Print Friendly and PDF

Translate

BAŞÖRTÜ RİSALESİ

|

 


Dücane Cündioğlu

İstanbul 1995

Bu risale; Kur'an'ın buyruğu gereği başlarını örtmeleri için mağdur edilen, zulme uğrayan, hakları gasb edilen ve fakat her şeye rağmen iffetlerini muhafaza eden, vahy-i ilahî'yi her şeyin üstünde tutup izzet ve vakarlarından taviz vermeyen, Kur'an'a yâr olup Ümmet-i Muhammed'i utandırmayan o güzide insanlara, tarihi yazan değil, tarihi yapan ve böylelikle iman etmiş olmanın izzet sahibi olmak demek olduğunu cümle âleme gösteren o değerli kardeşlerimize ithaf edilmiştir.

ÖNSÖZ
'Fermez le Coran, Ouvrir les Femmes!"

(Kur'an'ı Kapa, Kadınları Aç!)

Osmanlı'nın son dönem aydınlarından Abdullah Cevdet, İctihad dergisini Cenevre'de çıkardığı yıllarda, Avrupa kamuoyuna, Avrupa'nın ileri gelen fikir adamlarına, "Müslüman halkın terakkî edebilmesi için gerekli çarelerin neler olabileceğine dair bazı sualler sorar:

"... 1. Âlem-i İslam'ın intihatını mucib olan esbab u ahvâl nelerdir?

2. Müslümanlara bir hayât-ı taze vererek âlem-i İslam'ı inkiraz-ı küllîden kurtarmak içün en müessir tedbir nedir?..."

(Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, sh. 137: "İctihad, no: 1, 1/Eylül/1904, sh 16'ya atfen.)

Bu suallere cevap verenler arasında bulunan bir Fransız edebiyatçı, nihayet bir İslâm ülkesinin aydını olan bu zâta, Abdullah Cevdet'e müztehzî bir ifadeyle ve fakat kendinden emin bir tavırla şöyle der: ‘Fermez le Coran, ouvrir les femmes!' (Kur'an'ı Kapa, Kadınları Aç!)

Abdullah Cevdet ise güyâ bu sözün altında kalmaz ve kendisine söylenilen bu sözü şu şekilde değiştirerek mukabelede bulunur: 'Hem Kur'an'ı, hem kadınları aç!'

O, böyle demekle terakkî'ye mâni olan engellerin Kur'an'da bulunmadığını, kadınların açılması gerektiğini ama bunun yanı sıra Kur'an'ın da açık durması lâzım geldiğini ifade etmeye çalışmaktadır. O Kur'an'ı karşısına alamayacak kadar zekidir. Düşüncelerini ve ortaya koyduğu projeleri Kur'an'ı dışlayarak, Kur'an'a rağmen hayata geçirmeyi hiçbir surette düşünmemiş, bilakis Kur'an'ın Müslüman toplum üzerindeki etkisini de hesaba katarak bu toplumu ikna etmenin ancak böylesi bir siyasetle mümkün olacağını anlamıştı. Nitekim kendisinin 'İslâm'ın gelişmeyi önleyen bir din olduğu' şeklindeki görüşlere bu açıdan verdiği cevap, bu iddiaların "... saf ibtidasındaki Müslümanlık içün gayr-i muhik olduğu, [buna karşılık] mütereddî Müslümanlık, daha doğrusu sahte Müslümanlık için doğru..." olduğu şeklindedir. (A.g.e., sh. 137)

O güyâ, gerçek İslâm'a değil, sahte İslâm'a karşıydı ve bu nedenle de hiç çekinmeden 'hem Kur'an'ı, hem kadınları aç!" diyebiliyordu. Nitekim böylelikle "müslümanlara bir hayât-ı taze vererek âlem-i İslâm'ı inkiraz-ı küllîden kurtarmak içün en müessir tedbir nedir?" suali muvacehetinde en müessir tedbir, Abdullah Cevdet'in o Fransız edebiyatçının teklifinin değiştirdiği kısmında değil, değiştirmediği kısmında aranıp bulunmuştu: 'Her halükârda kadınları açmak!'

Bu trajik bir hikayedir! Evet, hem de iki arada bir derede çırpınanların, ne Kur'an'dan, ne de Kur'an'ın tel'in ettiği bir zihniyet ve bu zihniyetin gereği olan hayat tarzından bigâne kalanların kalabilenlerin hikayesidir bu!

Şimdi bu hikayeyi birde Niyazi Berkes'ten dinleyelim:

1908 Devriminin açtığı tartışma döneminin sorunlarından biri de aile müessesesi olmuştur, ilk önce Batıcılar, Devrimin getirdiği söz özgürlüğü sayesinde, kadınların toplumdaki durumu, peçe ve çarşaf sorunlarını, kadınların eğitimi ve toplumsal hayatta rol almaları sorunlarını açıkça ve alabildiğine eleştiri konusu yapmışlardı. Bu konu üzerinde tartışmalı o kadar yazı yayınlandı ki bunların hepsini burada yazmaya imkân yoktur. Bu yayınlarda rastlanan başlıca yargılar şunlardı: 'Türkiye'nin geriliğinin başlıca nedeni kadınların durumunun aşağılığıdır; bunun sorumlusu da dindir. Bu durumun sürüp gitmesini sağlayan da din adamlarıdır.'

Abdullah Cevdet, 1908'den önce İctihad dergisini Cenevre'de yayınladığı yıllarda Müslüman halkın kalkınması için gerekli çarelerin neler olacağı üzerine Müslüman ve Avrupalı tanınmış kişiler arasında bir anket açmıştı. Esprili bir Fransız edebiyatçısı buna şu kısa cümle ile cevap verdi: ‘Fermez le Coran, ouvrir les femmes!' (Kur'an'ı Kapa, Kadınları Aç!)

Abdullah Cevdet bir değişiklik yaparak, bu cevabı şu biçime soktu: 'Hem Kur'an'ı, hem kadınları aç!' ve bunu aile reformu sorununun sloganı olarak ele aldı. 1908 Devriminden sonra peçe ve çarşafa karşı ilk savaşı açan o oldu. (Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, sh. 435-436; "İctihad, sy. 4, sy 29, Cenevre, 1907, 1911'e atfen)

Kur'an'ın bir emri, Kur'an'a rağmen tatbik edilmiyor, hatta bununla da kalmayıp o mümtaz Kelâm'ın şu ya da bu hususu emretmediği, emrettiyse bile bağlayıcı olmadığı söyleniyorsa, Kur'an sayfaları açılsa ne olurdu, açılmasa ne olurdu? Kur'an'a ittiba edilmedikten sonra, Kur'an'ın el üstünde, baş üstünde tutulmasının ne anlamı vardı?

Bu sorunlar, nasıl son dönem Osmanlı aydınları arasında yaşanmışsa, günümüz Cumhuriyet Türkiye'si aydınları arasında da yaşanmaktadır. Bugün de kimileri başörtüsünü ya da çarşafı, çağdaşlığa mâni addetmekte, örtünmeyi gericiliğin, buna karşın açılıp saçılmayı çağdaşlığın esbab-ı mucibesi saymakta ve bu nedenle kadınların kapanmasını emreden Kur'an'ın sayfalarının da kapanmasını arzu etmektedirler. Yine bugün de kimileri -tıpkı Abdullah Cevdet gibi- hem Müslüman kadınların ve kızların hem de Kur'an'ın açılması gerektiğini söyleyerek güya bu müfritlere mukabelede bulunmakta, mukabelede bulunduklarını sanmaktadırlar.

Sorun işte buradadır! Sıfatları, ünvanları ne olursa olsun bu tür aydınlar, modern hayatın onları konumlandırdığı yere ve koşullara alışmış olduklarından, vaziyet- alışlarını Kur'an'dan hareketle değil, içinde bulundukları, alıştıkları hayat tarzından hareketle belirtmektedirler. Bu zaaftan dolayı da Kur'an'ın modern yaşama biçimine uygun gelmeyen, onunla uyuşmayan, modern zihniyetle ve bu zihniyetin kaynaklık ettiği yaşantıyla çatışan ayetlerini ya görmezlikten gelmekte ya da te'vil cihetine gitmektedirler. Kur'an ayetlerinin ne dediği umurlarında değildir onların; zira onlar Kur'an'ın emirlerine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi, Kur'an'ın çizdiği sınırları aşmamayı, Kur'an dairesinde bir tarz-ı hayatı idame ettirmeyi —gerçekte— arzu etmemekte, ediyorlarsa bile bunu hiçbir surette söyleyebilecek cesareti kendilerinde bulamamaktadırlar.

Evet, bu tür aydınlar Kur'an'ın da açılmasını istiyorlar; Kur'an'ın okunmasını, Kur'an'a da hürmet edilmesini, Kur'an'a da saygı duyulmasını arzu ediyorlar. Ne ki iş Kur'an ahkâmına gelip dayanınca, Kur'an'ın siyasî eleştiri ve talepleri sözkonusu olunca, aynı insanlar bu sefer ağız değiştirmekte, ya Kur'an'da — birbirlerinin (!) söylediği gibi— böyle bir emrin olmadığını, ayetlerin yanlış yorumlandığını, cevazın, ruhsatın, şartların, ibarelerin —ama mutlaka bir 'şey'in — dikkate alınmadığını iddia etmekteler ya da Kur'an'ın ahlâkî çerçevesinin asıl olup zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişebileceği ilkesinin ardına sığınarak binbir türlü gerekçe uydurmaktalar.

Ne hikmetse, Kur'an'la, Kur'an'a hürmetle başlayan o tumturaklı sözlerin ardından Kur'an'î bir hakikatin ispatı, Kur'an'î bir ilkenin müdafaası gelmiyor da ya o Kur'an'î emri yobaz din adamlarının, kara cübbelilerin, radikallerin, fundamentalistlerin (!) çarpıttığı, dolayısıyla işin esasının böyle olmadığı söyleniyor ya da Kur'an'ın barışı, kardeşliği, sevgiyi, insanlık sevgisini, Allah sevgisini öğrettiğinden bahisle ahkâm, siyaset, muamelât, kısaca Kur'an'da insan hayatına yönelik emirler mecmuası tamamen veya kısmen es geçiliyor. Çok ilginçtir ki her ne zaman bu nutuklar Kur'an'la başlasa, en nihayet Kur'an'ın tebliğini iptal ya da ihmal eden birtakım görüşlerle son buluyor.

Evet doğrudur, İslâm'ın toplumsal ahlâkı düzenleyici emsâlsiz ilkeler vaz'ettiği; insanı sevmeyi, insan hakkına saygı duymayı öğrettiği...

Evet doğrudur, Kur'an'ın savaşı a'rızî, barışı asıl ittihaz ettiği, kendisini barışın, özgürlüğün hükümfermâ olduğu ortamlarda daha iyi dile getirdiği...

Evet doğrudur, Kur'an'ın bağlantılarına da karşıtlıklarına da özgürlük ve barışı va'dettiği, sadece çatışmanın değil, konuşmanın da yollarını gösterdiği...

Ama şurası da doğrudur ki Kur'an, haksızlığı, hırsızlığı, zulmü, katli, içkiyi, zinayı, faizi, açılıp saçılmayı yasaklar; bu yasakları çiğneyenleri sadece ilâhi cezayla değil, dünyevî cezayla da tehdid eder. Bu yasakları çiğneyenlerin Şeytan'ın adımlarını takip ettiklerini, Şeytan'ın adımlarını takip edenlerin ise ne dünyada ne de ahrette felah bulacaklarını bildirir.

Kur'an barıştan, özgürlükten rahatsız olmaz! Ne var ki Allah'ın emirlerinin yerine getirilmediği, nehiylerinin çiğnendiği toplumların özgür değil, köle olduklarını, binaenaleyh insanların ilahî emirlere uydukları takdirde özgürlüklerine kavuşacaklarını, bundan kaçındıkları takdirde ise köleliğe düçar kalacaklarını söyler.

Kur'an, kendisine iman edenlerden bu hakikatleri saklamamalarını insanlara doğruları söylemelerini, kınayanların kınamalarına aldırmamalarını emreder. Niçin, Rabbimiz bize uymamız gereken emirleri, kaçınmamız gereken yasakları bildirmişken, onları saklayalım? O'na ve Kitabı'nı iman etmiş kimseler olarak, niçin O'nun buyruklarını insanlara tebliğ etmekten kaçınalım? Niçin, O'nun dininin söylediklerini söylediğimiz için kınanmaktan korkacağız? Niçin, O'nun yasaklarını, O'nun ayetlerini eğip bükmeden insanlara aktarmaktan çekineceğiz? Niçin bütün bunları insanlara söylemekten utanacağız?

Müslüman, Rabbinin sözlerini eğip büker mi? Müslüman, kendisine hak gelmişken hakkı gizler mi? Müslüman, kendisine ilim geldikten sonra çekişmeye düşer mi? Müslüman, dünya ziynetlerinin ardından koşup Rabbinin buyruklarını unutur mu? Bükerse, gizlerse, düşerse, unutursa, hâlâ sadece Rabbine mû'ti olduğunu, sadece O'na kulluk ettiğini söyleyebilir mi? Söylerse kimse kendisine inanır mı?

Hepimiz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz. Bizi yaratan, bize rızkımızı veren, bizi koruyup gözeten O'dur! Bizler, O'na kullukla emrolunduk. Âlemlerin Rabbi'ne hamd edip O'nun buyruklarına teslim olduğumuzda bize va'dedilen Cennet'e kavuşacağımıza, O'ndan gayrı ilahlar edinip O'na itaatten kaçındığımızda ise bizi ateşin beklediğine inanıyoruz. Mahzun olmamalı, gevşememeli, eğer mü'min isek izzet ve şerefin mü'minlere ait bulunduğunu asla ve kat'â unutmamalıyız. Öyle ise niçin biz sadece, bizi yaratan Rabbimize kulluk etmeyelim?

Dücane Cündioğlu Üsküdar/1995

Tersem ne-resî be-Kâ'be ey A'rabî!

İn reh ket o mî-revî be-Türkistân- est.

***

Korkarım ki Kâ'be'ye varamayacaksın ey A'rabî!

Tuttuğun yol Türkistan'a giden yoldur.

Bu beyit, bir amaca varmak için yanlış yöntem ve yol seçenler için söylenir. [M. Mutahharî, Adl-i İlahî, sh. 168, (Çev. Hüseyin Hatemî), İstanbul, 1988]

BAŞÖRTÜSÜ BAĞLAMINDA KUR’AN’IN
ÇAĞDAŞ BİR YORUMU

—Eleştirel Bir Yaklaşım—

Dücane Cündioğlu

Tersem ne-resî be-Kâ‘be ey A'rabî!

İn reh ke to mî-revî be-Türkistân-est.

Korkarım ki Kâ'be’ye varamayacaksın ey A'rabî!

Tuttuğun yol Türkistan’a giden yoldur.

Bu beyit, bir amaca varmak için yanlış yöntem ve yol seçenler için söylenir. [M. Mutahharî, Adl-i İlahî, sh. 168, (Çev. Hüseyin Hatemî), İstanbul, 1988]

I / Tarihsel Arkaplan 1980’li yıllar, bu topraklarda yaşayanların —bilhassa müslümanların— belleklerinde derin izler bırakacak hâdiselerin yaşandığı yıllardı... Bu yılların başlangıcında bu ülkede bir askerî ihtilalle birlikte sadece Rejim değişime uğramakla kalmadı, değişen birçok şeyle beraber hâdiselerin istikameti de değişti. 12 Eylül öncesinde öğrenciler arası çatışmalara sahne olan Üniversiteler, bu sefer başka bir çatışmaya sahne oldular: bir tarafta Üniversite yönetimlerinin (Sistem’in), diğer tarafta ise okumak isteyen müslüman kız öğrencilerin yer aldığı çatışmalara... Müslüman kız öğrenciler, ‘başlarını örttükleri’, dolayısıyla okul yönetmeliğine aykırı davrandıkları gerekçesiyle okullara alınmadılar, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip istikamet üzere olmayı tercih ettiklerinden dolayı cezalandırıldılar ve her türlü ‘özgürlük’ teranesine rağmen okuma hakları gasbedildi. Gelişen bu olaylar muvacehesinde içlerinden büyük bir çoğunluk direndi, yılmadı, mücadele etti; kimileri okuldan atıldı, kimileri okullarını kendileri bırakmak zorunda kaldı, kimileri de dışarıda başını kapayıp okulda açarak öğrenimini sürdürdü. Birçoğunun aileleri ile araları açıldı ve bu nedenle bazıları okullarını terketti, bazıları da ailelerini... İçlerinden bunalıma girenler de oldu, mahkeme kapılarında haklarını aramak için çile çekenler de... Bütün bu olanlar ülke sathına yayıldı, imzalar toplandı, gösteriler düzenlendi, protesto mitingleri yapıldı, hâsılı bu yıllarda ve bu ülkede, bu ülkenin insanlarının belleklerinde oldukça derin izler bırakacak bir ‘başörtüsü dramı’ yaşandı. Netice itibariyle tüm bu hâdiseler, aynı zamanda başörtüsüyle ilgili (sadece sosyal ve siyasî değil, fikrî) tartışmaların yapılmasına da yol açtı. Paneller, açık-oturumlar, konferanslar düzenlendi, makaleler, kitaplar yazıldı ve bugüne değin başörtüsü ile ilgili meseleler her halükârda gündemde kaldı.

Bu bağlamda önemine binaen altının çizilmesi gereken bir husus da şudur: Başörtüsü ile ilgili tartışmalar başladığında, münakaşalar önceleri ‘başörtülü kız öğrencilerin böylesi bir kıyafetle okullara girip giremeyecekleri’ meselesi etrafında dönerken, bir süre sonra ‘İslâm’da (Kur’an’da) başörtüsü’nün olup olmadığı’ şeklindeki münakaşalara dönüştü ve nihayet televizyon kanallarının çoğalmasıyla beraber bu tartışmalar —hem de bazı medyatik ‘din adamları’nın marifetiyle— halkın her kesimine yayıldı. Bu yarayı kanatanların, meselenin bu raddeye geleceğini hesap edip etmediklerini bilemeyiz ama neticede tartışmalar mahiyet değiştirmiş ve oldukça ilginç bir hâl almıştı. Rejim’in zorla ve yasaları kullanarak açtıramadığı başlar, bu sefer bazı din adamlarının ya da bağlılarının marifetiyle açtırılmak isteniyordu. Öyle ki işin başında, bu yarayı kanatanlara, laik yasaların daha toleranslı yorumlarından dahi istimdad edilerek ‘müslüman kız öğrencilerin örtülerini açmayabilecekleri’ söylenirken (tartışmalar, İslâmî değerlerin savunucularıyla bu değerlerin karşıtları arasında iken), tartışmanın seyri ve tarafları değişmiş; bu defa müslümanlar kendi aralarında baş örtme emrinin İslâm’da (Kur’an’da) olup olmadığını (ya da ‘emrin vücûb ifade edip etmediğini’) münakaşa etmeye başlamışlardı.

Hâdiselerin en yoğun olarak yaşandığı bir zamanda, televizyonda yapılan ilk açık-oturumlardan birinde İlahiyatçı ve fakat modern giyimli bir hanım (Bahriye Üçok), —bilhassa İlahiyatçı kimliğini öne sürmek suretiyle— Kur’an’da başörtüsüne ilişkin ayetlerin yanlış yorumlandığı, İslâm’da böyle bir vecibenin bulunmadığı, dolayısıyla müslüman kızların pekâlâ başlarını açarak okullarına devam edebilecekleri fetvasını verdi. Bahriye Üçok'un bu fetvasının kimilerince ‘fikir verici, aydınlatıcı bir yaklaşım' olarak hüsn-ü kabul gördüğüne şüphe yoksa da bu fetva müslümanlar tarafından pek öyle ciddiye alınmadı. Ne var ki bir süre sonra bu fetva’ya iltifat eden başkaları da çıktı ve bu başkaları da aynı fetva’yı dillendirmeye başladılar. Laik kesimler tarafından çıkarılan dergilerde aleyhte yazılar çıkıyor, başörtüsü’nü alaya alan karikatürler çiziliyordu. Başörtülü kız öğrenciler, özellikle çarşaflı müslüman hanımlar için kullanılan ‘kara kargalar', ‘kara fatmalar’, ‘mor patlıcanlar’ ‘öcü kılıklılar’ gibi tabirler, işte o dönemin müşevveş zihinleri, haysiyetsiz kalemleri tarafından ortaya atıldı. Israrla sürdürülen kampanyalar öylesine etkili olmuştu ki değil Cumhuriyet yönetimlerince itici hale getirilmiş olan ‘çarşaf kavramı, başörtüsü kelimesi dahi telaffuz edilmek istenmiyordu. Çözüm bulunmuş, hem gazetelerin hem de birtakım muhafazakâr siyasetçi eşlerinin katkılarıyla ‘türban’ kelimesi eski şöhretine yeniden kavuşmuştu.

‘Çarşaf veya ‘Başörtüsü’ sadece Laiklerin, Sosyal Demokratların, Kemalist geçinenlerin karaladığı bir kavram olarak kalmadı ve İslâm adına konuşan, yazıp çizen bazı zevat da bu kampanyaya katıldı: Bazıları, Cuma namazı çıkışında başörtülü kız öğrencilere destek için protesto gösterileri yapan müslüman gençlere karşı aynı anda otuz-beş câmide yayınlanan vaazlar vererek Hafiyesi Mahmut misali ‘çarşaf giyen erkekler’den dem vurdular ve böylelikle hem bu eylemleri mahkum etmek suretiyle kendilerinin fundamentalistlerden (!) beri olduklarını âleme göstermek fırsatını buldular, hem de çarşaf giymiş bir kadının güvenlik güçlerince aranabileceğinin gerekçesini hazırlayarak kendilerine Konut’un merdivenlerine tırmanabilmenin yollarını açtılar. Bazıları da hangi saflarda yer aldıklarını unutup bu malum koroya katıldılar ve belki de aynı koroda yer almanın kaçınılmaz bir sonucu olarak onlar da diğerleri gibi çarşaf'ı ‘kara çuval’ olarak nitelemekten geri durmadılar, duramadılar. Aynı güfte yeni bestelerle çalınıyordu. Meselâ kendisi yaşlı bir İslâm âliminin oğlu olan (Reşad Halife’nin peygamberliğine ve Tevbe Sûresi’nin son iki ayetinin Kur’an’dan olmadığına iman ettiğini açıklayan) Edip Yüksel, Kur’an'ın müslüman kadınlara başlarını örtmelerini emretmediğini iddia etti, hatta iddia etmekle kalmayıp o da çarşafı ‘simsiyah bir çuval’ olarak niteledi (Türkçe Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, sh. 21, İstanbul, 1992). Edip Yüksel’in tavrında, Bahriye Üçok’un tavrından farklı addedilebilecek bir yön vardı; zira o başörtülü kızların okullara sokulmasına değil, başörtüsü’nün Kur’an’a sokulmasına karşıydı:

Başörtüsünü Kur'an’a sokmak isteyenleri onaylamadığımız gibi, Üniversite'dcki kızların giyim kuşamlarına karışan şekilci ve despot tavırları da onaylamıyoruz. (A.g.e., sh. 22)

Görüldüğü üzere hâdiselerin seyri ve tarafların durumu gerçekten de ilginç bir hâl almış, belki ancak dipnotta zikredilebilecek bir orana tekabül eden demokrat ve eyyamcı fısıltılar müstesna, bu konudaki tavır-alışlar garip bir biçimde farklılaşmıştı: Bir tarafta, başlarını Kur’an’ın bir emri gereğince örttüklerini, örtülü olarak da okumak istediklerini söyleyen kız öğrenciler ve bu yaklaşımı savunup destekleyen İslamcılar ile muhafazakâr kesimler vardı, diğer tarafta ise, başörtüsü takmanın dinî bir davranış olmayıp bir ‘siyasî simge’ olarak kullanıldığını, dolayısıyla ‘çağdaş bir kıyafet’ sayılması mümkün olmayan (!) başörtüsü ile okullara girilemeyeceğini iddia eden Laik, Kemalist ve Sosyal Demokrat çevreler bulunuyordu. Buraya kadar garip bir taraf yoktu ve tuhaflık da işte tam bu noktada başgösteriyordu; zira her iki tarafın safında da yer almayan, almak istemeyen üçüncü bir söylem daha zuhur etmişti. Bu nevzuhur söylemin sözcüleri, başörtüsü’nün dinî (Kur'anî) bir vecibe olmadığını iddia ettilerse de başını örtmek isteyenlerin okullara girmelerinin engellenmemesi gerektiğini söylemeyi de ihmal etmediler. Buna rağmen taraflarca ‘işbirlikçi’ muamelesine layık görüldüler; zira başörtülü öğrencilerin okullara girmeleri gerektiğini söylemekle bir tarafa, baş örtmenin dinî bir vecibe olmadığını söylemekle de diğer tarafa hizmet etmiş oluyorlardı. Ortada bir ‘fitne’ (!) vardı ve tahrikler neredeyse bir ‘Başörtüsü Meydan Savaşı’na (!) yol açmak üzereydi. İşte onlar, güya bu savaşı önlemeye çalışıyorlardı ve fakat savaş bir yandan yine de devam ediyordu. Neticede, hakemliğe soyunanlar ne o tarafa, ne de bu tarafa yaranabildiler.

İşbu rivayet evvelce yoğ idi ve 12 Eylül’le birlikte çıkmıştı. Ne ki çıkmakla da kalmadı ve şuyûu vukuundan beter bir hâl alarak hem sosyeteye tebliği vazife edinmiş bir hoca ve müridânınca, hem de onlara akıl hocalığı yapanlarca ‘Kur’anî analizlerin sonuçları’ şeklinde piyasaya arzedildi; ancak bu görüşler sadece dindar burjuvazinin ‘takıldığı’ mekânlarda seslendirilmedi, gün geldi, o mekânlara mahsus bir söylem olmaktan çıktı ve nihayet, Kuran adına, İslâm adına, hem de İslâm’a bağlılıklarını beyan eden kimi aydınlarca gazete ve dergilerde, televizyon kanallarında —maâ’l-âile— sürekli tekrar edildi, halen de edilmekte...

Gelinen nokta açısından bugün artık başörtüsü —maalesef— müslümanların kendi aralarında tartıştıkları bir konu haline gelmiştir ve bazı müslümanlar ne dediklerini, hatta kime hizmet ettiklerini bilip bilmeden bu görüşlerini sadece televizyon kanallarında değil, kendi kitaplarında da fütursuzca sergilemekte, kimi çıkarcılar da bu söylemin yayılmasına çanak tutmaktadırlar. Ne yazık ki olan olmuş, televizyon kanallarında dinamitin fitili ateşlenip (!) halkın gözü önünde müslümanlar birbirlerine düşürülmüştü... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, fitili tutuşturanlar amaçlarına ulaşmanın verdiği keyifle müslümanların yüzüne bakıp sırıta sırıta ‘Görüyorsunuz başörtüsü zaten Kur’an’da da yokmuş’ diyebilmişlerdi. Sözün özü, bir yangın başlamıştı bu ülkede...

II/Kur’an Yorumlarının Avâmileşmesi

Böylesi bir tarihsel arkaplanın ortaya konmasındaki amaç, başörtüsü ile ilgili tartışmaların Türkiye'deki son on küsur yıllık serencâmını tahkiye etmekten ibaret değildir elbette. Bu yolu tercih etmemizin iki temel amacı vardı:

Birincisi, bu tartışmaların ardında fikrî âmillerin değil, bilakis sosyal ve siyasî sâiklerin bulunduğunu göstermek, yani ‘söz uçar yazı kalır’ darb-ı meselince kitaplara geçerek ‘içeriden’ seslendirilen bu görüşlerin kökeninde yatan zaafın, esas itibariyle fikrî mahiyette olmayıp sosyal ve siyasî bir tavır-alışla yakından alâkalı olduğunu vurgulamak.

İkincisi, Kur’an’dan yapılan sözkonusu istinbatların İslâm’ın bunca asırlık geleneği içerisinde hiçbir mektebin ya da mezhebin öne sürmediği, hatta aklına bile getirmediği bir biçimde ‘modern’ olduğunu, ‘şimdi’ye ait bulunduğunu hatırlatmak ve böylelikle, eşlerinin ya da kızlarının başlarından başörtüsü’nü çıkaranlar ile başörtülü kızları podyumlara çıkaranlar arasında temelde bir fark bulunmayıp her iki tavrın da sosyal ve siyasî değişim dalgalarının bir sonucu olduğunu ortaya koymak...

Eleştiri’nin kalkış noktası, yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediğini ve Kur’an ayetleri ile yaşanan hayat arasındaki ilişkinin Kur’an metnini anlamadaki rolünü (bir anlamda, 'yaşadığın gibi inanırsın’ darb-ı meselinin ifade ettiği hakikati) ortaya koymak olduğundan, Kur’an’a yapılan atıflar kadar, bu atıflara yol açan sosyal ve siyasî arkaplanın da tartışılması gerekmektedir.

‘Yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediği’ ile ilgili olarak, yakın tarihimizden yaşanmış, tecrübe edilmiş bir misal verelim: Kendisi Meşrutiyet-Cumhuriyet devri mütefekkirlerinden... Fıkıh ilmiyle, özellikle Usûl-i Fıkıh’la meşgul oldu ve bu konuda gerçekten de kıymetli eserler verdi. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kurulan Meclis-i Mebusan’a iki dönem İzmir mebusu olarak katıldı, daha sonra Ayan Meclisi üyeliğine seçildi. Cumhuriyet’in ilanından sonra da İzmir Mebusu olarak TBMM’nde görev aldı. I. İsmet İnönü Kabinesi’nde Adliye Vekili oldu (1924). Mecliste hilafet’in kaldırılması tartışılırken, bu âlimimiz ‘Adliye Vekili’ sıfatıyla hilafet’in mahiyet­i şer'iyyesine dair meşhur bir konuşma yaptı; meclisteki muhalefeti kıran bu konuşması hilafet'in kaldırılmasında büyük bir rol oynadı. Herhalde kimden bahsettiğimiz anlaşılmış olmalı... Seyyid Bey’den söz ediyoruz; fakihliğinden ziyade, hatibliğiyle tanınan Seyyid Bey’den... İsmail Kara’nın ifadeleriyle: Bugün aramızda çok Seyyid beyler yaşıyor: İşe koşulan, bazı doğruların söylenmesi kendisine bırakılan, zeki fakat saf, zamanı gelince de “kumda oynamaya müheyya”lar... (Garı, Ganun ve Şapka, Dergah Dergisi, I/V, Temmuz, 1990)

Seyyid Bey’le ilgili olarak aktaracağımız anektod, Dergi’nin mezkur sayısında yer almaktadır ve ‘yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediği’ ile ilgili önemli ipuçları vermektedir:

... Umumî Harb içinde idi; Alman mebuslarının ziyaretini iade için Almanya'ya bir heyet halinde gittiğimiz zaman aramızda Seyit Bey de vardı. Cenuptan başlayarak Almanya'nın küçük payitahtlarından bir haylisini dolaştıktan sonra, nihayet Berlin'e gelmiştik. Birgün, Adlon otelinin hususî salonunda, öteden beriden konuşuyorduk. Birdenbire, başını kesik kesik bir hayli salladı, gözlerini evirdi, çevirdi. Kaşlarını kaldırarak ‘olmayacak bu iş!' dedi. Ben harpten, sulhtan, Almanlarla münasebetlerimizden bahsedecek zannediyordum. ‘Hayrola’ dedim; ‘nedir olmayacak olan iş?’ Seyit Bey, bir uzun mahkeme kararını tefhim eder gibi, ciddi bir tavır ile, “Bizim garının’’ dedi; “başına şapkayı giydirip sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!"

O, ‘k’ harfini telâffuz edemezdi, ‘kanun’ derken Meclis'tc ‘ganun’ diye bağırırdı. Şimdi karısının başına şapka giydirerek sokağa çıkarmak lüzumundan bahsetmesi, bizdeki tesettürün manasızlığını ve zararını tasdik etmesi demekti. Konuştuğumuz lakırdılarla hiç alâkası olmayan bu bahis, Avrupa seyahatine çıkalıberi onun zihninde yavaş yavaş vücut bulan, nihayet tebellür eden bir kanaatin birdenbire kalbinde feveran etmiş bir ifadesi idi. (Hüseyin Cahit Yalçın, “Tanıdıklarım-Seyit Bey", Yedigün, nu. 183, 9 Eylül 1936)

Daha sonra H. C. Yalçın’ın, aynı yazısında Chateau Iquem şarabını da yudumladığını söylediği Seyyid Bey’in fikirlerindeki bu değişim (kimilerine göre ‘gelişim’) kolay olmamış ve fakat en nihayet memleketin kurtuluşunu ‘garısının başına şapka giydirip sokağa çıkarmak’ta görecek noktalara kadar gelmişti. İşin trajik tarafı, insanoğlunun fikirlerinin değişmesi değil, bu fikirlerin değişmesine yol açan âmillerin gözden kaçması ve meselâ Meclis’te hilafet’in mahiyet-i şer'iyyesi tartışılırken, tarafların gerçekten de şer'î bir mahiyet’in tartışıldığını düşünmesidir. Okudukları, okuttukları Seyyid Bey’in yaşamakta olduğu hayatı ne denli etkilemişti? Bu sualin cevabını tam olarak verecek durumda değiliz. Ancak yaşamakta olduğu tarz-ı hayatın, Seyyid Bey’in okuduklarını, okuttuklarını ne denli etkilediğini, galiba çok iyi biliyoruz!

Bizler, umumiyetle metinde mündemiç anlamın ona muhatap olanları etkilediğini ve tabiatıyla metnin, muhataplarının hayatlarını değiştirip biçimlendirdiğini düşünürüz. Bu doğrudur ve metinlerin, özellikle kutsal metinlerin, bidayetten beri insan hayatını değiştirip biçimlendirdikleri reddedilemez bir vâkıadır. Fakat unutulmamalıdır ki metinde mündemiç anlamın muhataplarını etkilemesi, biçimlendirmesi kadar, muhatapları da çoğu zaman o metne kendilerinden, kendiliklerinden birtakım anlamlar katarlar, âdeta metnin anlamını yeniden tayin edip metni, ‘kendi bulundukları doğrultuda’ konuştururlar. [Muhatabın, metni ‘kendi bulunduğu doğrultuda konuşturması’, bütünüyle, metni ‘kendi istediği gibi konuşturması’ demek değildir. Çünkü ilkinde; muhatabın metne anlam verirken anlam’ı, bulunduğu yere bağlı olarak (vaziyet-alışına uygun bir biçimde) saptayabileceği, yani bulunduğu yer ile metin arasındaki doğrudan ilişki sebebiyle ve farkında olmaksızın konumuna uygun düşecek şekilde anlam’ı oluşturabileceği kastedilmektedir. İkincisinde ise, muhatabın —kendi bulunduğu yerin önemi olmaksızın— metne dilediği gibi (=keyfe mâ ye-şâ) anlam verip metnin anlamını dilediğince tayin etmesi (saptırması) sözkonusudur. Kısaca, ilkinde gayr-i iradî (bilinçsizce) olan tasarruflar, ikincisinde iradî (bilinçli) bir mahiyet kazanmaktadır]. Bu yapılamadığı takdirde; yani muhatab, metnin verdiği anlama doğrudan müdahale edemediği durumlarda, bu sefer metnin kendisine müdahale etmeyi dener ve malum olduğu üzere tahrif denilen olgu da böylesi durumlarda başgösterir. Tahrif —sanılanın aksine— muhatabın sadece metnin kendisine yönelik tasarruflarında değil, metinde mündemiç anlama yönelik müdahalelerinde de ortaya çıkar. Lafız değiştirildiğinde (=tahrif lafzen vukû bulduğunda), anlamın aslına ircâ edilme imkânı kalmayacağından, Söz’ün sahibi tarafından lafzın yeniden vaz'edilmesi gerekir ki vahy-i ilahî’nin tarih sahnesinde fâsılalarla tecelli etmesinin bir sebebi de burada aranmalıdır. Lafız değil de lafzın delâleti değiştirildiğinde (=tahrif mânen vukû bulduğunda) ise, anlamın herşeye rağmen aslına ircâ imkânı var demektir; zira lafız değişmemiş, değiştirilmemiştir. Nitekim vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an’ın insanlığa rehberlik yapabilme kudreti üzerinde düşünüldüğünde, bu kudretin sadece Kur’an’ın muhtevasında değil, bu muhtevayı bugüne taşıyan lafzında da saklı olduğu görülecektir.

Kutsal metinlerin tefsir tarihlerine genel olarak bakıldığında, tahrif olgusu her iki şekliyle de gözlemlenebilir. Çünkü mevcut kutsal metinlerin değil sadece kendileri, önemli ölçüde anlamları da o metinlerin asıl sahibine izafe edilecek durumda değildir. Meselâ eldeki İnciller, hem metinlerin mevsukiyeti bakımından, hem de hıristiyanlar tarafından bu metinlere yüklenen anlam içerikleri bakımından hiçbir otantik kıymet taşımazlar. Kutsal metinler içerisinde bunun bir tek istisnası vardır, o da Kur’an-ı Kerim’dir. Tahkîken söyleyebiliriz ki insanoğlunun elinde bugün Kur’an dışında mevsuk herhangi bir kutsal metin bulunmamaktadır ve eldeki mevcut metinlerin hiçbiri, tarihsel eleştiri’nin soruşturmalarına mukavemet edecek ölçüde bir sıhhati haiz değildir.

Kur’an’ın yorumları sözkonusu olduğunda ise, maalesef bu denli iddialı konuşmak mümkün olmamakta, olamamaktadır. Nitekim Tefsir tarihimize şöyle bir bakıldığında bile görülecektir ki vahy-i İlahî hiç de lâyık olmadığı bir biçimde birtakım lafazanlıkların, hurafe ve bid'atların, gereksiz felsefî ve kelâmî zorlamaların, mezhebî ve siyâsî taassub gösterilerinin, hâsılı binbir türlü gayretkeşliklerin konusu yapılmış, tüm bunlar olurken murad-ı ilahî âdeta görmezlikten gelinerek ayetler hakkında akla gelen herşey söylenivermiştir. Vahy-i ilahî’nin anlamını saptırmaya yönelik bu tür teşebbüslerin çetelesini tutmak isteyecekler, eldeki Kur’an tefsirlerine bakıp oradaki tartışmaları izleyebilir ve kendilerine kâfi miktarda örnek de bulabilirler.

Günümüze gelindiğinde ise, Kur’an yorumlarındaki değişim sadece çağdaşlaşmak ile ifade ya da izah edilebilecek bir düzeyde kalmamış, Demokrasi rüzgârlarının İslâm dünyasının üzerinde esmesiyle birlikte, bu yorumlar avâmileşmişti de. Kur’an yorumlarının avâmilcşmesi iki şekilde oldu: Birincisi, ulemâ ve aydınlar Kur’an’ı avâma göre, avâmın isteklerine, beklentilerine göre yorumlamaya ve sosyal gelişmelerin baskısı altında demagoji (kelimenin asıl karşılığıyla: halk avcılığı, halka dalkavukluk) yapmaya başladılar. Nitekim çağdaş yorumların kısm-ı a’zamı bu niteliktedir. [Burada, hatiblerle muhatabların aynı düzlemde yer aldıklarına bilhassa dikkat edilmelidir.] İkincisi, bu işe avâm da el attı ve ‘bilenlerle bilmeyenlerin bir ve eşit’ sayıldığı demokratik platformlarda her kafadan ayrı bir ses çıktı ve fakat işin garibi bu keşmekeş karşısında kimse sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Herkesin biliyormuş, düşünüyormuş gibi yapıp aklına geleni söylediği, canı sıkılan herkesin bir Kur’an meâli veya “Kur’an’da...”, “Kur’an’a Göre...” başlıklı yazılar yazıp neşrettiği, üstelik bütün bu olup bitenlerin de ‘zenginlik’ (!) olarak görüldüğü bir toplumda avâmileşme kaçınılmazdı ve bütün bu olup bitenlere ‘demokrasi’ aşkına katlanıldı, halen de katlanılmakta...

Günümüz müslümanının karşı karşıya (hatta ‘içinde’) bulunduğu gerçek tehlike, tâbi olmakla emrolunduğu vahy-i ilahî’ye tâbi olmamasından/olamamasından, ‘kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı’ Kitab’ın rehberliğinden istifade etmeyip hevâ ve hevesine uymasından ya da ma'rufu emr, münkeri nehy etmek yerine, bunun tam tersini yapmasından ziyade, tâbi olacağı Kitab’ı, istediği gibi yorumlayabileceği bir hâle getirip onun kelime ve kavramlarıyla oynaması, bu

Kitab’ın emirlerine uyacak yerde, bu Kitab’daki vâcibleri, mendub ve mübahlara indirgeyip emirlerin içeriğini, kendi fiilî yaşantısını her halükârda meşru kılan beyanlar haline getirmesi, içinde yaşadığı zamanı, mekânı Allah’ın muradına uygun bir biçimde değiştirip dönüştüreceğine, Tahtakale esnafı gibi ‘zaman sana uymuyorsa sen zamana uy’ yollu ucuz vecizelere sarılarak aklısıra Kur’an’ı asrın idrakine sunduğunu iddia etmesidir.

Evet, Kur’an asrın idrakine sunulmalı, asrın insanlarının bu Kitab’ın yüce rehberliğinden istifade etmeleri için her türlü cehd u gayret gösterilmelidir. Ancak bu, onun kelimelerini eğip bükmeden ve onun emirlerini hileyi şer'iyye ile nesh ve iptal etmeden yapılmalı, ne ‘biz hakikati söylüyoruz’ lafazanlığıyla birtakım uydurma rivayetleri, bâtıl görüşleri, içtihad adına yapılmış gayretkeşlikleri dinî esaslarmış gibi piyasaya sürmeyi âlimlik sanmalı, ne de ‘insanlara dinimizi sevdirelim’ gibi masum ve belki de samimi gerekçelerle genç evlatlarımızı St. Antoine Kilise’sinin papazının elinden kurtarmak adına akla eseni söylemelidir. Bu yol, İslâm âlimlerinin (diğer bir tabirle ‘bağlılarının’) yolu değildir, olmamalıdır; zira bu yol, olsa olsa Hıristiyanlığı yaymak bahanesiyle Meryem oğlu İsa’nın tebliğ ettiği dini, pagan inançlarının bahçesi haline getiren St. Paul’ün yoludur. Hıristiyanlık bugün ve hem de St. Paul’ün marifetiyle hâlâ kendisine milyonlarca ‘bağlı’ bulabiliyorsa da bu çokluğu elde etmenin bedeli olarak Tevhid'i fedâ ettiği, neticede de bir Şirk dinine dönüştüğü gözden ırak tutulmamalıdır. Bu hastalık bugün de devam etmekte ve bilhassa Protestanlar tarafından neşredilen İnciller, ‘sevgi’ adına, ‘İncil’i tebliğ’ adına hemen her defasında sürekli değiştirilip dururken, ‘tıpkı basım’ yapmak, âdeta sema’nın melekûtu’na girmeye mâni addedilmektedir.

Bu maraz maalesef büyük ölçüde müslümanlara da sirayet etmiştir ve nitekim günümüzde ‘tebliğ yapmak’ deyince, taraftar sayısını çoğaltmak için her türlü lâf u güzâfı sarfetmek, sonra bu lâf u güzâfı ‘kişisel ya da aklî yorum’ olarak takdim edip o güzelim kelimenin, Te’vil kelimesinin ‘iftiranın kardeşi’ mânâsına dönüşmesine çanak tutmak anlaşılmaktadır. Tebliğ, tebliğ edilecek sözü, o sözün sahibinin muradına uygun olarak başkalarına aktarmak veya o murada uygun bir hatt-ı hareket takip etmek demektir; yoksa ‘Ben aklî yönteme göre anladığımı söylerim, kullandığım yöntem ‘aklî’ olduğu için ‘(benim gibi) akıllı’ olanlardan da bu yorumumu kabul etmelerini isterim’ demek yahut Kur’an’ı tebliğ etmek; İslâm'ı insanlara sevdirmek ya da hak bir sözle bâtılı kastederek ‘Islâm’ı asrın idrakine söyletmek’ gibi esasen sahih niyetlerle yola çıkıp sonra adına konuşulan o Mübarek Kelâm’ı heva ve hevese ‘oyuncak’ etmek değildir.

Herkesin Kur’an adına konuşmayı marifet saydığı günümüzde, Kur’an adına söylenenleri hatırlamaya çalışın, sonra da bir bakın aklınızda o Mübarek Kelâm’dan neler kalmış!? Hiç düşünülüyor mu ki geçen asrın sonlarından itibaren başlayan Kur’an’da bilimsel keşiflerin şifresini bulmak çabası, bugün Kur’an’ın tebliğini ne hâle getirdi; Kur’an’daki bilimsel, matematiksel mu'cizeleri bulup çıkaralım derken, o mübarek Kelâm’dan neler neler çıkarıldı? Televizyon komikleri bile bu işe el attılar ve onlar da tabiî ki elleri boş dönmeyip Kur’an’dan Mustafa Kemal’i çıkardılar. Üstelik bütün bunlar, hamiyet-i diniye adına, İslâmiyet’e hizmet adına ortaya konuldu. Öyle oldu ki sonunda gaflet ile samimiyeti, gayret ile ihaneti birbirinden ayıramaz hale geldik.

‘Tüm bunların hamiyet-i diniye ile ne alâkası var?’ dcnilmemeli; zira bu gayretler, insanlara Kur'an’ı, İslâm’ı sevdirmek için ortaya konulmakta, böyle olunca da İslâm’a bağlananların sayısının artacağı ümidiyle her türlü yol denenmektedir. Kimileri Kur’an’da ‘Parlamento Sûresi’nin (Şûra Sûresi), kimileri Ağır Sanayi Sûresi’nin (Hadid Sûresi) olduğunu söylediler, kimileri ‘hâzâ’l-beled’il-emîn’ ibaresinden, Kur’an’da tâ bin-dörtyüz küsur sene öncesinden ihbar edildiğini düşündükleri Belediyeciliğe ait esasları istinbata yöneldiler, kimileri Kur’an’da geçen ‘hizb’ kelimesinin, bazı meâl sahiplerince ‘parti’ kelimesiyle çevirilmcsinden yüz alarak fer‘î olanı, esas olanın yerine geçirme fırsatını yakaladıklarını sandılar ve kimileri de demokrasi’nin, sosyalizm’in, kapitalizm’in, reenkamasyon’un, atom’un, Big-Bang teorisinin ya da Kara Deliklerin veya uçağın, artezyen kuyusunun, telsiz ya da telefonun, hâsılı ‘yeni’ olan, galiblerin elinde bulunan ne varsa hepsinin menşe'ini Kur’an’da bularak cahil kitleleri hayretlere salabilmiş olmanın keyfini yaşadılar; işin garibi böyle yapmakla da İslâm’ı asrın idrakine sunduklarını düşündüler. Ne acıdır ki mübarek kitabımız Kur'an-ı Kerim, sadece bugün değil, asırlar boyu böylesi gayretkeşliklerin ‘alet’i haline dönüştürülmek istenmiş, bir tek kelimesinden, hatta bir tek harfinden yola çıkılarak nice ‘fanteziler’ üretilmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi, bu fanteziler ‘akide’ haline getirilerek insanlar icad edilen bu inanç esaslarını kabule zorlanmıştır.

Yorumların avâmileşmesinin bir neticesi olarak Kur’an’ın bu toplumun hayat tarzını etkilemesi, biçimlendirmesi güçleşmiş, Söz’ün anlamı genişleyince anlam buharlaşmış, kısacası insanlar neredeyse Kur’an’ın rehberliğinden istifade etme imkânlarını yitirmekle karşı karşıya gelmişlerdir. Kur’an-ı Kerim ‘Allah’tan gayrısına kulluk edilmez’ diyor ama insanlar âdeta Allah’tan gayrı herşeye tapınıyorlar, Kur’an insanları, ‘herkesin yaptıklarının karşılığını göreceği gün’ ile uyarıyor ama insanlar dünyanın ahiretin mezrası olduğunu, dünya işlerini daha iyi bildiklerini, dinin ahiret kadar dünyaya da hitab ettiğini bilgiç bir tavırla tekrar edip ‘dünyada mekân, ahirette iman’ deyû Söz’ü tersine çeviriyorlar, Kur’an faiz alıp vermeyi, hırsızlığı, zinayı yasaklıyor ama insanlar yasaklara uyutabilecek beldeleri ikiye ayırıp ‘burası dâr’ul-harb’dir’ içtihadıyla bu yasakları yine din adına deliyorlar, Kur’an ‘yalan söylemeyin’ diyor ama insanlar siyaset yaptıklarını söylüyorlar, Kur’an ‘hakkı söyleyin’ diyor ama insanlar bu sefer dini güzel göstermeye çalıştıklarından, Kur’an’a hizmet ettiklerinden dem vuruyorlar; sonuçta da biz —tıpkı İmam Gazâlî’nin dediği gibi — değirmenin gürültüsünü işitiyoruz ama ortada un göremiyoruz.

III/Bir Örnek ve Bir Eleştiri

Bu yazıda eleştiri konusu yapacağımız metne gelince, bu metin, yukarıda kendisine ‘başörtüsü’ ile ilgili atıf yapılan çağdaş söylem’in temsilcilerinden ve hatta sözcülerinden Medenî Hukuk profesörü Hüseyin Hatemî’nin İlahî Hikmet'de Kadın (İstanbul, 1995) adlı eseri, özellikle bu eserin son üç bölümüdür. Hüseyin Hatemî görüşlerini, sözü geçen eserinin ‘Ahlâk ve Giysi’ (sh. 239-244), ‘Üçüncü Bası’ya Sonsöz’ (sh. 245-256) ile ‘Başörtüsü Konusunda Sonsöz’ün Eki’ (sh. 257-272) başlıklı bölümlerde ayrıntılı olarak serdetmiş bulunmaktadır. Nitekim biz de eleştirilerimizi doğrudan bu bölümleri esas alarak ortaya koyacağız.

Hüseyin Hatemî, mezkur eserinin ilk iki basımında bulunmayıp üçüncü basımına eklediği son iki bölüm hakkında şöyle demektedir:

Kitabın bundan önceki iki basımında örtünme konusuna çok ayrıntısı ile değinmedim. Bu basıda ise; halkımızı bir de “Başörtüsü Meydan Savaşı"na sürüklemek isteyenlerin iki taraflı tahrikleri dolayısı ile, bu konuyu daha geniş olarak ele almak ve fitneyi önlemede yardımcı olmak istedim, (sh. 269)

Hatemî, fitneyi önlemede yardımcı olmak istediğini söylemektedir ki sanırız amacına bir ölçüde de olsa ulaşmış olmalıdır. Ancak asıl sorun kendisinin kimlere ve nasıl yardımcı olduğudur: Fitneyi kimler çıkarmış, kimler körüklemiştir ve Hatemî bu fitneyi nasıl önlemeye çalışmış, kimlere yardımcı olmuştur?

Acaba bu fitneyi, Hatemî’nin, ‘gaflet şımarıklığı’ (sh. 246) ve ‘nâmertlik’ (sh. 266) yapanlar, ‘fuzulî kahyalar’ (sh. 244), ‘tefeci kulları’, (sh. 265), ‘küfür fetvacıları’ (sh. 266), 'karısının başı örtülü olduğu için kendisini “sağlam ve cennetlik müslüman" gören, kendisini ve başkalarını aldatmaya çalışan tefeciler’ (sh. 253), ‘karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler’ (sh. 253), ‘gerizekâlılıklarını örtmek için “tersine oryantalizm" gibi rakkase deyimleri icat edenler’ (sh. 255), ‘Ahfeş’in keçisi gibi başını sallayanlar' (sh. 255), ‘zînet yerlerini de açan ve içki ve kumar gibi “kebair’’i de açıkça irtikab eden ekabir hanımlarına; “yakışır haspaya” yaklaşımı içinde olanlar’ (sh. 244), ‘ekabir hanımlarının açık başlarına da beyaz şaraplarına da “yakışır haspaya" diyen Ferisîler’ (sh. 265) gibi sıfatlarla tasvir etmeyi uygun bulduğu kimseler mi, yoksa ‘çağdaşlık kuruntusu adına engizisyon hakimi sıfatını takınan fuzulî kahyalar’ (sh 252) ile ‘kırmızı çarşafa şartlanmış boğa gibi kuduran

“çağdaş”larımız’ (sh. 272) mı çıkardılar? Yoksa halkımızı bir ‘Başörtüsü Meydan Savaşı’na sürüklemek isteyenlerin iki taraflı tahrikleri neticesinde her iki taraf da (kendisinin iki tarafın temsilcilerine de atfen söylediği üzere ‘fuzulî kahyalar’) fitneye iştirak ediyorlar da Hatemî mi bu fitneyi önlemeye çalışıyor? Hal böyle ise, bütün bunlar olurken Hatemî’nin kendisi nerede duruyor?!

Bütün bu soruların cevabı Hatemî’nin sözkonusu yazılarında verilmiş bulunmaktadır ve bu yazılarıyla kimlere yardımcı olduğu da aslında meçhul değildir. Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi başörtüsü meselesinde görüş beyan edenler, esas itibariyle fikrî değil, sosyal ve siyasî bir tavır ortaya koymuş olmaktadırlar. Bu bakımdan tartışmaların Kur’an ayetleri çevresinde vukû buluyor olması, kimseyi ‘ilmî bir ihtilaftan dolayı bir çekişmedir sürüyor’ gibi safdilâne kanaatlere sürüklememelidir. Çünkü asıl fırtına, işbu sözde ilmî ihtilafın ardında kopmaktadır ve dolayısıyla tartışılan husus, Kur’an’ın emirlerine uygun bir hayat tarzı takip edip etmeme meselesi değil, zaten takip edilmekte olan bir tarz-ı hayatın Kur’an’dan onayını alıp almamak meselesidir. Nitekim bizim kanaatimizce Hatemî’nin yapmakta olduğu da açıkça budur ve zaten biz de bu kanaate ulaştığımız için bu eleştiri yazısını kaleme almış bulunuyoruz.

Hatemî, Kur’an’da başörtüsü emrinin (‘örtünün’ değil) olmadığını söylerken, görüşlerini Nur/31, Azhab/59 ayetleri münasebetiyle temellendirmeye çalışmakta, Nûr/31 ayetini ev içi örtünmenin, Ahzab/59 ayetini ise ev harici örtünmenin sınırları bağlamında ele alarak kadının sadece nasıl örtüneceği ile ilgili değil, kimlerin yanında nasıl örtüneceği ile ilgili yorumlarda da bulunmaktadır ki biz bu görüşlerini —eleştirinin sağlıklı olarak izlenebilmesi maksadıyla— kendi tasnifine bağlı kalarak ele alacağız.

Şimdi Hatemî’nin, Kur’an’a istinad ettiği iddiasıyla örtü meselesini nasıl vaz'ettiğini görelim: Kendisi,' kadın bedeninin örtüye konu olan yerlerini üçlü bir tasnife tâbi tutarak ele almaktadır: a) Mahrem yerler, b) Ziynet yerleri, c) Ziynet yerlerinden istisna edilen; ahlaken [aklen] örtünmesi gerekmediği aşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına girmediğinde insanların birleştikleri beden yöreleri (sh. 250).

1.   Mahrem Yerler

Kadın bedeninin ilgili bölgeleri ise (bu şık, erkekleri de kapsamaktadır) kendisi tarafından şöyle açıklanmaktadır:

Mahrem yerler: Bu bölgeler [erkekler de dahil] asgarî örtünme kuralı'nın kapsamında olan apış arasıdır. ‘Bu kuralın, yine herkesin bildiği ve burada tekrarlanması gerekmeyen tek bir istisnası vardır' (sh. 241 ) [Hatemî, daha sonra bu istisnayı ikiye çıkarmaktadır]: 'Bu bölge hiç kimsenin yanında açılamaz ve bunun iki istisnası vardır. Birincisi eşler arasında; İkincisi' zaruret halinde, meselâ bir hekimin bakması gerektiği durumlarda', (sh. 247-248 ve 263)

Hatemî, tasnifinde yer alan ‘asgarî örtünme mahalli’ni, Nûr/30-31 ayetlerinde hem erkeklere hem de kadınlara izafetle geçen ‘furûc’ kelimesine dayandırmakta, açıklamasında da bu mahallin ‘apış arası’ demek olduğunu söyleyerek (daha doğrusu ‘diyenleri tekrarlayarak’) hıfzetme emrini örtünme’ye indirgemekte, ardından da bu mahrem bölgeyi ‘asgarî örtünme mahalli’ olarak ilan etmektedir:

Nitekim ‘ahlakî örtünme’den bahseden Nûr Sûresi ayetlerinde, kadından önce erkek için mahrem bölgeyi örtme buyruğu getirilmiştir (Nûr Sûresi, 24/30). (sh. 249) ... Bu sebeple ‘erkeğin mahrem yerlerini giysi ile örtmesi' buyruğunu getiren ayet-i kerimeden sonra, kadın için önce mahrem yerlerini, sonra ziynet yerlerini örtme buyruğunu getiren ayet-i kerime... (sh.250)

Burada yapılan asıl hata, Kur’an’tn hitab ettiği erkek ve kadını evvelemirde çıplak, hatta çırılçıplak tasavvur edip sonra onları Kur’an’dan hareketle ve birtakım gereksiz tevil oyunlarıyla giydirmeye çalışmaktır. Nitekim önce ayetin ilk hitab çevresini teşkil eden kadınlar (ve erkekler) çırılçıplak farzedilmekte, sonra ‘hıfz-ı furûc’ emrine istinaden bu kadınlar (ve erkekler) giydirilmeye çalışılmakta ve işe de apış aralarından başlanmaktadır. Fukaha’nın ‘avret mahallini örtmek’ şeklindeki yorumunu kendisine temel alan bu sakat bakışaçısı, ayetin sadece bu bölümünün değil, diğer bölümlerinin yorumunda da etkili olmuştur.

l/a. Hıfz-ı Furûc

Şimdi, furûc kelimesinin Kur’an’daki kullanımlarına kısaca bir göz gezdirelim: Furûc kelimesi, ferc kelimesinin çoğuludur ve Arap dilinde ‘iki şey arasındaki açıklık’, bir diğer tabirle ‘yarık’, ‘gedik’ mânâsına gelmektedir. Kelime, duvar yarığı ya da gömlek yakalarının arasını ifade etmek için de (msl. elbise için ‘yırtmaç’ mânâsında) kullanılmıştır. Nitekim Kur’an’daki kullanımlarına bakılacak olursa, bu kelimenin Qâf/6 ayetinde isim haliyle (min furûcin), Mürselât/8 ayetinde de fiil haliyle (furicet) ve fakat her iki halde de sema/gökyüzü ile alâkalı olarak geçtiği görülür. Bu kelime Arap dilinde insanın (erkek ve kadının) iffetinden kinaye olarak da kullanılmış, ancak bu tabir zamanla —bilhassa kadınların cinsel uzvuna atfen— galîz bir mânâyı ifade eder hale gelmiştir. Oysa Kur’an’ın belağatı, üslûbundaki nezahet ve incelik dikkate alınacak olursa, onun bu türden mânâlara iltifat etmeyip kelimeyi kinayî anlamıyla kullandığı ve argoda rastlanabilecek türden böylesi vurguların Kur’an’da yer almadığı sarahaten müşahede edilebilir. Aynı gerçeğin, hadîsler için de geçerli olduğunu öne sürmek mümkündür. Nitekim İranlı müslüman düşünür merhum M. Mutahhari, kendisiyle tartıştığı bir âlime, o âlimin bir vesileyle el-Mizân tefsirinden naklettiği bir hadîse ve hadîste geçen ‘zevât’ul- furûc’ tabirine yönelik itirazlarını serdederken şöyle demektedir:

Edeb ve iffet timsali sayılan Hz. Peygamber’in (s.a.v), kadınlar hakkında ‘zevâtu'l-furûc’ tabirini kullanacağına inanabiliyor musunuz! Siz kendiniz minberin üstünden kadınlar hakkında aynı tabirin tercümesini cemaate söylemeye hazır mısınız? Eğer bu cümle İslâm düşmanlarının eline geçecek olursa, Hz. Peygamber için bir leke olmaz mı? (Mutahhari, Hicab, sb. 257-258, İstanbul, tsz.)

İstiare yapıldığı halde lafzın kinâyî değil de lugavî anlamının öne sürülmesi ve furûc kelimesinin sonradan kazanmış olduğu bu galîz mânânın Kur’an’a atfedilmesi kesinlikle yanlış bir tutumdur. Ayetleri 'hukukî metinler’ haline dönüştürmek ve dolayısıyla fıkhî istinbatların malzemesi haline indirgenmiş bu ayetlerden ‘fıkhî neticeler’ tevlid etmek alışkanlığındaki fukahanın, burada da aynı alışkanlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Fukaha’nın bu tutumuna bir başka misâl vermek gerekirse, Müddessir/4 ayetinde geçen ‘ve siyâbe-ke fetahhir' (nefsini arındır) ibaresine, ‘elbiseni yıka’ anlamının yakıştırılıp bundan da ‘hadesten taharet, necasetten taharet’ formülasyonu için bir temel bulma gayretleri zikredilebilir.

Oysa Kur’an bu kelimeyi Hz. Meryem hakkında, onun iffetini koruduğundan bahisle ve iki kez (ahsenet ferceha: Enbiya/91, Tahrim/12) kullanır. Hz. Meryem’in iffetiyle ilgili ortaya atılan Yahudi iftiraları ve Kur’an’ın bu iftiralara yönelik cevapları hatırlandığında, bu lafzın seçilmesinin hikmeti de kolayca anlaşılabilir kanaatindeyiz. Nitekim Ebu’l-Beqâ (Vef. H. 1094), kinâye bahsini açıklarken bu ibareye yer verir ve ‘bu kullanım, kinâyelerin en lâtif olanlarındandır’ (Külliyât, sh. 763, Beyrut, 1992) der. Bu lafız, Kur’an'da ‘hısn’ kelimesinin yanısıra ‘hıfz’ kelimesiyle de birlikte kullanılmakta ve tüm kullanımlarında ‘iffeti (=ırzı, namusu) muhafaza etmek’ mânâsına gelmektedir. Kadınlarla ilgili olarak geçtiği Nûr/31 ayeti dışında, dört yerde (Mü’minûn/5, Nûr/30, Ahzab/35, Meâric/29) bu kelime erkeklerle ilgili olarak ve hepsinde de hıfz kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır. Nitekim eldeki bütün Tefsir kitapları, ibarenin ‘zinadan sakınmak’ şeklindeki anlamını sarahaten kaydetmişlerdir. [Kur’an’da geçen bir kelimenin, aslında olmadığı halde sonradan kazandığı galîz mânâlara, Mâide/6 ayetinde geçen ve çukur yer (helâ) mânâsına gelen min’el-

Gâit ibaresi misal olarak verilebilir; zira bu ibareden, sonraları gaita (insan pisliği) mânâsı elde edilip üzerinde tıbbî tahliller bile yapılmıştır.]

Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, Kur’an’ın gerek mü’min erkeklere gerekse mü’min kadınlara yönelik ‘iffeti muhafaza etmeleri’ emri, önce ‘mahrem yerleri giysi ile örtmek buyruğu’na (fukaha’nın tabiriyle, ‘avret-i muğallaza’ya) indirgenmiş ve çırılçıplak tasavvur edilen kadın ile erkek muhatapların apış aralarını örtmek, ilk etapta ancak böylelikle mümkün olabilmiştir! [Burada sev'at (A‘raf/27) lafzı hatırlanmalıdır.] Asgarî örtünme mahalli, bu safhada gerçekten de oldukça asgarî kalmış olmalı ki furûc kelimesinin literal yorumu nedeniyle kendi koyduğu sınırları kendisi aşmak zorunda kalan Hatemî, kadının göğüs bölgesini de bu bölüme dahil etmekte ve belirtilen iki istisna (eşler ve zaruret nedeniyle hekimler) dışında, bu yasağın istisnası olmadığını söylemektedir.

l/b. Cüyûb Terimi

Bu sebeple de, özel örtünme buyruğunun kapsamına giren ve yine her medenî toplulukça da bu niteliği kabul edilmesi gereken kadın göğsü yöresini, nezih bir ifade ile, özellikle belirtmiştir (Nûr Sûresi, 24/31).

... Özellikle göğüs bölgesi, erkek mahremler için de dar anlamda mahrem yer gibidir, (sh. 250)

Hatemi, tıpkı furûc kelimesine anlam verirken yaptığı hatayı, burada da tekrarlamakta, cuyûb (tekili ceyb) kelimesini de aynı şekilde ‘özel örtünme alanı’, veya ‘dar anlamda mahrem yer’ şeklinde vaz'etmiş olduğu hukukî çerçeveye yerleştirmektedir. Genel bir tabirle ‘elbise yakası’ anlamına gelen cuyûb kelimesi, esasen kadının göğüs bölgesini değil, gerdan bölgesini (=sadr, mevdû’ul-qılâde) ifade eder. Çünkü değil müslüman kadınlar, cahiliyye kadınları dahi göğüslerini, emzirme uzuvlarını (tam karşılığını kullanmak istemiyorum) açmazlardı. O dönem kadınları (hepsi değil, bir kısmı) zaten var olan örtülerini ya arkadan öne doğru —başlarını da örtecek şekilde— salarlar ve boyunlarını, gerdanlarını (gerdanlık yerlerini, gerdanlıklarını) açıkta bırakırlardı ya da örtülerini enselerine doğru bırakır veya bağlarlar ve böylelikle boyunları, gerdanları (gerdanlıkları) yine açıkta kalırdı. Binaenaleyh vâkıayı, sanki apışaraları ya da göğüsleri (emzirme uzuvları) açıkta dolaşan kadınlardan oluşan bir hitab çevresi varmış da ayet onlara örtünmelerini emrediyormuş gibi ele almak kesinlikle doğru değildir; bilakis bu kadınlar örtülü, başörtülü idiler ve fakat bazıları ziynetlerini gösterecek şekilde (gerden-küşâ denilebilecek bir biçimde) örtündüklerinden, ayet-i kerime, ilk hitab çevresinde yer alan bu tür kadınlara, bu bölgelerini de örtmelerini emretmektedir.

l/c. Teberrüc’ül-Cahiliyye

Bu bağlamda Kur’an’da geçen ‘teberrüc’ (teberrüc’ül-cahiliyye) kavramına da değinmek gerekir. Zuhur ve inkişafa delâlet eden bu kelime, umumiyetle ‘açılıp saçılma’ olarak tercüme ve tefsir edilmiştir. Acaba bu ‘açılıp saçılma’ ile murad edilen nedir? Günümüzde ‘açılıp saçılma’ denildiği zaman, bunun sınırı çok farklı bir biçimde an-laşılabilmekte, hatta bundan sınırsız bir açılma anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an’ın sözünü ettiği ve Hz. Peygamber’in hanımlarına hitabı sırasında nehyettiği teberrüc (Ahzâb/33), kadının bugünkü anlamıyla çıplak, çırılçıplak dolaşması hâli değildir. Elmalılı H. Yazır’ın dediği gibi, ‘süslenip çıkmak’tır, cahiliyye âdetince ziynetleri göstermektir. Nitekim Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde bu kavramı açıklarken, kelimenin ‘kadının güzelliklerini göstermek suretiyle açılması, ziynetlerini erkeklere açması’ şeklindeki anlamına işaret etmektedir. Yine Nûr/60 ayetinde bu lafız, ziynet kelimesiyle birlikte (gayra müteberricâtin bi-zînetin) geçmekte ve orada ‘ziynetleri açmamak’ kayd u şartıyla yaşlı kadınlara verilen ruhsat sözkonusu edilmektedir. Verilen bu bilgilere, Muqâtil b. Süleyman’ın (Vef. H. 150) teberrüc kelimesini ‘kadının, başörtüsünü birbirine çatmaksızın başına koyması, böylece gerdanlığının, küpelerinin ve boynunun açılması’ şeklindeki izahı da eklenecek olursa, lafzın anlam sahası iyice tebellür edecektir kanaatindeyiz. Sözün özü, sadece ayetlerin muhatabı olan mü’mine ve müslimeler değil, cahiliyye kadınları dahi bugünkü anlamıyla çıplak, çırılçıplak değildiler ve onların açılıp saçılmaları: sözü edilen ziynetlerini, ziynet yerlerini gösterecek şekilde bir açılıp saçılmaydı. Rabbimiz de bu şekilde açılıp saçılmayı nehyetmekte, cahiliyye kadınlarının âdeti olan bu davranışın (teberrüc'ül-cahiliyye’nin) mü’mine kadınlara yakışmayacağını, bu nedenle örtülerini (hımâr ya da cilbâblarını) bu bölgelerini kapatacak şekilde bürünmelerini kendilerine söylemektedir. Nitekim kadîm Hicaz’da sosyal hayatın işleyişini betimleyen eldeki kayıtlar dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ayetlerin arkaplanını teşkil eden zemin (o dönem Arap kadınının nasıl örtündüğü, ne tür elbiseler giydiği, bu elbiselerin biçimi, vs.) hakkındaki bu bilgilerin birer sır olmadıkları kolaylıkla tahkik edilebilir.

Kur’an ayetleri ve bu ayetlerin ilk hitab çevresini teşkil eden vasat bir kere ihmal edildi mi, masa başında i‘mal-i fikirde bulunmak suretiyle lafızlara mânâ vermek kaçınılmaz bir hâl almakta, hâl böyle olunca da vaz'edilen “asgari örtünme kuralı” yardımıyla kamu düzeni’nden söz etmek her nedense maharet sanılmaktadır.

Bu yasak; bugünkü Hukuk deyimlerimizle bir kamu düzeni kuralıdır. Devlet; mahrem yerleri açık, veya şeffaf bir örtü ile gûya örtülmüş bir kimsenin evinden dışarı çıkmasını ve sokakta dolaşmasını, yahut ülke sınırları içinde bir yerde bu gibi hayvanlığa özenenlerin ’çıplaklar kampı’ adı altında toplanmalarını, kamuya açık bir yerde bu gibi toplantılar düzenlemelerini önleme yetkisine sahiptir, (sh. 248)

Bir sürü tevilden sonra elde edilen bu asgarî örtünme kuralının, olsa olsa erotik- pomografik yayıncılık yapanları ya da çıplaklık kampına gelen turistleri rahatsız edecek ölçülerde mutaassıbâne olduğunu belirtmek zorundayız. Çünkü kadınlar bir bikini giydikleri takdirde bu asgarî örtünme kuralına uymuş olmaktadırlar ve bu durumda birilerinin; kamuya açık yerlerde bikinisiz dolaşmaya mâni olabilen bu İlahî-Tabii-Aklî-Fıtrî Hukuk (!) normlarının, ülke toprakları içerisinde bir yerde kadınların bikinili dolaşmalarını önleme yetkisinin bulunup bulunmadığını, daha önemlisi bu normlara göre, kamuya açık yerlerde (msl. plajlarda) bikinili, hatta mayolu dolaşan kadınların ‘çıplak’ (ya da ‘iffetsiz’) kavramı altında mütalaa edilip edilmediklerini sorma hakları vardır sanırım.

2.   Ziynet Yerleri

Hatemî ikinci safhada, yine Nûr/31 ayetinden hareketle, artık bikini giymiş duruma gelen kadının geriye kalan (ev içi) örtünme sınırlarını çizmeye devam ediyor:

Ziynet yerleri: ‘Asgari örtünme kuralı’ndan sonra bir de insan cinslerinin yaradılışından ileri gelen ve yalnızca kadınlara mahsus, asgari örtünme alanı dairesini çevreleyen ikinci bir örtünme alanı vardır. O da, kadın bedeninin erkek için çekici kılınması dolayısı ile, Nûr Sûresi’nin 31. ayetinde belirtilen mahrem kimseler hariç, nâmahrem olanlardan gizlenmesi gereken beden yöreleridir, (sh. 241).

Göğüs bölgesi [burasının birinci derecedeki avret mahalline dahil edildiği unutulmamalı, D.C.], bel ile göğüs arasında kalan bölge, bel ile ense arasında kalan sırt bölgesi, kolların dirsekden yukarısı gibi bölgeler. Kadın bu bölgelerini, ayette sayılan erkek mahremlere açamaz; özellikle göğüs bölgesi dar anlamda mahrem yer gibidir, (sh. 250)

Burada çizilen sınırlar, ev içinde örtülmesi gereken yerleri işaretliyor [yapılan diğer izahlardan anlaşıldığına göre, bacaklarda ‘dizlerin yukarı kısımları’ (uyluklar) da bu bölgeye dahildir]; mahremler yanında açık kalabilecek, örtülmeyebilecek olan yerler ise şuralarıdır:

Mahrem erkekler yanında örtülü olmayabilecek ziynet yerleri; yüz, el ve ayaklar ile, elden dirseğe ve ayaktan dize kadar olan beden yöreleridir, (sh. 251).

Ev içinde, karşı cins için özellikle tahrik edici sayılmayan beden bölgeleri; meselâ yüz, el, ayak, saç, ayak bileklerinin —dizden yukarı olmamak şartı ile— bir miktar üstü, dirsekten aşağı olan kol kısmı, mahrem erkeklere karşı açılabilir, (sh. 263)

Hatemî’ye göre tahrik edici sayılmayan bu bölgelerin (ikinci paragrafta saç da ilave edilmek suretiyle) mahremlerin yanında açılabileceği söylenirken, nâmahremlerin yanında açılabilecek yerler ise şu şekilde sıralanıyor:

Yüz, el ve ayaklar, nâmahrem erkek yanında da açılabilir ve hatta kadın hürriyetini sınırlamamak için, göz, ağız, el ve ayak yöresi açık olmalıdır, (sh. 251)

Hatemî’nin bu yaptığı açıklamalardan çıkan tabloya göre, mahremler ve nâmahremler yanında açılabilecek bölgeler şuralarıdır:

Mahremler yanında Nâmahremler yanında

Yüz (=) Yüz (göz-ağız)

El (dirseğe kadar) (=) El (yöresi

Ayak (dize kadar) (=) Ayak (yöresi)

Saç (?) -

Hatemî’nin ifadeleri derli toplu bir hale getirilince, ilk başta ancak böyle bir tablo elde edilebilmekte, ‘saçın nâmahremler yanında açılıp açılamayacağı’ suali bu tabloya göre bu safhada cevapsız kalmaktadır. Oysa Hatemî’nin kendisi, hemen aşağıda ‘Nûr Sûresi ayetlerinde, kadının başını örtmesi de emredilmiş midir' diye sormakta, ardından bu sualine yine kendisi şöyle cevap vermektedir:

Herşeydcn önce bu örtünme, evde mahremlere karşı da sözkonusu olan ’ahlâkî örtünme’ demek olduğundan, ayet-i kerime'deki ‘hımar’ terimini ‘giysi, örtü’ değil de ‘başörtüsü’ anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma’kul ve mantıkî değildir, (sh. 263)

Daha önce de söylediğimiz gibi, burada ayetin ilk hitab ettiği çevre dikkate alınmadan bugünkü giyim standartlarının, hatta ahlâk ölçütlerinin etkisinde ve fakat Kur’an’daki ibarelerden hareketle —çıplak bir manken tasavvur edilircesine— örtünmenin sınırları çizilmekte; hâl böyle olunca da örtünme’nin birinci safhasında bikini, ikinci safhasında da bir tailleur (tayyör) veya deux pieces (döpiyes) ile karşılaşmak mümkün hale gelmektedir. Çünkü ‘başörtüsünü de içeren bir giysi türü’ olarak anlamanın ma'kul ve mantıkî olmadığı söylenen hımâr kelimesi, her nedense, ‘başı (saçları) dışarıda bırakan bir örtü, giysi’ anlamına gelince ma'kul ve mantıkî olmuş, eline makası alan Hatemî bu ‘giysi’yi başı örtemeyecek bir biçimde güzelce kesip biçmiş ve en nihayet karşımıza bir döpiyes ya da tayyör çıkarıvermiştir. [Bu kadarına da razı olmalı; zira Edip Yüksel hımâr'ı (başa değil!) omuza atılan ‘şal’ şeklinde tasavvur etmekteydi.]

Saçların örtünmesiyle ilgili görüşlerinin değerlendirilmesine geçmeden önce, bu noktada bazı meselelerin ele alınması gerekmektedir:

2/a. Nâmahremlerin Konumu?

‘Asgarî örtünme mahalli’, —iki istisnası dışında— hiç kimseye gösterilmeyeceği ve yüzün, dirseklere kadar ellerin, dizlere kadar ayakların —ki saçlar da bu bölgeye dahil edilmektedir— mahremler yanında da, nâmahremler yanında da açık bulunabileceği söylendiğine göre, Kur’an’ın sıralayıp istisna ettiği mahremlerin —ki oniki sınıftır— görebilecekleri ve fakat nâmahremlerin göremeyecekleri bölgeler neresidir?

Hatemî bu soruya güya şöyle cevap veriyor:

... ’Ziynet yerlerinin mahremler yanında açılması cevazı’, akla ve selim duyguya uygun olarak yorumlanır. Buna karşılık, ayet-i kerime’de sayılan mahremler yanına, sokak giysisinden biraz daha serbest bir giysi ile çıkabilir, (sh. 242)

‘Sokak giysisinden biraz daha serbest bir giysi’ ile ne demek istediğini Hatemî’nin kendisinin de bildiğini sanmıyorum. Çünkü kendisi bu sözleri, 20 Haziran 1994'de Yeni Asya’da ‘Ahlâk ve Giysi’ başlıklı bir yazıda sarfederken (sh. 239-244), bu makalenin de içinde yer almış olduğu eserinin üçüncü baskısına yazdığı Sonsöz ile Ek’inde (Mart 1995) daha farklı ifadeler kullanmakta, aradan daha bir yıl geçmeden âdeta mahrem-nâmahrem ayrımını unutmaktadır. Bunun sebebi de kanaatimizce Hatemî’nin vaz'ettiği örtünme standartlarının, bu ayrıma gerek bırakmayacak ölçülerde olmasıdır. Bu ölçülere uygun giyinen bir kadın (!) için, mahremler ile nâmahremler arasında bir fark kalmaması herhalde ‘doğal’ karşılanmalıdır.

2/b. Halhal

Hatemî, ikinci örtünme bölgesi’nin sınırlarını çizerken ‘dizlere kadar ayakları’, örtünme sınırının dışında bırakmaktadır. Kendisine bunu nereden çıkardığını sormuyorum; zira, muhakkak İlahî-Tabii-Aklî-Fıtrî Hukuk dediği şey’den (!) çıkarıyordur “Aklî yönteme, akla ve selim duyguya...” diye başladığı izahlar içerisinde bu sualin mutlaka bizim bilmediğimiz, bilemediğimiz birtakım cevapları da vardır, yoksa bile hiç kuşkusuz bu cevaplar aranıp bulunacaktır.

Ancak Kur’an’da, hem de Nûr/31 ayetinin sonunda bu yorumla telif edemediğimiz bir ibare geçmektedir ki kendilerinin, sözkonusu yorumlarıyla şu Kur’anî ibarenin arasını telif etmeleri gerektiğini düşünüyoruz: “Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar”.

Kadınların ‘gizledikleri ziynet’ ile herhalde ya ayağın (yere veya birbirine) vurulmasıyla belli olabilecek bir ziynet türü veya ziynet yeri (ayak civarı) kastedilmiş olmalıdır. [Müfessirlerin buradaki ziynet’i, ayağın yere vurulmasıyla belli olan ‘ayak bileğine takılan bilezik' (halhal) şeklinde izah ettikleri hatırlanmalıdır.] Her halükârda kadınların, ayaklarla bağıntılı bir biçimde ziynetlerini (ya da ziynet yerlerini) ‘gizledikleri’ ve gizledikleri bu ziynetlerin (ya da ziynet yerlerinin) ‘bilinmesi’ için ayaklarını vurmamaları (!) ifade edilmektedir. Şayet Kur’an’ın ilk muhatap çevresindeki kadınlar, bugünün kentli kadınları gibi etek giyiyor veya Hatemî’nin deyişiyle ‘dizlere kadar ayaklarını’ açıkta bırakıyor olsalardı, o zaman için bu nehyin ve tabiatıyla bu ifadenin (=gizliliğin) ne gibi bir anlamı olabilirdi?

Bir diğer husus, Nûr/31 ayetine dahil olan bu ibare, ayetteki emri ev içi örtünme’ye tahsise mâni değil midir? Yani kadınların hımârlarını üzerlerine almalarına ilişkin emir, ev içine aitse, kadınların, evde ayaklarını yere vurmamaları ya da böyle bir nehye muhatab olmaları nasıl açıklanacaktır? [Nasıruddin Elbanî, bu konudaki nehyin, ‘açık bir karine’ ile kadınların hımârlarını ev haricinde de örtmeleri zaruretine delalet ettiğini söylemektedir.]

3.    İllâ Mâ Zahara Minha

Hatemî üçüncü safhada, ziynet yerlerinden istisna edilen, ahlâken [aklen] örtünmesi gerekmediği âşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına girmediğinde insanların birleştikleri beden yörelerini ele alıyor ve Nûr/31 ayetinde geçen ‘illa mâ zahara minhâ’ ifadesine getirdiği yorum muvacehesinde, bir önceki bölümde sözü edilen bölgelerle birlikte (yüz, el ve ayaklar ile) saçların da istisna kapsamına girip girmediğini tartışıyor (sh. 250 ve krş. 241). Hatemî’nin, bu husustaki görüşleri, esasen pek açık değildir ve meramını anlatırken kendisinin oldukça sıkıntı çektiği anlaşılmaktadır. Hatemî’nin sözlerini, hem eleştiri'nin sıhhati açısından, hem de metnin kendisini okuma imkânı bulamayacak olanları da düşünerek genişçe iktibas ediyoruz (vurgular bize ait, D.C.):

Saçların, yüzün cüz'ü olarak açık kalabilip kalamayacağı, yoksa açılmasında zaruret olmadığı için kapanması gereken bir beden bölümü olup olmadığı açıkça belirtilmiş değildir. Bu sebeple; ihtiyat ve takva yönünü tercih edenler, saçlarını da örterler, (sh. 243)

Nûr Sûresi’nin 31. ayeti kadın için, ahlakî ve mecburî ev içi örtünmenin sınırlarını belirlemektedir. Bu sınırları belirlerken, saçları özellikle belirtmiş değildir. Ayet-i kerime metnindeki ‘hımâr’ kelimesi ‘başörtüsü' değil ‘örtü' (giysi) anlamındadır, (sh. 251)

Bedenini ‘dar olmayan, şeffaf olmayan, bedene yapışık olmayan' bir giysi ile örttükten sonra yüzünü ve saçlarını açıkta bırakan bir kadına da yine kimsenin müdahale ve taciz hakkı yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ‘baş açma yasağı' açıkça belirtilmemiştir. (sh. 252)

Herşeydcn önce bu örtünme, evde mahremlere karşı da sözkonusu olan ‘ahlâkî örtünme' demek olduğundan, ayet-i kerime'deki ‘hımâr' terimini ‘giysi, örtü’ değil de ‘başörtüsü’ anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma‘kul ve mantıkî değildir, (sh. 263)

Saçlar açıkça zikredilmediğine göre, iki yorum sözkonusu olabilir: a)... Takva, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva; saçların da örtülmesi yönünde olmalıdır. b) ... Saçın mutlaka örtülmesi gerekse idi, bu husus açıkça belirtilirdi. Kaldı ki saç özel olarak bir beden yöresi değildir. Yüzün fer'idir. (sh. 264) Kur'an-ı Kerim’de açık bir hüküm olmadığına göre; kadının başını örtüp örtmemesine Dcvlet’in karışmaması gerekmez mi? (sh. 265)

Hacetin, ‘açıkça belirtilmiş değildir’, ‘[ayet] saçları özellikle belirtmiş değildir’, ‘Kur’an-ı Ke-rim’de ‘baş açma yasağı’ açıkça belirtilmemiştir', ‘açıkça zikredilmediğine göre’, ‘bu husus açıkça belirtilirdi’, ‘Kur’an-ı Kerim’de açık bir hüküm olmadığına göre’ gibi ifadelerle, Kur'an’da saçlarla ilgili açık bir hükmün olmadığını ve dolayısıyla ayette saçı (veya ‘başı’) örtmenin vücûbiyetine ilişkin bir sarahatin bulunmadığını iddia etmekte, sonra da ‘ihtiyat ve takva yönünü tercih edenler’in ya da ‘takvâ, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva’ya göre hareket edecek olanların [daha sonra Ahzab/59 ayeti münasebetiyle bu fetva, ilahî bir tavsiye'ye dönüşecektir], saçlarını (veya ‘başlarını’) örtebileceklerini söylemek nezaketinde bulunmaktadır.

3/a. Hükmün Mevcudiyeti Meselesi

Ayetlerde (Nûr/31, Ahzâb/59) bir açıklığın, bir sarahatin bulunmadığı iddiası, bu

ayetlerde örtülecek yerler meyânında baş ya da saç kelimelerinin zikredilmcdiği, yahut hımâr ve cilbâb lafızlarına, yine baş ya da saç kelimeleriyle izafete girmedikleri için ‘başı da örten bir örtü' anlamının verilemeyeceği öngörüsüne dayanmaktadır. Ayetteki hükmün sarahat taşımadığı iddiası bu öngörülerden hareketle temellendirilince, sarahat taşımayan ibarelerden elde edilecek hükmün de vücûb değeri taşımayacağını söylemek mümkün hale gelmektedir. Bu öngörülerin sıhhatini aşağıda ele alacağız; ancak daha önce açıklanması gereken önemli bir husus bulunmaktadır: Günümüzde oldukça çok kullanılan “Kur’an’da yok!”, “Kur’an’da geçmiyor!" gibi ifadelerle, bir meselenin ya da bir lafzın doğrudan Kur’an’da bulunmuyor olması bahane edilerek o meselenin hükmünün de Kur’an’da bulunmadığı iddia edilebilmektedir. Sözgelimi, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanırken (Nisâ/23) kadının halası ve teyzesi lafzen geçmiyor diye, bazıları kadının halası ve teyzesi ile evlenilebileceği fetvasını vermekten çekinmemiş, bu fetvaya haklı olarak karşı çıkanlar da ancak hadîslere dayanmak suretiyle cahrimden söz edilebileceğini söylemişlerdir. Oysa ayet dikkatlice ele alındığında, kadının hala ve teyzesiyle evlenme yasağının lafzen değilse de hükmen ayette bulunduğu, kadının hala ve teyzesinin de mevcut bu hükmün kapsamına girdiği görülecektir. Nitekim bu mantığa göre, Kur’an’da viski de, rakı da, şampanya da lafzen geçmemekte, dolayısıyla bu içkileri içmek Kur’an’da yine lafzen nehyedilmiş olmamaktadır. Halbuki sözü edilen içki türlerinin ayette lafzen sıralanmaması, bu içki türlerinin mevcut yasak hükmünün kapsamında mütalaa edilmesine mâni değildir; üstelik bu içki türlerinin lafzen sıralanması gerekli de değildir.

Yine bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim, kişinin anne ve babasına ‘öf demesini yasaklamaktadır (İsrâ/23). Kişinin ebeveynine ‘öf demesi ayette lafzen yasaklanmakla birlikte, kişinin ebeveynine sövmesine, onları dövmesine ilişkin yasak lafzen zikredilmemektedir, zikredilmesi de zaten gerekmezdi. Çünkü anne-babaya ‘öf denilmesi yasaklandığında, aynı şekilde sövmek ya da dövmek fiilleri de yasaklanmış, bir diğer tabirle menedilen cürmün en alt mertebesi (el- ednâ) zikredilmekle en üst mertebesi de (el-a‘la) zikredilmiş olmaktadır (İbn Rüşd, Bidayet'ül-Müctehid, 1/3, Beyrut, 1988). 'Kadınlarla tokalaşmak' meselesinde, gadd-ı basar’ın en alt mertebe (el-ednâ) olarak mütalaa edildiği bu vesileyle hatırlanmalıdır.

Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar (Nisâ/23) ya da kadınların ziynetlerini yanlarında açabilecekleri mahremler (Nûr/31) sıralanırken, kaçınılmaz olarak hükme medar olan kimselerin hepsi lafzen zikredilmemiş, meselâ ‘kızlarınız’ denmiş ama ‘kızlarınızın kızları’ (torunlarınız) denmemiştir.

Binaenaleyh hükmen zikredilen kimselerin sayısı, lafzen zikredilen kimselerin sayısından tabiatıyla fazla olmuş ve fakat kimse de çıkıp ‘hüküm, lafzen zikredilmeyenlere ıtlak edilemez’ dememiş, diyememiştir.

Usûl-i Fıkh kitaplarında bu konuda daha farklı misaller bulmak mümkündür ve burada maksadı anlamaya kâfi gelecek miktarda misalin verildiği kanaatindeyiz. Hâsılı, ayette saç ya da baş lafızlarının doğrudan geçip geçmemesi başka bir mesele, ayette saç ya da başa ilişkin bir hükmün bulunup bulunmaması, hatta ayetten elde edilen hükmün sarahat taşıyıp taşımaması başka bir meseledir. Nitekim lafzın mânâya, ibarenin hükme delâleti bahisleri hiç değilse bir miktar tedkik ve tatbik edilmiş olsaydı, ne bir hukukçu tarafından ‘hukuk’ adına hukuk cinayetleri işlenirdi, ne de ma'lumu i'lam kabilinden söylediğimiz bu sözlere ihtiyaç kalırdı.

3/b. ‘Küfür ve İffetsizlik’ Suçlamaları

Hatemî’nin konuyla ilgili yazılarını bütünüyle okuyacak olanların hemen farkedecekleri gibi, aslında kendisinin başını örten müslüman kadınlarla bir alıp veremediği yoktur: onlar başlarını örtebilirler ve belki örtmelidirler de; zira örtmeleri kendi kavline göre takvâ, verâ ve ihtiyata uygundur. Ne ki asıl sorun; başlarını açan, bugünün standartlarına göre ‘çıplak’ sayılmayacak derecede ve modem tarzda giyinen, fakat müslüman olduklarını, İslâm camiasına mensup bulunduklarını söylemekten de geri kalmayan hanımların durumudur. Çünkü yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, Hatemî’nin ‘fuzulî kahyalar’, tefeci kulları’, ‘küfür fetvacıları’ gibi sıfatlarla nitelediği birileri (!), bu kadınları tekfir ve taciz etmekte, onları böyle giyinmekle ‘çıplak’, ‘iffetsiz’, ‘kâfir’, ‘mürted' ve hatta ‘cehennemlik’ saydıklarını söylemektedirler. İşte bütün sorun, bu yaklaşımın önüne geçmek, başlarını örtmeseler de, ‘İslâmî’ olarak bilinen şer‘an mâruf biçimler üzere giyinmeseler de bu kadınların ‘çıplak ve iffetsiz’ sayılamayacağını, kendilerine ‘kâfir, mürted, cehennnemlik’ denilemeyeceğini ortaya koymaktır.

İşte bu gibi düşüncelerle, bedenin zinet yeri olduğu şüphe götürmez bölgelerini, dar vc tahrik edici olmayan bir giysi ile gerektiği gibi gizlemiş olan hanımlar, sırf başlarını örtmedikleri için 'iffetsizlik' ile itham edilmemeli, fuzulî kâhyaların fiilî ve kavlî tecavüzlerine maruz bırakılmamalı, 'artık ağzınla kuş tutsan cehennemliksin’ denmemelidir. (sh. 243-244)

Ahzâb Sûresinin 59. ayet-i kerimesinde, kadına bir tavsiyede bulunulmakta, bu ayet-i kerimede dahi ancak kadının 'saçının bir teli görülürse dünyada sopa yiyeceği, iffetsiz ve hatta dinden çıkmış sayılacağı, Ahiret’te de cehenneme gideceği’ belirtilmiş değildir.

Apaçık bir nass bulunmayan bir hususda 'ictihad’a cevaz varsa, ‘tekfîr’e yer yok demektir. Bu hususda tekfîr’e başvuranlar, kendilerini tekfir etmiyorlar mı? (sh. 266)

Kanaatimizce Hatemî’yi sinirlendiren, hatta hırçınlaştıran taraf işte burasıdır ve görebildiğimiz kadarıyla bu konudaki mesâisinin önemli bir kısmını da bu sorunu aşabilmek için harcamıştır. Nitekim kendisi, Kur’an’da başörtme yasağının açıkça belirtilmediğini, bu hususta açık bir hüküm bulunmadığını, meselenin bir ictihad, bir fetva konusu olduğunu ve bu fetvanın da nihayet yorumlardan bir yoruma dayandığını ifade etmeye çalışmakla, aslında bu kadınların Kur’anî ve ilahî bir emre değil, bir ictihad’a, bir fetva’ya, bir yorum’a karşı gelmiş olduklarını, bu nedenle de ‘kâfir ve mürted’ olmakla suçlanamayacaklarını söylemektedir. Buraya kadar meselenin itikadî boyutu tartışılmış ve hatta hall u fasl edilmiş olmakta, ancak bu sefer, ‘kâfir ve mürted’ şeklinde suçlanmaktan kurtulan kadınların iffetleri bir sorun halini almaktadır. Hatemî bu sorunu da iffet meselesini ‘asgarî örtünme mahalli’nin içine sıkıştırarak halletmekte, Ahzab/59 ayeti münasebiyle, “... demek oluyor ki kadının —örtünmesi değil!— başını örtmesi, ‘cilbâb’ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet sorunu değildir” (sh. 261) diyerek meselenin ahlâkla, iffetle bir ilgisinin bulunmadığını söylemektedir.

Bu tekfir meraklılarının ikinci bir namertliği dc, ‘başörtüsü’ ile ‘örtünme'yi kasden karıştırarak, ‘başörtüsü ahlâkî emir değil, kadının sırnaşık erkeklerce rahatsız edilmemesi için bir tavsiye olabilir' diyenleri, ‘tesettür farz değildir, sadece ihtiyata uygundur dedi!' tarzında itham etmeleridir. Oysa böyle bir söz söylemek için ahmak olmak gerekir. Ne yazık ki Molla Lütfi gibi erler, tarih boyunca bu gibi söz saptırmaları dolayısı ile şehid edilmişlerdir, (sh. 266­267)

Başörtüsü’nün ‘ahlâkî bir emir’ olmadığını söyleyen Hatemî, burada tesettür (örtünme) kavramı içerisinden ‘başörtüsü’nü çıkarmakla, örtünmenin değil, baş örtmenin vücûbiyetini kabul etmediği, binaenaleyh tesettür’ün (=başörtüsüz örtünmenin!?) vücûbiyetini ikrar ettiği imâsında bulunmaktadır ki zaten yazılarından anlaşılması gereken de budur. Fakar asıl anlaşılamayan, anlaşılmakta zorluk çekilen husus, ‘Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani’ demeden tesettür kavramını değiştiren, daraltan, Kur’an’dan başörtüsüz bir örtünmeyi istinbat etmekle tesettür kavramını garip kılıklara sokan, sanki Hatemî’nin bizzat kendisi değilmiş gibi, kelimeyi lugavî değil de ıstılahî (mutad) anlamında kullandıkları için başkalarını (kimse bunlar?) nâmertlik ile suçlayıp Molla Lütfi rollerine soyunmaya kalkışmasıdır.

Esas itibariyle önemli olan —müsebbibi kim olursa olsun— bu îma edişler ya da laf oyunları değildir; asıl önemli olan, bunca laf eğip bükmenin, akıl almaz tevillerle bu işin içinden çıkacağım diye kıvranıp durmanın, Kur’an’a muhatab olan kimselerin Kur’an’la kendi aralarındaki ilişkiyi metnin değil, muhatabın içinde bulunduğu çevre ve şartların etkilediğini, belirleyip yönlendirdiğini göstermesidir. Çünkü bu çırpınışlar, aslında, “Kur’an’a Göre...”, “Kur’an’da...” diye başlayıp biten yazıların, ortaya atılan fikirlerin, hatta “Kur’an’ı asrın idrakine söyletme” çabalarının ardında kalan, bir türlü görülmeyen, görülmek istenmeyen bir manzarayı, bir zaaf kaynağını ibret-âmiz bir biçimde gözler önüne sermekte, hal-i hazır hayatın yol açtığı sorunların ve bu sorunlar karşısındaki tavır-alışın İlahî Kelâm’ı anlamada, yorumlamada nasıl etkili olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tıpkı, toplumda köle ve cariye statülerinin geçerli olmasının, Kur’an’ın emirlerini yorumlamada bir zaaf teşkil etmesi, ‘cariyenin avretinin, erkeğin avreti gibi olduğunu' bildiren yorumlara yol açarak anlamı saptırması gibi, çağdaş yorumlarda da içinde yaşanılan hayatın rolü baskın çıkmakta, aynı zaaf bu sefer başka suretlerde boy göstermektedir. Neticede sorular, sorular ve yine sorular... Kur’an’ın çağdaş okuyucusunun (!) anlamadığı, anlayamadığı, belki de anlamak istemediği için kıvranıp durduğu, bir türlü cevabını bulamadığı sorular...

Dudakların ve gözlerin açık kalmasına cevaz verilip de saçın mutlaka örtünmesinin gerektiğinin söylenmesinin hikmeti nedir? Yoksa kadın gözleri ve ağzı gibi, işitmesini engellemesin diye kulaklarını açıkta bırakıp da sadece saçlarını mı örtecek? Cilbâb dış giysi anlamına ise, saçların mutlaka örtünmesi gereği nereden çıkıyor? (sh. 264)

3/c. Saçlar Yüzün Bir Cüz’ü müdür?

Hatemî’nin tesettür kavramına getirdiği yorumların ardındaki sebepler her ne olursa olsun, bu yorumların ancak bazı zorlamalar sayesinde mümkün olabildiği muhakkaktır. Çünkü yanlış sorular, kaçınılmaz olarak yanlış cevapları tevlid edecektir. Nitekim nasıl bir lügat veya anatomi bilgisine ya da nasıl bir akıl yürütmeye dayanıyor bilemeyiz ama kendisi açıkça ve iki kez saçlar için “yüzün cüz’ü” (sh. 243) ve “yüzün fer'i” (sh. 264) tabirlerini kullanmaktadır. Biz, Arapça’daki vech (yüz) kelimesinin kapsamına saçların girip girmediğini tartışmak yerine, sözkonusu kelime (yüz) Türkçe olduğundan ve metin de Türkçe yazıldığından yine Türkçe bir sözlüğe bakılması gerektiğini düşünerek TDK Sözlüğü’nün (Ankara, 1988) konumuzla ilgili olan ‘yüz’ kelimesine verdiği karşılıkları buraya alıyoruz:

Yüz (II) is. 1. Başta, alın, göz, burun ağız, yanak ve çenenin bulunduğu ön bölüm, sima, çehre, surat.

Bu iddianın temelsizliğini göstermek için böylesi istişhadlara gerek yoksa da içine düşülen bu garabetin hangi boyutlarda olduğunun görülmesi için — meselenin bir Kur’an ayetiyle ilgili olmasına binaen— Kur'an’dan da bir misal verelim:

Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda, yıkayın yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi ve meshedin boşlarınızı... (Mâide/6)

Bu ayette yüzlerin (=vücûh) yıkanması, başların (=ruûs) ise meshedilmesi emredilmektedir. Saçların yüzün fer'i/cüzü olduğu iddia edildiği takdirde, saçların da yıkanması gerektiği gibi bir sonuçla karşılaşmak kaçınılmazdır. Olabilir ve belki bu bile iddia edilebilir. Ancak o zaman da başın nasıl meshedileceği meselesi ortaya çıkacaktır ki bu meseleyi çözmeye Medenî Hukuk bilgisinin de kâfi geleceğini sanmıyoruz.

Hatemî’yi böylesine tuhaf iddialarda bulunup saçların baş’ın değil de yüz’ün bir cüz’ü olduğunu öne sürmeye sevkeden husus, kanaatimizce, örtünme emrinden istisna edilen yerler içerisine yüz bölgesinin girdiği konusunda geniş bir ittifakın bulunmasından yararlanma ihtiyacıdır. Nitekim yüz bölgesinin ‘illa mâ zahara minhâ’ ibaresinin kapsamına girdiğinde ittifak ediliyorsa ve saçların da yüz bölgesinin bir cüz’ü/fer'i olduğu bu ittifaka dahil edilecek olursa, geriye tartışılacak ne kalır? Elbette koskocaman bir hiç! O zaman Hatemî de ‘ziynet yerlerinden istisna edilen’ kısımları, ‘ahlâken [aklen] örtünmesi gerekmediği âşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına girmediğinde insanların birleştikleri beden yöreleri’ şeklinde yorumlamakta haklılık kazanır. Ne diyelim, haklılık böylesi laf oyunlarıyla kazanılıyorsa kazananlara hoş-âmedi olsun! [Her ne olursa olsun, yine de Başörtüsü Meydan Savaşlarına hakemlik yapmak için bir ayetin anlamını zorla tevile ve saçların, başın değil de yüzün cüz’ü veya fer'i olduğunu iddia etmek şeklindeki birtakım kelime oyunlarına tevessül edilmemeliydi.]

3/d. Hımâr Teriminin Anlamı

Saçların yüz’ün mü, baş’ın mı bir cüz’ü olduğu meselesinin bu denli ehemmiyet kazanmasının, ayette geçen humûr kelimesinin örtü mü, başörtüsü mü anlamına geldiğiyle de yakından alâkası bulunmaktadır. Humûr lafzının örtü mânâsına geldiğini ve ayette baş ve saç kelimeleri geçmediğinden bu lafza başörtüsü anlamının verilemeyeceğini iddia edenlerin içinde bulundukları başlıca zaaf — daha önce belirttik, yine belirtelim— ayetin ilk muhatap çevresini dikkate almamaları ve Kur’an’ın, ilk muhataplarına örtünmelerini emrederken çıplak bir mankeni giydiriyormuşcasına o dönem örfünü dikkate almayan ‘mücerred ifadeler’ kullandığının sanılmasıdır.

Ayet-i kerime metnindeki 'hımar' kelimesi 'başörtüsü' değil ‘örtü’ (giysi) anlamındadır, (sh. 251) Herşeyden önce bu örtünme, evde mahremlere karşı da sözkonusu olan ‘ahlâkî örtünme’ demek olduğundan, ayet-i kerime'deki 'hımar' terimini ‘giysi, örtü' değil de 'baöşörtüsü' anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma'kul ve mantıkî değildir, (sh. 263)

İslâm dünyası bunca asır Hatemî kadar “ma’kul ve mantıkî” davranamamış olmalı ki klasik metinlerde mevcut tüm kayıtlar —ittifakla— o dönem Arap kadınının başını örttüğünü ve fakat örtüsünü ya ensesine doğru bağladığını ya da örtüsünün ön tarafta bitişecek olan yakalarını birbirine kavuşturmayıp gerdan kısmını ve çevresini açıkta bıraktığını, binaenaleyh ayetin bir tesettür emrini ifade etmekten ziyade, tesettürün bir suret-i mahsusasını dile getirdiğini beyan etmektedirler. Ayrıca o toplumda sadece kadınların değil, erkeklerin de başlarını örttükleri unutulmamalı, bunun sebebi olarak sadece Arab örfü değil, Arabistan’ın sıcak iklimi de dikkate alınmalıdır. Bu takdirde, Kur’an’ın kadınlarla ilgili tesettür (=başı da içine alacak şekilde örtünme) emrinin niçin bazı tafsilatlar içermediği ve fakat buna rağmen bu Kur'anî emrin niçin İslâmî gelenek tarafından hilafsız aynı şekilde anlaşılıp tatbik edildiği sarahat kazanacaktır.

Hımar (çoğulu humûr) kelimesinin salt bir örtü mü (döpyes, tayyör ya da şal mı), yoksa başı (saçları) da örten bir giysi mi demek olup olmadığı meselesine gelince, bu sadece aklî istidlallerle (salt düşünceye dayalı yorumlarla) çözülebilecek bir mesele değildir. Bu meselede ibarenin anlamını -tayin edecek ölçüt, Kur’an’ın ilk hitab çevresinde aranmalıdır. Çünkü evvelemirde Kur’an Hicaz’da ve Arap diliyle nâzil olmuştur. Bu nedenle sözkonusu kelimenin anlamını tayinde asıl ma'kul olan, bu dili kullanan ve bu dilin kendi içinden çıktığı çevrede yaşayan insanların otoritesine (hakemliğine) başvurmak ve bu insanların kendi dil ve kültürlerini kendilerinin daha iyi bildiklerini kabul etmektir. Elbette burada kastedilen bugünkü Arap dili ve çevresi değildir; kastedilen, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemin Arap dili (kadîm Arapça) ve bu dilin içinde varolduğu kadîm Arap kültürüdür. Nitekim Tefsir tarihinin başından itibaren Kur’an müfessirleri bu ilkeyi gözetmişler ve Kur’an ayetlerinin anlamını (hatta kıraatleri) tayinde kadîm Arap dilinin ve lehçelerinin otoritesine başvurmuşlardır. Dil ve kültür arasındaki iç bağıntının, o dilde yazılı bir metni anlamadaki rolüne gelince, bu bağlamda bu hususa sadece işaret etmekle yetiniyoruz.

İlk hitab çevresi öncelikle Araplardan oluşan ve Arap diliyle nâzil olan bir kelâm’ın anlaşılmasında ihmal edilen mezkûr ilke dikkate alınır ve böylece hımâr, cilbâb ve siyâb gibi sadece kadîm Arap diline değil, kadîm Arap kültürüne de ait olan bu kelimelerin anlamını tayinde, o dönem Arap kadınının örtünme biçimine bakmak akıl edilirse şayet, o zaman anlamsız tevillere, gereksiz laf oyunlarına ve ‘ayette saç, baş ya da başörtüsü kelimeleri geçmiyor, demek ki bu hususta bir sarahat yok!’ gibi ancak düşmanları sevindirecek akıl yürütmelere gerek kalmaz. Nitekim Nûr/60 ayetinde, nikâh ümidi kalmamış yaşlı kadınların, bilhassa ziynetlerini göstermeye çalışmamaları (gayra müteberricâtin bi-gînetin) kayd u şartıyla ‘siyâblarını bırakıp koyvermelerinde’ kendilerine bir günah olmadığı bildirilmekte ve fakat bu ruhsata rağmen sakınmalarının (=iffetli davranmalarının) kendileri için ‘daha hayırlı’ olacağı uyarısı yapılmaktadır ki bu ayette geçen ‘siyâb’ kelimesini de basit bir şekilde ‘giysi’ olarak çevirmek mümkündür. Fakat bunun nasıl bir giysi olduğuna hangi yolla karar vereceğiz?

Şayet bu giysi, günümüzdeki anlamıyla ele alınacak olursa, yaşlı kadınların ziynetlerini göstermeye çalışmaksızın ‘siyâblarını bırakıp koyvermeleri’ne ne gibi bir mânâ verilecektir? Siyâb, hımâr, cilbâb kelimelerinin ne tür giysilere delâlet ettikleri, aralarındaki farkların ne olduğu, kadınların bu giysilerle nasıl örtündükleri, hangi uzuvlarını nasıl örttükleri ne surette anlaşılacak, bu konuda dileyenin dilediği anlamı yakıştırmasına nasıl mâni olunacaktır? (Elmalılı H. Yazır bu terimi, Türkçe’ye ‘çarşaf kelimesiyle çevirmektedir.) Kelimenin belli bir uzvu örten bir giysi türü olduğunu anlamak için, —pazı-bent, ser-puş, hatta gözlük, ayakkabı örneklerinde olduğu gibi— muhakkak o uzvun zikredilmesi mi gerekir? Oysa Türkçe’de geçen örtü, çarşaf, ferâce, çember, bürgü, ehram, yeldirme, üstlük, yazma, yaşmak, değirmi, yemenî, harmani, türban, tülbent gibi kelimelerin hemen hepsi de kadınların kullandıkları ‘başörtüsü’ veya ‘başörtüsü’nün değişik biçimleri’ için; şapka, kasket, takke, külah, sarık, kalpak, bere, kavuk gibi kelimeler ise erkeklerin başlarına taktıkları muhtelif ‘başlıklar’ için kullanılmakta ve fakat buna rağmen hiçbirinde ‘baş’ ya da ‘saç’ kelimeleri geçmemektedir. Bu bakımdan meselâ yemeni kelimesinin ‘başa bağlanan bir örtü’ olduğunu bilmek için, kişinin oturduğu yerden akıl yürütmesine hiç mi hiç gerek yoktur. Kişinin “yemeni bağlamış telli başına/zülüfleri düşmüş hilal kaşına” mısralarını terennüm edecek kadar bu toplumun diline, kültürüne alâka duyması yeter-lidir. Yok eğer kişi, ‘bu kadarını ben de biliyorum’ der, sonra da ‘Yemeni eskitmek istersen, köye muhtar ol’ atasözünden, “eskiden köylerde kadınların da muhtar oldukları, hatta muhtar olmak için yıllarca başa bağlanan yemeni ile dolaşmak gerektiği, dolayısıyla feministlerimizin kadın haklarını boşuna dışarıda aradıkları, vs.” şeklinde neticeler çıkarıp tumturaklı laflarla güyâ birtakım sosyolojik yorumlarda bulunmaya kalkışırsa, o zaman o kişiye ‘bir kültüre alâka duymak, o kültüre vakıf olmak demek değildir’ denir, ardından da kendisine, başa bağlanan yemeni ile ayağa giyilen ve bir tür ayakkabı anlamındaki yemeni’yi birbirine karıştırdığı, dolayısıyla bir kelimenin başı ya da ayağı örten bir ‘şey’e delâlet etmesi için, muhakkak baş ya da ayak kelimeleriyle izafete girmesi gerekmediği söylenir.

İstanbul’un varsıl kesimlerinin yaşadıkları semtlerin dışına çıkmamış yabancı biri, Türkçe bir metinde, sözgelimi bir romanda bu kelimelerden birine rastlasa, sonra da bu kelimenin saç ya da baş kelimesiyle izafete girmediğini, bu nedenle de sadece (herhangi bir) ‘örtü’ veya ‘giysi’ anlamına gelebileceğini iddia etse, hiç değilse ne anlama geldiğini nasıl öğrenebileceğini sorsa, herhalde kendisine vereceğimiz cevap; ya bulunduğu yerden çıkıp biraz da İstanbul’un diğer semtlerini gezmesini, halkı gözlemlemesini ya da gidip iyi bir sözlük edinmesini tavsiye etmekten ibaret olacaktır. Eğer soruyu soran kişi anadili Türkçe olan biri ise, ona ablasıyla, eşiyle veya annesiyle değil, büyükannesiyle konuşmasını tavsiye etmenin daha doğru, daha kestirme bir yol olacağında kuşku yoktur herhalde.

3/e. Saîd b. Cübeyr’in Görüşünün Aslı Nedir?

Hatemî, Kur’an’da başörtüsü emrine dair bir sarahatin bulunmadığı şeklindeki görüşün, —bizim iddiamızın aksine— seleften de bir mesnedi olduğunu; bu görüşü dile getirmekle aslında, Saîd b. Cübeyr’in “kadının başının açık olmasının —haram değil— mekruh olduğu, ancak, başörtüsü konusunda Kur’an-ı Kerim’de bir hüküm olmadığı” şeklindeki görüşünün tekrarlanmış olduğunu ifade etmektedir:

Prof. Dr. Karaman’ın yukarıda anılan kitabında yer verdiği rivayete göre, Cessâs’ın Ahkâm’ul- Kur'an adlı eserinde, Saîd b. Cübeyr'den naklen "kadının başının açık olmasının —haram değil — mekruh olduğu, ancak, başörtüsü konusunda Kur'an-ı Kerimde bir hüküm olmadığı" görüşü yer almaktadır. Şu halde, bir kez daha soruyorum: Saîd b. Cübeyr’in bu görüşünü tekrarlayan birisi niçin 'kâfire' olabilmektedir de, 'Şeytan ayetleri' hezeyanını uyduran veya benimseyen değil, bu hezeyanı şiddetle reddedenler yine aynı küfür fetvacılarının oklarına hedef olmaktadır? (sh. 266)

Hatemî’nin bu sözlerinden; a) Cessâs’ın Ahkâm'ul-Kur'an adlı eserinde naklettiği, b) Hayreddin Karaman’ın da kendi kitabında yer verdiği bir rivayete göre, c) Saîd b. Cübeyr adlı tâbiûn’a mensub bir âlimin (Vef. H. 95) kadının başının açık olmasını haram değil, mekruh gördüğünü, üstelik başörtüsü konusunda Kur’an'da bir hüküm olmadığını söylediği anlaşılmaktadır. Peki işin aslı nedir? Gerçekten de Saîd b. Cübeyr, böyle bir görüşe, yani kadının başının açık olmasının haram değil, mekruh olduğu şeklindeki bir görüşe sahip midir? Kendisi, "başörtüsü konusunda Kur'an’da bir hüküm olmadığı”na dair bir söz sarfetmiş midir?

Hayır! Bu soruların ikisinin cevabı da olumsuzdur; zira ne Cessâs’ın Ahkâm’ul- Kur’an adlı eserinde (V/174, Beyrut, tsz.), ne Hayreddin Karaman’ın kitabında, ne de —her ne kadar Hatemî zikretmekten imtina etmişse de— iddianın asıl sahibinin sözlerinde (İslâm’da Kadın ve Aile, sh. 149) bu ifadelerin karşılığı bulunmamaktadır. Hatemî, iltibasa yol açacak bir surette hem muhtevası, hem de rivayet şekli bakımından metni doğru nakletmemiş, böyle davranmakla da okuyucunun meselenin aslını anlamasına mâni olmuştur. Nasıl mı, görelim!

ı. İlkin bu rivayet, ‘başörtüsü’ne karşı olan, başörtüsü emrinin Kur'an’da bulunmadığını iddia eden ve bununla birlikte başka şeyler de savunan’ resmî ulema’dan bir zâtın Hollanda'da neşredilen Arayış ve İslâm Dergisi adına, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Mısır Müftülüğü ile birlikte Hayreddin Karaman’a da gönderdiği 17 sorudan oluşan bir yazıda (14. soruda) kendi iddialarına 'delil’ kabilinden zikredilmektedir.

ıı. Mezkûr zâtın, Hayreddin Karaman hocaya suali aynen şu şekildedir:

Cassâs'ın Ahkâm'ul-Kur’an'ındaki “Saîd b. Cübeyr’dcn rivayet olunduğuna göre, kendisine bir erkeğin yabancı bir kadının saçına bakması sorulduğunda, bunu mekruh gördüğü, ama “Kur’an'da yok” dediği bildirilmektedir” rivayeti karşısında, başörtüsü ile ilgili emrin vücûb ifade ettiğinde icma vardır diyebilir miyiz? Görüldüğü gibi bu rivayet, saça bakmanın hükmünün Kur'an'da olmadığını bildirmektedir, (sh. 149)

Görüldüğü üzere burada, kerih görülen cihet, esasen kadının başının açık olması değil, bir erkeğin nâmahrem bir kadının saçına bakmasıdır. Üstelik sualin sahibi bile bu rivayetten, ‘başörtüsü konusunda Kur’an'da bir hüküm olmadığı’ gibi bir neticeyi değil, ‘saça bakmanın hükmünün Kur'an’da bulunmadığı’ neticesini çıkarmaktadır.

ııı. Hayreddin Karaman, mezkûr zâtın soru haline tahvil edilmiş iddialarını, bu arada sözkonusu nakli ve bu nakilden çıkarılan hükmü büyük bir vukufiyetle ele alıp tenkid etmiş, kendisine gerekli cevabı da vermiştir. Nitekim kendisi bu suali, şu mantık kalıbına dökerek yeniden ifade etmiştir:

a)    Saîd b. Cübeyr, erkeğin yabancı bir kadının saçına bakmasını mekruh görmektedir.

b)    Saça bakmanın hükmünün Kur'an’da olmadığını bildirmektedir.

c)    Bu sebeple 'Başörtüsü ile ilgili emrin vücûb ifade ettiğinde icmâ vardır’ denilemeyecektir. (sh. 149-152)

‘Kayınvâlide saçına bile bakmayı caiz görmediği’ nakledilen Saîd b. Cübeyr'in burada ne demek istediği, kerih (mekruh) görmenin ne anlama geldiği, neyin olmadığını söylediği, hatta bu ifadeleri aynen kullanıp kullanmadığı, aynı konuda kendisinden yapılan diğer nakillerde (msl. Taberî’de) görüşlerini nasıl ifade ettiği, vb. birçok meseleyi burada yeniden ele almaya gerek duymuyoruz; zira Hatemî’nin, bu meselelerle ilgili yetkin açıklamaları, hiç değilse Hayreddin Karaman hocanın kitabında zaten görmüş olduğunu düşünüyoruz. Ne var ki Hatemî, okuduklarını aslına uygun bir biçimde aktarmamış; yazılanları, kendi yorumlarını destekleyecek şekilde nakletmiştir: Üstelik ne sualin ve iddianın asıl sahibi olan kişiyi ve iddiasının aslını, ne Cessas’ın Saîd b. Cübeyr’den bu görüşü tenkid etmek suretiyle naklettiğini, ne Hayreddin Karaman’ın bu görüşe, eleştirileri sırasında yer verdiğini, meselenin hiç de muhatabının zannettiği gibi olmadığını söylediğini zikretmiştir. Bunların hiçbirini zikretmediği gibi, zikrettiklerini de aslına uygun olarak değil, kendisine mesned teşkil edecek şekilde zikretmiştir.

Biz, Hatemî’nin naklettiği pasajla ilgili olarak Hayreddin Karaman hocanın verdiği bilgileri kısaca zikretmek suretiyle, bu konuda herhangi bir kuşku kalmasın istiyoruz:

[Taberî’nin nakline göre], burada Saîd b. Cübeyr açık bir ifade ile 'ayetle açılmasına izin verilen yerlerin yalnızca yüz vc ellerin içi olduğunu' zikretmektedir. (c. xviii, s. 83.) Yani Saîd b. Cübeyr’e göre, kadınların başları vc saçları avrettir, açılması caiz değildir ve bu hüküm Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. (...)

Sonuç olarak yine tekrar ediyoruz: Saîd b. Cübeyr de dahil bulunmak üzere bütün müctehidlere göre hür vc müslüman kadınların başları ve saçları avrettir, açılması, bakılması caiz olamayan yerlere dahildir, bu hüküm Kur'an'da ve Sünnet'te mevcuttur, üzerinde ittifak (icmâ) edilmiştir, (sh. 151-152)

Bütün bu izah ve nakillerden sonra, sonuç olarak, biz de Hatemî’nin ayetlerde bir açıklık (!) bulunmadığı iddiasıyla başörtüsü emrini keyfe bırakılmış bir mesele olarak vaz'etmesinin hiçbir hakikat değeri taşımadığını söyleyebiliriz.

4.    Cilbâb Ayeti

Nûr/31 ayeti münasebetiyle (bilhassa ‘hımâr’ kavramı çevresinde) söylenenlerin ana hatlarıyla ele alındığı kanaatindeyiz. Şimdi de Hatemî'nin Ahzab/59 ayetiyle (bilhassa ‘cilbâb’ ile) ilgili yorumlarını aktaralım:

Ahzab/59 ayetinde ise, ‘ev içinde açık olabilecek beden yörelerinin, yüz hariç, sokağa çıkıldığında ‘cilbâb’ denen dış örtüsü ile örtülmesi, iman eden kadınlara tavsiye edilmiştir (sh. 251).

Ahzâb Sûresinin 59. ayet-i kerimesinde, kadına bir tavsiyede bulunulmakta (...) Şu halde ahlâkî örtünme sınırlarına riayet ettikten sonra, dış örtüsünü (cilbâb) saçlarını da örtecek şekilde bürünmesi, kendisinin taciz edilmemesi için daha uygun bir örtünme biçimi olarak görülmekle birlikte, bu tavsiyeye uymayan veya uyamayan kadın dinden çıkmış olmaz, kendisine 'iffetsiz' gözü ile bakmaya da hakkımız yoktur. (...) Çünkü Kur’an-ı Kerim'dc ‘baş açma yasağı' açıkça belirtilmemiştir, (sh. 252)

Hatemî ‘cilbâb’ (çoğulu ‘celâbîb’) kelimesinin yorumunda, ‘hımâr’ (çoğulu ‘humûr’) kelimesine anlam verirken davrandığı kadar serbest davranmamakta, kelimenin ‘başı da örten bir örtü’ olduğu, bir diğer deyişle baş örtmenin ‘cilbâb'ın kapsamına girdiği hakikati —bazı kayıtlarla birlikte— teslim edilmektedir. Ancak Nûr/31 ayetinde başörtüsü ile ilgili bir sarahatin bulunmadığını söyleyen Hatemî, Ahzab/59 ayetiyle alâkalı olarak da ‘kadının, saçların bir telini bile dışarıda bırakmaması gerektiğine ilişkin bir sarahatin bulunmadığını’ (sh 263-264) vurgulamaktan geri kalmamaktadır.

4/a. Emir, Vücûb, Tavsiye, İzin, Ruhsat

Demek oluyor ki kadının —örtünmesi değil!— başını örtmesi, 'cilbâb’ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet sorunu değildir, (sh. 261)

Cilbâb ‘dış giysi’ anlamına ise, saçların da mutlaka örtünmesi gereği nereden çıkıyor? (sh. 264) Cilbâb'ın başörtüsünü de kapsadığı görüşü, takvâya ve ihtiyata daha uygun olsa bile... (sh. 265)

Hatemî’nin ifadelerindeki dikkat çekici olan husus, cilbâb’ın sınırlarıyla ilgili olarak söylediklerinde değil, mezkur ayetin, muhatabları için ifade ettiği, etmesi gerektiği değerin keyfiyetine dair yaptığı izahlardadır. Çünkü Hatemî, örtünme'nin (cilbâb’ın) kapsamına başı örtmenin de girebileceğini sözkonusu ettiği her yerde, ‘iman eden kadınlara tavsiye edilmiştir’, ‘Ahzâb Sûresinin 59. ayet-i kerimesinde kadına bir tavsiyede bulunulmaktadır’, ‘bu tavsiyeye uymayan veya uyamayan kadın...’, ‘kadının —örtünmesi değil!— başını örtmesi, “cilbâb”ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir’ şeklinde ifadeler kullanmaktadır. Burada kendisine sorulması gereken sual şudur: Bu tavsiye kimin tavsiyesidir? Sözü edilen standartlar, kadınlara kim tarafından tavsiye edilmektedir?

Bir an için tavsiye olduğunu kabul etsek bile, bu tavsiye Allah Teâlâ tarafından yapılmaktadır ve —Hatemî'nin teyid ettiği ve edeceği üzere— bu tavsiye rabbimizin tavsiyesidir. O halde sayın Hatemî’ye sormak gerekmez mi: Âlemlerin Rabbi’nin tavsiyesi, herhangi birinin tavsiyesi gibi midir? Âlemlerin Rabbi’nin tavsiyesi, insanların uyup uymamakta serbest oldukları kimselerin tavsiyesine hiç benzer mi? ‘Tavsiye etmek’ ile ‘ruhsat vermek’ arasındaki fark nedir? Tavsiye, niçin sadece hüsn-i telkin mânâsına indirgenmektedir? Meselâ Şûra/13, En‘am/144, 151-153, Nisa/131 ayetlerinde de Allah Teâlâ kullarına ‘tavsiye ettiğini’ beyan buyurmaktadır; burada ‘tavsiye’ kelimesi kullanılıyor diye, bundan insanların sözkonusu buyrukların gereğini yerine getirip getirmemede muhayyer bırakıldıkları sonucunu mu çıkarmak gerekir? Allah Teâlâ, ‘insana anne-babası hakkında güzel davranmayı tavsiye etti’ (Ankebût/8) diye, birileri çıkıp ‘bu nasılsa bir tavsiyedir ve gereğini yerine getirmek zorunluluğu bulunmamaktadır’ diyebilirler mi? Yoksa bu tavsiye, Nûr/60 ayetinde yaşlı kadınlara verilen ruhsat gibi midir? Eğer öyleyse, yaşlı kadınlar ile genç kadınlar arasında bir fark yok mudur? Yaşlı kadınlara ruhsat verilirken, açıkça ‘kendilerine bir günah yoktur’ ifadesi kullanılmakta ve üstelik bu ruhsatın ardından kendilerine, sakınmalarının ‘daha hayırlı’ olduğu tenbihi yapılmakta iken, mezkur ayetin vücûb’a değil de ruhsat’a (tavsiye’ye) delâlet ettiğine dair bir kanaate nasıl ulaşılmaktadır? Kaldı ki ilgili ayette, tavsiye’ye delâlet edecek böyle bir kelime de geçmemekte, açıkça Hz. Peygamber’e (s.a) zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına Rabbu’l-Âlemîn’in bir buyruğunu iletmesi emredilmektedir. Üstelik, bu emrin aslında bir tavsiye olup vücûb ifade etmediğini, dolayısıyla ayetin muhatablarının muhayyer olduklarını gösterecek herhangi bir karine de ortada yoktur. Varsa bile, bu hakikati bugüne kadar kimse ayetten istinbat etmemiş/edememiş, kerameti kendinden menkul olmak üzere yüzyıllar sonra ‘evraka, evraka’ demek ancak Hatemî’ye nasib olmuştur.

Filhakika Kur'an'da ‘izin’ mânâsı ifade eden emir sigaları mevcuttur ve bu tür ifadeler umumiyetle bir yasağın ardından gelir. Meselâ Cuma/10 ayetinde, ‘namaz kılındıktan sonra yeryüzünde dağılın da Allah’ın fazlından arayın' denilmekte ve buradaki emir sigası vücûb değil, Cuma namazı vaktindeki ticaret yapma yasağının ardından ‘namazdan sonra artık dağılıp rızkınızı arayabilirsiniz' şeklinde bir izin ifade etmektedir. Mâide/2 ayetindeki ‘ihramdan çıkınca avlanın’ emri de yine vücûb değil, ihramlıyken avlanma yasağının ardından ‘avlanabilirsiniz’ mânâsında izin ifade etmektedir. Bu misallerden de anlaşılacağı üzere Kur’an’da geçen bazı emir sigalarını, birtakım karineler yardımıyla vücûb yerine, izn’e hamletmek mümkündür. Ne var ki hiç kimse İlahî bir emri, ‘kanaatimce bu bir tavsiyedir, dolayısıyla vücûb ifade etmez; üstelik ben karine- marine de anlamam, bildiğimi okurum’ diyemez, dememelidir. Şayet diyecek olursa ne olur? Bizce bu kimse —Ebu Hanife’nin dediği gibi— tekfir edilmez, iknaya çalışılır!

4/b. Hür-Cariye Ayrımı ve İffet

‘Kadınların cilbâblarını üzerlerine almalarını’ emreden ayet-i kerime’de (Ahzâb/59), bu emrin illeti de verilmiş ve bunun, ayetin muhatabı olan kadınların ‘tanınmaları ve incitilmemeleri’ için daha uygun olduğu beyan edilmiştir. Müfessirlerin ekserisi ve cumhur-u fukaha, birtakım rivayetlere istinaden ayetin hür kadınları içerdiği ve cariyeleri kapsamadığı şeklinde bir görüş ileri sürmüşler, hatta bununla da yetinmeyip “cariyenin avretinin erkeğin avreti gibi olduğu”nu iddia etmişlerdir. Hüseyin Hatemî ise, bu görüşlere kesinlikle karşı koymuş ve bu yaklaşımın İslâm’ın ve Kur'an’ın ne nasslarıyla ne de maksadlarıyla uyuştuğunu, böylesi hükümlerin bu hükümlere ulaşanların kendi görüşleri olmaktan başka bir değer taşımadığını açıkça ifade etmiştir. Sayın Hatemî, bu eleştirilerinde tamamen haklıdır ve doğruyu söylemektedir. Nitekim biz de bu konuda kendisiyle aynı görüşü paylaşıyor ve ayette mezkur illetin bu konuda hür-cariye ayrımına yol açacak bir mânâ taşımadığını düşünüyoruz.

lbn Hazm (el-Muhalla, 111/218-219) ve Ebu Hayyan (el-Bahr'ul-Muhît, V1I/250) gibi iki Endülüslü âlim dışında, çağdaş âlimlerden İranlı Ayetullah Murtaza Mutahharî (Hicab, sh. 71 ve 137-139) ile Şamlı Nasıruddin Elbânî de (Hicab, sh. 39-43) bu görüştedir ve ayette geçen “mü’minlerin kadınları” ibaresinin umum ifade ettiğini, hürlere tahsis edilemeyeceğini söylemektedirler. Bir hadîs âlimi olan Nasıruddin Elbânî, ayrıca esbâb-ı nüzûl adına nakledilen rivayetleri de ele almakta ve bu rivayetlerin bir sıhhat taşımadığını açıkça göstererek ayetten böylesi bir ayrımı elde edenleri şiddetle tenkid etmektedir. Adı geçen bu âlimlerle birlikte Hayreddin Karaman’ın şu sözleri de bu görüşü teyid eder niteliktedir:

Bu cümleden sonra diyorum ki [cariye konusunda] nass yoktur. İkincisi ibaresiyle delâlet eden bir şey dc yoktur; ne Hadîs’te, ne Kitab’da. Kitab'da ve Sünnet'te cariyenin açılabileceğine, ibaresiyle delâlet eden bir metin yoktur. Bazen nassı bu mânâda kullanırlar. Nass diye Kitab ve Sünnet'te geçen herşeye derler. Bu mânâda da bir metin mevcut değildir. Ondan sonrası te’vildir. (İslâm’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme, Tartışmalı İlmiî Toplantı, sh. 175, İstanbul, 1987)

Ayette ‘tanınmaları ve incitilmemeleri için’ şeklinde zikredilen illet, kadınların hür olup cariye olmadıklarının bilinmesi anlamına gelmiyorsa, hangi anlama gelmektedir? Hatemî’nin bu konudaki cevabı şudur:

Kadın, sokakta iki sebeple taciz edilebilir. Yüzünü de peçe ile örtmüş ise, kimliğini gizleyen bir suçlu olup olmadığını tesbit için görevliler taciz ederler. Yüzünü açması, ‘tanınması vc eza (taciz) edilmemesi için’ daha uygundur. Buna karşılık, evindeki giysisi üzerine bir dış örtü alması, sırnaşık vc lâubali erkeklerin cür’et bulmamaları için de daha uygundur. (sh. 252)

Hatemî’nin bu izahı iki şıktan oluşuyor: Eğer kadın peçeliyse, peçesini (yüzünü) açmakla tanınacak, böylelikle güvenlik güçlerinin (!) tacizinden kurtulacak! Bu durumda, ‘tanınması’, peçesini açması demek oluyor. İkincisi, üzerine bir dış örtü alırsa, sırnaşık ve lâubalî erkekler cür’et bulamayacaklar, dolayısıyla tacize yeltenmeyecekler... Kadın, üzerine dış örtü alırsa, niçin sırnaşık ve lâubalî erkekler cür'et bulmasınlar? Örtülü gördüklerinde, onun iffetli ve ahlâklı bir kadın olduğunu anlayacakları için mi?!! Doğrusu, Hatemî’nin bu konuda ne düşündüğü ya da ne söylemeye çalıştığı açıkça belli değildir:

... demek oluyor ki kadının —örtünmesi değil!— başını örtmesi, ‘cilbâb'ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet sorunu değildir, (sh. 261)

Biz, Hatemî’ye bu görüşlerinde kesinlikle katılmıyor ve hem cilbâb emrinin, hem de ayette ‘tanınmaları ve incitilmemeleri için’ şeklinde zikredilen illetin, iffet ve ahlâkla doğrudan doğruya alâkalı olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle ayette zikredilen ‘tanınmaları için’ ifadesini, ‘iffetli olduklarının bilinmesi’ şeklinde anlamayı ayetin maksadına daha uygun buluyoruz. Nitekim merhum Ayetullah Mutahhari de ibareyi bu şekilde izah etmektedir:

"... bu tanınmaları ve incitilmemeleri için daha iyidir". Yani bu iş, namuslu olarak tanınmaları ve kendilerini erkeklerin isteklerine vermediklerini açıklığa kavuşturduğu için daha iyidir. Ve sonuçta onların görkemi ve uzak duruşları, basit kişilerin onları rahatsız etmelerine engel olur. (Hicab, sh. 71)

Bu ayet-i kerimeden (Ahzâb/59) çıkarılacak netice şudur Müslüman kadın, halk arasında geliş gidişlerinde öyle hareket etmelidir ki iffet, vakar, ağırbaşlılık ve paklık sıfatları belirgin olmalı ve bu sıfatlarla tanınmalıdır. (A.g.c. sh. 138)

Örtünme konusunda hür-cariye ayrımına karşı çıkanlar arasında zikrettiğimiz bir başka âlime, muhaddis Nasıruddin Elbânî’nin görüşlerine de kısaca yer verelim:

bu onların tanınıp eza edilmemelerine daha uygundur". Yani bir kadın, elbisesinin üstünde çarçaf veya îzar'a benzer bir örtüye bürünürse, iffetli ve temiz ahlâklı olduğu bilinir. Fasık kimselerin uygunsuz laflarına muhatab olmaz. (Hicab, sh. 39)

Biz de bu âlimlerin açıkça ifade ettikleri gibi, meselinin ahlâk ve iffet ile doğrudan doğruya alâkalı olduğu kanaatindeyiz. Nitekim hicab lafzının Türkçe’de (Arapça’daki örtü, perde anlamından ziyade) ‘utanmak, sıkılmak, ar duymak, haya etmek’ şeklindeki mecazî kullanımlarının yaygınlık kazandığı düşünülecek olursa, örtü ile hayâ, örtü ile iffet, örtü ile ahlâk arasındaki ‘perdenin’ yırtılması için daha çok uğraşılması gerekir. (Burada ‘örtü’ derken, Türkçe bilen herkesin analayacağı şekilde başı da içine alan bir örtüden sözediyor, izafetle kullanmaya gerek görmüyoruz.) “Kalem aldın kaşlarını çatmaya/Hicab ettim adın sual etmeye” mısralarında görüleceği üzere, Türkçe’deki kullanımıyla hicab kelimesi, ne perdecileri ne de hukukçuları ilgilendiren bir kelimedir; bu kelimenin semantik alanı, açıkça bir ahlâk alanıdır, kelime ahlâkla, iffetle, hayâyla doğrudan alâkalıdır; ‘hicab etmek’, ‘hicab duymak’ tabirleri halkın bilincinde, örtü ile hayânın birbiriyle ne denli içiçe olduğunu, sakınmanın, çekinmenin yerine kullanıldığını gösterir güzel örneklerdir. ‘Hicab’ bizim kültürümüzde sadece kapılara, pencerelere takılan bir örtü değil, ‘duyulan’ bir şey de değil midir! ‘Hicabsız’ (=perdesiz) tabiri, Türkçe’de sadece kadının örtüsünün, başörtüsünün olmadığını mı gösterir? ‘Perde’ kelimesi, sadece evlerin pencerelerine takılan bir ‘şey’e mi ıtlak edilir? Evlere takılan perdeler, sadece ev halkını güneşten korumaya mı yarar? ‘Ar perdesi, ‘namus perdesi’ tabirlerinde, ‘perde’ ile ‘ar’ın, ‘perde’ ile ‘na-mus’un yanyana gelmesi tesadüf müdür?

... yüzyıllar sonra, başörtüsü genel bir uygulama bulmuş ve gitgide başını açmak ‘haram’ ve başını açan kadının 'iffetsiz' olduğu telakkisi yerleşmiştir. (sh. 270)

el-lnsaf! Pes doğrusu! Bu telakki (!) ‘yüzyıllar sonra’ mı genel bir uygulama bulmuş? Meselâ kaç yüzyıl sonra olmuş bu? Bu telakki ne zaman yerleşmiş, niye yerleşmiş? (Şahsen, daha fazlasını söylemekten hicab ediyorum.)

Sonuç olarak, Ahzâb/59 ayetindeki (başı da içine alan) örtünme emrinin, mü’min kadınların uyup uymamakta muhayyer bırakıldıkları bir tavsiye olmayıp vücûb ifade ettiğini, —sanılanın aksine— bunun bir iffet ve ahlâk sorunu olduğunu ve fakat bununla beraber Allah’ın gafûr-rahîm sıfatlarının bütün günahkâr kullarına şâmil bulunduğunu söyleyebiliriz.

4/c. Takvâ, Verâ ve İhtiyat

Hatemî —daha önce de belirttiğimiz gibi— gerek Nûr/31, gerekse Ahzâb/59 ayeti münasebetiyle örtünme emrinin kapsamına saçların da girebileceğine işaret edip bu yorumu ‘takvâ, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva’ olarak nitelerken (sh. 264), aynı zamanda ‘ihtiyat ve takva yönünü tercih edenler’in saçlarını örtebileceklerini söylemeyi ihmal etmemekte (sh. 243), ‘Cilbâb’ın başörtüsünü de kapsadığı görüşü, takvâya ve ihtiyata daha uygun olsa bile...’ (sh. 265) gibi sözlerle geleneksel izahları her nedense belli belirsiz bir takvâ bağlamına yerleştirmektedir.

Hatemî’nin ikidebir sözünü ettiği bu ‘takvâ’ kelimesiyle ne kasdettiği tam mânâsıyla sarih olmadığından, muradını kestirebilmek için bu hususun biraz açılması gerektiği kanaatindeyiz. Kendisi bu kelimeyi ya Kur’an'daki anlamıyla ya da örfteki ‘dindarlık, ibadetlere düşkünlük, azimetlere sarılmak’ şeklindeki anlamıyla kullanmaktadır. Şayet Kur’an’daki anlamıyla kullanıyorsa, o zaman kendisine takva ile ilgili ayetleri hatırlamasını ve —Kur’an’ı rehber edindiğinden— kendisinin de takva’yı emredenlerden olmasını tavsiye ederiz. Çünkü Kur’an’da ‘hidayet üzere olup takva’yı emredenler’ (in kâne alâ’l-hudâ ev emera bi’t-taqvâ: Alaq/11-12) övülmektedirler. Yok eğer bu Kur’anî kavramı örfteki anlamıyla kullanıyorsa, o zaman kendisine ‘caizin karnı geniştir’ darbı meselini hatırlatır ve nefsine lâyık gördüğü ruhsatları (!) Kur’an adına insanlara tavsiye etmekten kaçınmasını sâlık veririz. Unutulmamalı ki değil sadece ‘takvâ’, ihtiyat ve verâ dahi mü’min olmanın şiârındandır.

5.    Kara Çuval Türküsü

Hatemî, üçüncü baskıya yazdığı ‘Sonsöz’de, Allah Teâlâ’dan ‘bu basının iman edenler arasında hayırlı ve verimli bir fikir alışverişine vesîle olmasını’ dilemiş (sh. 256) ve fakat kitabında, bu temenniye uygun bir üslûb kullanmaya hiç ama hiç özen göstermemiştir. Bazı îmalı ifadelerle birilerini (!) eleştirmekte, suçlamakta, hatta haklarında ağır ithamlarda bulunmakta, dolayısıyla ‘hayırlı ve verimli bir fikir alışverişi’ne öncelikle kendisi imkân bırakmamaktadır. Meselâ başlarını örtmeyen kadınları iffetsizlikle itham edip ‘cehennemlik’ olmakla suçlayanlar (!?) hakkında şöyle diyor:

Böyle diyenlerin sonra üstelik zinet yerlerini de açan ve içki ve kumar gibi ‘kebair’i de açıkça irtikab eden ekabir hanımlarına; 'yakışır haspaya!' yaklaşımı içinde olduklarını ibret ile temaşa etmişizdir. (sh. 244)

Hatemî, bu ‘fuzulî kâhyalar’ ile kimleri kastettiğini, bu kimseleri nasıl ve nerede ibret ile temaşa ettiğini belirtmiyor. Fakat müşahede ettiği gerçekten de vahim birtakım sonuçlardan sözediyor:

Bu alanda da aklî yöntemin terkedilmesinin vahim sonuçları müşahede edilmektedir: Herşeyden önce, başörtüsü, İslâm'ın birinci ve en önemli buyruğu imiş gibi takdim edildikten sonra,. İslâm'ın çok daha önemli ilkelerine uymamanın da örtüsü, diğer bir deyişle gizleme aracı gibi kullanılmak istenmektedir. Mesela bir 'tefeci', karısının başı örtülü ise, kendisini ‘sağlam ve cennetlik müslüman' olarak görebilmekte, kendisini ve başkalarını aldatmaya çalışabilmektedir, (sh. 252-253)

Demek ki aklî yöntemi terkedince bu vahim sonuçlar husule geliyormuş! Hatemî’nin, hanımının başı örtülü olduğu için kendisini 'sağlam ve cennetlik müslüman’.gören bu tefecilere (!) kızdığı anlaşılıyor. Fakat kim bunlar? ‘Başörtüsünü daha önemli ilkelere uymamanın örtüsü’ haline getirenler kimler? Bu soruların cevabı da belli değil! Hatemî’nin daha önceleri de buna benzer şeyler söylediği vâkidir ve ne ilginçtir ki orada da sadece îmalar vardır:

Islâm'daki örtünme, erkek zorbalığının değil, kadının saygıdeğer ve insan olarak erkeğe eş sayılmasının alametidir. Kur’an-ı Kerim'de belirtilen örtünme ölçüsü de bunu gösterir. Bu ölçünün aşılması ve ‘erkek zorbalığının alameti' sayılması, tıpkı Paulus’un yaptığı gibi, İslâm'ın bazı diğer kurallarının ihmal edildiğini gizlemek içindir, (sh. 149)

Korintoslulara I. Mektub’da (11. bab) yer alan St. Paul’e ait vecizeler ile Kuran’ın ‘örtünmenin sınırı’na ilişkin vaz'ettiği ilkelerden ittifakla elde edilen vecibeler arasında ne gibi bir alâka bulunmaktadır? Ayetler bunca asırdır Hatemî’nin istediği doğrultuda anlaşıl(a)madığı için mi başörtüsü ‘erkek zorbalığının alameti’ oldu? Şiisi, Sünnisi tüm mezhebler, Islâm’ın bazı kurallarının ihmal edildiğini gizlemek için mi Hatemî’nin sözünü ettiği ölçüyü aştılar? İfadelerden bir hükme varmak ya da îmalarla kimlerin kastedildiğini anlamak açıkça mümkün olmadığından, bu sualleri sadece sual olarak değil, istifham-ı taaccüb şeklinde anlamak daha doğru olur herhalde!

“Eşleri ve kızları için çarşaf ve peçeye bürünme mecburiyetini getirdikten ve böylece kendi namuslarını akıllarınca güvenceye bağladıktan sonra, ‘cariye ve hür kadın’ ayrımını yaparak ‘çifte standart’ riyası sonucunda da kendi nefisleri için çağdaş görünümlü ‘avrat pazarı’ açılmasını caiz görenler” (sh. 253) kimler, yine belli değil? Hatemî’nin, ‘avrat pazarı’ açılmasını caiz görmekle itham ettiği riyakârların kim oldukları da açıkça söylenmeyip sadece kendilerine imâda bulunulmuş... Biri çıkıp da mûmâ-ileyhim’i tahmin etmeye çalışsa, sonra Hatemî’nin, fıkhen hür-cariye ayrımını yapan Şii-Sünni âlimlerin topunu riyakârlıkla, kendi nefisleri için avrat pazarı açılmasını caiz görmekle itham ettiğini söylese, o zaman kim kimi itham etmiş olacak? Yoksa ‘yarası olan gocunur’ denip bu îma edişler önemsenmeyecek, tüm bunlar polemik gereği söylenen lâf u güzâf mı addedilecek?

‘Tarihî Materyalist Felsefe' ahmaklığının gemisi karaya oturduktan sonra bizim kıyılara vuran bîçare kadıncağızları; karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkeklerin, 'cariye' hükmünde gördüklerini bilmiyor muyuz? (sh. 253)

Hayır, biz bilmiyoruz ve fakat bu anlattıklarınıza bakarak sizin ne çok şeyler bildiğinizi, bizim ise bu konularda ne kadar cahil kaldığımızı gördükçe, halimize şaşırıp kalıyoruz. ‘Karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler’ demekle ailesinin örtünmesini (!) isteyen ve tabiatıyla eşini ve kızını kıskanan müslümanlardan mı söz ediyorsunuz? Bu ‘gayretli’ müslümanlar mı ‘cariye’ hükmünde gördükleri kadınların (!) peşinden koşuyorlar? İnsanın eşini ve kızını kıskanmasında ne mahzur var? Müslüman kadınların örtünmeleri, çuvala mı girmeleri demek? Demek istedikleriniz bunlar değilse, sayın Hatemî, siz ne demek istiyorsunuz?

Bir yandan, Kur’an-ı Kerim’in açık hükmüne rağmen, tefecileri ve ayyaşları ‘iyi müslüman' diye ilan edip yardakçılıklarını yapmaktan çekinmez, Yezid’i bile himayelerine alırlar, diğer yandan, Kur’an-ı Kerim’de apaçık belirtilmemiş bir hususta kendi görüşlerinden azıcık ayrılanı 'tekfir' ederler, (sh. 265)

Bu ‘tefeci ve ayyaş dostlan, bu yardakçılar kimler? Kimler Yezidi himayelerine alarak Hatemî'yi tekfir etmektedirler? Hatemî neden bunları açıklamıyor da bu tür genellemelerden medet umuyor? Niçin kendisi gibi düşünmeyen bunca müslümanı bu genellemelerin içine dahil edip onları rencide, hatta taciz ediyor? Uğur Mumcudan sözederken, kendisini 'rahmetli' sıfatıyla anacak kadar nâzik ya da Aziz Nesin’in cehennemde tedavi görmesini (!) istemeyecek kadar merhametli davranan Hatemî, kendisi gibi düşünmeyen müslümanlara sıra gelince niçin bu denli acımasız ve hırçın olabiliyor? Yoksa ‘onlar bunu hak ediyorlar, çünkü kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edip iffetsizlikle suçluyorlar' diye mazeret gösterilip, o meşhur mülâzeme ilkesi, mukabele bil'misl kaidesi gereğince hayata mı geçiriliyor? ‘Kötülüğün cezası kötülüktür' deyû bu yolu da tercih edebilirsiniz; fakat sayın Hatemî, niçin hedef gözetmeden yaylım ateşi açıyor, eşi ve kızı örtülü müslümanları, genellemeler yapmak suretiyle ‘karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler' şeklinde niteliyor, sizi tekfir edenleri, tenkîd edenlerden ayırd etmeksizin muhaliflerinizi Yezid’e yârenlik etmekle suçluyorsunuz?

Saçını açmak ahlâksızlık olsa idi, insanların bir bölümü ahlâksızlığı sineye çekmeye Devlet zoru ile zorlanır (‘cariye'ler ve kocaları), bir kısmı ahlâksız olup olmamada kendi keyiflerine bırakılır (ehl-i zimmet), müslümanlar ise sopa zoru ile 'ahlâklı' kılınırlar mı idil Yoksa bu ahlaksızlığı açıklamak için, yine ‘Hukuk çokluğu ve Medine Vesikası!’ mı diyecekler?

Sayın Hatemî, galiba bu sefer kimlere îmada bulunduğunuz anlaşılıyor. Fakat inanın, ‘Medine Vesikası'ndan hareket edenler (!) dahi müslümanların sopa zoru ile ahlâklı kılınmalarından söz etmiyorlar. Anlaşılan o ki onlar başka bir şeyden, siz ise başka bir şeyden söz ediyorsunuz ve bizler ne denmek istendiği konusunda yine cahil kalıyoruz.

Kadınların bir kısmını 'cariyelcştiren' ve onlar karşısında erkeklere sarkıntılık hakkı tanıyan, hıristiyan ve musevî kadınlara açılma özgürlüğü tanırken, müslüman kadınları ancak tek gözü açıkta kalacak şekilde kara çuvala sokan görüşe asla saygı duyulmaz, (sh. 269)

Saygı duymadığınız görüşün, saygıya layık olup olmadığı başka bir mesele! Siz nihayet anladığınızdan, anlayabildiğinizden sorumlusunuz. Fakat bu ‘kara çuval' da neyin nesi? Biz bu nitelemeleri bir yerlerden duymuş, bu söylemin sahiplerinden bile hiç değilse kendilerinden farklı giyinen insanlara saygı göstermelerini isteyebilmiştik. Ancak bir İslâm bağlısının çarşafı ‘kara çuval' olarak niteleyebileceğini hiç ama hiç hatırımıza getirmemiştik. Televizyon kanallarında karşılıklı birbirinize keyif bağışladığınız o modem âilelere (meselâ Cem Özer ile eşine) duyduğunuz kadar bir saygıyı, lütfen müslüman (dindar?) âilelere de gösteriniz ve çarşaf'ı ‘kara çuval' olarak nitelemekten vazgeçiniz. Unutmayınız ki İran'da Şah'ı tarihe gömenlerin çoğu, çarşaflı kadınlardı ve inkılâb, onların çarşaf giymekteki ısrarlarında filizlenmişti. Cezayir’in bağımsızlık destanı da —Fanon'un anlatımıyla— yine o çarşaflı kızların eliyle yazılmıştı.

Erkek 'fetvacılar'; bir yandan bu fetvalarında İslâm Hukuk Devleti’nin kurulamadığı yörelerde kadınları güzelliklerinin nüfuzlu feodal hakimler tarafından görülerek, kocalarının yahut babalarının veya kardeşlerinin bir oyuna kurban gitmesi ve kadının da nüfuzlu kişilerin ‘harem'ine kapatılması tehlikesini önletne amacı ile, ‘fitne’yi önlemek için, kadınları, tek gözleri ‘açıkta' kalabilmek üzere çuvala sokmuşlar, okuma ve çalışma hürriyetlerini de kadınların ellerinden almışlardır, (sh. 271)

Fitneyi önlemek amacı ile kadınları, tek gözleri açıkta kalabilmek üzere çuvala sokan bu erkek fetvacılar kimlerdir? Siz de fetva veren bir erkek olduğunuza göre, sayın Hatemî, fitneyi önlemek için mi ümmet'in —tüm mezheb ve mekteblerinin ittifakıyla— uygulamış olduğu bir giyim geleneğini kınıyor ve onun nümûneleriyle alay edip duruyorsunuz? Niçin ikide bir ‘kadınları çuvala sokmaktan' dem vuruyorsunuz? Yoksa bu insanları kendileriyle hayırlı ve verimli bir fikir-alışverişi yapmayı dilediğiniz mü’minlerden saymıyor musunuz? Sayıyorsanız, niçin edebe riayet etmiyor da ağzınıza geleni söylüyorsunuz?

Böylece erkek kendisi için 'cariye satın alma ve ilişki kurma' hakkını saklı tutarken, kendi eşini ve çevresini, okuma ve çalışma hürriyetinden de yoksun kılarak çuvala sokma ve namusunu sağlama bağlamada yetkin görmüştür. Erkeklerin bu ‘imtiyaz'larından vazgeçebilmeleri kolay değildir. (sh. 271)

Siz bu konularda kendinizi ‘yetkin’ görmeyebilir ve sözkonusu imtiyazlarınızdan da kolaylıkla vazgeçebilirsiniz. Hiç değilse bu işin başkaları için kolay olmadığını teslim etmiş olmanızı takdirle anmak gerekir. Unutmayınız ki çağdaş toplumlar da ‘eşlerini ve kızlarını çuvala sokup namuslarını sağlama bağlamak’ yerine, daha kolay bir yola tevessül edip namuslarını sağlama bağlamaktan vazgeçtiler. Vazgeçtiler de ne oldu? Neticede ahlâksızlık batağına saplanıp o günleri mumla arar hale geldiler. Bugün Batı toplumlarında ensest ilişkilerin, cinsel sapkınlıkların ulaştığı boyutlar, âile kurumunu neredeyse yok etmiş, ‘gayretsizlik’ modern insanın şiârı halini alıvermiştir. Bütün bunlar da bu neticelerin doğmasına mâni olacak tedbirlerin ya kaldırılması ya da önemsenmemesi sonucunda vukû bulmuştur.

Sayın Hatemî, kitabınızı Hz. Fâtıma’ya ithaf ederek bitiriyor ve merhum Şeriatî’nin dediği gibi, ‘Fâtıma Fâtımadır’ diyorsunuz (sh. 272). Biz de aynı kanaate iştirak ediyor ve ‘Fâtıma Fâtımadır’ diyoruz; ama Ali Şeriatî’nin dediği gibi diyoruz; aslâ sizin dediğiniz gibi değil! Nitekim sadece Sünnî değil, Şii kaynaklarda da yer alan (Usûlü Kâfi, V/528, Vâfî, XII/124, Vesâil, III/27) şu rivayetin tanıklığına itibar edip etmemekte muhayyersiniz:

Cabir b. Abdullah el-Ensarî diyor ki: Rasûlullah'la birlikte Fâtıma'nın (s.a) evine gittik. Rasûlullah selam verdi ve giriş için izin istedi. Fâtıma (s.a) izin verdi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v), ‘birlikte olduğum kişiyle mi?' buyurduklarında, Fâtıma (selamullahi aleyha), ‘Babacığım! Başımda birşey yok!' dedi. O da 'üstündeki örtüyle başını ört!’ buyurdu. 'İçeriye girebilir miyiz?’ diyerek yeniden izin istediğinde, 'buyurunuz' cevabını duyduk... (Mutahhari, Hicab, sh. 156)

IV/Sonuç

Başörtüsü bağlamında Kur’an’ın çağdaş bir yorumunu ve bu yorumun eleştirisini, Prof. Dr. Hüseyin Hatemî’nin İlahî Hikmet'te Kadın adlı eserinden hareketle ortaya koymaya çalışan bu yazı, iki önemli amacı gerçekleştirmek için kaleme alınmıştır:

Birincisi, Kur’an tefsirinde ‘yorumların avâmileşmesi’ şeklinde vukû bulan fiilî bir durumu, bu ortamı ve bu konudaki yönelimleri besleyen sosyal ve siyasî sâikleri tartışmak; böylelikle Kur'an tefsirinde çoktan yerini almış olan çağdaş okumaların hâl-i hazır çıkmazlarını vurgulayıp modernist yönelimlerin içinde bulundukları zaafları ana karakteristikleriyle serimleyebilmek.

İkincisi, ilk şıkta hedeflenenleri belli bir konuda ve belli bir örnekten hareketle gerçekleştirmeye çalışmak; böylelikle hem Tefsir Usûlü’ne taalluk eden bir meselenin, mücerred akılyürütmeler arasında boğulup kalmasına mâni olmak, hem de bir usûlün haddizâtında yaşanan hayatın ortaya çıkardığı sorunları dikkate almadan inşa edilemeyeceğini, dolayısıyla bir ayete anlam verenlerin, ayetten hareketle hayatlarına yön vermekten ziyade, yaşadıkları hayattan hareketle ayetin anlamına yön verdiklerini göstermek...

Amaçlanan bu hedeflere ulaşıp ulaşamadığımıza elbette okuyucular karar verecektir. Ancak unutulmamalı ki bir eleştiri yazısını çevreleyen sınırlar vardır ve bu sınırlar dolayısıyla bu tür yazılarda söylenenlerden çok ‘söylenmek istenenler’ önem kazanır. Binaenaleyh, bu yazıyı okuyanların da okuduklarının bu konuda söylenmesi gerekenlerden ibaret olduğu (meseleyi tükettiği) gibi bir netice çıkarmayacaklarını, tartışmaların esasen yeni başlamadığını ve Islâm dünyasının bu ve benzeri sorunlarla bidayetinden beri yüzyüze olduğunu dikkate alacaklarını ümid ediyoruz.

İnsanlığın Kur'an-ı Kerim’in rehberlikliğine her dönemden daha çok muhtaç olduğu bir dönemde yaşamaktayız ve müslümanların, bu Kitab’ı rehber edindiklerini söyleyenlerin üzerindeki yük de yine her zamankinden daha ağır... Bu nedenle çağımız insanlığının Kitab’ın rehberliğinden faydalanması ve mesajının sağlıklı olarak kitlelere ulaştırılması için, bu Kitab’ın doğru olarak anlaşılmasına mâni olan engellerin ortadan kaldırılması, çağın dilinin kavranıp bu dilin sorunlarının aşılması elzem hale gelmiştir. Bu eleştiri yazısının, bu sorunları ciddiye almamış olanlar için bir uyarı değeri taşıması halinde, eleştiri büyük ölçüde amacına varmış olacaktır.

Eleştiri konusu yaptığımız kitaba ve bu kitabın müellifine gelince; kanaatlerimizi elimizden geldiğince özetlemeye çalıştık ve yukarıda da görüleceği üzere müellifi tekfir değil, ikna etmeye çalıştık. İnancımız gereği, Kur’an’a iman ettiğini açıklayan birinin Kur’an ayetleriyle ilgili yorumlarının hatalı olması nedeniyle kendisinin tekfir edilmesini, kendisine hakaret edilip sövgüler yağdırılmasını, kendisine ve âilesine dil uzatılmasını doğru bulmuyor, böyle davrananları da davranacak olanları da açıkça ve kesinlikle kınıyoruz. Bu tür davranışları sadece tenkîd ahlâkına değil, mü’min ahlâkına da uygun bulmadığımızı, böyle davranmanın sadece ayıp değil günah olduğuna da inandığımızı açıkça belirtiyoruz. Bu nedenle eleştirilerimizde bu tür bir tavır- alıştan özenle uzak durduk; ancak eleştirilerimizi de dürüstlükle ve açıklıkla ortaya koymaya çalıştık. Müellifin öne sürdüğü fikirlerin aceleci ve hatalı olup, bilhassa eleştirilerinin açıklık içermediği, bu görüşlerinin birtakım ifratlara karşı tepki değeri taşıdığı (bir tefritin ifadesi olduğu), yaşanılan hayatın Kur’an’dan onayını almak maksadına matuf gereksiz zorlamalarla mâlâmâl bulunduğu, üstelik ‘yarası olan gocunur’ mantığıyla birilerini (kimse bunlar?) itham ettiği ve fakat ithamlarını anlaşılır (!) gerekçelere dayandırmayıp muallakta bıraktığı, vs. şeklindeki kanaatlerimizi de mümkün olduğunca açıklıkla dile getirdik.

Maksadımız, Kur’an’a yapılan atıflar ya da Kur’an ayetlerinin izahı sadedinde söylenenler kadar, bu atıf ve izahlara yön veren âmillerin önemini de vurgulamak olduğundan, eleştiriyi dipnotlara, geniş kaynakçalara dayandırma ihtiyacı hissetmedik. Gerek Sünnî, gerekse Şii ulemasının, hatta tüm mezheb mensublarının bu konulardaki görüşleri müsellem olduğundan, haddi zatında bu görüşlerin müellif tarafından pek ciddiye alınmayacağını düşündüğümüzden, büyük çoğunluğunun kendisine meçhul olmadığını bildiğimiz bu görüşleri bir kez daha tekrarlamak yerine, eleştirilerimizi doğrudan müellifin ibarelerinden hareketle ortaya koymaya çalıştık. Bu yüzden de Hz. Peygamber’in eşlerinin ve kızlarının (Ehl-i Beyt kadınlarının), evlâd-ı Rasûl’ün hanımlarının, büyük imamların, geçmişteki ve şimdiki tüm ehl-i beyt âlimlerinin eşlerinin ve kızlarının nasıl giyindiklerini, nasıl örtündüklerini sözkonusu etmedik, böylelikle eleştiriyi tarihî rivayetlerle doldurma yolunu da tercih etmedik; zira herşeyden önce bunun bir faydası olacağına inanmadık.

Yine aynı şekilde değil sadece Sünnî imamların görüşlerini, Şii imamların görüşlerini de zikretmedik; ne İmam Câfer-i Sadık’ın, ne de İmam Muhammed Bâkır’ın ilgili ayetler münasebetiyle kaynaklarda mezkûr görüşlerini naklettik.

Dolayısıyla, görebilme imkânımızın olduğu Tabersî’nin, Feyz’ul-Kaşânî’nin, Ayetullah Tabatabâî’nin, Ayetullah Şubber’in tefsirlerinden de iktibaslar yapmak yoluna gitmedik. Çünkü Ehl-i Beyt rivayetlerine değer verdiğini bildiğimiz müellifin kendisi de böyle bir yolu tercih etmemişti. Elinden düşürmediğini söylediği Tabatabâî’nin el-Mizan adlı tefsirine her nedense bu konuda atıf yapmayı gereksiz görürken, hatta hakkında ‘örtünme konusunda görebildiğim en iyi kitap’ (sh. 267) dediği Ayetullah Mutahhari'nin Hicab adlı eserindeki rivayet ve görüşlerin kısm-ı a'zam'ını zikretmekten imtina etmişken, biz niçin bu görüş ve rivayetleri tekrar tekrar karşısına çıkarmalıydık? Kısacası, yeri geldiğinde bazı kısa notlar düştük ve müsellemât mertebesindeki bu görüşleri listeler halinde sıralamaya ihtiyaç duymadık.

Sözün özü, aşağıda zikredilen şu görüşlerdeki ortak temanın, bu görüşlerin sahibinin düçar olduğu zaafı sergilediğini ve bizim de asıl işbu zaafı eleştirdiğimizi söylemeye çalıştık:

a)     Recm cezası yoktur; bu küçük taşlarla yapılan sembolik cezalandırmadır.

b)     Hırsızın elini kesme cezası yoktur; bu eli hafifçe çizmek şeklindeki bir cezadır.

c)     ‘Kadınlan dövün’ diye bir tedib ifadesi sözkonusu edilmemektedir; bu kadının kocasına saldırması halinde, kendisine verilen meşrû müdafaa iznidir.

d)    Benû Kurayza katliamı tamamiyle uydurmadır.

Bu görüşlerdeki ortak temaya (daha doğrusu, bu ortak temada tebellür eden zaafa) dikkat edildiğinde, bizce bu görüşlerin sahibinin bunları nasıl değil, niçin söylediği daha önemli hale gelmektedir ki bütün bunlar, (herhangi) bir kimseye değil, bu çağa mahsus alâmet-i farikalardır. İşte bu yüzden, eleştirilerimizi söylenene değil, söylenmeden geçilene, daha doğrusu söylenenin ardında kalana yönelttik. Zaten asıl sorun da burada, yani söylenenlerin ardında değil midir?

En doğrusunu Allah bilir! O gafurdur-rahîm-dir!

Modernler: aşkı gâvur edenler

İmam Fahruddin er-Râzî... Müteahhir Kelâm'ın felsefeyle meczolmasında en büyük pay sahiplerinden biri... Mefatih'ul-Gayb (Tefsîr-i Kebîr) adlı muhalled Kur’an tefsirinin müellifi... Farklı sahalara, bilhassa Kelâm ve Felsefe'ye dâir eserleri hâlâ ilim ehlinin başlıca başvuru kaynaklarından... Aklî ilimlerin yetkin otoritelerinden... Sünnî akâidin muârızlarıyla giriştiği kalem mücadeleleriyle meşhur... Kendi döneminde heterodoks fırkaların korkulu rüyası... Burhan-ı Kat‘ı (!) ile susturulmak istenmiş ve fakat bir türlü susmamış bir âlim...

İslâmî nassların akılla çatışacak şekilde zâhiri üzere yorumlanmasına karşı çıkıp bu konuda büyük mücadeleler vermiş ve hem kendi döneminde, hem de kendisinden sonra İslâm düşüncesinin gelişmesinde büyük bir rol oynamış büyük bir usta... “Akıl evvel, nakil müeevveldir” dediği için, nassları (ayet ve hadîsleri) Allah'ın ‘cisim’ olduğuna delâlet edecek bir biçimde izah etmeye çalışanların eleştiri oklarını üzerine çekmiş, ancak ortaya koyduğu delillerle ilim meydanında onları susturmuş güçlü bir cedelci...

Bu büyük âlimin menâkıbı sadedinde anlatılır: Muârızları kendisiyle ilim sahasında başa çıkamayacaklarını, onu ilimle, delille susturamayacaklarını anlayınca, bakmışlar başka türlü olmayacak, aleyhinde iftiralar yaymaya, akıl almaz düzmece yalanlarla bu büyük âlimi gözden düşürmeye çalışmışlar...

İmam Râzi, önceleri sesini çıkarmamış, aleyhindeki bu iftiralara kulaklarını tıkamaya çalışmış, ama iftiraların ardı arkası kesilmemiş... Öyle ki muârızları, sonunda âilesinin nâmusuna dil uzatmaktan bile çekinmemişler. İmam, bu sözleri de duyunca dayanamamış ve iftiracılara şu şekilde mukâbele etmiş: “Duydum ki ailemin nâmusuna dil uzatıyormuşsunuz. Ne diyeyim, bu mümkündür... Ancak size şu kadarını söyleyeyim ki Allah'ın cisim olması, işte bu aslâ mümkün değildir!”

Kelâmcılar varlığı (vücûd) üçe ayırırlardı: Vacib, Mümkin ve Mümteni... Allah Teâlâ'yı Vacib'ul-Vücûd, yani “varlığı zorunlu olan biricik varlık” olarak tanımlarlardı. Mümteni ise “mutlak yokluk” demek idi. Mümkin'e gelince, Allah Teâlâ'dan gayrı bütün mevcûdât Mümkin'il-Vücûd olarak adlandırılır ve varlığı zorunlu olmayan, varlığı başka bir varlığı gerektiren her varlık (Allah'tan gayrı her varlık) mümkinât âlemine âit sayılırdı.

Haricî olan, zihin dışında olup biten her hâdise, esas itibariyle mümkündür; zira her hâdisenin vukû bulup bulmaması mümkündür. Öyle ya, mümkinât âleminde vukû bulan ne varsa, vukû bulmayabilir, varlık kazanmayabilirdi. Hiçbiri zâtı itibariyle varlık kazanmış, varlığa gelmiş değildir. Çünkü herşeyin bir sebebi vardır ve mümkinât âlemine “sebepler âlemi” denilmesinin ya da Allah Teâlâ'nın hukemâ tarafından “Sebeb-i Evvel” şeklinde adlandırılmasının bir nedeni de budur.

Allah Teâlâ'nın cisim olması ve hakikati itibariyle mümkinât âlemine âit vasıflar taşıması da mümkün değildir. Kaziyye-yi muhkemelerden, avâmın meşhurât ve dahî makbulâtı zedelenmesin diye vazgeçil(e)mez. İşte bir zamanlar vazgeçilemez ilkeleri, vazgeçilemez mukaddimeleri, vazgeçilemez ve terkedilemez mevzileri vardı İslâm dünyasının... Evet, nâmuslarına çamur atan rezâile, “mümkinât âleminde herşey mümkün olabilir” diyen ve fakat itikadları bahis mevzûu olduğunda, inançlarından ve ilkelerinden zerre kadar taviz vermeyen ehl-i nâmus âlimler vardı bir zamanlar...

İlkeler sözkonusu olduğunda taviz vermeksizin, “İşte bu aslâ mümkün değildir!” diyebilmek ve kendisine inanılan hakikatin yanında gevşemeden, geri adım atmadan durabilmek... Zor iştir bu! İnanç ve bilgi ister, kararlılık ister, yürek ister...

Modernler, taassub takmışlar adına kararlılığın, direncin ve dahî ayak diremenin... Varsın böyle desinler, ne çıkar?! Biz ki hakikatiz, hakikatin ta kendisiyiz, o halde onların hatırı için hurafelerimizin zerresini bile fedâ etmeyiz. Çünkü tepeden tırnağa âşığız biz!

Âşıkân râ kâr neboved bâ-vücûd.

Âşıkân râ hest bî-sermâye sûd.

[Âşıkların varlıkla bir işi yoktur.

Âşıklar kârı sermayesiz elde ederler.]

26 Mart 1998 Yeni Şafak

Göçtü kervan kaldık dağlar başında

Başörtüleri sebebiyle okullarına alınmayan kız öğrenciler, artık tek tek okullarından atılıyorlar. Üstelik bu olup bitenler karşısında ne yapacaklarını, ne yapmaları gerektiğini de bilmiyorlar. Bildikleri ve yapabildikleri tek şey, okulların önünde öylece çaresiz beklemek... Fakat şimdi buna da izin vermiyorlar, gözlerimizin önünde bu kardeşlerimizi, hatta onlara destek veren ak sakallı yaşlı dedeleri bile jopluyorlar, itip kakıyorlar...

“Ne yapmalı?” diye soruyor bu gençler; “ne yapmalı?”

Bu suâlin cevabını ben veremiyorum. Nitekim Üniversite'de hocalık yapan bir arkadaşım, öğrencilerine cevap veremediği ve değil onları, kendisini bile tatmin edecek sözleri bilemediği, bulamadığı için hastalanmış evinde yatıyor.

Gerçekten de ne yapmalı?

Gazetecilerin, yazarların, gazeteci-yazarların, araştırmacı-yazarların, üniversite hocalarının, kısacası vitrine çıkmış tüm aydınlar sülâlesinin, bu suâlin cevabını bildiklerini mi sanıyorsunuz? Böyle sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bakmayın siz onların bu konularda ahkâm kestiklerine... Onlar size, kendilerinin de bedelini ödemeyi göze alabilecekleri müşterek bir çözüm yolunu gösteremeyeceklerdir. Siz okullarınızdan atılırken, meselâ hiçbirinin maaşı eksilmeyecektir veya öğretim üyelerinin hiçbiri toptan istifa etmeyi düşünmeyeceklerdir.

Peki siyasetçiler, ne yapılması gerektiğini biliyorlar mı, meselâ kendilerinin de bedelini ödemeyi göze alabilecekleri müşterek bir çözüm yolu gösterebiliyorlar mı? Hayır! İktidarda olanlarını bir yana bırakın, muhalefette olanları da utanmadan şöyle diyor: “Biz iktidar olduğumuzda bu sorunları çözeceğiz, mağdurların zararlarını telafi edeceğiz, vs. ...” İnanmayın siz onlara... Siyasetçiler sizi değil, kendi vicdanlarını soğutmak için bu lafları ediyorlar. Yapmaları gerekeni yapamadıkları için, yapmayacak/yapamayacak olduklarını söylüyorlar. Çünkü bu gürûh, günahsız olmadığı için günahkârları taşlayabilecek durumda değil... Günahkârları taşlayabilecek masumlar ortada olmadığında, günahkârların dedikodusunu yapan günahkârlar doldurur meydanları...

Bu listeyi uzatmak mümkün, lâkin pek bir faydası yok bunun. Hepimiz suçluyuz çünkü... Hiçbirimiz Hz. İsa'nın çağrısına müsbet cevap verebilecek durumda değiliz.

O halde suâli değiştirmeliyiz: Ne yapmamalı?

Meselâ, demokrasi'ye yeterince destek vermediğimiz için bu musibetlerin başımıza geldiğine inanmamalı; yani bu sorunların bir ‘demokrasi sorunu’ olduğu kandırmacasına aldanmamalıyız. [Sorunu “demokratik haklar sorunu” olarak ortaya koyanlar, sorunun mahiyetini bir çırpıda değiştirip bizi daha geniş ve güçlü bir alana taşıdıklarını iddia ediyorlar; fakat bizi güçsüz ve yalnız kılan şeyin, bizim en büyük gücümüz olduğunu unutuyorlar.]

Meselâ, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin bahçesinde yeterince gitar çalıp şarkı söylemediğimiz için bu işlerin kötüye gittiğini düşünmemeli; yani bu sorunların, bu sorunları başımıza musallat edenler gibi davranmamaktan kaynaklandığı masalına kulak asmamalıyız. [Keşke genç kardeşlerimiz, beş-on metre ilerilerinde bulunan Şah Sultan Mescidi'nin haziresinde yatan “Lâ Mekânî” hazretlerinin kabri başında dua etmeyi deneselerdi, keşke kendileri olmayı, kendileri gibi davranmayı sürdürselerdi.]

Meselâ kalenin kapısını içeriden açmayı aslâ düşünmemeli; yani başlarımızı açtığımız takdirde sorunların biteceğini, bir süre sonra herşeyin güllük gülistanlık olacağını, geçici musibetleri atlatmak için geçici bir süre taviz vermenin işe yarayacağını fısıldayan ins u cin şeytanlarının iğvâlarına alet olmamalıyız. [Başlarını açan kardeşlerimiz, iş hayatına atıldıklarında da aynı sorunları yaşayacaklar ve o zaman da sıkıntı çekmemek için muhtemelen taviz vermeyi sürdüreceklerdir.]

Oysa Peygamber Efendimiz bize, “kıyamet anında elinde bir fidanı olanın, o fidanı dikmeye çalışması gerektiğini” tavsiye ediyor. Kıyamet koptuğu halde eldeki fidanı dikmeye çalışmak... Yani ümitsiz olmamak, kıyamet anında bile ümidimizi kaybetmeyip birşeyler yapmaya çalışmak...

Değil milletlerin, insanların ömründe dahî birkaç yılın pek önemi yoktur.

Okullarımızdan atılabilir, hatta doktor, öğretmen, hukukçu, matematikçi, fizikçi olamayabiliriz. Fakat ileride çocuklarımızın gözlerine okulunu bitirememiş, şu veya bu olmayı başarmamış anneler, babalar olarak bakabiliriz; hâlâ onlara güzel bir gelecekten, meselâ hülyalarımızdan bahsedebiliriz. Göğsü dik, kendine güveni olan, haysiyetli anneler, babalar olarak konuşabiliriz. VE ONLARA O ZAMAN DA KUR’AN OKUYABİLİRİZ, Allah'ın kelâmını öğretebiliriz. Meselâ Hz. İbrahim'in ateşe atılışından söz edebilir, küçücük kuşların o ateşi söndürmek için ağızlarında o yangın ormanına sular taşıdıklarını hikaye edebiliriz. Yenildiğimizi söyleriz meselâ, onurlu kalmak, haysiyetimizi muhafaza etmek için yenildiğimizi, dövüldüğümüzü anlatırız onlara...

Ya taviz verirsek, ya direnemez de başlarımızı açarsak?.. O zaman haysiyetini kaybetmiş, başkalarına değil, dinine değil, Rabbine değil, kendine, kendini kendi yapan şeye ihanet etmiş biri olarak çocuklarımıza ne söyleyeceğiz, onlara nasıl KUR’AN okuyacağız? Haysiyetsiz doktorlar olmayı, haysiyetli müslümanlar olarak kalmaya tercih ettiğimizi mi söyleyeceğiz? Yavrularımızın o güzelim gözlerine nasıl bakacağız? Onlara gururla nasıl, “Biz ki bir zamanlar BİZ HAKİKATİZ demiştik, biz ki başlarımızı yaran joplara aldırmamış, biz ki kimsenin telkinlerini kâle almamış ve bildiğimiz gibi, inandığımız gibi yaşamıştık” diyebileceğiz?

Direnirsek, taviz vermezsek, hakkı tercih edersek, o zaman, işte o zaman çocuklarımıza, üniversite mezunu olabilmeyi başarmış ama haysiyet ve vakarını muhafaza edememiş anneler, babalar olmaktansa, mezun olmayı başaramamış mazlumlar olmayı tercih ettiğimizi söyleyebiliriz. İşte o zaman meleklerin evlerimize dolduklarını, bu nedenle bizler için istiğfarda bulunduklarını hissedebiliriz; o zaman ellerimizi semâya kaldırabilir ve ancak o zaman bizler de meleklerin duâsına katılabiliriz.

Kardeşlerim! Biz sizlerin başınızı öne eğdiriyoruz, bari siz bizim başımızı öne eğdirmeyin! Bizler başımızı semâlara kaldıramıyoruz, bari sizler başlarınızı semâlara kaldırmayı sürdürün.

Kardeşlerim! Böyle yapmazsanız, siz benim kime küstüğümü nereden bileceksiniz?

18 Haziran 1998, Yeni Şafak

Bir kez 'Allah' dese aşkile lisân

Hava kurşun gibi ağır... Kimse ne diyeceğini, ne yapacağını, kimi muhatap alıp kime sesleneceğini bilmiyor... Kardeşlerimiz, kızlarımız gözlerimizin önünde haksızlığa uğruyorlar... Anneler, babalar çaresiz... Çocuklar ise büsbütün çaresiz... Göğüslerinde hem inançlarına, hem arkadaşlarına, hem de kendisine ihanet etmiş bir kalp taşımamak ve ömür boyu bu ihanetin yükünü çekmemek için çaresiz...

Hava kurşun gibi ağır... Kaybediyor görünüyor ve kaybettiklerimize üzülüyoruz. Yıllarımızı kaybediyoruz, okulumuzu kaybediyoruz, gençliğimizi kaybediyoruz, çocuklarımızı kaybediyoruz... Hem de kazandıklarımızı, kazanacaklarımızı hiç hesaba katmadan, elde ettiklerimizi ve edeceklerimizi hiç düşünmeden...

Hakikat bu değil oysa. Biz ki inanmışız ve biz ki inandığımız için bu zulümlere mâruz kalıyoruz; biz ki daha büyük zulümlerin olduğunu, olacağını, olabileceğini biliyoruz, o halde bugün herşeyden ziyade birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmeye ihtiyacımız olduğunu da bilelim; Ve'l-Asr sûresini hatırlamaya ve birbirimize hatırlatmaya ihtiyacımız olduğunu... AŞK'a muhtaç bulunduğumuzu... İşte bu yüzden hatırlamalı ve birbirimize hatırlatmalıyız: tarih boyunca insanın hüsran içerisinde olduğunu, tarih boyunca mü’minlerin, sâlihlerin, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin birer istisna teşkil ettiğini...

Okuyalım Niyazî Mısrî'nin divanını...

Derman arar idim derdime/Derdim bana derman imiş.

Burhan arar idim aslıma/Aslım bana burhan imiş.

Sonra da bu hikmetin sırrını, a‘mâk-i hayâlimizde bulmaya çalışalım:

... Ehrimen (zulmet) ile Hürmüz (nûr) taraftarları, kıyasıya bir savaşa girişirler.

En nihayet Ehrimen'in ordusunun arasından bir ‘Nifak’ cadısı ortaya atılır ve önüne geleni yere serer. Hürmüz taraftarânı bu duruma bir çare ararlarken ‘Nifak’ cadısının karşısına ‘Muhabbet’ pehlivanını çıkarırlar ve ‘Muhabbet’ pehlivanı bir vuruşta ‘Nifak’ cadısının kellesini gövdesinden ayırır. Daha sonra Ehrimen ordusunun içinden, meydana ‘Gazab’ pehlivanı çıkar ve ‘Muhabbet’ pehlivanını yener.

‘Nifak’a galebe çalan ‘Muhabbet’, bu sefer ‘Gazab’ karşında pek bir varlık gösterememiş ve sevgi, öfkeye yenilmiştir. Bunun üzerine Hürmüz ordusu geri çekilir ve ‘Gazab’ pehlivanının karşısına kimi çıkaracaklarını düşünürler, sonunda meydana ‘Hikmet’ pehlivanını çıkarmaya karar verirler. ‘Hikmet’ pehlivanı sabahleyin zırhlarını kuşanmış bir halde savaş meydanına gelir ve kendisini orada mağrur bir edayla bekleyen ‘Gazab’ pehlivanıyla dövüşmeye başlar. Bir ara küçük bir hîleyle râkibini şaşırtan ‘Hikmet’ pehlivanı, ‘Gazab’ı yere seriverir ve böylelikle ilmin, hilmin ve dahî aklın karşısında öfkenin bir işe yaramayacağını cümle âleme gösterir.

Ehrimen taraftarları üzgün ve kızgın, Hürmüz taraftarları ise sevinç içindedirler. Ancak bir süre sonra yer-gök titremeye başlar. Herkes korku içinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, Ehrimen ordusunun içinden yüzü örtülü, zırhlarını kuşanmış kara bir pehlivan, kara ve yağız bir atın üstünde yavaş yavaş meydana doğru ilerlemeye başlar. Hürmüz dehşet içindedir; zira gelen süvarinin kim olduğunu anlamıştır. “İzîd! İzîd!” diye yalvarmaya başlar: “Bu haksızlık! Onun önünde kimsenin duramayacağını biliyorsun” der 

Yapacak birşey yoktur; zira bu bir savaştır!

Gelen pehlivan ‘Nefs-i Emmâre’dir. Kendisine o kadar güvenmektedir ki ‘Hikmet’ pehlivanını öldürmek bile istemez, ona meydandan çekilmesini söyler. ‘Hikmet’ pehlivanı bu teklifi kabul etmeyip hamlesini yapar ve fakat Nefs-i Emmâre'ye yenilmekten kurtulamaz. Bu durum karşısında Ehrimen taraftarânı sevince boğulur, zafer çığlıkları atmaya başlar. Çünkü kimse Nefs-i Emmâre'nin karşısına çıkabilecek, onu yenebilecek bir pehlivanın varolabileceğini düşünmemektedir.

Böylece herkesin savaşın bittiğine inandığı bir sırada... Ehrimen (zulmet) yanlıları zafer sevinciyle sarhoş, Hürmüz (nûr) yanlıları ise mağlubiyet acısıyla mahzûn bir halde iken... meydana doğru doru bir at üzerinde genç bir pehlivan seyreyler. Ağlayanların gözyaşları diner, üzülenlerin kalpleri inşirah bulur. Artık ne yapacağını bilmez hale gelen, korkudan titreyen, başını önüne eğen taraf karanlık ehlidir. Meydanların o mağrur, mütekebbir, güçlü ve yenilmez savaşçısı Nefs-i Emmâre bile korku dolu gözlerle karşıdan gelen yeni râkibinin huzurunda donakalmıştır. Sonunun geldiğini hemen anlar. Çünkü karşısında duran cengâveri tanır. En azgın, en güçlü düşmanları dahî dünyada yenebilecek tek kuvveti herkesten iyi o bilmektedir.

Gelen AŞK pehlivanıdır. Olacak olan olur ve AŞK, Nefs-i Emmâre'ye galebe çalar... Dahası, söze ne hacet...

Bir kez Allah dese aşk ile lisân

Dökülür cümle günah misl-i hazân

12 Mayıs 1998, Yeni Şafak

Siz hiç öldünüz mü?

Tüm olup bitenlerin, nedense hep bize sunuldukları gibi olup bittiklerini düşünürüz. Ancak bir süre sonra, onların hiç de öyle olmadığını gösterir birtakım gelişmelere tanık olduğumuzda yanıldığımızı anlar ve fakat bunu ‘komplocu’ yaftasıyla yaftalanmaksızın başkalarına anlatamayız. Hele karşımızdakiler yanılanlardan oldukları halde yanıldıklarını kabul etmek istemiyorlarsa, işimiz daha da zor demektir; zira bu durumda yaptığınız, ‘komplo teorileri’ üretmek olarak değil, ‘dâvâya ihanet’ olarak algılanacaktır.

12 Eylül öncesinde, birbirine düşman iki gençlik kesimi arasında süren büyük bir kavga vardı. Bir içsavaş görünümündeki bu ‘büyük kavga’ dolayısıyla her iki taraf da karşıtlarını yok etmeyi, yakıp yıkmayı mübah görüyor, velhâsıl bir savaşın gerektirdiği her türlü araca başvuruluyordu. İnsanlar ölüyormuş, yuvalar yıkılıyormuş, geride dullar yetimler kalıyormuş, binlerce genç heba oluyormuş bu pek kimsenin umurunda değildi; hâdiselerin içinde yer alan gençlerin ise hiç umurunda değildi.

Dâvâ uğruna ölüyorlar, öldürüyorlardı çünkü. Şehitleri vardı: dâvânın şehitleri. Genç yaşında toprağa giren, büyük bir dâvâ uğruna canını fedâ eden insanlardı bunlar... İyi hatib olmak, dâvâyı iyi bilmek, hatta iyi dövüşmek, iyi silah kullanmak, korkmamak, herşeyi göze almak... İşte bütün bunlar, o yıllarda gençlerin arkadaşları arasında temayüz etmelerini, hatta hakkını verdikleri takdirde emsâllerinin önüne geçmelerini sağlayan hasletlerdendi.

Siz hiç öldünüz mü bunu bilemiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki o gençlere ölümün bile güzel göründüğü yıllardı bu yıllar... O yıllarda aşk ve sevda bir genç kızın gözlerinde değil, soylu bir dâvânın kışkırtıcı iddialarında ve dahî soğuk çeliğin soğuk kabzasında aranıyordu. Ölümü, ölmeyi kendilerine bir ideal haline getiren o genç yürekler, söz dinlemiyorlar ve ölüme koşmayı bir ‘soyluluk’ addediyorlardı; hem de ağabeylerinden tevarüs edilmiş bir soyluluk...

Siz hiç öldünüz mü bunu bilemiyorum, ancak hangi dâvâ uğruna olursa olsun, ölüme koşmanın bir ‘soyluluk’ alâmeti olarak kabul edildiğini gayet iyi biliyorum. Gerçi, ölüme koşmadıkça, ölüme koşmanın ne güç bir iş olduğu anlaşılmadıkça, bu ‘soyluluk’ teslim edil(e)meyecek, hatta hafif bir tebessümle dudak bükülüp ‘sen şuna enayilik desene!’ diyeceklerin sayısı hiç de az olmayacaktır. Varsın olsun... Çünkü ‘ne farkeder ki?’ suâline muknî bir cevap veremeyecek olan bu çoğunluğun, soyluluk ile enayilik arasında esasa taalluk eden bir fark olmadığını bil(e)meyişleri, bu sefer ‘ölenler’ tarafından acı bir tebessümle karşılanacaktır.

Siz hiç öldünüz mü bunu bilemiyorum. Ancak bu gençlerin kendilerine “sen boşuna öldün!” denilmesi karşısında nasıl öfkeyle iç geçirdiklerini ve tarif mümkün olmayan, olamayan bir hâlet-i rûhiyeyle nasıl ayağa kalktıklarını çok iyi biliyorum. Uğruna ölümü göze aldıkları ideallerle alay edilmesine, bu idealler uğruna yapıp ettiklerinin hafife alınmasına tahammül edemeyen her insan gibi, hiç kuşkusuz onlar da böylesi bilgiçlikleri umursamayacak ve karşılarındaki bilgiçleri gaflet ve hiyanetle suçlayacaklardır.

Peki haksız sayılırlar mı?

Şayet siz hiç ölmedinizse, bu suâle müsbet bir cevap veremezsiniz; zira bu durumda anlamadığınız, bilmediğiniz, daha doğrusunu söylemek gerekirse, göze alamadığınız bir ‘şey’ hakkında konuşmuş sayılırsınız. Peki bu suâle menfi bir cevap verebilir misiniz? Hayır veremezsiniz; zira bu takdirde bedelini ödemediğiniz faturaların başkaları tarafından ödenmesini talep, hatta teşvik etmiş olursunuz ki bu tutum da en az diğeri kadar gayr-ı ahlâkîdir. Bu iki ihtimali bertaraf etmekle, bütün şıkları tüketmiş olmayacağız. Çünkü ölüme hazır olmayanların bu suâle cevap verme haklarının bulunmadığını henüz zikretmedik. O halde zikredelim: Şayet siz ölüme hazır değilseniz, bu suâle ne müsbet ne de menfi bir cevap verebilirsiniz. Demek oluyor ki siz bu suâle hiçbir surette cevap veremezsiniz.

Olgusal önermelerden sadece üç anlamlı ihtimal elde edilebilir; zira dördüncüsü yoktur. Bu önermeyi sembollere dönüştürecek olursanız, belki dördüncü ihtimali elde etmenin yolunu bulursunuz; ancak bu sefer olgunun, olguların kendisine dâir ‘anlamlı’ birşey söylemiş olmazsınız. İşte “velhâsıl” ile biten önermelerin, ‘anlamlı’ bir cevabının bulunamamasının nedeni budur.

Aklıma gelmişken sorayım: Sahi siz hiç öldünüz mü?

12 Mart 1998 Yeni Şafak

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar