadın
adlı eserinden hareketle ortaya koymaya çalışan bu yazı, iki önemli amacı
gerçekleştirmek için kaleme alınmıştır:
Birincisi, Kur’an
tefsirinde ‘yorumların avâmileşmesi’ şeklinde vukû bulan fiilî bir durumu, bu
ortamı ve bu konudaki yönelimleri besleyen sosyal ve siyasî sâikleri tartışmak;
böylelikle Kur'an tefsirinde çoktan yerini almış olan çağdaş okumaların
hâl-i hazır çıkmazlarını vurgulayıp modernist yönelimlerin içinde bulundukları
zaafları ana karakteristikleriyle serimleyebilmek.
İkincisi, ilk şıkta hedeflenenleri belli bir konuda ve belli bir
örnekten hareketle gerçekleştirmeye çalışmak; böylelikle hem Tefsir Usûlü’ne
taalluk eden bir meselenin, mücerred akılyürütmeler arasında boğulup kalmasına
mâni olmak, hem de bir usûlün haddizâtında yaşanan hayatın ortaya çıkardığı
sorunları dikkate almadan inşa edilemeyeceğini, dolayısıyla bir ayete anlam
verenlerin, ayetten hareketle hayatlarına yön vermekten ziyade, yaşadıkları
hayattan hareketle ayetin anlamına yön verdiklerini göstermek...
Amaçlanan bu hedeflere ulaşıp ulaşamadığımıza elbette
okuyucular karar verecektir. Ancak unutulmamalı ki bir eleştiri yazısını
çevreleyen sınırlar vardır ve bu sınırlar dolayısıyla bu tür yazılarda
söylenenlerden çok ‘söylenmek istenenler’ önem kazanır. Binaenaleyh, bu yazıyı
okuyanların da okuduklarının bu konuda söylenmesi gerekenlerden ibaret olduğu
(meseleyi tükettiği) gibi bir netice çıkarmayacaklarını, tartışmaların esasen
yeni başlamadığını ve Islâm dünyasının bu ve benzeri sorunlarla bidayetinden
beri yüzyüze olduğunu dikkate alacaklarını ümid ediyoruz.
İnsanlığın Kur'an-ı Kerim’in rehberlikliğine her dönemden
daha çok muhtaç olduğu bir dönemde yaşamaktayız ve müslümanların, bu Kitab’ı
rehber edindiklerini söyleyenlerin üzerindeki yük de yine her zamankinden daha
ağır... Bu nedenle çağımız insanlığının Kitab’ın rehberliğinden faydalanması ve
mesajının sağlıklı olarak kitlelere ulaştırılması için, bu Kitab’ın doğru
olarak anlaşılmasına mâni olan engellerin ortadan kaldırılması, çağın dilinin
kavranıp bu dilin sorunlarının aşılması elzem hale gelmiştir. Bu eleştiri
yazısının, bu sorunları ciddiye almamış olanlar için bir uyarı değeri taşıması
halinde, eleştiri büyük ölçüde amacına varmış olacaktır.
Eleştiri konusu yaptığımız kitaba ve bu kitabın müellifine
gelince; kanaatlerimizi elimizden geldiğince özetlemeye çalıştık ve yukarıda da
görüleceği üzere müellifi tekfir değil, ikna etmeye çalıştık. İnancımız gereği,
Kur’an’a iman ettiğini açıklayan birinin Kur’an ayetleriyle ilgili yorumlarının
hatalı olması nedeniyle kendisinin tekfir edilmesini, kendisine hakaret edilip
sövgüler yağdırılmasını, kendisine ve âilesine dil uzatılmasını doğru bulmuyor,
böyle davrananları da davranacak olanları da açıkça ve kesinlikle kınıyoruz. Bu
tür davranışları sadece tenkîd ahlâkına değil, mü’min ahlâkına da uygun
bulmadığımızı, böyle davranmanın sadece ayıp değil günah olduğuna
da inandığımızı açıkça belirtiyoruz. Bu nedenle eleştirilerimizde bu tür bir
tavır- alıştan özenle uzak durduk; ancak eleştirilerimizi de dürüstlükle ve
açıklıkla ortaya koymaya çalıştık. Müellifin öne sürdüğü fikirlerin aceleci ve
hatalı olup, bilhassa eleştirilerinin açıklık içermediği, bu görüşlerinin
birtakım ifratlara karşı tepki değeri taşıdığı (bir tefritin ifadesi olduğu),
yaşanılan hayatın Kur’an’dan onayını almak maksadına matuf gereksiz
zorlamalarla mâlâmâl bulunduğu, üstelik ‘yarası olan gocunur’ mantığıyla
birilerini (kimse bunlar?) itham ettiği ve fakat ithamlarını anlaşılır (!)
gerekçelere dayandırmayıp muallakta bıraktığı, vs. şeklindeki kanaatlerimizi de
mümkün olduğunca açıklıkla dile getirdik.
Maksadımız, Kur’an’a yapılan atıflar ya da Kur’an
ayetlerinin izahı sadedinde söylenenler kadar, bu atıf ve izahlara yön veren
âmillerin önemini de vurgulamak olduğundan, eleştiriyi dipnotlara, geniş
kaynakçalara dayandırma ihtiyacı hissetmedik. Gerek Sünnî, gerekse Şii
ulemasının, hatta tüm mezheb mensublarının bu konulardaki görüşleri müsellem
olduğundan, haddi zatında bu görüşlerin müellif tarafından pek ciddiye
alınmayacağını düşündüğümüzden, büyük çoğunluğunun kendisine meçhul olmadığını
bildiğimiz bu görüşleri bir kez daha tekrarlamak yerine, eleştirilerimizi
doğrudan müellifin ibarelerinden hareketle ortaya koymaya çalıştık. Bu yüzden
de Hz. Peygamber’in eşlerinin ve kızlarının (Ehl-i Beyt kadınlarının), evlâd-ı
Rasûl’ün hanımlarının, büyük imamların, geçmişteki ve şimdiki tüm ehl-i beyt
âlimlerinin eşlerinin ve kızlarının nasıl giyindiklerini, nasıl örtündüklerini
sözkonusu etmedik, böylelikle eleştiriyi tarihî rivayetlerle doldurma yolunu da
tercih etmedik; zira herşeyden önce bunun bir faydası olacağına inanmadık.
Yine aynı şekilde değil sadece Sünnî imamların görüşlerini,
Şii imamların görüşlerini de zikretmedik; ne İmam Câfer-i Sadık’ın, ne de İmam
Muhammed Bâkır’ın ilgili ayetler münasebetiyle kaynaklarda mezkûr görüşlerini
naklettik.
Dolayısıyla, görebilme imkânımızın olduğu Tabersî’nin,
Feyz’ul-Kaşânî’nin, Ayetullah Tabatabâî’nin, Ayetullah Şubber’in tefsirlerinden
de iktibaslar yapmak yoluna gitmedik. Çünkü Ehl-i Beyt rivayetlerine değer
verdiğini bildiğimiz müellifin kendisi de böyle bir yolu tercih etmemişti.
Elinden düşürmediğini söylediği Tabatabâî’nin el-Mizan adlı tefsirine her
nedense bu konuda atıf yapmayı gereksiz görürken, hatta hakkında ‘örtünme
konusunda görebildiğim en iyi kitap’ (sh. 267) dediği Ayetullah Mutahhari'nin Hicab
adlı eserindeki rivayet ve görüşlerin kısm-ı a'zam'ını zikretmekten imtina
etmişken, biz niçin bu görüş ve rivayetleri tekrar tekrar karşısına
çıkarmalıydık? Kısacası, yeri geldiğinde bazı kısa notlar düştük ve müsellemât
mertebesindeki bu görüşleri listeler halinde sıralamaya ihtiyaç duymadık.
Sözün özü, aşağıda zikredilen şu görüşlerdeki ortak
temanın, bu görüşlerin sahibinin düçar olduğu zaafı sergilediğini ve bizim de
asıl işbu zaafı eleştirdiğimizi söylemeye çalıştık:
a)
Recm
cezası yoktur; bu küçük taşlarla yapılan sembolik cezalandırmadır.
b)
Hırsızın
elini kesme cezası yoktur; bu eli hafifçe çizmek şeklindeki bir cezadır.
c)
‘Kadınlan
dövün’ diye bir tedib ifadesi sözkonusu edilmemektedir; bu kadının kocasına
saldırması halinde, kendisine verilen meşrû müdafaa iznidir.
d)
Benû
Kurayza katliamı tamamiyle uydurmadır.
Bu görüşlerdeki ortak temaya (daha doğrusu, bu ortak temada
tebellür eden zaafa) dikkat edildiğinde, bizce bu görüşlerin sahibinin bunları
nasıl değil, niçin söylediği daha önemli hale gelmektedir ki bütün bunlar,
(herhangi) bir kimseye değil, bu çağa mahsus alâmet-i farikalardır. İşte bu
yüzden, eleştirilerimizi söylenene değil, söylenmeden geçilene, daha doğrusu
söylenenin ardında kalana yönelttik. Zaten asıl sorun da burada, yani
söylenenlerin ardında değil midir?
En doğrusunu Allah bilir! O gafurdur-rahîm-dir!
İmam Fahruddin er-Râzî... Müteahhir Kelâm'ın felsefeyle
meczolmasında en büyük pay sahiplerinden biri... Mefatih'ul-Gayb
(Tefsîr-i Kebîr) adlı muhalled Kur’an tefsirinin müellifi... Farklı sahalara,
bilhassa Kelâm ve Felsefe'ye dâir eserleri hâlâ ilim ehlinin başlıca başvuru
kaynaklarından... Aklî ilimlerin yetkin otoritelerinden... Sünnî akâidin
muârızlarıyla giriştiği kalem mücadeleleriyle meşhur... Kendi döneminde
heterodoks fırkaların korkulu rüyası... Burhan-ı Kat‘ı (!) ile susturulmak
istenmiş ve fakat bir türlü susmamış bir âlim...
İslâmî nassların akılla çatışacak şekilde zâhiri üzere
yorumlanmasına karşı çıkıp bu konuda büyük mücadeleler vermiş ve hem kendi
döneminde, hem de kendisinden sonra İslâm düşüncesinin gelişmesinde büyük bir
rol oynamış büyük bir usta... “Akıl evvel, nakil müeevveldir” dediği için,
nassları (ayet ve hadîsleri) Allah'ın ‘cisim’ olduğuna delâlet edecek bir
biçimde izah etmeye çalışanların eleştiri oklarını üzerine çekmiş, ancak ortaya
koyduğu delillerle ilim meydanında onları susturmuş güçlü bir cedelci...
Bu büyük âlimin menâkıbı sadedinde anlatılır: Muârızları
kendisiyle ilim sahasında başa çıkamayacaklarını, onu ilimle, delille
susturamayacaklarını anlayınca, bakmışlar başka türlü olmayacak, aleyhinde
iftiralar yaymaya, akıl almaz düzmece yalanlarla bu büyük âlimi gözden
düşürmeye çalışmışlar...
İmam Râzi, önceleri sesini çıkarmamış, aleyhindeki bu
iftiralara kulaklarını tıkamaya çalışmış, ama iftiraların ardı arkası
kesilmemiş... Öyle ki muârızları, sonunda âilesinin nâmusuna dil uzatmaktan
bile çekinmemişler. İmam, bu sözleri de duyunca dayanamamış ve iftiracılara şu
şekilde mukâbele etmiş: “Duydum ki ailemin nâmusuna dil uzatıyormuşsunuz. Ne
diyeyim, bu mümkündür... Ancak size şu kadarını söyleyeyim ki Allah'ın cisim
olması, işte bu aslâ mümkün değildir!”
Kelâmcılar varlığı (vücûd) üçe ayırırlardı: Vacib, Mümkin
ve Mümteni... Allah Teâlâ'yı Vacib'ul-Vücûd, yani “varlığı zorunlu olan biricik
varlık” olarak tanımlarlardı. Mümteni ise “mutlak yokluk” demek idi. Mümkin'e
gelince, Allah Teâlâ'dan gayrı bütün mevcûdât Mümkin'il-Vücûd olarak
adlandırılır ve varlığı zorunlu olmayan, varlığı başka bir varlığı gerektiren
her varlık (Allah'tan gayrı her varlık) mümkinât âlemine âit sayılırdı.
Haricî olan, zihin dışında olup biten her hâdise, esas
itibariyle mümkündür; zira her hâdisenin vukû bulup bulmaması mümkündür. Öyle
ya, mümkinât âleminde vukû bulan ne varsa, vukû bulmayabilir, varlık
kazanmayabilirdi. Hiçbiri zâtı itibariyle varlık kazanmış, varlığa gelmiş
değildir. Çünkü herşeyin bir sebebi vardır ve mümkinât âlemine “sebepler âlemi”
denilmesinin ya da Allah Teâlâ'nın hukemâ tarafından “Sebeb-i Evvel” şeklinde
adlandırılmasının bir nedeni de budur.
Allah Teâlâ'nın cisim olması ve hakikati itibariyle
mümkinât âlemine âit vasıflar taşıması da mümkün değildir. Kaziyye-yi
muhkemelerden, avâmın meşhurât ve dahî makbulâtı zedelenmesin diye
vazgeçil(e)mez. İşte bir zamanlar vazgeçilemez ilkeleri, vazgeçilemez
mukaddimeleri, vazgeçilemez ve terkedilemez mevzileri vardı İslâm dünyasının...
Evet, nâmuslarına çamur atan rezâile, “mümkinât âleminde herşey mümkün
olabilir” diyen ve fakat itikadları bahis mevzûu olduğunda, inançlarından ve
ilkelerinden zerre kadar taviz vermeyen ehl-i nâmus âlimler vardı bir zamanlar...
İlkeler sözkonusu olduğunda taviz vermeksizin, “İşte bu
aslâ mümkün değildir!” diyebilmek ve kendisine inanılan hakikatin yanında
gevşemeden, geri adım atmadan durabilmek... Zor iştir bu! İnanç ve bilgi ister,
kararlılık ister, yürek ister...
Modernler, taassub takmışlar adına kararlılığın, direncin
ve dahî ayak diremenin... Varsın böyle desinler, ne çıkar?! Biz ki hakikatiz,
hakikatin ta kendisiyiz, o halde onların hatırı için hurafelerimizin zerresini
bile fedâ etmeyiz. Çünkü tepeden tırnağa âşığız biz!
Âşıkân râ kâr neboved bâ-vücûd.
Âşıkân râ hest bî-sermâye sûd.
[Âşıkların varlıkla bir işi yoktur.
Âşıklar kârı sermayesiz elde ederler.]
26 Mart
1998 Yeni Şafak
Göçtü kervan kaldık dağlar başında
Başörtüleri sebebiyle okullarına alınmayan kız öğrenciler,
artık tek tek okullarından atılıyorlar. Üstelik bu olup bitenler karşısında ne
yapacaklarını, ne yapmaları gerektiğini de bilmiyorlar. Bildikleri ve
yapabildikleri tek şey, okulların önünde öylece çaresiz beklemek... Fakat şimdi
buna da izin vermiyorlar, gözlerimizin önünde bu kardeşlerimizi, hatta onlara
destek veren ak sakallı yaşlı dedeleri bile jopluyorlar, itip kakıyorlar...
“Ne yapmalı?” diye soruyor bu gençler; “ne yapmalı?”
Bu suâlin cevabını ben veremiyorum. Nitekim Üniversite'de
hocalık yapan bir arkadaşım, öğrencilerine cevap veremediği ve değil onları,
kendisini bile tatmin edecek sözleri bilemediği, bulamadığı için hastalanmış
evinde yatıyor.
Gerçekten de ne yapmalı?
Gazetecilerin, yazarların, gazeteci-yazarların,
araştırmacı-yazarların, üniversite hocalarının, kısacası vitrine çıkmış tüm
aydınlar sülâlesinin, bu suâlin cevabını bildiklerini mi sanıyorsunuz? Böyle
sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bakmayın siz onların bu konularda ahkâm
kestiklerine... Onlar size, kendilerinin de bedelini ödemeyi göze
alabilecekleri müşterek bir çözüm yolunu gösteremeyeceklerdir. Siz
okullarınızdan atılırken, meselâ hiçbirinin maaşı eksilmeyecektir veya öğretim
üyelerinin hiçbiri toptan istifa etmeyi düşünmeyeceklerdir.
Peki siyasetçiler, ne yapılması gerektiğini biliyorlar mı,
meselâ kendilerinin de bedelini ödemeyi göze alabilecekleri müşterek bir çözüm
yolu gösterebiliyorlar mı? Hayır! İktidarda olanlarını bir yana bırakın,
muhalefette olanları da utanmadan şöyle diyor: “Biz iktidar olduğumuzda bu
sorunları çözeceğiz, mağdurların zararlarını telafi edeceğiz, vs. ...”
İnanmayın siz onlara... Siyasetçiler sizi değil, kendi vicdanlarını soğutmak
için bu lafları ediyorlar. Yapmaları gerekeni yapamadıkları için,
yapmayacak/yapamayacak olduklarını söylüyorlar. Çünkü bu gürûh, günahsız
olmadığı için günahkârları taşlayabilecek durumda değil... Günahkârları
taşlayabilecek masumlar ortada olmadığında, günahkârların dedikodusunu yapan
günahkârlar doldurur meydanları...
Bu listeyi uzatmak mümkün, lâkin pek bir faydası yok bunun.
Hepimiz suçluyuz çünkü... Hiçbirimiz Hz. İsa'nın çağrısına müsbet cevap
verebilecek durumda değiliz.
O halde suâli değiştirmeliyiz: Ne yapmamalı?
Meselâ, demokrasi'ye yeterince destek vermediğimiz için bu
musibetlerin başımıza geldiğine inanmamalı; yani bu sorunların bir ‘demokrasi
sorunu’ olduğu kandırmacasına aldanmamalıyız. [Sorunu “demokratik haklar
sorunu” olarak ortaya koyanlar, sorunun mahiyetini bir çırpıda değiştirip bizi
daha geniş ve güçlü bir alana taşıdıklarını iddia ediyorlar; fakat bizi güçsüz
ve yalnız kılan şeyin, bizim en büyük gücümüz olduğunu unutuyorlar.]
Meselâ, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin bahçesinde yeterince
gitar çalıp şarkı söylemediğimiz için bu işlerin kötüye gittiğini düşünmemeli;
yani bu sorunların, bu sorunları başımıza musallat edenler gibi davranmamaktan
kaynaklandığı masalına kulak asmamalıyız. [Keşke genç kardeşlerimiz, beş-on
metre ilerilerinde bulunan Şah Sultan Mescidi'nin haziresinde yatan “Lâ Mekânî”
hazretlerinin kabri başında dua etmeyi deneselerdi, keşke kendileri olmayı,
kendileri gibi davranmayı sürdürselerdi.]
Meselâ kalenin kapısını içeriden açmayı aslâ düşünmemeli;
yani başlarımızı açtığımız takdirde sorunların biteceğini, bir süre sonra
herşeyin güllük gülistanlık olacağını, geçici musibetleri atlatmak için geçici
bir süre taviz vermenin işe yarayacağını fısıldayan ins u cin şeytanlarının
iğvâlarına alet olmamalıyız. [Başlarını açan kardeşlerimiz, iş hayatına
atıldıklarında da aynı sorunları yaşayacaklar ve o zaman da sıkıntı çekmemek
için muhtemelen taviz vermeyi sürdüreceklerdir.]
Oysa Peygamber Efendimiz bize, “kıyamet anında elinde bir
fidanı olanın, o fidanı dikmeye çalışması gerektiğini” tavsiye ediyor. Kıyamet
koptuğu halde eldeki fidanı dikmeye çalışmak... Yani ümitsiz olmamak, kıyamet
anında bile ümidimizi kaybetmeyip birşeyler yapmaya çalışmak...
Değil milletlerin, insanların ömründe dahî birkaç yılın pek
önemi yoktur.
Okullarımızdan atılabilir, hatta doktor, öğretmen, hukukçu,
matematikçi, fizikçi olamayabiliriz. Fakat ileride çocuklarımızın gözlerine
okulunu bitirememiş, şu veya bu olmayı başarmamış anneler, babalar olarak
bakabiliriz; hâlâ onlara güzel bir gelecekten, meselâ hülyalarımızdan
bahsedebiliriz. Göğsü dik, kendine güveni olan, haysiyetli anneler, babalar
olarak konuşabiliriz. VE ONLARA O ZAMAN DA KUR’AN OKUYABİLİRİZ, Allah'ın
kelâmını öğretebiliriz. Meselâ Hz. İbrahim'in ateşe atılışından söz edebilir,
küçücük kuşların o ateşi söndürmek için ağızlarında o yangın ormanına sular
taşıdıklarını hikaye edebiliriz. Yenildiğimizi söyleriz meselâ, onurlu kalmak,
haysiyetimizi muhafaza etmek için yenildiğimizi, dövüldüğümüzü anlatırız
onlara...
Ya taviz verirsek, ya direnemez de başlarımızı açarsak?.. O
zaman haysiyetini kaybetmiş, başkalarına değil, dinine değil, Rabbine değil,
kendine, kendini kendi yapan şeye ihanet etmiş biri olarak çocuklarımıza ne
söyleyeceğiz, onlara nasıl KUR’AN okuyacağız? Haysiyetsiz doktorlar olmayı,
haysiyetli müslümanlar olarak kalmaya tercih ettiğimizi mi söyleyeceğiz?
Yavrularımızın o güzelim gözlerine nasıl bakacağız? Onlara gururla nasıl, “Biz
ki bir zamanlar BİZ HAKİKATİZ demiştik, biz ki başlarımızı yaran joplara
aldırmamış, biz ki kimsenin telkinlerini kâle almamış ve bildiğimiz gibi,
inandığımız gibi yaşamıştık” diyebileceğiz?
Direnirsek, taviz vermezsek, hakkı tercih edersek, o zaman,
işte o zaman çocuklarımıza, üniversite mezunu olabilmeyi başarmış ama haysiyet
ve vakarını muhafaza edememiş anneler, babalar olmaktansa, mezun olmayı
başaramamış mazlumlar olmayı tercih ettiğimizi söyleyebiliriz. İşte o zaman meleklerin
evlerimize dolduklarını, bu nedenle bizler için istiğfarda bulunduklarını
hissedebiliriz; o zaman ellerimizi semâya kaldırabilir ve ancak o zaman bizler
de meleklerin duâsına katılabiliriz.
Kardeşlerim! Biz sizlerin başınızı öne eğdiriyoruz, bari siz
bizim başımızı öne eğdirmeyin! Bizler başımızı semâlara kaldıramıyoruz, bari
sizler başlarınızı semâlara kaldırmayı sürdürün.
Kardeşlerim! Böyle yapmazsanız, siz benim kime küstüğümü
nereden bileceksiniz?
18 Haziran
1998, Yeni Şafak
Bir kez 'Allah' dese aşkile lisân
Hava kurşun gibi ağır... Kimse ne diyeceğini, ne
yapacağını, kimi muhatap alıp kime sesleneceğini bilmiyor... Kardeşlerimiz,
kızlarımız gözlerimizin önünde haksızlığa uğruyorlar... Anneler, babalar
çaresiz... Çocuklar ise büsbütün çaresiz... Göğüslerinde hem inançlarına, hem
arkadaşlarına, hem de kendisine ihanet etmiş bir kalp taşımamak ve ömür boyu bu
ihanetin yükünü çekmemek için çaresiz...
Hava kurşun gibi ağır... Kaybediyor görünüyor ve
kaybettiklerimize üzülüyoruz. Yıllarımızı kaybediyoruz, okulumuzu kaybediyoruz,
gençliğimizi kaybediyoruz, çocuklarımızı kaybediyoruz... Hem de
kazandıklarımızı, kazanacaklarımızı hiç hesaba katmadan, elde ettiklerimizi ve
edeceklerimizi hiç düşünmeden...
Hakikat bu değil oysa. Biz ki inanmışız ve biz ki inandığımız
için bu zulümlere mâruz kalıyoruz; biz ki daha büyük zulümlerin olduğunu,
olacağını, olabileceğini biliyoruz, o halde bugün herşeyden ziyade birbirimize
hakkı ve sabrı tavsiye etmeye ihtiyacımız olduğunu da bilelim; Ve'l-Asr
sûresini hatırlamaya ve birbirimize hatırlatmaya ihtiyacımız olduğunu... AŞK'a
muhtaç bulunduğumuzu... İşte bu yüzden hatırlamalı ve birbirimize
hatırlatmalıyız: tarih boyunca insanın hüsran içerisinde olduğunu, tarih
boyunca mü’minlerin, sâlihlerin, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin
birer istisna teşkil ettiğini...
Okuyalım Niyazî Mısrî'nin divanını...
Derman arar idim derdime/Derdim bana derman imiş.
Burhan arar idim aslıma/Aslım bana burhan imiş.
Sonra da bu hikmetin sırrını, a‘mâk-i hayâlimizde
bulmaya çalışalım:
... Ehrimen (zulmet) ile Hürmüz (nûr)
taraftarları, kıyasıya bir savaşa girişirler.
En nihayet Ehrimen'in ordusunun arasından bir ‘Nifak’
cadısı ortaya atılır ve önüne geleni yere serer. Hürmüz taraftarânı bu duruma
bir çare ararlarken ‘Nifak’ cadısının karşısına ‘Muhabbet’ pehlivanını
çıkarırlar ve ‘Muhabbet’ pehlivanı bir vuruşta ‘Nifak’ cadısının kellesini
gövdesinden ayırır. Daha sonra Ehrimen ordusunun içinden, meydana ‘Gazab’
pehlivanı çıkar ve ‘Muhabbet’ pehlivanını yener.
‘Nifak’a galebe çalan ‘Muhabbet’, bu sefer ‘Gazab’ karşında
pek bir varlık gösterememiş ve sevgi, öfkeye yenilmiştir. Bunun üzerine Hürmüz
ordusu geri çekilir ve ‘Gazab’ pehlivanının karşısına kimi çıkaracaklarını
düşünürler, sonunda meydana ‘Hikmet’ pehlivanını çıkarmaya karar verirler.
‘Hikmet’ pehlivanı sabahleyin zırhlarını kuşanmış bir halde savaş meydanına
gelir ve kendisini orada mağrur bir edayla bekleyen ‘Gazab’ pehlivanıyla
dövüşmeye başlar. Bir ara küçük bir hîleyle râkibini şaşırtan ‘Hikmet’
pehlivanı, ‘Gazab’ı yere seriverir ve böylelikle ilmin, hilmin ve dahî aklın
karşısında öfkenin bir işe yaramayacağını cümle âleme gösterir.
Ehrimen taraftarları üzgün ve kızgın,
Hürmüz taraftarları ise sevinç içindedirler. Ancak bir süre sonra yer-gök
titremeye başlar. Herkes korku içinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, Ehrimen
ordusunun içinden yüzü örtülü, zırhlarını kuşanmış kara bir pehlivan, kara ve
yağız bir atın üstünde yavaş yavaş meydana doğru ilerlemeye başlar. Hürmüz
dehşet içindedir; zira gelen süvarinin kim olduğunu anlamıştır. “İzîd! İzîd!”
diye yalvarmaya başlar: “Bu haksızlık! Onun önünde kimsenin duramayacağını
biliyorsun” der
Yapacak birşey yoktur; zira bu bir savaştır!
Gelen pehlivan ‘Nefs-i Emmâre’dir. Kendisine o kadar
güvenmektedir ki ‘Hikmet’ pehlivanını öldürmek bile istemez, ona meydandan
çekilmesini söyler. ‘Hikmet’ pehlivanı bu teklifi kabul etmeyip hamlesini yapar
ve fakat Nefs-i Emmâre'ye yenilmekten kurtulamaz. Bu durum karşısında Ehrimen
taraftarânı sevince boğulur, zafer çığlıkları atmaya başlar. Çünkü kimse Nefs-i
Emmâre'nin karşısına çıkabilecek, onu yenebilecek bir pehlivanın
varolabileceğini düşünmemektedir.
Böylece herkesin savaşın bittiğine inandığı bir sırada...
Ehrimen (zulmet) yanlıları zafer sevinciyle sarhoş, Hürmüz (nûr) yanlıları ise
mağlubiyet acısıyla mahzûn bir halde iken... meydana doğru doru bir at üzerinde
genç bir pehlivan seyreyler. Ağlayanların gözyaşları diner, üzülenlerin
kalpleri inşirah bulur. Artık ne yapacağını bilmez hale gelen, korkudan
titreyen, başını önüne eğen taraf karanlık ehlidir. Meydanların o mağrur,
mütekebbir, güçlü ve yenilmez savaşçısı Nefs-i Emmâre bile korku dolu gözlerle
karşıdan gelen yeni râkibinin huzurunda donakalmıştır. Sonunun geldiğini hemen
anlar. Çünkü karşısında duran cengâveri tanır. En azgın, en güçlü düşmanları
dahî dünyada yenebilecek tek kuvveti herkesten iyi o bilmektedir.
Gelen AŞK pehlivanıdır. Olacak olan olur ve AŞK, Nefs-i
Emmâre'ye galebe çalar... Dahası, söze ne hacet...
Bir kez Allah dese aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
12 Mayıs
1998, Yeni Şafak
12 Eylül öncesinde, birbirine düşman iki gençlik kesimi
arasında süren büyük bir kavga vardı. Bir içsavaş görünümündeki bu ‘büyük
kavga’ dolayısıyla her iki taraf da karşıtlarını yok etmeyi, yakıp yıkmayı
mübah görüyor, velhâsıl bir savaşın gerektirdiği her türlü araca
başvuruluyordu. İnsanlar ölüyormuş, yuvalar yıkılıyormuş, geride dullar
yetimler kalıyormuş, binlerce genç heba oluyormuş bu pek kimsenin umurunda
değildi; hâdiselerin içinde yer alan gençlerin ise hiç umurunda değildi.
Dâvâ uğruna ölüyorlar, öldürüyorlardı çünkü. Şehitleri
vardı: dâvânın şehitleri. Genç yaşında toprağa giren, büyük bir dâvâ uğruna
canını fedâ eden insanlardı bunlar... İyi hatib olmak, dâvâyı iyi bilmek, hatta
iyi dövüşmek, iyi silah kullanmak, korkmamak, herşeyi göze almak... İşte bütün
bunlar, o yıllarda gençlerin arkadaşları arasında temayüz etmelerini, hatta
hakkını verdikleri takdirde emsâllerinin önüne geçmelerini sağlayan
hasletlerdendi.
Siz hiç öldünüz mü bunu bilemiyorum. Fakat şu kadarını
söyleyeyim ki o gençlere ölümün bile güzel göründüğü yıllardı bu yıllar... O
yıllarda aşk ve sevda bir genç kızın gözlerinde değil, soylu bir dâvânın
kışkırtıcı iddialarında ve dahî soğuk çeliğin soğuk kabzasında aranıyordu.
Ölümü, ölmeyi kendilerine bir ideal haline getiren o genç yürekler, söz
dinlemiyorlar ve ölüme koşmayı bir ‘soyluluk’ addediyorlardı; hem de
ağabeylerinden tevarüs edilmiş bir soyluluk...
Siz hiç öldünüz mü bunu bilemiyorum, ancak hangi dâvâ
uğruna olursa olsun, ölüme koşmanın bir ‘soyluluk’ alâmeti olarak kabul
edildiğini gayet iyi biliyorum. Gerçi, ölüme koşmadıkça, ölüme koşmanın ne güç
bir iş olduğu anlaşılmadıkça, bu ‘soyluluk’ teslim edil(e)meyecek, hatta hafif
bir tebessümle dudak bükülüp ‘sen şuna enayilik desene!’ diyeceklerin sayısı
hiç de az olmayacaktır. Varsın olsun... Çünkü ‘ne farkeder ki?’ suâline muknî
bir cevap veremeyecek olan bu çoğunluğun, soyluluk ile enayilik arasında esasa
taalluk eden bir fark olmadığını bil(e)meyişleri, bu sefer ‘ölenler’ tarafından
acı bir tebessümle karşılanacaktır.
Siz hiç öldünüz mü bunu bilemiyorum. Ancak bu gençlerin
kendilerine “sen boşuna öldün!” denilmesi karşısında nasıl öfkeyle iç
geçirdiklerini ve tarif mümkün olmayan, olamayan bir hâlet-i rûhiyeyle nasıl
ayağa kalktıklarını çok iyi biliyorum. Uğruna ölümü göze aldıkları ideallerle
alay edilmesine, bu idealler uğruna yapıp ettiklerinin hafife alınmasına
tahammül edemeyen her insan gibi, hiç kuşkusuz onlar da böylesi bilgiçlikleri
umursamayacak ve karşılarındaki bilgiçleri gaflet ve hiyanetle
suçlayacaklardır.
Peki haksız sayılırlar mı?
Şayet siz hiç ölmedinizse, bu suâle müsbet bir cevap
veremezsiniz; zira bu durumda anlamadığınız, bilmediğiniz, daha doğrusunu
söylemek gerekirse, göze alamadığınız bir ‘şey’ hakkında konuşmuş sayılırsınız.
Peki bu suâle menfi bir cevap verebilir misiniz? Hayır veremezsiniz; zira bu
takdirde bedelini ödemediğiniz faturaların başkaları tarafından ödenmesini
talep, hatta teşvik etmiş olursunuz ki bu tutum da en az diğeri kadar gayr-ı
ahlâkîdir. Bu iki ihtimali bertaraf etmekle, bütün şıkları tüketmiş
olmayacağız. Çünkü ölüme hazır olmayanların bu suâle cevap verme haklarının
bulunmadığını henüz zikretmedik. O halde zikredelim: Şayet siz ölüme hazır
değilseniz, bu suâle ne müsbet ne de menfi bir cevap verebilirsiniz. Demek
oluyor ki siz bu suâle hiçbir surette cevap veremezsiniz.
Olgusal önermelerden sadece üç anlamlı ihtimal elde
edilebilir; zira dördüncüsü yoktur. Bu önermeyi sembollere dönüştürecek
olursanız, belki dördüncü ihtimali elde etmenin yolunu bulursunuz; ancak bu
sefer olgunun, olguların kendisine dâir ‘anlamlı’ birşey söylemiş olmazsınız.
İşte “velhâsıl” ile biten önermelerin, ‘anlamlı’ bir cevabının bulunamamasının
nedeni budur.
Aklıma gelmişken sorayım: Sahi siz hiç öldünüz mü?
12 Mart
1998 Yeni Şafak
« Prev Post
Next Post »