İslam Aleminde Aklın Zevali
| |
Robert
R. Reilly
Çeviren: Abdulhalim Durma
İçindekiler
Batı
medeniyetinin kökleri İsrail dininde, Grek kültüründe ve Roma hukukunda yatar
ve ortaya çıkan sentez Mesih'in ölümünü izleyen iki bin yıl boyunca binlerce
şekilde gelişti ve ayrıştı. Yeni topraklara açılan ya da şehirlere çekilen Batı
uygarlığı, yeni kurumlar, yeni kanunlar, yeni siyasi düzen formları, yeni
bilimsel inançlar ve sanattaki yeni uygulamaları ortaya koydu. Ve tecrübenin
getirdiği bu gelenek, zamanla, devlet tarafından garanti edilen özgür düşünce
ve din özgürlüğü içerisinde aydınlanmaya, demokrasiye ve toplumsal düzen
biçimlerine yol açtı.
İslam
dünyasında neden benzer bir şey olmadı? Yedinci yüzyılda güçlü bir enerji ile
ortaya çıkan ve Kuzey Afrika boyunca ve Ortadoğu'da şehirler, üniversiteler,
kütüphaneler ve dünyada kalıcı bir iz bırakan gelişmiş bir seçkin kültürü
ortaya koyan bu medeniyet neden, şimdi pek çok yerde sessiz, şiddetin hakim
olduğu ve kırgın vaziyettedir? İslam bugün neden sadece en şiddetli
taraftarların bu şiddetine müsamaha gösteriyor, göz yumuyor ve bu konuda vaaz
verir gibi görünüyor? Laik bir yargının avantajlarından yararlanmak üzere göç
eden Avrupa'daki Müslüman azınlıklar, hatta ancak çok azı bu yasanın ne
dediğini veya onu telaffuz etme hakkına sahip olduğunu kabul edebilir
görünmekte olmasına rağmen, başka tür bir hukuka dikkati çeker.
Robert
Reilly, elinizdeki berrak ve büyüleyici kitapta, bu soruları cevaplamaya
çalışıyor. Amacı, dokuzuncu yüzyıldan on birinci yüzyıla kadar Batı'da
Endülüs'ün şehir prensliklerine ve Doğu'da Sufilerin mistik yönelişlerine yol
açan İslam medeniyetinin, felsefeye sırtını döndüğünde ve dogmaya sığındığında
ahlaki ve entelektüel bir kriz geçirdiğini göstermektir. Bu ani kemikleşmeden
çeşitli faktörler sorumludur, ancak esas olan, Reilly'nin görüşüne göre, onuncu
yüzyılda Eş'ari mezhebinin yükselişi ve rakip mezhebi olan Mu'tezilenin
yenilgisi olmuştur. Eş'ariler, sonunda acı çeken ruhunu Allah ile mistik bir
oluşta gören ilahiyatçı ve mümtaz bir filozof olan Gazali’de güçlü bir ses
buldular. İnsan aklı, eşyayı sorgulama, keşfetme ve daha iyi yönetişim için
yeni yasalar hazırlamamızı öğretir. Dolayısıyla akıl, Gazali için, Allah'ın
iradesine mutlak ve katıksız itaati talep eden İslam'ın düşmanıdır. Gazali, Filozofların
Tutarsızlığı adlı ünlü eserinde Plato, Aristoteles ve takipçilerinin
yazılarında belirtildiği gibi, aklın karanlık ve çelişkililiği kurtaracak
hiçbir şeye yol açmadığını ve insanın zihninde parlayan tek ışığın vahiyin
ışığı olduğunu göstermeye çalışır. Gazali'nin argümanları İbn Rüşd tarafından Tutarsızlığın
Tutarsızlığı isimli eserde açık bir şekilde çürütülmüş olsa da, İslam,
egemen olan teslimiyet fikrini daha anlamlı bulan Eş'ari öğretisini benimsemek
için acele etmiştir. İbn Rüşd, Endülüs'ten sürgüne gönderildi ve aklın sesi,
Sünni Müslüman prenslerin saraylarında artık hiç duyulmadı.
Felsefeye
yapılan bu saldırı, hukuk ve hukuk ilmine (fıkıh) eşit derecede
belirlenmiş bir saldırıyla birlikte idi. Erken İslam hukukçuları, Kuran'ı ve
sıradan adaletin talepleri ile gelenekleri uzlaştırmaya çalışmışlar ve sosyal
ve ticari hayatın gelişen koşulları içinde uygulanabilecek bir hukuk sistemi
geliştirmişlerdi. Kanunun yorumu, böylece kutsal Kitabın hassas emirlerini
Müslüman toplumların gerçeğine uyarlamak üzere hukukçuların bireysel gayretleri
(içtihad) ile incelenme ve değiştirilme konusuydu. Onuncu veya on
birinci yüzyılda, Gazali’nin bizzat ilan ettiği üzere, "içtihat kapısının
kapalı" olduğu kabul edildi. O zamandan beri, on ikinci asırda Kahire'de
ya da Bağdat'ta doğru görünen şeyin bugün de doğru görünmesi bakımından yasanın
yeni yorumu olmayacağı hakkında Sünni İslam resmi bir tavır takındı. Eğer
modern yaşam ve hükümetin gerçekleriyle şeriatı uzlaştırma konusunda açık bir
yol bulunamazsa, ya da eski Kahire Üniversitesi el-Ezher'den önde gelen bir
hukukçunun, birbirini tanımayan fakat birlikte olan bir erkek ve bir kadın için
bunun iyi olduğunu düşünebilmesine bu nedenle şaşırmalı mıyız?
Felsefe ve
dogmayı, medeni hukuk ve ilahi kanunu, her zaman uyumlu hale getirmek zordur.
Fakat İslami dünyada Kuran'ın iki rakip yorumu aralarında bir çatışma
içerdiğinden karşılıklı gerilim özel bir karakter kazanmıştır. Mu'tezilenin
yorumlamasında Kuran, Vahiy anında Tanrı tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle,
ortaya çıktığı koşullar ve Tanrı'nın açıklama amacı çerçevesinde yorumlanır.
Eş'ari yorumunda Yüce Allah ile birlikte olan ve Muhammed'in savaşla parçalanan
Arabistan'daki hayata dair hiçbir şeye borçlu olmayan onun ebedi sözü Kur'an-ı
Kerim, yaratılmamıştır. Sünni cemaatin kendinden tayin edilmiş liderleriyle
ilişkilerimizde, inkar edenlere gerçek ve kalıcı bir hoşgörünün büyümesine izin
verecek olan inancın esnek yorum türlerini güvence altına almanın ne kadar zor
olacağını gösterdiğinden, Reilly'nin bu anlaşmazlıkla ilgili değerlendirmesi
özellikle aydınlatıcıdır.
Reilly'nin
"Müslüman zihninin kapanması"nın uzun vadeli etkisiyle ilgili bu
değerlendirmesi, okumaya özen gösterir. Müslüman toplumlar, onun işaret ettiği
gibi, nadiren modern siyaset şekillerine, modern bilimin bakış açısına ya da
küresel göçün taleplerine adapte olmuşlardır. Reilly haklıysa, o bu konuda
emindir -şüphesiz İslamcı teröristleri canlandıran öfke ve kızgınlığın sebebi
bizim başarımız değil, daha çok Müslüman başarısızlığı olacaktır. Bu
başarısızlık İslam'ın kaçınılmaz sonucu değildir; aksine sekiz yüzyıl önce
meydana gelen kültürel ve entelektüel bir intihar eyleminin etkisidir.
Reilly
yanlış olanın değil neden yanlış gittiğinin ikna edici bir açıklamasını
yapıyor. Kaynağı, dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda ve işlevsiz kültürde deforme
olmuş bir teolojide buluyor. O, Eşari ortodoksluğunun modern İslam'a yanlış
Allah kavramı miras bırakmış olduğunu savunuyor.
Politika
yapıcılar farkındadır: esasen teolojik bir problemle yüz yüz yüze olduğunuzu
itiraf etmeye hazır değilseniz, özellikle ekonomik, sosyolojik ya da politik
programların gerçekte bir itikat yanılsamasına sabitlenmesi yanlış izlenim
yaratarak meseleleri daha kötü hale getireceğiniz için çözüm reçeteleri ileri
sürmeyin. Bu programlar başarılı olamaz.
Reilly’nin
ikna edici bir biçimde savunduğu gibi, problemin var olduğu seviyede ele
alınması gerekir. Bu kitabın en büyük özelliği, bu derin teolojik sorunun
koşullarını, onun öncülüğünü yaptığı krizi ve son olarak da çağdaş
Müslümanlardan önce daha belirgin bir şekilde ortaya konan tercihleri açıkça
ifade etmesidir. Reilly'nin gösterdiği gibi, bu bataklıktan kurtulmanın yolunu
bilen Müslümanlar vardır, ancak bu insanlar kendilerini dinlemeye ve korumaya
istekli izleyiciler veya rejimleri nadiren bulabilirler.
Bugün İslam
Dünyasındaki mücadelenin sonucu herkes için büyük etkilere sahip olacaktır. Bu
mücadeleyi anlamamıza yardımcı olan bu kitap, hepimizin derinden müteşekkir
olması gereken bir amaca hizmet ediyor.
Roger Scruton
GİRİŞ
Bu kitap,
insanlık tarihindeki en büyük entelektüel dramlardan biriyle ilgilidir. Ortaya
koyduğu Müslüman zihnidir. İnsanın muhakeme gücünü nasıl gördüğü, İslam'ı da
içeren uygarlıkların şekli ve kaderi üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir.
Aksi takdirde nasıl olabilirdi, bu rasyonel güçler gerçekliğin nasıl
algılandığını, vahyin nasıl alındığını, neyin bilinebileceğini ve bilinenin
anlamının nasıl ayırt edileceğini ne zaman etkiler? Bu kitap, İslam'ın
fetihleri onu Helen düşüncesine maruz bıraktıktan sonra, ardından gelen ölümcül
mücadelede en sonunda muhakeme tarafını kaybedişindeki aklın rolüyle nasıl
uğraştığının hikayesidir.
Kitabın
başlığında Müslüman zihninin kapandığını, yani bütün medeniyetin zihinsel
olarak kapanmış ve akıl ve felsefeyi terk etmiş olduğunu söylemek uygunsuz
görünebilir. Bu birey olarak her Müslümanın zihninin kapalı olduğu ya da
Müslüman zihnin hala açık olduğu çeşitli İslami anlayışların olmadığı anlamına
gelmez. Bununla birlikte, ana akım Sünni İslam'ın, inancın çoğunluk ifadesi
olan büyük bir bölümünün, gerçekliğin kapısını derin bir şekilde kapattığını
söylüyorum.* Gerçek olmayana
yönelişe dair kanıtlar maalesef bol miktarda vardır ve bunlar Müslümanların
kendileri tarafından sunulmuştur. Bu kapatma, Arap Ortadoğu'da egemen olan (ve
Pakistan ve Güney Asya gibi diğer alanlarda yoğun olarak bulunan) belirli bir
Müslüman ilahiyat akımının; Eş’ari Okulunun hakikatidir ve kendisini ona
borçludur. Geçmişte olduğu gibi, dünyanın bu kısmı bugün İslam'da öncü rol
oynamaktadır.
Yirminci
yüzyılda yaşayan Müslüman alimlerden Fazlur Rahman, "Felsefeden mahrum
olan bir insan taze fikirler alanında kıtlıkla karşı karşıya kalmaktadır
-aslında, entelektüel bakımdan intihar etmektedir", der. 3 Eylül 2006’daki Regensburg konuşmasında Papa
Benedict XVI benzer bir şey söyler . Batının temel problemlerinden
biri olarak Greklerin hediyesi olan aklın kaybı anlamında ‘Helenleşme
yokluğu’ndan söz eder. Daha az bilineni, İslam'ı sarsan bu Helenleşme yokluğu;
yani akıl ve muhakemenin kötülenmesi ve uzaklaştırılmasıdır. (Papa buna kısaca
değinmekteydi, ancak bu, önemli bir tartışma kaynağı oldu.) Çok kapsamlı ve
etkili bir şekilde İslam'ın akıl ve muhakemeden arındırılması daha az bilinir,
az sayıdaki kişi onun önünde özellikle de dokuzuncu ve onuncu yüzyıllardaki
Hellenizasyon süreci olduğunun farkındadır. İslam ve dünya için çok önemli bir
dönemdi. Ürdün'ün son dönem Kralı Hüseyin (1935-1999) son röportajında, o
dönemin sonlarına doğru Müslüman dünyanın yanlış yönde belirleyici bir dönüş
yaptığını söylemekteydi.
Bu, Sünni
İslam'ın entelektüel intiharının -Fazlur Rahman'ın terime verdiği anlam
çerçevesinde- ve bunun nedenleri üzerine bir değerlendirmedir. Bu kitap nasıl
olduğunu değil neden olduğunu, neyin yanlış gittiğini değil neden
yanlışa gittiğini, anlatacaktır. Bu kitap, İslam'ın entelektüel intiharının
yıkıcı sonuçlarını ve İslam dünyası için olduğu kadar Batı için de yankı
uyandıran bir girişim olan Müslüman zihninin (Müslümanların kendilerinin
önerdiği gibi) yeniden açılabileceğini ayrıntılarıyla ele alacaktır.
İslam'ın
akıl ve muhakemeden uzaklaşmasının kökleri, dokuzuncu yüzyılda kesin bir
biçimde şekillenen Allah'a dair bir düşünceye dayanmaktaydı, ancak İslam
aleminin büyük bir kısmı daha önce bu düşüncenin bir versiyonunu benimsemişti.
Akıl üzerinde yapılan mücadele, Tanrı'nın nasıl bir varlık olduğu konusunda
derin bir anlaşmazlık içeriyordu. Anlaşmazlığın her iki tarafı da, Tanrı'nın
nasıl olması gerektiği, Kuran'dan farklı okumalarla kaynaklanan veya
teyit edilen bazı ön koşullara sahipti. Bir tarafta Tanrı'nın iradesi ve gücü,
diğer tarafta adaleti ve rasyonalitesi vardı. Yunan felsefesiyle olan
karşılaşmayla çökertilen ve şiddetlenen argüman, Tanrı'nın vahiy ve her şeye
gücünün yeter olmasıyla ilgili akıl statüsünde yer aldı. Söz konusu sorular:
İnsanın Tanrı ile karşılaşmasında akıl ne yapmalıdır? Akıl ile vahiy arasında
herhangi bir ilişki var mı? Aklın, vahiy karşısında herhangi bir duruşu var mı,
yoksa onun dışında mı kalmalı? Ve belki de en önemlisi, akıl hakikati bilebilir
mi?
Bazı
teoloji ile ilgili görüşleri nedeniyle nihayetinde felsefe Eş'ari İslamı (ve
bugüne kadar çok önemli bir disiplin haline gelen İslam hukuku) ile
bağdaşmamaktadır. Böyle bir Tanrı anlayışı nasıl gelişti ve neden hakim oldu?
Muhammed ilahiyatçı değildi. Tanrı'nın Kuran'da açıkça ve dolaylı olarak
bulunan kavramlarını geliştirmek izleyenlerine kalmıştır. Onlar da İslam'daki
çeşitli tartışmalardan doğan ihtiyaçlara göre ve İslam'ın ele geçirdiği
uygarlıkların fikirleri ve dinleri ile karşılaştıklarında bunu yaptılar.
Burada ele
alınan konular, herhangi bir dinin takipçilerinin baş etmek zorunda kaldıkları
en zor ve en derin problemdir. İslam'ın karşılaştığı teolojik, felsefi,
metafizik ve epistemolojik sorunları her tek tanrılı din aynı şekilde
düşünmek zorunda kalmıştır. Bu kitap, Sünni İslam'da bu sürekli zorlukların
nasıl gündeme getirildiğini ve muamele gördüğünü ve bu hususların sonuçlarının
bugün Müslüman dünyasını nasıl etkilediğini göstermektedir. Zaman zaman ağır
sarkmalara neden olabilir. Bununla birlikte, halen sürmekte olan mücadeleyi
gerçekleştiği seviyede anlamaya çabalamayan okuyucu, Sünni İslam dünyasının
neden bu kadar zor durumda olduğunu ve gerçeğe dönük bir açılım bulmak için
kendi içerisinde kendi araçlarına sahip olup olmadığını fark edemeyecektir.
Zihni
kapatmanın iki temel yolu vardır. Birincisi, aklın bir şey bilme yeteneğini
inkar etmektir. Diğeri, gerçekliği bilinemeyen olarak göz ardı etmektir. Yani,
akıl bilemez veya bilinmesi gereken bir şey yoktur. Her iki yaklaşım da
gerçekliği ilgisiz kılmak için yeterlidir. Sünni İslam'daki Eş'ari okulunda her
iki unsur da istihdam edildi. Sonuç olarak, insanın mantığı ve gerçekliği
arasında ve en önemlisi insanın aklı ile Tanrı arasında bir çatlak açılmıştır.
Yaratıcısı ve yaratılanın zihni arasındaki ölümcül kopukluk, Sünni İslam'ın en
büyük üzüntülerinin kaynağıdır. Kur'an'da değil, İslam'ın erken dönem
teolojisinde bulunan bu çatışma, nihayetinde Müslüman zihninin kapanmasına yol
açtı.
Çağımızın
anahtar sorusu şu olabilir: Birinin gerçeklik hakkındaki teolojik varsayımları
yanlışsa ve bu varsayımlar dogmatize edilip inancın dayandığı direkler haline
getirilirse, kişi onlardan kurtulabilir mi? Örneğin, doğal düzen içindeki
"sebep ve sonuç" gerçeğini kabul etmek isterse, Kuran'da geçen
olaylar hemen hemen sadece Tanrı'nın eylemlerinin doğrudan ürünü olarak
açıklanıyor olsa bile, Kuran'da doğal hayattaki olayları sebep sonuç ilişkisi
içinde açıklanması için herhangi bir engelin bulunmadığı görülür. Sonuçta, Eski
Ahit, hikayelerinin çoğunda, doğrudan insanlık ve dünya üzerinde hareket eden
Tanrı'ya vurgu yapar ve bu, Yahudilerin ve ondan sonraki Hristiyanların
nedensellik prensibini benimsemesini engellemedi. Dokuzuncu ile on ikinci
yüzyıllarda gelişen Eş'ari teolojisi, günümüzde İslam'ı bir sorun haline
getiriyor, çünkü onun nedensellik prensibini inkar etmesi, genel anlamda Sünni
ortodoksluk ve Arap kültürünün bir parçası oldu. Lübnanlı-Amerikalı entelektüel
Fuad Ajami'nin gözlemlerinin onu götürdüğü yer burasıdır .
"İslam dünyasında her nereye gidersem gideyim, sorun aynı sorundur: sebep
ve sonuç; sebep ve sonuç ". Şimdi fikir birliği veya icma tarafından
onaylanan bu işlevsiz görüş, tersine çevirmeyi, imkansız olmasa bile,
zorlaştırmaz mı? Muhammed’in, "topluluğum bir hata (yani topluluk veya
ümmet tarafından teyit edilen bir şeyin) üzerinde asla anlaşamayacaktır"
demiş olmasının, inanılmaz olduğu söylenir.
Bu konunun
çoğu günlük endişelerden uzak görünebilir ve bu nedenle kolayca gündem dışı
bırakılabilir. Şüphesiz, ortalama bir Hristiyanın Augustine ve Aquinas’nın
öğretisinden haberdar olmadığı gibi, ortalama bir Müslüman da, Ortaçağ dönemi
İslam düşünürlerinden el-Ezheri ve Gazali gibi kişilerin öğretilerinden
habersiz olabilir. Hangi İslam teolojik okuluna mensup olduğu sorulduğunda,
sokaktaki Müslüman bir Eş'ari veya Maturidi olup olmadığını, bir Hristiyanın
Augustinci mi yoksa Thomascı mı olduğunu bildiğinden daha fazla bilmeyebilir.
Bununla birlikte, bu, Müslüman ve Hristiyanların bu düşünürlerin düşüncelerinin
etkisi altında olmadıkları anlamına gelmez. Böyle bir bilinç eksikliğine
rağmen, felsefi, metafizik ve teolojik konular nihayetinde günlük endişelerin
nasıl ele alındığını belirler; gerçekten de, bu endişelerin ne olduğunu
belirliyorlar bile. Derin teolojik meseleler olarak görülen konuların en pratik
ve yıkıcı sonuçları olabilir.
Müslüman
zihninin kapatılması, sadece bir tezahür olan modern İslamcı terörizm krizini
yarattı. Sorun çok daha geniş ve daha derindir. İslam'ı bilim kaybına uğratıyor
ve yerel imkanlarla demokratik anayasal hükümet geliştirme ihtimalini ortadan
kaldırıyor. Arap dünyasının insani gelişimin her ölçüsünün niçin dibe yakın
durduğu, İslam dünyasında neden bilimsel araştırmaların neredeyse geçersiz
kaldığı, neden İspanya’nın son bin yılda tüm Arap dünyasından daha çok
sayıda kitabı tek bir yılda çevirdiği, Suudi Arabistan'daki bazı insanların
neden insanoğlunun aya gittiğini hala reddettiği ve neden bazı Müslüman
medyanın Katrina Kasırgası gibi doğal felaketleri Tanrı'nın doğrudan cezası
olarak sunması türünden bulmacaların kilidini açmanın anahtarıdır. Bu hikayeyi
anlamadan, bugün İslam dünyasında yaşananları veya birçok Müslümanın başta bu
krizi üreten Tanrı fikrini reddetmenin işaret ettiği iyileşmeye giden
potansiyel yolları kavrayamayız.
Müslüman zihnin
kapanışı, doğrudan günümüzdeki radikal İslamcı ideolojinin biraz uzaktaki
öncülleridir ve bu ideoloji bu kapanıştaki kökleri tesbit etmeden anlaşılamaz.
11 Eylül'den Londra, Madrid ve Mumbai bombalamalarına, Noel'de Detroit'teki
havayolu bombalamasına ve ötesine geçen terörist eylemleri canlandıran
fikirler, failleri ve pek çok sempatizanı tarafından her çeşit medyada yüksek
sesle duyuruldu. Ne düşündüklerini biliyoruz; onlar her gün bunu bize
söylüyorlar. Fakat taleplerinin İslam olduğunu iddia ettikleri bu fikirlerin
ortaya çıkışı ile ilgili sorunlar ortada duruyor. Bunlar yeni bir şey midir
yoksa geçmişteki bir şeyin yeniden ortaya çıkışı mıdır? Bunun ne kadarı
İslamdır ve İslamcılık ne kadardır? İslamcılık İslam'ın deformasyonu mudur?
Eğer öyleyse, hangi yönden ve nereden geldi? Ve İslam neden bu kadar
deformasyona karşı hassastır? Kitabın ikinci bölümünde bu sorular ele
alınacaktır.
Kitabın
yaklaşımı, mümkün olan yerlerde tercüme edilen birincil kaynakları önermek ve
gerekli bağlamda metinlerin, kendileri için konuşmasını sağlamak olacaktır. Bu
materyali bilmeyenler için, dokuzuncu ila on ikinci yüzyıllara ait bazı önemli
Müslüman ilahiyatçıların alıntıları şaşırtıcı, hatta şok edicidir. İskoç
felsefeci David Hume, on sekizinci yüzyılda yazmaya başlayana kadar, Batı'da
radikal gönüllülük (saf irade olarak Tanrı) ve occasionalism (doğal düzen
içinde hiçbir neden ve etki olmaması) önemli ölçüde görülemedi . O
zamana kadar gerçekliğin tanınması, saldırıya dayanacak kadar sağlam bir
şekilde kurulmuştu (oldukça yakın zamana kadar, yani bir gönüllülük biçimi de
Batı'da aklı zedelediğinde). Maalesef, bu görüşlerin çok daha önce ulaştığı
Sünni İslam'da bu olmadı.
Sünni
İslam'ın gönüllü ve occasionalist karakteri yeni bir keşif değildir. Şamlı St.
John, Maimonides, Hegel ve diğerleri buna dikkat çekti. Bununla birlikte,
günümüzde Müslüman davranışından dolayı şaşkınlığa düşen birçok Batılının
kavrayışı içinde, onu canlandıran temel teolojik öğretilerin farkında
olmamalarıdır. Batı ve İslam'ın bu teolojik konularda sünni karakter üzerinde
biçimlendirici etkisi olarak gereken önemini teyit etmek için yirminci yüzyıl
biliminden sıkça iktibasta bulunuyorum. Modern Batı dünyasından çok uzakta olan
bazıları için, bu doktrinlerin devam eden etkisine inanmak ya da kabul etmek
zor olacaktır. Ancak bu doktrinler bugünkü durumdan büyük ölçüde sorumludurlar
ve Batı'da olduğu gibi birçok Müslümanın Müslüman zihnin yeniden açılmasını
görmeyi ümit ettiği reforma engel teşkil etmektedirler. Dokuzuncu yüzyıldan on
ikinci yüzyıla kadar muayyen ilahiyatçıların görüşlerinin hakim olması
sebebiyle, Sünni Müslüman dünyasında pek çok kişi için gerçeklik erişilemez
hale geldi. Umutların yeşermesi ve kurtuluş yolunun hakikati göstermesi için
bunun nedenleri anlaşılmalıdır.
Birçok
Müslüman bunu kabul ediyor. Çağdaş bir Hintli reformist düşünce lideri olan
Raşid Şaz , "Müslüman Zihnin Yeniden İnşa Edilmesi"nde,
şöyle diyor: "Yeni bir başlangıç yapmak isteyenlerin, geleneksel zihnin
onları hiçbir yere götürmeyeceklerini önceden kabul etmesi gerekiyor. Minimum
olanı, yeni bir Müslüman zihin ile başlamaktır. Beynimizi yeniden akif hale
getirmeden, rahatsızlığımızın büyüklüğünü ve doğasını tam olarak
anlayamayız".4
Bu kitap,
böylelikle, Sünni İslam'ın "hiçbir yere" yapmadığı yolculuğun
anlaşılması çabasıdır. Yolculuğu geriye yapmak, tek yol olabilir.
Genel
Bakış ve Özür
Başlangıçtaki
Müslüman dünyasını ve bu dünyanın ilk teolojik tartışmalarını kısaca çizmeyi,
sonra da ilk tam gelişmiş teoloji okulunu; Mu'tezileyi, daha sonra
muhaliflerini; Eş'arileri ve daha sonra asıl figür olan Gazali (ö.1111)’yi
tanıtmayı tasarlıyorum. Kitabın ikinci bölümünde, Gazali ve Eş'arilerin
felsefenin yok edilmesi de dahil olmak üzere zaferlerinin derin sonuçlarını
önermiş olacağım ve sonra bunun günümüzdeki davranışlara etkilerini
izleyeceğim. Bunu, bugün Sünni Müslümanları hiçbir yere (geri) götürmeyen
İslamcılığa İslam'ın duyarlılığının incelenmesi içerecektir. Baştanbaşa, akıl
statüsünün ve bunun gerilemesinin etkileri konusundaki nihai meseleyi ön planda
tutmaya çalışıyorum.
Ayrıca,
buradaki amaç, İslam felsefesindeki büyük düşünürlerin eserlerini anlatmak
değildir. Başka yerlerde de yeterince iyi ele alınmış olan bu konuyu araştırmak
bile muazzam bir görev olacaktır. Daha ziyade, bu çalışmaların, o zaman ya da
şimdi, Sünni Müslüman akılda ne kadar bir satın alma olursa olsun, parlaklığına
rağmen çok az getirisi olduğunu düşünüyorum. Kendimizi, günümüz dünyasını kesin
şekilde oluşturmuş olan Sünni Müslüman tarihindeki büyük entelektüel olayların
geniş bir taslağı içine kısıtlıyoruz. Ebu Hamid Gazali gibi, ele aldığımız
isimlerden bazılarının gerçek düşünceleri hala tartışmalarda devam ediyor.
Ezoterik öğretileri mi vardı? Buradaki amaç, bu tür anlaşmazlıkları çözmek
değil, genel olarak İslam'da hissedilen ve anlaşılan düşüncelerinin başlıca
etkisini göstermektir.
Kişisel bir
not olarak, zor ve hassas bir konuyla uğraştığımın tamamen farkında olduğumu
söylemek isterim. Burada söylenenlere karşı oluşacak şiddetli tepkilere
şaşırmayacağım. Bu kitabın tezinden vaz geçirilmek ve reform engellerinin
göründükleri kadar büyük olmadığına ikna edilmek isterim. Bununla birlikte,
olduğu şekliyle durumu ve sebeplerini anlamaya çalışıyorum. Gördüğüm,
deneyimlediğim ve okuduğum şeyleri anlamaya çalışmak için yıllarca
araştırdıktan sonra geldiğim sonuçları basitçe sunuyorum. Burada olduğundan
fazlasını açıklayan bir tez varsa, ona hoş geldiniz derim. Daha fazla öğrenme
hakkını saklı tutuyorum.
Açılış:
İslamın Helenistik Düşünceyi Keşfedişi
Açılmasının
farkında olmadıkça, Müslüman zihninin kapanışından söz edilemez. Ve eşzamanlı
olarak, neyin başlangıçta açıldığı bilinmelidir.
Açılım,
tipik bir kabile topluluğu olan ve panteizmi, animizmi, fetişizmi ve batıl
inançları temelinde (çok yüce bir tanrı olan Allah'ın belirsiz şekilde kabul
edilmiş haliyle) çoktanrıcılığa dalmış İslam öncesi Arabistan'ın geri planına
karşı görülmelidir. Mekke'deki Ka'be, çevresinde 360 kabile tanrısı ve
tanrıçası bulunan bir panteon içeriyordu. Ticaret ve baskınlar (kölelik)
başlıca geçim koşullarıydı. Kabile toplumlarına özgü olduğu üzere, çatışma,
dört "kutsal ay" boyunca savaşa karşı yasaklama gibi belirli
geleneksel sınırlar dahilinde kuraldı. Güç, aileler veya kan akrabalığı ile
tanımlanan kabileler arasındaki ilişkilerde statüleri belirlemekteydi. Güç,
geleneklerin müeyyidesiyle yönetmekteydi. Arabistan, Yahudiliği (ikamet eden
birkaç Yahudi kabilesi ile) ve Hristiyanlığı bir miktar biliyordu, fakat
tamamen pagan idi .
Yunan
düşünce biçimindeki felsefe yarımadaya nüfuz etmemişti. En azından, bu konuda
bir kanıt görünmüyor. Yerleri daha yüce olan bir iyi tarafından alınabilecek
tanrıların çokluğu ve bu felsefesiz döneminde, doğal olarak aralarında kan
akrabalığı ve değişik tanrılarla tanımlanan farklılıkların olduğu savaşçı
kabilelerin kendilerinden daha önemli olan ortak bir şeyleri olduğu ortaya
çıkmamıştır. Tek tanrılılık, 610'lardan başlayarak Muhammed tarafından
öngörüldüğü üzere, daha yüce olan bu iyi idi. Tevhid üzerine kurulu olan
İslam'ın birliği -Allah'ın birliği veya vahdet- Müslümanlar arasındaki derin
eşitliğin öğretilmesi yoluyla, neredeyse sürekliliği sabit olan kabile
baskınlarını durdurdu. Din kardeşliği kutsiyet kazandı. Kuran’ın emrettiği
gibi, "Ve topluca Allâh'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allâh'ın size olan
ni'metini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allâh) kalblerinizi
uzlaştırdı. O'nun ni'metiyle kardeşler haline geldiniz."(3: 103).
Aynı
zamanda, İslam, gayri müslim dünyanın geri kalan kısmında bir tür mega kabile
baskınına izin vermekteydi. "Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimetler
vaad etmiştir. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir
ki bu, müminlere bir işaret olsun ve Allah sizi doğru yola iletsin. Bundan
başka sizin güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de
vardır. Allah herşeye kâdirdir." (48: 20-21). Bu yeni vahiye göre,
Tanrı'nın gerçek takipçileri tarafından gayri müslimlerin bastırılmaları ve
yönetilmeleri artık sadece doğru ve haklı idi. Bu baskınların nasıl yürütüldüğü
ve ganimetlerin nasıl paylaştırıldığı konusu Kuran'ın önemli bir parçasıdır
(59:6).
Muhammed'in ilk biyografileri, kitab al-meghazi, ‘Baskınlar Kitabı'
adını taşımaktaydı .1
İlk
fetihler şaşırtıcı derecede başarılıydı ve Kuran'ın iddialarını teyit etmiş
görünüyordu. 650'de Müslümanlar Arabistan, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve
Mısır'a hükmetti. Yüzyıldan az bir sürede İslam Doğu'da Çin ve Hindistan
sınırlarından Kuzey Afrika'ya ve Batı'da İspanya'ya yayılmıştı. İslam'ın ilk
zamanlarındaki enerjisi, zoraki fetihlerini özümsemek ve vahye dayanan başka
herhangi bir dinden daha üstün olduğu kabul edilen inancı tanımlamak için
harcandı (9:33). Böylece İslam doğal olarak kendi dışındaki her şeye şüpheyle
yaklaştı. Gerekli olan her şeyin Kur'ân'da olduğu düşünülmüştü, Kur'ân dışı
şeyler de ya ona karşı ya da gereksizdi. On dördüncü yüzyılın büyük tarihçisi
İbn Haldun yazmaktadır ki, Müslümanlar Pers'i fethedince komutan Sa'd bin Ebi
Vakkas, devralınan kitapların ve bilimsel yazıların büyük bir bölümünü ganimet
olarak dağıtmak için Halife Ömer'e dilekçe verdi. Halife Ömer dilekçeye
karşılık yazdı: "Onları suya atın. İçeriği doğru yönlendirmeyse, Tanrı
bize daha iyi rehberlik önerdi. Eğer hatalıysa, Tanrı bizi ona karşı
korur."2
Ancak bu
entelektüel karantina, İslam'ın anavatan yarımadasının dışında sürdürülemezdi.
Fethedilen Sasani ve Bizans topraklarında, İslam bir oranda kendine üstün
uygarlıklarla karşılaştı. İslam imparatorluğunun başkenti Emevi hanedanı
(660-750) döneminde Medine'den Şam'a geçtiğinde, Müslüman hükümdarlar bir
yabancı kültür tarafından çevrelendi. İslam o durumda hüküm sürdüğü alanda
nasıl tepki vermeliydi? Ne kadar içine alabilir ve ne kadar reddedebilirdi ve
neden? Tutumu, fethetmiş olduğu bu yerlerdeki kişilerin inançlarına ve
öğretilerine ne olmalı idi?
İlk
Karşılaşma
İslam yeni
Bizans ve Sasani mülklerinde Yunan düşüncesiyle karşılaştı. Tam da bu Erken
Helen etkilerinin İslam'a nasıl ulaştığı konusu belli bir konjonktür
meselesidir. Açık olan şey, Bizans İmparatorluğunun devasa alanlarının büyük
ölçüde Hristiyan olması ve onlarda Yunan felsefi görüşlerinin uzun süredir
Hristiyanların dini inançları savunan ilahiyat dalında kullanılıyor olmasıydı.
İskenderiye ve Basra'nın kuzeydoğusunda Irak'taki Gondeshakpur'da Helenistik
öğrenim merkezler (bunlardan İskenderiye’deki öğrenim merkezi 718 civarında
Antakya/Suriye'ye taşındı) de vardı. Bunlardan ikincisi, esas olarak Hristiyan
(Nasturi) öğretmenleri istihdam etmiş olan Sasani tarafından korunarak
sürdürülmüştü. "Entellektüel bilimler" denilen yapı içerisinde doğal,
tıbbi, mühendislik ve matematik bilimleri ile birlikte mantık ve felsefe vardı.
Hristiyan alimler tarafından Yunan felsefi ve bilimsel eserlerden bir çoğu,
Süryanice'ye tercüme edilmiştir. Bu konular Arap kültürüne aşina olmadığından,
Araplar onları "cevazsız bilimler" olarak adlandırdı.3 Yunan
bilimlerine ilk Müslüman ilgisi tıp, matematik, doğa bilimi, simya ve astroloji
gibi pratik olanlara idi.
Bununla
birlikte, bu bilimlerde öğrenim görmüş olanların çoğu felsefe ve teoloji
eğitimi de vermişlerdi, bu da Müslümanların ilgisinin felsefi ve teolojik
konulara yönelmeye başladığı anlamına geliyordu.
Müslümanlardan
aynı zamanda, dualarında felsefi yöntemler kullanan Hristiyanlara ve
diğerlerine karşı inançlarını savunmaları ve arttırmaları istendi. Bu yeni
topraklardaki bazı ihtida etmiş Müslümanlar zaten Grek öğreniminde uzmanlaşmış
kimselerdi ve bu uzmanlıklarını yeni inançları adına kullanmaya
hazırlanıyorlardı. Böylece, sekizinci yüzyılın sonları ve dokuzuncu yüzyılın
başlarında, yeni bir söylem türü o güne kadar büyük ölçüde doktrinel ve
hukuksal olan İslam düşüncesini etkilemeye başladı. Yunanca kavramları almak
için Arapça yeni kelimeler oluşturuldu. Felsefe, Müslüman zihnini daha önce hiç
bulunmadığı, özgür soruşturma ve spekülatif düşünce ruhuyla açtı. Bu noktada, İslam'ın
en büyük entelektüel draması gerçekleşti.
Helen
düşüncesiyle yüzleştikten sonra İslamın karşılaştığı en zor mesele, akıl
statüsünü içeriyordu. Gerçeği kavramak için aklın yeteneği nedir? Tanrı akılla
bilinebilir mi? Aklın sesi, Kuran'da yer alan vahiy iddialarıyla nasıl
örtüşüyor? Akıl inançtan önce geliyor mu? Vahiy akıl yürütüyor mu? Kur'an
dışındaki ahlak ilkelerini anlama yeteneğine sahip olabilir mi? Ya Kuran'da bir
şey mantıksız görünüyorsa? Bu sorular sormak bile meşru mu? İslam, kendisinden başka
herhangi bir şeyle uyumlu mudur? Felsefeyi asimile edebildi mi? Eğer öyleyse,
hangi gerekçelerle?
Bu
soruların cevapları üzerine, özellikle de Abbasi halifeliğinin dokuzuncu ve
onuncu yüzyılları boyunca, belirgin bir savaş gerçekleşti. Tehlike altında olan,
insanın özgür iradesi, akıl sebebiyle bilmek olanağı ve gerçekliğin ve Tanrının
doğasıydı. Bu savaşın sonucunda zaferi kazananların tarafı kademeli olarak
felsefeyi yok etti ve Müslüman dünyasını Helensizleştirdi. Bu, açılımı
hızlandıran Müslüman düşünürler ve takipçileri ile kavga etmeden gerçekleşmedi.
Birçok yönden mücadele bugün de devam ediyor.
Bu yeni
tartışmada bir Batılı için en kolay anlaşılan taraf, mantığın önceliği için
savaşan Müslüman rasyonalist ilahiyatçılardan oluşan Mu'tezile okulu idi.
Onların sekizinci ve dokuzuncu yüzyılın başlarındaki ortaya çıkışları, İslam'ın
önceden belirlenmiş ve özgür irade ile ilgili daha önceki bir anlaşmazlığı
bağlamında görülmelidir. Aslında bu mesele, İslam'daki en eski ilahiyat
tartışmasının kaynağı idi. Bazı bilim adamları, bu tartışmanın tamamen İslam'a
özgü olduğunu söylüyor; Duncan Macdonald gibi diğerleri ise, "Bizans ve
Suriye okullarında geliştirilen Helen teolojisinin diyalektik arıtımlarından
ortaya çıkan eserleri yanlışlamak imkansızdır.", diyor.4 Mu'tezilenin
öncüleri, ilahi emri veya kader ya da iktidar anlamına gelebilen Kader veya
Kaderiye, Arapçada daha sonra kader kelimesi ile ifade edilen
Kaderiyeciler idi. Yazgının zıttını temsil etmekteydiler: eylemlerinden insanın
özgür iradesi ve dolayısıyla sorumluluğu. İnsan kendi hareketleri üzerinde güç
sahibidir. Kaderiyeciler der ki, eğer insanlar davranışlarını kontrol
edemezlerse, Kuran'ın emrettiği şeytani kötülüğü önlemek ve ahlaka karşı
yükümlülük olan iyiliği yapmak anlamsız olacaktır.
Bu görüşün
aksine, Cebriyye (deterministler; körü körüne tabi olmak anlamına gelen cebr’den)
insanın eylemlerinin kesin olarak belirlenmesini gerektiren her şeye gücü yeten
Allah doktrinini ileri sürmekteydi. Kuran'da geçen Allah'ın isimlerinden biri,
gücüne direnilemeyen (59:23) el-Cebbar'dır . Sadece Tanrı insanın
her hareketinin yaratıcısıdır. Başka türlü söylemek Tanrı'nın elini bağlar ve
mutlak özgürlüğünü kısıtlar. Bu düşüncenin sahiplerinden biri olan Cehm bin
Safvan (d. 745), ağaca meyve vermesi, suya akması, atılan taşa hareket etmesi,
güneşe yükselme ve batması, dünyaya çiçeklenme ve yeşile bürünmesinin
atfedilmesi gibi insanın eylemlerinin de sadece kendisine atfedilmesini
tartışır ."5 Fazlur Rahman bu anlaşmazlığı şöyle
özetlemektedir. "Ortodoks gözünde, bu insan özgürlüğü Tanrı'nın
esaretiydi."6
Kur'an,
İslam'ın içindeki diğer teolojik konularda olduğu gibi, her iki tutuma da
destek vermektedir. Tartışmacılar her biri kendi taraflarını destekleyen
ayetlerden alıntı yapabilirdi. Ancak İngiliz İslam tarihçisi Alfred Guillaume
(1888-1965) , özellikle de Hadis kabul edildiğinde, eşyanın Cebriyye
tarafının lehinde göründüğünü iddia ediyor. (Hadis, altısı orijinal vahiy
kaynağı olarak kabul edilen koleksiyonlara dökülmeden önce sözlü olarak aktarılan
Muhammed'in çeşitli sözlerini ve eylemlerini bildiren
"geleneklerdir") Guillaume der ki, "ortodoks fırka Allah'ın
öngörüsünün mutlak olduğunu iddia ederken Kuran'ı kendi taraflarında görürler.
Bu görüş, Muhammed'in insana özgürlük eylemini bırakan tek bir sözü içermeyen
kanonik gelenek kitaplarında kader ile ilgili bölümden ortaya çıkarılmıştır.
Her şey önceden takdir edilmiştir ve bir insanın kaderi doğmadan önce
bellidir."7
İşte böyle
Hadislerden birkaç örnek:
Huzeyfe bin
Useyd Peygamberin anlatmış olduğunu kaydeder . "İki melek, kırk
veya kırk beş gece tamamlanınca rahimdeki her cenini ziyaret edip,"Ey Rab!
Yanlış yönlendirilmiş mi, dürüst müdür?' Sonra cevabı yazarlar. Sonra sorarlar
ki, 'Ey Rab! Erkek mi kadın mı?' Sonra cevabı yazarlar. Sonra, hareketlerini,
zenginliği ve geçim yollarını ve ölümünü yazarlar. Ardından, hiçbir şey
eklenmemiş ya da daha sonra bozulmamış olan parşömeni bırakırlar."8
Ebu Hureyre
Muhammed'in şöyle bildirmiş olduğunu kaydeder: "Şüphesiz Allah, bir
erkeğin zevk aldığı ve zorunluluk duyduğu şey olan zinanın çok kısmını
düzeltmiştir."9
Hem Müslim
hem de Buhâri'de (Hadis'in en yetkili iki kaynağı) bulunan bir hadiste, Adem'i
toplantıya getiren Musa şu soruyu sorar : "Sen, Allah’ın kendi
eliyle yarattığı tüm insanlığın babası, Ademsin
Neden bizi ve kendini cennetden kovdurdun?", dedi. Buna Adem yanıt
verir: "Onunla konuşarak ayırt edilen ve onun için Tevrat'ı kendi eliyle
yazan Tanrı'nın elçiliği için seçtiği Musa mısın? Benim yaratılmamdan ne kadar
önce yazılmış olan sözleri buldunuz: "Adem Allahın emrine itaatsizlik etti
ve yoldan çıktı" (Kuran 20: 121) " "Musa daha sonra: "Bu,
[yaratılışınızdan çok önce] [önceden yazılmıştı"], diye yanıtlar.10
Böylece Adem, Musa'yı şaşkına çevirir.
Bu yönelişi
destekleyen bir Kuran ayeti şöyle diyor : "Allah, kime hidayet
dilerse onun kalbini İslam'a açar; kime de sapkınlık dilerse göğe çıkmaya
çalışıyormuşçasına kalbini daraltır, sıkar."(6:125) Ve "Onları siz
öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, ama Allah
attı." (8:17).
Bunlarla
karşı karşıya kaldıklarında, Kaderciliğin konumunu doğrulayan ve insanın
özgürce seçebileceğini ve karar gününde hesap vereceklerini açıkça ortaya koyan
Kuran'daki diğer alıntılar vardır. Örneğin Kaderciler, "Kim bir kötülük
yaparsa, ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim, mü’min olarak
salih bir amel işlerse, işte onlar cennete girecek ve orada hesapsız olarak
rızıklandırılacaklardır." (40:40) ayetini iktibas ederler. Veya "De
ki: 'Gerçek Rabbinizdendir.' Dileyen inansın, dileyen inkar etsin." (18:29)
Veya, "Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir.” (6:164).
Ayrıca: "Allah, gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes
kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez." (45:22) Eylemleri için insanın sorumluluğunu
ve hesap verebilirliğini ifade eden birçok ayet vardır.
Bu
çelişkili iki tutumun yarattığı sorun, aynı Kur'andaki atıflarda yer alıyor
gibi görünüyor: "Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O,
dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka
sorumlu tutulacaksınız." (16:93)
Kuran'ın
belirsizliği bu anlaşmazlığa, siyasi manevralara ve bunun avantajlarına yer
açmıştır. Hem Kaderiyye hem de Cebriyye görüşlerinin derin siyasi sonuçları
vardı. Şam'da yönetimde bulunan Emevi iktidarının halifeleri, Cebriyye doktrini
tarafından verilen yaptırımı beğenmekteydi, çünkü onları herhangi bir haksız
fiilin sorumluluğundan alıkoymaktaydı. Öngörülen vahşetlerinden dolayı nasıl
suçlanabilirlerdi? Bu nedenle, dindarlıktan ötürü (Ka'be'ye yapılan bir
saldırıyı da içeren), suçları kabul veya en azından göz ardı edilmeli idi.
Gücünü korumak için Emevi Halifesi Abdülmelik rakiplerinden Amr ibn Sa'id'i
hile ile saraya getirdi ve boynunu vurdurdu ve sonra, "Tanrının
değiştirilemez alınyazısında öngörüldüğü gibi O’nun Sadık Komutanı liderinizi
öldürdü", diyerek kesik başını Amr ibn Said’i bekleyen taraftarlarına
attı.11 O andan itibaren İbn Said'in destekçileri de Halifeye itaat ettiler.
Bununla
birlikte, herkesin bu yoruma uymaya razı olduğu söylenemez. Hasan el-Basri (ö.
728)’ye, "Müslümanların kanını döküp, mülklerine el koyan o krallar [emevi
halifeleri], onların hoşuna gideni yap ve ‘Eylemlerimiz gerçekten de Tanrı'nın
ön planının bir parçasıdır’, de”, gibi konulardaki kanaati sorulur. Mu'tezile
okulunu kuran El-Basri’nin öğrencisi Vasil bin Ata (ö. 748), cevap verir:
"Tanrı'nın düşmanları yalan söylüyor".12 Kuran'dan iktibas ederek der
ki, "Allah’ın görevlileri ile hiçbir haksız işi olmaz". Allah kötülük
kaynağı değildir. İnsanlar, kötü davranışlar içindedir. Bu teolojik pozisyon
siyasi bir saldırı olarak alındı. İki Kaderci ilahiyatçı, Ma'bad el-Juhani
(ö.699) ve Ghailan el- Dimashqi (ö.743'den önce), vahşetlerini rasyonalize eden
Emevi teolojisine karşı yıkıcı ve Emevilere doğrudan bir meydan okuma olarak
düşünülen özgür iradeyi savunmaları yüzünden idam edildi.
750'de
Abbasiler Emevileri ve onlarla birlikte Kader doktrinini yıktılar. Abbasiler,
Kaderiyye pozisyonuna geçen Mu'tezileyi benimsemişlerdi. Mu'tezile
Kaderiyye'yi, insanın özgürlüğü olmadan Tanrı'nın adaletinin anlaşılamayacağı
noktasında kabul etmekteydi. Davranışlarından adil bir şekilde sorumlu
tutulabilmesi
için insan özgür olmalıdır. Bu pozisyonun siyasi sonuçları, Kuran’ın yorumu
üzerine monopolün kendilerine büyük nüfuz verdiği ulema (İslam hukuk
felsefesi akademisyenler)’nın gücünü dizginlemek için, Abbasi kalkışmasına
avantaj sağladı. Tahta çıktığında el- Me’mun imam ünvanını aldı ve kendisine
halef olarak bir Şii seçti. Bu eylemler açıkça, İslamı yorumlama ve hatta onu
tadil etme yetkisine sahip olduğu iddiasını ima etmekteydi. Mu'tezile, insanın
özgürlüğünün de kutsal metinleri yorumlama özgürlüğü anlamına geldiğini iddia
ederek, bu iddiayı bir başka yönden güçlendirdi.
Gelenekselcileri
şoka uğratan vahiyi yorumlama özgürlüğü, zamanında Kuran'ın yaratıldığını ileri
süren Mu'tezile öğretisine dayanıyordu. Standart ortodoks inanç, Kuran'ın
yaratılmadığı ve ezeldenberi Allah ile birlikte var olduğu şeklinde idi. Kur'ân
yaratılmış olsaydı, rasyonel ölçünün konusu olurdu. Eğer rasyonel kriterlere
tabiyse, ulema'nın özel alanı değildir. Yaratılmamış bir Kur'an, bu
yorumlayıcı özgürlüğe izin vermez. Halife el-Me'mun, yaratılan bir Kur'an'ın ve
insanın özgür iradesinin öğretilmesinin onun otoritesini artıracağını ve
geleneksel ulemayı zayıflatacağını biliyordu. Bu sebeple Mu'tezileye
destek oldu. Onların görüşlerini gerçekten de kucakladı, çünkü felsefe ile
büyülenmişti.
İkinci
Mücadele: 'Akıl (Muhakeme) Karşısında Nakil (Geleneksel İnanç)
İslam'da
ilk tam teşekküllü teoloji okulunu ortaya koyan Mu'tezile, aklın asli rolünü
savunmaktaydı; muhakeme yoluyla ahlakı bilme kabiliyeti; akıl vasıtasıyle
zorunlu olan Tanrı'nın iyiliği ve adaleti; Tanrı'nın birliği; ve insanın özgür
iradesinin gerekliliği. Teolojik meselelerdeki kendi anlayışlarında, Yunan
felsefi kavramlarını ve mantığını kullandıkları ölçüde İslam düşüncesinin
Hellenizasyonunun başlangıcını temsil ettiler. Onlar rasyonalist teologlardı.
Onların yeni disiplini kelam olarak bilinmekteydi ve uygulayıcıları mütekellimun
olarak anıldı (bu terim bazen Mu'tezilenin muhaliflerini simgelemek için
kullanılır). Çok basit bir Sokratik ve Aristo düzeyinde, bunlar hakkında fikir
sahibi olmaktan farklı olarak aklın eşyayı bilebileceği önermesini
benimsemişler; nesnel gerçeklik olduğunu; bu gerçekliğin yapımında ima edilen
bir amaca yönelik olduğunu; bu amacın insanın "iyi" dediği şeyle
ilgisi olduğunu; ve insanın ruhuna evrensel olan bu "iyi"nin
emredildiğini kabul etmişlerdir.
Müslüman
teolojik tartışmalardaki kaybeden tarafın düşüncesini doğru bir şekilde
saptamanın bir zorluğu, kaybedenlerin kitaplarının genellikle yakılmış
olmasıdır. Sahip olduğumuz bilgiler, muhaliflerin pozisyonlarını yalnızca
çürütme, aksini ispatlama amacıyla ifade eden kazanan tarafın yazılarından
kaynaklanmaktadır (sıklıkla Gazali'nin yazıları gibi vicdanlı adaletle yapılmış
olsa da). Bununla birlikte, 1950'lerin başında, Mısırlı bilim adamları,
Yemen'deki bir camide Mu'tezilenin son büyük ilahiyatçısı Abdul-Cebbar (c.
935-1025) tarafından yazılmış büyük miktarda metin keşfetti. Böylelikle,
Mu'tezilenin temel öğretilerini tanımlamak için artık güvenilir bir referans
var: Abd al- Cebbar'ın Beş Temel İlke Kitabı.
Genel
olarak, okul üyeleri Irak'ın Basra kentinde Mu'tezile öğretilerinin
biçimlendirilmesine yardım eden Ebu Hadhayl'ın (ö.849) ilk kez açıkça ifade
ettiği beş ilkeye bağlı kaldılar. Bunlar: (1) tevhid, Allah'ın birliği;
(2) ilahi adalet; (3) umut ve korku; (4) ara pozisyon; ve (5) iyiliğin
emredilmesi ve kötülüğün yasaklanması. İlk üç ilke, Tanrı'ya karşı aklın rolünü
dikkate alan bir konudur. Özellikle ehl-i Hadis olarak adlandırılanların
sadık gelenekçi pozisyonlarıyla (halk geleneği) olan farklılıklarında
anlamlıdırlar. Ayrıca, onları yok etmek için kendi Yunan felsefesi araçlarını
kullanan Mu'tezile’ye doğrudan bir muhalefette bulunan bir teoloji okulu olan
Eş'ari’ye karşı şiddet muhalefeti yaptılar.
Mu'tezilenin
tevhid veya Tanrı'nın birliği ile ilgili endişesi, gelenekselciler
tarafından Allah'a atfedilen çok sayıda nitelik ve bu niteliklerin ontolojik
statüsüyle ilgilidir. Mu'tezile mensupları, bunların, Tanrı'nın bölünmez
birliğini tehlikeye attığını düşünüyorlardı. Kuran'ı Allah'la birlikte sonsuza
dek bir ortak varoluş yapan yaratılmamışlığı üzerine gelenekselci ısrar,
Allah'ın Birliğinin Mu'tezile perspektifinden bir başka ihlalidir.
İlahi
adalet meselesi, Tanrı'nın kim olduğu ve onun insanla olan ilişkisinin doğasına
dayanır. Bu konu yaratılışın düzenini ve niteliğini akıl temelli olarak içerir.
Mu'tezile, insanın ahlaki bir düzeni kavrayabilme yeteneği olduğu gibi,
özgürlüğünün de bir Tanrı'nın adalet meselesi olduğunu savunmaktadır. Ümit ve
korku, ilahi adalet meselesinin yaygınlaştırılmasıdır, yani, Mutezile ileri
sürmektedir ki, Tanrı'nın sözünü tutması ve iyiyi ödüllendirmesi ve kötülüğü
cezalandırması makul bir şekilde gereklidir, işte bu zorunluluk,
karşıtlarının ısrarlı olduğu Tanrı'nın özgürlük ve her şeye kadir oluşunun
ihlali demektir.
Aklın
Önceliği
Mu'tezile,
öğretilerinde, muhaliflerden farklılaşmaktaydı, çünkü Tanrı, insanı
yaratılıştan ahlak düzenini ve Yaratıcısı'nı tanıması için özel olarak akıl
sahibi kılmıştı; yani aklın görevi belli idi. Akıl, insanın Tanrı ile olan
ilişkisinin merkezidir. Temel Bilgiler'de Abdul-Cebbar, akla birincil
görevi şöyle verir: "Eğer sorulursa: Tanrı'nın size yüklediği ilk görev
nedir? Şunu söyleyin: Sezgisel olarak veya duyular tarafından bilinmediği için
Tanrı'nın bilgisine götüren spekülatif akıl yürütme. Dolayısıyla O, duyularla
veya sezgisel yolla bilinemez. Bu yüzden, Allah derin ve kuramsal düşünce ile
bilinmelidir."
Bu nedenle
akıl mantıksal olarak vahiyden önce gelir. Aklın öncelikle Tanrı'nın insanla
konuşup konuşmadığı meselesini ele almadan önce, Allah’ın varlığının tesisine
ihtiyaç duyar. Doğal teoloji teolojiye öncülük etmelidir. el-Cabbar,
"Neyin söylenmesi ve yapılması gerektiğine dair vahiyin şartları, Allah
hakkında bilgi (akıl yoluyla) edinilinceye kadar iyi değildir", diyor. Ve
sonuç çıkarır. "Bu nedenle, varlığını kurmak ve O'nu tanımak zorunludur,
böylece O'na ibadet edebilirim, O'na şükredebilir ve O'nun istediklerini yerine
getirebilirim ve O'na karşı itaatsizlikten kaçınabilirim."14
Akıl insanı
Tanrı'nın varlığı sonucuna nasıl götürür? İnsanın Tanrı'nın var olduğunu
görmesi, önce düzene girmiş bir evreni gözlemlemesiyle olur, der Abdülcabbar.
Dünyadaki hiçbir şeyin kendiliğinden olmayıp, başka bir şeyin ona neden
olduğunu gördüğünde, insan yaratılışın şarta bağlı doğasına ulaşır. Buradan,
insan sebepsiz bir neden olan bir Yaratıcı'nın gerekliliğini düşünür; aksi
takdirde, mantıki bir imkansızlık olan şartlı varlıkların sonsuza gerilemesi
içine düşer. (Bu hem Yunan felsefesi hem de Hristiyanların özür dilemesinden
gelen tanıdık bir argümandır.) Doğayı gözlemleme yoluyla, dünyanın bazı
kanunlara göre hareket ettiği gözlemlenmektedir -insanoğlu Tanrı'yı tanır.
Tanrı yasaları, ilahi kanun olan şeriatta da bildirilen doğa
yasalarıdır.
Eşyadaki
yaradılıştan olan doğa kavramı, İlk Neden olduğu halde Allah’ın, fiziksel
yerçekimi yasası gibi ikincil nedenlerle dolaylı olarak hareket etmesi anlamına
gelir. Başka bir deyişle, Tanrı doğrudan ya da dolaylı şekilde her şeyi yapmaz.
Kayayı düşürmez, bunu yerçekimi yapar. Tanrı, eşyayı yaratışında nasıl
yapıldığına göre kendi kuralları olan bir miktar özerkliğe izin verir.
Mu'tezile yazar ve teolog Osman el-Cahiz (776- 869)'in belirttiği gibi, her
maddi unsur kendi tabiatına sahiptir.15 Tanrı her şeyi, tutarlı bir şekilde
davranan doğası ile yaratmıştır. Desteksiz kaya çekim gücü sebebiyle yerinden daima
düşecektir. O halde, bu doğal yasalar, bir başkomutandan gelen ya da gelmeyen
emirler değil, kendi bütünlüğüne sahip olan eşyanın özünün ifadesidir.
Yaratılış, Yaratıcı'dan gelen gerçek bir rasyonaliteye sahiptir. Bu, insanın
Tanrı'nın aklını, kendi yaratılışında tezahür ettiği gibi niye ve nasıl
anlayabileceğidir. (Bu, Tanrı'nın bir mucize durumunda doğal yasaları aşma
kabiliyetini azaltmaz.)
Mutezile,
kutsal kitap desteği için Kuran'dan doğal teolojiye birden fazla davetiye
getirebilirdi. Örneğin, "Arı" gibi doğal harikaları işaret eden
ayetler, "Aslında onda düşünen insanlar için bir işaret vardır" veya
"Aslında bu akıl yürüten insanlar için bir işarettir" ile biter.
Diğer ayetler Mu'tezilenin pozisyonunu daha da destekler: "O halde
develere bakmazlar mı, -nasıl yaratılıyorlar? Gökyüzünde nasıl yükseliyorlar?
Dağlarda nasıl dikiliyorlar? Ve yeryüzünde-nasıl yayılıyor? " (88:
1720). Ayrıca: " Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi
O'nun eseridir. Hâla aklınızı kullanmaz mısınız! " (23:80).
Nihayette, 2. Sure ‘Bakara’ belki de en ünlüsüdür . 164:
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri
peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp
giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı
suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök
arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için
(Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır."
Bu nedenle
asıl olan, vahiy imkânı için açılım yaratan akıl yürütmektir. Nitekim insanın
aklı, vahiyin insanı doğru bir şekilde yönlendirmesi için Tanrı'nın adaleti
tarafından gerekli görülen o vahiy ihtiyacını kavrar. Onay için, Mu'tezile
Kuran'a işaret edebilirdi: "Doğru yolu göstermek Allah'a aittir. Yolun
eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." (16: 9).
Tanrı'nın
var olduğunu belirledikten sonra, kişi Tanrı'nın insana söyleyip söylemediğini
makul bir şekilde sorabilir. Vahiy oluştu mu? Gerçek olup olmadığını nasıl
bilebilir? Burada, Abdul-Cebbar, vahyin doğruluğunu kanıtlayanın akıl olduğunu
belirterek akıl ile ilgili iddialarını daha da ileri götürür. Abdul-Cebbar,
"Tanrı'nın bilgisi yalnızca akılcı argümanlarla derin düşünme yoluyla
kazanılabilir, çünkü O'nun (başlangıçta) gerçeğe uygun olduğunu bilmiyorsak
Kitabı, Sünneti ve toplumsal uzlaşmayı da bilmeyeceğiz", diye
belirtmektedir.16 Tanrı akıl olduğundan ve akıl da O'ndan gelmiş olduğu için
Kuran'daki vahiy yoluyla gelen sözler, insanoğlunun aklıyla anlaşılabilir ve
insanın O’nun yarattığı akıl aracılığıyla bildiklerinin uyumlu olması ancak o
zaman mantıklıdır.
Dahası, vahiy
yalnızca açığa vurur; İşleri emirlerle iyi ya da kötü yapmaz. Tanrı
cinayeti cinayet kötü olduğundan dolayı yasaklar; O Allah yasakladığı için kötü
değildir. Akıl, vahiy içeriğine bağımsız olarak ulaşamasa bile, onda makul
olmayan hiç bir şey bulmaz ve yine de akıl, içinde bulunan iyiliği teyit
edebilir. Abdul-Cebbar şöyle diyor:
Onları
yalnızca akıl vasıtasıyle bilsek bile, kötülük veya iyiliğini tanımamız gereken
bu eylemlerin özelliklerini sadece vahiy ortaya çıkarır; görevimizi seçmek ve
böylece Mükafat kazanmak için bize yol gösteren duanın, neden bizim için büyük
fayda sağladığının akıl sayesinde bilincinde olduğumuz için, aklın zorunlu
karakterini bilmeliyiz. Bu nedenle vahiy, herhangi bir şeyin kötülüğü veya
iyiliği bakımından gerekmez, aynen aklın yaptığı gibi, sadece eylemin
karakterini belirtileri yoluyla ortaya çıkarır, onda bulunan bu iyiyi teyit
edebilir ve O'nun Hikmeti vasıtasıyle bu Yüce’nin emri ile bir başka varlığın
emrini ayırır.
Bu
genel yönelimden, Mutezile’nin Kuran'ın rasyonel yoruma açık olduğunu bulması
daha mantıklıdır. Kuran'ın kendisi "tek anlamlı" ve
"şüpheli" (3: 7) ayetleri kabul ettiği için, böyle olmalıdır .
Akılcı olmayan bir yorumlamadan hangisinin hangisi olduğu nasıl anlaşılacak?
Abdul-Cebbar'a göre, ortaya çıkan gerçekler aklın hakikatlerine aykırı olamaz.
Filozof İbn Rüşd daha sonra, "Doğru doğruya karşı değildir, ancak onunla
hemfikir olur ve onaylar”, diyecektir." Dolayısıyla, Abdul-Cebbar, "Akla göre
uygun olanları yerine getirmeniz zorunludur Bu yüzden, akılcı ispatla
akdedilenleri
haklı olarak yargılayın ve akla aykırı olanı ona uydurun.", der.19 Bu
ilkeyle Abdul-Cebbar ne yapılması gerektiğini söyler, "Tanrı'nın Kitabını
onunla çatışan şeyle değil, tıpkı rasyonel ispat ile uyumlu olarak
yorumladığımız gibi, Kitapla ve rasyonel kanıtlarla çelişme halinde iletileni
metaforik olarak sağlam bir şekilde yorumlayacağız.”20 Bununla Mu'tezile,
Allah'ın "elleri" (38:75), "gözleri" (54:14) ve
"yüzü" (55:27)’nden bahseden Kuran'daki antropomorfizmler gibi engellerin
üstesinden gelmekteydi . Gelenekselciler, bu pasajların gerçek
anlamda okunmasıyla, Tanrı'nın bedensiz bir ruh olduğu yönündeki öğretiyi
karıştırarak bir bilmeceye zorlanmaktaydı. Özellikle, 75:23 ayetindeki metnin
Mu'tezilenin manevi yorumlamasına şiddetle itiraz ettiler ki, cennettekiler
aslında Allah'ı "görecekler"dir .
Gelenekselcilere
göre, Kur'ân'da tutarsızlıklar ne olursa olsun, sorgulanmadan kabul
edilmelidir. İslam hukukunun dört okulundan birinin kurucusu Malik ibn Enes
(715-795) şunları söyleyerek Allah'ı içine alan antropomorfizmlerden söz
etmekteydi. "tahtta oturan" (7:54; 20:5) "Oturma biliniyor,
tarzı bilinmiyor. Ona inanma bir yükümlülüktür. Ona dair soruları sorma
aykırılıktır (bid’at)."22 (Mukayese etmeden ve nasıl olduğunu
sorgulamadan) anlamına gelen ‘Bila keyfe vela teşbih’, klasik
Hanbeli-Eş'ari formülüdür.
Aksine,
Mu'tezile, insan aklının dünyadaki düzen ve ilahi vahiyle büyük ölçüde
uyumlaştırılması gerektiğini düşünmüşlerdir, çünkü Tanrı sadece iktidar
değildir; O bir akıldır. İnsandaki akıl, 'Abdul-Cebbar der ki, Tanrı'nın
"lütfu"nun ürünüdür. Mutezile, Akinolu Thomas’nın ilk önce Tanrı
tarafından düşünüldüğü için insanın, aklıyla yaratılan şeyleri
kavrayabileceği düşüncesiyle, mutabakat halinde idi. Tanrı'nın
anlaşılabilirliği, yaratılışın anlaşılabilirliğinin sebebidir. İbn Rüşd şunu da
söylemekteydi: "Eğer bu imkanlar hakkında bilgi sahibiysek, bilgimiz
dahilinde varolan varlıklarda bir şart vardır. . . ve filozofların doğa olarak
tanımladıkları şey budur. Aynı şekilde, [Tanrı'nın bilgisi] onların sebebi ise
de, bu bilgi varlıklar yoluyladır. . . ve bu nedenle varlıkların O’nun
bilgisiyle mutabakat halinde ortaya çıkması gereklidir."
Mu'tezile inanır ki, Tanrı, yarattığı evrenin
rasyonalitesi tarafından yönlendirilir. Onların kozmoloji anlayışı, akıl olarak
Allah, bu aklın bildirimi olarak yaratılış ve onun Yaratışı ve sonrasında O’nun
vahyi yoluyla Allah’ı kavrama araçları olarak insanın akıl zenginliği
üçlemesine dayanmaktadır.
Dolayısıyla,
Richard Martin’in İslam'da Aklı Savunanlar isimli eserinde belirttiği
gibi, Mu'tezile için "fiziki gerçekliğin akılcı ve bilgili doğasındaki
özgürlük, teodiseden kaynaklanır: Tanrı, mantıksız bir evren
yaratarak canlılarını aldatmaz".
Diğer deyişle, makul davranmamak, Tanrı'nın doğasına
aykırıdır. (XVI. Benedikt, Bizans imparatoru II. Manuel paleolog’un on dördüncü
yüzyıl sonunda bir İranlıya bunu söylemiş olduğunu alıntılarken, birçok
Müslüman şiddetle protesto etti -bunun bir zamanlar İslam'da saygın bir
teolojik konum olduğunun farkında olunmadığı görünüyor.) Eğer Tanrı akıl ise,
bu durumda makuliyetin standartları vardır. Mu'tezile Tanrı'nın amacına uygun
hareket ettiğine ve amaçlarının anlaşılır ve iyi huylu olduğuna inanmaktadır.
İnsanın kavrayışının ötesinde ilahi gizemler vardır, fakat Tanrı Vahyinde,
insanın O’nun aklını inkar etmesine benzer şekilde akla karşı gelmeyecektir.
O’nun vahyi, kişinin aklına hitap eder ve yerine başka bir şey konmaz.
Mu'tezile için inanç entelektüel bir onay gerektirir; İslam İlahiyatı ve
Hukuka Giriş yazarı Ignaz Goldziher'in belirttiği gibi, "akıl
yürütmeden hiçbir inanç olamazdı."
Peder James
Schall, genel olarak bu görüşün öneminin altını çizmekteydi:
Allah’ın
başı ve sonu olmayan kanunu yalnızca Logos (akıl, iletişim ve eylemler),
Sözcükler (veya Muhakeme) içinde kurulmuşsa, Rasyonel varlık, Tanrı'nın bu
yasasına "katılabilir". Eğer bu yasa sadece iradeye dayanıyorsa,
Tanrı'nın isteği olsa bile, çeşitli teolojiler ve felsefeler varlıklarını
sürdürmeye çalışırken, insan tarafından bu yasaya gerçek bir "katılım"
olamaz. Niye? Esasen, ona katılacak onda zemini olan ve yalnızca irade ile
bilinen, her an başlangıçta düşünülmüş olanın tam tersi olabilecek hiçbir şey
yoktur.
El-Cebbar'ın
yazılarından Mu'tezilenin, insanları sonsuz yasaya tam olarak katılanları bu
şekilde, tıpkı muhalifleri açıkça belirtmediği gibi gördüğü, açıktır.
Ahlakın Nesnelliği: İyi
Olanı Bilme
Ebedi
yasada bir katılımcı olarak insan, vahiyden tamamen farklı olarak, iyi ve kötü,
adalet ve adaletsizlik konusunda ahlâki ayırım yapma kabiliyetine sahip
demektir. Akıl, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt edebilir, çünkü iyi ve kötü
standardı nesnel olarak mevcuttur. Fiillerin ahlaki karakteri onlar için
esastır. Bir Eş'ari muhalifi olan el Şehristani, akıl yürütmeden kaynaklanan
ahlâki zorunluluklara ilişkin Mutezilenin konumunu oldukça iyi özetler:
"[Mu'tezile bilindiği gibi] adaletin taraftarları: Bütün bilgi nesneleri
mantık denetimine girer ve rasyonel içgörüden zorunlu güç alırlar. Sonuç
olarak, kutsal lütuf için zorunlu minnettarlık, [ilahi] Yasa ile verilen emirlerin
önüne geçer; ve güzellik ve çirkinlik kendiliğinden güzel ve çirkin olanlara
ait niteliklerdir."27 İyilik ve kötülük, fiillerin kendi doğasında bulunan
kendine has özellikler olduğundan, insan bunların ahlaki karakterini yalnız
kendi aklı ile bilebilir. Grekler ve Aristoteles'in Etik’inde olduğu
gibi, Mu'tezile için de tamamen rasyonel bir ahlak mümkündür.
Ahlaki
açıdan iyi bir yaşamı zorunlu kılan bu şeyleri ayırt etmek doğal olarak insanın
yeteneğidir. Aklın halleri, Mu'tezile için insanın iyilik ve kötülük, adalet ve
adaletsizlik arasındaki farkı bilmedikçe anlamsızlaşan özgür iradeye desteğin
anahtarıydı. Buna karşılık, Mu'tezile (Kaderiyedeki öncüleri gibi) kabul
etmekteydi ki, insanın özgürlüğü, Tanrı'nın adaletli oluşunu haklı kılmak için
gerekli idi. İnsan özgür olduğu için sorumludur. Aksi takdirde, Tanrı
ödüllendirmede veya kınaması halinde haklı bulunmaz. Abdul El-Cebbar, Allah'ın
insan fiillerini yarattığına dair iddia üzerine, "Eğer onlar Allah
tarafından yapılmış olsaydılar, etik bakımından iyi olanların emredilmesi, etik
bakımdan kötü olanların yasaklanması ve itaatin övülme ve mükafatlandırılması
fakat itaatsizliğin ayıplanma ve cezalandırılmasında ne doğru olurdu?",
diye karşılık verir. Abdul-Cebbar, dahası şunları ilave eder. "‘Neden inkar
edersiniz?’, diyen Tanrı'nın kullarında yanlış davranışlar yaratması ve
ardından onları cezalandırması nasıl mümkün olabilir. Kölesine bir şeyler
yapmasını emreden ve sonra onu bundan dolayı cezalandıran biri gibi olmaz mı?
Ve bu açıkça yozlaşmışlık olurdu."28
Tanrının
İyiliği ve Adaleti
Son
cümlede, Mu'tezilenin inancının, Tanrı'nın kendi adaletine tabi olup bunun
dışında hareket edemeyeceği olduğu, açıktır. O ifsat olamaz. Başka bir deyişle,
Tanrı hesaba katılabilir. Bazı şeyler O'na yükümlüdür. Mu'tezile, Tanrı'ya
atfen vacib (zorunlu) terimini kullanan tek teolojik okuldu. Tanrı'nın
bir şeyler yapmak zorunda olduğu fikri, gelenekçiler ve Eş'ariler için
lanetli bir konu olmaktaydı. Onlar için Allah herhangi bir şeye bağlı değildir.
O’nun için hiçbir şey zorunlu değildir. Olsaydı, O'nun herşeye gücünün yetmesi
tehlikeye girerdi. Buna karşılık Mu'tezilenin cevabı, Tanrı'nın kendisiyle
tutarlı olması gerektiğiydi ve hiçbir şekilde O'nun her şeye kadir oluşu
tehlikeye girmezdi. Bu düşünce, sadece Allah’ın kim olduğunu tanımlar.
Mu'tezile
için Tanrı iyidir ve kötülük yapamaz. Mu'tezile’den el-Nazzam (ö. 848),
Tanrı'nın haksız yere hareket etmesinin imkânsız olduğunu iddia etmekteydi.29
Neo-Mu'tezili Harun Nasution (1919-1998), "çünkü O tamamen kusursuzdur,
Tanrı iyi olmayan bir şeyi yapamaz.”, demekteydi .30
Mu'tezilenin "orijinal günah" kavramına sahip olmamasına rağmen,
diğer Müslümanlar gibi onlar da kötülüğün insan eylemlerinin bir sonucu
olduğuna ve Tanrı'nın izin verse bile kötülük yapmayacağına sıkı sıkıya
inanmaktaydılar. Abdul- Cebbar, "Tanrı ahlak dışı davranışları yapmayı
aştığı için, dünyada meydana gelen her ahlak dışı şey insanlık davası
olmalıdır”, der. Nitekim Tanrı, "Allah, kullarına bir zulüm dileyecek
değildir" (40:31) ve "Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde
zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler", sözleriyle kendisine
mesafelidir (10/44).31
O halde
hastalığa ve rahatsızlıklara ne demeli? Abdul-Cebbar, buna ihtiyatla cevap
verir: "Şüphesiz, eğer Allah hastalığa sebep olmuş olsaydı, onu ahirette
daha büyük bir avantaja çevirirdi. Böyle olmasa, ahlaki olarak hayvanların ve
çocukların hasta olmasını etik olarak iyi saymazdık, tıpkı birilerini işe alıp
ücretini ödemeksizin çalıştırmanın ahlaken iyi olmayacağı gibi."32 Abdul-
Cebbar, Tanrı'nın insana armağan ettiği adalet fikrinin dışında olmadığını
açıklığa kavuşturur. "Bu nedenle, eğer Tanrı adaletsiz davranırsa,
adaletsiz olurdu, nasıl adaletle davranırsa adil olacak idiyse ve [aksini
söyleyen] her kim olursa inkârcı olur".33
El-Cebbar'a
göre, O’nun adaletiyle, insana verdiği sözünü tutması ve insanın O’nun sözünün
ne olduğunu bilmesine izin vermesi mecburiyeti vardır. "O’nun sözünün bir
yalan ve geçersiz kılınabilecek bir emir olduğuna inanmıyoruz, çünkü bu O'nun
sözüne ve tehdidine güvenmememizi gerekli kılacaktı. Ve peygamberleri Cehennem
ateşine, düşmanlara ve inanmayanları Cennete göndereceğine inanmıyoruz. Böyle
şeyleri yapan biri O'na itaat etmemizi emretmez, çünkü onun kötülüğünden
güvende olamayız ve O'na itaat ederek en büyük tahribatı yaparız."34 Bu
nedenle, "sözünü tutacaktır ve ne sözüne ve tehdidine aykırı hareket
edebilir ve ne de söylediklerini yalanlar."35
Majid
Fakhry, ‘İslam Felsefesi Tarihi’ isimli eserinde özetlediği gibi:
“Tanrı, adaletinden ve bilgeliğinden ödün verecek olursa, aklın aksine olanı
empoze edemez veya yaratıklarının refahını tamamen göz ardı ederek davranamaz.
Gelenekselcilerin aksine, ahlaki rasyonalistler, O Allah olduğu için,
kendilerini adalet ve doğruluk ilkelerine aykırı hareket edebilecek, masumlara
işkence yapabilecek ve imkânsız olanı yalnızca talep edebilecek her şeye kadir
bir Tanrı kavramıyla bağdaştıramazlardı.”36
Abdul-Cebbar'ın
dediği gibi, "Allah, ahlaki açıdan yanlış olan her şeyden uzaktır ve tüm
eylemleri ahlaki bakımdan iyidir."37 Ve "O kendi hükümranlığına
hıyanet etmez Yaratmış olduğu bütün
canlılar için en iyisini yapar".38 Doğası gereği Tanrı insan için en
iyisini yapmalıdır. Tanrı'nın insana güvenilmez olması mümkün değildir. Bu
görüşler, onları, tüm özgürlüğünden ödün veren her şeye kadir bir Tanrı
üzerindeki yükümlülüklerin kabul edilemez bir şekilde dayatılması olarak gören
gelenekselciler ve Eş'ariler için lanet ve nefret konusu idi.
Mu'tezile
mensupları kendilerini "ilahi birlik ve adalet"in destekçileri olarak
görmüşlerdi. Tanrı'nın adaletiyle ne kastettiklerini gördük. Birlik, Tanrı'nın
birliğini ifade eden tevhid, İslam'ın merkezi doktrini anlamına gelir.
Belirtildiği gibi, Mu'tezile tektanrıcılığı, ünlü doksan dokuz isimde
belirtilen ve en başta gelen yedisi canlı, bilen, her şeye gücü yeten, özgür
iradeli, gören, işiten ve konuşan olan niteliklere Allah’ın sahip olduğu
Ortodoks inanışa bir meydan okumaydı.* Onlar şefkatli, merhametli (Kuran'da 114
Sureden biri olup hepsinin başında gelen), affedici ve akıllı oluş gibi diğer
nitelikleri de dahil ettiler. Anlaşmazlık, bu niteliklerin ontolojik statüsüyle
ilgiliydi. Gelenekselciler, bu niteliklerin Tanrı'nın özünden farklı olduğunu,
ancak bir şekilde ezelden ebede kendisiyle birlikte olduğunu kabul etmekteydiler.
Mu'tezile
itiraz etmekteydi ki, Allah tek ise, bir dereceye kadar kendisinden ayrı
şekilde birlikte mevcut olan bu sayısız niteliklere nasıl sahip olabilirdi?
Nasıl bir arada var olabilirler? Eğer Tanrı'nın özünün bir parçası değillerse,
bunlar nedir? Mu'tezile, bu kişileştirmelerin Allah ile ezeli ve ebedi olarak
birlikte bulunan diğer tanrılar haline gelmesinden şüphelenmekteydi; başka bir
deyişle, İslam'a en büyük saldırı olan çok tanrılığın bir şekli. İlk
Mu'tezileden biri olan Vasıl İbn Ata: "Tanrı'nın dışında ebedilik
niteliğini onaylayan, iki tanrıyı teyit eder", diye ileri sürer.39
Dolayısıyla Mu'tezile şunda ısrarcı idi. Oldukça azaltılmış sayıda nitelik
gerçekte Allah’ın özüdür. Duncan Macdonald Ebu Hudhayl'ın, "niteliklerin
Tanrı’nın özünde olmadığını ve bu nedenle ondan ayrılabildiğini, ondan ayrı
düşünüldüğünü, ancak bu niteliklerin Tanrı’nın özü olduğunu", öğrettiğini
yazar.40 Bu nedenle, örneğin, Tanrı, herşeyi bilen özü vasıtasıyla bilir,
kendisinden ayrılabilir bir nitelikle değil. Aynı şekilde, Tanrı özü sayesinde
güçlüdür ve bu böylece devam eder. Bu pozisyon nedeniyle, Mu'tezilenin
muhalifleri onlara Tanrı'nın vasıflarını inkar edenler; el- Mu'atillah
derlerdi.
Onları
takip eden Ortodoks ve Eş'arilerin, Tanrı'nın birliği ve nitelikleri ikilemine
verecekleri hiç bir cevapları yoktu. Yine de Tanrı'nın vasıflarının O'nun özü
olmadığı konusunda ısrarcı oldular, ama bu vasıflar O’ndan tamamen ayrı da
değillerdi. Bunun nasıl olabileceği sorusuna cevap olarak, kabul edilmesi
gereken şey ‘bila keyfe’ (nasıl demeden)’dir. "İkincisi," M.
M. Sharif'in gözlemlediği gibi, "Tanrı'nın tüm özellikleri özüyle aynıysa
ilahi öz, çelişkili niteliklerin homojen bir kombinasyonu olmalıdır. Örneğin,
Tanrı merhametlidir (rahim) ve ayrıca intikamcı (kahhar); her
biri diğeriyle çelişkili olan nitelikler, tek, benzersiz ve bölünemez (ahad)
olan Tanrı'nın özünü teşkil ederdi ki bu da saçma olur.''41
Tanrı'nın
kim olduğunun anlaşılmasına gelince, umulacağı üzere, bu oldukça önemli bir
tartışma konusu oldu. Mu'tezile için, Tanrı nasılsa o olmalı, başka kimse
olmamalıdır . Bu şekilde ifade tuhaftır ki, O, kim olduğuna bağlıdır.
Kendi tabiatına aykırı davranamaz veya tabiatını inkar edemez. Örneğin, Tanrı
akıl sahibi değildir; O akıldır. Bu nedenle, mantıklı olmayan bir şey
yapamaz. Bu bir kısıtlama değildir; bu özgürlüktür. Kim ve ne olduğunuzu inkar
etme özgürlüğü özgürlük değildir; nihilizmdir. Bununla birlikte, Eş'ariler
için, Tanrı, saf irade olarak, kendisi dahil hiçbir şeyle sınırlı değildir.
Onun irade özgürlüğü mutlaktır. Onu inkar edecek "doğası" yoktur.
Aklı vardır, ancak kendisi akıl değildir. Bu nedenle, Eş'ariler Tanrı'nın
sıfatlarını özünden kaldırarak, bu özelliklerini O'nun iradesine dayandırdılar.
Başka bir deyişle, Tanrı merhamet değil, ancak dilediğinde merhametlidir. Aynı
şekilde, yapmayı istediğinde mantıksız hareket etmesinin önünde hiçbir engel
yoktur.
Tanrı’nın
özünün O’nun iradesine sığdırılması ve vasıflarını iradesinin ürünleri yapma,
O’nun mutlak özgürlüğünü ve gücünü garanti etmektedir.42 Böylece, O, kendi
doğasının gereği olarak merhamet sahibi olmaya ihtiyaç duymadı (aslında, onun
niteliklerinin bir diğeri "intikamcı olma” idi). Kendisi ile çelişmeden
de, acımasız olmayı seçebilir. Saf irade kendisiyle çelişemez. Mu'tezile bunu
tiksindirici bulmaktaydı. Tanrı iyi olanı yapmalıdır, çünkü aksi takdirde bu
Tanrı'nın bizzat iyilik olan doğasına, aykırı olur.
Beşinci
Surede, Kuran, "Allah'ın eli zincirlenir" demesinden ötürü Yahudilere
karşı uyarıda bulunur. Cevap olarak Kuran şöyle buyurmaktadır:
"Zincirlenmiş olanlar onların elidirler ve bu söylediklerinden dolayı
lanetlenmiştirler" (5:64) . Hiçbir şey Allah'ı kısıtlamaz veya
O'nun elini zincirlemez. On ikinci yüzyılın sonlarında Eş'ari Al Fakhr el-Razi,
Beşinci Surenin bu ayetini Mu'tezileye karşı kullanmış ve Allah'ın elini
zincirlediği için Allah'ın diğer şekillerde değil, belli şekillerde hareket
etmesi gerektiğini söylemiştir. Başka hiçbir şey Mu'tezileyi aynı Surede
Tanrı'nın sözlerini değiştirdikleri ve antlaşmalarını bozdukları iddia edilen
Yahudilerle karşılaştırararak itibarsızlaştırmaz veya böylesine büyük bir
öfkeyi ifade etmezdi.
Yaratılan
Kur'an ve İnsanın Özgür İradesi
Özgür irade
hakkındaki anlaşmazlık, Kuran'ın doğası hakkındaki tartışmayı içine almaktaydı.
Zamanında mı yaratılmıştı yoksa başından beri Allah'la birlikte var mıydı?
Doktrinel olarak, gelenekselci okul, Kuran'ın zamanında yaratılmadığına
inanmaktaydı; Kuran, cennette Arapça olan bir tablette, bugün olduğu gibi
Allah'la sonsuza dek birlikte var olmuştur. Kuran, tarihin kapsamı dışındadır.
Geleneksel tutumu destekleyen el-Eş'ari, açıkça belirtmekteydi:
Kuran,
korunmuş (cennet) tablet üzerindedir gerçekte kitaplar halinde yazılmıştır;
gerçekte dillerimiz tarafından okunur; gerçekte bizim tarafımızdan
duyulmaktadır
Bunların
hepsi aslında, cennet tabletinde, ezelden ebede, gerçekte yaratılmamış ilahi
söz ile özdeştir ve figüratif anlamda değil, tüm bunların cennet kopyaları,
alıntıları veya iletişimi olduğu anlamında değil. Hayır; bunların hepsi güçlü
şekilde orijinal ile özdeştir; orijinalin gerçek oluşu, görünen bir şekilde bir
insan aracılığıyla ortaya çıkan bu mekansal ve zamansal tezahürler için
geçerlidir.43
Her ne
kadar Tanrı ile birlikte olsa da, Kuran, Tanrı'nın özünden farklı olan, bir
şekilde, O'nun özellikleri gibidir. Mutezile tarafından işaret edilen bu
konumdaki derin sorun, "Kuran, Allah'ın yaratılmamış konuşmasıdır,
insanların eylemleri yaratıldı ve konuyla ilgili soruşturma sapkınlıktır
", diyen Hadis kâtibi Buhari (d. 933) tarafından reddedilmekteydi.44
Yine de,
gelenekselcilerin derin mutsuzluğuna rağmen Mu'tezile bu konuyu araştırdı ve
aralarındaki bu fark anlaşmazlıklarının en acılı ve masraflı olanı haline
geldi. Mu'tezile, Kuran'ın yaratılmış olduğunu savundu; aksi takdirde, ilgili
tarihsel olaylar mutlaka önceden belirlenmiş olurdu. Halk al-Kur'an
doktrini, Kur'ân'ın yaratılmışlığı, Joseph Kenny'nin ‘İslam ve Hristiyanlık
için Müşterek Teolojik Konular’ isimli eserinde ifade ettiğine göre şu
anlama gelir ki, "Kuran'da belirtilen tarihsel olaylar sonsuza kadar
saptanamayacaktı ve tartışma alanı özgür insan seçimi için terk
edilecekti".45 Ayrıca İslami bilim adamı Neal Robinson, Mu'tezile için
"emrini verdiği varlıkların yaratılmasından önce mevcutmuş gibi
düşünmenin" mantıklı olmadığına dikkat çekiyor.46
Mu'tezile,
Kur'an'ı rahatsız edici bir şekilde Hristiyan Söz'ü kavramına yaklaştıran
mantık, yani yaratılmamış Kuran doktrini ile ortaya konan derin teolojik
sorunun tespitinde haklıydı. Thomas Aquinas daha sonra Müslüman İtirazlara
Karşı Mücadele Nedenleri'nde gösterir ki, "Allah'ın Sözü... Tanrı ile
ebedi olarak birliktedir."47 Bu konumun sonuçlarını geliştirmede
Aquinas'ın argümanının gücü, Mu'tezilenin neden yaratılmamış Kuran'ın Mesih
benzeri statüsüne itiraz ettiğini tam olarak ortaya koyuyor; bu da tevhid
için kusurlu bir sonuca, kaçınılmaz olarak Tanrı gibi başka bir Kişi’nin
varlığına yol açmaktaydı.
Mu'tezile
gibi Aquinas da, "Tanrı'da kavrayışın onun varlığından farklı
olmadığını", söylemekteydi. Başka bir deyişle, O'nun kavrayışı özünden
ayrılabilir bir vasıf değildir. Bu nedenle, yaratılmamış bir Söz, özünde
olmalıydı ve O'na eşitti. Aquinas'ın dediği gibi:
İlahi Söz,
Tanrı'nın gücünü ölçer, çünkü özü vasıtasıyla O kendisini ve her şeyi anlar. Bu
nedenle, O'nun özü ile yarattığı Kelam, kendisini ve her şeyi anlarken O'nun
özü kadar büyüktür. Bu nedenle, mükemmel, basit ve Tanrı'ya denktir. Yukarıda
bahsedildiği gibi Tanrı'nın Sözü'nü Oğul olarak adlandırırız, çünkü O, Baba ile
aynı mahiyettedir ve biz sadece Baba'yla birlikte ebedi olduğunu, yalnızca
doğduğunu ve mükemmel olduğunu iddia ederiz.48
Mutezile,
bu konumun mantığının (Aquinas tarafından incelikle işlenmeden önce)
zayıflığını hissederek, yaratılmamış Kur'an'ın öğretisini tevhid doktrininin
ciddi bir ihlali olan çoktanrıcılık doktrini ile eşitlemiştir. "Eğer Kuran
yaratılmamışsa başka bir Tanrı olmalı ve bu nedenle Tanrı'nın birliği ihlal
edilecekti."49
827'de
Mu'tezile, Halife el-Me'mun tarafından devlet doktrini olarak benimsenen
yaratılmış bir Kuran (Halke'l-Kur'an) öğretisine sahip olduğu ölçüde bu
anlaşmazlıkta başarılı oldu. el-Me'mun İslam tarihinde Grek düşüncesinin en
büyük destekçisiydi ve 830'da açılarak büyük bir kütüphane ve çeviri merkezi
olan ünlü Beyt el-Hikme'nin; Hikmet Evi’nin kurucusu idi. Arap tarihçisi ibn el
Nedim’e göre, Aristo'nun el Me'mun'a bir rüyada göründüğü sanılıyordu. İyi’nin
mahiyeti sorulduğunda, Aristo'nun ilk etapta "mantıklı olarak neyin
iyi" olduğunu yanıtladığı bildirilmekteydi.50 Bu cevap, Mu'tezile ve el
Memun’un desteklediği ilk Arap filozofu el Kindi tarafından benimsendi. el
Me'mun'un hükümdarlığının parlayan yıldızlarından biri, Irak'taki al- Hirah’dan
Nestori Huneyn İbn İshak'tır (ö. 873). Huneyn'in oğlu İsaq (ö. 911), Aristo'nun
Nicomachean Ethics'ini Arapça’ya tercüme etti.
el
Me'mun'un sarayında, Harranlı papazlardan ve Şamlı St. John’un bir öğrencisi
olan Theodore Ebu Kurra gibi Hristiyanların, Halife'nin önünde Müslüman din
adamlarıyla kendi dinlerinin gerçeği üzerine tartıştıkları görülebilirdi. Bu
tartışmalardaki bazı diyaloglara ilişkin mevcut açıklamalar bile var. el
Me'mun'un saray mensuplarından ikisi arasında; halifeye kuzen olan bir Müslüman
ve diğeri el-Kindi adında bir Arap Hristiyan arasında çok ilginç bir karşılaşma
yaşandı (aynı isimli Arap filozofuyla karıştırılmamalıdır). Mektuplar halinde
yapılan bu tartışma, İslam'ı kabul etmeye davet eden el Kindi'nin Özrü
veya "Abdullah İbn İsmail'in Abdul Masih ibn İshak al Kindy'ye gönderdiği
mektub” isimli bir kitapta halen mevcuttur; ve Abdül Mesih'in cevabı, görüşlerin
reddi ile Hâşimi'yi Hristiyan İnancını benimsemeye davet etmesi oldu. el
Me'mun'un kendisine mektubları aralıksız okudukları bu karşılıklı yazışmayla
oldukça ilgilendiği söylenmekteydi.
Hristiyan
hasmına da yer veren İbn-i İsmail'in tartışmanın önsözünden el Me'mun'un
sarayındaki özgür tartışma ruhunu ve o tarihte akla verilen itibarı gösterdiği
için uzunca iktibasa değer. Aynı zamanda, Mu'tezile öğretilerinin özgür irade
ve sorumluluğa açık referanslarını içerir.
Dolayısıyla
dilediğiniz tüm argümanları ortaya çıkarın ve ne istediğinizi söyleyin ve
zihninizdekileri özgürce konuşun. Ne istediğinizi söylemekte güvende ve özgür
olduğunuza göre, aramızda tarafsız bir şekilde yargılayacak ve yalnızca gerçeğe
yaslanacak ve tutkunun emperyalizminden özgür olacak bir hakem tayin edersiniz:
ve bu hakem, Tanrı'nın kendi ödüllerimiz ve cezalarımız için bizim sorumlu
olmamızı sağlayan akıl olacaktır. İşte size adil davrandım ve size tam bir
güvenlik sağladım ve aklın bana veya bana karşı verebileceği her kararını kabul
etmeye hazırım.
Hristiyanlığa
dönen herhangi bir Müslüman, mürted olarak idam edilecek olsa da, Mu'tezili
halifelerden sonra nadiren de olsa halife sarayında bu tür tartışmaların açıkça
yapılabilmesi çok dikkat çekicidir. el Kindi'nin mektupları daha sonra
yasaklandı. Nitekim el Me'mun'un tartışmalara izin vermedeki özgürlükçü
derecesi, müteakip yetkililerin bu konudaki tutumlarının ışığında takdir
edilmelidir. Bir zamanlar Mısır kanunu, el Kindi’nin Özrü’nün
bulunabileceği herhangi bir evin yanı sıra etrafındaki kırk evin de yerle bir
edilmesini istemekte idi.
el-Me'mun
döneminin (813-833) çoğunlukla İslam'ın olağanüstü entelektüel açıklığı ve
zenginliği nedeniyle altın çağ olduğu söylenir. Bilim yazarı Frances
Luttikhuizen Hristiyanlık ve Bilim'de, "Mutezile hareketinden güçlü
bir şekilde etkilenmiş olan el Me'mun, İslam tarihinde felsefenin ve bilimin en
büyük koruyucusudur", diye belirtmektedir.52 Herhangi bir standartla, el
Me’mun ve Bağdat'daki sarayı tarihin en önemli kişi ve yerlerinden biridir.
Ayrıca, ilk
Müslüman Arap filozof Ebu Ya'kub el- Kindi'nin (801-873) ortaya çıkışı el
Me'mun’un himayesinde idi. El-Kindi'nin görüşleri aynı akılcı yönelimi
yansıtıyordu: "Gerçekten hakikati arayanlara hiçbir şey gerçeğin
kendisinden daha değerli olmamalıdır."53 İslam dışındaki öğrenme
kaynaklarıyla ilgili olarak, “Uzak ırklardan ve farklı uluslardan gelse bile,
her nereden gelirse gelsin, gerçeği takdir ettikleri için utanmamalıyız.
Gerçeği arayanlar için başka hiçbir şey hakikat üzerinde öncelik taşımaz ve
gerçeğin hiçbir şekilde ihlal edilmesi ya da onu anlatan veya nakleden kişinin
küçümsenmesi söz konusu olamaz. Hiç kimsenin statüsü hakikatle küçülmez;
hakikatle yücelmez".54 Halife, el Kindi'yi Bilge Meclisine atadı ve onu,
daha sonra el Mu'tasım olarak tahta geçen kardeşi prense öğretmen yaptı. El
Mu'tasım da, sırayla, el Kindi'yi oğlu için öğretmen olarak atadı.
‘İlk
Felsefe Hakkında’
isimli eserinde el Kindi, "Felsefe, insanların imkân dahilindeki eşyanın
gerçeğinin bilgisidir, çünkü filozofun teorik bilgisinin sonu, hakikate ulaşmak
ve pratik bilgi içerisinde gerçeğe uygun davranmaktır", diye yazmaktadır.
El Kindi geleneksel dindar muhaliflerine şu tepkiyi vermekteydi. "İşi dine
çevirenlerin hiçbirinin dini olmadığı gibi, eşyanın gerçeğini bilmeye karşı
olmaları ve bu arzuyu inkar etmeleri gerekçesiyle bu insanlar dini mekanlardan
mahrum bırakılmalıdır".55 İslam dünyasının felsefi alacakaranlığında, İbn
Rüşd (1126-1198) Book of the Decisive Treatise isimli kitabında
el-Kindi'nin bu tutumunu tekrarlamaktaydı. O, “onların [eskileri]
kitaplarındaki amacı ve niyeti, kanunun bizi yapmaya zorladığı asıl amaç”
olduğundan, kendilerine uygun tepkide bulunmak için herhangi biri tarafından
onlara gösterilecek tepkiyi her kim yasaklarsa... Kanun onları Allah’ın bilinci
vasıtasıyla kapıdan alıkoyar", şeklinde konuşmaktaydı.56 ‘Exposition of
Religious Arguments’ isimli eserinde ise, “Din, felsefenin araştırılmasını
emreder.”, diye yazmaktaydı.57
el Kindi,
Aristo’nun İslam inancına aykırı konumlarını reddetmekle birlikte ondan
alabildiklerini asimile etti. A Study of Al-Ghazali'nin yazarı W.
Montgomery Watt, "Kindi'de dikkat çekici olan şey, felsefe ile İslam
bilimleri [fıkıh manasında] arasında herhangi bir çatışma ya da gerginlik
duygusunun olmamasıdır.", demekteydi. Aslında, el Kindi, peygamber tarafından
bildirilenlerin felsefeye üstünlük sağlamasına rağmen her ikisinin içeriğinin
aynı olduğunu savunmaktaydı. Mu'tezile gibi, el Kindi, akla aykırı görünen,
Kur'an'dan gelen herhangi bir pasaja alegorik bir yorum getirerek akıl ve vahiy
arasında bir uyum sağlamıştır. Aynı zamanda, İslam’ın yoktan var edilme ve
bedenin yeniden dirilişi doktrinlerini savunmaktaydı. Ondan sonra gelen
müslüman filozofların çoğu hiçbir şey yapmadı ve sonuç olarak kabul edilmedi.
Neredeyse istisnasız olarak, neo-Platonik yayılmacılık, materyalist panteizm,
evrenin sonsuzluğu ve bedenin değil ruhun ölümsüzlüğü kavramlarını
destekliyorlardı. Gazali ile uğraşırken, felsefede itiraz edilen konuları ve
felsefenin neden reddedildiğini daha net bir şekilde görebiliriz.
el
Me'mun'un yaratılan bir Kur'an'ı devlet doktrini olarak ilan etmesine karşı
çıkılmadı. Halife, dini hakimlerden Kuran'ın yaratılmış olduğu yeminini
etmesini şart koşuyordu. Bir tür soruşturma, mihnah (test), bunu
uygulamak için kuruldu (833’den 848'e kadar). En ağır ceza, sınava girmeyi
reddedenlerin inanmadığı için ölümdü. Sadece Kuran'ın yaratıldığını
kanıtlayanlar yasal şahitler olabilirdi. Yaratılmamış Kur'ân'a inananlar, tevhid
doktrini terk edildiği için cezalandırılabilir ve hapsedilirdi.
Mihnah daha sonra özgür irade
ve diğer konulardaki doktrini içerecek şekilde genişletildi.
En ünlü
mahpuslardan biri, İslam hukukunda en zahiri okulun kurucusu Ahmed ibn Hanbel
(ö. 855) idi. Kırbaçlanmıştı, ama hayatını kurtardı. Soruşturma boyunca tüm
soruları Kuran'dan veya Hadis'ten alıntı yaparak yanıtladı. Eğer bir soruya bu
şekilde cevap verilemezse sessiz kalmaktaydı. İbn Hanbel, gelenekçilerin
kahramanı oldu. Taraftarlarının sloganı, "Tanrı'dan olmayan hiçbir şey
yaratılmadı ve Kuran Tanrı'dır" (Mu'tezile adına kullanılan güç bazen
onları itibarsızlaştırmak için kullanılıyordu. Fakat bir tartışma yapılabilir
ki, rasyonaliteyi savunmak için güç kullanılması, kendiliğinden makuldür
-aslında, belirli koşullar altında gereklidir. Açıktır ki, akıl düşmanlarıyla
yalnızca akılla mücadele edilemez.)
Mu'tezile
doktrini, el-Me'mun'un coşkusu olmamasına rağmen sonraki iki halife tarafından
da onaylandı. Bu halifeler, el-Mu'tasım (833-842) ve Harun el-Vatik (842-847)
idi.
* Ünlü bir
Hadis'e (Sahih Müslim) göre Muhammed, "Şüphesiz Allah'ın doksan dokuz ismi
vardır, yüz eksi birdir" dedi. Onları sayan Cennete girecek", dedi.
Bu isimler Kuran'da ve Hadis'te söyleniyor, ancak kabul edilmiş bir liste yok.
Mu'tezile’nin
Ayrımı: Kapanışın başlaması
Mu'tezile
birçok halife döneminde üstünlük kazanmış olsa da, bu hep böyle devam etmedi.
Halife Cafer el-Mütevekkil (847-861) döneminin ikinci yılında tablo değişti.
Mihne kapatıldı ve soruşturmadan sorumlu olan Mu'tezile hakimleri minberlerden
ismen lanetlendi.1 Mu'tezile doktrinini benimsemek ölüm cezası verilen bir suç
haline geldi. Mu'tezile mensupları mahkemeden atıldı, tüm devlet görevlerinden
uzaklaştırıldı ve eserleri büyük oranda yok edildi. el Mütevekkil, yaşlı İbn
Hanbel'i hapishaneden serbest bıraktı ve "Kur’anın kopyası veya sesli
olarak okunmasında yaratılmış olanın ve yaratılmamış olanın karmaşıklıklarının
tartışılmasını”, yasakladı.2 Ayrıca el Me'mun'un Bilgelik Evi'ni kapattı
(ancak, bazıları tarafından yeniden açmasından ve bilimsel araştırma ve çeviri
etkinliklerini desteklemesinden dolayı takdir edilse de). Dindar ortodoksluğuna
rağmen el Kindi zulüm gördü ve Bağdat'tan sürüldü.3 el Mütevekkil el Kindi'nin
kütüphanesine el koydu ve altmış yaşındaki filozofa, onaylayan bir kalabalığın
önünde altmış kırbaç uygulandı.4
Her şey
daha da kötüye gitti. Tarihçi Ebu Caferi Muhammed bin Hakim Taberi (838-923)
şunları kaydeder. 892 Nisanından 893 Martına kadar "kitapçılar ilahiyat
(kelam), diyalektik tartışmalar (cedel) veya felsefe kitapları satışı
yapmayacaklarına dair yemin ettiler." Ve 885'de Bağdat'taki bütün yazı
uzmanları, mesleki faaliyetlerinde felsefe kitaplarının kopyalamayacaklarına
dair yemin etmek zorundaydılar."6 Ayrıca, "gelenekçilerin Mu'tezileye
ve bu konulara (felsefi teoloji ve diyalektik tartışma) muhalefeti daha sonraki
eğitim politikalarında bir takım sonuçlar doğurmuştur, çünkü sonunda İslam
toplumlarında resmi hukuk eğitimi müfredatını oluşturan gelenekçilerdir. Bu
müfredata, bu konuların beklendiği gibi dahil edilmediği, aynı şekilde diğer
tercüme bilimlerin hiçbirine yer verilmediği", belirtildi.7 Kelam
(teoloji), hukuk medreselerinin müfredatından çıkarılmış ve genellikle vakıf
olarak bilinen ve hayırsever güvene dayanan öğrenim kurumlarında yasaklanmıştı.
Zulüm,
Mu'tezile düşünce okulunu derhal sona erdirmedi. Mu'tezileye yapılan baskı
Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozofları takip eden Grek düşüncesinden
etkilenmiş düşünürlerin gelişmesini engellemedi. Bazı Mu'tezililer
İran’ın doğusunda Büveyh hükümdarları tarafından yönetilen daha misafirperver
Şi'a alanlarına kaçtılar. Wadi Kayani'nin belirttiği gibi, "Kadı Abdül-
Cebbar'ın eserinde gösterilen Büveyhi dönemi, Mu'tezile okuluna kendisini daha
fazla geliştirmek, yayılmak ve rafine etmek için açıkça yer verdi, ikincisi bu
dönem 12. Şii İmam'ın büyük okültasyona girdiği ve böylece Şia için şüphe
götürmez bir rehber olduğu dönemdi. Bu durum, Şia ile Mu'tezili mütekellimun
arasında büyük bir entelektüel bağ oluşturdu."8 Onları yanılmaksızın
yönlendirecek bir imamın yokluğunda, Şia kendisi için düşünmek zorunda
kalmıştı. Mu'tezililer onlara bunu nasıl yapacaklarını gösterebilirlerdi.
Nihayette, tarihçi Albert Hourani, "en çok kabul gören Şii öğretimi
Mu'tezili okulundan türetilmiş öğeler içeriyordu.", diye yazmaktadır.
Bununla
birlikte, uzun süren dehellenizasyon ve kemikleşme süreci başlamıştı.
İngiliz-Lübnanlı bilim adamı George Hourani, " Mu'tezilenin
bastırılmasının dönüm noktasının 1017'den başlayarak halife Kadir'in gizli
bildirileri ile on birinci yüzyıl olduğu, ardından 1060'lı yıllarda Bağdat'ta
Hanbeli gösterileri ve Selçuklu sultanları ve vezirleri Nizam el-Mülk
tarafından tertiplenen Eşari lehinde gösterilerin takip ettiği”ni ileri
sürmekteydi. Pakistanlı fizikçi Pervez
Hoodbhoy, “İslam'da vahiy ile aklı birleştirmek için yapılan en ciddi teşebbüs
böylece sona erdi", diye yazar. 11 “XII. Yüzyılda muhafazakâr,
anti-rasyonalist düşünce okullarının Mu'tezile etkisini neredeyse tamamen yok
ettiği”, sonucuna varır. Eş'ari'nin İbn Hanbel'e kıyasla nispeten ılımlı olduğu
düşünülen ve daha sonra herhangi bir spekülasyona izin vermeyen Vahabilerle bu
tepki çok sert oldu."12 İslami incelemeler araştırmacısı Richard Martin,
bu geçici ölüm ilanını şöyle anlatıyor: "Mu'tezile, 13. yüzyılda Abbasi
döneminin sonuna dek artık Dar el İslam'da (Müslüman yer) bir entelektüel güç
değildi. Sadece Hazar bölgesindeki küçük, uzak karakollarda ve kuzey Yemen'deki
medreselerde ve Zeydi'nin kütüphanelerinde var oldu.
Bu
anti-rasyonalist temayüller, Arnold Toynbee'nin "o sıralarda İbn Haldun'un
yıldızının yalnızlığının parlaklığı kadar çarpıcı" olduğunu söylemesine
yol açan bir döneme 14. yüzyılda ulaştı.14 İronik olarak, İbn Haldun bir eşari
idi. Mukaddime ("Giriş") adlı mükemmel eserinde bile, fizikten
vazgeçildiğinde zarar görülür: "Bu
çeşit kısıtlamalar, Müslümanlar'ın kendilerini ilgilendirmeyen şeyleri yapmama
görevine girdiğinden bu konuları [genel sınıflar] incelemekten kaçınmalıyız.
Fizik problemleri bizim dini meselelerimizde ya da geçim kaynaklarımızda önem
taşımıyor. Bu nedenle onları rahat bırakmalıyız.”
İslam'da
akıl ve vahiy arasındaki gerilimin uygun bir simgesi, ünlü Kordoba kütüphanesi
idi. Burası Mağribi medeniyetinin muhteşem yerlerinden biriydi. Onuncu
yüzyılda, kütüphane 400.000 cilt kitap -o zamanlarda Fransa'da ve muhtemelen
bütün Batı Avrupa'da bulunandan daha fazla- ve yaklaşık beş yüz katılımcı
içermekteydi. Bununla birlikte, Arap tarihçi İbn Said'e göre (1214-1286),
Müslümanlar onu inşa ettiler, ancak Arap olmayan Berberiler tarafından 1013’te
yok edildi. Hegel'in Tarih Felsefesi'nde yer alan çok daha eski bir
apokrif öyküde, Halife Ömer'in 638'de İskenderiye kütüphanesinin kalıntılarının
imha edilmesini emrettiği kaydedilmekteydi. Hikaye uydurma idi (çünkü kütüphane
Ömer'ın zamanında yoktu) fakat şu sözlerin Ömer tarafından söylenmiş olduğuna
inanılır; "Bu kitaplar ya Kuran'da olanı ya da başka bir şeyi
içermektedir. Her iki durumda da gereksiz."16 Bu, elbette, İbn Haldun'a
göre Ömer'in İran'daki muzaffer generaline, ele geçirilen kitapların imha
edilmesini emretmesi gibi bir ifadeyi andırıyor. Daha yakın bir tarihte,
Taliban benzer bir tedbir aldı ve Afganistan'daki Kuran dışında tüm kitapların
imhasını emretti.
Mu'tezile
tarafından en çok rahatsız edilenler, geleneksel dini bilim adamları ve Ahmed
bin Hanbel'in takipçileri idi. Bunlar, yaratılan bir Kur'an doktrinini kabul
etmeyi reddettiği için hapsedilen ve kamçılanan insanlardı. Hanbelizm, fıkıhın
en zahiri okulu veya İslam hukukudur. Bugün, özellikle de Suudi Arabistan'da
takip edilmeye devam ediyor.
Burada dört
Sünni hukuk okuluna ve oynadıkları role kısaca değinmeliyiz. El-Şafii
(767-820), Ebu Hanife (699-767), Ahmed ibn Hanbel (780-855) ve Malik ibn Enes
(715-796), Sünni Müslümanların ortodoks bir güvence ile seçebildikleri dört Sünni
hukuk okulunu ya da mezhebi kurdu. Dokuzuncu yüzyılın başında, bu dört imâm
tarafından, Kuran ve Sünnetin gerektiği şekilde yorumlanması (içtihad)
gerçekleştirildi. On ikinci yüzyılda, sadece uygulama için daha fazla yorum ya
da ayrıntılandırmaya gerek olmadığını düşünüldü; içtihat kapısı (bilginler için
ayrı ayrı kutsal metinleri re'y; kişisel yargılama yoluyla yorumlama yetkisi)
kapandı. Yasanın belirlenmesinden sonra, taklid (içtihadın tam
tersi), ya da kabul edilen kararların taklit edilmesi norm oldu. İngiliz
akademisyen W. Montgomery Watt'a göre, bu nedenle İslam eğitiminde merkezi
disiplin teoloji değil fıkıh idi. [17] Yolu ayarlanmıştı. Tüm insan eylemleri:
zorunlu, "görev" (fard); "önerilen" (mandub); meşru
veya ilgisiz, "izin verilir" (mubah); caydırılmış,
"kınanabilir" (mekruh); ve "yasak" (haram)
olarak kategorize edildi.
Kişiye
yapılacak rehberliğin kullanışlı ve gerekli olmadığı hiçbir şey yoktu. Kişinin
ulemanın (İslam hukuk fakültesi uzmanları) talimatları doğrultusunda emirleri
takip etmesi yeterliydi. Kutsal kitabın ötesine bakmaya hiç gerek yoktu.
Açıkçası bu, felsefe, etik veya doğal teolojiye elverişli bir yönelim değildi.
Aslında, felsefe konusu Kahire'deki meşhur el Ezher Üniversitesi müfredatından
kaldırılmış ve Mısırlı reformcu Muhammed Abduh'un ısrarı üzerine on dokuzuncu
yüzyılın sonlarına kadar eski durumuna geri getirilmemiştir.18
İçtihad'ın kapısı çok sıkı
şekilde kapalıydı ki, on dokuzuncu yüzyılın başlarında onu açma çabaları bile
azarla karşılaştı. Grand Sanusi olarak bilinen Muhammed Ali as-Sanusi
(1787-1859) içtihad kapısını açmaya teşebbüs ettiğinde, Kahire müftüsü
tarafından tipik bir fetvada azarlandı. "Kimse inkar edemez ki, içtihatın
haysiyeti çoktan ortadan kalkmış ve günümüzde bu derece öğrenmeye hiç kimse
ulaşamamıştır. Kendisinin müçtehit olduğuna inanan kişi [içtihat
uygulamak için nitelikli bir akademisyen] halüsinasyonların ve şeytanın etkisi
altında olmalıdır."19
Dört fıkıh
okulunun tamamı kelam'ı (spekülatif teoloji) eleştirel bir tavırla
değerlendirse de, Kuran’a felsefi düşünceyi uygulamayı tamamen reddeden ve
hatta ortak düşmanları Mutezileye saldırmak için Aristo mantığını
kullandıklarında Eşarilere itiraz eden Hanbeli idi. Hanbelilere göre, düşmanın
silahlarını kullanarak kirlenmemelidir. İstihsan el-Khaud'da (Kelam
Biliminin Meşruiyeti), el Eş'ari, ortodoks okulun iman konularında aklın
kullanımına karşı itirazlarını şöyle açıklamaktaydı:
Halkın bir
bölümü (yani Zahiriler ve diğer ortodokslar). . . itikatta körlüğe saplandı ve
taklidi izleyen körlüğe meyletti. Dinin ilkelerini "yenilikçiler"
olarak rasyonalize etmeye çalışanları kınadılar. . . Onlar bu tartışmaların
doğru olduğunu söylemekteydiler. Tartışmalar doğru, Peygamber ve arkadaşları
kesinlikle böyle yaparlardı; ayrıca Peygamber'in ölümünden önce dini açıdan
gerekli olan konuları görüştüğünü ve ayrıntılı bir şekilde açıkladığını ve
hiçbirisinin müritleri tarafından görüşülmeyeceğini belirttiği ve yukarıda
bahsedilen sorunları tartışmadığı için bunları tartışmanın bir yenilik olarak
görülmesi gerektiği açıktı.20
Yenilik
(bid'at veya bida'ah) İslam'da büyük bir suçtur. Muhammed bir Hadis'te
"Her yenilik Bida't ve her Bida'a sapıklık (Dalalah) ve her yanlış yol
cehennem ateşindedir", diye uyarıda bulunmuştu.21
İbn Hanbel,
dinin teoloji olmaksızın daha iyi olduğunu düşünüyordu. Tanrı insana söylediği
için, insan artık herhangi bir kritik biçimde düşünmeye ihtiyaç duymaz. Akıl
yerini vahiye bırakır. Kuran ve Sünnet'te (Peygamber Efendimizin uygulamaları,
yol ve işleri) Allah, insanlara bilmeleri gereken her şeyi verdi; başka bir şey
düşünmek gereksizdi. İbn Hanbel şöyle demekteydi:
Din
yalnızca Tanrı'nın kitabı, dindar insanların sözleri ya da eylemleri, sünen
[standart uygulamalar] ve birbirini doğrulayan kabul görmüş geçerli Gelenekler
[akhbar] hakkında güvenilir insanlardan gelen sağlıklı anlatımlardır. . .
Tanrı'nın Elçisi ve Sahabeleri ve İzleyenleri ve İzleyenlerin İzleyicileri ve
bundan sonra örnek olarak kabul edilen, sünneti benimseyen, dindar insanların
söz ve hareketlerini takip eden, sapkınlığı tanımayan ve başkaları tarafından
yalan veya uyuşmazlıkla suçlanmayanlarla son buluncaya kadar. Onlar, kıyas
[analojik akıl yürütme] ve rey [kişisel görüş] lehine değildir, çünkü dindeki
kıyas değersizdir ve rey aynı ve kötü demektir. Dinde rey ve kıyas taraftarları
sapkınlık ve hata içindedir.22
Kuran, kelamın
kullanılmasına izin vermediği için ona hiç gerek yoktur. İbn Hanbel,
"Tartışmayı bırakıp metinlere teslim olana kadar, kendilerini herhangi bir
teolojik retorik içinde bulan kimseler, bu yolla Sünnete ulaşsalar bile, ehl-i
Sünnet arasında sayılmazlar", demekteydi.23 Rasyonel argümanların
kullanımı inancı ihlal etmekteydi. İnançta aklın yeri yoktur. Sadece ‘bila
keyfe'yi kabul edin (nasıl diye sormadan). İbn Hanbel, "Peygamber'in
tartışmadığı bir şey hakkında yapılan her tartışma bir hatadır",
demekteydi.24 İbn Hanbel'in hiç karpuz yemediği söylenir, çünkü Muhammed'in
hayatında bunun bir örneği yoktur.25
Taklit bir
yoldur ve eleştirinin üzerindedir. İbn Hanbel şöyle der: " Taklid'in
(eleştiri olmaksızın bir otoriteyi takiben) onaylanmadığını ve dininin böylece
takip edilmediğini düşünen..sadece dindar insanların sözleri ve hareketlerini
geçersiz kılmak ve bilgiyi ve Sünneti zayıflatmak ve re'yi izole edilmiş
vaziyette tutmak ve Kelam, sapkınlık ve [başkalarından] ayrıklık ister."26
İbn Hanbel'in öğretileri sokaktaki Müslüman halk arasında yaygınlık kazandı. O
kadar popüler oldu ki, cenaze töreninde 150.000 kişinin Bağdat sokaklarını
doldurduğu söylenir.27
Gelenekleri
savunmayı taahhüt edenler, hadis otoritesi; hadis ehli olarak bilinirdi.
(Hadisler, altısı orijinal vahiy kaynağı olarak kabul edilen koleksiyonlara
dökülmeden önce sözlü olarak aktarılan Muhammed'in çeşitli sözlerini ve
hareketlerini bildiren "geleneklerdir".) Suudi Arabistan'dan gelen
Hanbeli duygularının çağdaş bir ifadesi, bu fıkıh okulunu takip etmeye
devam ediyor: "Tartışmayı bırakın ve metne bağlı kalın".28 Metinde
açıklanan şey, aklın reddini talep ederse, bila keyfe, öyle olsun.
Mu'tezileye
en çok karşı çıkan ilahiyat okulu olarak Eş'ariler, Hanbeli öğretisine destek
verdiler, ancak bunu yapmak için felsefi araçlar kullandılar. Akılın, insanın
ilk görevini içerdiğini veya vahyin geçerli kılınmasında öncü rolü oynadığını
düşündüler. Akılın özerkliği, onlara göre, lanetli bir şeydi. Vahiy birincil ve
yüce idi. Eş'ari'de, göreceğimiz gibi, vahyin akıl üzerindeki önceliği, ortaya
çıktıklarının doğasından kaynaklanır: Tanrı, salt irade ve güçtür. Bu Tanrı'ya
cevap, sorgulamak değil teslimiyettir.
Akılın
sınırlı olarak meşru bir şekilde çalışabilmesi vahyin eleştirileri içinde idi.
Pakistanlı Müslüman alim M. Abdul Hye'ye, "Aklın işlevi, inancı
rasyonalize etmektir, İslam'ın temel ilkelerinde yer alan ve Kur'an ve Sünnete
dayandırılan vahiy temelindeki ilkelerin geçerliliğini veya doğruluğunu
sorgulamak değil,", demekteydi.29 Mantık ve hatta metafizik, vahiy
gerçeğini açıklamak ve savunmak için kullanılabilir, fakat dini veya ahlaki
bilginin bağımsız kaynağı olarak kullanılamaz.30 Ünlü Cezayir-Fransız filozofu
Muhammed
Arkoun'un karakterize ettiği gibi, akıl melekesi "açığa çıkan Metine
hizmetçi rolü" nü kabul etmek zorundaydı; onun tek görevi, realiteyi
Tanrı'nın işaretlerinde tanımladığı ideal anlamlara uygun olarak
şekillendirmek, eğip bükmek ve sistematize etmektir." Bu temelde, zihnin
rolü, daha önce verilmiş olan veya vahyedilen gerçekleri kelimesi kelimesine
"yansıtmak"tır, "kademeli bir araştırmanın sonunda, spekülatif
bir arayışa girerek bulunabilecek olanları değil."31 Yoruma dayanak yapmak
üzere, Kuran'ın ve Hadislerin dışında hiçbir şey kesinlikle getirilemezdi.
Ayrıca, akıl çelişkili olanı bulmadan önce sessiz kalmalıydı çünkü anlayamazdı
(bila keyfe).
Eş'ariler,
Mu'tezililerin yardımcısı olan aklın iyi ve kötüyü ayırt edebileceği iddiasıyla
özellikle rahatsız olmaktaydılar. Bunu şiddetle inkar ettiler ve Mu'tezilenin
tüm insanların bu bilgiye erişebileceğini söyleyerek kutsallığa zarar
verdiklerini söylemekteydiler. Eğer böyle olsaydı Kuran'a ne gerek olurdu
(Mu'tezile Tanrı'nın insana açıkça yol göstermesi için vahiyin gerekli olduğunu
düşünse bile)? Hanbelilerle birlikte, Eşariler, İngiliz misyoner Akademisyen
W.H.T. Gardner’ın alaycı şekilde karakterize ettiği gibi, "Tanrı’nın
canlılarının menfaatine olan ilgisinin kendilerine yönelik eylemlerinin sebebi
olarak görülebileceğini düşünen adamları; ve insanın Allah'ın iradesini
aramakla ve onu bilseydi gerçekleştirmekle sorumlu olduğunu teyit eden ve
yükümlü olduğunu ileri süren kişileri
lanetlemekteydiler."32
Eş'ari
okulunun adı, kurucusu Ebu Hasan el- Eş'ari'den gelmekteydi (873-935).
El-Eş'ari kırk yaşına kadar Mu'tezili olmuştu. Sonra kendisini şöyle tanımladı:
"Beni tanıyan kim olduğumu bilir, beni tanımayan da, Ebu-el-Hasan Ali
el-Eş'ari olduğumu bilsin, vaktiyle Kur'ân'ın yaratıldığını, insanların
gözlerinin Tanrı'yı görmeyecek olduğunu ve yaratıkların eylemlerini
kendilerinin yarattıklarını kabul ettiğimi bilsin. Şüphesiz bir Mu'tezile
olduğum için tövbe ederim. Bu düşüncelerden vazgeçtim ve Mu'tezileyi çürütmeye
ve onların alçaklık ve tuhaflığını açığa vurmaya söz veriyorum."33
el
Eş'ari'nin vazgeçip Mutezile okulunu neden yıkmaya çalıştığına dair iki hikaye
var. Birincisi, Muhammed'in kendisine Hadis'i savunmasını söylemek için geldiği
üç rüya gördü. İlk iki rüyanın sonucunda el Eşâri rasyonel yöntemlerden
vazgeçerek kendisini Kuran ve Hadis araştırmalarına adadı. Üçüncü rüyada, W.
Montgomery Watt'a göre, Muhammed "öfkeyle kendisiyle ilgili doktrinleri
savunması için kendisine emrettiğini, fakat kendisine akılcı yöntemlerden
vazgeçmesini emretmediğini", söyledi.34 Bu nedenle, el Eşâri kelama
geri döndü (rasyonel veya spekülatif teoloji), ama ibn Hanbel'in geleneksel
öğretilerini savunmak için bir Mu'tezile karşıtı olarak.
Diğer
hikaye ise, görünüşe göre eski Mu'tezile öğretmeni El-Cübey'e verdiği bir
davanın tatmin edici olmayan bir cevabı ile gerçekleşen bir hayal kırıklığıdır.
Mu'tezile'nin Tanrı'nın sağduyusu ve adaleti kavramlarına meydan okumak için el
Eşâri, öğretmene üç kardeş davasını getirdi. İlk kardeş sadık bir Müslüman
olarak yaşadı ve öldüğünde cennete gitti. İkinci kardeş kafir olarak yaşadı,
kötülük yaptı ve öldüğünde cehenneme gitti. Üçüncü kardeş çocukken öldü ve
Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kaldı, çünkü mümin olmak için zamanı
olmamıştı ama kâfir de değildi.
el Eş'ari
neden diye sormaktaydı, Tanrı çocuğun büyümesine izin vermedi? el Cübey,
söylendiğine göre, şu cevabı verdi. “Çünkü Tanrı en iyiyi biliyor ve çocuğu
abisi gibi kâfir olmaması için büyümesine izin vermemiş olabilir.” el Eşâri
anında karşılık verdi, “Peki o halde neden Tanrı, kâfir olacağını biliyor
idiyse, niye ikinci kardeşin hayatını uzattı? Tanrı, insan için elinden geleni
yapmaya mecbur değil mi? Bu durumda, O, bütün insanları cennete gidecek
imanlılar yapmalıdır. Dünyadaki çoğu insan kâfir olduğu için bu açıkça geçerli
değildir. Eşari şu sonuca varmaktaydı, bu nedenle, Tanrı'nın insan için en
iyisini yapması gerektiğine dair Mu'tezile teorisi yanlıştır.
el-Eşâri'nin
argümanındaki ilgi çekici nokta, insanın özgür iradesinin varlığı Tanrı'nın
adalet ve takdiriyle bağdaşmaz. İnsanlar iyi olmaya zorlanmadıkça, Tanrı adil
olamaz. Sanki bu, insan özgürse, bir Tanrı olamaz, demektir. el Eş'ari,
gördüğümüz gibi, hem insanın özgür iradesini, hem de Tanrı'nın adaletini
Tanrı'nın yapması gereken her şeyi ima yoluyla inkar ederek ikilemi çözmektedir.
Eş'ari görüşünün altında yatan, aklın üstünde veya aklın olmadığı saf irade
şeklinde Tanrı kavramıdır.
Sonraki
Sünni İslam kültürü üzerine biçimlendirici etkisinden dolayı bu konuma dahil
olan teoloji, epistemoloji ve metafizik bilgiyi ayrıntılı olarak ele almak son
derece önemlidir. Ayrıca, görüşlerinin aşırılığı, gelenekçilerin gerçekçiliği
ile Mu'tezilenin radikal rasyonalizmi arasında "orta yol" olarak
görülen perspektifte değerlendirilmelidir.
İradenin
Önceliği
Eş'ari
görüşü, iradenin önceliği için Muhammed'in vahyinin özellikle ve her şeyden
önce Tanrı'nın iki niteliğini vurguladığını iddia ederek bir teolojik temel
geliştirmişti: Onun her şeye gücü yetmesi ve iradesi. "Allah, dilediğini
yapar" (14:27) . Tanrı'nın doğası onun iradesidir. O "dilediği
şeyin büyük yapıcısıdır" ve "niyetinin etkisiyle" (Kuran 85:15). Bütün Tek tanrılı dinler, tek
olmak için Tanrı'nın her şeye gücü yeten olması gerektiğini savunur. Fakat
Eş'ari argümanı, O’nun aklına karşı yalnızca sınırsız gücüne konsantre olarak Tanrı'yı
her şeye gücü yeten konumuna indirgemiştir. Tanrı'nın "nedenleri"
insan tarafından bilinemez. Tanrı istediği gibi kurallar koyar. Allah’ın
dünyayı varoluşa geçirmek için "ol" demesi gerekmişti, ama aynı
zamanda sonunu getirmek için "olma" da diyebilir; bunlardan birini
yapmak için akıl gerekmez. Sözü yaratma ya da yok etme için yeterlidir, fakat
Sözü onun aklının (Logos) bir ifadesi olmaktan ziyade O'nun iradesidir.
Bu nedenle, yaratılış akıl ile yazılmaz. Orada olmayanı yansıtamaz. Sonuç
olarak, kişinin üzerinde güvenebileceği evrene hiçbir rasyonel düzen
getirilmemiştir, bu evren yalnızca Tanrı'nın iradesinin anbean olan
tezahürüdür.
Tanrı o
kadar güçlüdür ki her an, bir mucizeye eşdeğerdir. Hiçbir şey diğerine müdahale
etmez veya bağımsız ya da yarı özerk bir varlığa sahip değildir. Evren asla
kendi kendine yaşayamaz. Felsefi dilde, "voluntarizm" olarak
adlandırılan bu görüş, Tanrı'nın her şeyin birincil nedeni olduğunu ve ikincil
nedenlerin bulunmadığını kabul eder. Nedensel bir arabuluculuk yoktur. Bu
nedenle yerçekimi, fizik vb. kanunları gibi "doğal kanunlar" gibi
görünen şey, gerçekten de Tanrı'nın gelenek veya alışkanlıklarıdır, her an
kırılabilir veya değiştirebilir.
Eşari’nin
ölümünden 150 yılı aşkın bir süre sonra, haleflerinden biri olan Ebu Hamid
Gazali (1058-1111), el Munkız’da şunları yazmaktaydı: "Doğa tamamen
Allah'a tabidir; kendiliğinden hareket edemediği için, Yaratıcı'nın elindeki
bir araçtır; güneş, ay, yıldızlar ve elementler Tanrı'ya tabidir ve
kendilerinden hiçbir şey üretemezler. Tek kelimeyle, doğada hiçbir şey
kendiliğinden ve Allah'tan ayrı olarak hareket edemez."35
Gerçekleşen
her şeyin doğaüstü nedenlerden kaynaklandığı söylenebilir, ancak doğaüstü
sözcüğü onu ayırt eden doğal kelimesinin yokluğunda anlamsız hale gelir. Duncan
Macdonald'ın gözlemlediği gibi, "Mucizeler ve doğanın sıradan işlemleri
olarak gördüğümüz olaylar aynı seviyededir."36 İbn Rüşd’ün ‘Tutarsızlığın
Tutarsızlığı’ isimli eserinin tercümesine girişte Simon Van Den Bergh,
"Denilebilir ki, [Müslüman] ilahiyatçı için, bütün tabiat olayları
mucizevidir ve tüm mucizeler doğaldır."37 Diğer bir deyişle,
"doğal" olay belirli ilahi bir hareketin sonucudur. Eğer bu
doğruysa, eğer ilahi müdahale doğa olaylarını açıklamakta kullanılırsa, onlara
getirilen rasyonel açıklamalar veya onlar için yapılan incelemeler, küfür
değilse de, saygısızlık formları haline gelir.
Bu
voluntaristik görüşün sonuçları önemlidir. Eğer yaratılış basitçe mucizevi
anların ard arda sıralanması olarak var olmaktaysa, akılla kavranamaz.
Hristiyanlığı da içine alan diğer dinler, mucizeleri tanımaktadır. Fakat
onları, kesinlikle tabiat kanununun geçici ve olağanüstü ertelemeleri olarak
kabul eder. Aslında, mucize olarak tanımlanan budur. Bir mucize imkanı ancak
olayın doğal sebeplerle oluşmasının olası her açıklaması elendikten sonra kabul
edilir. Bununla birlikte voluntaristik İslam düşüncesinde, bertaraf edilecek
doğal hiç bir neden yoktur. Sonuç olarak, gerçeklik anlaşılmaz hale gelir ve iç
mantıklarına sahip olmadığı için eşyanın kendilerinde bulunan amacı ayırt
edilemez. Sınırsız irade gerçeğin ayrılmaz öğelerinden biri ise, hakikatte akıl
yürütmek için hiçbir şey kalmamıştır. İradenin önceliğinin, akıl içinde hiçbir
sınırı yoktur.
Macdonald,
Gazali için "dünyanın temel unsuru ve tüm spekülasyonun başlangıç noktası
olacaktır" diye yazmaktaydı.38 Filozoflar ve Mu'tezile Tanrı’nın ilk önce
onları düşündüğü için eşyanın var olduğu görüşünü paylaşırken, -Gazali,
bu ilişkiyi, "Tanrı'nın dünyayı dilediğini ve dilediği için
bildiğini", söyleyerek tersine çevirmekteydi.39 Başka bir deyişle, Tanrı
biliyor çünkü diledi. Dileme bilmeden önce olacaktır. Gazali için
düşünce ya da bilgi, harekete geçmeden önce meydana gelmez; bilgiyi üreten şey
harekettir. Goethe'nin Faust'undan yarım bin yıldan fazla bir süre önce
yazılmış olsa da, Gazali'nin açıklaması, Faust'un Aziz John'un Müjdesi’nin
başında yer alan "Söz" (Logos) için "Eylem"in yerini
almasını ön plana çıkarıyor. "Başlangıçta Söz vardı",
"Başlangıçta Eylem vardı" olarak değiştirilmekteydi. Bu kontrast,
Mu'tezilenin ve Eş'arinin kökten farklı teolojilerini ele geçirir. Fazlur
Rahman, bu farklılıkları, "Mu'tezile'nin Allah’ı bir adalet ve rasyonalite
konsantresi haline getirmiş olması gibi, Eş'arizmin de Tanrı'yı bir güç ve
irade konsantresi haline getirdiğini" söyleyerek özetlemekteydi.40
M. Abdul
Hye'ye göre, Eş'ariler, "Eyleminde tamamen özgür olan Tanrı, akılcı bir
amaçla hareket etmek zorunda değildir", şeklinde düşünmekteydi. “O,
teleolojik olarak davranmaz, aksi takdirde eylemleri Kendisi dışındaki bir şey
tarafından belirlenir ve kesinlikle özgür olmaz. Harici amaç Tanrı'nın tüm
yeteneğine bir sınır koyar. Spinoza gibi, el Eşâri, Allah'ın zihninde, O'nun
faaliyetini belirleyecek bir amaç bulunmadığını ileri sürmekteydi. Bu
antiteleolojik görüşten yola çıkarak, Tanrı'nın eylemi teleolojik olmadığından,
bu durum yaratıkları için en iyisidir. O her ne dilerse yapar."41 Saf
irade, kendisinden ayırım yapmayan egzersizinden başka bir amaca sahip
değildir. Kendi içinde ve kendinden olan bu irade istikametsiz ve bu nedenle
keyfidir.
Eğer Tanrı
saf irade ise, o zaman anlaşılmazdır. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi,
Tanrı'nın mutlak aşkınlığı ve hiçbir şekilde mukayese edilemezliğini ifade eden
tenzih doktrinidir. Tanrı ile yaratılış arasında hiçbir uygunluk yoktur.
Sonsuz ile sonlu arasındaki mesafe ölçülemez. Hanbeli-Eş'ari formülünün ikinci
yarısının anlamı, bila keyfe vela teşbih’tir. (nasıl ve ne olduğunu
karşılaştırmadan ve sormadan). Çünkü O’nun tasavvuru veya benzerinde
yapılmadığı için Tanrı ile insan arasında kıyaslama yapılamaz. "Hiçbir şey
O'na benzemez "(Sure 42:11). Kuran'da Allah'ın insana yakınlığı konusunda
çok sayıda açıklama bulunmakla birlikte, bu mutlaka yaratılışın tamamıyla denk
düşme ihtimaline bağlıdır; İrade sahibi olarak iradeli olana yakınlığı budur.
Diğer sebep
ise, dünyanın Tanrı'nın iradesinin anlık ve doğrudan ürünü olarak bu dünyanın
anlaşılmazlığının basit bir sonucu olarak görülür. Eğer dünya akılla
anlaşılamazsa, Yaratıcı nasıl anlaşılabilirdi? Erişim noktası ne olurdu? Tanrı kendinde
anlaşılmaz, çünkü saf irade hiç akıl taşımaz. Tanrı bilinmiyor çünkü Tanrı
bilinemez. Allah'ın Kuran'da bildirdiği, kendisi değil, insana yönelik O'nun
kurallarıdır. Varılan sonuç, Duncan Macdonald'ın, "mantıksal olarak
birleşmiş mutlakın müthiş geçilmezliği", dediği şeydir.
Eş'ari
görüşlerinin bir sonucu olarak Fazlur Rahman, "Kanunlarında amaçlarıyla
sonuçlarını araştırmak için yapılan gayretin, yalnızca anlamsız olmakla
kalmayıp aynı zamanda ona itaatsizlik olduğunu" belirtmekteydi.43 Saf
iradenin teolojisi rasyonel anlam arayışını lanetler. "Böylece teoloji
bütün metafizik alanı tekeline aldı ve evren ve insanın doğası hakkında
herhangi bir iddianın rasyonel olarak araştırılması için saf düşünceye izin
vermedi."44
Bu Tanrı
fikrinin, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında
reform için en çok bilinenler dahil Müslüman düşünürleri günümüze kadar nasıl
etkilediğini görebiliriz. İslam ile moderniteyi uzlaştırmayı umut eden ünlü
Mısırlı reformcu Muhammed Abduh (1849-1905) şunları söylemekteydi: “Fakat akıl
bütünüyle, eşyanın özüne nüfuz etme yeteneğinin eksikliğini hisseder. İster
istemez özü itibarıyle karmaşıklığa sahip olan eşyanın mahiyetini anlamaya
teşebbüs, zorunlu olarak saf özüne ve buna yol göstermeyi gerektireceğinden,
akılcı bir erişim yoktur. Tabii ki, bir şeyin özünü bilemezsek, onun ne
olduğunu bilemeyiz.” Abduh, bir şeyin özünü yakalama girişiminin kaçınılmaz
olarak Tanrı'nın özüne, saf öze yönlendirdiğini ve bunun yasak bir davranış
olduğunu söylüyor gibi görünüyor. Şöyle devam ediyor:
Yaratıcının
özü üzerinde düşünme ya da özü bilme talebi -bunlar insan aklına
yasaklanmışlardır. Bildiğimiz gibi, iki varlık arasındaki tam bir ötekilik
olduğu için, İlahi Varlık, bütün kompozitlikten muaftır. Bilmek için sormak,
insanın sahip olduğu gücü aşırı derecede artırmaktır ve boşuna ve tehlikeli bir
girişimdir. Algılanamayanı ve tehlikeyi denediği için, tanımlanamazın
tanımlanması ve sınırlandırılamayanın sınırlandırılması için bir irade içeren
inanç aleyhine katkıda bulunduğu için aslında bir aldatmacadır.45
Benzer
şekilde, ünlü Filistinli-Amerikalı filozof ve İslami araştırmalar profesörü
İsma'il el-Faruki (19211986) de şunları yazmaktaydı:
Tanrı'nın
iradesi in percipe (başak halinde) Tanrı'dır - bu güne kadar O’nun hakkında
bildiğim kadarıyla Tanrı'nın doğası. Bu, Tanrı'nın isteği ve sahip olduğumuz
her şey -ve ona Kuran'da mükemmelen sahibiz. Fakat İslam, Kuran'ı, Tanrı'nın
özüne veya tabiatına eşit tutmaz. Bu "Tanrı'nın Kelamı, Tanrı'nın
Emri" dir, ancak Tanrı kendisini kimseye açıklamaz. Hristiyanlar,
-Tanrı'nın Tanrısı tarafından- Tanrının vahyiyle ilgili konuşurlar; ancak bu,
Hristiyanlık ile İslam arasındaki en büyük farklılıktır. Tanrı aşkındır ve bir
kere kutsal sırlar ve esoterik prensipler ve O’nun her yerde hazır ve nazır
bulunması hakkında konuştuktan sonra, Tanrı'nın aşkınlığı tehlikeye atılır.
Bununla birlikte aşkınlığın ve kendini açığa vurmanın tam olarak karşılığını
alamazsınız.”46
Hristiyanlığın
İfadeleri
Eş'arinin
muhakeme etmeyen Tanrı öğretisinin nihai önemini anlamak için, aynı şekilde
böyle aşırılıklara meydan okuyan Hristiyan öğretisi, aksine, bu görüşlere karşı
direndi. Mesela, neden bu kadar çok Tanrı'nın herşeye kadir oluşu ile meşgul
olmak, Hristiyanlığa zarar vermedi mi, sonuçta o da tek tanrılıdır?
Hristiyanlık da, Tanrı'nın her şeye gücü yettiğini ve her şeyin başlıca nedeni
olduğunu kabul eder. Aslında, Hristiyanlıkta Eş'arilerle aynı yönde hareket
etme eğilimleri vardı.
İlk
Hristiyan düşünür Tertullian, muhtemel ilgisinin vahiy ile aklın muhtemel
münasebetini ünlü yorumu, "Atina’nın Kudüs'le ne yapması
gerekmektedir?"’de sorgulamıştır . Bu antirasyonel görüş,
voluntarismin savunuculuğunu üstlenen Duns Scotus ve Nicholas'ın fikirlerinde
açıkça görülmektedir.47 Bin yıllık Orta Çağ hareketlerinde ve bir derecede
fideism- sadece inanç: sola scriptura- olarak bilinen hareket içinde
şiddetle tezahür etmişti. En radikal biçimde, bu okul kutsal metinlerin
yettiğini ileri sürmekteydi. Aklı, Yunan felsefesini ve Thomas Aquinas'ı
unutun.
Bununla
birlikte, daha aşırı biçimlerde antirasyonalist bakış açısı Hristiyanlığa asla
hakim olmamıştır ve genellikle sapkınlık olarak kabul edilmiştir. Hristiyan
aklının Tanrı'nın her şeye gücü yeten bir takıntıya aykırı olmasının nedeni,
Aziz John’un Müjde'sinde Logos olarak İsa'nın ortaya çıkmasıydı. Mesih Logos
ise, eğer Tanrı kendini ratio olarak tanıtırsa, Tanrı sadece güçlü
değil, aynı zamanda akıl olacaktır. Mu'tezile buna benzer bir iddiada
bulunurken, rakiplerinin kendilerine karşı koymak için yeterli miktarda yazı
içeren malzeme bulundurmalarına izin verdikleri halde, tartışılmaz şekilde
pozisyonlarını teyit etmek için aynı önemi haiz kitapsal yetkiye sahip değildi.
Ayrıca
Hristiyan vahiy, her şeyin İsa aracılığıyla Logos olarak yaratıldığını iddia
eder. Her şeyin yaratılması Logos vasıtasıyla olduğu için, yaratılış,
Yaratıcı'nın izini akıl olarak taşır. Doğa, aşkın bir kaynaktan gelen bir
anlaşılabilirliği ifade eder. Benedict XVI genellikle bu noktadan bahsediyor.
"Dünyadan yaratıcı aklın bir ürünü" olarak bahsetmiş ve "her
şeyin kaynağını Allah'ın yaratıcı aklı" olarak belirtmiştir.48 Dahası, Logos
olarak Mesih, "her şeyi onun güçlü sözüyle sürdüren O'dur"
[yazarın vurgusu]" (İbranilere Mektup 1: 3). Çünkü esas olarak onun
Yaradılış üzerine kurulu olan, yalnızca iradesinin yarattığı varlığa dayanan bu
söz, insanın üzerinde güvenebileceği istikrarlı, rasyonel bir temel taşır. Bu
görüş, Eski Ahit’ten çokça tanıdık bir davet olan Yaratıcı'yı tanımak üzere
yaratılış kurallarını ve yasalarını incelemek için açık bir çağrı
oluşturmaktadır (Bilgelik 13: 1-6). Romalılar 1'de St. Paul, "Dünyanın
yaratılmasından bu yana, görünmez varlıkta olan Tanrı'nın ve sonsuz gücünün
zihinlerin yaratılan şeyleri anlaması yoluyla açıkça görüldüğünü",
söyleyerek yinelemekteydi. Doğanın kanunları, Tanrı'nın otoritesine meydan
okuma değil, onun bir ifadesidir, Thomas Aquinas'ın ifade ettiği gibi,
yarattığı şeyleri aklımızla tutsak edebildiğimiz gibi, ilk önce Tanrı
tarafından "düşünülmüş" oldukları için onları aklımızla kavrayabiliriz.
Akıl ve vahiy uyumludur. Atina ile Kudüs arasındaki gerginlik Roma'da
uzlaşmayla son buldu.
Cardinal
Ratzinger, 2005’teki Subiaco
konuşmasında
şunları söylemişti. "Başından beri, Hristiyanlık kendisini ‘Logos’un dini
olarak; akla göre din olarak anladı. İlk olarak, diğer dinlerdeki öncüllerini
tanımlamadı, ancak hakikat arayışına dönmek ve iyiliğe doğru, tüm tanrıların
üstünde olan bir Tanrı'ya yönelmek için geleneğin yolunu temizleyen felsefi
aydınlanmadaki öncüllerini belirledi.”49
Nihayette,
teolog ve fizikçi olan Macar bilim adamı Peder Stanley Jaki, modern bilimin
temeli haline dönüşen bu teolojik görüşün Aquinas'ın realist metafiziği içinde
geliştiğini, modern bilimin kökenleri üzerine bol hacimli yazılarında
açıklamaktaydı. Jaki, modern bilimin gerçek başlangıcından sonra Müslüman
dünyasında ölü doğmuş olmasının nedenlerini de açıklamaktaydı.50 Hiç kimse saf
irade olarak Tanrı görüşünün sonuçları hakkında daha derin bir kavrayışı
Jaki’den fazla öneremez. Doğal yasa için metafizik destek sadece modern bilimin
temelini atmakla kalmayıp anayasal hükümetin kademeli olarak gelişmesine de
temel sağlamıştır.
Aksine
İslam, Eş'ari formunda dengesini kaybetti. Eşariler Logos’un Tanrı'nın tek
olmak için sahip olması gereken ‘her şeye gücü yetme’ niteliğini bir ölçüde
riske atabileceğinden korkmaktaydı. Eş'ari teologları daha sonra, şimdiye kadar
tasarlanmış en tuhaf, en uç metafizik yapılardan biri olan voluntaristik Tanrı
görüşlerinden, a priori tarzda, sonuç çıkardılar. Onlar, “eğer Tanrı böyle ise,
o zaman da eşya metafizik olarak bu şekilde olmalıdır.”, diye düşünmekteydiler.
İradenin
Metafiziği
el Eş'ari
voluntaristik teolojiyi desteklemek için bir metafizik geliştirmişti. Bu
metafizik, nedensellik, epistemoloji ve insan özgürlüğü için derin imalara
sahipti.
el Eş'ari,
gerçeklerin atomlardan oluştuğunu iddia etmek için erken Yunan atomist
felsefesini kullandı. Eski Yunanlılar ve Romalılar (Lucretius) atomizmi
materyalist bir felsefenin temeli olarak kullanırken, el Eş'ari bunu tersine
çevirdi. Atomizm yoluyla Lucretius, dünyaya hiçbir ilahi müdahale yapılmadığını
ve eşyanın "bazı ilahi planın ilerletmesi" ile hareket etmediğini
göstermek istemekteydi1, ancak rastgele. el Eş'ari tersini göstermek istedi:
her şey doğrudan Allah'ın müdahalesine bağlıdır. Atomizm bu şekilde istihdam
edilebilirdi, çünkü maddenin ebedi olduğuna inanan Lucretius'un aksine, el
Eş'ari, bütün ortodoks Müslümanlar gibi, maddenin tamamen yaratılmış olduğuna
inanıyordu. Tanrı'nın bu atomlardan belirli bir anda oluşturduğu konfigürasyon,
onların olduğu şeyi yapar. İngiliz analisti Malise Ruthven, "Dünyada
İslam' adlı eserinde,"Eş'ari Tanrı'nın herşeye gücünün yetmesini,
atomcu yaratılış kuramı içinde rasyonalize etmiştir; buna göre dünya, uzayda ve
zamandaki ayrık noktalardan oluşmaktadır ve tek bağlantı, onları her an yeniden
yaratan Tanrı'nın iradesidir.”2 Örneğin, bir bitki olan bir atom topluluğu var.
Bitki bir bitki niteliğine sahip olduğu için, ya da Allah bu andan diğerine bir
bitki olmasını dilediği için, bu satırı okurken bitki bir bitkide kalıyor mu?
Eş'ariler, yalnızca o an için bir bitki olduğuna inanırlar. Bitkinin bir bitki
olarak kalması Allah'ın iradesine bağlıdır ve eğer bir kişi bitki niteliği
nedeniyle bir bitki olarak kalması gerektiğini iddia ederse, bu şirktir-küfürdür
(çok tanrılığın biçimi içinde veya "başkalarını Allah ile bir araya
getirme").
Radikal
Eşari metafiziğini tam olarak anlamak için, Eş'ari metafizik şemasının
istikrarsızlığını şaşkına çeviren aşağıdaki örnekleri göz önünde bulundurun:
İslamabad
Üniversitesi'nden bir fizikçi olan Pervez Hoodbhoy, İslam ve Bilim
isimli eserinde Eş'ari hakkında şunları yazıyor: "Hızlı bir ok bile
hedefine ulaşabilir ya da ulaşamayabilir, demekteydiler, çünkü her an yol
boyunca Tanrı dünyayı yok eder ve sonra hemen yeniden yaratır. Okun bir önceki
aşamada belirli bir noktada olduğu düşünüldüğünde, daha sonra nerede olacağı
tahmin edilemez, çünkü dünyanın nasıl yeniden yaratılacağını yalnızca Allah
bilir."3
Hareket
aslında yanıltıcıdır. Eşya kendiliğinden değişmez. Bir beden sadece hareket
ediyor gibi görünüyor. Gerçekte olan şey şudur ki, vücudun bir konumdaki
atomları yok edilir ve ardından nesne, yeni veya benzer atomlarla birinciden
boşalan ikinci bir konumda anında tamamen yeniden inşa edilir ve hareketin
görünümü bir dizi ardışık imha ve yeniden yaratılma yoluyla yapılıncaya kadar
bu böyle devam eder. Eşyanın aslında geçmişi ya da geleceği yoktur. Onlar
yalnızca şu anda vardır.
Bununla
birlikte, yakın anlık imha ve yaratma dizisi, durağan nesnelerin yanı sıra renk
gibi özellikleri için de doğrudur. Kanadalı felsefeci Floy E. Doull "İslam
ile Barış" isimli eserinde, "Örneğin kırmızı boya ile boyadığımıza
inandığımızda aslında elbiseyi kırmızıya boyamadık; bunun yerine, o anda Tanrı
kırmızı rengi elbisenin özelliğine getirmiş ve devamlı olarak kırmızı rengi
anında yeniden yaratmıştır.", diye yazar.4
Duncan
Macdonald özetliyor:
Zaman-atomlar,
ifadeye izin verilebilirse, eşit derecede uzatılmazlar ve aralarındaki zamanın
mutlak boşluğuna da sahiptirler. Tıpkı uzayın sadece bir dizi atomdan ibaret
olması gibi, zaman da sadece anların birbirine dokunmadan art arda gelmesidir
ve bir kol saatinin yelkovanı ile bir boşluğun üzerinden diğerine sıçrar. Bu
görüşte, zaman, tanecikler halindedir ve sadece değişimle bağlantılı olarak var
olabilir. Monadlar, kendilerinde hiçbir nitelik olmazken bu yönüyle
Leibniz'inkilerden farklılaşır. Müslüman monadlar vardır ve sonra yoktur ve
dünyadaki tüm değişim ve eylemleri, kendilerinde herhangi bir değişiklikle
değil, var oluş kazanarak ve bunu bırakarak üretilirler.5
Macid Fakir
daha da ileri gider:
Tanrı
dışında her şey olarak tanımlanan dünya, atomlardan ve arazlardan oluşmaktadır.
Şimdi tartıştıkları arazlar, iki anlık zaman süremez; ancak onlar sürekli
olarak yaratan veya yok eden Tanrı tarafından irade eseri olarak
yaratılmaktadır. Bu bakımdan el Eşari'nin liderliğini izleyen el Bakıllani (ö.
1013), arazları "süreleri imkansız olan. . . ve oluştuklarının ikinci
anında var olmayı bırakan varlıklar", şeklinde tanımlar. Benzer şekilde,
arazların doğasında bulunan atomlar (tekili "cüz") Tanrı tarafından
sürekli olarak yaratılır ve Tanrı’nın onlarda yarattığı bu araz süresi (beka')
sebebiyle var olur. Ancak, bu araz süresi, diğer arazlar gibi, kendisi de
bozulabilir olduğundan, bütün bu atom ve arazlar dünyası sürekli bir meydana
gelme ve yok olma hali içindedir.6
el-Eşari'nin
öğrencisi Ebu Bekr el Bakıllani (ö. 1013) için, yaratılan eşyanın atomistik
süreksizliği, Allah'ın tek müessir olarak mutlak üstünlüğünü ve her şeye kadir
oluşunu kanıtlamaktadır. Eğer yaratılış mekanda ve zamanda serbestçe hareket
eden atomlardan oluşan bir grupsa, o zaman ipso facto (yalnız bu nedenle)
sadece Allah herhangi bir zamanda herhangi bir şekilde onları yapabilir.7 el
Bakıllani, bu atomizm kavramının Kuran'ın metniyle "birlikte
çalışmak" zorunda olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Dolayısıyla,
izleyen onun düşüncesi idi ki, günümüz İslamcıları tarafından saygı gören on
üçüncü yüzyıl Müslüman düşünürü Teymiyye, Bakıllani'den, "herhangi bir
selefi ya da halefi tarafından rakipsiz Eş'ari mütekellimunun en iyisi"
olarak söz etmekteydi.8
Bu görüşün
felâket kabilinden sonucu, doğal düzende sebep ve sonuç arasındaki ilişkinin
reddiydi. Filozofların Tutarsızlığı’nda, Platon ve Aristoteles'i
şiddetle reddeden Gazali, Tanrı'nın herhangi bir düzen ile bağlı olmadığını ve
bu nedenle, ateşte yanan pamuk örneğinde olduğu gibi veya daha renkli deyişle,
"müshil kullanılması ve bağırsakların temizlenmesi"nde olduğu gibi
"doğal" bir sebep ve sonuç dizisi olmadığını ısrarla
vurgulamaktaydı.9 Sebep ve sonuç arasındaki açık ve bağlayıcı bir ilişkiden
çok, sadece ateşin pamuğu yaktığını işaret eden ayrı olayların yan yana
durmaları var, ancak Tanrı aksini de yapabilir. (Bu doktrin, occasionalizm
olarak bilinir.) Başka bir deyişle, bu anları anlaşılabilir bir şekilde
birleştiren neden ve sonuçların sürekli bir açıklama tarzı yoktur.
Gazali'nin
nedensellik konusundaki iddialarının radikal ve kapsamlı niteliğini
değerlendirmek için uzun uzun alıntılar yapmamız gerekir. Filozofların
Tutarsızlığı’nda şunları ifade etmektedir:
Alışkanlık
olarak bir sebep olduğuna inanılan ve alışılmış biçimde bir sonuç olduğuna
inanılan şey arasındaki bağlantı, bize göre gerekli değildir. Örneğin,
susuzluğun giderilmesi ile içme, tokluk ve yeme, yanma ve ateşle temas arasında
nedensel bir bağlantı yoktur. Işık ve güneşin görünüşü, ölüm ve boynun
kesilmesi, şifa ve ilaç alınması, bağırsakların temizlenmesi ve bir müshil
kullanımı vb. tıpta, astronomi, sanat ve zanaatta ilişkili şeylerin hepsinde gözlemlenebilenleri
[içermektedir]. Onların bağlantısı, onları kendi başına gerekli kılmamak için,
ayrılamayacak kadar yan yana yaratmayan Tanrı'nın önceden emri gereğidir.
Aksine, yemek yemeden tokluk, boyun vurulmadan ölüm, yaratma, boyun vurulduktan
sonra hayata devam etme ve bunlar gibi bütün irtibatlı olayları yaratmak
(ilahi) gücün içindedir...
Muhalif
görüşte olan, yanmanın sorumlusunun münhasıran ateş olduğunu iddia eder; bu
doğaldır, istemli bir etkili değildir ve alıcı bir alt tabaka ile temasa getirildiğinde
doğasında bulunan şeylerden kaçınamaz. Bunu reddettiğimizi söyleyerek: yanmanın
müessiri, pamukta kömürleşmeyi yaratması ve parçaların irtibatsızlığı yoluyla
Tanrı'dır ve pamuğu yakıp kül haline getiren melek aracılığıyla ya da aracı
olmadan Tanrı'dır. Ateş için hareketsiz, ölü bir cisim olduğundan, etkili
olduğunun kanıtı nedir? Gerçekten de, filozofların ateşle temas kurduğunda
yanmanın görülmesinden başka bir kanıtı yoktur, ancak gözlem nedenselliği değil
sadece eş zamanlılığı kanıtlar ve gerçekte başka bir sebep yoktur. . . bu sebep
sadece Tanrı’dır.10
Bu görüşle
Thomas Aquinas’nın Summa Contra Gentiles'indeki görüşünü karşılaştırmak
ilginç olacaktır; burada "ahşabın neden sıcak olduğu sorusunu her kim
“Tanrı böyle istediği için” diye cevaplarsa, soruyu asıl nedene geri götürmeyi
planlıyorsa, uygun şekilde cevaplamış olur; fakat tüm diğer nedenleri dışlamak
isterse", uygun olmayan bir şekilde, cevaplamış olur, demekteydi. Aquinas,
bu ikinci tutumun, "her şeyin akılcı bir planı olmaksızın, Tanrı'nın
iradesinden geldiğine inananların hatası", olduğunu söylemekteydi. Bu
hata, Haham Musa'nın [Maimonides] dediği gibi , Moors Yasasının
(fıkıh) yorumlarının hatasıdır; onlara göre, ateşin ısıtması veya soğutmasının
olup olmaması, Tanrı [doğrudan] bunu istemediği sürece hiçbir fark
yaratmaz".11
Doğal
düzende nedensellik olmadan, her hangi bir şey her hangi bir şeyden meydana
gelebilir ve ister istemez hiçbir şey birbirini izlemez. Bu hallerde, insan ne
izleyeceğini bilmeden, pratik ve günlük anlamda nasıl yaşayabilir? Gazali'nin
dediği gibi (muhaliflerinin itirazlarını taklit ederek), "Allah her şeye
kadir olduğu için atın spermden veya ağacın tohumdan yaratılması gerekli
değildir, gerçekte her birinin herhangi bir şeyden yaratılması gerekmez.”12 At
yetiştiricileri veya bahçıvanlık uzmanı işinde nasıl ilerleyebilir? Ateş pamuk
yakmazsa, yemek pişirmeyi nasıl yapar? Gazali, "Tanrı, bize mümkün olan
her şeyi meydana getirmeyeceği bilgisini içimizde yarattı", yanıtını
verir.13 Tanrı, görünüşe göre, alışkanlıklarına sadık kalıyor -'adetullah'
(Tanrı'nın "alışkanlığı") doktrini. "Bunlar olabilen veya
olamayabilen olasılıklardır. Ancak bunların oluşumunun süregelen alışkanlığı,
birbiri ardına, zihnimizde, geçmiş alışkanlıklara göre oluştuklarına dair
inancı sarsılmaz biçimde düzeltir."14 Ancak bu sadece bir
alışkanlığa olan bir inançtır, başka bir şey değil.
Bunun nihai
anlamı, "dünyada ahlaki veya fiziksel ya da metafizik hiç bir birlik
yoktur; herşey Allah’ın bireysel iradesine bağlıdır."15 İbn Rüşd, bu
pozisyonun kaçınılmaz sonucunu şöyle dile getirmekteydi: "Bir zamanlar,
olan bitenlerin başlangıç ve bitişi arasında, bu neticelerin varlığının bağlı
olduğu ara geçişler olmadığında, [Bu dünyada] hiçbir düzen veya organizasyon
olmayacaktır. Hiçbir düzen veya organizasyon yoksa, bu mevcut varlıkların
istekli ve bilen bir müessire sahip olduğuna dair bir gösterge olmazdı. Düzen,
organizasyon ve neden üzerine etkilerin ortaya çıkışı, [varolan varlıkların]
bilgi ve bilgelik yoluyla üretildiğinin göstergeleridir."16 Tam olarak
tartışılan nokta şöyledir: İbn Rüşd ve Aquinas için yaratılış kaynağı bilgi ve
bilgeliktir; Gazali için ise irade ve güçtür. Bilgi ve bilgeliğin özünde bir
düzen vardır; irade ve güç için böyle bir düzen yoktur.
Gazali’nin,
bu görüşü benimsemek zorunda kaldığı düşünülmektedir, çünkü o da el Eş'ari
gibi, sebep ve sonuçların doğal düzende kabul edilmesinin, Tanrı'nın özgür
irade yerine zaruretten dolayı hareket ettiği anlamına geleceğini
düşünmektedir. Bu da, dünyanın özgür bir şekilde yoktan var edilmekten çok
ister istemez yaratıldığı anlamına gelir. Doğal düzende, y x’i takip etmeli
şeklinde, x y’ye sebeb olursa gerekli kozaliteye dair deterministik bir silsile
Allah’a doğru giden yol boyunca varlık zinciri yapılandırılmış olabilir.
Gazali'yi en başta ilgilendiren mucize konusunda Allah yetkin olmazdı. Ayrıca,
doğal neden ve sonuçta otonom veya yarı-otonom operasyon önerisi, Tanrı'nın
bütünlüğünü etkisiz hale getirecek ve Tanrının dışında bir nedene izin verdiği
için çoktanrıcılıktan söz edilecektir. Tek sebep o değilse, O, kendisinin
önünde başka hiçbir sebebi olmayacak olan Tanrı değildir.
Mesela
Eş'ari Okulu ve Gazali'nin etkisi, özellikle ikincil nedenselliğin reddinin
Sünni ortodoksluğa gömüldüğüne işaret ediyordu. Mısırlı Hanefi hukukçusu Ahmed
ibn Nakib el Misri (ö. 1368) tarafından kaleme alınan Reliance of the
Traveller: A Classic Manual of Sacred Islamic Law isimli kitapta tekrar
edildi. el-Misri, "materyalistlerin bilimi"nin "materyalistlerin
kendi içlerinde ya da kendi doğalarında olan eşyanın Allah'ın iradesi dışında
bağımsız bir nedenselliğe sahip olduğuna dair inancına", dayandığını
yazmaktaydı. “Bunun inançsızlık olduğuna inanmak, insanı İslam'ın solgunluğunun
ötesine götürür", demekteydi.17
Bu
öğretiyi onbeşinci yüzyıla taşıyan Muhammed Yusuf as-Sanusi, Gazali'nin bazı
örneklerini kullanarak şunları yazdı: "Dünyadaki herhangi bir şeyin
herhangi bir etkisinin olmasının imkânsız olduğunun farkındasın, çünkü bu
etkinin ortadan kaldırılmasını gerektiren irade, görkemli ve güçlü Koruyucumuzun
gücü ve iradesidir... Bunun için, besinlerin tokluk üzerinde, toprağı
nemlendirmek için suyun. . . yanma için ateşin hiçbir etkisi yoktur Başından beri, Tanrı'nın bilgisinin olduğu
gibi,
ne
eşlik eden herhangi bir şeyin, ne doğası gereği, ne de Tanrı'nın kendisine
yüklediği bir güç veya özellik aracılığıyla Tanrı'dan başkası tarafından
bilinmediğini bilin Bu şeylerin doğaları
gereği bir etki yarattığını
kim kabul
ederse, inkarcı olur." Sebeplerin ortaya çıkışına gelince, “Tanrı onların
ve belirtilerinin aralarında herhangi bir mantıksal bağlantı kurulmadan
yaratmak istediği eşyanın işaretleri ve belirtileri olarak yarattı. Böylelikle
Tanrı istediği her zaman ve istediği herkes için varlıkların alışkanlık
düzenini kırabilir", demekteydi.18
Yirmibirinci
yüzyılda dahi bu öğreti ve derin etkileri, Fuad Acemi’nin, "İslam
dünyasında her nereye gidersek gidelim, sorunun yine aynı sorun olduğu
görülür”, aynı problem: neden ve sonuç; neden ve sonuç”, diyeceği akıldır.19
Aşağıda, bu soruna yirminci yüzyılın sonlarından bir örnek verilmiştir. İslam
ve Bilim’de Pakistanlı fizikçi Pervez Hoodbhoy, İslamcı grup Cemaati
İslami'nin bir dalı olan Politika Araştırmaları Enstitüsü’nün Pakistan'ın fen
ders kitaplarının yeterince İslamlaştırılmış olmasını sağlamak için yaptığı girişimden
söz eder. Enstitü yönergeleri şu talimatı vermekteydi. "3. Sınıfa giden
çocuklar için bir bilim kitabı yazarken “bir hayvan beslenmezse ne olur?",
diye sorulmamalı, bunun yerine şu soru sorulmalı: "Eğer Allah bu hayvana
yem vermezse ne olur?'"20 Ayrıca, Hoodbhoy, "Etki fiziksel nedenlerle
ilişkili olmamalıdır. Bunu yapmak, ateizme yol açar. Örneğin IPS önerisine
göre, ‘Enerji Değişmelere Sebep Olur’ alt başlığında, enerjinin
Allah’tan fazla hakiki sebep olduğu intibaı bıraktığı için, burada gizli zehir
mevcuttur. Hoodbhoy, ‘Her maddenin fiziksel bir sonuca karşılık gelen bir
fiziksel nedeni vardır’, şeklinde ifade edilen bilimin temel varsayımı
özellikle çürütülür. Fiziksel kuvvetler yerine maddeyi hareket ettiren, sürekli
ilahi müdahale"dir, sonucuna varır.21
Neden ve
sonucun ortadan kaldırılması, tahminin epistemolojik olarak imkansız ve
teolojik olarak istenmeyen olmasını sağlar. Bu, günlük meseleleri etkileyen
bazı olağandışı davranışlara neden olabilir. Bu nedenle, Hoodbhoy şuna dikkat
çekiyor: "Ortodoks ulema, çoğu olmasa da, yağmur tahmini, insan
için yasal olarak tanınanın dışında yatar ve doğaüstü alanı ihlal eder. Sonuç
olarak, daha sonra yeniden hizmete girse de, 1983-1984 yılları arasında, hava
durumu tahminleri Pakistan medyası tarafından sessizce ertelendi."22 Eğer
hesap edilemez bir Tanrı doğrudan doğruya hava şartlarını oluşturursa, hava
durumu hesaplanamaz.
Hava
raporu, Eş'ariliğin tek epistemolojik felaketi değildi. Tutarsızlığın
Tutarsızlığı'nda Gazali'ye karşı yaptığı itirazda İbn Rüşd, aklın
etkinliğinin, "nedenlerle ilgili bilgi yoluyla elde edilen varolan
varlıklara dair bilgilerden başka bir şey olmadığı"nı söylemekteydi.
Dolayısıyla, "kim nedenini reddederse aslında gerçekliği reddeder".23
Nedensellik inkarı, "gerçek bilgiyi imkansız hale getirir [ve] sadece bize
kanaat (doxa) bırakır."24 Ya da aynı eserden, "Makul şeyler içinde
gözlemlenen etkin nedenlerin varlığını inkar etmek sofistikeliktir. . . Sebebin
reddedilmesi, bilginin inkar edilmesini gerektirir ve bilginin inkarı,
dünyadaki hiçbir şeyin gerçekten bilinemeyeceği anlamına gelir."25 Yine,
nedenselliğin inkar edilmesi halinde "herhangi bir sabit bilgi
yoktur", çünkü "gerçek" bilgi kendinde bulunan şeyin
bilgisidir."26
Bu şekilde, Eş'ari metafiziği, epistemolojiyi imkansız hale getirir ve
taraftarlarını gerçekliğin bilgisine bloke eder.
Şüphesiz,
etik bilinemez. İngiliz Lübnanlı bilim adamı George Hourani'nin belirttiği
gibi, Eş'ari'nin rasyonalist ahlak kurallarına karşı asıl itirazı şu idi.
"Bağımsız insan aklı, Tanrı'nın gücü konusunda bir sınır anlamına gelir;
çünkü insan doğru ve yanlış olanı yargılayabilirse, Tanrı'nın insana doğru
olarak verebileceği şeylere hükmedebilir ve bu durum küstah ve küfredici
olur." Eş'ariler ayrıca Mu'tezilenin vahyin fonksiyonunu haklı çıkarma
çabası olduğu düşüncesine ve onu işe yaramaz kılmalarına"da itiraz
etmekteydiler.27 Metafizikte, Eş'ariler, bu tür ahlâk bilgisinin vahiyden
bağımsız olarak elde edilemeyeceğinden emin idiler.
Ahlak veya
ne olduğu, rasyonel olarak iki nedenden dolayı bilinemez. Biri pratiktir:
mantık insanların kendi çıkarları nedeniyle oldukça bozulur. Müslüman alim
Fazlur Rahman, Eş'ari görüşünü karakterize ettiği üzere, "Doğal halde tek
hukuk kişinin menfaati üzerinedir. Ve insanlar kendi çıkarlarını teşvik eden
her şeyi iyi ve öz çıkarlarını zedeleyen herşeyi kötü olarak sayarlar, bu
nedenle, Allah vahiy aracılığıyla iyi olanı ve kötülüğü beyan etmek
zorundadır."28 Bozulmaya karşı akıl statüsünün bu şekilde azaltılması
El-Gazali'nin İnanç Dürüstlüğü’nde tekrarlanır ve burada insanın ahlâk
ilkelerini bilmeyeceği için insanın kendi menfaatini tamamen ön plana
çıkardığını yazar; ahlak ilkeleri ancak vahiy aracılığıyla bilinirler. Bu,
insanın kendi menfaatlerine uygunsa "iyi", ve ne olursa olsun onlara
ters düşerse "kötü" diye isimlendirdiği tipik Eş'ari görüşü idi.
Dolayısıyla insanın kanunları yalnızca onun bozulmuş iradesinin ifadeleridir.
Mu'tezile,
Gazali’nin her insanın kendi arzularına uygun "iyi"yi basitçe
yaratacağı konusundaki duruşuna itiraz ederek şunları söyler:
Söyleminiz
şu şekildedir: (rasyonel) “iyi” ve “kötü” arzuların elverişli hale
getirilmesine ve engellenmesine indirgenebilir. Fakat (ister istemez) herhangi
bir fayda görmediği rasyonel bir varlığa iyi ve yine bir fayda temin ettiğine
de (bazan) kötü olarak bakıldığını görürüz Birisi, bir
insanı ya
da bir hayvanı yok olma eşiğinde görürse onu kurtarmayı iyi sayar. . . Şeriat'a
inanmamakla birlikte, bu dünyadan herhangi bir fayda beklemediği halde ve bunu
kimsenin görmeyeceği ve övgülemediği bir yerde meydana gelse bile. Aslında her
bencil motivin yokluğunu varsayabiliriz. . . . O zaman "iyi" ve
"kötü" kelimelerinin tasvir ettiğinizden başka bir anlamı olduğu
açıktır.29
Gazali, bu
itirazı, kendileri maddi güç olmasa bile, aklı fazlalık olarak tanımlarken
aşırı çıkarcı olan neredeyse Marksizm öncesi bir yaklaşımla yanıtlamaktaydı.
Fazlur Rahman'ın ifadesiyle, Gazali, "kurtarıcının öncelikle tehlike
halindeki bir canlıyı kurtarmaya yöneldiğini iddia etmekteydi, çünkü bunu
yapmazsa doğal güçlü merhamet duyguları incinecektir. Böylece tehlikedeki
kişiyi kurtararak kendisini tatmin eder.", demekteydi.30
İnsanın,
gerçekte ilk sebebi ikiyüzlüye dönüştüren kendi başına yanlıştan doğruyu
bilemeyeceği diğer sebep epistemolojiktir: insan (onunla ilgilense de
ilgilenmese de) bilinmek üzere mevcut olmayanı bilemez. Hiçbir şey kendi içinde
doğru veya yanlış olmadığından, bu açıdan bilinmesi gereken bir şey yoktur.
Gazâli'nin öğretmeni olan Eş'ari teologu Ebu'l el-Me'ali el-Cuveyni (10281085),
"kul ya da Tanrı için akıl yoluyla zorunlu olan hiçbir şeyin bulunmadığı”,
sonucuna varmıştır."31 Bu önemli beyan, insanın aklına göre bildiği veya
öğreneceği hiçbir şeyin yapması ya da yapmaması gerekenle ilgili herhangi bir
manevi ağırlık yükleyemeyeceği anlamına gelir. Aynı zamanda, Tanrı'nın insan
üzerinde kurduğu "ahlaki" yükümlülüklerin akıl içinde yer almadığı ve
Allah'ın akılla yapmak zorunda olduğu bir şey yoktur anlamına da gelmektedir.
Tanrı iyi olmak için kötülüğü, kötü olmak için iyiliği emredebilir. Aklın,
adalet veya ahlak ile hiçbir ilgisi yoktur. Sadece mutlak ilahi irade
düzenleyicidir.
Akıl ahlaki
hakikatin kaynağı olmadığı için, Gazali el Cuveyni ile aynı sonuca varır:
"Hiçbir yükümlülük akıldan gelmez, ancak Şeri'attan gelir."32 Ahlaki
konularda vahyin münhasır otoritesi için, metafiziksel akıl, eşyanın veya
fiillerin mahiyetleri veya özlerine göre kendi başına iyi veya kötü
olmamalarıdır. Eşyanın ve fiillerin hiçbir mahiyeti veya özü yoktur. Bütün
fiiller kendi içlerinde ahlaki açıdan tarafsızdır. el Cuveyni'nin öğrettiği
gibi, "Akıl, bir hükümde (hukm el- takif) zorlayıcı olan bir şeyin asil
veya aşağılık olup olmadığını işaret etmez. Sadece hukuk kaynakları (shar') ve
geleneğin gerekli kıldığı ile asil ve aşağılık olarak telakki edilmesi hakkında
bilgilendirilir. [Bir konuda] ne söylenilmesi gerektiği ilkesi, bir şeyin kendi
başına, türe göre ya da kendisine ait bir nitelik sayesinde asil
olmadığıdır."33
İslam'ın bu
versiyonu, Sokrates'in Euthyphro'daki ünlü sorusunu kararlı bir şekilde
yanıtlar: "Dine uygun olan şeyi tanrılar, dine uygun olduğu için mi hoş
görürler yoksa bu, tanrılar hoş gördükleri için mi dine uygundur?"34
Eş'arilerin cevabı ikincisidir. Allah, bazı davranışların yapılmasını emir
etmez, çünkü o iyidir; O emrettiği için iyidir. Aynı şekilde, cinayeti
yasaklamaz; çünkü o kötüdür; yasakladığı için kötüdür.
Eğer Allah
sadece bir irade ise, iyi ve kötü yalnızca Allah'ın sözleşmeleridir; Allah öyle
dediği ve onların kendilerinde sebepler olmadığı için bazı şeyler helal
(yasak/izinli) ve diğerleri haramdır (yasak / yasadışı). Şeytan basitçe
yasaktır. Bugün yasak olan şeye yarın tutarsızlık olmaksızın izin verilebilir.
Kısacası, Allah yasal bir pozitivisttir. el Eş'ari bu görüşü bir soru ve cevap
diyaloğunda şöyle ifade etmektedir:
Yaratıcı
hiç kimseye tabi olmadığı ve hiçbir emirle bağlı olmadığı için, hiçbir şey onun
tarafında kötü olamaz.
İtiraz:
Yalan söylemek yalnızca kötüdür, çünkü Tanrı onu kötü ilan etti.
Cevap:
Kesinlikle. Ve eğer O iyi olmasını ilan etseydi, bu iyi olurdu; ve eğer O
emretti ise, hiç kimse O'na itiraz edemezdi.
Böylece, el
Eş'ari, eylemlerin kendisinin karakterinde bulunan herhangi bir objektifi
dışlamaktaydı. Kötülük kendisine uyulmayan bir kural olmaktan çok sadece bir
kuraldır. el Eşar'i için, Tanrı tarafından öyle olduğu ilan edildiği için bir
şey yalnızca kötüdür. Vahyedilmiş oldukları için sınır ve hadleri biliyoruz. el
Cuveyni şöyle ifade etmiştir: "Bu nedenle, İyi’nin manası kutsal metnin
müessirinden dolayı onu övmesinden, kötüden kasıt metnin müessirinden dolayı
onu kötülemesinden gelir."36
Ancak hiç
kimse Tanrı üzerinde sınırlama yapma veya sınırları belirlemek otoritesi içinde
değildir. el Eşâri şöyle yazmıştı: "Yaptığı her şeyi yapmakta özgür
oluşunun kanıtı, Yüce Monarch olmasıdır ki, O kendisine izin vermeyecek, ona
emredecek, buyuracak, onu yasaklayacak, ondan üstün olan herhangi bir kimseye
tabi değildir. Bu durumda, hiçbir şey Tanrı adına kötü olamaz. Bize konulan
sınırları aştığımız ve yapma hakkımızın olmadığı şeyleri yaptığımızdan dolayı
bir şey bizim için sadece kötülüktür. Fakat Yaratıcı hiç kimseye tabi ve hiçbir
emirle bağlı değildir, bu yüzden hiçbir şey onun tarafında kötü olamaz."37
Bu
nedenle Tanrı adalete ve adaletsizliğe tabi değildir. O'na sorulabilecek hiçbir
standart yoktur. Eğer Allah saf bir irade ise, O'nun iradesinin saf bir eylemi,
kendi saf iradesinin bir başka eyleminden ahlâki olarak ayırt edilemez. Bunu
yapmak için O'nun dışında bir standart yoktur; aslında, O'nun içinde hiçbir
standart yoktur ya da en azından onlara tabi değildir. O iyi ve kötünün
ötesindedir. Bu anlamda Tanrı bir Niçecidir. Tanrı'nın Eş'ari görüşü,
Thrasymachus'un Cumhuriyet’teki ünlü iddialarının doğruluğu, güçlü
olanın egemen olduğunun onaylanması veya teolojik ifadesidir. Eş'arizm,
"doğru olanı yapabilme" teolojisidir ki, bu ‘doğru olanı yapmalısın’ı
teyit eder. Tanrı en güçlü olduğu gibi, O'nun kuralı tanımı gereği haklıdır. O
halde Allah yalnızca bir Niçeci değildir; ayrıca Thrasymachus gibi
sofistlerdendir. George Hourani, bunu "tinsel öznelcilik" olarak
nitelendirir: "Değerleri, onları başkalarının karar veya kanaatlerinden
bağımsız olarak doğru ya da yanlış kılacaklarından dolayı davranışlarında yer
alan kendileri için objektif olan şeyleri inkar ederek değerlendirecek bir
hakimin görüşüyle ilişkilendirmesi sebebiyle,
öznelleştiricidir.
Ve teistiktir, çünkü değer belirleyicisi Tanrı olarak kabul edilir. Daha genel
bir isim 'etik voluntarizm’dir."38 İranlı filozof Abdulkerim Soroush,
Eş'arileri İslam'ın "nominalistleri" olarak adlandırır.39
Nietzschean
Tanrı anlayışı ne tür bir toplum üretir? Bu daha sonra tartışılacaktır.
Şimdilik, Fransız yazar Chateaubriand'in Itereraire de Paris a Jerusalem (1811)
isimli eserinde yer alan Kudüs'te gözlemlenen durumla bağlantılı olup
olmadığını merak edebiliriz ki bu, Thrasymachus'un sözünün etrafında
örgütlenmiş bir toplumun ne düşündüğüne şüpheyle yaklaşıyor: "Bir
efendinin zenginliklerini izlemeye alışanlar, kendilerini düzen ve siyasi
ılımlılık fikirlerine bağlayan hiçbir kanuna sahip olmazlar: biri daha güçlü
olduğunda öldürmek onlara meşru hak gibi görünür; bu hakkı kullanırlar ya da
aynı ilgisizlik içinde ona itaat ederler... Özgürlüğü bilmezler; mülkiyet
hakları yoktur; güç onların Tanrı'sıdır."40
Her
halükarda, moral değerleri olmayan bu olağanüstü Tanrı anlayışının, Eş’arinin,
insanın özgür iradesini inkar ederek yaratılan teodisyondaki sorunun çözümü
olduğu, ancak aynı zamanda hala kötülüğün varlığı ile karşı karşıya bırakıldığı
görülecektir . Mu'tezile kötülüğün köklerinin insanın özgürlüğünde
fakat kararsız iradesinde olduğunu iddia edebilirken, bu özgürlükleri inkâr
ettikleri için Eş'ariler bu açıklamaya başvurmamıştır. Eğer her şeyin tek
nedeni Tanrı ise, o da kötülüğün nedeni değil mi? Tanrı'yı bu suçlamadan
kurtarmak için O'nu ahlakın üstünde veya dışında tuttular. el Cuveyni,
Mu'tezilenin acı için yaptığı açıklamayı reddetmekteydi; Mu’tezile ıstırabı,
günahların bir kanıtı veya daha iyi bir geleceğin temeli olarak Allah’ın
kullanacağını söyleyerek haklı bulmaktaydı. el Cuveyni'ye göre bu gerekçe
gereksiz ve kasıtlıydı; George Hourani, el Cuveyni'nin sözlerinden alıntı
yapar: "Tanrı'nın insanlar ve hayvanlara verdiği acılar"ın
"Tanrı tarafından yaratıldıklarını bilmek yeterlidir ve Tanrı'nın
yarattığı her şey sadece bu nedenle iyidir.”41 Bu pozitivist aldatmaca ile
kötülük sorunu ortadan kaybolur.
Bir Eş'ari
olmamasına rağmen, Zahiri mezhebin takipçisi olan (Kur'an'ı, hakiki anlamıyla
ve kıyas ve benzetmeler olmadan yorumlayan) ve Mutezilenin
çürütülmesinin ne kadar yaygın olduğunu gösteren Ahmed b. Hazm, aynı görüşü 11.
yüzyıl İspanya'sında dile getirmekteydi. "Anlayışımıza göre, Tanrı'nın iyi
olanı kurtarmaktan başka bir şey yapmayacağını ve anlayışımızı kötülük olarak
sınıflandıran hiçbir şeyi yaratmayacağını söyleyen herkese denmelidir ki...
sapkın bir şekilde insanların tartışmasını Allah’a uygulamaktadır. Hiçbir şey
iyi değildir, ancak Allah öyle yaratmıştır ve hiçbir şey kötü değildir, o
Allah’ın yarattığı şeydir. Dünyada hiçbir şey özü itibarıyle iyi ya da kötü
değildir; fakat Tanrı'nın iyi dediği iyidir, faili erdemlidir; ve benzer
şekilde, Tanrının kötü dediği kötüdür ve faili günahkardır.42 Papa Benedict
XVI, Regensburg konuşmasında, İbn Hazm'ın sözlerine dayanarak İslam'ın bu
yönüne isnat ediyordu. "Allah'ın iradesiyle bizler putperestliği de
yaşamak zorunda kalırdık."43 Böylece, ahlaki yükümlülük sadece vahiyle
gelen emirler çerçevesinde anlaşılabilir ve tabii ki akıl çerçevesinde değil.
İbn Hazm, "Sadece Yüce Tanrının emrini ve ebedi cezanın korkulacağı
durumlarda suçun işlenmesinden kaçınma yükümlülüğünü (ya da zorunluluğu) (vücub)
anlamak akla aittir", demekteydi.44
14.
yüzyılda el-Misri, ahlakın ve vahiyin bu bilgi üzerindeki tekelini bilmekte
aklın yetersizliği hakkındaki Eşari öğretilerini tekrarlamaktaydı: "Bu
düşünce okulunun temel önceliği şudur ki, ahlaki açıdan sorumlu olanların
eylemlerinin iyiliği, Kuralları Belirleyenin (Allah ya da Resulü)’nün ona izin
vererek veya yapılmasını istemek suretiyle belirtmiş olduğu şeydir. Kötü şey
Yasa Belirleyicisinin yapılmamasını isteyerek belirttiği şeydir. İyi, aklın iyi
gördüğü iyi değil, aklın kötü gördüğü de kötü değildir. Bu düşünce okuluna göre
iyi ve kötünün ölçüsü, akıl değil, kutsal Hukuktur."45
Muhammed
Yusuf as-Sanusi, on beşinci yüzyılın başlarında tekrarlarken, bu görüşün ne
kadar kalıcı olduğunu göstermektedir: "Tüm fiiller yaratılışlarında ve
üretilmeleri esnasında eşit olduklarından, herhangi bir amaç uğruna, En Yüce
için zorunlu ya da yasaklanmış bir davranışı belirlemek imkansızdır. . .
Dolayısıyla bazı fiillerin mecburi ve diğerlerinin yasak olarak belirtilmesi ya
da herhangi bir belirtilme, hiçbir sebebi olmayan onun saf seçimiyle
gerçekleşir. Onun içinde anlaşılabilirliğin hiçbir yeri yoktur, yalnızca
vahyedilen yasayla (Şeriat) bilinir."46
Bu görüş
bugün de geçerlidir. İngiliz bir Müslüman olan Ed Husain'in The İslamist’te
anlattığı gibi, "Şeyh Nabhani (halifeliğin restorasyonuna adanmış bir grup
olan Hizb-ut Tahrir'in kurucusu) her zaman İslam'da ahlak diye bir şey
olmadığını öğretti; Tanrı'nın öğrettiği şey basitçe buydu. Eğer Allah izin
verseydi bir şey ahlâki idi. Eğer onu yasaklasaydı immoral olurdu."47
Bu etik
yönelimin sonuçları, İslam'ın büyük Macar Musevi bilim adamı Ignaz Goldziher'in
Muhammed'den sonraki Arap davranışlarına ilişkin tanımlamalarında ele
alınmaktaydı: "İnsanlar, belirli bir durumda, kendisinde iyi veya uygun
olanı, Peygamber'in ve arkadaşlarının mesele hakkında ne dediklerini, nasıl
davrandıklarını ve uygun görüş ve uygun eylem olarak neyin aktarılmış olduğunu
pek de öyle sormadılar”.48 Hiçbir şey kendinden iyi veya uygun olmadığından, bu
tek alternatifti -bir çeşit Muhammed'in sözleri ve yaptıklarıyla ilgili kutsal
kitabın metinleri ve raporlara [hadisler] dayanan tam bir yasal pozitivizm.
Ahlaki felsefe ile uğraşmak yerine, Kur'ân'dan açık bir talimatın olmaması
durumunda, hadislerde Hz. Muhammed'in ahlaki rehberlik için geçerli olabilecek
bir sözünü doğrulamak için isnad'ı veya iletim zincirini ayırt etmek
gerekiyordu. Söz ya da Hadis, yalnızca içsel hak ya da ahlaki değer temelinde
değil, şahsiyetine ve şahitlerin güvenilirliğine göre değerlendirilebilir.
Örneğin, Usame bin Ladin'in yardımcısı Ayman el-Zevahiri tarafından kullanılan
bir Hadis'e geçerlilik kazandırmak için isnad'ın bir örneği şöyledir:
"Harun bin Ma'ruf'dan, Abu Wahab'a aktarılan Amru bin El- Harput, Abu Ali
Tamamah bin Şafi'ye Ukba bin Amir'in "Peygamberin kürsüden şunları
söylediğini duydum: "Onlara karşı gücünü hazır tut.”49
Eş'ari
konumunun önemi pek fazla abartılabilir. Ahlaki felsefeyi Aristoteles'in Etik’inde
olduğu gibi imkansız hale getirir. İnsanoğlunun doğasını tamamlayan bu İslam
formunda, ya da bunu yaparken kendisine yardımcı olan "iyinin" veya
"iyi" yi tanımlarken insanın doğasının yerine getirilmesinin anlamı
yoktur. Bunun yerine, iyi yalnızca Tanrı'nın dışsal emirlerine itaat meselesi
olarak anlaşılır -ne olursa olsun, insanoğlunun kendisindeki ya da
yaratılışındaki herhangi bir iç mantığa ilgisizdir. Kuran şöyle diyor:
"Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin
için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz
bilmezsiniz."(2: 216) . Sadece bilmezsin değil, fakat bilemezsin.
Bu nedenle, insan iyi veya kötü olanı yalnızca Kuran ya da Şeriat aracılığıyla
algılayabilir. Bu, bu İslam biçiminde şeriat ile ahlak arasında hiçbir ayrım
yapılmayacağı anlamına gelir. Ahlak ahlaktır. Açıklanan yasanın dışında hiçbir
ahlak yoktur. Sonuç olarak, Fazlur Rahman, "salt akıl hiçbir yükümlülük
getirmez ya da akıl kanun yapıcı değildir" öğretisinin (inne l’akl
leyse bi-şeria) tüm Müslüman hukukçuların hukuksal aksiyomu haline
geldiğini", yazmaktadır.50 Bu etkili görüşün on dokuzuncu yüzyılda hakim
olduğu görülür. Abdul Ali Muhammed el-Ansari, "İslam'ı savunan hiç kimse,
insanın aklını yasa-yapıcı olarak kabul edecek kadar cesur olmayacaktır",
demekteydi.51
Bu, Sünni
İslam'da hukukun ezici önemini açıklıyor. Egemenlik, occasionalist metafiziğin
, dolayısıyla bilahare epistemolojinin çöküşünün ve Eş'arilerin teklif
ettiği voluntaristik etiğin doğrudan sonucudur. Bunun önemi, bir eliminasyon
sürecinden gelir. Fıkıh ya da hukuk, geriye kalan tek şeydir. Bu,
Müslüman dünyası için önemli, uzun menzilli sonuçlar doğurdu. Çağdaş Müslüman
bilim adamı Bassam Tibi, "Fıkıh-ortodoksluk, İslami eğitim müfredatını
belirleme yetkisine sahipti. Böylece, fıkıh ve felsefe arasındaki
ayrım kayboldu. İslam'da ilm/bilim 'fıkıh ile tanımlandı. Hiçbir
tartışmaya izin verilmedi ve bu zihniyet İslam uygarlığının çöküşüne yol
açtı."52 Bassam ilave eder. Eğitim sisteminin denetimi, fıkha,
İslami rasyonalistlerin, dünya doğal düzeninin kalıtsal dini konseptinden
kurtulma girişiminin yayılmasını önlemek için izin verdi."53 Bu, eleştirel
düşüncenin tekrar ederek öğrenme ile değiştirilmesine yol açtı. Müslüman
eğitiminin en önemli özelliği ezber oldu.
Ahlakın
rasyonel bir araştırma alanı olarak ahlak dışılaştırılması, mantıksal olarak,
bir hareketin iyi veya kötü, yasal veya yasak olup olmadığı konusunda kendileri
için düşünmeye izin verilmeyen birçok Müslümanın moral olarak bebeğe
dönüştürülmesine yol açtı. Eğer kişi, belirli bir eylemle ilgili kanun hakkında
yeterli bilgiye sahip değilse, hukukun yetkisine başvurmalıdır. Çağdaş İslam'da
bu, Kahire gibi yerlerde müftünün telefon hattında ek bir ücret karşılığında
günün manevi sakıncalarını karşılamak için telefonla fetva programları yapması
gibi sonuçlara yol açtı. TV, radyo ve gazetelerde ayrıca fetva yayınları
da bulunmaktadır. Bu reductio ad absurdum durumu , bir Mısır
Cizviti olan Peder Samir Halil Samir tarafından 2006'da Kahire'den şu
örneklerle tasvir edilmekteydi:
"Bir
çamaşır yıkayıcı (Mısır’da çamaşırhane dükkanları heryerde bulunmaktadır)
normalde İslami bir örtü takmayan bir kadının kıyafetlerini yıkamalı mı
yıkamamalı mı?", "Bir kadın banyodan çıplak olarak çıkarsa ve
oturduğu dairede bir köpek varsa, bu kadın yasak bir şey yaptı mı?" Cevap:
"Bu köpeğe bağlıdır. Köpek erkekse, kadın yasak olan bir şey
yapmıştır."
Gazeteler
tarafından bildirilen bir diğer fetva: "Dua ederken önümden bir
kadın geçiyor. Benim duam geçerli midir, değil mi?" Cevap: "Bir eşek,
bir kadın ya da bir siyah köpek geçerse dua tekrar edilmelidir."
Açıklaması: "Eşek cenabet bir hayvandır; siyah köpek Şeytanın kılığında
olabilirdi; Kadınlar ne olursa olsun temiz değiller."54
Ahlâkı
aklın içinde kabul etmektense, Eş'ariler, insanın ahlâki olarak iyi ve kötü
hakkında bir anlayışa ulaşması halinde, belki de otonom hale gelebileceğinden
korkmaktadırlar. Bu imkana izin verilemezdi, zira tamamen güçlü bir Tanrı'ya
tamamen güvenen biri insanlığın radikal koşullu statüsüne doğrudan meydan
okuyacaktı. Tanrı hiçbir şeye benzemez ya da herhangi bir şeyle kıyaslanamaz.
İnsan, ahlakını bir şekilde kendi aklıyla tespit edebilseydi, Tanrı gibi ya da
onun benzeri olurdu. Böyle bir öneri düpedüz şirk idi.
Sünni
İslam'ın dört hukuk okulunda vicdan özgürlüğünün kabul edilmemesinin sebebini
araştıran kişiler, olası bir açıklama için bu öğreti üzerinde durabilirler.
Vicdan özgürlüğünün temelini oluşturan öncül, insanın ahlaki gerçeği
kavrayabilme yeteneğine sahip olması ve tüm insanların kendi akıllarıyla ona
ulaşma araçlarına sahip olmalarıdır. Bu, insanın kendi çıkarıyla yozlaşması
ışığında bile geçerlidir. Augustine'in yazdığı gibi, "Nedeni olduğu
sürece, bozulmuş olmasına rağmen vicdanında Tanrının konuşmadığı hiçbir insan
yoktur. İnsanların yüreklerine doğa kanununu yazan, Tanrı değilse
kimdir?"55
Aklın
bütünlüğünü dağıtın, böylece vicdan özgürlüğünün temelini yıkarsınız.
Eş'ari’nin İslam anlayışında akıl bütünlük göstermediği için, vicdan
özgürlüğünün temeli bulunmamaktadır. Esasen, vicdan için Arapça bir kelime
yoktur.56 Elbette ki bu, İslam'ın moral duygusu olmadığı anlamına gelmez. Bu
basitçe ahlaki duygunun vicdanın ürünü olmadığı anlamına gelir. Aslında bu
İslam biçimi, İslam'ı reddedecek herhangi bir rasyonel zemin bulunma
olasılığına izin vermez, çünkü akıl için hiç bir zemin sağlamaz. Doğrudan ilk
ve tek sebep olan Allah tarafından vahyedildiği için İslam'a din al-fıtra
denir, yani İslam insanın tabiatında olan dindir. Bu nedenle, ondan sapma
kasıtlı sapıklığın bir biçimi olarak görülmelidir. Kuran, "Kim, İslâm'dan
başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul
edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır."(3:85).
Bu, niye
her Sünni hukuk okulunun, mürted için ölüm talimatı verdiğini gösterir.
Harabelerde
kalan tek şey hukuktur -Tanrı tarafından kasıtlı ve dışarıdan dayatılmış bir
emir olarak hukuk. Dahası, bu hukuk, terimin klasik anlamıyla adaletle ilgisi
olmayan hukuktur. Doğal hukuka dayanmaksızın, tamamen yargıyla ilgili, içi boş
yasadır. Adalet ne olduklarına göre haklarını verirse adil davranmak için ne
oldukları bilinmelidir. Ancak, Eş'ari görüşünde eşyanın doğası olmadığından
onları bu şekilde kavrayamaz; onlar yalnızca atomların bir anlık
topluluklarıdır.
O halde
adalet nedir ve bu nasıl tartışılabilir? Ancak, görünüşte, Allah'ın bazı
şeyleri yapmayı ve vahiyin dışında tuttuğu bölgedeki başka bazı şeyleri,
yapmamayı söylediği görülür. Şafii hukuk okulunun kurucusu olan el Şafii,
"Adalet, Tanrı'ya itaat ederek davranılması gerektiğidir.", diye
tanım yapar.57 Kanun emri ne olursa olsun bu tanımın dışında adaleti düşünmenin
hiçbir yolu yoktur. [İslam] teolojisi konusundaki en iyi [ya da en seçkin olan]
‘el-Mustasfa fi ‘İlm al-Usul’ isimli eserinde Gazali bunu açıkça
belirtmiştir: "Vacib [zorunlu veya gerekli olan] hiçbir anlam taşımaz
(Ma'na), ancak Yüce Tanrı yapılmasını gerekli kıldı ve (awjaba) ihmali
için ceza tehdidiyle yapılmasını emretti; Eğer vahiy yoksa vacibin
anlamı nedir?"58
Açıkçası,
bu retorik sorunun hiç cevabı yoktur. Tanrı'nın gerekli gördüğü şeylerden
başka, adil adamın davranışında hiçbir şey gerekli değildir; vahyedilen
dışında, adil adamın ne yapması gerektiği konusunda soruya cevap verebilmenin
bir yolu da yoktur.
Ve Gazali
eleştirel bir tavırla, "Bunu bildirmemiş olsaydı, Ödülün varlığı nasıl
bilinirdi?", diye tekrar sorar.59 Elbette, Eş'ari öncüllerinde, Allah
bildirmediyse bilinmeyecektir ve bilinemez. Gazali Mu'tezileden farklı olarak,
özünde bir anlamda insanın içine kattığı adalet özelliğini içeren bir Tanrı'nın
doğasından çıkarılabileceğini söyleyemez. Mu'tezile öğretisinin aksine, vahiy
sadece iyi ve kötü olanı açığa vurmaz; İyi ve kötüyü belirler.
Dolayısıyla, neyin ödüllendirileceğine dair bilgi için tek kaynaktır.
Tanrı neden
bazı fiiller için ceza vermeye ve başkalarına ödül vermeye karar verdi? Tanrı,
mantıksız kurallar verebildiğinden, bu sorunun cevabı olamaz. Ancak bu adaletin
içeriği ne olabilir? Kişi bu adalet anlayışına göre davranıyorsa, birinin
davranışına güvenebileceğiniz sonuçlar doğar mı? Eşya yalnızca Allah'ın
sözleşmesinde olduğu gibi haram olduğu için, Allah bu sözleri yerine
getirenleri keyfi olarak mükafatlandırmaya ve yaptıkları helal olanları
cezalandırmaya karar verebilir mi? Bu, 3. Surenin 24. ayetinde doğrudan Kuran'a
aykırı gibi gözükmektedir : "Onlara, şüphe duyulmayan bir Gün
için onları bir araya getirdiğimizde nasıl olacağız? Ve her bir insan,
kazandıklarını telafi edecek ve onlar haksızlığa uğramayacak. "
Fakat
Kuran'da şu ayetler de vardır. "O, dilediğini bağışlar ve dilediğini
cezalandırır" (2: 284) . Ve “O, dilediğini bağışlar ve
dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti
Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır."(5:18) . Ve
"dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyle kadirdir."
(5:40) .
Gazali
şöyle açıklıyor: "Allah'ın adaleti, insanın adaletiyle
karşılaştırılmamalıdır. Bir kimsenin haksız yere başka birinin pozisyonuna
girerek davranması gerekebilir, ancak Allah'ın huzurunda hiçbir haksızlık
yapılamaz. Sağanak ve seller onun gücündedir ve eğer bunu yapsaydı, onun
adaletine kusur bulunamaz. Bağlanabileceği, gerçekleştirmesi için veya ona
haksızlık edilebilecek hiçbir şey yoktur, ne olursa olsun herhangi bir kişiye
yükümlü olamaz. "60
Allah'ın
huzurunda herhangi bir adaletsizlik yapılmaz, çünkü Gazali'ye göre adalet bir
yükümlülüğün yerine getirilmesi anlamına gelir; gerçekleştirilmezse ciddi zarar
verecek bir şeydir. Tanrı'nın hiçbir yükümlülüğü yoktur ve kendisine zarar
verilemez. İyi ve kötü, adalet ve adaletsizlik, bir şeyin bir amaca ulaşıp
ulaşmadığını veya bir maksadı engelleyip engellemediğini ilgilendirir.
Tanrı'nın bir amacı yoktur çünkü bu terimler O'na gereksizdir. O her şeyi
yapabilir ve muhtemelen hiçbir suçlama olamazdı. Kuran’da ifade edildiği gibi:
"Yaptığıyla ilgili sorguya çekilemez "(21:23) .
Gazali ‘İlahiyatta
Orta Yol’ isimli eserinde: "İddia ediyoruz ki, kullarına suç işlemeden
ve telafisi olmayan acılara sebep olan yerine getiremeyeceği yükümlülükler
yüklemesi kadar bu yükümlülükleri yüklememesi; kendileri için en avantajlı
olanı önemsemesi veya itaati ödüllendirmesi ya da itaatsizliği
cezalandırmasının O’na gerekmediği Yüce Tanrı için kabul edilebilirdir.61
Elbette ki Mu'tezile tavrının antitezi budur. Tanrı iyiliği ödüllendirmeli ve
kötülüğü cezalandırmalıdır; ve kişiye gerçekleştirme kapasitesinin ötesinde
olan yükümlülükleri yüklememelidir.
Gazali bu
kelimeleri Allah'ın ağzından verir: "Bunlar mutluluk verir, umurumda
değil; Bunları Ateş'e götürürüm, umurumda değil."62 Bu İlahi ilgisizlik
ifadesi ne kadar rahatsız edici görünüyorsa da, onu açıkça destekleyen bir
hadise dayandırılır : "Ebû’d Derda, Hazreti Peygamber dedi ki:
Allah, Adem’i yarattığı zaman sağ omuzuna vurdu ve sanki tohum gibi beyaz bir
ırk çıkardı, sol omzuna vurdu sanki kömür gibi siyah bir ırk çıkardı. Sonra sağ
omuzlarında olanlara şöyle dedi: Cennete doğru ve umurumda değil. Sol
omuzlarında olanlar için: Cehenneme doğru ve umurumda değil."63
On
dokuzuncu yüzyıl tarihçisi Sir William Muir tarafından irtibatlandırılan,
muhtemel bir kurgu olayının popüler öyküsü de aynı noktayı göstermektedir:
Halife
Ömer, teslim almak için Kudüs'e gittiğinde, bu teklife Kurân'dan aldığı bir
iktibasla yer vermekteydi: "Rabb’in rehberlik etmek istediği doğru yola
yönlendirilir; Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola sevk edecek, hiç bir
kimse bulunmaz " "Allah korusun! "diye bağırdı bir
Hristiyan rahip kalabalıktan, Halifeyi kesintiye uğratarak ve kıyafetini öfke
muhalefet simgesi olarak sallayarak; "Rab, kimseyi yanıltmaz, herkesin
doğru yönde gitmesini ister". Ömer, "Allah düşmanı Hristiyan"ın
ne söylediğini sordu. O, "Tanrı kimseyi yanıltmaz", dedi. Ömer
konuşmasına devam etti ve ikinci kez rahip iğrenç sözler tarafından onun
konuşmasını yarıda kesti. Ömer kızdı ve: "Rab! Bunu bir daha tekrar ederse,
mutlaka onun başını keseceğim", dedi. Böylece Hristiyan sessiz kaldı ve
Ömer şöyle devam etti: "Rabb’in kendisine yön verdiğini hiçkimse
yanıltamaz; ve Rabb’in yanılttığı kimseler için hiçbir rehber yoktur."64
Tabii ki,
bu diyalogda papazın sözleri Mu'tezile'den de gelmiş olabilir. Allah'ın
keyfiliğine dair olan bu görüş Eş'ari ve müttefik okullar tarafından sürekli
olarak sürdürülmektedir. İbn Hazm (994-1064), "Kitab el- Fisal
(Ayrıntılı Eleştirel İnceleme)" isimli eserinde ileri sürmekteydi ki,
dilediği gibi ve ne hükmederse hükmetsin doğrudur. İbn Hazm,"her
neyse"nin herhangi bir şeyi ifade edebileceğini belirtir: "Eğer Yüce
Tanrı bize, başkalarının eylemleri için bizi cezalandıracağını bildirdiyse. .
ya da kendi itaatimizden dolayı, her şey doğru ve adil olurdu ve bunu kabul
etmek zorundaydık".66 Eş'ari teolog Al Fakhr el-Razi (1149-1209) şunları
söylemekteydi: "Dinimize göre, Tanrı'nın kafirleri cennete, haklıları ve
ibadet edenleri ebedi ateşe gönderebileceğine inanırız, çünkü mülkiyet O'na
aittir ve kimse O'nu durduramaz."67 Elbette ki bu durum, Kuran'da Allah'ın
adaletinden güvenilir olarak söz eden bir çok ayet olduğu üzere Abdül Cebbar'ın
"vaad ve tehdit" hakkındaki öğretisinin tam tersidir.
Yabancılar,
bu İslam biçiminin kaprisli boyutunu Ortaçağ'dan çok önce bilmekteydi. Büyük
Yahudi filozof Maimonides (1135-1204), bazı Müslümanların düşünme biçimini
göstermek için Mısır'daki deneyimlerinden bahseder. Maimonides der ki, Halife
her sabah Kahire'den geçer ve her sabah aynı rotayı alır ancak yarın farklı bir
yol izleyebilir. Niye? Çünkü o halifedir ve dilediği gibi yapabilir. Her sabah
güneş Doğu'da yükselir ve Batıdan batar. Bu yıllardır oldu; bugün oldu. Ama
yarın güneyde yükselip Kuzey'de yerleşebilir. Bu, Allah'ın iradesine bağlıdır
ve yapmayacağına dair bir söz yoktur. (Aslında, bazı İslami kıyamet literatürü,
güneşin Batı'da yükselişe gireceğini öngörür.) Maimonides şu sonucu çıkarır.
"doğada belirli sabit ve kalıcı biçim, boyut ve özelliklerle var olan şey
alışkanlığın yönünü izler" sonucuna varmıştır. . . . Bu temel üzerine
bütün kumaşları inşa edilmiştir."68
Bunun
bir sorun olduğunu fark eden tek kişi Maimonides değildi. Hegel, Felsefe
Tarihi Konferansı'nda İslam'ın bu versiyonunda, "Tanrı'nın
faaliyetinin kusursuz şekilde akıldan yoksun olarak gösterildiğini",
gözlemlemekteydi.69 Hegel, "Burada gördüğümüz tek şey, bütün karşılıklı
bağımlılığın, rasyonaliteye ilişkin her şeyin tamamen çözülmesidir [Tanrı'nın etkinliği]
tamamen
soyuttur ve bu nedenle onun tarafından konumlandırılmış olan ayrımı tamamen
şarta bağlıdır Araplar bilimleri ve
felsefeyi her şeyin kapris olduğu bu tarzda şekillendirdi."70
Batı'nın
Çöküşü’nde
Oswald Spengler şunu yazmaktaydı: "İslam, ilahi olanın karşısında özgür
bir güç olarak kişinin varlığının imkansızlığıdır Tüm kozmik mağarada,
görünür tüm etkilerin doğrudan nedeni olan tek sebep vardır: kendi eylemleri
için hiçbir sebebi olmayan Tanrı."71
Allah'ın bu
yanı, İslamcı radikal Seyyid Kutub tarafından da Kuran'ın Gölgesi’nde:
"Her zaman Kuran belirli bir vaat veya sabit yasa beyan eder, onu,
Allah'tan veya O'nun bir kanunundan gelen bir vaade dayansa bile İlahi iradenin
kısıtlamalar ve sınırlamalardan arındırılmış olduğuna işaret eden bir ifade
izler. Çünkü onun iradesi, herhangi bir hukuk vaadi dışında mutlaktır.",
diye belirtilmektedir.72
Özgür
İradenin Kaybı
Eş'ari
metafiziğinin Tanrı'nın adaleti konusundaki herhangi bir kavramı anlaşılmaz
yapması gibi -Tanrı ne yaparsa yapsın bunun adalet olarak tanımlanması
gibi - bu metafizik aynı zamanda insanın hürriyeti kavramı üzerinde de yıkıcı
bir etkiye sahiptir. Mu'tezile için, insanın özgürlüğü Tanrı'nın adaleti
meselesi iken, Eş'ariler için, insanın özgürlüğü Tanrı'nın herşeye kadir
olmasına bir saldırıdır. Onlara göre, başka bir varlık daha kuvvetli olsaydı,
Tanrı'nın herşeye gücü yetemezdi. Güç bölünmez. İnsan kendi eylemlerinin
müsebbibi ise, Tanrı nasıl herşeye gücü yeten olabilir? İlk Neden, tek neden
olmalıdır. O halde, eğer anlık olarak var olan ve doğrudan doğruya Tanrı'nın
buyruklarıyla yok olan uzay-zamanlı atomlardan oluşursa, bunun insana etkileri
nedir? İnsanlar kendi başlarına hareket edebilme kapasitelerini koruyor mu? el-İbânah'an
Usul el-Diyane (The Clear Statement on the Fundamental Elements of the Faith)
adlı kitabında el- Eş'ari, Allah'ın keyfi gücünü ezici insan girişimi olarak
nitelendirir:
Biz,
Allah'ın sadece emrederek her şeyi yarattığına inanırız: [Kur’an 16:42] :
"Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz
sadece «Ol» dememizdir. Hemen oluverir." diyor. Allah'ın öngördüğü dışında,
yeryüzünde iyi veya kötülük yoktur. Herşeyin Allah'ın iradesi ile olduğunu ve
hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapamayacağını veya Allah'ın yardımı olmadan
yapamadığını veya Allah'ın bilgisinden kurtulamadığını kabul ediyoruz.
Allah'tan başka bir Yaratıcı yoktur, varlığın işleri Allah tarafından
yaratılmıştır ve önceden bildirilmiştir: [Kuran 37:94] demektedir ki :
"sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı." . . Allah, müminlerin
O'na itaat etmesine yardım eder, onları destekler, onlara merhametlidir, onları
ıslah eder ve rehberlik eder; oysa iman sapkınlarının iddia ettiği gibi
kötüleri yoldan çıkarmış, onlara öncülük etmemiş, onlara rehberlik yapmamış,
işaretleriyle yol göstermemiştir. Allah onları kayırsa ve ıslah etseydi, onlar
doğru olurlardı, onlara rehberlik etmiş olsaydı, onlara doğru şekilde yol
gösterilmiş olurlardı... Fakat onların dinsiz (tekili kafir) olmaları O'nun
iradesi idi. Buna göre onları terk edip yüreklerini mühürledi. İyilik ve
kötülüğün, Allah'ın kararnamesinin ve hâkimiyetinin (kaza ve kader) sonucu
olduğuna inanıyoruz: iyi ya da kötü, tatlı ya da acı ve bizi kaçıran şeylerin
bizi vuramadığını biliyoruz veya bizi vuran şeylerin bizi kaçıramadıklarını ve
bu canlıların Allah olmadan kendilerine iyilik veya zarar veremeyeceğini biliyoruz.73
Bu
nedenle, insan bir eylemi başlatamaz veya tamamlayamaz. Eşari'ye göre, yalnızca
niyet edebilir ve bu onun hakkında hükmedilen yoluyla olan niyettir. Duncan
Macdonald, Eşâri'nin görüşünü şu sözlerle özetliyor: "Allah'tan başka hiç
kimse herhangi bir hareketin sahibi değildir -hiçbir şekilde herhangi bir
hareket. Bütün hareketler Allah'dan gelen ve Allah'ın hareketleridir. Örneğin,
bu kitabı kaldırdığımda, bu hareketin bana ait olduğu söylenemez Dolayısıyla bu kitabı tutmak için
elimin
hareketi, kitapla birlikte elimin hareketi, kitabın yukarı doğru hareketi,
hepsi doğrudan doğruya Allah tarafından mucizevi yaratımların hızlı-görünür bir
dizisini içeriyor."74 Macdonald'a göre Eş'ari için, "İnsan bir şey
yaratamaz; Allah, tek yaratıcıdır; insanın gücünün eylemleri üzerinde hiçbir
etkisi yoktur. Tanrı yaratma gücünü (kudret) ve seçimi (ihtiyari)
yaratır. Sonra, yarattığı güç ve seçime karşılık gelen insan eylemlerini
yaratır."75 el-Eş'ari'nin kendi örneğini vermek gerekirse, bir adam bir
kalem alır ve yazar. Bununla birlikte, ona yazma iradesini, yazma gücünü ve
daha sonra da elle kağıda kalemle hareket ettirilmesini yaratan Allah’tır.
Allah ayrıca, kalemin üzerine dokunduğunda figürlerin kağıda çıkmasına neden
olur.
Öyleyse,
bunlar insanın eylemleri olabilir mi? el- Eş'ari, insanın gerçek nedenini
Allah'tan "elde ettiği" fikrine ilginç şekilde yanıt verir.
Müktesebat teorisi, bir kişinin eylemlerinin kendisine ancak "ağacın meyve
verdiği"ni iddia ettiği şekilde atfedilebileceğini söyleyen Cebriyeci Cehm
bin Safvan (ö. 745)’ın görüşü ile benzerdir. Eş'arist el Şehristani (d. 1153),
"Tanrı, insanda, gücü, kabiliyeti, seçimi ve bir eylemi gerçekleştirme
isteğini yaratır ve bu türetilmiş gücün sahibi olan insan özgürce
alternatiflerden birini ve niyet ve iradelerini seçer, eylemi gerçekleştirir ve
bu niyete karşılık olarak Allah, eylemi yaratır ve tamamlar.", der.76
Ayrıca, Allah hareketinin müktesebatının bile doğrudan Allah tarafından
yaratılmış olduğu anlamına gelen eylemini kabullenmesini insanın zihninde
yaratır. Bir insan özgürce davrandığını hissederse, yalnızca Allah bu duyguyu
ona yerleştirmiş olduğu içindir.
Eşari,
Tanrı’nın ayrıca hareket ve hareket için gerekli iradeyi yaratabilmesini
açıklarken, -bu teoride kast edilen gerçekte insanın davranışlarının özgür
iradesi ve hareketleriyle ortaya konulmadığı anlamında- insan hareketlerinin
gerçek dışılığına kayıtsız kalmaz. "Allah'ın birini dua eden kişi yapmak
için bir diğerini mümin yapmasına müsaade edilirse, neden O’nun başka
kimselerde bir irade yaratmasına müsaade etmemelidir? [Böyle yaparken] o kişi
niyet eden biri haline gelir. Ya da [yaratma sebebi olmadan] konuşma,
vasıtasıyla o kişi bir konuşmacı olur mu?" Sonra, bu konuşmanın uykusunda
konuşan biri gibi gerçekte istemsiz karakteri nedeniyle konuşma olmadığını
ileri süren Mu'tezile’nin itirazını dile getirir. Eşar'i buna şu cevabı verir:
"Bir epileptik ya da uykuda olan bir kişinin konuşması gerçekte konuşma
değildir; uyanık bir kişinin konuşması da gerçekte konuşma değildir."77
el-Eşâri, bilinçli ve rasyonel konuşmayı bilinçsiz, mantıksız sızıldanmalarla
denkleştirir. Tek gerçek sebep ve aktör Tanrı olduğu için uyuyan kişide
olduğu gibi uyanık olan kişi de konuşmasından çok az sorumludur.
Eş'ari bunu
diyalog biçiminde netleştirmektedir:
Soru: Bir
edinim olan eylemin gerçekleşmesi, Tanrı'nın dışında hiçbir yaratıcının
olmadığını kanıtladığı gibi, Tanrı'nın dışında hiçbir aracın olmadığını
kanıtlamaması nedendir?
Yanıt: Tam
da böyle söylüyoruz.
Soru: Peki
neden Tanrı'nın dışında bir güç sahibi kimsenin olmadığı kanıtlanamıyor?
Yanıt:
Gerçekte, kendisini yapan Tanrı'nın dışında hiçbir güç yoktur ve bu yüzden onu
yaratması anlamında gerçekte olduğu gibi hiç kimse gücüyle onun üzerinde
olamayacaktır.78
İnsan,
kendi fiillerini yapma kapasitesine sahip değilse, özgür irade şüphesiz
"müktesebat" fikrini anlamsız kılar ve yerine getirmez. İbn Rüşd
Eş'ari tutumunu eleştirisinde der ki, "insanda kazanma gücü olmasına
rağmen, kazandığı ve kazanma hareketi Tanrı tarafından yaratılır." Devamla,
"fakat bu anlamsızdır, çünkü Yüce Allah, hem kazanma gücünü hem de insanın
kazanmasını yaratırsa, sonra kul mutlaka kazanmak için
yönlendirilmelidir", demektedir.79
Özgür
iradenin yerine, Eş'ariler önceden belirlenmenin geleneksel tercihini takviye
etmekteydiler. Gazali şunları söylemekteydi: "Bu denizin arkasında
[Allah'ın adaletini kavrayacak] birçokları şaşkınlıkla dolaşırken ve
aydınlatılmış olanların ifşa etmesinin yasaklanmış olduğu geleceğin gizemi
vardır. Özet, iyi ve kötünün ön planda olmasıdır. Öngörülen şey, mutlaka ilahi
iradenin önceki bir davranışından sonra gerçekleşir. Kimse Tanrı'nın kararına
karşı çıkamaz. Hiç kimse O’nun kararını ve emrini temyiz edemez."80
İlginçtir ki tabiat aleminde sebep sonuç arasındaki gerekli bir ilişki olarak
deterministik illiyet fikrinde asi olan Gazali, bununla beraber, herşeyin
mutlaka gerçekleştiğini savunan mükemmel bir kadercidir. Nedeni kim yapıyordan
çok, nedensellik, burada olduğu gibi, sorun olarak gözükmüyordu.
Tanrı'nın
insan davranışıyla ilgili doğrudan eylemi metafiziksel olarak nasıl çalışır?
İslam bilim adamı Len Goodman şunları kaydetmekteydi: "Eş'ariler,
kapasiteyle hareket ettiğimizi kabul etmekteydiler Ancak, Eş'ari yorumlarındaki kapasiteler,
eylemin gerçekleştiği anda Allah tarafından yaratılmıştır. (Saf eğilimler veya
gerçekleşmemiş potansiyeller olarak) önceden var olmamışlardır ve [birden fazla
özelliğe sahip] çok değerlikli değildirler. Eş'ari, “bir eylemin kapasitesinin
eylemden önce gelmiş olması halinde, o zaman eylem zaten gerçekleşmiş olurdu”,
diye tartışır.81 Diğer bir deyişle, her şey anında gerçekleşir veya Goodman'ın
dediği gibi, "sadece fiili olan gerçektir". Ayrıca, potansiyel
yalnızca belirli bir eylem için mevcuttur ve genel olarak hareket için önceden
var olan bir güç değildir. el-Eş'ari'nin dediği gibi, "Hiç kimse o
yapmadan önce bir şey yapamaz."82 Fazlur Rahman bunun ne anlama geldiğini
şöyle açıklıyor: "Kolumu kaldırmadan önce kolumu kaldırmak için hiçbir
güce sahip değilim; Tanrı, bu gücü benim için kolumu kaldırdığım anda
yaratıyor."83 Gerçekleştirilen eylem, gerçekleşebilecek tek eylemdir.
el-Eş'ari, "O, varlığı güç nesnesinin varlığını içeren yaratılmış bir güç
durumudur", diye açıklamaktadır.84 Eylem gerçekleşmek zorundadır. Başka
bir deyişle, bu Fazlur Rahman'ın Cebriyyeci itirazın formülasyonunun tersidir
ki, insanın özgürlüğü, Tanrı için esarettir. Eş'ariler için, Tanrı'nın
özgürlüğü insanın esareti demektir.
Bu Eş'ari
konumu, birçok Müslüman düşünürün gerçekliği ve onların birlikte gelen karşı
versiyonunu açıklarken Aristocu "potansiyel ve eylem" ya da
"madde ve biçim" terimleri yerine "öz ve arazlar"
terimlerini kullanma tercihlerini açıklar. Potansiyel ve eylem, süregelen bir
doğaya sahip olan eşyanın özünde bulunur. Bir şeyin doğası, gerçekte, ancak henüz
olmadığı, aslında ne yapılması gerektiği konusunda kapasitesini ne kadar
etkilediğini belirler. Bu nedenle, bir meşe palamudu potansiyel olarak bir meşe
ağacıdır. Meşe haline dönüşme yoluna çıkarken yolun neresinde olursa olsun,
doğası bir insan veya bir meşe dışında bir şey olmasını engeller.
Eş'arilerin,
kuvvet ve eylemin eşzamanlılığı konusundaki ısrarla tartıştıkları tam da budur.
Bir şey, yalnızca olduğu andaki durumdur, bundan sonra başka bir şey haline
gelebilir veya daha doğrusu daha başka bir şeyle değiştirilebilir. Yalnızca var
olduğu an serileri, tanıdık diziler oluşturduğu için meşe ağacı, zaman içinde
aynı şey gibi gözükebilir. İnsanın anlayamadığı nedenlerden dolayı, Tanrı'nın
direkt iradesi genellikle bu sekansları benzer bir düzende muhafaza eder, ancak
onların kendi içlerinde ve kendiliklerinden herhangi bir düzenleri yoktur.
Gazali bile, Tanrı'nın sırayla tutuşturduğu ve pamuğun yakıldığı tutarlılığı
merak etmekteydi, ancak onun hakkında bilgi üreten herhangi bir soruşturmanın
kapısını kapattı: "Form almanın yatkınlığı bizden gizlenen nedenlerle
değişir ve onları bilmek insanın doğasının gücü içinde değildir.”85
Aristoteles'in dediği gibi, "kişinin kendinde amaca sahip olması"
diye bir şey, potansiyelin gerçekleştirilmesi diye hiçbir teşebbüs yoktur. Tanrı
teleolojik olarak hareket etmediği gibi, O’nun yaratmış olduğu canlıların da telosları
yoktur.
Potansiyel
ve eylemin eşzamanlılığına dair bu olağanüstü iddia, çelişki ilkesini; her şey
tutarsızlıkla sonuçlanmaksızın, bir şeyin aynı tarzda, aynı zamanda, aynı yerde
olamayacağını ve olmayacağını, inkâra tehlikeli bir şekilde yaklaşır. Bu,
Eşarilerin başka her şeyi metafizik tehlikeye atmaları uğruna Allah’ın radikal
hakimiyeti ve her şeye kadir oluşu kavramını korumak için gerekli gördükleri
ölçüde güçlü bir ispattır. Aynı zamanda, bir atom, varoluşun son derece küçük
örneği olması dışında bir şey olma potansiyeline sahip olamayacağından, potansiyel
teriminin asıl anlamının içini de boşaltır. Aktif olarak hiçbir şey yoktur,
sadece Allah'ın tek aktör olduğu saf, anlık eylem vardır.
Potansiyelin
varlığının reddedilmesi ile çok şey kaybedilir. Aristoteles'in potansiyel ve
hareket kavramı, eşyanın nasıl değişebileceği ve yine de bir ölçüde aynı
kalacağına dair şüpheci metafizik sorun için bir çözümdü. Pre-Sokratikler, her şeyin
değiştiğini ve hiçbir şeyin aynı kalmadığını (Heraklitus) ya da her şeyin aynı
kaldığını ve değişimin bir yanılsama olduğunu önermişti (Parmenides). Her iki
kavram da değişen ve ancak bir şekilde kimliklerini koruyan eşyanın
insanoğlunun günlük tecrübesine ters düşmekteydi. Herşey değişme sayesinde
devam etmekteydi. Eş'arilerin konumu, Socratik öncesi Heraklitus'un konumuna
geri dönüşümü gibi görünüyor. Ayrıca Socrates'in Heraclitus’un öğrencisi
Cratylus'a işaret ettiği büyük epistemolojik problemi paylaşıyor: Herşey
değişiyorsa, insan nasıl biliyor? Sokrates sormaktaydı: "Gerçekten, her
şey sürekli değişiyorsa ve hiçbir şey aynı kalmıyorsa, Cratylus, bilginin
olduğunu, söyleyebilir miyiz? Zira bilgi kalmadığı sürece ve kimliğini
koruyamazsa devam edemez. Ancak bilginin özü değişirse, aynı anda kimliğini
kaybedecek ve hiç bilgi olmayacaktır."86
Bilginin
temelini bu şekilde yıkmak suretiyle, Eş'ari konumu da kendisiyle sorunlar
yaratır: Eğer doğruysa, kişi bunun doğru olduğunu nasıl anlayabilir? Değişimin
gözlemcisinde bir şey aynı kalmadıkça, her şeyin değiştiği nasıl anlaşılabilir?
Bir başka deyişle, kimlik ve medeniyetin temeli olan hafıza nasıl olabilir?
Böyle bir
bakış açısı ampirik olarak pek mümkün olmadığından, onu benimseme motivasyonu
ne olmalıdır -özellikle olağan gerçeklik tecrübesi ile o kadar şanslı
görünüyorsa? Neden Eş'arilerin Yunan şüpheciliğini bu derece benimsemek zorunda
hissettiği merak edilebilir?
Fazlur
Rahman ileri sürmekteydi ki, "Mütekellimler, doğal nedenselliğin reddine
ön koşul olarak Aristocu madde ve form doktrinini reddetmekteydi ve atomizmin
teyidi ve doğal nedenselliğin reddedilmesine, Dünyanın yaratılışı ve İslami
eskatolojiyi kanıtlamak için gerekli bir adım olarak görülen neredeyse bir esas
dini dogma olarak bakılmasına kadar, erken Eş'ari atomizmini taze argümanlarla
tekrar ifade etti.”87 Vahiyden alınan bir sonuçla başladılar ve daha sonra
düşündüklerini metafizik terimlerle desteklemenin gerekli olduğu sonucuna
vardılar. Bu onları doğal dünyada nedensellikten vazgeçmeye itti. Kısaca,
Eş'ariler, gerçekleri inkar etmek için kendi teolojileri tarafından
zorlanmışlardı.
Macdonald,
genellikle Bakıllani ve Eş'ari Okulu ile ilgili bir hipotez önermekteydi:
"Gerçekte, felsefeleri özünde, insanları Tanrı'ya, onun âyetlerine geri
götürmek için bir felsefe imkânını ortadan kaldıran bir şüpheciliktir ve
onları, evrenin tek büyük olgusunu Allah’da görmeye zorlar".88 Diğer bir
deyişle, Eş'arizmin akıl için yakılmış- dünya politikası, insana, kendisine
hiçbir alternatif bırakılmayan insanı terk etmeye kalkışmaktaydı. O ya onların
Tanrı’sıdır ya da hiçbir şey değildir.
Eş’arizm’in Zaferi
Radikalizmine
rağmen, Eşarizm hemen hemen tüm Sünni dünyayı önüne kattı. Gerçekten her ekolün
uleması (İslam hukuk bilimcileri) fakat özellikle zahiri Hanbeli Eş'arizmi
kabul etmeye başlamıştı. Sapkın rasyonalist Mu'tezile ve geleneksel Hanbelilere
karşı kurulan Eş'ari Okulu dikkate şayan surette "orta yol" olarak
bilinir hale geldi.* Bu algı, Hanbelilerin gerçekten aklın reddedilmesinde daha
aşırı olduğu için gelişti. Eş’ari'nin dini dogmaları savunmak ya da açıklamakta
aklı kullanması hususunda dahi itiraz etmekteydiler.
Hanbelilerin
Bağdat'ta el-Kundri’nin vezareti sırasında Cuma namazı hutbeleri, Eş'arilere
karşı lanetler içeriyordu. Bununla birlikte, 1063 civarında, Selçuklu sultanı
Alp-Arslan'ın güçlü sadrazamı olan Nizam El- Mülk bu lanetlemeleri durdurdu.
İngiliz İslam akademisyeni W. Montgomery Watt'a göre, el-Mülk de
"Eş'arileri diğer teolojik ve hukuk okullarına karşı destekleme ve güçlendirme
politikası uygulamaya başladı".1 1067'de El Mülk, Bağdat'ta bir üniversite
açtı; Nizamiyye, Eş'ari öğretilerini yaymak için kullanıldı ve bu medreselerden
Musul'dan Herat'a kadar uzanan yerlerde en az sekiz tane daha kuruldu. Watt,
"Eş'ari teolojisi, hükümet tarafından desteklenen İslam doktrininin şekli
haline geldi", sonucuna varır.2 Gazali, 1077'den 1085 yılına kadar devam
eden çalışmalarına Nişabur'daki Nizamiye medresesinde başladı. Daha sonra
1091'den 1095'e kadar, Bağdat'taki Nizamiye medresesinin başında bulundu.
Devlet
yardımı ile Eş'ari okulunun etkisi Sünni Arap dünyasında yaygın hale geldi.
Mu'tezile okulunun sapkın olduğu anlayış geniş bir şekilde başarıyla kabul
edildi. Ünlü Müslüman tarihçi El-Makrızi (ö. 1442) el- Khutat El Maqrizia'sında,
Kudüs'ü yeniden ele geçiren ünlü Salahaddin’in tanınmış rolünden dolayı daha
ilginç kılınan Eşari'nin zafer kazanmasının bir değerlendirmesini yapar:
Ebu'l-Hasan
el-Eş'ari'nin mezhebi [okulu] yaklaşık 380'lerde Irak'a ve oradan Şam'a
yayılmıştır. Muzaffer kral Salaheddin Yusuf bin Eyyub Mısır üzerinde kontrolü
ele geçirdiğinde, ana yargıcı 'Abdul Mallik bin' İsa bin Darbas El Marani ve
kendisi bu düşünce okuluna bağlıydı. Mezheb, Şam'da hükümdar Nureeddin Mahmud
bin Zengi tarafından da yayılmıştı. Selahaddin, Kutbuuddin Ebu'l-Ma'ali Mas'ood
bin Muhammed bin Mas'ood an'Naysaburi'nin yazdığı bir metni ezberledi ve bu
Eş'ari metni daha sonra Selahaddin’in çocukları tarafından ezberlendi. Bu,
el-Eşâri'ye atfedilen mezhebe önem verdiler ve idaresi sırasında halk
tarafından dikkate alındı. Bu, Beni Ayyub (Eyyubi) ve daha sonra Türk
krallarının (Memlükler) yönetimi döneminde tüm yöneticiler tarafından devam
ettirildi. el-Magrib (Fas) hükümdarlarından birisi olan Abu 'Abdullah Muhammed
bin Tumart, el-Irak'a gittiğinde bununla (Eş'ari) bir görüş birliği içindeydi.
Eş'ari mezhebini Abu Hamid el-Ghazali üzerinden öne çıkardı ve İbn Tumart el-
Maghrib'e döndüğünde çatışmaya neden oldu ve ülkenin halkına 'Eş'ari mezhebini
öğretmeye başladı ve kurumsallaştırdı.3
Gazali
ve Felsefeye Saldırı
Eş'ari,
Sünni dünyada Mu'tezile öğretilerini etkili bir şekilde bastırırken, Eş'ari
eleştirisini felsefenin kendisine genişleten kişi Gazali idi. Birçok Müslüman
tarafından yalnızca Hz. Muhammed'den sonra İslam'ın ikinci en önemli şahsiyeti
olarak görülen Gazali, büyük bir isimdir. "İslam'ın Delili" olarak
anıldı ve Muhammed'in İslam'ı canlandırmak için her yüzyıl başında geleceğine
söz verdiği bir Müceddid (canlandırıcı ya da reformcu) olarak kabul
edildi. Gazali bugün de çok saygı görüyor. Büyük oranda, Eşariliğin Sünni
Ortodoks olması ve felsefenin öldürücü darbeye maruz kalması onun etkisi
sebebiyledir. Ayrıca, İslami görevlerin ihmal edilmesi ve panteizme eğilimi
nedeniyle büyük şüpheye duçar olan İslam'ın mistik tarafı Tasavvuf'u ortodoks
Sünni dünyaya entegre eden de Gazali idi.
Gazali
liderliğindeki felsefeyle ilgili saldırı, doğal olarak, Eş'arilerin rasyonel
bir teolojiye ve rasyonel bir ahlaka karşı itirazlarından doğar. Bu gibi
itirazlar aklın rolüne yapılan itirazlar olduğu için felsefeye aynen uygulandı.
Fakat bu genel konuların ötesinde, Gazali, Müslüman dünyasında geniş bir
bağlılık
kazanamayacağına
dair garantiye alan felsefeye özgü birtakım itirazlarını ayrıntılı olarak
açıkladı.
Gazali'nin
amacı, felsefi bir temelde, felsefecilerin (ve özellikle zamanının en önde
gelen felsefecisi ve doktoru olan Avicenna [981-1037]’nın) temel
pozisyonlarının akıl yoluyla ispatlanamayacaklarını göstermekti. Daha da ötesi,
felsefenin ve aklın entellektüel kesinliği sağlayamayacağını göstermek
istemekteydi. Aslında, felsefenin sunacağı kendi gerçekleri olmadığını ileri
sürmekteydi.4 Filozofların Tutarsızlığı’nda, "Filozofların bu
şeyleri rasyonel ispatla anlayamayacaklarını ileri sürüyoruz. Eğer bunlar
doğruysa, peygamberler ilham veya vahiy yoluyla onları bilecekti; ancak akılcı
argümanlar onları ispatlayamaz.", diye yazmaktaydı. Bu nedenle, “felsefi
sistemleri reddetmekteydim", diyordu.5 Gazali akıl yolunu zayıflattıktan
sonra tasavvufa döndü, istediği kesinliği mistik deneyimlerde buldu.
el-munkız adlı otobiyografisinde
Gazali önce bir Yaratıcı'yı inkâr eden Materyalistleri ve bir Yaratıcı'yı kabul
ederken ruhun ölümsüzlüğünü inkar eden Naturalistleri eleştirir. Her iki okul
da Gazali’nin aralarında Platon ve Sokrates’i saydığı Teistler tarafından
çürütülmüştü. Aristo, Sokrates ve Platon'un düşüncelerini geliştirdi,
"fakat seleflerinin öğretisini bozan sadakatsizlik ve sapkınlık lekelerini
doktrininden bertaraf edemedi. Dolayısıyla hepsini, aynı zamanda onların
sistemlerini benimseyen İbn Sina [Avicenna] ve el Farabi gibi sözde Müslüman
filozofları inkarcı olarak görmeliyiz." Gazali şöyle diyordu:"
Aristo’nun felsefesi üç bölüme ayrılabilir. "ilki dinsizlikle yüklü
konuları içerir, ikincisi sapkınlıkla kusurludur ve üçüncüsünü de kesinlikle reddetmek
zorundayız."6
Gazali,
matematiğin, mantığın ve fizikin geçerliliğini imana zararsız olarak kabul
ederken, "filozofların hataların verimli bir şekilde yetiştirilme
zemini" olduğu için metafiziğin en zararlı alan olduğunu ileri sürer. Bu
hataları "yirmi önermeye" indirir: bunlardan üçünü dinsiz,
diğerlerini sapkın", diye belirtir. Üç en dikkat çekici önermesi
şunlardır: (1) "Cesetler tekrar canlanmaz; Yalnız ruhlar ödüllendirilir
veya cezalandırılır; bundan dolayı gelecek cezalar manevi olacaktır, fiziksel
değil "; (2) "‘Tanrı, özellikleri değil, evrenselliği bilir.’ Bu
açıkça dinsizliktir"; ve (3) "Evrenin sonsuza dek var olduğunu ve
hiçbir zaman sona ermeyeceğini" savunur. 7 Bedensel dirilişle ilgili;
Cehennemde fiziksel acılar ve cennet zevkleri; Allah'ın her şeyi bilmesi; ve
yoktan yaratılış gibi bu üç öneri, İslami öğretilere doğrudan aykırıdır. Her
argümanı ele alırken, Gazali bu konularda akıl yoluyla ulaşılan herhangi
bir pozisyonun belirsizliğini ortaya koyar.
Filozoflar
yalnızca ruhun ölümsüz olduğunu iddia ederken, Gazali, Tanrı'nın cesedi, tıpkı
bedeni ilk etapta yarattığı gibi -hem tamamen olduğu gibi hem de benzer şekilde
yeniden canlandırabileceğini ileri sürer. Tanrı, varolmayana yapmış olduğu şeyi
kolayca tekrar yaratabilir. Bu olasılığa yapılan yanlış itiraz, Tanrı'yı her
şeyin doğrudan ve hemen herşeyin nedeni olarak kabul etmeyenlerden gelir.
Eş'arinin atomistik metafizik anlayışında, bedensel dirilme bir problem
değildir.
Filozoflar
Tanrı'nın sadece evrensel nitelikleri bildiklerini ve ayrıntıları
bilemeyeceğini ileri sürmekteydi, çünkü ayrıntıların bilgisi, Tanrı'da mümkün
olmayan bir değişiklik imkânı doğururdu. Zaman ve mekan koşulları olan
ayrıntıları bilmez, çünkü bunlar Tanrı'nın ruh olarak katlanamayacağı duyu
deneyimi nesneleridir. Gazali'nin çürütmesi, Tanrı'nın her şeyi bildiği
üzerinedir, bu yüzden de ayrıntıları bilmelidir. Gazali, "cennetin veya
yeryüzündeki en küçük parçacık"ın Allah'ın bilgisinden
kurtulamadığı
Kur'ân öğretisini savunur. Bilginin nesnesindeki değişimin, her şeyin sonsuza
kadar eşzamanlı bilgisine sahip olan Bilen’de bir değişiklik anlamına
gelmediğini iddia etmektedir.
Ortodoks
İslam için Aristoteles'teki en önemli engel, hemen hemen tüm Müslüman
filozoflar tarafından kabul edilen -el Kindi hariç- maddenin sonsuzluğu
konusudur. Farabi ve İbn Sina, göklerin sonsuza dek ve zorunlu olarak Allah
tarafından yaratıldığını kabul eder. Gerekli, ebedi bir dünya sadece yoktan var
edilmeyi değil, kaçınılmaz olarak panteizmi de uzlaştırır.
Gazali, bu
konuya ünlü kitabı Filozofların Tutarsızlığı’nın yaklaşık dörtte birini
ayırır. O, dünyanın mutlaka güneşten gelen ışınlar gibi Tanrı'dan gelen bir
ışınım olarak varolduğu fikrini özellikle sakıncalı bulur. Felsefecinin
konumunda, Tanrı'nın belirli bir zamanda dünyayı yaratmasının kusursuz olan
Tanrı'da bir değişiklik anlamına geleceği düşüncesiyle hareket edilmekteydi.
Mükemmel bir varlık değişemez. Bu nedenle, Allah'tan sonsuza dek yayılan,
varolan dünya her zaman olmalıdır.
Gazali'ye
göre, filozofların iddia ettikleri bu görüş Allah'ın yaratma ya da yaratmama
özgürlüğüne aykırıdır; başka bir deyişle, ebedi bir dünya, Tanrı'nın özgür
iradesinin inkarıdır. Gazali filozofların tutarsız olduğunu, yoktan var edilen
yaratılış ihtimaline karşı bir kanıt getiremediklerini söyleyerek karşılık
verir. Aristo, Birinci Neden olarak Tanrı'nın varlığını savunur, çünkü sebepsiz
sebeplerin sonsuzca geriye gitmesi imkansızdır. Gazali şöyle diyor: Eğer dünya
ebedi ise, cesetler ebedi ise, hiçbir sebebe ihtiyaçları yoktur. Sonsuz bir
seri imkansız olamazdı; aslında, dünyanın sonsuzluğu, babalar ve oğullar gibi
gelip gitmiş olan sonsuz sayıda neden ve sonuç serisini gerektirir.
Gazali
sorar: Bu sonsuz serinin içinde Birinci Neden nereye eklenebilir? Açıkça bu
imkansız olurdu. Bu nedenle, bu konumu tutan filozoflar, Tanrı'nın varlığını
İlk Neden olarak ispatlayamazlar. Ayrıca, sonsuza dek Yaratıcı'dan gelen bir
evrenin Yaratıcısı hakkında doğru bir şekilde konuşulamaz. İki ebedi var olan
şey arasında nedensel bir ilişki nasıl olabilir?
Gazali, bu
ayrımla, dünyanın sonsuzluğu konusundaki davayı düzgün bir şekilde halleder:
"Gerçek bir sonsuzluk, ardışık ilavelerle tamamlanamaz. Geçmiş olayların
zamansal dizisi, ardışık ilavelerle tamamlanmıştır. Geçmiş olayların geçici
serisi gerçek bir sonsuz olamaz."8
Bu kısa
özet, argümanların esasları için yetersiz olmakla birlikte, Gazali'nin
kesinliğe ulaşmak için aklın yetersizliğine vurgusunun hareket noktasını
göstermek anlamına gelmektedir. Filozofların tuttuğu fikrin akıl sonucu
olmadığını, ancak filozofların "din ilkelerine karşı oldukları"
gerekçesiyle, İslami vahiy temelinde olanın aksine, İslam'ın aksine,
inançlarının asılsız olduğunu, gerçekten farklı bir inanç şekli olduğunu
göstermek istemekteydi.
Tutarsızlık'daki örnek bölüm
başlıkları,
filozofların
her şeyi ispatlama kabiliyetini çürütme konusundaki amacını göstermektedir:
IV.
Dünyanın yaratıcısının varlığını
ispatlamadaki
yetersizliklerini
göstermek;
V.
Akılcı argümanlarla Tanrı'nın bir olduğunu
kanıtlayamamaları ve her birinin sebep olduğu iki gerekli varlığın
varsayılmasının mümkün olmadığını;
IX. Akılcı
argümanlar tarafından dünyanın bir nedeni veya yaratıcısı olduğunu
kanıtlayamamaları;
XII.
Tanrı'nın kendisini de tanıdığını kanıtlama kabiliyetsizliklerini göstermek;
XIV.
Cennetin varlığını ve dönme hareketi ile Allah'a itaat ettiğini ispatlamadaki
yetersizliklerini göstermek;
XVIII.
Teorilerinin rasyonel bir ispatını yapamadıklarından, insan ruhunun kendi
içinde var olan manevi bir öz olduğu açıklanamamıştır.
Gazali'nin
aslında bu konularda filozofları yenip yenmediği oldukça önemli bir husustur.
Gazali'nin güçlü bir çürütmesi olan Tutarsızlığın Tutarsızlığı’nda İbn
Rüşd, şüphesiz görüşlerini tartıştı. Bununla birlikte, Gazali genelde bu işi
çok kapsamlı bir şekilde yapmış gibi görülüyordu.
Şüpheciliğin Zaferi:
Bilginin Belirsizliği
Filozoflara
dair kapsamlı münakaşadan sonra, soru şu şekilde kaldı: İnsanların neyi ve
nasıl bildikleri hakkında emin olabilir miyiz? Gazali'nin, el Munkız’daki
otobiyografik açıklamasında kendisine sorduğu ilginç soru budur. Okurlara,
"mezheplerin karmaşıklığında ve düşünce farklılıklarında kaybolan gerçeği
çözerken yaşadığım deneyimlerimi ve geleneksel inanç düzeyinin düşük
seviyelerinden en üst düzeyde güvence zirvesine çıkmaya nasıl cüret
ettiği"ni, cesur bir şekilde duyurdu.10 Gazali mütevazı olmaktan uzak
şekilde iddia eder ki, bu teşebbüse hazırlanmak için, ilgili bilginin hepsine
hakim oldu: "Sistemini anlamadığım hiçbir filozof, doktrininin
inceliklerini takip etmediğim hiç bir teolog yok. Tasavvufun nüfuz etmediğim hiçbir
sırrı yoktur."11 O hepsinin ustasıdır.
Gazali,
"gençlik çağında geleneğin çekiciliğini bırakıp kendisini kalıtsal
inançlardan kurtardığı"nı belirtiyor. Daha sonra, "ilk önce,
kesinliğin temellerinin ne olduğunu saptamak için" yola çıkıyor. Kesinliği
olağanüstü bir şekilde tanımlıyor: “Kesinlik, eşyanın açık ve eksiksiz
bilgisidir; şüpheye yer açmayacak veya hata olasılığı ve tahmine yer bırakmayan
bir tür bilgidir ve hataya zihinde hiç yer yoktur.”12 Bu kesinlik, bir
mucizenin bile onu sarsamayacağı kadar sağlam olmalıdır. “Bu koşulları
birleştirmeyen her türlü bilgi biçimi [şüpheye kapılma gibi] şüphe duyulmasının
ötesinde olmadığından herhangi bir güveni hak etmemektedir.”13 Bu standardın
kendi içinde felaket için bir reçete taşıdığı görülmektedir; tanım gereği,
insanlar bu tür bir bilgiye ulaşmayı imkansız buluyorlardı.
Merak
edilir ki, Gazali kesinlik için kriterini nereden bulmuş olabilir? Bu kesin şey
nasıl olabilir? Sonra benzer bir kesinlik iddiasından bir yankı gelir. Bu,
üzerinde çalıştığı ve zafere ulaştığı gerçek kaynaktan gelmektedir. Cevap,
Kuran'ın ikinci Sûresinin başında yer almaktadır: "O kitap (Kur'an); onda
asla şüphe yoktur. O, müttakiler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir
yol göstericidir." (2:2) Öyle görünüyor ki, hiç şüphesiz olan şey
Kur'ân'dır. Peki bu nasıl gerçekleşecek? Bu kesinliğe ulaşmanın araçları
nelerdir? Kişinin, “Allah'ın bilincinde” olması gerektiği anlaşılıyor. Kısa
süre sonra Gazali'nin bu bilinç halini nasıl takip ettiğini ve 102. Sûrede dile
getirilen arzuya ulaşmak için ihtiyaç duyduğu kesinlik türüne nasıl ulaştığını
göreceğiz: "sadece kesinlik bilgisini bilseydiniz...”
Gazali'nin
kesinlik için talepleri o kadar sıkıdır ki, gereksinimlerini karşılayacak sonuç
üretip üretemeyeceğini görmek için çeşitli bilgi alanlarında yaptığı
araştırmalarda çok az belirsizlik vardır. Tabii ki sonuçları üretmeyeceklerdir;
az çok geçersiz bir sonuçtur. Gazali'nin dogmatik şüpheciliği, onun çözülme
güçlerine dayanacak herhangi bir şeye izin vermeyecek kadar aşındırıcıdır. Ancak
dogmatik şüphecilik, basitçe başka bir dogma türüdür, diğer herhangi bir dogma
sözcüğünden daha inandırıcı değildir. Aslında, kaziyeleri kendisine uygulanmaya
dayanamadığı için daha az inandırıcıdır.
Gazali'nin
daha şüpheci olması gerektiğine kolayca itiraz edilir. Bununla birlikte, bir
amaç için radikal olarak şüphecidir; şüpheciliği, kendisinin seçtiği hedef
açısından anlaşılmalıdır.
Gazali
bildiğini düşündüğü şeyleri almaya başlar. "Daha sonra sahip olduğum
bilgiyi inceledim ve hiçbirinde duyumlar-algılar ve gerekli ilkeler dışında, az
önce tanımladığım kesinlik derecesinden memnun olmadığımı fark ettim. Sonra ne
yazık ki şu ifadeleri tekrarladım: "Kendilerinde delillerini taşımakta
olan meseleler dışında, yani duyumlar-algılar ve gerekli ilkeler anlamında
gerçeği bulmayı ümit edemeyiz."14 Bununla birlikte, duyu algılarına olan
güvenin yanlış yere koyulduğunu keşfeder. Örneğin, "Göz bir yıldız görür
ve bir altın kadar büyük olduğuna inanır, ancak matematiksel hesaplamalar tam
tersine, yıldızın dünyadan daha büyük olduğunu kanıtlar. Duyuların gerçeği
bildirdiği bu kavramlar ve bütün diğerlerine, daha sonra aklın kararıyla inkar
edilemez bir tavırla ters düşüldü ve yanlışlığa mahkûm edildi."
Dolayısıyla, "onlara olan güvenim sarsıldı".15
Devam
ediyor: "Sonra kendime döndüm: Duyularımın kanıtlarına güvenemediğim için,
sadece aşağıdaki aksiyomlar gibi temel ilkelere dayanan entelektüel kavramlara
güvenmeliyim: On üçten büyüktür. Onaylama ve inkâr bir arada bulunamaz. Bir
şey, hem eşzamanlı yaşama hem de yok olma, aynı anda gerekli ve imkansız olmak
üzere sonsuza dek yaratılamaz ve varolamaz."16
Hemen
hemen, çelişki ilkesinin vazgeçilmez unsurları da dahil olmak üzere, bu gerekli
ilkelere olan güveni vardı. Sistematik şüphe şu itirazları ortaya çıkardı:
"Aklın kanıtına duyularınkinden çok güvenebileceğinizi kim garanti
edebilir? Delilimize, akıl kararı ile çelişene kadar inandınız, aksi takdirde
ona bu günde inanırdınız. Belki de, tıpkı aklın bizi şaşırttığı gibi, aklın
üstünde aklı hatasından dolayı mahkum eden başka bir yargıç vardır. Ve eğer
böyle bir üçüncü hakem henüz belirgin değilse, onun var olmadığı
söylenemez".17
Gazali
merak eder ki, "uyurken rüyalarınızı tartışılmaz derecede gerçekçi kabul
ettiğinizde, bu böyle değil midir? Uyanınca, onların ne olduklarını
hatırlıyorsun -temeli olmayan, gerçekleşmesi imkansız düşünceler. Bu durumda,
sizi uyanıkken, duyularla ve akıl yoluyla türetilen düşüncelerin
güvenilirliğine kim garanti verebilir? Mevcut durumunuzla ilişkili olarak
bunlar gerçek olabilir; ancak şu da mümkündür, uyku esnasındaki durumunuzda
olduğu gibi mevcut durumunuzla da aynı ilişkiyi taşıyacak başka bir varlık
haline girmeniz de mümkündür. Bu yeni durumda, akıl sonuçlarının yalnızca
gerçekleşmesi imkansız düşünceler olduğunun farkına varacaksınız."18
Tabii ki,
bu gibi spekülasyonlar her şeyi anlamsız ve düşünmeyi imkansız hale getiriyor.
Duyuların güvenilirliğini reddettiğinizde ve çelişki ilkesini atarsanız, tüm
anlamlı söylemler durur. Gazali'ye olan etkisi şüphesiz, psikolojik olmasa da,
akılcı bir zihinsel krizdi: "Kendimde olmadığım bu mutsuz durum iki ay
sürdü; açıkça ya da inancın açıklanması yoluyla, ancak ahlaki açıdan ve esasen,
kapsamlı bir şüphecilik. Sonra, Tanrı, Bu zihinsel hastalığımdan kurtardı;
aklım sağlığına ve dengeye kavuştu, birincil akıl varsayımları bütün gerginlik
ve kuvvetleriyle geri geldi. Kurtuluşumu delillerin ve tartışmaların bir
birleşimine değil, Tanrı'nın kalbime nüfuz etmesine neden olan nura; her
bilginin eşiğini aydınlatan o ışığa borçluydum."19 Gazali akıl yüzünden
değil, lütuf ile acı çektiğini iddia etmekteydi.
Yeniden
aklı başında olarak, farklı araştırıcıların hakikat sonrası ilgili iddialarının
incelenmesini üstlenir. İlki, ortodoks ilahiyatçılardır. "Ortodoks
inançların saflığını tüm sapkın yeniliklerden koruyan" savunucuları olsa
da onların sınırlamaları vardır. Bu ilahiyatçıların asıl gayreti,
muhaliflerinin çelişkilerini ortaya koymak ve kabul ettiklerini iddia ettikleri
öncüller aracılığıyla onları çürütmektir. Şimdi böyle bir argümantasyon yönteminin,
yalnızca kendinden olan gerçekleri itiraf edenler için çok az değeri vardır.
Skolastik teoloji sonuç olarak beni tatmin edemez, acı çektiğim hastalığı da
iyileştiremezdi."20
Sonra
filozoflar geliyor. Gazali'nin
Tutarsızlık’taki
itirazlarını görmüştük. "Herşey çeşitliliğine rağmen, sadakatsizlik ve
dinsizlik damgasıyla işaretlenir." İnsanlığın genel gidişatı dolayısıyla
"nehrin kaygan kıyılarının yüzmeyi bilmeyenler için yasaklanması gibi,
öylesine boş ve hayal kırıklığına uğramış ütopyalarla dolu olan felsefi
yazıların okunması yasaklanmalıdır."21 Gazali, ancak, kelam üzerinde
kalıcı bir etkiye sahip olan teolojisine Aristotelesci kıyası barındıran
mantığı dahil etmiştir.22
Son olarak
Gazali, Sufileri ele alıyor ve amaçlarını şöyle anlatıyor: "Ruhu,
tutkuların zalimce boyunduruğundan kurtarmak, onu yanlış meydan okumalara ve
kötü içgüdülere teslim etmemek için, arındırılmış kalpte yalnızca Tanrı ve onun
kutsal adının zikredilmesi için bir yer kalmalıdır." O halde bu, ruhsal bir
egzersiz olduğu kadar entelektüel egzersiz değildi. "Son aşamaya sadece
öğretim yoluyla ulaşılamaması, ancak yalnızca kendinden geçme, vecd ve ahlaki
varlığın istihalesi yoluyla ulaşılabilmesi", beni aydınlattı. Gazali şöyle
devam ediyor: "Tasavvufun tanımlardan ziyade tecrübelerden oluştuğunu ve
eksik olan şeyin eğitim değil, vecd alanına ve başlamaya ait olduğunu
gördüm."23
Bu yolu
bilmenin ve takip etmenin iki farklı şey olduğunu kanıtladı ve aralarındaki
farklılık, Gazali'nin hayatında sonraki bir manevi bunalımı tetikledi. Gerçi,
"Başarının tek koşulunun, onur ve zenginlikleri feda etmek, dünyevi
hayatın bağlarını ve sevgisini kopartmak olduğunu gördü", kendisi devam
edemez hale geldi. Bağdat'taki prestijli öğretim görevinden vazgeçerek çözüm
bulmaya devam etti ve ardından çözüme devam etme başarısızlığı. Sonunda,
"Tanrı dilimi zincirleme konusunda bir engel yarattı ve beni ders
vermekten engelledi. Nazikçe, öğrencilerimin ilgisine istinaden öğretime devam
etmek istedim, ancak dilim aptallaştı. Kınandığım sessizlik, beni şiddetli bir
umutsuzluğa sürükledi; midem zayıfladı; tüm iştahımı kaybettim; ne bir parça
ekmek yedim ne de bir damla su içtim."24
Tedavisi
bulunmayan bu korkunç devreden kurtuldu ancak eski halinden uzak ve
kaynaklardan yoksun bir adam olarak Tanrı’ya yöneldi. Sonra Bağdat Nizamiye
kolejinden 1095'te istifa etti, ailesi için yedek akçe bıraktı, her şeyini
bağışladı ve Suriye, Filistin ve son olarak Mekke'de bir sofu olarak dolaşmaya
başladı. Anlatır ki, "Bu şekilde on yıl geçti. Sonraki tefekkür
dönemlerimde bana imkansız olan şeyleri keşfettim. Okuyucunun aydınlanması için
söyleyeceğim tek şey şudur: Kesin bir kaynaktan Sufilerin Tanrı yolundaki
gerçek öncüler olduğunu öğrendim; onların hayatlarından daha güzel hiçbir şey
yok, davranış kurallarından daha fazla övgüye değer hiçbir şey yok, hiçbir
ahlak onların ahlakından daha saf değildir."25 1105 yılında, Gazali
anavatanı Tus (doğu İran)’a geri döndü ve burada hangah yaptırdı. 1106 yılında,
bu kez Nişapur'daki Nizamiye medresesinde, Horasan Selçuklularının vezirinin
isteği üzerine ders vermeye başladı. 1109'da emekliye ayrılıp Tus'a geri döndü
ve 1111'de öldü.
el
Munkız’daki acımasız iddiaları gibi, Gazali'nin eserlerinde merkezi olarak
görünen şey, aslında Sünni ortodoksluğu ve vahyi kınayan bir stratejinin
parçasıydı. Gerçekten önem arz eden konulardaki rasyonel argümanların
hiçbirinin kesin olmadığını göstermek suretiyle, Gazali yalnızca vahiy yoluna
başvurduğunu ve daha sonra tasavvuf yoluyla doğruladığını ileri sürmekteydi.
Onun Sufi araştırması, Kitab’ın kesinliğinin teyit edildiği aşırı rasyonel bir
çalışma idi.
Hayatı sona
ererken, el-Munkız’ı bugün İslam dünyasında kendisine duyulan derin saygıyı
ifade eden güzel bir dua ile sonlandırdı. Şöyle yazıyor: “Allahü teâlâdan
dileğimiz, bizi seçtiği, hakka ve hidâyete erdirdiği kullarından eylesin. Hiç
unutmamak üzere zikrini kalbimize yerleştirsin. Nefsin şerrinden koruduğu,
yalnız kendisine ibâdet eden, hâs ve ihlâslı kullarından eylesin.” .26
İbn Teymiyye gibi Gazali'yi eleştiren İslam dairesi içindekiler bile onun
samimiyetinden kuşku duymadılar.
Gazali'nin
Tasavvuf yolculuğu (Tasavvuf kelimesi Sufi kıyafetlerinin yapıldığı kaba yünü
ifade eden suf’tan türetilmiştir), tehlikelerden uzak değildi. Ortodoks Sünni
ulema, tasavvufa şüpheyle bakmaktaydı; çünkü manevi temizlikte dindar
egzersizlerin ötesinde, sufilerin yolu bazı abartılı ve son derece heterodoks
iddialara dönüşmüştü. Ayrıca çok popüler hale gelmişti. Sünni İslam'ın katı
hukukçuluğu ve zorunlu ritüel gözlemlere yaptığı vurgu, tasavvufa yönelimin
anlaşılmasını kolaylaştırıyordu. Aynı şekilde, Eş'ari teologlar tarafından
sebep ve sonuçların reddinin ortalama Müslümanın makul bir şekilde bir yemek
hazırlamak için ateş yakmasını engelleyemeyişinde olduğu gibi, kişilik
niteliklerinden arındırılmış - ahlakın ötesinde yerini almış erişilemez ve
dokunulamaz olan- Eş'ari Tanrı anlayışı, Müslümanları daha fazla şey
öngörmekten alıkoymadı. Tanrı'nın ruhsal olarak steril tasvirine tepki olarak
Sufizm ortaya çıktı. Tanrı ile daha kişisel, sevgi dolu bir karşılaşma önerdi.
Tasavvufta Müslümanlar kendilerini tanıyan ve kişisel bir tecrübeye sahip
olabilecekleri merhametli Allah'ı bulmaya çalıştılar ve talep ettiler
-cesaretle söylemek gerekirse, kavuşma, birleşme, bütünleşme.
Gazali hem
aşk konusunu hem de Sünni ulema'nın kısırlığını şöyle dile
getirmekteydi:
Tanrı için
sevgi, tüm istasyonların en uzakta olanıdır, en yüksek derecelerin toplamıdır,
semere ve sonuçları hariç, aşktan sonra istasyon yoktur. . . ne de bir
başlangıcı olmayan sevgiden önce tövbe, sabır ve çile gibi herhangi bir
istasyon vardır . . . Yine de "ulema"nın bir kısmı, Tanrı'ya aşk olma
ihtimalini inkâr eder ve bunun, mecazi olarak ya da olağandışı olmayan şartlar
dışında, Tanrı'ya gerçek aşkın imkânsız olduğu halde, Tanrı'ya itaat etmekten
başka şey ifade etmediğini söyler. Ve Tanrı'yı sevme imkânını inkar ederler,
çünkü O'ndan herhangi bir samimiyeti, ya da O'na olan tutkuyla özlemi, ya da
O'na iman etmenin zevkini ve sevginin diğer sonuçlarını tanımazlar. Bu nedenle,
burada bu konuyla ilgilenmek zorundayız ve bu kitapta sevgi yasasının
kanıtlarını belirtmek ve onun gerçekliğini ve özelliklerini ortaya koymak
gerekir.27
Gazali'nin,
Tanrı'nın insana olan sevgisinden ziyade insanın Tanrı'ya olan sevgisi üzerinde
durduğundan bahsedebiliriz. Sevmek, Allah'ın sahip olması için özellikle
sorunlu bir özelliktir, çünkü o, bu ilişkide koşullu bir varlık ile ilişkili
olarak yer alır. Tamamen aşkın bir Varlık, bir canlıyı O'nun altında sonsuz
derecede sevebilir mi? Tanrı nasıl arzuluyor? Sünni bir ortodokslukta izin
verilenin dışında bir Sufi geleneği, Tanrı'nın insana olan özlemini zarifçe
ifade eder: "Gizli bir hazine idim, bilinmeyen. Bilinmeyi istedim.
Yaratıkları yarattım ve onlara kendimi tanıttım. Böylece onlar da beni bildiler."
Gazâli Tasavvufun bu tarafına izin veremezdi.
Gazali
şunları söylemekteydi: "Sevgi olduğunda, aşığın içinde bir eksiklik hissi
olmalıdır; benliğin tam gerçekleşmesi için sevilene ihtiyaç duyulduğunun
kabulü." Tanrı için bu mümkün değildir, çünkü O, Kendisi'nde
tamamlanmıştır. "Tanrı sevgisi, örtüyü insanın kalbinden kaldırdığı
anlamına gelir; Tanrı ister ve istemektedir, sonsuza dek, bu sevgi insanın O’nu
bilmesi ve Tanrı'nın insana kendisini tanımasına yol açması demektir. Tanrı
tarafında hiçbir yöneliş yoktur. O insanı etkiler, böylece insan dönüp O'na
yönelir; Tanrı'da herhangi bir değişiklik olamaz; O'nda hiçbir gelişme yoktur;
kendinde bir eksikliği gidermek söz konusu değildir. O insanı etkiler ve
böylece insan Allah'a gelir."28
Kuran'da,
itaatkâr kullarına Allah'ın sevgisinden bahseden pek çok atıf yapılmasına
rağmen, bu Allah'ın iradesinin ifadesi olan tercihi şeklinde anlaşılmalıdır. O,
insanı değil, kendisine itaat halindeki insanı sevebilir. Taşan, koşulsuz ilahi
sevgi için Hristiyan agape fikri, Gazali'nin İslam'ın versiyonuna
tamamen yabancıdır; ancak Tasavvuf'a değil .
Sufi
mistisizmini Sünni ortodoksluğun soluk aldığı alanın dışına yerleştiren iki
başka sorun ortaya çıktı. Biri Sufi ustasının (yani uygulayıcı anlamında) Tanrı
ile birleştiği ve bütünleştiği monizmdi. Bu düşünce küfürdü. İnsan, ilahi
değildi ve Tanrı ile birleşerek kutsal olamazdı. Öbürü, Sufilerin, kendilerini şeriatın
üstüne veya ötesine yerleştirdikleri benzersiz deneyimlerinden elde ettiği
otoriter bilgi idi. Tehlikeleri ilk önce ifadelerinde gösteren Ebu Yezid
el-Bistami (ö. 875) gibi isimlerde bu durum en üst noktaya ulaştı. "Sonra
beni kendi benliğine dönüştürdü Sonra
O'nun lütfuyla O'na buyurdum,
"Seninle
nasıl baş edeceğim?" Şöyle dedi: "Senin sayende yaşıyorum; Senden
başka Allah yoktur."29 el-Bistami, Tanrı ile olan vecd halindeki
karşılaşmasında O’nda yok olmayı talep etmiş olsa da, yaratıcısı ile
özdeşleşmeyi de ima etmekteydi: "Bana övgüler olsun, değerim ne kadar
büyük”30 ve "Bu kıyafetin içinde Allah'tan başkası yoktur."31 Mansur
el-Hallac (c. 858-922) bunu, "gerçek"in Allah'ın doksan dokuz
isminden birinin olduğu düşünüldüğünde şok edici bir iddia olan "hakikatin
kendisiyim"32 deme noktasına getirdi. el-Hallac, Sünni kınamadan kurtulmak
için deli gibi görünen diğer Sufilerden farklı olarak, tamamen aklı başında
olduğunda ısrar etmekteydi. Ayrıca kalabalığa karşı açık konuşmaktaydı:
kitleler için ezoterizm. Bağdat'taki olağanüstü bir mahkeme onun konuşmalarını
kelimesi kelimesine Tanrı olma iddiası şeklinde aldı ve sonunda Hallac bu küfür
için en korkunç cezaya maruz kaldı.
Özel ya da
ezoterik Sufi bilgisi sorunu, el- Tusteri'ye (ö.896) atfedilen bir sözde
ifadesini bulur. “Üstün Varlık’ta, ortaya çıkarsa, peygamberliği yok edecek bir
sır vardır; Peygamberliğin gizemleri vardır; bu sırlar ifşa edilirse bilgiyi
geçersiz kılar; ve gnostiklerin bir sırrı vardır, Tanrı tarafından açığa
çıkarıldığında, düzeni belirleyen kanunu gereksiz kılar.”33 Yasayı yok saymak,
ulema'nın korktuğu şeydir -Müslüman toplumun üzerine kurulduğu ilahi kanunun
kaldırılması, ona üstün olmak. Daha tehlikeli ne olabilir? Ulema bazı Sufileri,
bu tür ritüelleri aştıkları bahanesi ile İslam'ın ritüel gözlemlerinden muaf
tutuyorlardı. Gerçekten de bazıları aşkın olağandışılıklarla hakikate
ulaştıklarını iddia etmekteydiler. "Ben ne Hristiyan, ne Yahudi, ne
Müslümanım" (34) veya daha da ileriye giderek, "İnanç ve küfür
birbirine benzeyene kadar hiç kimse gerçek bir Müslüman olamaz.",
diyorlardı.35
Ayrıca,
Tasavvuf yoluyla Tanrı'ya kişisel bir arayış üzerine Sufi vurgusu, topluluğun
kurtuluşu için siyasi / dinsel / toplumsal bir düzen olarak ümmet (inançlı
topluluk) fikri ile uyuşmamakta idi. Kişisel kurtuluş, evrensel bir İslam
projesini gerçekleştirmek için toplumsal taahhüdü gölgede bırakır.
Bununla
birlikte, Gazali, Tasavvuf mistisizmine girmeyi riske attı; çünkü akılcı
söylemlerin peşinde koştuğu herhangi bir koşul bulunmamaktaydı. Kendisine
yönelerek bir mistik haline dönüşmesi şaşılacak bir şey olmayabilir. Şahsen
yerini önceden belirleyince, sonradan mistisizme çok fazla kaçıp gitmediği
söylenebilirdi. Akıl, gerçekliğe veya Tanrı'ya giden güvenilir bir yol
olmadığından, vahiy gerçeği nasıl bilinebilirdi? Gazali, filozofları
eleştirdikten ve aklın yolunu engelledikten sonra ne yaptı? Şüpheciliği bazen
David Hume'un bir başlangıcı olarak görülmekle birlikte, Gazali'nin ahlaki
alandaki belirsizliği Tanrı'ya ve vahiye kadar uzanmadı. Fazlur Rahman'a göre
Gazali için "sadece ahiretteki başarıya doğrudan elverişli olan bu bilgi,
kelimenin tam anlamıyla ismini hak ediyor. Bu bilgi tamamen ezoterik olup
Sufinin Tanrı ile karşılaşmasının derinliklerini araştırıyor."36 102.
Sûrenin ayetlerinden şu sonuca varıyor: “Eğer kesin bilgi ile bilseniz. . .
", ". . . Ahiret için hazırlık yapmaktan çekinmezdiniz". Bu
kesin bilgiye ulaştıktan sonra, Gazali'nin dikkatleri artık düzeltildi.*
Tanrı'nın
yaratışının, ikincil sebeplerden kurtulduğunu düşünen birisinin -her anı
doğrudan Tanrı'nın isteği ile yaşayan- sonunda, kesin bilginin akıl aracılığı
olmaksızın yalnızca tecrübeden ortaya çıktığı sonucuna varması garip değildir.
Tanrı arabuluculuk olmaksızın yaratır; bu nedenle, O'nun tecrübesi doğrudan
olmalıdır. Sezgi akıl ile yer değiştirir. Akılın bütün yapabildiği, sizi bu
gerçekleşmeye götürmektir. Aklın bütün bilebileceği kendi sınırlarıdır. Gazali
şunları kaydeder. "Sezginin ister istemez aklın ötesinde bir noktaya
gelmiş olduğu bilinir" "Görünmeyenler açığa çıkar ve bunlardan
yalnızca azını algılayan göz açıktır."37 Peki ne açığa çıkar?
Uyanık iken
melekler ve peygamberlerin ruhları görmeye gelirler; sesleri ve akıllıca
danışmaları duyarlar. Semavi biçimler ve imgeler üzerine bu düşünceyle insan
dilinin erişemeyeceği, büyük ve kaçınılmaz hatalara düşmeden bile işaret
edilemeyen irtifalara yükselirler. Elde ettiği Kadere yakınlık derecesi
bazıları tarafından varlığın karışımı (hulül), başkaları tarafından
tanımlama (ittihad), diğerleri tarafından samimi bir birleşme (vasl)
olarak görülür. Fakat "Baş Amacı" başlıklı çalışmamızda açıkladığımız
gibi tüm bu ifadeler yanlıştır. Bu aşamaya ulaşanlar kendilerini tekrarlayan
ayetle sınırlandırırlar -Yaşadığım şeyi söylemeyeceğim; benim için mutlu
deyin, ama artık fazlasını sormayın. Kısacası, bu hakikatlerin sezgisine
vecd vasıtasıyla ulaşamayan sadece ilhamın adını bilir. . .
Bu muhtemel
koşul, belki de, Sufilerin "ecstasy" (hal) dediği, yani onlara göre
kendilerine emanet edilen ve duyum algılamalarını askıya alacakları bir
vaziyette bulunan bir durumdur, onların akılın ulaşabileceğinin ötesinde
vizyonları vardır.38
"İnsan
dilinin ulaşamadığı" terimlerle "akılın ötesi" en önemli
noktadır. Belli bilgiler aşırı rasyoneldir. Gazali, el-Munkız’da, bu
ilhamın veya vahiyin "neden akılla ulaşılamayan bir bilgi kolu
kategorisine ait olduğunu" ve "akılla elde edilmesinin ötesinde
eşyanın algılanışının yalnızca ilhama ait özelliklerden birine ait olduğunu
açıklar."39 “Görünmez şeyleri, geleceğin sırlarını ve saf ayrıma girmeyen
akıl kavramları kadar akla girişi olmayan diğer kavramları ve duyuların ayrımı
yoluyla idrak edilenleri algılamasıyla” insan, daha yüksek bir gerçeklik
düzlemine ulaşmalıdır.40
O zaman,
insan ile Tanrı arasında "aklın ötesinde"ki irtibat noktası nedir?
Gördüğümüz gibi, Gazali sürekli olarak bunun akıl olmadığını vurgular. Burada
veya orada hiçbir Logos yok. Tanrı'nın mesajı için alıcı olan insanlığın
aklı değilse, nedir? İnsan, kendisinin üzerinde kıyaslanamayacak kadar olan
Tanrı'yı, nasıl biliyor olabilir? İnsanlar Tanrı'yı biliyorlarsa, burada ilahi
olana karşılık gelen bir şey olmalı. Yahudilik ve Hristiyanlık içinde bu bir
problem değildir, çünkü Yaratılış'da insanın, "Tanrı'nın görünüşünde
yaratıldığı", ifade edilir ve Bilgelik Kitabı’na göre, "Tanrı insanın
diriltilmesini sağlar; O’nun yarattığı kendi doğasının imgesi"’dir.
(Bilgelik 1: 13-15) Ama bu, ortodoks Sünni İslam'da küfürdür. Tenzih
doktrini, tam olarak bir benzeşmenin bulunmadığı anlamına gelir. Yaratılış'ı
yansıtarak bir açılım veren bir Hadis vardır: "Tanrı insanı kendi
suretinde yarattı." Ancak, Peder Samir Halil Samir'in belirttiği gibi,
"Gerçekte, İslam'daki sıfatın anlamı 'insanın görüntüsünde'dir."41
Dolayısıyla, açıklanan pasaj, "Tanrı İnsanoğlunu insanoğlunun görüntüsünde
yarattı.", diye okunur. Aralarında hiçbir benzerlik yoksa insan Allah ile
nasıl ilişkili olabilir?
Açıkçası,
ilişkinin kaynağı akıl olamaz, zira Allah'ta akıl geçerli değildir ve insanda
aşağı melekedir. Tanrı'yı saf iradeye indirgeyen Eş'arilerin, Tanrı ile insan
arasındaki irtibatın tek noktası olarak iradeyi bulması şaşırtıcı olmayacaktır.
Arap âlim De Lacy O'Leary'ye göre, Gazali için "Bu [insanın] ruhun temel
unsuru, bedensel çerçeve ile ilgili olan zeka değil fakat iradedir: tıpkı
Tanrı'nın öncelikle düşünce veya akıl olarak bilinmediği gibi, yaratılışın
nedeninin irade olması gibidir."42
Duncan
Macdonald aslında aynı analizleri yapıyor: Gazali'nin "asli kavram, volo
ergo sum [muktedirim; bu nedenle varım]’dur. Onu etkileyen bir düşünce
değil, ancak iradedir. Düşünceden hiçbir şey geliştiremez; iradeden bütün
kainata ulaşabilir. Fakat Yaratıcı olan Tanrı bir İrade sahibi ise, insanın da
ruhu budur. Onlar akrabadır ve bu nedenle insan Tanrı'yı bilebilir ve
tanıyabilir."43
Ve
bu ilişki, Sufi deneyiminin tek başına ürettiği daha yüksek bilinç durumunda
keşfedilen ilişkidir. Gazali, Cevahirü’l Kur’an’da bildirir ki, bu daha
yüksek durum şunu gösterir, "Varlıkta, Tanrı ve Eylemleri haricinde hiçbir
şey yoktur, her ne varsa onun ve eyleminin yanında olması sebebiyledir".44
Saf irade saf hareket üretmektedir. Gazali Mişkatü’l Envar’da,
mistikler, "Tanrı dışında dünyada varlık olmadığını ve her şeyin
görünüşünün bozulduğunu, onu muhafaza ettiğini (Kuran 28, 88), görsel olarak
zihinlerinde canlandırabilirler; bu bozulma bir süre zarfında bozulma anlamında
değil, daha çok ebedi ve sonsuza dek yok olma ve başka türlü tasarlanamaması
anlamındadır. Gerçekten de, O'nun dışındaki her şey, kendi başına
düşünüldüğünde, saf olmayan bir durumdadır Bu nedenle, Yüce Allah ve O'nun hali
dışında
hiçbir şey yoktur."45 Bu tezi Paul Valery (18711945), "Allah her
şeyi yokluktan yarattı ama yokluk kendini gösteriyor.", sözüyle esprili
şekilde ifade etmekteydi. 46 Kendine göre, gerçekte hiçbir şey yoktur. Bu
sadece İslam'ın yoktan var oluş doktrininin sonucu değil, aynı zamanda onun
monizm teolojisinin sonucudur.
Gazali, diğer
Sufilerin içine düştüğü panteizmi zorlukla süpürmüş olabilir ve düşmeye devam
edebilirdi, ancak Tanrı dışında hiçbir şeyin var olmadığını söylemekle var olan
her şeyin Tanrı olduğunu söylemek arasındaki hattın ne kadar ince olduğu merak
edilebilir. G. B. MacDonald, "Müslüman ilahiyat tarihinin ironisinin bir
parçasıdır ve aşkın birliğe olan vurgunun böylelikle panteizme yol açması
bundandır", demekteydi.47 W.H.T. Gairdner, İslam'ı "saf bir güç
panteizmi" olarak adlandırır.48 Bir olarak Tanrı'ya olan aşırı vurgu,
kolayca sadece Tek olan Tanrı'ya dönüşebilir; bu sadece tek olan Tanrı, kendi
dışındaki hiçbir şeyle her şeyi kaçınılmaz şekilde yalnızca Bir'e dahil eden
Tanrı’dır. Monizm ve panteizmimiz kaldı.
Gairdner,
bu zorlu ikilemin arkasındaki mantığı şöyle anlatmaktaydı: "Aslında, İslam
düşünce tarihinde, mutlak tenzih konusunda güçlü şekilde ısrar edenler,
yalnızca Allah'ın var olduğunu iddia etmekte ve diğer tüm varlıkların illüzyona
benzediğini belirtmekteydiler. Onların düşüncelerinin temelini oluşturan,
Allah’ın isimlerinden el Hakk'tır (tek Gerçek). Şunu anlatmak isterler ki başka
varlığın gerçekliği veya varlığı yoktur. Bu düşüncede olanlar, farkında olsalar
da olmasalar da saf panteisttirler, inançları, gördüğümüz her şey Maya [illüzyon]
şeklindeki Hint felsefi panteizmini andırır. Dolayısıyla saf tenzih aşırı
tersine kolayca dönüşür. Bu adamların dilinde tevhid, yalnızca Tek olan Allah’ı
çağırmak değil, yalnızca O'nu çağırmak anlamına geliyordu -yani, gerçekliği ve
hatta tüm fenomenlerin varlığını inkâr ediyordu."49 Burada işleyen
metafizik önerinin şu olduğu gözüküyor. Bir şey kendi varlığının nedeni
olmadığı sürece, onda hiçbir realite olamaz. Yalnızca Tanrı, varlığının nedeni
olduğundan, yalnızca Tanrı vardır; bu durumda O’nun yarattığı bir yanılsama
olmalıdır.
Eğer tek
gerçek Tanrı ise, o zaman dünyanın gerçekliğini kabul etmek, gerçekleri tek
Reel ile rekabete sokan çoktanrıcılığın bir biçimi haline gelir. Bununla
birlikte, bu sebeple dünyanın gerçeğini inkâr etmek dünyayı tek Gerçeklik'in
parçası yaparak panteizme dönüştürür. Kur'andaki açık talimatlara rağmen,
İslam'ın tenzih doktrininden panteizmin neredeyse kaçınılmaz bir şekilde
çekilmesi, Gazali'nin felsefeyi Aristo'nun yayılmacılığı yoluyla Panteizmi
benimseyen zeminlerde Sünni İslam'dan ayırmasını özellikle ironikleştirir.
Gazali'nin
genel çerçevede Tasavvufu
benimsemesinin
önemi şudur. Tasavvufda gerçekliğin asılsızlığı aklı hepsinden daha önemsiz
kılar, tıpkı aklın ötesine yükseltmesinde olduğu gibi -el Hakk. Ayrıca,
aklın ötesinde olan şey söylenemez, iletilemez. Öğretilemez. Bu dilin
ötesindedir. Gazali'nin manevi tecrübeleri doğal olarak kelimelerle ifade
edilemez ve bu nedenle özeldir.
Gnostisizm
üzerine uzman olan Alman Hans Jonas, Gazali'nin Gnostik olarak gördüğü bilgi
türünü teşhis etmekteydi: "Açıklayıcı deneyimle yakından ilişkilidir,
böylece hem kutsal hem de gizli bilgi ya da iç aydınlanma yoluyla hakikate
ulaşma rasyonel tartışmaların ve teorinin yerini alır".50 Gazali,
Gnostizm'e karşı ağzına geleni söylese de, kendisinin de uğraşmadığı açık
değildir. Mişkatü’l envar’da, Hallac'ın mistik "durumundan" ve
diğer "vecd halinde olanlar"dan ve mistik sarhoşluklarında, -
girmenin yasal olmadığı sırların yer aldığı hakikatlerin arkasında"
söylemiş oldukları ifadelerden söz eder.51 Kendisi bu yasak alana girdi mi?
Mişkatü’l
envar’da,
Gazali, "gerçek arayışının sonunun, “insan aklıyla anlaşılabilir olan her
şeyi aşan bir Varlık olduğunu... bu varlığın önceden belirttiğimiz her
nitelemeden ayrı ve aşkın olduğunu", ileri sürer.52 Bu ifadeye dipnotta,
çevirmen ve yorumcu WHT Gairdner, Gazali'ye aşırı nüfuz edici bir bakış açısı
sunmaktadır: "Gazali [sic]’de en aşırı Agnostikçilik ve en uç Gnostisizm
buluşur ve üstelik şu noktada buluşur; çünkü "aşırı uçların ötesine geçen
şeyler" aşırı tersine geçmektedir. "İnanılmaz" olması sebebiyle
inanç, "Agnoston'dan dolayı Gnosis"’e dönüşür. Ona göre, Evreni
nihilist teolojiden kurtaran şey ontolojisidir. Tanrı'yı önemsizleştirerek
unutturan bilinemezcilikten kurtaran mistik sıçrama, kendi kişisel mi'racının
tecrübesiydi. Bu mantık ötesi olabilirdi, fakat onun yaşadığı tecrübeydi.
Sûfizmin sansasyonel tecrübesini saf kendini hipnotize etme olarak görenler
dahi, hem ateizm hem de panteizmden çıkış yolunu düşünmüş olan bu insanla ilgili
olarak, kendilerini ve getirdikleri gerçeklik hissini mahkûm edemezler ve yine
de, onun tek başına düşünerek arayışının sonunda ulaştığı
Bilinmeyen
ve Bilinemez olan Mutlak ile karşı karşıya kalacaklardır."53
Gazali,
tasavvufu Sünni ortodoksluğa asimile ederek bir Sufi olmayı güvence altına
aldı. Bu sentezden dolayı ona İslam’a yeniden hayatiyet kazandırmasıyla kredi
verilir. Gazali elbette Gnostizm ile flört etmiş gibi görünse de, Fazlur
Rahman'a göre, "Tasavvufun, bilgi içeriği ya da nesnesi yoktur fakat
İnanç'ın doğrularına sahiptir", diyerek Sufiliği Sünni İslam'a dahil
etme zorluğunu çözdü. Bu nedenle teosofik mistisizmin gösterişlerini
yasaklamakta ve vecd halindeki hezeyanları olan insanları cezalandırmaktaydı.
[orijinalde vurgu]"54 Bu başarıya rağmen, ulema Sufizme şüpheli durdu ve
tasavvufu, öğretileri tamamen monistik ve panteistik olan en ünlü sufilerden
İbn Arabi (ö.1240)’nin yanında olacak şekilde gördü.
Buradaki
temel nokta şudur, ilahi erişime mistik deneyimler aracılığıyla inancın
hakikatlerini teyit eden "aklın ötesinde" anlamına gelmesi şeklinde
tasavvufun dahil edilmesi, Sünni İslam içinde aklın durumunu oldukça
güçlendirdi. On üçüncü yüzyıl büyük Fars Sufi şairi Celaleddin Rumi, “Kitapsız,
öğretmensiz, hocasız Peygamberin bilgisini yüreğinizde fark edin",
demekteydi.55 Fazlur Rahman'ın yazdığı gibi, "Tasavvuf yalnızca Tanrı'nın
var olduğunu ilan etti. Eşarilik ve Tasavvuf, hem doğal hem de insanın gönüllü
sebeplerinin anlamsızlığını onayladığından pasifliği Tanrı'ya göre öğretti."56
Böylece, Sünni İslam'ın bazı eğilimleri güçlendirildi. Eş'arilerin, Allah'ın
iradesine mutlak bağımlılığı, artık bu dünyayı önemsemeyen Sufi eğilimi ile
birleştirildi. Bu dünyanın gerçek dışılığı ona bir kayıtsızlık bulaştırdı.
Ortaya çıkan pasiflik, sessizliğe, sakinliğe kolayca dönüştü.
İlki
Eşariler ikincisi tasavvuf tarafından yapılan aklın bu çifte aşağılanmasını
sonuçlandırıyoruz. Sufi mistisizminin aklı reddettiği sonucuna itiraz
edilebilir. "Aklın ötesinde"ki bir şey ister istemez mantıksız
değildir ve bu kesinlikle doğrudur.* Sağlıklı akıl kendi sınırlarını tanır.
Tanrı sonsuzdur ve insan zihni sonludur. Herhangi bir mistisizm biçimi tüm
dinlerde vardır. Fakat Gazali'nin mistisizmi, realiteyi bilmek için akıl
otoritesini zayıflatmış olması bağlamında görülmelidir. Akıl, mistisizmdeki
potansiyel sanrılara karşı bir koruma sağlamaz; korumayı sağlayan sadece vahiy
dogmalarıdır. Sonra, Mu'tezilenin üstlenmeye çalıştığı daha temel soruşturmayı
ele alacak hiçbir yol bırakılmaz: Vahiyin kendisi makul mü? Gazali, bu hayati
sorunun cevabını yargılayacağı, hatta ilk etapta soracağı standardı yıktı.
Gazâli el-Munkız’da
şunları kaydeder: "Aklın tek yararlı fonksiyonu bize şunu öğretmektir.
Peygamberlik doğruluğuna tanıklık ederek ve vahiyle kavranan o olguyu
kavrayamayan kendi yetersizliğini [bu peygamberlerin kalp rahatsızlıklarının
doktorları olduğunu] bize öğretmektir; körün rehberlere ve kafası karışmış
hastaların şefkatli doktorlara teslim edilmesi gibi bizi ele geçirir ve vahye
teslim eder. Şimdiye kadar olan, reddedilmenin ötesinde akılın gelişmesi ve
ilerlemesidir."57 Elbette Gazâli, Mu'tezile'nin içinde akılın olmadığı,
akılsız bir inancın bulunmadığı ya da inancın akılcı bir kabul görmesini
gerektirdiği düşüncesini reddetmiştir, çünkü akıl bunun için
"kör"dür.
Böylece,
Gazali kesinlikle akıl dışında olduğu için Hacc’ı methetmektedir
-Mekke'ye zorunlu hac yolunu-. Vahiyin kendi kendine yeterliliğini gerekçe
olarak vurgulamak için mantık dışılığını vurgulamaktaydı. Din Bilimleri'nin
İhyası’nda "Hacc, İslam'ın en akılcı olmayan şeyidir. Orada kesinlikle
mantıksız hareketler ve ayinler gerçekleştiriyoruz. Bu nedenle hacc, inancımızı
gösterebildiğimiz başka herhangi bir yerden daha iyi olan yerdir; çünkü akıl
bunun hiçbir şeyini anlamıyor ve sadece iman bize bu eylemleri yaptırıyor.
Tanrı'ya körü körüne itaat etmek İslamımızın en iyi kanıtıdır."58
Aynı
gerekçeyle, Gazali, Müslüman ahlak felsefecisi İbn Miskeveh'in (940-1030) ortak
dua ve diğer ritüellerin önemi hakkındaki iddialarına itiraz etmekteydi. İslam
Felsefesi Tarihi'nde özetlendiği gibi, Gazali, İbni Miskeveyh'in ortak dua
noktasının dinin toplumdaki insanların doğal birlikteliğine dayandırılması
önerisine öfkeyle tepki göstermekteydi. Bu, Gazali için, dinin belirttiğine ve
başka sebep olamayacağına göre, dini törenlerin öneminin küçük düşürülmesi
demekti. Onların mantığı mantıksız olmalarıdır. Tanrı bizlere hoşnutsuz ve zor
görevler belirleyerek kendisi ile aramızdaki büyük uçurumu gösterir. İbn
Miskeveyh için ritüelin nedeni, dinin kural ve geleneklerinin esasen makul
olması, bizim için doğal olan eğilimleri kullanarak dini yaşama uyum
sağlamamıza yardımcı olması için bir rol oynamış olmasıdır."59 Bu düşünce,
elbette, Gazali'nin dini anlayışında akıl erişemediği için yetersizdi. Akılcı
olmayan kurallar, insanın Tanrı'ya teslim olmasında daha mükemmeldir.
Yahudi bir
Gazali takipçisi olan Yahuda ha-Levi, felsefeye, insanın aklı reddederek
kesinlikle Allah’tan gelen vahye yaklaşması gerektiği sonucuna ulaştığı
‘Kuzari’ başlıklı bir saldırı düzenlemekteydi: "Onları incelemeksizin dini
hakikatlere ikna olan ve onlar üzerinde akıl yürüten en yüksek kusursuzluk
derecesine ulaşmış olarak onu düşünürüm.”60 Gazali için saf irade olarak Tanrı
kavramı, erdem olarak anlaşılmazlığın yükselmesine kaçınılmazcasına yol
açacaktır. Remi Brague, son kitabı The Law of God’da, "Bazı İslamcı
yazarlar bile," köleleştirmenin "(Tanrı'ya göre) emirlerin (ta’lil)
arkasındaki nedenleri araştırmayı resmen hariç tuttuğunu" belirttiklerini
yazar.61 Akıl bu konuyla ilgisizdir ve aslında, onun için bir engeldir.
Aklın
inançla ilgisizliğine dair bu görüşün güncel bir şekli, Dr. Tevfik Hamid'in
terörist istihdamı hakkındaki, Bir Cihadçının Zihnini Geliştirme isimli
eserinde irtibatlandırılır. Hikâyeyi değerlendirebilmek için, eşeğin Arap
kültüründe bir aşağılık sembolü olduğu (bu nedenle Hristiyanlara Müslümanların
erken egemenliği altında atlara değil, eşeklere binmelerine izin verildiği)
düşünülmelidir. Hamid Kahire'de tıp fakültesi öğrencisi olduğunda Muhtar Muhtar
tarafından Mısır'daki en önde gelen terörist grup olan Cemaat-i İslamiye
tarafından karşılanır. Hamid anlatır: "Camiye giderken Muhtar, İslam'ın
düşünce eyleminin kişiyi kafir yapacağı hakkındaki ‘el-fikr kufr’ kavramının
merkezi önemini vurgulamaktadır. Bana, 'Beyniniz sizi sadece kralın saray
kapısına (Allah'a) ulaştıracak bir eşek gibidir. Kapıyı kapattıktan sonra
saraya girmek için eşek (içinizdeki aklı)'i dışarıda bırakmalısınız." Bu
açıklama ile Muhtar, gerçekten adanmış bir Müslümanın artık düşünmediğini,
ancak İslam'ın öğretilerine uyduğunu belirtmekteydi." 62
Muhtar'ın
hikayesi, sonuçta Gazali'nin el- Munkız'daki aklın atılması ile kökleşti.
Muhtar olayı, saf irade olarak Tanrı fikrinin, akıl ile bağlı olmayan reductio
ad absurdum’udur Muhtar'ın hikayesinde aklın -eşek- Tanrı’yla -
kral, tümüyle güçlü irade -hiçbir ilişkisi yoktur.* Afganistan'da Talibanın
dini polisi tarafından yazılan afişlerde görüldüğü gibi, mantıkın konu dışı
olması kolayca antipatiye dönüşür: "Aklı köpeklere atın- yolsuzluk
kokuyor."63 İslam'da köpekler kirli hayvanlar ve dolayısıyla bozuk aklın
uygun alıcıları olarak kabul edilirler.
*
George Makdisi gibi bilim adamları,
gelenekselcilerin Eş'arilerden daha fazla nüfuz sahibi olduklarını iddia ederek
bunu itiraz ettiler.
*
AH, anno Hegiare'nin kısaltmasıdır.
Müslüman takvimi Hicret, Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç etmesi ile başlar.
Bu, A. 622'de (ortak zaman) meydana geldi.
*
Kur'an-ı Kerim'in Saheeh
Uluslararası-Riyad tercümesiyle- gerçek metin belirtildiği gibi sona erdiğinde,
çevirmen bitişte oldukça otoriter şekilde kurumsal spekülasyon yapar.
*
Aklın ötesinde, doğrudan doğruya aykırı
olan bir şeyi kabul etmede ısrarcı olmadıkça, bazı sufilerin tartışma konusu
olan dünyanın gerçekten varolmadığı şeklindeki ifadeleri gibi, akılla
kastedilen anlamına gelmez.
*
Bu kıyaslamayla, Nietzsche'nin bir Nazi
olduğunu söylemekten çok Gazali'nin terörizme sempati duyacağını söylemek
istemiyorum. Bununla birlikte, ikisinin de öğretileri, iradenin önceliğine
vurgu yapılmasının talihsiz sonuçlar doğurduğu bir düzeye kadar
basitleştirildi.
Bölüm 5
Gazali'nin Talihsiz Zaferi ve İslam’ın
Dehellenizasyonu
Gazali'nin
Arap ve Müslüman dünyasındaki nüfuzu çok büyüktü. Onun düşüncesinin genel
etkisi, muazzam sonuçlarından ötürü çok fazla dikkat çekmiştir. Nihai önemi,
Pakistanlı felsefe profesörü M. Abdul Hye'nin ifadesiyle "Eş'ari
teolojisini o kadar popüler hale getirdi ki, pratik olarak Müslüman toplumunun
genel olarak ilahiyatı haline geldi ve günümüze kadar kalmaya devam etti.”1
Gazali tarafından güvence altına alınan Eş'ari okulunun egemenliği, Yunan
düşüncesinin Sünni İslam'a asimile edilmesinin etkili sonunu hazırladı. Çağdaş
düşünür Seyyid Hüseyin Nasr'a göre Filozofların Tutarsızlığı
"akılcı felsefenin devamının gelmesini engelledi ve esasen İslam
dünyasının Arap parçasında felsefenin kariyerini bitirdi.2 Fazlur Rahman,
"Ortodoks gereklilikleri yerine getirmede başarısız olan [felsefe]’nin
hayatta kalmak için pasaportunun reddedildiğini" söylemekteydi.3
Gazali,
akılla hiçbir şeyin kesin bilinemeyeceği yönündeki öğretisiyle Sünni İslam
vesayetine kayıtdışı bir zarar veriyordu. Halife el-Me'mun'un Aristo hayali
("rasyonel açıdan iyi olan şey iyi") bir kabusa dönüştü. İnsan neyin
iyi olduğunu bilmiyordu ve hayatı ve aklı için körü körüne itaat etmeliydi.
Gazali kesinlikle bazı felsefi araçları teolojiye dahil ederken, bu araçları
bağımsız bir çalışma alanı olarak felsefeyi baltalamak için kullandı. G. B.
MacDonald, İslam Ansiklopedisi’nde "Aklın sadece kendine olan
güvenini yok etmek için kullanılması gerektiğini öğretmekteydi", diyor.4
Duncan Macdonald, "Bu işi bitirdiğinde, yaşam için hiçbir entellektüel
temel kalmadı; Gazali Grek şüphecilerin ve Hume’un yanında duruyor. Bireyin
ruhuna doğrudan Allah tarafından ya da peygamberler aracılığıyla verilen Vahiye
geri atılırız."5 Kullanmak üzere akıl için ne buldular? Macdonald
yanıtlamaktaydı: "Buldukları kullanımı, aklın hiçbir faydası olmadığını
ispatlamaktı. Akıl yoluyla dinle meşguliyet imkanını ortadan kaldırdılar.
Felsefeyi o taraftaki alan ve imkanlardan sürerek aklı dünya ve hayat hakkında
felsefe yapma imkanını ortadan kaldırmak için kullandılar, babalarından
kendilerine anlatılmış olanın ve kendi dini tecrübelerinden kazandıklarının
gerisine düştüler.6 İslam'ın hellenizasyonu bunun tersini tetiklemekteydi.
Gazali'nin
Filozofların Tutarsızlığı’ndan
neredeyse
yüz yıl sonra, İbn Rüşd (1126-1198), Gazali'nin felsefeyi gözden düşürmesine,
Gazali’nin kitabının neredeyse satır satır bir çürütmesi olan Tutarsızlığın
Tutarsızlığı ile bir karşı saldırıda bulunmaya gayret gösterdi. Eş'ariler
ve Gazali tarafından yapılan tüm hasarlardan sonra İbn Rüşd, el-Kindi
tarafından savunulmuş olan türden akıl ve vahiy arasında eşitliği yeniden
sağlamaya çalıştı. Ayrıca, Mu'tezile’ye benzer bir şekilde, felsefenin
incelenmesinin ilahi kanunda bir zorunluluk olarak emredildiğini ısrarla
vurguladı. İbn Rüşd, The Book of the Decisive Treatise isimli eserinde,
"onların [eskilerin] kitaplarındaki amaç ve niyeti, Yasanın bizi zorladığı
asıl amaçtır. . Bunlar üzerine derin düşünceye uygun herhangi biri tarafından
onlara derin düşünmeyi kim olursa yasaklar. . . kesinlikle Kanun'un kendilerini
Tanrı'nın bilgisine sunduğu kapıdan insanları engellediğini", ileri
sürmekteydi.7 İbn Rüşd, Eş'arizm'e özgü etik öznelciliği, Yunan
sofistlerininkine benzer şekilde doğruladı (fark, Eş’arizm’de keyfi biçimde
kuralları belirleyen ilahi bir hükümdar, Sofizmde bir insan yönetici idi).
"Bütün bunlar Protagoras’ınkilere benzer görüşler!", diye
haykırmaktaydı.8
Ama çok
geçti. Gazali'nin değil, İbn İbn Rüşd’ün kitapları bir yangınla ortadan
kaldırıldı. 1195 yılında Cordoba kent meydanında 108 adet İbn Rüşd kitabı
yakıldı ve felsefe öğretimi yasaklandı. Aristoteles'in en büyük şarihlerinden
biri olan İbn Rüşd, Ortaçağ Avrupa’sında kendi dünyasından çok daha büyük bir
etkiye sahipti. Aslında, eserlerinin çoğu Avrupa'da korunmuş olduklarından
hayatta kaldı. Peder Joseph Kenny'nin belirttiği gibi, "Metafizik üzerine
yazılanlar dışında Arapça olan Aristoteles hakkındaki önemli yorumlarının çoğu,
düşmanları tarafından yakıldıktan sonra kaybolur, ancak 13. yüzyılın başında
onun düşüncesi ile cezbedilmiş olan Yahudi ve Avrupa'daki hayranları sayesinde
Latince ya da İbranice çevirilerde korunurlar."9
İslam'ın
Dehellenizasyonu
"İzinsiz
giren bilimler" İslam'a artık girmeyecektir. Kovuldular. Sonuç olarak,
Chicago Üniversitesinden Profesör Joel Kraemer, "Doğu'daki Grek mirasının
asimilasyonunu ‘trajik bir verimsizlik’", olarak not eder.10 Arap ve Yakın
Doğu araştırmaları profesörü
G.
E von Grunebaum, "İslam kültürlerine Yunan katkısının önemi, insanın
canlılığını ya da insan konseptinde kökten bir değişime neden olduğunu
düşünmeye sevk etmemelidir”, demektedir. “Sadece Grek teorisinin kendi
teolojik-felsefi sisteminin çıkarına olan etkisine en açık olan [Şii]
İsmailiyye gibi mezheplerde, insan idealinde Yunan ruhunun izleri vardır."
Böylece, "İslam düşüncesinin temel yapısı Helenistik etki tarafından dokunulmadan
kalmıştır", diye
sonuçlandırır.11
Gazali'nin
yirminci yüzyıldaki Müslümanlardan elde ettiği başarıların sonuçlarına ilişkin
iki kritik değerlendirmeyi burada bulabilirsiniz. "Özgür iradeye inananlar
(Kaderciler) ve Cebriyye (Jabrias) arasında geçen şiddetli tartışmalar genel
olarak birinciler lehine sonuçlanırken", Pervez Hoodbhoy iddia eder ki,
"kaderci Eş'ari öğretilerinin aşamalı hegemonyası İslâm toplumunu ölümcül
şekilde zayıflatmaktaydı. . . ve bilimsel ruhun derhal yok olmasına yol açtı.
Eş'ari dogma, sebep ve sonuç arasındaki bağlantının inkarında ısrarlıydı ve bu
nedenle rasyonel düşünceyi reddetmekteydi."12
Fazlur
Rahman, kaderle ilgili önceki tartışmaların ölümcül yaralanmalara yol açmadığı
görüşündedir: "Ancak Eşari ile Müslümanlar için tamamen yeni bir inanç
dönemi başladı. O andan sonra gerçeğe uygun hareket edemezlerdi; aslında insan
eylemi, gerçek anlamından yoksun saf bir metafor haline geldi. el-Eşari,
açıkça, uyanık bir kişinin bile gerçekte konuşamayacağını belirtmekteydi...
Hakikat şu ki, Eş'arizm, yirminci yüzyıla kadar egemenliğini sürdürdü ve bugün
bile İslami
muhafazakârlık
alanlarında hükmetmektedir."13 Rahman diyor ki, bugün Arap dünyasının
durumunu incelediğimizde göreceğimiz gibi ölümcül etkiler, insan
inisiyatifinin, aktivitesinin ve tasavvurunun devasa miktarda kaybını
içermektedir.
Zarar,
Gazali'nin zaferinin hemen sonrasında belirgindi. On ikinci yüzyılda Gazali'yi
takip eden İbn Rüşd’ün eleştirmeni Al Fakhr el-Razi Vasiyet’inde, aklın
ölüm ilanını şu ifadelerle belirtmekteydi: "Kelam'ın yollarını ve
felsefenin yöntemlerini araştırdım ve onlarda Kuran'da bulunan fayda ile
kıyaslanacak bir fayda görmedim. İkincisi, bize büyüklüğün ve ihtişamın sadece
Allah'a ait olduğunu kabul etmemizi ister; ve bu konuda itiraz ve tartışmalara
dalmaktan men etmektedir. Bu tartışma ve itirazlar sadece insan aklının kelam
ve felsefenin bu derin geçitlerinde ve gizli-saklı yollarda yok olup gideceğini
bilmeye yaramaktadır.”14
13.
yüzyılın başında kireçlenme daha fazla belirgindi. İslam dünyasında Hadis
araştırmaları için en prestijli kurumlardan olan Şam'da Dar el-Hadis el-
Eşrefiyye'nin başında bulunan İbn-as-Salah (ö.1251)’a, Gazali’nin hiç olmazsa
ikinciye izin verdiği felsefe ve mantığın incelenip öğretilmesine izin verilip
verilmemesi sorulmaktaydı. Felsefeyi "çılgınlığın temeli, tüm
karışıklığın, tüm hataların ve tüm sapkınlığın sebebi" olarak tanımladığı
bir fetva ile yanıt verdi. Onunla meşgul olan kişi mükemmel delillerle
desteklenen dini hukukun güzelliklerine renk körü haline dönüşür. . . Mantık
açısından bu, felsefeye erişmek için bir araçtır. Şimdi kötü
bir
şeye erişimin olanakları da kötüdür Felsefenin
öğretilerini
takip etmeye dair kanıt getiren herkes, şu alternatiflerle yüzleşmelidir:
kılıçla infaz ya da İslam'ı kabul etme, böylece ülke koruma altına alınabilir
ve bu insanların izleri ve bilimleri yok edilebilir.”15
Yozlaşma,
bugün Suudi Arabistan'da uygulanan İslam'ın katı Hanbeli formu olan
Vahhabiliğin kurucusu İbn Abdul-i Vahhab’ı derinden etkileyen İbn Teymiyye
(1263-1328) ile devam etti ki, onun düşüncesi bugün İslamcılar tarafından
canlandırıldı. İbn Teymiyye, insanın işinin sadece itaat etmek olduğunu
söylemekteydi. İtaat et. Akıl hiçbir rol oynamaz. Lübnanlı bilim adamı Macid
Fahri'ye göre, "O, skolastik teoloji ve felsefe üzerine Neo Hanbelizmin
zafer kazanmasını garantiye aldı".16 Gazali'nin daha hassas tavrı kayboldu
ve şimdi teoloji dahi yokolma yoluna girdi. İbn Teymiyye, Gazali'nin felsefeye
yaptığını teolojiye yaptı; onu sürgüne gönderdi. Hayatlarını bu bilimler
üzerine adamış, ancak daha sonra geri çekilen, örneğin "teolojiyi
tartışmanın aptalca olduğunu itiraf eden El-Şehristani" gibi öncüllerinden
bahsetmekteydi. İbn Teymiyye, "skolastik teoloji (kelam) yardımı
ile bilgiyi arayacak kişi, ateist olur" diyen Ebu Yusuf’u ve
"İlahiyatçılar ayakkabılar ve palmiyelerle dövülmeli ve şehirde törenle
dolaştırılmalı; böylece insanlar teoloji çalışmalarının sonuçlarını
görmeli.", diyen İmam Şafi'i üzerinde etkili oldu.17
Bilginin
daraltılması, hukukçu Ebu İshak el- Shatibi'nin (1388) beyanında açıktır ki,
"bir eylemin temelini oluşturmayan herhangi bir sorunun soruşturulması Şeriat'ın
herhangi bir kanıtı tarafından önerilmemektedir. Buradaki hareketle, hem
zihinsel hem de fiziksel eylemleri kastediyorum". Ayrıca, eklemekteydi ki,
“Şeriatla bir ilişkisi olduğunu iddia eden fakat doğrudan doğruya fayda
sağlamayan ya da Araplar tarafından bilinmeyen öğrenmenin her dalında durum
böyledir.”18 Diğer bir deyişle, bilmeniz gereken tek şey, şeriata göre belirli
bir eylemin olup olmadığıdır: zorunlu, tavsiye edilen, izin verilmiş, cesaret
kırıcı ya da yasak. Gerisi alakasızdır.
Onyedinci
yüzyılda, Türk yazar Katib Çelebi (d. 1657) daha fazla çürümeden şikayet
etmekteydi: "Fakat birçok zeki olmayan insan. . . eskilerin körü körüne
taklidi ile donmuş kaya gibi atıl kaldı. Müzakereler olmaksızın, yeni bilimleri
tanımadılar ve reddettiler. Bilgili insanlar sanıldı, oysa "felsefi
bilim" denilen şeyleri aşağılamaktan ve yeryüzü ya da gökyüzü hakkında
hiçbir şey bilmeden, düşkün oldukları halde, bilgisizliklerini sürdürüyorlardı.
'Cennetin ve Dünyanın Egemenliğini düşünmediler mi?' (Kur'an, VII, 184) öğüdü
onlarda hiçbir izlenim bırakmadı ; 'dünyayı ve semayı seyretme'
onlara bir inek gibi bakma manasına geldiğini düşünüyorlardı."19
Yakın
geçmişte, Fransa'da önde gelen liberal Suriyeli entelektüel seçkinlerden
Georges Tarabishi, Fazlur Rahman'ın kitabıyla başlayan entelektüel intihar
suçlamasından doğrudan bahsetti. Ocak 2008'de Londra'daki Arap Al-Sharq
Al-Awsat gazetesine verdiği röportajda, "Felsefe, zihnin ürünüdür.
[Fakat] bugün Arap kültüründe geçerli olan şey, [eleştirel zihin yerine] [Arap]
zihniyetidir. Böylece, neredeyse Arap felsefesinin var olmasının imkansız
olduğunu hemen hemen söyleyebilirim. Belki de bu cümlede bir derece genelleme
vardır -yine de, bana tek bir tane ismine layık Arap filozofu örneği verin. Ve
kendimi bu genellemeden muaf tutmuyorum. Bu üzücü, çünkü Batı modernitesini
yaratan ilk ve en önemli sebebin felsefe olduğunu biliyoruz. Arap modernizminin
başarısızlığını, en azından kısmen, Arap filozoflarının yokluğuna atfetmeyelim
mi?"20
İbn Rüşd
(Averroes), İbn-i Heysem, İbni Sina (Avicenna), el-Razi, el-Kindi, el-Harezmi
ve el- Farabi'deki Müslüman felsefesinin başarıları ne anlama gelir? Reformcu
düşünür Suudi Şura Konseyi üyesi İbrahim Al-Buleihi, "Bu [kazanımlar]
kendi yapımızdan değil ve o istisnai kişiler, Arap kültürünün ürünü değil, daha
çok Yunan kültürünün ürünüdür. Onlar kültürel ana akımımızın dışındalar ve biz
onları yabancı unsurlarmış gibi kabul ettik. Onları reddettiğimizden ve
fikirlerini savaştıklarından dolayı onlarla gurur duymayı hak etmiyoruz.
Tersine, Avrupa onlardan öğrendiğinde, başlangıçta kendi bilgi kütlelerinden
yararlanmaktaydı, çünkü onlar Batı uygarlığının kaynağı olan Yunan kültürünün
bir uzantısıydı", demekteydi.21
Aslında,
reddetme bugüne kadar devam ediyor. Müslüman bilim adamı Bassam Tibi,
"rasyonel disiplinler klasik İslam'da kurumsallaşmadığı için, Yunan
mirasının kabulü İslam medeniyeti üzerinde kalıcı bir etkiye sahip
değildi", diyor.22 Gerçekten, "Çağdaş İslamcı köktendinciler sadece
kültürel modernliği değil, aynı zamanda İslam medeniyetinin yüksekliklerini
tanımlayan akademisyenleri, İbn Sina ve İbn Rüşd rasyonalizmini de
kınamaktadırlar."23
Çağdaş Mısırlı
reformist düşünür Tarık Heggy, çatışmayı ve sonucunu özetlemektedir:
"İslam dünyası, Allah tarafından takdir edildiği üzere insanoğlunun
aklının kavrama yeteneğine inanmayan sıkı bir gelenekselci Ebu Hamid Gazali
(Algazel) [sic] ile aklın önceliğini savunan İbn Rüşd arasında bir fikirler
savaşına sahne oldu. Bu iki okulun taraftarları acı bir savaş yaptı. . . Fakat
[İbn Rüşd’ün] [rasyonaliteyi] güçlü şekilde savunmasına rağmen, savaşın sonucu
Gazali'nin lehinedir ve İslam hukukçularının büyük çoğunluğu onun fikirlerini
benimseyerek İslam hukukunun kurallarını geleneğin otoritesine başvurarak ve
tümdengelimli akıl yürüterek yorumladı. İslam hukuku, Mütekellimun veya İbn
Rüşd'ün savunduğu aklın (akıl) üzerine el-Gazali'nin savunduğu geleneğin
(nakil) önceliğini savunan diyalektik teologların hakimiyeti
altındaydı.24
Gazali'nin
etkisi öyle önemli idi ve hatta önemlidir ki, modern düşünürlerden Fazlur
Rahman, "onun eseri olmadan. . . felsefi rasyonalizm İslam ahlakını iyi
bir şekilde süpürmüş olabilir", demişti.25 Olanlardan, dünyanın ne kadar
farklı olabileceği sadece hayal edilebilir.
Bölüm 6
Gazali
olmasaydı, İbn Rüşd ve rasyonalizm Müslüman akıl için savaşı kazanmış
olabilirdi. Ancak bu olmadı ve sonuçta Sünni Müslüman akıl sonuçlara katlandı.
Akıl çöktü. Reformcu düşünür Tarek Heggy şöyle diyor: "Tanrı tarafından
belirlenen Gerçeği kavrayabilen insan zihnine inanmayan bir insanın hayata
geçirilmesi, bugüne kadar Arap zihniyetini yıkıcı etkilerle devam ettiren ve
adaletsiz ve gerici hale gelen ve yeni fikirlere karşı duyarsız olan bir süreci
harekete geçirdi."1 Fıkhın (hukuk ilmi) üstünlüğü güvence altına
alındığında, bu zihniyet kendiliğinden ortaya çıktı ve her duruma yönelik her
başvurunun numaralandırılıncaya kadar üzerinde karar verildi ve her zamankinden
daha rafine şeriatın yorumları çıktı ve sonra durdu. İçtihad
kapıları (bağımsız muhakeme) kapandı. Taklid hakim oldu. Felsefe öldü
(ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yeniden canlandırma teşebbüsüne kadar
Ezher'deki müfredattan kaldırıldı,).2
Fazlur
Rahman gibi Mısırlı kültür tarihçisi Ahmed Emin (1886-1954) de şu sözleri
söylemişti: "Mu'tezili geleneği şimdiye kadar devam etmiş olsaydı,
tarihteki Müslüman cemaatin konumu bugünkü durumundan çok farklı olurdu.
Kaderci anlayış İslam toplumunu zayıflattı ve enerjisini boşalttı; tevekkül
ise [yalnızca Tanrı'ya güven] statik bir duruma yol açtı."3
“Farktan
uzak olma” ne kadar farklıdır, diye merak edilir. Bu sorunun olası cevaplarını,
Arapların kendileri tarafından anlatıldığı gibi, durdurulan siyasi gelişme,
işlevsiz davranış ve düşünce, fanteziye ve komplo teorilerine üşüşme ve
neredeyse hayatın her alanında harap olan bir vaziyeti ele alacağız.
İslam'ın
zaferi kazanmış olan Eş'ari formunun ahlaki bilinemezciliğinin, siyasal
gelişmede çok büyük sonuçları olmuştur ve İslam dünyasının geri kalmışlığından
sorumludur. Kahire Üniversitesi felsefe profesörü Hasan Hanefi,
"Gazali'nin rasyonel bilimler eleştirisinin etkisi yöneticiye bir iktidar
ideolojisi veriyor", demektedir.4 Orta Çağ'daki determinizmin lehine güç
dengesinin ne kadar ağırlıklı olduğu konusunda konuşan Fazlur Rahman,
"artan despotizmin hem bu teorik tavrı sürdürdüğünü hem de bu teorik
tutumla desteklendiğini", iddia etmekteydi.5 Gazali'nin nüfuzunun gücüne
olan özensiz bir haraç, Türkiye'yi modernize etme ve demokratikleştirme
girişiminde bulunan Atatürk'ün, Gazali'nin eserlerinin Türkçe'ye tercüme
edilmesini yasaklamasıydı.
Çoğu kişi,
neden demokrasinin Müslüman dünyasında yerli yerinde gelişmediğini ve bugün hala
gelişip gelişemeyeceğini soruyor. Bunun cevabı, Eş'ari (ya da Hanbeli) dünya
görüşünün kutsal olarak kabul edildiği sürece, demokratik gelişme, bu görüşün
aklın önceliği üzerinde iktidarın önceliğini oluşturan basit bir nedenden ötürü
demokrasinin başarılı olamayacağıdır. Ortadoğu'da
Eş'arizmin
hali hazırda alakasız olduğunu iddia edenlerin, işlevsizlik karakteri için
başka bir açıklama yapmaları gerekiyor. Eşarizmin modern bir dünyada İslam'ın
sorunlarına bilinçli olarak çözüm bulma anlamında canlı bir güç olduğunu iddia
etmiyorum, “Kahire'de Ezher’de ve diğer İslam ilahiyat okullarında hala
öğretilmektedir."6 Aksine, bu tür çözümler için makul araştırmayı
engelleyen gömülü bir ölü ağırlık olarak işlev görür. Daha da kötüsü, günümüzde
Eş'arizm'den mantık önceliğine daha karşıt olan Vahhabilik biçimine çekiş
kazandıran ve el-Eş'ari’nin ilk başta savunur göründüğü Hanbelizm'dir. Büyüyen
İslamcı harekete gelince Wilfred Cantwell Smith: "Yeni İslami ayaklanma,
sorunları çözmek için bir güç değildir fakat onları çözme başarısızlığına daha
fazla dayanamayanları oyalamak içindir", şeklinde
tanımlamaktaydı.7
Demokrasinin
ön şartı, teolojik ve felsefi olarak anlaşılan akıl önceliğidir. Aksi takdirde
meşru kaynağı ne olabilir? Bununla birlikte, yalnızca modern bilim için değil
aynı zamanda anayasal hükümetin gelişimine de temel olan doğal hukuk için
metafizik destek gelmelidir. Burada, anayasal yapıların üzerine kurulduğu
"Doğanın ve Tabiatın Tanrısının yasaları" için kaynak bulunmaktadır.
Sünni İslam düşüncesinde iktidarın önceliği, benzer bir ihtimali
baltalamaktadır. İkincil sebeblerin varlığına izin verilmezse doğal hukuk
geliştirilemez. Doğal hukuk geliştirilemezse, insanın kendi aklıyla kendisini
idare etmek ve özgürce davranmak için kanunlar ürettiği bir anayasal siyasi
düzen düşünülemez.
İnsan anlam
veremediği nedenselliği olmayan irrasyonel bir dünyada yaşarsa, kader veya
umutsuzluğa teslim olmayı seçebilir. Akıl ve özgürlük önemsiz hale gelir.
İnsan, zihnen erişilebilir bir dünyada akıl sahibi bir siyasi yaratık değilse,
niçin müzakere ve temsile dayanan siyasal hayat talebinde bulunsun? Bu gibi
durumlarda insan, gerçek mahiyetleri sebebiyle anayasalar, insanın
sorumluluğunda ve onun rasyonel bir kuruluşa dayanan rasyonel bir hükümet
tarzını formüle etme ve tesis etme yeteneğine sahip istikrarlı bir düzeni ima
ettikleri için, anayasa yazmaktan vazgeçer. Hukuk akıldır, John Courtney
Murray'in söylediği gibi, bu nedenle yasaların nedenlerini tartışmamız gerekir.
Nihayetinde, Tanrı Logos olduğu için hukuk akıldır.
Bununla
birlikte, insan aklı ile doğru ve yanlışı kavrayamıyorsa, insan yapımı kanun
için ahlâki temel ölümcül şekilde düzeni bozar. Bu tür yasalar daha sonra
nelere dayanır? "Akıl bir Kanun yapıcı değilse", neden mevzuat var?
İnsan yasaları, hiçbir temeli yok demek olan insan iradesinin keyfi ifadeleri
veya dayatmaları olarak görülebilir; bu, özellikle de ilahi iradeye karşı
istiflendiği zaman. Eğer iyiyi tanıma kapasitesi yoksa demokrasi için haklı
gerekçe yoktur. Demokrasi, bu epistemoloji içerisinde gelişemez. Eğer Tanrı Logos
değilse, o zaman insanın yasası makul değildir. Meşru bir şekilde bıraktığımız
demokrasinin tek biçimi şudur: Bir Tanrı, bir oy. Ve bir Cezayir köktendincisi,
"İnsan Tanrı'ya oy vermez. O'na itaat eder." demektedir.8 Eşari
İslam'ında (ve Hanbeli mezhebinde) Allah Logos olmadığından, siyasi
düzeyde bir demokrasi eksikliği görmek sürpriz değildir.
Bu, hiçbir
Arap ülkesinin "özgür" olarak listelenmediği Orta Doğu ve Kuzey
Afrika'daki 2010 Freedom House Survey'ine de yansıyor. Yalnızca Fas,
Lübnan ve Kuveyt "kısmen özgür" olarak listeye girer; bölge halkının
yüzde 88'ini içeren geri kalan Arap ülkeleri "özgür değil" olarak
adlandırılır.9 Geçmiş yıllarda olduğu gibi İsrail bölgedeki "özgür"
olarak listelenen tek ülke olmaya devam ediyor.
Sorun, Arap
İslam dünyasının sormadığı bir sorunun cevabının demokrasi olmasıdır. Ortadoğu
analisti Elie Kedourie'nin belirttiği gibi, "Arap dünyasının siyasi
geleneklerinde, anayasal ve temsili hükümet fikrini tanıdık, anlaşılır hale
getirecek hiçbir şey yoktur".10 Bu nedenle, yakın zamanlara kadar
"vatandaş", "demokrasi", "vicdan" ya da
"laik" kelimelerinin karşılığı olarak Arapça sözcükler bulunmamakta
idi. Ayrıca, Bassam Tibi'nin açıkladığı gibi,"İslami fundamentalizm
ideolojisinde -ya da bu meseleden dolayı müslüman halkların zihninde demokrasi
önemli bir konu değildir".11 Aksi halde nasıl olabilir? Bu, "Doğu'nun
karşılıklı değerlerini tanımak için birbirlerini eleştiren kişileri zorlayacak
bir despota ihtiyacı var"12 diyen Muhammed Abduh ve Türkiye'de halka
demokrasiyi yerleştirme gayretleriyle ilgili olarak "Halka rağmen halk
için." sözüyle deklare eden Kemal Atatürk gibi çeşitli reformcuları hayal
kırıklığına götürdü.13
Dahası
voluntarizmde yetki ikamesi yoktur. Bunun için yer ayrılmamıştır. Buna karşılık
gelen sorumlulukların ve eylemlerin hiyerarşisi yoktur -diğer bir deyişle,
bireysel olarak başlayarak bunu gerçekleştirebilecek en küçük topluluğa
devredilen her eylemi bırakma. Tanrı hepsini doğrudan yapar. Allah her şeyden
sorumludur. Dolayısıyla, eğilim, kendisine bir işin yapılması söylendiğinde,
bir görevi yapmak ve itaat etmektir. Güç, insan veya ilahi, otoriteye eşittir.
Bu nedenle, iktidarda olan, bu gerçekten ötürü, otoriteye sahiptir (doğrudan
mürted olmadığı sürece).* Bu, Hasan Hanefi'yi "iktidar ideolojisi"
ile almaya karar verdim demektir. Akıl tek başına durmadığı için, iktidarın
hizmetkârı olur; sırayla iktidarın iradesine hizmet eder. Eğer Tanrı güçse, güç
kişinin Tanrısı olur. Bu görüş çerçevesinde iktidar kendi kendini meşrulaştıracaktır.
Bu
kültürlerde demokrasinin tek engelinin onları yöneten otoriteler olduğuna
inanmak hayal kırıklığı yaratıyor. Eğer Tanrı saf bir irade ise, onun
yeryüzündeki vekilleri nasıl davranmalı ve yönetmeli? Zorba bir tanrının
benimsenmiş görüşünün zalim siyasi emirler üretmesi tesadüf değildir. Adonis
olarak bilinen Suriyeli şair Ali Ahmed Said, bu bağlantıyı şu şekilde
karakterize etmekteydi: "Eğer biz köleysek, birşeyle meşgul olmaktan mutlu
olabilir veya olamayız. Tıpkı Allah'ın tüm problemlerimizi çözmesi gibi,
diktatör bütün sorunlarımızı çözecektir."14 İktidarın idaresi,
yeryüzündeki Tanrı’nın iradesine dayanan benzer bir güç ile Tanrı'nın gölgesi -
halifeye ya da hükümdar-‘a veren voluntaristik bir teolojinin doğal ve
mantıksal sonucudur. Voluntaristik bakış açısı içinde, insanın tek sorumluluğu
itaat etmektir. Tunuslu şair Basit bin Hasan, sonuçta ortaya çıkan zihniyeti
şöyle anlatıyor: "[Kendilerini] yalnızca yaşayabilen insanlar olarak
görüyorlar. . . bir kurtarıcıya (yani, onları kurtarmaya götüreceklerini
düşündükleri bir lidere) teslimiyet hali içinde."15 Bunun karşısında, Arap
Müslümanlar
insan haklarını, vicdan özgürlüğünü, hukuki yönetimi içeren siyasi bir kültürü
ortaya koyabilir mi? İlk önce Arap kültürünün dayandığı kült problemine
değinmek zorunda kalmazsanız, bu olmaz gibi görünüyor.
Farklı bir
teoloji olmadan, kişi demokrasiye sahip olabilir mi? İranlı filozof Dr.
Abdulkerim Soroush, bu soruya açık bir şekilde yanıt vermekteydi: "Gerçek
demokratik bir sisteme sahip olmak için bazı felsefi temellere, hatta teolojik
temellere ihtiyacınız var. Tanrınız artık despot bir Tanrı olamaz. Despotik bir
Tanrı, haklar fikriyle, demokratik bir kuralla uyumlu olmayacaktır. Yani Tanrı
hakkındaki düşüncenizi değiştirmeniz bile gerekir."16 Başka yerlerde Dr.
Soroush," İmamların veya Mehdiliğin bugünkü toplumumuzda var olan
anlayışları (Şia'nın on ikinci İmam'ın geri dönüşüne olan inancı) ya da hatta
Tanrı kavramıyla ilgili anlayışlar, sorumlu bir devletle özellikle uyumlu
değildir ve modern anlamda toplumun büyümesine ve gelişmesine izin
vermemektedir."17
Sorunu
belirtmenin başka bir yolu var. İslam'ın vahiy anlayışı içinde, demokrasinin;
‘tüm insanlar eşit yaratılmıştır’ temel ilkesi, herhangi bir noktada devlete
yetki verir mi? Kuran'da insanın bir şekilde Allah'ın imgesinde yaratılmış
olduğunu ya da kendisinde Tanrı'nın ruhundan birşeyler olan -bu nedenle her
insanın tek tek dokunulmaz olduğunu- söyleyen birkaç ima olsa da, bu, Müslüman
ilahiyatçılar tarafından, aşılamaz Tenzih körfezinde aşılmaz olarak bir kenara
atılır. Sure 15: 28-29, Allah'ın meleklere seslenişinden alıntı yapar:
"Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan
yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun
için secdeye kapanın!" Saudi Arabistan'da Riyad'dan Kur'an'ın Sahih
Uluslararası çevirisinde "ruhun" dipnotu genelde şöyle diyor:
"Allah'ın beden için yarattığı can ve ruh unsuru, kendi ruhundan veya
kendisinin bir kısmından (bazılarının yanlışlıkla anladığı gibi) değildir."18
Bu konuyla ilgili daha fazla araştırma, Kuran'ın talimatıyla azarlanır:
"Ruh, Rabbinin meselesidir; senin değil."
Elbette,
bütün Müslümanlar eşit hale getirilir, çünkü İslam'ın başlangıcından beri
anlaşıldığı gibi, İslamı seçen bir köle derhal azad edilecektir. Her sene
Müslüman eşitliğin derin anlamda Hacc sırasında, Ka'be hacılar tarafından
ağırbaşlı gezildiğinde, hepsi İslami cenaze örtüsünü andıran beyaz bir örtü
(ihram) giymektedir. Zengin, fakir, genç, yaşlı ve birçok ırkın insanı,
yükselen dönen kitleler arasında ayırt edilemez. Aslında, cesetler bile
yaşayanlarla ölüler arasındaki ayırımı ortadan kaldırmak için dağınıklıklara
neden olur.19 Müslümanlar neden derin Müslüman eşitliği deneyimini bütün
insanlığı kucaklamak için büyük ölçüde genişletemediler?
Cevap şudur,
ne öyle davranmak hakkında vahiyde bir temel vardır ne de onu talep edecek Doğa
kanunlarının ve Doğanın Tanrısının kanunlarının bir kabulü vardır.
Müslümanların eşitliği, "kendiliğinden aşikar" değil, yalnızca inanç
ürünüdür. Kısacası, İslam'da eşit insan hakları için erkek ve kadınları, mümin
ve kafirleri, özgür insanla köleyi resmi olarak birbirinden ayıran ontolojik
bir temel bulunmamaktadır. Bu, demokratik gelişim ve buna eş zamanlı olarak
yasalar önünde eşitlik ölümcüldür. İslam’da, insan Tanrı'nın suretinde halk
edilmediğinden, egemen olamaz. İnsanlar Tanrı'nın imajında yapılmadıkça
Tanrı'nın egemenliği ve halkın egemenliği birbirini dışlar. Egemenliğin insanda
olduğunu öne sürmek, şirktir, küstahça bir terbiyesizliktir. Bu teoloji
içinde, bireyin dokunulmaz haysiyetinde yaşayan halkın egemenliği, düşünülemez.
Profesör Saeed, Pakistan'da 1997'de Jamaat Dawa-wal-Ishad'ın başında iken,
"halk egemenliği kavramı İslam dışıdır - yalnızca Allah egemendir",
demekteydi.20
Bu durumda,
gayri müslimlerin yeri neresidir? Onlar zımmi'dir; Şeriat’a göre
farklı bir şekilde yönetilir. Ve dinini değiştirmeyi seçen Müslüman’ın durumu
nedir? Bir mürted ilan edilir ve hayatını değilse de Müslüman eşini kaybeder
(boşaması gerekir). Hadiste kişinin komşusunu sevmesi için verilen emir dahi,
geleneksel olarak, başka dinden birini değil, Müslüman birini sevmek demektir.
Gerçekten de, Müslüman kişi Kuran tarafından gayri müslimlerle arkadaş
olmamakla emredilmektedir (17:87) . Ayrıca, Müslümanların
hayırseverlik yükümlülüğü olan zekat sadece diğer Müslümanlar için
yerine getirilmeli ve gayri müslimler için kullanılmamalıdır.
Bunun
ışığında, 2003’teki Birleşmiş Milletler Arap İnsani Gelişme Raporu'nun
"Arap ülkelerinin çoğunluğunun uluslararası insan hakları sözleşmelerini
imzalamış olduklarını" ve hepsinde temel özgürlüklere saygı
gösterildiğinin yer alması şaşırtıcı değildir; ancak bu sözleşmelerin hiçbiri
hukuk kültürüne girmemiş ya da bu devletlerin maddi hukukuna dahil
edilmemiştir. Sözleşmeler uygulanması için yargının önünde nadiren gündeme
geldiğinden de anlaşılacağı üzere nominal (kağıt üzerinde) kalmış
durumdadır."21
Altı yıl
sonra 2009’da BM Arap İnsani Gelişme Raporu şunu teyit eder." "Devlet
anayasaları, Arap ülkelerinin katıldığı sözleşmelerde öngörülen uluslararası normlara
birkaç önemli açıdan uymuyor. Bu ilgili ülkelerdeki insan güvenliğini ciddi
derecede tehdit etmektedir. Birçok Arap ülkesinin anayasası, genel haklar ve
herhangi bir içeriğin özgürlük şartlarını boşa çıkaran ve resmi ideoloji veya
inanç adına bireysel hakların ihlaline izin veren ideolojik veya doktrinal
formülleri benimser."22
İslam
Konferansı Örgütü'nden 45 dışişleri bakanı tarafından 5 Ağustos 1990'da
imzalanan "İslam'da İnsan Hakları Üzerine Kahire Bildirgesi"’nde yer
alan eşitlik kavramının ne kadar İslamcı olduğunu hiçbir şey daha açık ifade
etmez. Kahire Bildirgesi, evrensel, eşit hakları benimseyen BM bildirgesiyle
Müslüman farklılığını açık hale getirmek için BM Evrensel Beyannamesine bir ek
olarak çıkarılmıştır. Kahire Bildirgesi'ndeki son iki makale, "Bu
Beyannamede öngörülen tüm haklar ve özgürlükler İslam Şeriatına
tabidir" (Madde 24) ve "İslam Şeriatı, bu Beyannamenin
herhangi bir maddesinin açıklanması ya da açıklığa kavuşturulması için tek
kaynaktır", başlıklarını taşır (Madde 25). Diğer yerlerde şunu
belirtmektedir: "prensipte hiç kimse . . Tanrının vahyolunan Kitaplarında
bulunan ve peygamberlerin sonuncusu aracılığıyla gönderilen kutsal emirlere
bağlı oldukları derecede [İslam'ın] buyruklarını askıya alma, ihlal etme veya
yok sayma hakkına sahip değildir. Her insan bireysel olarak sorumludur -ve
Ümmet kendi güvenliklerinden kollektif olarak sorumludur."23
Kahire
Beyannamesine göre, insanlık onurunun kaynağı, Tanrı'nın insandan yana bir
armağanıdır (Kuran, 2:30) . Bununla birlikte, bu, insan doğasında
bulunan bir yetki değil, yetkilendirilmiş bir otoritedir ve yetki sahibi
(halife) haricindeki herhangi birine ulaştığı açık değildir. Bu anlayış,
Allah'ın dediği gibi, Kuran'da sözcüğün yalnızca bir başka kullanımı ile
uyuşmaktadır: "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık." (Kuran
38:26) . Bu Müslüman vice regency (halife) ile Yahudi-Hristiyan
insanın “tanrısı imgesinde ve benzeri olarak yaratılmış" kavramı
arasındaki geniş mesafe, BM ve Kahire Bildirgesi'nin insan hakları anlayışı arasındaki
uçurumu açıklıyor.
Şeriatın uygulanması ile
insan haklarına saygı nasıl görünüyor? Haziran 2000'de, Sünnilerin en büyük
hukuk yetkilisi olan el-Ezher'in büyük şeyhi Muhammed Sayed Tantawi, Suudi
Arabistan'ı model olarak sunmaktaydı. Demekteydi ki: "Suudi Arabistan
insan haklarının korunmasında dünyayı yönlendirir çünkü onları Tanrı'nın
şeriatına göre korur. . . Herkes, Suudi Arabistan'ın İslam'da haklı ve objektif
bir tarzda insan haklarının uygulanması için önde gelen bir ülke olduğunu, hiçbir
saldırganlık ve önyargıya sahip olmadığını bilir."24
İtalya'da
yaşayan Libyalı bir entelektüel Dr. Muhammed el-Houni çok çarpıcı bir ifade
olan şunu söyler. "İslam hukuku eşitlik ya da sivil haklara yabancıydı
çünkü zamanının bir ürünü idi.".25 O halde, Şeriat koruyucuları nasıldır?
Şeriat vatandaşlık kavramını içermez; Arapça’da bunun için hiçbir kelime
yoktur. Bu kavram açısından, inananlar ile inkarcılar arasındaki eşitsizlik
aşılamaz gibi gözükmektedir. Bu, Suudi Arabistan, Şeriat devleti ve Şeriat'ı
İngiltere'ye empoze etmek isteyen Ebu Hamza gibi İslamcıların görüşlerinde kaba
şekilde ifadesini bulan Müslüman olmayanlara yönelik katı ayrımcılığından
bellidir. "Sadece en cahil ve hayvan fikirli bireyler ısrar ederdi ki,
Peygamber katilleri (Yahudiler) ve İsa’ya inananlar (Hristiyanlar) sadece
bizimle aynı haklara sahip olmayı hak eder."26. Daha önce de belirtildiği
gibi, İslam din el fıtra; yani, insanın doğasında olan dindir. Adem'in dini idi
ve Hristiyanlar, Yahudiler, Hindular ya da diğerleri tarafından yetiştirilmeleri
esnasında çocuklar dönüştürülmeselerdi herkesin dini olurdu. Bu nedenle,
herkesi İslam'a geri getirmek, gerçek "eşitlik"e giden tek yoldur.
Ahmed
El-Bağdâdi'nin "Cehaletle Din'i Savunmak" başlıklı bir yazı Şeriatın
insan haklarını nasıl anladığına dair sonuçların pratik bir örneğini verir.
Yazar, "Kuveyt Eğitim Bakanlığının, Uluslararası İnsan Hakları
Bildirgesi'nin 18. Maddesini, her bireyin kişinin kendi dinini ve inançlarını
değiştirme özgürlüğünü de içeren düşünce özgürlüğünü şart koştuğundan, lise
öğrencileri için insan hakları müfredatından çıkarması" niyetinde olduğunu
belirtmekteydi. Müfredat ve hukuk profesörü teknik konseyi başkanı Raşid el
-Anzi, [İnsan Hakları Bildirgesi'nin] 18. maddesinin öğretilmesinin neden
İslami Şeriat'a aykırı olduğunu belirtmekteydi. [Kuveyt'te] İslam Şeriatına
uygun olarak dini ve İslami inançları yerleştirmemiz gereken muhafazakâr bir
İslamcı toplumuz ve bu nedenle bu madde öğrencilerin nasıl olmasını
istediğimizle uyumlu değildir.", demekteydi.27
İnsan hakları
konusuyla ilgili genel zorluk, Tunuslu entelektüel Basit bin Hasan tarafından
ele alındı: "Arap söylemi, özgürlük ve eşitliği müjdeleyen insan
haklarının yeni kavramlarını her ne zaman kabullenmeye yaklaşsa, hemen bu
kavramların pratik yararı ve "kültürel kimliğimize olan kök salınma
derecesi" konusundaki şüphe ve endişeler dile geliyordu. Kurtuluşa ilişkin
söylemin insan hakları kavramlarından esinlenmesi [Arap] tarihinde yalnızca
kısa dönemlerde oldu. Anti-sömürge ulusal kurtuluş hareketleri arasında ve
[Arap] insan hakları örgütlerinin oluştuğu ve geliştirildiği dönem boyunca
[Arap] canlanması sırasında yapılan tartışmaların bir parçası olarak [bu söylem
kısaca göründü]. [Ancak diğer dönemlerde], insan hakları konusu pek çok siyasi
akım tarafından ve değişik yazılarda sadece muhafazakârlar değil aynı zamanda
"ilerici" olanlar tarafından da, şiddetli bir saldırıya maruz kaldı.
Bu konsept ile ilgili çok fazla karışıklık yaratıldı ve bu durum Araplar için
çatlağı kapamayı daha zorlaştırdı."28
Bu direncin
nedeni İslam'ın kalbine gidiyor. Yeni Irak'taki hem finans hem de savunma
bakanlığı eski bakanı Ali Allavi, Eş'arizm'den hiç söz etmeden İslam
Medeniyetinin Krizler'inde, uzunlamasına alıntı yapmaya değer bir açıklama
yapıyor, yine de bu okul tarafından Eş'ari'nin insanın eylemlerinin kazanılması
fikrini içermesi bakımından İslam düşüncesinin ne kadar doyurulmuş olduğunu
ortaya koyuyor. Aslında, Eş'ari teolojisini anlamaksızın, bu ifade doğru olarak
açıklanamaz veya önemi tam olarak kavranamaz.
Klasik İslam
doktrininde, bireyin özgür iradeye sahip bir özerk varlık olarak doğasının
sorunu, bireyin Tanrı'ya nihai bağımlılığı bağlamının dışında ortaya çıkmaz.
"Birey" için Arapça -al-ferd- sözcüğü, rasyonel seçimin
gücüyle aşılanmış amaçlı bir varlığın yaygın olarak anlaşılan anlamını
taşımıyor. Bunun yerine, terim tekillik, uzak durma veya yalnızlık çağrışımını
taşır. Seçme ve bireye verilen irade gücü, doğal özgürlükler veya hakları
doğuştan olmayan güçlerden ziyade belirli bir eylem veya karar noktasında (iktisab
olarak adlandırılan) bunları Tanrıdan edinme gerçeğiyle ilgilidir. el- ferd
genellikle eşsiz bir anlamda yüce varlığın özelliklerinden biri olarak
uygulanır. Genellikle İlahi özle ilgili mutlak aşkınlığı kurmak için Tanrı'nın
diğer özellikleriyle (örneğin, el-Vahid, el- Ehâd, el-Ferd, el- Samed'de
olduğu gibi: öz itibarıyle Tek, hal ile oluş ve sonsuz) gruplandırılır. İnsan,
basit bir şekilde bu temel özelliklerden hiçbirini alamıyor. Dolayısıyla,
Tanrı’dan bunlara kaynak göstermeden, kendinde özerk eylem hakkını ve
olasılığını iddia etmek bir hakarettir
Bireyin doğal halinden çıkan veya laik bir ahlaki veya politik teori
aracılığıyla ortaya konan bireysel hakların bütün yapısı, İslami akıl yürütme
yapısına yabancıdır.29
Dikkat
edin, "seçme gücü" insana "doğuştan" değildir -bu onun
doğasının bir parçası olmadığı anlamına gelir. Seçim özgürlüğü fikrini saçma
bir şey yapan, kişi eylemi sırasında onu satın alıyor. Allavi'nin son cümlesi,
burada "laik ahlak teorisi" olarak adlandırılan Gazali'nin ahlak felsefesinin
tahrip edilmesindeki titizliğine bir övgü niteliği taşır. Daha önceki
bölümlerde de görmüş olduğumuz gibi, aslında, Eş'ariler ve Gazali tarafından
şekillendirildiği üzere, bu durum "İslami akıl yapısına yabancıdır".
Allavi'nin dediği gibi, nihai sonuç, insan hakları meselesinin dahi Müslüman
zihniyetinin içinde ortaya çıkmamasıdır. Nasıl olabilirdi? İnsan, doğası gereği
sahip olmadığı herhangi bir şeye nasıl "hak" sahibi olabilir? Haklar
"doğuştan" olmadıkça, demokrasi hükümetin ahlaki temelini oluşturamaz.
Müslüman ülkelerdeki demokrasiyi teşvik eden savunucuların, neyin karşısında
olduklarını tam olarak anlamak için Allavi'nin yazısını okumaları gerekir.
Müslüman
dünyasında, tüm insanları kucaklayan eşitlik ilkesi yoksa demokrasi için
felsefi bir temel yok demektir. Rapant Patai'ye göre, Levant’tan bir atasözü
şöyledir: "Hiçbir şey bir insanı başkasının otoritesine boyun eğmek kadar
alçaltmaz."31 Bu, başkasının otoritesine karşı kişinin rıza göstermesi
için akılcı bir temele sahip olmadığı zaman böyledir, çünkü otoritenin kendisi
aklın üzerine değil, yalnızca güç üzerine kuruludur.
O halde,
eğer vahiyde ifade edilmemişse, tüm insanların eşit olarak yaratıldığı kabul
edilebilir mi? Bir cadde felsefe yoluyla bu gerçekleşmeye açıktır ve her insan
ruhunun aynı aşkın iyiye ya da sona emanet edildiği bilinmektedir -başta
insan doğasıyla kast ettiğimiz. Bunun gerçekleşmesi için, ortaya çıktığı kültür
muhakemeye açık olmalıdır, daha kesin dille, gerçekleri yakalama kabiliyetinde
aklın otoritesine açık olmalıdır. Gördüğümüz gibi, felsefe sürülürken kalıcı
bir şekilde oluşmuş ya da deforme olmuş gibi görünmesinden Arap kültürünü akıl
yürütmeye açma çabası yalnızca geçici bir başarıya sahipti.
İslam
dünyasını kamusal diplomasi ve medya aracılığıyla etkilemek isteyenler,
Lawrence Freedman'ın uyarılarına kulak asmak zorundadır: "Görüşler, alınan
bilgiler kadar değil, bu bilgilerin hangi yollarla yorumlandığı ve anlaşıldığı
tarza göre şekillendirilir."30 Sünni dünya felsefeyi tekrar kucaklamadıkça
ve kucaklayıncaya kadar, insan hakları eşitliğinin teşvikini elverişli bir
şekilde ne gibi "yapılar" vasıtasıyla alabileceğini hayal etmek
zordur.
Ne yazık
ki, bu tür bir İslam'da (Eş'ari veya Hanbeli), birey için diğerlerini
çağırabileceği standarda göre iyinin mantık otoritesine dayanan bir versiyonunu
ileri sürebileceği yer yoktur. Bu eksiklik, sivil toplum ve barışçıl değişim
ihtimalini zayıflatmaktadır. İktidar düzenine itiraz etmek için geriye kalan
tek yol, İslami kutsal metinlerin iktidarın üzerine dayandığı mevcut anlayıştan
daha otantik bir şekilde anlaşılmasını istemektir. Kendi iddialarını dile
getirmek için dinlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan dini devrimciler,
genellikle kendi mezheplerine şiddet yoluyla yerleşirler. Başka yolu var mı?
Mezhebi olmayan sadece akıldır. Ancak, bir zamanlar, gücün önceliği ileri
sürülmüştür - iradenin önceliği anlamına gelen- şiddet, açık bırakılan tek
yoldur. (Daha sonra göreceğimiz üzere bu eğilim, 20. yüzyılda Arap laik
devletler tarafından Batı totaliter ideolojilerinin benimsenmesiyle en kötü
biçimde güçlendi.)
Faslı
entelektüel Fatima Mernissi, bu sendromun nasıl işlediğini şöyle açıklıyor:
"Entelektüel muhalefet bastırılmış ve susturulmuş olduğu için bugün
siyasette yalnızca isyan ve terörün başarıya ulaştığı görülüyor. Sadece
yıkıcıların şiddeti halifenin şiddetiyle etkileşime girebilir. İslam tarihi
boyunca temeli atılan bu model, yalnızca şiddeti siyasi dil olarak vaaz eden
dini meydan okumanın inanılır bir rol oynayabileceği modern gerçekleri
açıklıyor. . . Bundan sonra [Mu'tezilenin bastırılması] üzerine, fanatik isyan,
budanmış bir İslam'da ayakta kalan tek meydan okuma şekli oldu."32
Mernissi, bu şiddet sendromunun kaynağına, Mutezile’nin bastırılmasından söz
ederek yaklaşmaya çalışmaktaydı fakat bu "budanmış İslam'da" şiddetin
makulleştirilmesinin
"budanmış" bir teolojiden geldiğini açıkça belirtmekte başarısızlığa
uğramaktadır. Bununla
birlikte,
günümüz İslamcılarının ideolojisini
incelediğimizde,
Mernissi'nin gücünü göreceğiz.
George
Hourani, İslam dünyasında şiddet dinamikleri konusunda benzer ama daha zengin
bir perspektif sunuyor. "Etik voluntarizm, etik sorunların belirlenmesini,
pratik yaşamın her alanında rehberlik etmesi gereken Şeriat'ın yorumuyla
uzmanların ellerine bıraktı. Bu uzmanlar, medreseler, cami hocaları,
kadı [İslam hukukunu yöneten hâkimler], müftü [Şeriat'ı yorumlayan
Müslüman alimler] ve teorik hukukçuları içeren profesyonel İslam alimleri; 'ulema'
idi. Bir devlette reform önermek veya işçi sendikaları, hayır kurumları ve
özellikle siyasi partiler gibi laik grupları organize etmekte danışılacak özel
kişiler otokratik padişahlar tarafından olduğu gibi bu eğilimler tarafından da
vazgeçirildi. Bu nedenle, toplumdaki tüm barışçıl değişim, çoğu zaman olayların
seyrinden memnun kaldıkları için devletlerin yöneticileri tarafından tepeden
başlatılmış olmalıdır. Değişime giden tek yol da devrimci hareketlerdi. Ancak
sadece destekçilerini toplamaya yetecek kadar güçlü olan kuvvetler altın çağda
ses veren Mehdiler olduklarını iddia eden dini liderler olmaktaydı."33
Demokratik
gelişimdeki müthiş hatta ezici olan bu engellerin ortaya çıkmasıyla birlikte,
(Türkiye ve Endonezya gibi) Müslüman dünyanın diğer bölgelerinde görüldüğü
gibi, bunlar aşılmaz değildiler. "İnsan hakları ile Şeriat arasında
seçim yapmamız gerekirse, insan haklarını tercih etmeliyiz", diyecek
cesareti bulunan Libyalı bilgin Muhammed Abdülmuttalib el-Houn gibi reformcular
da vardır.34 Bununla birlikte, Columbia Üniversitesinden bilim adamı Richard
Bulliet'in "modern demokratik ve ekonomik kurumlarla [İslam'ın geleneksel]
koruyucu rolünü birleştirme yollarını bulmak, henüz karşılaşılmamış olan bir
meydan okumadır", şeklindeki açıklamasında yer alan teşhis en azından bir
başlangıç noktası olarak alınmalıdır.35
Nedensellik Kaybında
Gerçek Olmayan
Mu'tezileye
saldırırken Eş'ariler, Muhammed Khair'in sözleriyle, "Tanrı'nın tasarruf
gücünü nedensel zincirlerden kurtarmak", istemekteydi.36 Bu kurtuluş için
verilen bedel rasyonalitenin kaybı ve ardından, irrasyonel davranışın teşviki
olmuştu. Kısacası, daha önce belirtildiği gibi, Eş'ari teolojisi, takipçilerini
gerçeği inkar etmeye zorlamaktaydı. Suudi yazar ve reformcu Türki Al-Hamad
belirtileri şöyle anlatıyor: "Ne yazık ki, batıl inançlarla ve mantıksızca
geride kalıyoruz Günümüz dünyası akıl
tarafından
yönetiliyor. Belli kriterlere ve düşüncelere göre geleceği inceleyen belirli
bir mantığa göre çalışır. Öte yandan, mit uğruna bu geleceği terk ettik. Gerçek
dünyada değil, tamamen doğaüstü dünyamızda yaşıyoruz ve bunu tamamen göz ardı
ediyoruz."37 Sonuçta ortaya çıkan karışıklığın modern tezahürleri çoktur.
Albert H. Hourani'nin gözlemlediği gibi, Araplar, “sebep ve sonuç zincirindeki
bağlantılar yerine bir vesile uydurma olarak eylemleri kendileri gibi görme
eğilimindeler."38 Bu durumun nereden geliştiğini görmek zor değil. Sadece
anekdot olarak da olsa, aşağıdaki örnekler, nedensellik kaybının etkilerinin
kendilerini günlük yaşamda bile nasıl gösterdikleri konusunda bir miktar bilgi
verecektir.
On yıldan
daha kısa bir süre önce, Pakistan'daki bir imam orada fizikçilere,
çalışmalarında sebep ve sonuç ilkesini düşünemediklerini söyledi. Pakistanlı
fizikçi ve İslamabad'daki Quaid-e-Azam Üniversitesi'nde profesör olan Dr.
Pervez Hoodbhoy, "Hidrojen ve oksijenin bir araya getirilerek suyun oluşturulması
İslami değildir", diye nakletmekteydi. İmam, 'Siz hidrojen ve oksijeni bir
araya getirdiğinizde o zaman Allah'ın isteği ile suyun yaratılmış olduğunu
söylemeliydiniz' "demekteydi.39
Bugün Suudi
Arabistan'da insanın aya gitmiş olduğuna hala inanmayan insanlar var. Bu onlar
cahil oldukları için değil; insanoğlunun aya gitmiş olduğunu kabul etmek,
teolojik olarak kabul edilemez olan, nedensel ilişkiler zincirini kabul etmek
anlamına geleceği içindir.
Bununla
birlikte, gerçekliğin inkar edilmesi açıkça görülebilir. Suriyeli filozof Sadık
Celal el-Azm şunları nakleder. "İbn Bâz [1993’ten 1999 yılındaki ölümüne
kadar Suudi Arabistan'ın müftüsü] 1985'te yayınlanan kitabında şunları
anlatmaktaydı: . . Dünya'nın güneşin etrafında döndüğünü tamamen reddetmekteydi.
Kitabın sahibi benim ve ne söylediğimi doğrulayabilirsin. Ve böylece, dünya
güneşin etrafında dönmez, daha doğrusu dünyanın etrafında dönen güneştir.
Kopernik öncesi döneme kadar bizi eski astronomiye geri getirdi. Elbette, bu
kitapta İbn Baz, dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü
söyleyenlerin hepsinin mürted olduğunu yazar. Her neyse, o istediğini
düşünmekte serbesttir. Fakat büyük felaket şudur ki, doğudan batıya,
El-Ezher'den El-Zeytun'a, El- Karadhawi'den el-Turabi' ve [Şeyh Ahmed] Kaftaro'ya,
Müslüman dünyasında din alimlerinden veya kurumlarından ve Şeriat araştırmaları
departmanlarından biri -hiç kimse İslam dini adına tutunduğu saçmalığı İbn
Baz'a söylemeye cesaret edemedi. Bunun bana hassas bir mesele olduğunu
söylemeniz hakikatı, Dünya'nın düz olduğunu ve güneşin etrafında dolaşmadığını,
ancak antik biçimde olduğu gibi yükselip battığını söylediğinde İbn Baz'ın
sözlerine cevap veremediğim anlamına geliyor. Bu bir felâket. En büyük felaket
ise onlara cevap veremiyoruz."40
İkincil
nedenselliğin inkar edilmesinin etkileri, günlük hayatın en pratik yönlerine
dahi nüfuz eder. Örneğin eski İngiliz İslamcı Ed Husain, "Hizb-ut Tahrir,
tüm doğal olayların Tanrı'nın eylemleri olduğuna inanmaktadır (bazı eylemlerde
insanın özgür iradeyi kullanabilmesine rağmen), bu nedenle sigorta poliçeleri
haramdır... Hizb üyeleri arabalarını
sigortalayamazlardı."41
Benzer şekilde, emniyet kemerlerinin kullanımı küstahça kabul edilir. Kişiye
tahsis edilen zaman sona erdiğinde, emniyet kemeri işe yaramaz. İşe yaramazsa,
gerekli değildir. Bir insanın söylediği "inşa Allah [Allah rızası]"
cümlesinin sadece nazik bir toplumsal adet değil, aynı zamanda bir teolojik
doktrin ifadesi olduğu da anlaşılmalıdır.
Aynı
şekilde, 2006 yılındaki İsrail ile Lübnan'daki Hizbullah arasındaki çatışmanın
tutumu ve sonucu, Hizbullah tarafından “ilahi güdümlü füzeler" olarak
adlandırılan liderleri Hasan Nasrallah sebebiyle "ilahi bir zafer"
olarak nitelendirilmekteydi. Hizbullah, Şii bir grup olsa da, tek sebep olarak
Tanrı (veya O’nun doğrudan etkenleri) hakkındaki görüşün aynısını paylaşıyor.
Şehit düşen bir Hizbullah savaşçısının kardeşi Mahmoud Chalhoub ,
"Çocuklarımızı koruyan Tanrı'nın meleklerinin ve Mehdi'nin oralarda
olduğunu düşünüyoruz", demekteydi. "Hatta İsrailliler, beyaz bir ata
binen, askerlerinden birinin bir füze fırlatmak üzere iken elini kesen
beyazlara bürünmüş bir adamdan bahsediyorlar. İsrail, “Hizbullah’ın uyduları
vardır ve savaşçılarının askeri hedefleri nasıl hedef alabildikleri bundan
dolayıdır”, diye bahane ediyor. Uydularımız yok, Tanrı'nın rehberliğinde
füzeler var."42 Batılılara kaba savaş propagandası olarak görünen şey
derin bir teolojik perspektife dayanıyor. Kur'an ayetinin yirmi birinci
yüzyılın eşdeğeri: "(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah
öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu)." (8:17)
Bugün Suudi
Arabistan'ın Müslüman dünyasındaki muazzam etkisinin, Batılılar tarafından,
neredeyse tamamen petrol zenginlikleri-petro-İslam'dan kaynaklandığı
düşünülmektedir. Bununla birlikte, bu, geleneksel olarak Suudi Arabistan'a
karşı olan Mısır gibi ülkelerde bulunan birçok Müslüman'ın bu zenginliği,
Allah'ın doğrudan bir armağanı olarak görmesi gerçeğini değiştirmiyor. Bu
hazinelerin bu ülkenin kumlarının altında kaldığı bir kaza olabilir mi? Hayır,
gerçek yolu izlediği için Suudi Arabistan'a bir ödül olarak orada olmalılar.
Petrol orada başka niye olsun? Sorunun jeologlar tarafından değil, doğrudan
doğruya her şeyi yaptığı gibi Tanrı'nın orada petrolü yerleştirmiş olduğu
anlayışı içinde cevaplanması gerekir. Petrolün varlığı, Suudi Arabistan'ın
Vahhabi İslam formunun meşru olduğu iddiasına destek vermekteydi. Diğer
Müslümanların bu (Vahhabi İslam formunun meşru olduğu) iddiasını dikkate almaya
istekli olması petrol yüzündendir. Bu nedenle Vahabizm, kültürel geçmişlerinden
ötürü radikal literalizm ile çok az sempati hissi yaşatacak kadar Endonezya
gibi dünyanın bazı bölgelerinde bile önemli ölçüde yayılmıştır. Dolayısıyla,
sadece Suudi petrol artısıyla değil, aynı zamanda Vahabizmin bu kadar
öne çıkmaktan zevk aldığı petrolün nerede olduğu nedeniyle de bu iddiayı
güçlendirir.
Kürt bir
tanıdık, Hacc'a, tek sebep olarak Tanrı'nın Eş'ari öğretisiyle yetişmiş
olan çok dindar bir arkadaşıyla birlikte gittiğini anlattı. Sıcak Suudi
güneşinin altındaki Ka'be'de arkadaşı, serin olan siyah taşa dokundu.
Görüyormusun, demekteydi, bu Tanrı'nın doğrudan mucizevi eylemi; bu taş bu
sıcaklıkta başka nasıl böyle serin olabilirdi ki? Kürt tanıdık merdivenlerden
soğutma birimlerine inene kadar etrafına baktı. Ardından arkadaşını gördü ve
ona şöyle dedi: "Taşın serin olmasının nedeni budur." Bu açıklamaya
arkadaşın tepkisi ise öfke doluydu. Akılcı bilgi onun dini inançlarının
kesinliği için bir tehditti. Soğutma birimi, akılcı bir bilginin ürünüdür ve
onun teolojisine bir saldırı olmuştu.
Pakistan'ın
Taliban tarafından kontrol edilen kısımlarında, "Çocuk felci aşıları ulema
tarafından haram ilan edildi ve hükümet kampanyası daha sonra durdu".43
Araç sigortası gibi, aşılar bir varsayım biçimidir. 2009 yazında Taliban'ın
Swat Vadisi'nden çıkarılması ile birlikte Pakistan hükümeti aşıları tekrar
başlatabildi.*
Gerçek Olmayanın
Mantığı: Komplo Söylemi
Neden ve
sonuç zihniyetinden uzak olan İslam dünyası esrarengiz, doğaüstü güçler
nedeniyle olayların kaçınılmaz olarak gerçekleştiği felsefe öncesi, büyülü bir
dünyaya döner. Makul açıklamalar ya da mantığa dayanan açıklamalar yerine,
batıl inançlarla birlikte komplo teorileri hakim olur. Günlük İslam basını
onlarla doludur. Komplo teorileri akılcı olmayan bir dünyanın entelektüel
yaygınlığıdır. Müslümanlar aktörlerden mağdurlara dönüştürülür -genellikle
Yahudi veya Batılı komplo. Aksi halde, olaylar, onları insanın eylemlerinin
herhangi bir etkiye sahip olabileceği bölgeden çıkaran tek sebep olarak doğrudan
Tanrıya bağlanır. Tunuslu şair Basit bin Hasan şunu açıklıyor: "Aramızda
hakim olan söylemler bizim talihsizliklerimizi, çevremizdeki korkunçluğu,
kültürel boşluğumuzu ve sorunlarımızı hegemonik ve zorbalığın temsilcisi olan
‘diğeri’ne yüklemeye eğilimlidir. Masum kurbanlar olan 'biz' ve kötü olan
‘diğeri’nin ikiliği aracılığıyla trajedilerimizi [sorumluluktan dolayı bizi]
aklar.44
Doğal
felaketler elbette yalnızca Tanrı'nın doğrudan eylemi açısından açıklanabilir.
Suudi rejiminin yüksek bir görevlisi olan Şeyh Salih Fawzan El Fawzan
televizyonda, 2004 tsunami'sinin "dünyanın her yerinden fahişe ve fesat
insanların zina ve cinsel sapıklık yapmak üzere bir araya geldiği Noel'de
olduğunu" iddia etmekteydi. İşte bu trajedi gerçekleşti, hepsine çarptı ve
her şeyi yok etti."45 Müslüman bir internet sitesinde, Arapça
"Allah"yazısı, tsunami dalgasının uydu fotoğrafına grafiksel olarak
bindirilmekte ve böylece doğrudan ilahi müdahale mesajı verilmekteydi. Dalganın
kendisi "Allah" yazısı olmaktaydı.
Katrina
Kasırgası güney Amerika Birleşik Devletleri'ne ulaştığında, Arap basınında
yayımlanan tipik bir makalede, "Katrina, Allah'ın bu Amerikan
imparatorluğuna gönderdiği bir azap ve kötü bir rüzgar" olduğu ve
"terörist Katrina'nın Allah'ın askerlerinden bir tanesidir.",
denilmekte idi.46 Dahası, "bu felaketin tek nedeni Allah'ın onlara
öfkesidir."47 Çoğu Amerikalı bunu, İlk Neden'in doğrudan sonucu olarak
olayın kavranmasını gerektiren teolojik bir perspektiften kaynaklandığının
farkında olmadan basit bir propaganda olarak görüyor. İlahiyatları ikincil
sebeplerin varlığına izin vermediği için olayı bu şekilde yorumlaması
gerekenlerin zorunlu görüşüdür.
Pervez
Hoodbhoy, "90 binden fazla kişiyi öldüren 2005 depremi Pakistan'ı
vurduğunda, ülkedeki hiçbir büyük bilim insanı, depremin, özgürce kitlesel
medya yoluyla yayılan günahkâr davranışlar için Tanrı'nın insanları
cezalandırdığı inancına, karşı çıkmadı." Mollalar, bilimin bir açıklama
yapabileceği fikrini alaya aldılar; takipçilerini Allah'ın öfkesini ve
dolayısıyla depremi provoke eden televizyon setlerini parçalamaya teşvik
ettiler. Birkaç sınıf tartışmasının gösterdiği gibi, üniversitemdeki fen
öğrencilerinin ezici çoğunluğu çeşitli ilahi gazap açıklamalarını kabul
etmekteydiler."48
Algı ve Basın'da Gerçek
olmama
Rasyonalitenin
kaybı ve gerçeklikten kopuş, komplo teorileri ve doğal olayların fantastik
değerlendirmeleri ile dolu olan basına da fazlasıyla yansımaktadır. 2003 BM
Arap İnsani Gelişme Raporu Arap medyasını ele almaktaydı: "Haber
raporlarının kendileri anında ve kısmi olaylara yoğunlaşarak, araştırmacı ya da
analitik olmaktan ziyade anlatıcı ve tanımlayıcı nitelik taşıyor. Bu genellikle
gazeteler, radyo bültenleri ve televizyonda yayınlanan haberler için
geçerlidir. Haberler, genellikle, derinliğine açıklayıcı kapsamı olmaksızın ya
da olayları genel, sosyal, ekonomik ve kültürel bağlamlara yerleştirmek için
herhangi bir çaba harcamadan, izole edilmiş olayların bir devamı olarak
sunulur."49 Metafiziğiniz atomistik ise, muhtemelen röportajınız da
nedensel ilişkilerin verdiği süreklilik olmaksızın "bir dizi ardışık izole
edilmiş olay"dan söz edecektir. Bu, daha önce iktibas edilen, Arapların
eylemleri "neden ve sonuç zincirinde" görme başarısızlığına dair
George Hourani'nin gözlemine tamamen uyuyor.
Arap ve
Müslüman basınında görünecek ya da Arap dünyasında yayınlanacak Kuran formülüne
göre ışık hızını hesaplamak ve Kolomb'un Arapça konuşan yerlilerle
karşılaşmalarının değerlendirmeleri dahil çok gülünç olan hiçbir şey görünmez.
Suudi Arabistan'da Dr. Abd Allah el-Cafer tarafından kaleme alınıp devlet
tarafından basılan “Brotokolat Ayat Qumm Hawla al- Haramayn al-muqadda-sayn
(The Protocols of the Ayat of Qumm Concerning the Two Holy Cities [Mecca
and Medina])’de, Şiilerin İslam'ı yıkmak için Yahudilerin bir komplosunun
sonucu olduğunu iddia etmekteydi. Şiiler İslam dünyasının tüm istilalarında
aracı oldu ve birçok Avrupalıya haber verecek olan Masonları yarattılar. Bu
isim, on dokuzuncu yüzyılda uzun süredir itibar kaybı bulunmayan ve İslam
dünyasında hala dolaşan Çarlık gizli polis sahtekarlığına dair Yahudi
hainliğinin orijinal bir belgesi olarak ‘The Protocols of the Elders of Zion’dan
başlangıçtır. Bu kez Şii açıdan olmak üzere bu perspektifin daha yeni bir
örneği, Filistin meclisinin önde gelen Hamas üyesi Mahmud Muslih tarafından
sunuldu ve İran'daki kitlesel gösterilerde Mahmud Ahmedinejad'ın Haziran
2009'da yeniden seçilmesini protesto edenlerden bahisle, "İsrail İran’daki
olayların arkasında bulunuyor", demekteydi. Sahaya gelen bir örnek,
Endonezya’dandı.50 Herry Nuri'nin 2007'de yayınlanan iki kitabı,
‘Endonezya’daki Masonların ve Siyonistlerin İşaretleri’ ve ‘Endonezya'daki
Serbest Masonlar ve Siyonistler’ isimlerini taşımakta idi.51
İnanmak çok
saçma bir şey gibi de gözükmüyor. 9/11 için açıklamalar buna en iyi örnektir.
Bu saldırıların sekizinci yıldönümünde Mshari Al-Zaydi, El-Sharq Al- Awsat'daki
(9 Eylül 2009) popüler komplo teorilerinin hicivsel bir sunumunu yapmaktaydı:
11 Eylül
2001 saldırılarını gerçekleştirenler - aşırılık yanlısı Sırp milliyetçileri miydi?
Hayır, İsrail Mossad'dı-hayır, afedersiniz, bir ABD Yedinci Gün
Adventistleri
grubuydu! Önemli değil, kötü niyetli saldırıları gerçekleştirenlerden biri ABD
Merkezi İstihbarat Teşkilatı'ndan idi [CIA]! Öneriler ve hayali yanılsamalar,
gerçekliğin asıl sonuçlarından kaçınma yönünde devam ediyor -11 Eylül
saldırılarını gerçekleştirenlerin, İslam'ın zorlu bir yorumuna inanan ve
milyonlarca Müslüman tarafından cesaretlendirilen ve teşvik edilen Usame bin
Ladin'in önderliğinde Müslüman gençler olduğudur. Sırpların Bosna ve Hırvatlara
karşı savaşında ABD tarafından müdahale edilmesine yönelik 11 Eylül
saldırılarını gerçekleştiren Sırplar fikri, pan Arap yönünü takip eden Arap
siyasi gazetecilerin simgesi Hasanayn Haykal tarafından telaffuz edildi. Bunu
patlamalar gerçekleştikten sonraki günlerde (1 Ekim 2001 Lübnanlı Al-Safir
gazetesinde) söylemekteydi. Saldırıların (araştırma ve inceleme kapasitesine
sahip olmayan bazıları için tüm kötülüklerin ve gizemli olayların kaynağı)
İsrailli Mossad tarafından gerçekleştirildiği fikri İslamcı yazar Fahmi Huwaydi
tarafından öne sürüldü ve o El-Kaide'nin böyle bir operasyon
gerçekleştiremeyeceğine
ancak Mossad'ın (Kuwaiti Al- Watan gazetesi, 25 Eylül 2001) yapabileceğine
inanmaktaydı. Patlamaların Yedinci Gün Adventistleri adlı bir ABD grubu
tarafından yapıldığı fikrine gelince, bu "Bilim ve İnanç" programının
sahibi Mustafa Mahmud tarafından telaffuz edildi (Al-Ahram, Mısır, 22 Eylül
2001) .52
2006
yılının sonlarına doğru, El-Kaide tarafından itibar iddialarının tekrarlanmasına
rağmen, giderek artan sayıda Müslüman, Arapların 11 Eylül 2001'de Amerika
Birleşik Devletleri'ne yönelik saldırılarda bulunmadığına inanıyorlardı. Washington
Post'a göre, "Geçen yıl Pew Global Attitudes Project tarafından
hazırlanan bir raporda, 11 Eylül saldırılarının Araplar tarafından yapıldığına
inanmayan dünya genelindeki Müslümanların sayısı, Türklerin ve Mısırlıların
yüzde 59'u, Endonezyalıların yüzde 65'i, Ürdünlülerin yüzde 53'ü,
Pakistanlıların yüzde 41'i ve İngiliz Müslümanların yüzde 56'sı idi.53 L'Economiste'in
Ocak 2006'daki bir araştırması, on altı ila yirmi dokuz yaşları arasındaki
Faslıların yüzde 44'ünün El-Kaide'nin terörist bir grup olmadığına
inandıklarını ortaya koydu. Yüzde 38'i "bilmediklerini" dile
getirirken sadece yüzde 18'i terörist olduğunu söylemekteydi.54 Diğer bir
deyişle, mevcut kanıtlar ile görüşlerin arasında bir ilişki bulunmuyor.
Günlük
Müslüman basınında yer alan gerçek dışılık düzeyi ile ilgili bilgisiz kişiler
için, Ortadoğu Medya Araştırma Enstitüsü (MEMRI) medya izleme çalışmasından
alınmış örnekler şöyledir. Suçlamaların veya hikayelerin saçmalık derecesi,
kanıtların doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna dair herhangi bir endişe eksikliği
ya da böyle bir sonuca varmak için herhangi bir usul olup olmadığı önemli değildir.
Oluşturdukları izlenime rağmen, aşağıdaki alıntılar bakkal mağazalarındaki
Amerikan gazeteleri ile eşdeğer değildir. Bunun, Müslüman basınının tamamı
olduğu izlenimini yaratmak için değil, onun önemli bir parçası olduğunu
göstermek için çok sayıda atıf yapılmıştır. (Bu, mükemmel Arap ve Müslüman
gazetecilerin olmadığını söylemek değildir.) Tam metinler ve video alıntılar
MEMRI web sitesinden edinilebilir: www.memri.org. Bütün başlıklar MEMRI'dan
geliyor: • "Mısırlı Din Adamı Ahmed Abdül Salam: ‘Yahudiler Yiyecekleri
Kansere Buluyor ve Müslüman Ülkelere Gönderiyor’ "24 Şubat 2009.55
Görünüşte
tuhaf bir iddia olmasına rağmen, bu başlık sadece okuyucuları cezbetmek için
tasarlanmış sansasyonal gazetecilik biçimi değildir. el-Salam'ın verdiği bir
video adresinden alıntı: "Yahudiler, Müslümanların dünyevi ve dini
hayatlarını yok etmek için gece gündüz çalışıyorlar. Yahudiler Müslümanların
ekonomisini yok etmek için uğraşıyorlar. Yahudiler, Müslümanların yemeğine kanser
bulaştırmak istiyorlar. Yiyecekleri kansere bulaştıran ve Müslüman ülkelere
gönderen Yahudiler." el Salam, ayrıca Yahudileri Müslüman kadınları cinsel
istismara uğratmakla suçluyor ve İslam düşüşünü başlatmak için komplo kurmakla
itham ediyor.
"Iranian
Filmmaker Nader Talebzadeh Denies the Holocaust and States: El Kaide ve Mossad
9/11’i Birlikte Yaptı", 3 Nisan 2008. 56
11 Eylül
olayına dair komplo teorileri Müslüman dünyasında yaygındır. Hatta George W.
Bush'un kendisinin de 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirdiği ve kontrol
ettiği’ne dair bir teori var.
"İran
TV: Domuz Gribi-Siyonist / Amerikan Komplosu", 12 Mayıs 2009.57
6
Mayıs 2009'da İran haber kanalı IRINN üzerinden yayınlanan domuz gribi
hakkındaki bir başka İran TV raporundan alıntılar şöyledir: "Konuşmasında
Barak [sic] Obama, Tamiflu adlı bir ilaca değindi -Tamiflu tam olarak nedir? Bu
ilacın şefkatli üreticileri kimlerdir? Bu büyük eczacı, eski Amerikan savunma
bakanı Rumsfeld'den başkası değildir. O, hissedarlardan biridir ve bu hastalık
için başlıca ilaç sağlayıcısı olan Gilead Science'ın yönetim kurulunda faal ve
etkili bir üyedir Gilead Sciences'ın
Yahudi bir
şirket olduğuna dikkat edilmelidir. İbranice olarak adı "kutsal yer"
anlamına gelir ve tüm hissedarları Siyonisttir."
"Mısırlı
Din adamı Safwat Higazi, Arap ve İslam Dünyasında Starbucks'u Kapatmaya
Çağırıyor: Yahudi Kraliçe Esther, Onların Logosu Olarak Hizmet Veriyor",
25 Ocak 2009.58
Higazi,
Mısır televizyonunda yayınlanan bir haberde içtenlikle şunları söylemekteydi:
"Starbucks logosundaki kız Kraliçe Esther'dir. Kraliçe Esther'in kim
olduğunu ve başındaki tacın ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bu, İran
krallığının tacıdır. Bu kraliçe, Yahudilerin kraliçesidir. Esther Kitabı
Tora'da, belirtilmiştir. Gördüğünüz kız Esther, Yahudilerin İran’daki kraliçesi
olan Esther'dir.” "Higazi'nin "Starbucks kızı"nın kimliği
hakkında hatalar yapmasına rağmen-aslında ortaçağ Fransız mitolojisinden bir
siren (denizkızı) -o bütün Starbucks'u Müslüman dünyasında ortadan kaldırmaya
çağırıyor. Çünkü "Mekke'de ve Medine'de, Yahudilerin kraliçesi olan
Kraliçe Ester'in bir resminin olmasını düşünmek imkansızdır."
Hamas TV
Bilim adamı Dr. Ahmed El Muzain: Bayer, AIDS Tedavisini Peygamber Muhammed'in
Sineklerin Kanatları Hakkındaki Hadisinden Türetmiştir,"13 Kasım 2008.59
"Arap
Köşe Yazarları: Ekonomik Kriz - ABD Hükümeti Tarafından Yapılan Bir Komplo,
Amerikan Yahudileri," 22 Ekim 2008.60
Mısır'dan
Dr. Mustafa el-Fıkki şunları yazıyor: "Bush yönetimi, Amerikan muhafazakâr
sağ ve Yahudi çevrelerince eğitilmiş ve harekete geçirilmişti; (iki aşamalı
olarak) bu görevi yerine getirmek için - Bush'un ilk dönem görev süresinin
başlangıcında ve ikinci görev süresinin bitiminde gerçekleştirildi. Amaç, iki
önemli hedefi gerçekleştirmektir -birincisi 2001'deki küresel siyasi [hedef] ve
2008'de küresel bir ekonomik [hedef] elde etmektir. "Görevin ilk hedefi
tabii ki 11 Eylül saldırılarıydı. El-Fıkki'ye ve diğerlerine göre, 9/11
saldırıları ve küresel ekonomik kriz, global egemenlik kazanmak için güçlü
Amerikalılar ve Batılılar tarafından önceden tasarlanmış misyonlardır.
"İran
TV Belgesel Dizileri Batı Filmlerindeki Siyonist Temaları İzliyor: Er Ryan'ı
Kurtarmak," 30 Haziran 2008. 61
İran film
eleştirmeni Dr. Majid Shah-Hosseini'nin ileri sürdüğü iddialar arasında,
Amerikan filmleri (özellikle Er Ryan'ı Kurtarmak) özensiz ve belki de ağır ağır
Yahudi- Amerikan askerini yüceltir: "Dahası, isimler kafiyeli olmalarından
dolayı seçilebilir. 'Zion' bazen 'Er Ryan'ı Kurtarmak’ta olduğu gibi 'Ryan'
olur. Adların benzerliğini bile kullanıyorlar."
"Mısır'da
Yeni Komplo Kuramı: Saddam Değil, Onun Benzeri İnfaz Edildi," 30 Ocak
2007.62
"TV
Röportajında Pakistanlı Güvenlik Uzmanı Batılı Siyonistleri ve Planlamacı Hindu
Siyonistleri İtham Ediyor 11/26 Mumbai Terör Saldırıları," 4 Aralık 2008.63
"İran
Eğitim Bakanlığında Kültür Danışmanı ve İran TV'sinde Dinlerarası Organizasyon
Üyesi: Tom ve Jerry -Yahudilere Avrupa'da Kirli Fareler Denildiği İçin, Fare
İmajını Geliştirmek üzerine Bir Yahudi Komplosu", 24 Şubat 2006.64
İran İslam
Cumhuriyeti İran Neşriyatı Film Konseyi üyesi ve İran Eğitim Bakanlığı
danışmanı Dr. Hasan Bolkhari'nin verdiği bir konuşmadan alınan bu iktibas,
Müslüman dünyasında o kadar yaygın olan gerçek dışılığın genişliğini ve
derinliğini göstermek için kapsamlı bir şekilde belirtilmeye değer:
Çocukların
sevdiği bir çizgi film var. Onu çok seviyorlar, yetişkinler de Tom ve Jerry'i
severler.
[. . . ]
Bazıları,
Walt Disney [Tom and Jerry bir Hanna Barbera yapımıdır] tarafından bu yapımın
daima hatırlanacağını söylüyor. Yahudi Walt Disney Şirketi bu çizgi film ile
uluslararası ün kazandı. Hâlâ dünya çapında gösterilmektedir. Bu çizgi film,
kedinin ve fare -özellikle de fare- nin şirin maskaralıklarından dolayı
durumunu koruyor. Bazıları, bu çok çekici karikatürü yapmanın başlıca nedeninin,
Avrupa'da yaygın olan belli bir küçümseyici terimi silmek olduğunu söylüyor.
[. . . ]
Avrupa
tarihini okursanız, 19. yüzyılda para ve zenginlikleri toplayan en büyük gücün
kim olduğunu görürsünüz. Çoğu durumda Yahudilerdir. Belki de bu, Hitler'in antisemitik
faaliyetlere başlamasının nedenlerinden biriydi ve sonra krematoryum hakkındaki
kapsamlı propaganda başladı. . . Bazıları doğrudur. Biz hepsini inkar
etmiyoruz. Schindler'in Listesini izleyin. Her Yahudi kıyafetlerinde sarı
yıldız giymeye zorlanmaktaydı. Yahudiler küçük düşürüldü ve "kirli
fareler" olarak adlandırıldı. Tom ve Jerry Avrupalıların fareler
hakkındaki algısını değiştirmek için yapıldı. Kullanılan terimlerden biri
"kirli fare" idi.
Bunu
size anlatmak isterim Farelerin çok
kurnaz olduğunu
belirtmek
gerekir. . . ve kirli.
[. . . ]
Hiçbir
etnik grup ya da kişi, Yahudiler kadar gizli bir şekilde faaliyet
göstermemektedir.
[. . . ]
Avrupa
Yahudilerinin tarihini okuyun. Bu sonuçta Hitler'in nefretine ve kızgınlığına
yol açtı. Görünüşe göre, Hitler, [Zion Liderlerinin Protokolleri] ile perde
arkasında bağlantı kuruyordu.
Tom ve
Jerry tam karşıt imajı göstermek için yapılmıştır. Eğer bu karikatürü yarın
izlerseniz, anlattığım noktaları bir düşünün ve bu perspektiften izleyin. Fare
çok zeki ve akıllıdır. Yaptığı her şey çok tatlıdır. Zavallı kedinin kıçını
tekmeliyor. Yine de bu hareketi farenin küçümsenmesine neden olmaz. Çok güzel
ve çok akıllı görünüyor. . . Tam da bu yüzden bazıları, farenin görüntüsünü
Avrupa çocuklarının zihninden silmek ve farenin kirli olmadığını ve bu
özelliklere sahip olduğunu göstermek için olduğunu söylüyor. Ne yazık ki
Hollywood şovlarında bunun gibi pek çok vaka var.
"Suudi
din adamı Muhammed Al-Munajid: Mickey Mouse Must Die!" 27 Ağustos 2008.65
Ünlü Suudi
İslamcı öğretim görevlisi ve yazar Şeyh Muhammed Al-Munajid, 27 Ağustos 2008'de
El-Mecd TV'de, tartışmalı ifadelerinden ve fetvalarından sonuncusunda, o
farelerin Şeytan'ın askerleri olduğunu ve "İslam hukukuna göre Mickey
Mouse’un her durumda öldürülmesi gerektiğini söylemektedir."
"ABD’de
Hazem Sallah Ebu İsmail'in Al-Risala TV'sinde Mısırlı din adamı ve İslam
Konferansçısı: İslam Peygamberi Muhammed'le Yahudilerin Çatışmaları Üzerine
Konferanslar, U.N. Belgeleri, İnsanları Bozmak İçin Yapılmış Tüm Teşebbüslerin
% 82'sini Doğruladığını İfade Ediyor” 10 Mayıs 2006.66
İsmail,
Mısırlı bir din adamıdır. Muhammed'in savaşlarını tartıştığı The Raids
adlı haftalık bir televizyon şovu vardır. Bir bölümde, bir BM raporuna göre,
Yahudilerin dünyanın video kliplerinin yüzde 82'sinden nasıl sorumlu olduğundan
ve bu sonuca varmasına neden olan yöntemden bahsetmekteydi: "Bütün
insanlığı yozlaştırma girişimlerinin yüzde 82'si Yahudilerden
kaynaklanmaktadır. Bunu bilmelisin, böylece ne yapılması gerektiğini
bilebiliriz."
"Suudi
Yazar Dr. Muhammad el-Arifi, Suudi Din Zenginlikleri Bakanlığı Tarafından
Üretilen Şovunda: Batı'daki Kadınlar Köpekler ve Eşekler ile Evlenir;
Danimarkalı Kadınların % 54'ü Bebeğin Babasının Kim olduğunu bilmez" 6
Nisan 2006.67
"Suudi
Ürolog, İktidarsızlığı Tedavi İçin Kurbağa Böbrekleri (Kurutulmuş ve Topraklı)
ve Öneriler: Doğum Kontrolü Artışı, STDs" 23 Mayıs 2005.68
Bunlara ek
olarak, benzer iddialarda bulunan ve benzer komplo teorilerine abone olan
birçok video ve makale bulunmaktadır. Ortadoğu Medya Araştırma Enstitüsü
(yukarıdaki hikayelerin ve videoların alındığı), hem video sayfasında hem de
Özel Gönderi bölümünde zengin bilgiler sunmaktadır.69
Bu tür
sanrılı materyal neredeyse ezici miktarda olmakla birlikte, Arap dünyasındaki
en iyi gazetecilerden biri olan Adbul Rahman al-Rashed'in başkanlığında Al
Arabiya gibi TV istasyonları, Arap gazeteciliğinin nasıl olması gerektiğine
dair model olarak hizmet veren dünyada ve Londra dışında yayınlanan Asharq
Al-Awsat gibi gazeteler vardır.
* On
ikinci İmamın gizliliğinden sonra herhangi bir yöneticinin meşruiyetini
onaylamayan ana akım Şiilikte durum böyle değildir.
* İnsanoğlunun
ele alınışındaki semptomatik farklılık şöyledir. Genesis’te, hayvanları
adlandıran Adem'dir; Kuran'da ise adlandırmayı yapan Tanrı'dır. Adlandırma,
adlandırılmış bir kişi veya şahsa karşı bir iktidar işaretidir. Müslüman
erkeğin bu gücü yoktu; sadece Allah yaptı.
* İlginç
biçimde, Afgan Taliban aşıları teşvik ediyor.
* Yeni
Ahit, aksine, felaketlerin ve fiziksel sıkıntıların Tanrı'nın günah için
doğrudan cezası olmadığını, doğal sebepler gibi açıklamalar yapma ihtimalini
önemli ölçüde açık bırakıyor.
Örneğin,
Yuhanna 9:2'de havariler Mesih'e, " Öğrencileri İsa’ya, “Rabbi, kim günah
işledi de bu adam kör doğdu? Kendisi mi, yoksa annesi babası mı?” diye
sordular. İsa şu yanıtı verdi: “Ne kendisi, ne de annesi babası günah
işledi.". Aynı şekilde, Siloam Kulesi'nin yıkılmasından sonra on sekiz
kişinin ölümünde günahlarının cezası olarak öldüğü açıklamasını Mesih
reddetmekteydi. (Luke: 4-5). Hristiyan ve Müslüman vahiyleri arasındaki bu
anlayış farkı, İslam medeniyetinde gelişme eksikliği Batı medeniyetinin ise
gelişimi için son derece önemlidir.
Enkaz:
Müslüman Tecrübeleri
Bugün,
Arapların kendilerine göre, Arap Müslüman dünyasının koşulları işlevsizdir.
Bundan ancak söz edilir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Seyyid Cemaleddin el-Afgani
(1839-1897) şunları
söylemekteydi:
"Arap uygarlığının neden bu kadar canlı bir ışığı dünyaya yaydıktan sonra
aniden söndürüldüğünü kendisine sormak hoş görüleblir; o zamandan beri bu
meşale tekrar yakılmamış; ve neden Arap dünyası hala derin bir karanlıkta
gömülü kalmaktadır."1 Bu soru Shakib Arslan tarafından 1960'lı yılların
başlarında yayınlanan ‘Niye Diğerleri İlerlerken Müslümanlar Geride Kaldı’
isimli kitabında tekrarlandı. Çağdaş Arap düşünürleri, Afgani’nin tarif ettiği
karanlıktan söz etmeye devam ediyor.
2005
yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday olan ve "Adonis" isimli takma
adıyla bilinen Suriyeli şair Ali Ahmed Said (d.1930) şunları söylemekteydi:
"Araplara tüm kaynak ve kapasiteleri ile bakarsam ve geçen yüzyılda
başkalarının o dönemde kazandıklarıyla
karşılaştırdığımda,
Araplar olarak dünyada yaratıcı bir varlığımız olmadığı anlamında bir yokolma
safhasında olduğumuzu söylemek zorundayım." Sa'id, dünyasını değiştirecek
olan yaratıcı kapasitesini kaybettiğinde bir insanın soyunun tükendiğini
belirtmekteydi. Sümerler, antik Yunanlılar ve Firavunlar -hepsi tükenmişti.
Dediğine göre, Arap tükenişinin en belirgin işareti "artık var olmayan
düşüncelerle ve kullanılmayan bir bağlamda yeni bir dünyayla karşı
karşıyayız."2
Tunuslu
düşünür Abdelvahab Meddeb, Contre- Preches adlı kitabında, çeşitli
medeniyetlerin Avrupa, Amerika, Japon, Çin, Hint, Afrika, Arap ve
Müslümanlardan oluşan temsilcilerinin bir toplantısını tasavvur etmeye davet
ediyor: "Her birine [temsilciye], uygarlığının insanlığın bugününe ve
geleceğine ne katkıda bulunabileceği sorulur. Arap Müslümanlar ne teklif
edebilir? Hiçbir şey, tasavvuf dışında, belki de. . . Makul bir şekilde yeni bir
yön vermedikçe, İslam inancıyla sınırlandırılan Arap [medeniyetinin] büyük ölü
medeniyetlere katılacağı varsayılabilir."3
Ocak
2008'de Katar el-Raya gazetesine verdiği röportajda, seçkin Suriyeli felsefeci
Sadık Celal el-'Azm, İslam düşünürlerinin artık, "modern bilimin problem
ve sorunlarını ele almayı" bile denemeyeceklerini söylemekteydi. Bir çeşit
ahlaki çocuklaşma için rasyonel yargıdan vazgeçen İslam dini düşüncesi,
öncekinden "daha da derinleşen yoksullaşma" halindedir. "Bugün,"
demekteydi, "emziren yetişkinler hakkında fetva gibi konulara
geldik." Bu, meşhur Mayıs 2007 fetvasına atıfta bulunarak,
evlenmemiş bir erkeğin ve bir kadının birlikte çalışabileceği tek yolun, aynı
odada bir arada aile ilişkisi kurulması ile olurdu . Kadın erkeği
emzirseydi bu yapılabilirdi. el-Azm'in işaret ettiği gibi, bu fetva"
sıradan bir şeyh tarafından değil, aynı zamanda Arap dünyasındaki en prestijli
Müslüman kurum olan El-Ezher Üniversitesi Hadis Bölümü Başkanlığı tarafından
verildi. (Halk tarafından yapılan protestolardan sonra, fetva geri
çekildi.)
Bir başka
örnek, Muhammed'in arkadaşlarının idrar, tükürük veya ter içmek suretiyle
kendilerini kutsayacaklarını Din ve Yaşam-Modern Gündelik Fetvalar adlı
kitabında yazan Mısır Müftüsü Dr. Ali Gum’dan gelmektedir. (Kamusal bir
protesto, Gum'a'nın kitabı geri çekmesine neden oldu.) Ali Gum'a, heykele karşı
ve ayrıca bacaklarını gösteren futbolcuları ve pantolon giyen kadınları
yasaklayan fetvalar da önermişti. el -Azm ayrıca, Arap dünyasının "sinek
hadisi" nin tekrarlarıyla hayat dolu olduğunu işaret eder. (Peygamber)
"Bir ev sineği bir kimsenin içtiği suyun içine düşerse, kanatlarından
birinin hastalığı var, diğeri de hastalığın tedavisi olduğu için, sinek tamamen
suya batırılmalıdır."[Sahih El Buhari: Cilt 4, Kitap 54, Sayı 537].
Bu AIDS tedavisi için bir uygulama olarak düşünülmüştür. 1960'ların sonlarında
yazmış olduğu kitabında el-Azm şunu ileri sürer. "Bu batıl düşünce
biçiminin yayılması. . . yoksulluğun üstüne üstlük bir ek bozulma olduğunu
gösteriyor.”4
Çağdaş bir
umutsuzluk çığlığı, Hintli Müslüman düşünür Raşid Şaz'dan geliyor: "Biz
Müslümanlar bir çelişki ile yaşıyoruz. Eğer gerçekten dünyayı sonuna kadar
yönetmek için emanet edilen en son seçilmiş ulus isek, neden kendi düşüşümüzü
önleyemeyiz? Günümüz Müslüman ulusunun yaklaşık iki milyar nüfusa sahip olması
ve dünyanın geleceğinin bağlı olduğu enerji açısından zengin topraklarda
stratejik olarak yer almasına rağmen tüketicilere indirgeniyor. Yeni teknoloji,
yaşadığımız yolda devrim yarattı ve halen farklı yaşamaya zorluyor ancak bizim
bir ulus olarak bu süreçte hiç payımız yok ve dolayısıyla çevremizdeki
olayların kontrolünü tamamen kaybettik."5
Bu sesler
çok uzun sürmedi çünkü son elli yılda işler daha iyiye gitmedi, kötüleşti. Yol,
reforma doğru değil, ondan uzağa doğrudur. Bir barometre, Mısırlı bir düşünür
olan Halit Muhammed Halid'in 1950'de bir başyapıt olan "Here We Start"
isimli eseridir. On beş yıldan az bir sürede on kez basılan kitap, etkili
reform için gerekli olan din ile siyaset arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır:
"Dinin Tanrı'nın istediği gibi olması gerektiğini unutmamalıyız: krallık
değil peygamber tarafından bildirilen; hükümet değil, rehberlik; ve siyasi
kural değil, tebliğ. Dini açık ve saf tutmak için yapabileceğimiz en iyi şey,
onu siyasetten ayırmak ve onu [siyaset] üzerine yerleştirmektir. Din ile devlet
arasındaki ayrım, dinin devletin eksikliklerinden ve keyfi halinden
[özgürlüğünden] [bağımsız olarak] korunmasına katkıda bulunuyor."6 Bununla
birlikte, 1989'da Halid tüm bunlardan vazgeçtiğinde, ısrar ettiği üstünlüğü
çökertti ve
İslamcıların
İslam dünyası yönetimi için din ve devletin birliğine dair din ve devletin
birleşmesi çağrısı yaptı.7
İnsani
Gelişmedeki Enkaz: Müslüman Şahitlikler
Arap
dünyasının az gelişmişliği, 2002'de başlayan bir dizi çok değerli Birleşmiş
Milletler raporunda açıkça kaydedildi. Sadece Arap âlimlerin BM'nin Arap İnsani
Gelişme Raporlarını hazırladığı unutulmamalıdır - Birleşmiş Milletler
tarafından bu yazının reddedilmesini ve "Orientalistler" olarak bilinen
ünlü Batılı entelektüellerin ürünü veya önyargılı olduğu sonucuna varılmasını
zorlaştıran akıllı bir tercihtir.
2003
yılındaki ikinci rapor, "Bilgi ile irtibatlı ve aynı zamanda çelişkili
olarak, Arap entelektüel mirası günümüzde temel bilgi sorunlarını gündeme getiriyor"
diyor.8 Rapor, bu mirası bilimsel bir perspektiften yoksun ve "bazen de
Arap mirasında "gerçekliğin göz ardı edilmesi" olarak yorumlamakta
cesurdu. "Bilgi sorunları"nın kökeninin mahiyeti bakımından temelde
teolojik olduğunu ileri sürerek yaklaşıyor: "Sonunda, Arap bilinci,
gerçekte bilinç eksikliği ve Arap klasik kültür tecrübesinin desteklediği
bilimsel ve entelektüel temellerin terkine işaret eden doğaüstü içinde
gizlendi."9
BM raporu,
bu kitapta yeralan gelişmelerden doğrudan çıkan Arap entelektüel mirasında
"temel bilgi sorunları"nın belirlenmesinde haklıdır. Fakat BM yazısı
onlara tam olarak doğru sebep bulamıyor. Zorluk, "doğaüstü hayata
gizlenmiş" olmaktan ibaret değildir; bunun yerine, bilim ve diğer her şey
için belirleyici olan bilinçliliğin "gizlendiği", doğaüstü bir
türdür. Gördüğümüz gibi, belirli bir Tanrı kavramıyla sebep olunan doğa
kanununun inkarı, bilimin amacını Müslüman zihninden kaldırdı. Bilimin çabası
doğanın yasalarını keşfetmek olduğundan, bu yasaların aslında olmadığını öğretme
(teolojik nedenlerden ötürü), bilimsel teşebbüsü açıkça cesaret kırıcı kılıyor.
Eş'ari okulu, dünyanın değerini kendi içinde hiçbir yere sahip olamayacağı
şekilde düşürerek, onu öğrenme girişimlerini marjinalize etti.
Bu
caydırmanın boyutu ve hasıl ettiği bilimsel araştırma yetersizliği,
öngörülebileceği gibi, şaşırtıcıdır. Birleşmiş Milletlerin raporları bunu
doğrulamakla birlikte, Pakistanlı fizikçi Pervez Hoodbhoy bu konuda özellikle
etkilidir. Physics Today'in Ağustos 2007 sayısında, dokuzuncu ila onüçüncü
yüzyıldaki İslam’ın Altın Çağı’nın bilimsel katkılarının ardından, "İslam
dünyasındaki bilim aslında çöktü. Bugün yedi yüzyıldan fazla bir süredir
Müslüman dünyasından önemli bir buluş veya keşif ortaya çıkmadı. Bilimsel
kalkınmanın durdurulması, Müslümanların bugünkü marjinalleşmesine ve giderek
artan adaletsizlik ve mağduriyet duygusuna katkıda bulunan tek unsur olmasa
bile, önemli bir unsurdur", demekteydi.10
Hoodbhoy,
Müslüman dünyasında bilimsel sorunun eksikliğini ortaya koyan bir dizi istatistiğe
dikkat çekmektedir. Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi tarafından yapılan
bir araştırmaya göre, İslam ülkelerinde 1000 nüfusa göre sadece 8.5 bilim
insanı, mühendis ve teknisyen vardır, bu dünya ortalamasının (1.000'de 40.7)
ancak yüzde 20'sidir ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (139.3)’ndeki
ülkelerin ortalamasının sadece yüzde 6'sıdır. Bu arada, Hindistan ve
İspanya'nın her biri, kırk altı Müslüman ülkenin tamamından daha fazla dünya
bilim literatürü üretiyor. Hoodbhoy, "Pakistan'ın son 43 yılda sadece
sekiz patent ürettiğini" gösteren resmi istatistiklerden de bahsediyor.
2003 yılına
ait BM İnsani Gelişim Raporu, bu sıkıntılı rakamları genişletiyor. Ülke
nüfusunun milyonla karşılaştırılan bilimsel makaleleri, "bir sanayi
ülkesinde üretilenlerin yaklaşık yüzde 20'sidir. Güney Kore milyon başına 144;
Arap ülkelerinde milyonda 26 üretiyor". 1980'den 2000 yılına kadar yirmi
yıllık dönemde kayıtlı patent sayısını karşılaştıran rapor, Kore'yi 16,328 ile,
Ortadoğu'da ise Mısır, Suriye ve Ürdün dahil olmak üzere dokuz ülkeyi 370 ile
gösterir, üstelik bu patentlerin birçoğu da yabancılara aittir.11
Bu vahim
durum, Müslüman ülkelerin bilimi "İslamcı" yaparak yeniden
canlandırmaya teşebbüs etmeleriyle daha da kötüleştirildi. Hoodbhoy,
"1980'lerde, Batı biliminin alternatifi olarak "İslami bir
bilim" düşünülmüştü", diye yazar. İslami Bilim kavramı, Pakistan,
Suudi Arabistan, Mısır ve diğer ülkelerdeki hükümetlerin desteğini aldı ve
yaygınlaştırıldı", demekteydi. Hoodbhoy, "yeni bilim”in destekçileri,
"akıl yerine vahiyin geçerli bilginin en iyi kılavuzu olacağını",
söylemekteydi.
"İslam
bilimi"nin sonuçları öngörülebilirdi. Hoodbhoy'un anlattığı gibi, sözde
bilim adamları Kuran'dan ayet aldı ve bunları "bilimsel gerçeklerin gerçek
beyanları" olarak kullanmaya çalıştı. Örneğin, "Bazı bilim adamları
Cehennemin sıcaklığını hesapladı, bazıları bilimsel gerçeklerin cennet
cinnisinin kimyasal bileşimini hesapladı. Hiçbiri yeni bir makine veya
enstrüman üretmedi, bir deney yapmadı, hatta tek bir test edilebilir hipotez
oluşturmadı."12
Elbette bir
İslamcı (ya da bir Hristiyan ya da Hindu) bilim olduğunu söylemek, bilimsel
olanın herkes için her yerde aynı olması gerektiğini inkar etmektir. Hidrojen
İslami mi? İslami bir ampul var mı? Özellikle İslami bir bilim için yapılan
iddia, Gazali'nin "Kuran'ın getirdiği bilimlerin tamamı bilimdir"
ifadesine dayanan bir bakış açısı ile ortaya çıkmaktadır.13 Kelimesi kelimesine
uygulandığında, bu öğreti, Sünni Müslümanlar için pratik olarak bilimin
olmadığı anlamına gelmiyor.
Birleşmiş Milletler
Arap Az Gelişmişlik Raporlarının Fazlası
Yıkım
bilimin çok ötesine uzanıyor. Sahra altı Afrika olmasaydı, Arap dünyası sağlık,
eğitim, kişi başı GSYİH ve üretkenlik gibi hemen hemen her insani gelişme
kategorisinde kendini en alt seviyede bulacaktı.
BM Arap
İnsani Gelişme Raporlarına dönersek, yine korkunç sonuçlarla karşılaşırız.
Örneğin, 2002 raporunda, "tüm Arap ülkelerinde GSYİH, 1999'da 531,2 milyar
dolar olarak, tek bir Avrupa ülkesi olan İspanya (595,5 milyar dolar)’dan daha
azdı."14 Petrol ihraçları hesaba katılmazsa, Orta Doğu ihracı
Finlandiya'dan daha azdır. Raporda ayrıca, Arap dünyasının, tüm petrol
zenginlikleri için 1975'ten bu yana "neredeyse durgunluk durumu"
yaşadığı ve kişi başı gerçek gelirin küresel ortalama artışın yılda yüzde
1,3'den fazla olması halinde yıllık olarak sadece yüzde 0,5 oranında arttığı
kaydedilir. BM bildirdiğine göre, "sadece Sahra Güneyi Afrikası Arap
ülkelerinden daha kötüydü." Aynı dönemde, satın alma gücü paritesi Arap
dünyasında yüzde 21,3'ten yüzde 13,9'a geriledi. İşsizlik de Arap dünyasında
inatla yüksekti; "gelişmekte olan dünyadaki en yüksek oranlar
arasında" yüzde 15’lerde idi, yani BM'ye göre gelişmekte olan ülkelerde en
yüksek oranlar arasında.15 Araştırma ve geliştirme alanındaki gayri safi milli
hasılanın yüzde 0,5'ini aşmayan dünya genelinin altındaki yatırımların azlığı
göz önüne alındığında, bu şaşırtıcı değildir.16 Örneğin, 1995 yılında Küba'da
yüzde 2.35 olan seviyeden daha düşük bir seviyedeydi.17
Dahası,
"Arap ülkelerinin zengin olduğu konusunda yaygın bir algıya rağmen,
bölgedeki ekonomik ürün hacmi oldukça düşüktür. 20. yüzyılın sonunda genel
GSYİH (604 milyar ABD doları), İspanya (559 milyar ABD doları) gibi tek bir
Avrupa ülkesininkinden biraz daha fazla ve başka bir Avrupa ülkesi olan İtalya
(1.074 milyar ABD doları) ile karşılaştırıldığında ise çok daha azdı (UNDP
2002).”24
Arap İnsani
Gelişme Raporuna göre, Arap dünyasında üretkenlik oldukça düşüktür. Arap
dünyasının petrol üretimi de dahil olmak üzere, en zengin Müslüman ülkelerdeki
üretkenlik seviyesi Arjantin veya Güney Kore'nin seviyesinin neredeyse yarısı
kadardır. Ayrıca, az miktarda petrol üreten Arap ülkelerinde verimlilik
seviyesi Arjantin veya Güney Kore'nin verimlilik seviyesinin onda birinden daha
azdır.25
ABD
Uluslararası İlişkiler Hazine Müsteşarı John B. Taylor, 2005 yılında Professor
Guido Tabellini'nin çalışmasını kaynak göstererek, "verimlilik, son 20
yılda Ortadoğu'da yılda yüzde 0,7 oranında düştü. Buna karşılık, aynı dönemde
Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ve Doğu Asya’da verimlilik artmaktaydı Bölgesel işsizlik
seviyeleri
yüzde 15'tir ve genç işçiler arasında bu oran yüzde 30'a ulaşmaktadır.",
demekteydi.18
Yaklaşık
300 milyon toplam nüfustan 65 milyon Arap okuma yazma bilmiyor, kadınlarda bu
oran iki kat daha fazladır. 2009 Arap Bilgi Raporu'na göre, bu rakam 2002'den
beri hafif artış göstermekteydi ancak halen 60 milyonun üstündedir.19
Raporda,
"özgürlük açığı" olarak nitelendirdiği hususlar bakımından,
"yedi dünya bölgesinden Arap ülkeleri 1990'ların sonundaki rakamlara göre
en düşük özgürlük puanı almaktadır", denmektedir.20 O zamandan beri çok az
değişiklik oldu.
Birleşmiş
Milletlere göre, Müslüman dünyasında bilimsel ve edebi kitapların üretimi ciddi
bir şekilde yok oluyor. Müslümanlar, dünya nüfusunun yüzde 5'ini
oluşturmalarına rağmen, dünya kitaplarının yalnızca yüzde 1'ini yayınlıyor
. Dahası, edebi veya sanatsal kitapların payları yüzde 1'in altındadır.
Daha da fazlası, Arap pazarında yayınlanan kitapların yüzde 17'si dini
niteliktedir.21 Bu, dünyanın diğer bölgelerindeki ortalamadan yüzde 12 daha
fazladır. "UNESCO'nun dünya yayın hacmiyle ilgili 1991'deki
istatistiklerine bakarsak, Arap ülkelerinde üretilen 6.500 kitapla mukayese
edildiğinde Kuzey Amerika'da 102.000 kitap ve Latin Amerika ve Karayipler'de
ise 42.000 kitap üretildiği görülmektedir."22
Son olarak,
Müslüman dünyasında tercüme edilen kitap sayısı Yunanistan'da çevrilen
kitapların sayısından beş kat daha azdır. Nitekim el-Me'mun döneminden bu yana
geçen bin yılda, Arap topluluğu sadece 10,000 kitap, ya da kabaca İspanya'nın
bir yılda çevirdiği kitap sayısı kadar kitap çevirmiştir.23
Bu acımasız
başarısızlıktan ötürü Suriyeli felsefeci Sadık Celal el -Azm'dan gelen üzücü
bir yazı var: Arap dünyasına baktığımızda, her şeyi tükettiğini, ancak
hammaddeden başka bir şey üretmediğini görüyoruz. Araplardan ne bekleyebiliriz?
Arap dünyasına bir uçtan diğer uca bakın; hiçbir şeyde gerçek katma değer
yoktur. Üretimi cesaretlendirmeyen ve onun için olmayacak bir yapı var. Ne
üretiyoruz? Ne ihraç ediyoruz? İster maddi, ister ekonomik, bilimsel, ister
entelektüel üretimden, ister başka herhangi bir türden söz edin ya da etmeyin
[bu hakikattir]. Örneğin, petrol üretimine bakın. Arapların petrol
endüstrisiyle olan ilişkisi nedir? Petrolü kendi ellerinde, ancak çıkarımı,
arıtımı, pazarlaması veya nakliyesiyle hiçbir ilgileri yoktur. Petrol arama,
çıkarma ve rafine etme için büyük tesislere bakın. Arap uydusuna bakın, içinde
Araplara ait olan ne var? Arapların, gerektirdiği parçaları ve teknolojileri ve
belki de teknisyenleri bile ithal etmeden telefon üretme yeteneklerinden
şüpheliyim.26
Eğitim
açısından, işler daha iyi görünmüyor. Bir Wall Street Journal
makalesinde, Birleşik Arap Emirlikleri ve Dubai hükümdarı Başbakan Şeyh
Muhammed bin Rashid el Maktoum, 300 milyon Arap nüfusunun yarısından fazlasının
yirmi beş yaşın altında olduğunu belirtmektedir. Daha sonra tumturaklı şekilde
sorar: "Peki eğitime ne kadar harcıyoruz? Bölgemizin 22 ülkesinin [Arap
Birliği üyeleri] kişi başına düşen harcamaları, son 15 yılda dünyanın en zengin
30 ülkesinin harcadıklarının % 20'sinden % 10'una düştü."27
Enkazı
anlamlı kılan: İslamcılığın Tohumları
Halife
el-Me'mun'un görkemli Bağdat sarayından bugünün Arap dünyasındaki şartlara
kadar uzanan uzun bir yol var. Ali Allawi, "Abbasi döneminde yirmi otuz
milyon Müslüman'ın yaratıcı çıktısı, modern çağın yaklaşık bir buçuk milyar
Müslümanının çıktısını gölgede bıraktı", diyor.28 2003 BM raporunda dikkat
çekici bir şekilde, Arap dünyasının geçmişini yakalaması gerektiğine dair ince
bir öneri olarak el-Me'mun'un sponsorluğundaki ilk düşünür el-Kindi'den,
‘nereden gelirse gelsin gerçeğin kabulünü teşvik etmek’le ilgili bir iktibas
yer alır. Afgani'nin sorusunu tekrarlarsak: "Bununla birlikte, Arap
uygarlığının, dünyaya canlı bir ışık yaktıktan sonra neden aniden
söndürüldüğünü kendisine sormasına müsaade edilir; o zamandan beri bu meşale
yeniden tutuşturulmamış; ve neden Arap dünyası hala derin karanlıkta
gömülüdür."(Afgani’nin öne sürdüğü gibi,"ani"değil).
Sorun, uzun
bir gerileme dönemi bağlamında ele alınmalıdır. İmparatorlukların çöküşünde her
zamanki gibi, İslam'ın entelektüel canlılığını kaybetmesi politik canlılık
kaybından önce gelmekteydi. 1258'de Bağdat'ı yok eden Moğolların yardımıyla,
küresel bir medeniyet olarak İslam Araplarla birlikte giderek çöktü. Düşüş
tarihini tekrar okumak için hiçbir neden yok. Ortadoğu'da Arapların yerini alan
Osmanlı'nın büyük başarılarından bilindiği gibi bu düşüş kesintisiz değildi.
Bununla birlikte, sonunda, düşüş çok rahatsız edici sorular ortaya attı. Bu,
esas olarak, gelişmiş Batılı güçlerin İslam'ın kutsal topraklarına saldırıları
nedeniyle yaşandı.
İbn
Haldun'un Mukaddime'sinde (Tarihe Giriş) yazdığı gibi,
Müslümanlar "diğer uluslar üzerinde iktidarda bulunma yükümlülüğü
altındadır."29 Allah, "Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir”, sözü
vermemiş miydi? (Kuran 37: 173). İlk yüzyılda İslam'ın şaşırtıcı başarısı,
müminler için kehaneti onaylamadı mı? Başarılmak için bir teolojik zorunluluk
olduğunda başarısızlık özellikle incitici olmaktadır. İslam bir imparatorluk
teolojisi tarafından hareket ettirildiğinden, güç kaybı dikkat çekicidir.
"Fakat bir imparatorluğunuz olmadığında ciddi şekilde yanlış giden bir şey
vardır."30
Napolyon
1798'de Piramitler Savaşında Mısır ordularını mağlup edince (veya daha önce,
Osmanlı İmparatorluğu 1774 yılında Küçük Kaynarca Antlaşması'nı Rusya ile
imzalamaya zorlandığında), her şey ciddi şekilde yanlış gitmeye başladı. O
dönemde Abdullah-el-Cebarti'nin gözlemlediği gibi, ilahi olarak emredilen
şeylerin düzeni tersine çevrilmişti. Müslüman dünyası inanılmaz derecede
teolojik, felsefi ve siyasi karışıklık yaşamaya başladı. Bu yenilgi İslamın
evinde muhtemelen nasıl olabilirdi?
Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra, halifeliğin 1924'te kaldırılması, Türkiye'nin sekülerleşmesi
ve Levant'ın ve Mağrip'in hemen hemen tamamıyla sömürgeleştirilmesiyle durumlar
çok daha kötüleşti. Müslümanlar üzerinde hüküm süren eski düşman Batı idi. Sıkı
İslami eğitimde, gayri müslimin bir İslam ülkesini yönetmesine izin verilmez.
Bir kâfirin bir mümin üzerinde hüküm vermesi bir skandaldır.31 Birdenbire,
İslam dünyasının büyük bir kısmı Batı tarafından yönetiliyordu. İnancın
ilkeleri doğrultusunda bu nasıl anlaşılabilirdi ve bu durumda neler
yapılmalıydı?
Müslümanlardan
iki ayrı cevap geldi. Birincisi, İslam düşüncesinin kireçlenmesiydi ve bu
düşüşün sebebiydi. Böylece, modernleşme ve Batı'dan öğrenme ihtiyacı doğdu.
Buna izin vermek için, İslamın temel öğretilerinin ve ilkelerinin, aslında
modern bilimler ve diğer kazanımlarla uyumlu olmadığını, ancak bu başarıların
altını çizdiğini göstermek için İslam yeniden yorumlanabilirdi. İslam, sadece
kendi dini kurumu tarafından bastırılarak ortaçağda yol gösterici olmuştu. Bu
arada Batı onu aşmak için İslam'ın başarıları üzerine kendi çalışmalarını inşa
etti. Şimdi İslam mirasını Batı'dan geri almak ve daha da geliştirmek
zorundaydı. Bu tepki, Müslümanların Mısır ve Hindistan'daki Batının emperyal
hakimiyeti deneyiminin altında halifeliğin sona ermesinden önce verildi.
Pan-İslamcı
Cemaleddin Afgani, İslam'da iman ve akıl arasında herhangi bir çatışma
olmadığını ve Batı'ya karşı güçlenmek için İslam'ın modernleşmesinin önemini
vurgulamaktaydı. Batı'nın üstünlüğü, esasen büyük ölçüde bilimsel bilgi ve
ondan çıkan iktidar alanında görülmekteydi. Afgani Hindistan'daki ulema
konusundaki konuşmasında kafa karıştırıcıydı: "Bizim kim olduğumuzu ve
bizim için doğru ve uygun olanın ne olduğunu sormuyorlar? Elektrik, buharlı
gemi ve demiryollarının nedenlerini asla sormuyorlar Bizim ulema şu anda ne
çevresini
aydınlatan ne de başkalarına ışık veren çok hafif bir alevin tepesinde çok dar
bir yürüyüş halinde görünüyor."32 Fransız yazar Ernest Renan ile
karşılıklı yazışmalarında Afgani şunları yazmaktaydı. "Gerçek Mümin,
aslında, objektif bilimsel gerçeğe sahip olan çalışmaların yoluna dönmelidir Yoksa
pulluğa sürülen
bir öküz
gibi dogmanın kölesi olarak, hukukun yorumcuları tarafından önceden kendisi
için hazırlanmış izlenecek olukta ebediyen yürüyecektir. Dinin bütün ahlakı ve
tüm bilimleri içerdiğine ikna edilerek, ona kararlı bir şekilde bağlıdır ve
ötesine geçme çabası göstermez... ” el-Afgani, "Hakikatte, İslam dini
bilimi bastırmaya ve gelişimini durdurmaya çalışmaktaydı", demekteydi.33
Sonuç olarak, İslam topraklarının Batılı kolonizasyonuna atıfta bulunarak,
"bilim öncesi alçakgönüllülükle secde edip teslimiyetini onaylama dışında
cehaletin hiçbir alternatifi yoktu", demekteydi.34
Afgani,
İbni Sina da dahil olmak üzere erken İslam düşüncesinin rasyonalizminde yer
alan Mısırlı Muhammed Abduh'un (1849-1905) öğretmeni oldu. Abduh, el-Ezher'deki
dört yıl da dahil olmak üzere geleneksel bir eğitim almış olmasına rağmen,
el-Ezher müfredatında felsefe ve teolojinin eksik öğrenilmesinden ve mesleki
öğrenmeden ötürü isyan etti. Muhafazakâr el- Ezher profesör Şeyh Ulaysh, ona
Mu'tezile'yi takip etmek için Eş'ari öğretisinden vazgeçmiş olup olmadığını
sordu. Abduh yanıt verdi: "Eğer Eş'ari öğretisinin kör kabulünü (taklid)
bırakırsam, neden Mu'tezile’nin kör kabulünü alayım?"35 Bu, zekice bir
cevaptı; çünkü "kör kabul", Mu'tezile’nin öğrettikleri tam da buydu
ve Abduh'un Mu'tezile sempatisini açıkça itiraf etmesi tehlikeli olurdu. Tabii
ki, Abduh reforma yönelik girişimlerinden dolayı sürgüne gönderildi.
Beyrut'tayken Risalat el-Tevhid'i yazdı (İlahi Birlik Üzerine İnceleme).
Kitabın ilk baskısında, 'Abduh, Kuran'ın yaratıldığı -Halq al-Qur'an- ve Tanrı
ile birlikte sonsuz olmadığı düşünceleriyle Mu'tezile konumunu benimseyecek
kadar ileri gitti. Bununla birlikte, bunun sebep olduğu tartışmalar nedeniyle,
kitabın daha sonraki baskılarında bu görüşleri kaldırdı.36
Beyrut'tan
dönen Abduh, el-Ezher'de klasik Arap düşüncesinin tartışmasız klasiği olan
ondördüncü yüzyıldan İbn Haldun'un bile öğretiminin yapılması konusunda reform
yapmakta zorlayıcı engellerle karşılaşmaktaydı. "Sürgünden dönünce daha
sonra el- Ezher Şeyh'i olan Şeyh Muhammed el-Anbabi'ye bazı önerileri teklif
ettim, ancak reddetti. Bir keresinde ona, 'Şeyh, İbn Haldun'un Mukaddime’sinin
(el-Ezher'de öğretilmesinin emredilmesine katılır mısınız?’, diye sordum. Ve ona,
bu işin faydaları hakkında elimden gelen her şeyi anlattım. ‘el-Ezher'de
öğretim geleneğine aykırı düşer’, dedi”.37
Yaratılan
bir Kur'an düşüncesini benimsemenin yanı sıra Risaleler, Mu'tezile öğretisini
ve sesini hatırlatan, Abdül Cebbar tarafından yazılmışlar gibi çok cana yakın
olan diğer pasajları da içerir: " O halde İlahi olarak verileni bilmek ve
içlerindeki hakikati ortaya çıkarmak üzere, onun doğruluğu, varlığı, kanıtların
denetçisi olan akıl nasıl inkar edilebilir?. . . Yine de, bu yükümlülük (vahiyin
tanınması), aklı aynı anda ve noktada iki uyumsuz ya da karşıt gibi rasyonel
imkânsızlıkları kabul etmeyi kapsamaz Fakat çelişkili görünen bir şey varsa,
akıl, görünürlüğün amaçlanan anlamı olmadığına inanmalıdır. Bu durumda,
belirsizliğin oluştuğu peygamber mesajının geri kalanına atıfta bulunarak
hakiki manayı aramak serbesttir."38 Vahiy, fayda prensibi temelinde iyi ve
kötü davranışlardan bazılarını tanımlayarak, yanılabilir olan akıla yardımcı
olmak için verildi.39
Abduh,
“düşüncenin, taklit (benzetme)
engellemesinden
kurtulmasını.. dini bilginin edinilmesinde ilk kaynaklara geri dönmeyi ve
bunları dinde aşırıya gitme veya sapkınlığı önlemek için Allah'ın yarattığı
insan aklının ölçülerinde tartmayı.. ve bu ışıktan bakıldığında, dinin insanı
varoluşun sırlarını araştırmaya iten bilime bir arkadaş olarak hesaba katılması
gerektiğini ispatlamayı.. dilediğini", söylemekteydi."40
'Abduh,
İslam hukukunun en üst otoritesi olan Mısır müftüsü olmak için yükseldi.
Londra’ya görüşmeye gittiği Hem Leo Tolstoy hem de Herbert Spencer'in söylediği
gibi, Abduh "Tanrı'nın iktidarını adalet ilkesine tabi tutma"
konusunda Mu'tezile kadar ileri gitmek istemedi.41 Daha önce gördüğümüz gibi,
onun konumu şudur. "Akıl, eşyanın özüne nüfuz etme yeteneğinden yoksundur.
Eşyanın asli karmaşıklığına ait olan tabiatını ayırt etme çabası ister istemez
saf öze götüreceği için, bu durumda zorunlu olarak bunun akılcı bir yolu
yoktur."
Abduh’un,
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki
Müslümanlara
ve gayrimüslimlere yasa önünde eşitlik sağlayan Tanzimat reformlarını niye
onaylamadığının sebebini not etmek ilginçtir. Bu reformların özüne karşı
çıkmadı ancak, "olması gerektiği gibi din tarafından ve aracılığıyla
yapılmamışlardı, üstelik buna karşı koyularak yapıldılar”, diye itiraz
etmekteydi Bu denli yapılan tüm
değişiklikler kaçınılmaz yasadışı kazalar olduğu için İslam'da başarısız
olmalıdır."42 Abduh için bile, "akıl yasa koyucu değildir" ve
İslam hala meşruiyetin tek kaynağıdır.
Seyyid
Ahmed Han (1817-1898), Hindistan'da akılın önceliği ve Kuran'ın
yaratılmışlığını ısrarla savunan Abduh'dan daha ileri gitti. "İnsanlar
körü körüne bağlılıktan kaçınmazlarsa, Kuran'da ve tartışmasız hadislerde
bulabilecekleri ışığı aramıyorlarsa ve bugünkü din ve bilimleri
uzlaştırmazlarsa, İslam Hindistan'da yok olacaktır."43 Han tarafından
kurulan Aligarh Üniversitesi, Cambridge’e göre model alındı ve burası
entelektüel yenilenme için önemli bir merkez haline geldi. "Bugün var olan
ve öğretmek için kullanılan farklı dini kitaplardan hangisi Batı felsefesini
veya modern bilimsel konuları dinin ilkelerini kullanarak tartışıyor? Dünya'nın
hareketlerini ya da güneşe olan yakınlığını onaylamak ya da reddetmek için
nereye başvurmalıyım? Bu nedenle, bu kitapları okumamak onları okumaktan
binlerce defa daha iyidir. Evet, eğer Müslüman gerçek bir savaşçı olur ve
dinini doğru düşünürse, o zaman savaşa korkusuzca gelsin ve atalarının Yunan
felsefesine yaptıklarını Batılı bilgi ve modern araştırmalara yapsın. O halde
sadece dini kitaplar gerçek kullanımda olacaktır. Sadece papağan gibi
tekrarlayanlar bir şey yap(a)maz".44 “Bugün eskisi gibi hem modern
dünyadaki doktrinleri çürüteceğimiz, hem temellerini zayıflatacağımız, hem de
İslami itikatla ilgili konularla uyum içinde olduklarını göstereceğimiz modern
bir ilahiyata ('ilm al-kelam'a) ihtiyaç duyuyoruz", diye ısrar
etmekteydi.45
Ahmad Khan,
Şeriat'ı reddetti ve Kuran'ın, fiziki realitenin bilinen gerçeklerine uyması
için yeniden yorumlanması gerektiğini söylemekteydi. Mu'tezile'yi yinelemekle
kalmayıp, aynı zamanda Aristo’nun Tanrı'yı "Birinci Neden" olarak
tanımlaması da dahil olmak üzere İslam filozoflarını da benimsemekteydi.46
O'nun öğrencisi Sayyid Ameer Ali (1849-1924), İslam bilim ve kültürünün
çöküşünden dolayı el-Eşari, İbn Hanbel, Gazali ve İbn Teymiyye’yi sorumlu tutmaktaydı.
Ahmad Khan'ın mesajı ulema tarafından şiddetle reddedildi ve Aligarh
Üniversitesi'ni boykot eden ancak sonuçta kendi dini yönergelerini bastırabilen
ortodokslar arasında eleştiriye uğradı. Khan'a gelince, "Kutsal Kabe'nin
mütevellisi (sorumlusu) onu bir İslam düşmanı ve katli vacib ilan etti."47
Afgani bile Han'ı kafir olarak görmekteydi.48
Sonuçta,
Afganistan'daki Muhammed Abduh, Ahmed Khan ve onlar gibi diğerlerinin çabaları,
böylece modern bilim ve rasyonaliteyi başarıyla uygulayabilecek ve hala dini
ortodoksluğunu koruyor olacak olan İslam kültürünün yönünü değiştirmekte
başarısız oldu. Bunun nedeni, 'Abduh'un Tanzimat reformlarına itirazının ima
ettiği üzere, çabaların İslam'dan kaynaklanan bir şey olarak görülmediği ve bu
nedenle "kaçınılmaz yasadışı kazalar" olduğu belirtilmekteydi.
Hatırlanmalıdır ki, geçen on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın
başlarıyla birlikte Eş'arizm, Arap kültürünün her kuytu ve köşesine sızmak için
bin yıl geçirmişti. Etkisi, yalnızca elli yıl veya daha fazla zamanda
kaldırılamazdı.
Bassam
Tibi'ye göre başarısızlığın belki de en önemli nedeni, "İslam modernizmi
hiçbir zaman dogmanın ötesine geçmedi ve dogmatik sınırlar içinde hareket
ederek, esasen kutsal kitapla sınırlı kaldı. Arslan'ın sorduğu ('Müslümanlar
neden geri kaldı?') sorusuna, nedene dayalı bir cevap olmadığından, kültürel
bir yenilik yapılmadı."49 David Pryce-Jones, "Afgani, ilerlemenin
tanımında İslami geçmişe göre bir çelişki inşa etti.", der.50 İronik
biçimde, bu reformcular Selefist hareketin temellerini attılar. Günümüz
İslamcılarının ideolojisinin soykütüklerini bir kez daha Afgani'ye kadar
izlersek, bu anlayışın gücünü, ısrarlı çağrılarında yer alan Peygamberin yoluna
dönmekte görürüz.* (Bu çizgi el- Afgan'dan başlar, Muhammed Abduh, Raşid Rida,
Hassan el-Benna, Seyyid Kutub, Usame bin Ladin ve Ayman el- Zevahiri'ye
uzanır.) Geçmişe dönüşle ilgili sorun, geçmişin değişmeye muktedir olmadığı
yönündedir. Bu şartlar altında on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci
yüzyılın başlarındaki reformlar ne yazık ki ölü doğmuştur. Suudi yazar ve
reformcu Turki el-Hamad, reform için şunları söylemekteydi: "20. yüzyılın
başlarından bugüne insanlardan sürekli duyuyoruz: "[Batı'dan] iyi şeyleri
kabul etmeli ve kötüyü görmezden gelmeliyiz. Böyle bir şeyi yapamazsınız.
Modern uygarlık ürünlerini, yani otomobil, bilgisayar ve benzeri ürünleri göz
önüne aldığınızda, hepsi belirli bir felsefenin, belirli bir düşünce biçiminin
ürünüdür. Eğer ürünü benimser, ancak üreticiyi görmezden gelirseniz -bir
sorununuz olur. Böyle bir şeyi yapamazsınız. [Bizim için] ürün yeni, ancak
düşünce yeni değildir. Geriye doğru bakan gözlerimizle ileriye doğru
gidiyoruz."
*
Regresyonun gücü, İslam için, Kuran'ın Medine'nin yedinci yüzyılın başlarındaki
tasvirine dayanılarak biraz endemiktir: "Siz, insanların iyiliği için
ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" (3: 110) . Eğer
öyleyse, on dört yüz yıl sonra bile Medine'yi taklit etmek, kaçınılmaz surette
reformun amacı haline gelir.
İslamcılığın
Kaynakları
Afgani'nin
İslam medeniyetinin çöküşüyle ilgili soruya verdiği diğer cevabın, bilimin
kaybı ya da Batıya yetişme ihtiyacı ile bir ilgisi bulunmamaktaydı. Krizi,
Müslümanların doğru yolda gitmedikleri için Allah tarafından gönderilen azab
olarak görmekteydi. Tıpkı başarının bir inancın onaylanması olduğu gibi,
başarısızlık da kişisel bir azarlamadır. Allah vaat etmedi mi? "Eğer
inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz" (3:139) Bunun sonucu, eğer en üstün gelecek olan
değilseniz, inanmayanlardan olmalısınız. Bu teolojik bakış açısı içinde, üstün
bir güce yenilme, Müslümanlar'ın Allah'ın yolundan sapmış olduğu hakkında bir
yargı olarak yorumlanmalıdır. İslamcılar tarafından varılan bakış açısı budur.
Müslüman
dünyasında, özellikle Atatürk tarafından 1924'te halifeliğin kaldırılmasıyla
şok olan bir İslam dünyasında, fakat özellikle de İslamcılar arasında
mağduriyet ve muhtemel düzelmeye dair bir hikaye anlatılır. Birinci Dünya
Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüyle birlikte, halifelik kendi
başına bir kabuktu. Bununla birlikte, terk edilmesi bazı Müslümanları tamamen
bir boşluğa düşürdü. Sanki kiliseyi temsil etme yetkisi küçümsenen Vatikan
gibiydi. Halifeliğin sonu nasıl açıklanabilirdi? Onun kaldırılması, Müslüman
Kardeşler, el-Ihvan el-Müslimun gibi restorasyona adanmış ilk İslamcı
örgütlenmelerin varlığına işaret ediyordu. Çoğu Müslüman, Muhammed'in döneminde
sürekli olarak var olmayan hilafete ilişkin İslam mitolojisini paylaşmazken,
yine de medeniyetlerinin gerilemesi için bir açıklama yapmaya gerek duyarlar.
Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da Adolf Hitler’in Nazi Partisi'nden
faydalanabilmesine biraz benzeyen bir durum vardı. Aslında, Mein Kampf'de
bulunan bu mağduriyet duygusu ile ilgili çarpıcı paralellikler vardır. Bu
karşılaştırma tesadüfi değildir. Naziler ile Ihvan'ın kurucusu Hasan
el-Benna'nın Müslüman Kardeşliği’ni Kahverengi Gömleklilerden model aldığında
1930'lara dönük erken İslamcılarla Naziler arasında bağlantılar vardı. Alman
mağduriyet duygusu Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden ve İkinci Reich'in
çöküşünün metafiziksel şokundan gelmekteydi. Bu kayıplar onlar için
düşünülemezdi. Dünya bir ölçüde tersyüz edilmişti. Kaybı anlamak için Hitler ve
arkadaşları ilk olarak iç düşman ve sonra da dış düşman terimleri çerçevesinde
açıklamalarda bulundu. Almanya arkadan bıçaklanmıştı. Alman toplumunda bu
ihanetin geldiği çürümüşlük neredeydi? Irkçı Nazi cevabı, bunların Yahudi
olduğuydu. Üçüncü Reich'in bin yıllık vizyonunu ve Aryan ırkının üstünlüğünü
sağlamak üzere dış düşmana karşı savaş için Almanya Yahudi'yi yoketmeli ve
kendisini arındırmalı idi.
Benzer
şekilde, İslamcılar, Müslüman dünyasında yaygın olarak paylaşılan şikâyet ve
aşağılanma duygusunu, onu restore etmek istedikleri için halifeliği kaybetme
üzerine kurmaya çalışıyor. Uygarlıklarının gerilemesi için yaptıkları
açıklamalar, yukarıda belirtildiği gibi, inanç kaybıdır. Bu sorunun çözümü
açıkça Batı'yı taklit etmek değil, Müslüman inancını kendileri tarafından
tanımlandığı şekilde bozulmamış bir şarta göre restore etmektir. Ayrıca iç
düşman ve sonra da dış düşman aramaya başladılar. Osama bin Ladin'in yardımcısı
Ayman el-Zevahiri, "mürted yerli düşmanı ve Yahudi-Haçlı dış
düşmanı"nı tanımlarken bu formül için tipik bir örnek verir.1 Geçmişin şan
ve yüceliklerini düzeltme çabasının merkezinde, giriş bölümündeki soruların
sorulduğu yer işte burasıdır.
Bugünün
İslamcıları yeni bir şey midir yoksa geçmişten bir şeyin yeniden dirilmesi
midir? Bunun ne kadarı İslam ve İslamcılıktır?* İslamcılık İslam'ın
deformasyonu mudur? Eğer öyleyse, hangi yönden ve nereden gelmiştir? Ve İslam
neden böyle bir deformasyona karşı hassastır?
Oldukça
uzun süre önce, bu sorunun cevabı meşhur İngiliz yazar Hilaire Belloc
tarafından verildi. 1938'de yayınlanan The Great Heresies'te İslam'ın
yeniden doğuşunun şu şekilde olacağını öngörmekteydi: "Din, tüm siyasi
hareket ve değişikliklerin kökenindeydi ve burada çok büyük bir din fiziken
felce uğratıldı, ancak ahlaki olarak yoğun bir şekilde yaşıyordu. Ancak sürekli
olarak dengesiz kalamayacak olan istikrarsız bir dengenin varlığı
içindeyiz."2 Birkaç sayfa sonra Belloc şöyle yazmaktaydı: "[İslami]
kültür, maddi uygulamalarda geri döndü; yeni dersi niye öğrenemeyeceği ve bize
şu an üstünlüğümüzü veren tüm zamansal konularda eşit
olmayacağımızın
nedeni yoktur -halbuki inanç
bakımından
onun altına düştük".3
Belloc,
İslam tarihi bağlamında, yedinci ila Türklerin Viyana kapısı dışında ikinci ve
son kez durdurulduğu on yedinci yüzyıla kadar İslam'ın yeniden doğuşunu
görmekteydi. Sanki modern teknolojiyle donatılarak canlanmış bir İslam, bir
inancın kaybedilmesiyle zayıflamış Batı'ya karşı eskisinden daha fazla öldürücü
bir düşman olurdu.
Belloc'un
önceliği gibi görünse de, yaptığı açıklamada önerdiği terimlerle bugün
yaşananlar yeterince anlaşılabilir mi?
İslam'ın
yüzyıllarca süren genişlemesi, potansiyelinin sınırlarına itilen olağanüstü bir
dinamiğin merkezinden gelmekteydi, ancak yavaş yavaş sessizliğe daldı. Daha
önce de belirtildiği gibi, İslam dünyası birkaç yüzyıllık uyuşukluğundan yalnızca
Batı'nın
müdahaleleriyle
sarsıldı. On dokuzuncu yüzyılın başlarında, Batı, İslam kültürü üzerinde
belirleyici bir üstünlük sergilemişti; çünkü İslam'ın batı etkilerinden
kurtulmaya yönelik savunma girişimleri, Müslümanların tepki verdiği şeylerle
kalıcı olarak işaretlenmişti. Batıya karşı koymak için bir şekilde
Batılılaştılar. Raphael Patai'nin Arap Aklı isimli eserinde belirttiği
gibi, Müslümanların ilerlemelerini ölçen standartlar Batılıdır. Bu, Araplar'ın
kendileri tarafından yazılan BM Arap İnsani Gelişme Raporlarında açıkça
görülmektedir. Nihai bir ironi olarak, Müslüman dünyasında bu duruma karşı en
şiddetli ideolojik tepkiler de Batı ideolojisiyle doludur. İslamcılar, kendisi
ile mücadele etmek için yakalandıkları hastalığı kullanan ama ölümcül olan
dozajlarla sapkın bir tür homeopati uygularlar . Belloc bunu
öngörmedi.
İslamcı
yazarlar, İslam açısından basitçe, ancak asimile oldukları yirminci yüzyıl Batı
ideolojilerinin perspektifi içinde, özellikle de Nietzsche ve Marx'a dayalı
olanları doğru olarak anlayamazlar. (Kısa sürede asimilasyonun ne kadar
kapsamlı olduğunu göreceğiz.) Mısır'daki Seyyid Kutup gibi İslamcılık
alanındaki düşünürler Batı felsefesi ve edebiyatı konusunda çok iyi tecrübeye
sahiplerdi. Kutub, iki yıllık lisansüstü çalışmalar için Birleşik Devletlere
gitmişti (1949-50). Bir materyalist kültür olarak gördükleriyle tamamen kafası
karıştı. Örneğin, Amerikalıların çimleriyle ilgilenme biçiminin materyalizmin
bir işareti, gördüğü ve tanık olduğu cemaat danslarının cinsel dejenerasyon
örnekleri olduğunu düşünüyordu. Onun Batı'ya olan maruziyeti ona olan nefretini
yoğunlaştırdı. Batı yabancılaşması olarak gördüğü problemin çözümü İslam'dı.
İslam göreceliğin ve gözlemlediği manevi ahlaki dejenerasyonun üstesinden
gelebilirdi. İslam Doğuyu olduğu gibi Batı'yı da kurtaracaktı.
Kutup, bunu
yapmak için, Müslümanların, ilerideki mücadeleye hazırlanmak üzere Sahâbe'nin
davranışlarını taklit etmesi gerektiğini söylemekteydi. Ancak, halifeliğin
restorasyonuna götürecek sadık bir "öncü" yü savunarak Leninist terim
ve araçlarını kullandı. (Aslında Kutub, Marksizmi hor görmesine rağmen,
Müslüman Kardeşler'in Mısır Komünist Partisi ile Komünist Enternasyonal'in
irtibat noktasıydı.) Mısır hükümetine muhalefetinden dolayı Kutub, 1966'da
Nasır tarafından asıldı. Bugünkü takipçilerine ilham vermek için bu ikonik
görüntüyü terk ederek darağacına gülümseyerek gittiği anlatılır.
Çağdaş
İslam'ın oldukça heterojen dünyası Atlantik'ten Pasifik'e, Fas'tan güney
Filipinler'e uzanıyor. Bu dünyada bütün dünyada geçerli olan çok az şey var.
Dünyadaki 44 müslüman ülkeden 24'ü İslami kanunları birincil kanun kaynağı
olarak kullanmıyor. Her yerde Müslümanlar İslam'ın beş şartına uyarken,
Endonezya ve Arap dünyasında kültürel açıdan çok farklıdırlar. Bununla
birlikte, bu çok heterojen karakter, homojen olma tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Homojenleştirme motoru Kutub'un güçlü bir kültürlerarası cazibeye
sahip olan İslamcı ideolojisidir. Kutub'un yazıları, Pakistanlı yazar Mevlana
Mevdudi'nin ve Müslüman Kardeşler'in kurucusu Hasan el-Benna'nın yazıları ile
birlikte yeni bildiri olarak görülüyor. Kutub'un öğretileri, örneğin
Endonezya'da en hızlı büyüyen ve sadece aidat ödeyen parti olan Adalet ve Refah
Partisi (PKS)'nin (daha önce bazı aksiliklere maruz kalmasına rağmen) hem de
daha açık bir şekilde şiddete başvuran Jemaah Islamiye’nin temelini teşkil
eder. Çoğu Müslüman ülkede yasaklanan Hizb-ut Tahrir teşkilatı, Orta Asya ve
Batı Avrupa'da oldukça etkili olmuştur. Onun ideolojisinin temeli de Seyyid
Kutub'dur. Hizb-ut Tahrir'in amaçladığı insanlar, aydınlar ve İslam
dünyasındaki üst orta sınıftır. Hizb-ut Tahrir açık bir şekilde şiddeti ve
terörü savunmaz, ancak Kutub'un öğretilerini kullanarak onun için entelektüel
temelleri hazırlar. Öte yandan, Kutub'un ideolojisinden de kaynaklanan El
Kaide, varlığı bulunan elli ülkedeki şiddeti açıkça desteklemektedir. Kutub'un
kardeşi Muhammed, Suudi Arabistan’daki Cidde Abdülaziz Üniversitesi’nde Usame
bin Ladin'e ders verdi. Bir başka Kutub klonu olan Filistin'deki İslami Cihad,
şiddeti savunuyor. İran'ın Yüksek Lideri Ayetullah Ali Hamaney, Kutub'un Sünni-
Şii bölünmesindeki düşüncesinin etkisini gösteren, Kutub'un eserlerinin büyük
bölümünü Farsça'ya çevirdi. Başka bir deyişle, bu yerel bir fenomen değildir.
Bu ideolojinin kültürler arası çekiciliği, İslamın içindeki daha derin bir
krizi yansıtır. En şiddetli biçimde Arap dünyasında, ancak Müslüman dünyasında
ya da ümmetin olduğu her yerde vardır.
Kutub neden
bu kadar popüler ve etkilidir? Bunun İki katlı bir cevabı var. Açıklamanın bir
kısmı, Kutup'un ideolojisinin oynadığı Müslümanların bitmez tükenmez şikayet ve
aşağılanma duygusundan kaynaklanmaktadır. Bu bölüm kendisini zafer ve
imparatorluğa götüren başarı için sahabeyi model alan İslam'ın kendisinden
kaynaklanıyor. Kutub demekteydi ki, Müslümanlar çağın getirdiklerini ortadan
kaldırmalı ve orijinal topluluğa dönmeli, kendilerine Sahabeyi model almalı ve
yaptıkları işe hazırlanıp dünyayı yeniden kazanmalı ve halifeliği yeniden
kurmalıdırlar. Bunu yapmak için enstrüman, hangi İslamcı ile konuştuğunuza
bağlı olarak, ikisi de geleneksel İslam'a dayanan ikna (dava) ve cihadın
bileşimi ya da sadece cihad’dır.
Kutub,
halifeliğin çöküşünde İstanbul'daki Yahudileri komplo kurmakla suçlamaktaydı
("Yahudiler her zaman dünyanın her tarafında İslami canlanmanın
savunucuları aleyhine tüm cephelerde ilan edilen savaşta ana
unsurlardır"), 4 ve kafir olan Batı'yla karşılaşıldığında üstesinden
gelebilmek için etik olmayan Müslümanları yenilmesi gereken iç düşman olarak
adlandırmaktaydı. Programın bu kadarı, Batı ideolojisiyle bulaşma olmaksızın
yalnızca İslam'dan anlaşılabilir.
Bu itirazın
geri kalanı, İslam içinde, bu kitabın konusunu oluşturan aklın önceliğine karşı
iktidarın önceliği üzerine, İslamdaki eski mücadelenin sonuçlarından
kaynaklanmaktadır. Gördüğümüz gibi, bu yarışmanın sonucu, Kutub'un ideolojisi
için böylesine hazır bir kitleyi bulabileceği İslam dünyasının karakterini
belirleyici bir şekilde etkilemekteydi. Nietzsche ve Marx'tan gelen Batılı bin
yıllık barış ve refah dönemiyle ilgili ideolojik düşüncenin bulaşması, bir şeyleri
İslam geleneği içinde üstünü çizerek meşruiyet talep etmeye ehil olmadıkça,
İslamcılığı çekici yapamazdı. Bunun için, İslamcı düşünürler, İslam'ın zengin
tarihi içindeki pek çok teolojik ve felsefi gelenekten, birincil olmakla
birlikte, seçici bir şekilde birini tercih ettiler. Bu düşünce okulu ile Batı
totaliter ideolojisi arasındaki bağ, iradenin önceliğiydi.
Teolojik
düzeyde aklın Eş'ari tarafından alt sınıfa indirilmesi, İslamcılığın modern
laik ideolojiyle olan bağlantısı ve aklın kötülenmesi ve daha sonra kuvvet
kullanımının kutsanmasıdır. Modern Batı ideolojisi aynı zamanda gerçekliğin
başlıca unsurunun irade olduğunu savunur. Elbette Nietzsche'nin kalbindeki ve
şüphesiz onun Sokrates ve Yunan felsefesi üzerine yaptığı analiz budur.
Felsefesi, basitçe hakimiyet için, iktidar için bu iradenin, akla uygun hale
getirilmesi demektir. Nietzsche, herşeyi iradenin nesnesi haline getiren ve
sonra da onu dönüştürecek olan metafizik bir proje kurdu. Saf iradenin aracı
güçtür. Bu projenin politik açıdan basitleştirilmesi Nazi Partisi'ydi. (1933-35
yılları arasındaki Reich’s Chamber of Literature başkanı olan Hans Friedrich
Blunk, "Bu hükümet rasyonalizme muhalefetten doğmuştur.",
demekteydi.) Aynı mantık hatası Marksizm-Leninizm'de yer almaktadır. Alman
İdeolojisi'nde Marx, akılın maddi güçlerin bir uzantısı olduğunu
söylemekteydi.5 Hiçbir meşruiyeti yoktur. İnsanla tartışılmaz; insanlar ikna
edilmez. İnsanı değiştirmek için, tüm üretim araçlarını ele geçirmeli, onları
değiştirmeli ve ardından insanın düşüncesini kuvvet yoluyla değiştirmelidir.
Elbette,
irade ve iktidar gerçekliğin ana unsurları ise, bir dizi tümdengelim
adımlarıyla, totaliter bir rejime ulaşacağız. Başka yolu yok. İlginç olan şey,
saf irade olarak gerçeklik görüşünün, deforme bir teolojiye ya da Hegel ya da
Hobbes'ta olduğu gibi, tamamen laik olan bir ideolojiye ait olup olmadığı
sorusu önem taşımaz; siyasi sonuçlar aynıdır. Peder James Schall'ın gösterdiği
gibi, saf irade kavramı, gerçekliğin temeli olarak zalim bir yönetimde
sonuçlanır. Doğru muhakeme yoluyla dizginlerinden kurtulmuş bozuk bir irade,
siyasi problem olacaktır.
Daha önce
de belirtildiği gibi, Batı'daki zorluklarla karşı karşıya kalırken birçok
Müslüman bunu taklit etmeye çalıştı. Neden, her şeyden önce, modelleri olarak
Batı'nın sunduğu birçok şeyin arasından faşizm ve komünizm gibi en kötülerini
seçtiler? Neden birkaç istisna dışında anayasal demokratik bir düzeni taklit
etmeye çalışmadılar? Orta Doğu'da Bernard Lewis, bunun nedeni olarak, bu
ideolojilerin Batı karşıtı ve anti-Hristiyan olduğunu ve aynı zamanda
"mevcut ideolojilerin ve sosyal stratejilerin birçok yönden hem bölgenin
gerçekleri hem de geleneklerine çok yakından karşılık geldiğini",
söylemekteydi.6 Bununla birlikte, Lewis, Batı'nın yönelimde "bireysel"
ve Ortadoğu’nun “kollektif" olduğunu söylemenin ötesinde, irtibatın ne
olduğunu ayrıntılı olarak açıklamadı. "Kapalı Daire’ isimli
eserinde David Pryce-Jones, "Nazizm ve meydan okuyucu Arap güçleri,
hayatın, zaferinden dolayı galibin mağlup üzerinde iradesinin etkili olduğu
nihayetsiz bir mücadelenin varlığı inancında ortaktır”, diyerek konuya daha da
yaklaşır.7 Daha kapsamlı cevap, iradenin önceliğine ve aklın kınanmasına
dayanan bu modeller yüzünden, daha önce inanmış oldukları bilgilerle daha uyumlu
oldukları için doğal olarak faşizme ve komünizme çekildikleridir. Aklın
önceliğini varsayan politik bir düzene başvurulmadı. Bu doğal benzeşme, seçkin
Mısırlı yazar Mustafa Mahmud ve tanınmış İslamcı Şii yazar Samih Atef El-Zein
gibi solcu milliyetçilerin ve komünistlerin İslamcılığa kolay geçişini açıklar.
İdeoloji
Olarak İslamcılık
Ne komünizm
ne de faşizm Araplar için çalıştı - çünkü onlar herhangi biri için
çalışmamışlardı- ama İslamcılar, komünizm ve faşizmin totaliter programlarını
yuttular ve İslam'ın Eş'ari yorumuyla karıştırdılar. Bu nedenle bu
ideolojilerin özelliklerini ve hatta neredeyse tamamen kullandıkları dilin
özelliklerini karşılaştırabiliriz. Mevlana Mevdudi'nin yazdığı gibi,
"Aslında İslam, bütün dünyanın toplumsal düzenini değiştirmeye ve kendi
inanç ve ideallerine uygun olarak yeniden inşa etmeye çalışan devrimci bir
ideoloji ve programdır. 'Müslüman', devrimci programı yürürlüğe koymak için
İslam tarafından organize edilen Uluslararası İnkılapçı Parti’nin unvanıdır. Ve
"Cihad", İslami Partinin bu amaca ulaşmak için getirdiği devrimci
mücadeleyi ve azami gayreti ifade eder."8 Sadece ikişer kelimenin (‘İslam’
ve ‘Müslüman’ ile ‘Nazizm’ ve ‘komünizm’) değişmesiyle yukarıdaki cümleyi
yeniden okurken, Nazi veya komünist devrimci bakış açılarını temsil etmek için
başka hiçbir kelime değişikliğine gerek olmadığı gibi, aralarında hemen hemen
tam bir ideolojik yakınlık olduğu hemen görülür. Bu, Mevdudi’nin birçok
ifadeleriyle yapılabilir. Örneğin, "İslam, ülkeye veya onu yöneten ulusa
bakılmaksızın yeryüzünün herhangi bir yerindeki, İslam'ın ideolojisine ve
programına muhalif olan tüm devletleri ve hükümetleri yok etmek istemektedir.
İslam'ın amacı, ulusun, İslam'ın standart taşıyıcısının rolünü üstlenmesine
veya ideolojik bir İslam Devletinin kurulması sürecinde ulus yönetimin
zayıflatılmasına bakılmaksızın kendi ideolojisine ve programına dayanarak bir
Devlet kurmaktır."9 Bu gibi beyanlar, Batı totalitarizminin etkisi olmadan
düşünülmez.
Kutub'un
İslam'ı "özgürleştirici bir hareket" ve "aktif bir devrimci
inanç" olarak tanımlamasında da bu açıktır.10 Sudan'lı Hasan el-Turabi’nin
deyişiyle, İslamcılık, kaçınılmaz olarak yürüyüş halindedir; çünkü komünizmde
eskiden sıkça telaffuz edildiği gibi, "Bu tarihin bir dalgasıdır". Bu
tanıdık bir retoriktir, ancak İslam'a ait değildir.
İslamcılıkta
kesinlikle yeni bir unsur vardır. Modern radikal İslamcılık ve yirminci yüzyıl
Batı totaliter hareketleri basitçe birbirine paralel hareket eden birer
yaklaşım değildir. Çok sayıda çapraz etkilenme ve gerçek çalışma bağlantıları
vardır. Bu, Nazizm ve Hitlerin müftüsü Amin el-Hüseyni açısından yeni bir haber
değildir, Laurent Murawiec'in The Mind of Cihad isimli kitabında
belirtildiği gibi, bu tür ilişkiler Sovyetler Birliği ile de var oldu.11 Kutub,
aslında tüm kurtuluş hareketlerinin kendi devrimi bakımından hoş karşılandığını
söylemekteydi. "İslam doktrini, dünyadaki kurtuluş mücadelelerini benimser
ve onları her yerde desteklemektedir".12
İslamcılık,
yirminci yüzyıl Batı ideolojilerinde olduğu gibi, kurtuluş yükünü, sadece
hayatın her yönünü kontrol ederek Allah'ın yeryüzündeki krallığının kendi
versiyonlarını getirebilecek total bir siyaset üzerine yerleştirir. İslamcılık,
geleneksel anlamda bir din değildir. Çoğu din, aslında tüm tek tanrılı olanlar,
insanın önüne muayyen temel konularda benzer olan Tanrı'dan bir vahiyi koyar.
Vahiy, insanoğlunun cennette ebedi yaşamı elde etmek istiyorsa, hayata
geçirmesi beklenen ahlaki bir yasayı içerir. Cennet ahirette bulunur -asla bu
dünyada yoktur. İnsan itaatsiz ise, gönderileceği yer cehennem olacaktır.
Dünyevi ve mutlak olan farklıdır -St. Augustine'in söylediği gibi, insanın
şehri ile Tanrı'nın şehri. Hayat burada bir imtihandır. Adalet sorununun nihai
çözümü, bu gözyaşı örtüsü içinde değil, bir sonraki dünyada Tanrı'nın tahtı
önündedir. İnsanın nihai kaderi aşkınlığın içindedir. Bu genel görüş, Tanrı'nın
nihai kararı ile kurulmuş olduğu üzere kusursuz adaletin görüldüğü Yahudilik,
Hristiyanlık ve İslam tarafından paylaşılıyor.
İslamcılık,
Tanrı ve insanın ayrı alanlarını çökerten ve yeryüzünde mükemmel adalete
ulaşmanın araçlarını kendisine atfeden veya Kutub'un dediği gibi,
"yeryüzündeki tüm adaletsizliği ortadan kaldırmayı" alternatif bir
gerçeklik olarak teklif eden veya daha çok bunda ısrarcı olan klasik anlamda
bir ideolojidir.13 Tarihin iç mükemmelliği kavramı -burada mükemmel adaletin
elde edilmesi- kutsal ya da dinle ilgisi olmayan ideolojinin kalbidir. Gerçeğin
yanısıra sahte versiyonunu yerleştirir ve gerçekliğin taleplerine uygun
olduğunda ısrar eder. Bağlıları, bu ikinci gerçekliğin büyülü dünyasında yaşar
ve yasalarına uyarlar. Gerçek dünyada yaşamakta ve hareket etmekte gibi
görünebilirler, ancak ikinci yanlış gerçekte yerlerini almışlardır. Masum
insanları pişmanlık duymadan öldürmek gibi, kanunlarına göre davrandıkları
zaman -onlara şok edici derecede dayatılmış olan bu ikinci gerçekliğin
sınırlarını bilmedikleri için, diğer insanlar şaşırır ve rahatsız olurlar.
Tanrı
adına Terör’ün
yazarı olan Jessica Stern, ideolojisini siyasi bir hareket olarak değil sahte
bir din olarak anlamaya başlayana kadar başlangıçta İslamcı terörizmle
karşılaşan hemen herkesi etkileyen şaşkınlığı yansıtıyordu. O şöyle yazıyor:
"'kirliliklerle dolu' dünyayı 'temizleyen' kıyamet yanlısı şiddetin aşkın
bir devlet oluşturabileceğini görmek için geldim. Bu kitapta incelenen tüm
terörist gruplar, daha mükemmel bir dünya yarattıklarına inanıyorlar ya da en
azından inanmaya başlamışlardı. Onların bakış açısıyla, adaletsiz dünyayı,
zulüm ve insanlık dışı olan her şeyi arıtıyorlar. Bu projeye başladığımda,
tanıştığım katillerin neden ruhsal bakımdan sarhoş gibi olduklarını
anlayamadım. Şimdi, anladığımı düşünüyorum. Öyle oldukları için."14 Mumbai
polisinin komiser yardımcısı Rakesh Maria, Mumbai'deki 2008 kitle cinayetinin
hayatta kalan tek faili olarak yakalanan terörist Muhammed Ajmal Kasab hakkında
şunları söylemişti:" Yaptığının kutsal bir şey olduğuna inanmaya
yönlendirildi.”15
Tunuslu
reformcu Abdulvahab Meddeb, İslamcı teröristlerden “hiçbir suçlu, suçunu
işledikten sonra yalnızca herhangi bir suçluluk hissi duymakla kalmayıp, aynı
zamanda bu [suçun] kendisine ilahi ödül getireceği yanılsamasını da
barındıranlardan daha aşağılık değildir", diye söz etmekteydi... Kötünün
iyiye dönüşmesi sadece onun suçunu bağışlamakla kalmaz aynı zamanda mutsuz bir
insanı mutlu bir ruh haline getirir."16
Bu nedenle,
terörizm sadece terör değil, bazılarının anında korkunç şeyler yapmasıdır. Bu
terörizm, bir organizasyonda (bir hücre, bir parti veya bir devlet) ona ruh
veren ilke olarak kurumsallaşmış ahlaki bir prensip seviyesine göre
ileri derecede cinayettir. Meddeb'in dediği gibi, dayandırıldığı organizasyonda
"kötünün iyiye dönüştürülmesine" izin veren rasyonalizasyondur.
Harekete geçmek için, teröristler öncelikle şiddetlerinin ahlaki ya da "kutsal"
olduğuna, daha yüksek bir iyiye ulaşacağına inanmalıdırlar. Bu nedenle,
kavranması gereken ilk şey, teröristlerin bunu yapmalarına izin veren terör
örgütüyle vücut bulmuş ideolojidir; bu onların ahlaki meşruiyetinin kaynağıdır.
Bu ideoloji olmadan, onlar veya örgütleri olamaz. O, terörizmdeki
"izm" dir. Daha önce de sözü edilen radikal İslamcılık söz
konusu olduğunda, ideolojinin arkasındaki düşünürlerin üçlüsü Seyyid Kutb,
Hasan el-Benna ve Mevlana Mevdudi'dir.
Gerçekliğin
alternatif gerçekliğe dönüştürülmesi için araçlar, tüm ideolojilerde olduğu
gibi, eski düzeni yok etmek için egemen olan mutlak güce dayanan tam
kontroldur. Kutub, "eski sistemlerin tamamen yok edilmesiyle birlikte
köklü bir dönüşüm Tanrı'nın hâkimiyeti altındaki ideal toplumu garanti altına
alabilir", demekteydi.17 Mevdudi, İslam'ın “dünyadaki tüm zalimane ve kötü
sistemleri yok etmeyi düşünen kapsamlı bir sistem olduğunu ve insanlığın refahı
için en iyi gördüğü kendi reform programını uygular.", demekteydi.18
Çoğu
ideolojiler, hayata geçmenin başlıca engeli olarak dini yerinden etme yönündeki
laik girişimler iken İslamcılık, yine de, cennet ve dünyanın klasik ideolojik
birleşmesini tek bir alemde paylaşan deforme bir teolojiye dayanır. Bu açıdan
bakıldığında baş ideolog Seyyid Kutub, "İslam, yeryüzünü ve cenneti tek
bir sistemde birleştirmeyi seçti”, demekteydi.19 Bu, "Yeryüzünde Allah'ın
kanunlarını tesis etmenin aşikar amacı yalnızca öbür dünya uğruna bir eylem
değildir. Bu dünya ve sonraki dünya ancak iki tamamlayıcı aşamadır. . . İlahi
yasaya uyum sağlama, insanın mutluluğunun bir sonraki hayata ertelendiği
anlamına gelmez, iki aşamadan ilkinde onu gerçek kılar ve ulaşılabilir olmasını
sağlar.20 Diğer bir deyişle, Kutub’un dediği gibi, “yeryüzünde Allah'ın
Egemenliğini yeniden kurmak için" veya "yeni bir dünya yaratmak
için"21 aşkın amaçlar, dünyevi araçlarla başarılabilir.22 Bu açıkça siyasi
bir objektif değil, metafiziksel bir objektiftir. Onun başarısı, Kutub’un
öngördüğü, Marx'ın sınıfsız toplum için ilan ettiğine benzer ürkütücü ses veren
bir durum meydana getirecektir: "İlahi yasanın evrensel olarak kabul
edilmesi, insanın bütün köleleştirme biçiminden tamamen kurtuluşu anlamına
gelir."23 Mevdudi açıklamaktadır ki, bu amaca ulaşmak için, "İslam
bütün dünyayı istemektedir ve sadece bir kısmıyla yetinmez. İnsanların yaşadığı
bütün dünyayı ister ve zorunlu tutar.”24
Kutup'un
siyasi manifestosundaki "tek sistem"inin, yirminci yüzyılın seküler
ideolojilerinin totaliter rejimlerinin özelliklerini ve Platon’un Cumhuriyet’indeki
Sokrates'in proto totaliter kentin özelliklerini çoğaltması şaşırtıcı
olmamalıdır. Socrates, Cumhuriyet'te hayali bir devlet biçiminde, ruhun
düzenini siyasi düzene sokarak ve böyle bir iç içe geçmenin ne anlama geldiğini
bize anlatarak politikanın sınırlarını göstermekteydi. Gerçekte, soruyordu:
Eğer ruhun düzenine göre politik olarak mükemmel bir devlet kurmaya çalışsak,
neye ulaşabiliriz? Cevap: Garnizon devleti, ailenin imhası, sıkı disiplin
altına alınma, özel hayatın kaldırılması, doğumların devlet tarafından kontrol
edilmesi, devlet eğitimi, vb. Başka bir deyişle, siyasi düzen insanın en yüksek
ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Mükemmel adalete erişemeyeceği için siyaset
insan ruhunun hedefine ulaşamaz; eğer böyle yapılması için araç haline
getirilirse, bu korkunç bir zulümle son bulacaktır. Hem Batılı totaliterlerin
hem de İslamcıların içine düştüğü derin hata budur.
Bu nedenle,
Kutub'un ideolojik ruh arkadaşı Mevlana Mevdudi tarafından tanımlandığı gibi,
"böyle bir devlette hiç kimse, meselelerinin herhangi bir alanını kişisel
ve özel olarak göremez. Bu açıdan bakıldığında, İslam devleti Faşist ve
Komünist devletlerle benzerlik taşır."25 Ayrıca, İslam devletini
"laik Batılı demokrasinin gerçek antitezi", olarak belirtmektedir.
Seyyid Kutub, Robespierre'e layık bir çizgide, demektedir ki, "sadece
diktatörlük” tek başına erdemli insanlara siyasi hürriyet" imkânı
tanıyacaktır.26 Başucu okuması Gazali olan Hasan el-Benna, Stalin idaresindeki
Sovyetler Birliği'ni başarılı tek parti sisteminin bir modeli olarak görmekteydi.
Dünyanın
bir kısmı İslamcı devrimin denetiminden uzaklaştığı sürece çatışma devam ediyor
- dar al-harb (savaş alanı) ile -tıpkı, Marksistler tarafından ilan
edildiği gibi burjuva düzeninin tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar veya
Naziler tarafından ilan edildiği gibi aşağı ırkların yok edilmesine veya
köleleştirilmesine kadar yalnızca sürekli devrim. Tam denetim elde
edilemediğinden, Marksistler için sınıfsız bir toplumun gerçekleşme umutlarında
olduğu gibi, krallığa neden ulaşılamadığı konusunda da her zaman için bir
bahane mevcuttur. Yeryüzünde Tanrı'nın krallığının ya da Bin Yıllık Reich'in ya
da sınıfsız toplumun ütopyasını elde edememenin mazereti daima aynı ve kabaca
benzerdir: Bir kâfir elimizden kaçıp kurtuldu, bir Yahudi kaçtı ya da bir
kapitalist bizi atlattı. Böylece, cennet sonsuza dek ertelenir ve savaş kalıcı
bir devrimin parçası olarak devam eder. Kutub'un da söylediği gibi, "Bu
mücadele geçici bir adım değil, sürekli ve kalıcı bir savaş"tır.27 Ve
Hasan el-Benna, "Cihad ile kastettiğim, Kıyamet Günü'ne kadar sürecek olan
görev"dir, demekteydi.28
Sürekli
savaş için gereken yakıt, Marksizm- Leninizm ve Nazizm için olduğu gibi
İslamcılık için de aynıdır; nefret. Sadece nefretin nesnesi değişir -Nazizmde
ırk nefreti, komünizmde sınıf nefreti, radikal İslamcılığın, İslam'ın kendi
versiyonuna uymayan herhangi bir Müslümanı da dahil eden kafirine duyulan
nefret. Lenin, "Nefret etmeliyiz", diye tavsiyede bulunmaktaydı;29
Bin Ladin'in paralel öğretisi aynı derecede açıktır: "Müslümanlarla
kâfirler arasındaki ilişki konusunda, bu, En Yüce’nin Sözü tarafından
özetlenmiştir: "Biz (Müslümanlar) sizi [gayri müslim] red ediyoruz.
Düşmanlık ve nefret sonsuza kadar aramızda hüküm sürecek -sadece siz Allah'a
inanana kadar' [Kuran 60: 4] . Dolayısıyla kalpten gelen şiddetli
düşmanlığın kanıtladığı bir düşmanlık var. . . Nefret herhangi bir zamanda
kalpten sızarsa, bu büyük bir mürteddir! . . . Savaş, düşmanlık ve Müslümandan
kafirlere yöneltilen nefret-dinimizin temelini oluşturuyor."30
Bugün bu mesaj
için en başarılı araç, radikal İslamcıların George Washington Üniversitesi'nde
psikiyatri, siyaset psikolojisi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Dr.
Jerrold M. Post'un, "sanal bir nefret topluluğu" diye adlandırdığı
taraftarları oluşturmak için kullandıkları internettir.31
Mevdudi'nin
belirttiği gibi, zaten demokrasi, İslamcı projeye aykırıdır; çünkü akıl
önceliği, iktidarın önceliğine karşıttır. Antirasyonal bakış açısı, sadece
demokratik, anayasal düzeni gereksiz kılmakla kalmayıp aynı zamanda en çok
korktukları küfür şekli olarak İslamcılara demokrasiyi düşman kılıyor. El Kaide
yazarı Yussuf el-Eyyeri (Haziran 2003'te Riyad'da silahlı bir çatışmada
öldürüldü), son kitabında Bağdat'ın Düşüşünden Sonra Irak'ın Geleceği ve Arap
Yarımadası’nda şunları yazmaktaydı: "Müslümanlar için en büyük endişe
kaynağı Amerikan savaş makinesi değildir. İslam'ın geleceğini tehdit eden unsur
aslında Amerikan Demokrasisi'dir", demişti.32 Demokrasiler siyasi düzenini
akıl ve özgür irade üzerine oturtmakta olduğu ve radikal İslamcıların vahiy
tarafından kesin bir şekilde çözülmüş olduğuna inandıkları sorunları sisteme
bıraktıkları için, radikal İslamcılar demokrasileri doğal ve ölümcül düşmanları
olarak görürler. İnsanların ortaya koyduğu yapay yasalar, sözde otoritesi, her
durum için cevabı daha önceden verilmiş olan ilahi kanunlara çarpması nedeniyle
bir şirk biçimidir. İnsan yasalarını, Allah’ın kanunları seviyesine
yerleştirir. Dolayısıyla bu durum insanı ilahi hale getirmekte ve bir tür siyasi
düzen olarak değil, rakip ve sahte bir din olarak görülmektedir. Seyyid Kutub ‘Kilometre
Taşları'nda, "Kim yasanın halkın hakkı olduğunu söylerse, bu kimse
Müslüman değildir.", diye kaydeder.33
Filistin-Ürdünlü
ilahiyatçı Ebu Muhammed El- Makdisi, Demokrasi: Bir Din! adlı kitabında,
Kutub'un "demokrasi bir din ama Allah'ın dini değildir.", şeklindeki
görüşünü teyit ediyor. Bu yüzden, dini bir görev olarak, Müslümanlar
"demokrasiyi takip edenleri yok etmelidir ve onların takipçilerini düşman
olarak görmeliyiz -onlardan nefret ediyoruz ve onlara karşı büyük bir cihat
sürdürüyoruz."34
2002 Bali
terör saldırılarında suç ortaklığıyla suçlandıktan sonra Temmuz 2006'da
cezaevinden çıkarılan Endonezyalı İslamcı din adamı Ebû Bakar Beşir, Kutub'u
yankılamaktaydı: "İslam'da demokrasi yok, bu nedenle Kuran'ı yorumlamaya
ve ihtiyaçlarınızı karşılamak için İslam'ı bir demokrasi haline getirmeye
çalışmayın". Tanrı'nın kanunları önce gelir. İnsanlar neyin doğru ve nasıl
yaşanacağına karar verme iradesine bağlı değildir. Halkın iradesi Tanrı'nın
iradesine uyacak şekilde eğilmek zorundadır. İstediğimiz demokrasi değil,
Allah- cracy! İslam'ın ilkeleri değiştirilemez ve "demokratik İslam"
gibi saçma birşey yoktur. . . Demokrasi şirktir [küfür] ve haram
[yasak]’dır."35
El-Kaide
sözcüsü Süleyman Ebu Gheith, "Modern dünyamızda sapkınlığın başı
Amerika'dır ve din ile devlet ayrımına dayanan ve halkı Allah'ın yoluna karşı
olan ve Allah'ın yasaklarına izin veren egemen yasalarla yönetme üzerine kurulu
bir kâfir demokratik rejimi yönetir.", demekteydi."36 Görüldüğü gibi
radikal İslamcılar için demokrasinin kendisi küfredici bir haksızlık eylemidir
ve yok edilmesi gerekir.
Bu nedenle,
müslüman din adamı Şeyh Ömer Abdel Rahman'ın ("kör şeyh")
"Müslümanlar her yerde [Amerikan] ulusunu parçalamalı, parçalamalı,
parçalamalı, ekonomilerini mahvetmeli, şirketlerinin üstüne gidilmeli,
elçiliklerini yok etmeli, çıkarlarına saldırmalı, gemilerini batırmalı,. . .
uçaklarını düşürmeli, [ve] karada, denizde ve havada onları öldürmelidir.
Onları nerede bulursanız öldürün. "37
Demokratik
Batı'nın lideri olarak ABD'yi radikal İslamcının yok etme isteğinin basitçe
siyasi bir amaç değil aynı zamanda gerçekliğin dönüşümü için metafizik bir
gereksinim olduğunu anlamak önemlidir. Hizbullah Şeyhi Muhammed Hüseyin
Fadlallah'ın telaffuz ettiği gibi, “Amerika özünde (Amreeka sharrun mutlaq)
kötü" olduğu için Amerika Birleşik Devletleri yok edilmelidir.38
"Bize bir şey önermeniz için savaşmıyoruz", diye uyarmaktaydı eski
bir Hizbullah lideri Hüseyin Massawi. "Sizi ortadan kaldırmak için
savaşıyoruz." 39 Taliban lider Molla Muhammed Ömer, "Gerçek
mesele" demekteydi, "Amerika'nın yok olması. Ve Tanrı istekli, bu
olacak."40
Burjuvaziyi
Marksistlerin, düşük ırkları kendi milenyum projeleri için Nazilerin bertaraf
etmesi gibi, İslamcılık için de bu imha, metafizik olarak gerekli idi. Her ne
kadar kendi davalarında Aryan olmayanlar ya da burjuvaziden ziyade ‘kafirler’
lafzını kullansalar da Radikal İslamcılar, bu yirminci yüzyıl totaliterleri
gibi katliamlarını meşrulaştıran kendi gerçeklik görüşlerini insanlığın büyük
bölümlerini insanlıktan çıkarmak için kullanıyorlar.
Bu
bağlamda, radikal İslamcılık bir neobarbarizm biçimidir. Uygarlık, bir insanı
insanoğlu olarak kabul etme hareketi olarak tanımlanır. Bir barbarın tanımı,
sık sık, insan terimi içermeyen bir anlam evreninden gelmiş ya da bu evreni
seçmiş olması yüzünden, insanı insanoğlu olarak kabul etme davranışını
gerçekleştiremeyen birisinin tanımıdır. Bu yetersizlikten veya reddetmekten
kaynaklanan felaketi abartmak güçtür. Biri başka bir insanı bir insan olarak
kabul edemiyorsa, o zaman insanla hayvan veya insanla Yaratıcı arasındaki farkı
bilmiyor demektir. Bu konulardaki kafa karışıklığı kölelik, insan kurban etme,
yamyamlık, soykırım ve diğer dehşet veren durumlara neden olur. Komünizm ya da
Nazizm yoluyla olduğu gibi, İslamcılık yoluyla, kişi bir başkasını insan olarak
tanıma kabiliyetini kaybeder. Totaliter öncülleri gibi, İslamcılık da insanlığı
bozma; başkalarını hayvana veya daha azına dönüştürme motorudur. Bu karanlık,
yeni kabile tanrısı adına, kişi bir barbara dönüşür.
Kuvvetin Gerekliliği:
Ahlaki Yükümlülük Olarak Terörizm
Hem
komünistler hem de Naziler gibi İslamcılar da, arzu ettikleri dönüşümü
gerçekleştirmek için zorunlu olarak gücü görüyorlar. Akıl iktidarsızdır; Bu
nedenle, kuvvet, temel değişimin tek aracıdır. Muhakemeyi içermeyen bir Tanrı
şiddetin teolojik temellerini belirler. Bu güç doktrinine ait birden fazla
örnek vardır. Bin Ladin'in ruhani danışmanı Abdullah Azzam, "kan
kurbanları ve yaralar olmadan gerçekliği değiştirebileceklerini ya da
toplumları değiştirebileceklerini düşünenler. . . dinimizin özünü
anlamıyorlar.", demekteydi. Fiyat yüksektir: "Şeref kafatası dışında
yüksek yapı inşa etmez. Şeref ve saygınlık sakatlar ve cesetler temeli üzerine
kurulamaz.41 Onun çığlığı: “Sadece cihad ve silah: ne müzakere, ne konferans ve
ne de diyalog."42 Bin Ladin'in yardımcısı Ayman el- Zavahiri, "Reform
sadece Allah uğruna Cihad vasıtasıyla gerçekleşebilir ve Cihad yoluyla
yapılmayan herhangi bir reform çağrısı ölüm ve başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
Savaşın ve çatışmanın doğasını anlamalıyız."43
Mısırlı
el-Cihad'ın eski liderlerinden biri olan Kemal el-Said Habib, Mısır
cihadçılarının davranışlarında "şiddetin, politikayı bir etkileşim aracı
olarak değiştirdiğini" eleştirirken, böyle bir şiddetin cihad
"teolojisinin" dayandığı öncüllerin mantıksal olarak harekete
geçirilmesi olduğunu anlamıyor gibi görünür.44
1998'deki
bir bir röportajda, Hindistan'ın Mumbai kentinde düzenlenen terörist saldırıyı
destekleyen Leşkeri Tayyibe’nin emiri Muhammed Han, şiddetle bağlantıyı gerekli
gördüğünü ilan etmekteydi: "Değişiklik geldiğinde İslam'a karşı olanlar
ezilecek." Mülakatı yapan sorar. ”Zorla mı?" Emir, "Evet”, diye
cevap verir. “Bu, bir zorunluluktur.” 45 Endonezyalı İslamcı Ebû Bakar Beşir,
"İslam mücadelesi yalnızca kriz ve çatışma yoluyla ortaya çıkabilir",
demekteydi. . . İslam'ı iktidara getiren ve topluluğumuzu inşa edenin cihad
olduğunu hatırlayın. Cihadsız İslam olamaz."46
30
Kasım 2005'te, el-Kaide bir ses kaydında retorik olarak sormaktaydı: "Bu
dini nasıl uygulayabiliriz? Bunu barış yoluyla yapabilir miyiz? Bunu mantıkla
yapabilir miyiz? Öneri ve oy pusulasıyla yapabilir miyiz? "Sonra ses şöyle
yanıt vermekteydi: "Bunu yapmanın tek yolu kılıçtır." El-Kaide'nin ortaçağdaki
antirasyonalistlerle
bağını gösteren başka bir el-Kaide kaynağı, felsefeye doğrudan muhalefeti için
şiddet çağrısını duyurmaktaydı: "Mürted rejimlere çağrıda bulunduğumuz
çatışmanın, Sokratik tartışmalar, Platonik idealler ve Aristoteles
diplomasisiyle ilişkisi yok. Fakat bu çatışma kurşunların diyaloğu, suikast,
bombardıman ve imha idealleriyle topun ve makineli tüfeğin diplomasisinden
anlar."47
Bu
görüş Sünnilere özel değildir. Ayetullah Humeyni: "İyi olan her ne olursa
olsun, kılıç sayesinde ve kılıç gölgesinde var. İnsanlar kılıç dışında itaatkar
olmazlar. Kılıç Cennet'in anahtarıdır.", demekteydi. Aralık 2004'te
yaptığı konuşmada, kâfirlere bir hizmet olarak öldürülen kâfirlerin
faydalarından söz etmekteydi. "Savaş, dünya ve her ulus için bir nimettir.
Erkekleri savaşa ve öldürmeye emreden, Allah'ın kendisidir."48 Ve din
adamı Murteza Mütthari, "Şiddet faktörü gereklidir Şiddetin
kullanımına
karşı herhangi bir engelleme yoktur.", demekteydi.49
Radikal
İslamcılar, Tanrı'nın kendi versiyonlarını her yönüyle sınırsız bir iktidar
siyasetine çevirirler. Allah'ın enstrümanları olarak, onlar bu güç için
kanaldır. Tanrı'nın "öncüsü", bir ölçüde Marksizm-Leninizm'de
proleteryanın yerini alan proleteryanın öncüsü gibi, Tanrı'nın yerine geçmiştir
ve Kardinal Joseph Ratzinger'in Kurtuluş Teolojisine; “tüm insanlığı sahte
tanrısına feda etmeye hazır ateistik bir hayranlığı alışkanlık haline getiren
bir totaliterlik”e atıfta bulunarak dikkati çektiği bu durumu üretir.50
1998’deki fetvasında, "Amerikalıları ve müttefiklerini öldürmek"
kararını verdiği sırada Usame bin Ladin ilahi otoritenin bu transferine iyi bir
örnek vermekteydi -Amerikalıları öldürmenin Allah'ın emri", olduğunu iddia
ederek sivillerin ve askerin öldürülmesi fetvası. Marksizm-Leninizm'de olduğu
gibi, güç önceliği ortaya atıldığında, terörizm iktidar için bir sonraki
mantıklı adım haline gelmekteydi. 9/11 Olayı'ndan sonra yayınladığı video'da
Usame bin Ladin'in manevi babası Abdullah Azzam'ın şaşırtıcı ifadesini
benimsemesine yol açan şey şuydu: "Terörizm Allah'ın dininde bir
zorunluluktur.”51 Bu doğru olabilir -yani inanç yayılırken şiddetin bir
yükümlülülük olduğu- yalnızca Tanrı mantıklı hareket etmiyorsa ve dolayısıyla
mantıksız davranması O'nun doğasına aykırı değilse.
Azzam'ın duyurusu,
özellikle de intihar saldırılarıyla sivillerin öldürülmeleri ile ilgili terörü
İslam'ın temel öğretilerine ahlaki bakımdan aykırı ve yabancı bulan
Müslümanların çoğu için yeni bir şeydir. İslam içindeki İslamcılık,
Hristiyanlık içindeki Kurtuluş Teolojisi’nin kabaca benzeri olabilir. Özellikle
Latin Amerika'da, Katoliklik, Hristiyanlığın fakir tercihli seçeneği
aracılığıyla Marksist ideoloji ile enfekte olmuştur. Kurtuluş Teolojisine göre
yoksullara hayır yardımı yapmak yeterli değildir. Yoksulluğa neden olduğu iddia
edilen kurumların kökünü kazımak gerekir. Buna kapitalizmin mülkiyet ve diğer
yönleri dahildir. Bu öğretinin Hristiyan kısmına şiddetin gerekliliği Marksist
kısım tarafından dahil edildi. Rahipler tespihlerini bıraktı, makineli tüfek ve
el bombaları aldı ve devrime katıldı. Bu totaliter kuraklık olayına karşı devam
eden mücadeleyi, Papa II. John Paul kazandı. Özgürlükçü bir ilahiyatçıdan
gelebilecek teklifte Muhammed Navab-Safavi, Müslümanlara seslenmekteydi:
"Endişe tesbihlerinizi atın ve bir silah satın alın. Tesbihleriniz sizi
sessizleştirirken, silahlar İslam düşmanlarını susturur.”52 İslam’da
İslamcılığı kesin dille gayri meşrulaştıran Papa'ya karşılık gelen bir otorite
figürü yoktur ve böyle bir figür olsaydı, İslam'ın Batı ideolojisine ters
düşmesine rağmen meşruiyet iddiasında bulunduğu için, böyle yapacağı
belirsizdir.
Bugünkü
sorun, İslam'daki akıl tarafının kaybolması ve dolayısıyla bu totaliter
enfeksiyona karşı doğal antikorların zayıf olmasıdır. Bugün şahit olduğumuz
durum, insan aklının reddedilmesinin nihai sonuçları ve nedensellik kaybıdır;
çünkü Müslüman dünyasında, onlardan doğan işlevsel olmayan kültürde akıl oyun
dışıdır. Bu akıl tarafının orada olmadığı demek değildir. Fatima Mernissi
etkili bir şekilde şöyle demektedir. "Rasyonalist ve insancıl geleneğin
despotik politikacılar tarafından reddedilmesi gerçeği, bunun olmadığı anlamına
gelmez. Kolu kesik olmak, bir kol eksikliğiyle doğmak demek değildir. Ampute
çalışmaları, kesilen organın kişinin zihninde kaldığını gösterir. Rasyonel
melekemiz ne kadar bastırılırsa, o kadar çok takıntılı oluruz."53
İslam'da
neo-Mu'tezile gibi bir hareket görmek isteyen oldukça akıllı Müslüman
akademisyenler var, bu nedenle akıl önceliğinin restorasyonu, içtihad
kapılarını tekrar açabiliyor ve insancıl, siyasi, anayasal yönetim için
birtakım doğal hukuk temelleri geliştiriyorlar. Nitekim Endonezyalı akademisyen
Harun Nasution (1919-1998) taşıdığı sapkınlık kınanmasına rağmen neo-Mu'tezile
etiketini giymeye hazırdı. Açıkça dikkati çekmekteydi ki, doğal hukukun
tanınması ve toplumsal, ekonomik ve siyasal ilerlemeye zıt oldukları için
Eş'ari occasionalismine ve determinizme karşı idi. İnsanın özgür iradesi ve
hesap verme sorumluluğu konusunda ısrarcıydı.54 Tunus doğumlu reformcu düşünür
Latif Lakhdar, "Mu'tezile ve insan aklıyla yorumlanmaya dayandırılan dinin
kutsal yazılarını konu alan felsefi düşüncenin" canlandırılması çağrısında
bulundu.55 “Metne inanmak ve realiteyi inkar etmek saçma olduğundan, -dini
metni rasyonel tetkik ve araştırmaya konu edinen- açık dini rasyonalizm,
Arap-İslam bölgesinde istenilen dini eğitimin özü olmak zorundadır.”,
demekteydi.56
Eğer İslam
dünyasında pek çok yer olmasa bile bazı yerlerde, biri Kuran'ın Allah'la
birlikte ezeli olmadığını öne sürmeye cesaret ederse, korumasının olması daha
iyidir. Mısır'da Kahire Üniversitesi'nden bir Arap yardımcı doçent olan Dr.
Nasr Hamid Ebu Zayd, dilin insana ait bir özellik olması dolayısıyla Kuran'ın
kısmen insan ürünü olduğunu dile getirerek bir kargaşaya neden oldu. Mu'tezililere
dayanarak, Mu'tezililer, Kur'ân metinlerinden kişinin Tanrı'nın ebedi sözlü
anlatımını değil eylemi yarattığı düşüncesini Kur’andaki metinlerden
çıkardıklarını söylemekteydi. Başka bir deyişle, belirteç ile belirtilmiş
arasındaki ilişki yalnızca insan sözleşmesi ile varolmaktadır; Bu ilişkide
ilahi bir şey yoktur. İlahi söz ve insan aklı arasında bir köprü kurmaya
çalışıyorlardı. Bu nedenle ilahi kelamın, insanlığın refahını sağlamak için
kendi dilini insan dili haline getiren bir olgu olduğunu savunmaktaydı. Bu
dilin insanın ürünü olduğu ve ilahi kelamın insan dilinin kurallarına ve
biçimine saygı duyduğu konusunda ısrar etmekteydiler."57 Bunun için,
mürted olarak yargılandı. 14 Haziran 1995'te, Mısır'da İkinci Dereceden Temyiz
Mahkemesi, Dr. Abu Zeyd'in bir kafir (kafir) olduğuna hükmetti. Bunun sonucu
Müslüman kadınların gayri müslim erkeklerle evlenmesine izin verilmediği için,
eşinden zorunlu bir boşanma oldu. Ancak Dr. Abu Zeyd ve karısı Avrupa'ya kaçtı.
Savunmasında az sayıda ses yükseldi.58 Sürgünde güvenle, yakın zamanda, şunları
söylemekteydi. "İslami Reformasyon 19. yüzyılın başlarında başlamıştı ve
tabii ki daha da erken kökleri vardır. Kuran'ın önemli bir okulu olan Mutezile,
1.000 yıl önce Kur'an'ın kelimesi kelimesine yorumlanmasına gerek olmadığını
ileri sürmekteydi ve bugün bile İranlı akademisyenlerin şaşırtıcı şekilde
eleştirel öğrenim ve yorumlara açık olduğu görülmektedir.”59
Bununla
birlikte, onun sürgün hayatı da bir İranlı olan Abdülkerim Soroush'ın kaderi
gibiydi. Peder Samir Halil Samir, "İslami araştırmalarda akademik derecesi
olan genç bir İranlı Müslüman, geçen gün bana şöyle söylemekteydi: "Artık
Kuran'ın melek Cebrail aracılığıyla Peygambere doğrudan Allah tarafından dikte
edilmiş gibi olduğunu düşünemiyoruz. Yorumlanmalıdır. Ne yazık ki günümüz
İslamında fazla özgürlük yok: birkaç on yıl önce, aydınlarımızdan biri olan
Abdulkerim Soroush üniversite öğretiminde böyle şeyler öğrettiği için görevden
el çektirildi. [Soroush birkaç kez fiziksel saldırıya uğradı] Nihayetinde yaşamak
ve kendini ifade edebilmek için Avrupa'ya göç etmek zorunda kaldı.”60 Yeni
Mu'tezililerin çoğu, büyük Müslüman akılcı teoloji ve felsefe geleneğini
yeniden canlandırmak isteyenler bile Batı'dadır.
Ne yazık ki
Bassam Tibi'nin ikaz ettiği gibi, "Paris, Londra ya da Washington’da olsun
Batıdaki sürgünlerinde bunu daha iyi yapmış olan olan entelektüel açıdan önemli
bu Müslümanlar. . . hala İslami reforma aklı uygulamayı umuyor. Onların
fikirleri İskandinavya'da tartışılır, İslam dünyasında değil."61 Bu Müslümanlar
Avrupa'da dahi sorunlar yaşıyor ve mürtedler olarak etiketlenmenin
tehlikelerine karşı koymak zorundalar. Almanya'daki Tibi, birkaç yıldır
kendisini suikasttan korumak için Alman devletinin sağladığı silahlı korumalar
istemiştir. İngiliz imamı olan Taj Hargey, "inanç hakkında rasyonel ya da
alternatif yorumlarda bulunarak İslam'daki bu kendine özgü dini otoriteye
meydan okumaya cesaret eden ikonoklastik düşünürlerin, liberallerin ve uyumsuz
olanların, her zaman mürtedler, sapkınlar ve inançsızlar gibi
etiketlendiğini", esefle söyler.62
*
İslamcılık burada Müslüman totaliter
ideoloji için bir kısaltma biçimi olarak kullanılır. Bu, terimin bu anlamını
kabul etmeyerek kendini İslamcı ilan edenler olduğu için, bazı açılardan tatmin
edici bir terim değildir. Bununla birlikte, İslam'ın bir dönüşüm sürecini bir
ideoloji olarak tanımlamakta yararlı olacaktır.
*
İslam'da bu kavrama açık emsaller var.
Halife Mu'aviye'nin görevlendirdiği kardeşi Ziyad, Basra'da vali seçildiğinde
halka, "Ben Tanrı'nın her şeye yeten gücü ile yönetiyorum," diye
açıklamaktaydı.
Kriz
İslam
dünyasını ele geçiren büyük kriz Müslümanlara şu soruyu soruyor: "Modern
dünyaya girebilir ve itikadımızı muhafaza edebilir miyiz?" Bu soruda altı
çizilen, Malezya'nın en saygın İslami filozoflarından biri olarak kabul edilen
Chanddra Muzaffer'in belirttiği yaygın algılama şudur ki, "İslam ve
Aydınlanma sonrası laik Batı, birbirine tamamen karşıttır. Müslümanlar Batı'nın
laik dünyasını dönüştürmedikçe Kuran'da somutlaşan adalet vizyonunun hiçbir zaman
gerçekleşmeyeceğini anlayacaklardır."1 Batı'nın dönüşümü objektifti;
sadece dönüşüm araçları ihtilaflıdır: barışçıl veya şiddet? Yukarıdaki sorunun
bir yanıtı İslamcılar ve Usame bin Ladin tarafından verildi. Onun cevabı
hayırdır; modern dünyada inancımızı koruyamayız. Dolayısıyla, modernliği yok
etmeli ve halifeliği yeniden kurmalıyız.
İslamcılığın
cevabı, işlevsiz bir kültüre neden olan teolojik deformasyona dayalı manevi bir
patolojiye dayanıyor. Bu nedenle, sorun mevcut seviyede ele alınmalıdır. Batı'nın
terör bataklığını kurutmak için Ortadoğu'daki ekonomik koşulları iyileştirmesi
gerektiğini söylemek, tek başına derinden hatalıdır. Teröristler, terörizmi
haklı gösteren totaliter bir ideoloji tarafından üretilmektedir. "Kök
nedeni" budur. Birisi Nazizm'le başa çıkabilmek için öncelikle Almanya'da
yoksulluk sorununun çözülmesi gerektiğini ileri sürmüş olsaydı, okul dışında
kendisine gülünürdü. Ancak bugün bu tür düşünce ciddiye alınmaktadır.
Ortadoğu,
deforme bir teolojiyi temel alan işlevsiz bir kültür nedeniyle yoksuldur ve o
seviyede reform yapılmadıkça, ekonomik mühendislik veya anayasal siyasi düzenin
geliştirilmesi başarılı olmayacaktır. Kişi her şeyi ilk nedenlere dayandıran
bir toplumda yaşıyorsa, dünyaya bakmayacak ve nasıl çalıştığını veya nasıl
geliştirileceğini anlamaya çalışmayacaktır. Pervez Hoodbhoy, "işlev
görebilmek için, örgütlü toplumların, modern insana; sebep sonuç ilgisi kuran
insanlara ihtiyacı vardır", diye yazıyor.2 Fuad Ajami'nin gözlemlediği
gibi, sebep sonuç ilgisi kurma yetersizliği İslam dünyasında yaygındır.
Müslüman
dünyasında akılın onarılmasına, Allah'ın içinde ratio olarak yer aldığı
İslam'ın yeniden akılcı hale gelmesine izin veren bir teolojiyi
ayrıntılı olarak hazırlayabilen bir karşılığı var mı? İslam, Samir Halil Samir'in
"Aydınlanma, başka bir deyişle, dünyevi gerçeğin değerini kendi içinde ve
dininden ayrı tuttuğunu, ancak buna karşı olmadığını" savunan bir devrim
düşüncesini üstlenip geliştirebilir mi?3 Bunun gerçekleşmesinin bir an meselesi
olduğunu ileri sürmek boşunadır. Aksi takdirde, Müslümanlar'ın hangi temelde
modernleşebileceğini veya İslam ile diyalog temelinde olabilecek şeyleri
öngörmek güçtür. Çağdaş bilime ve modern siyasi kurumlara sahip olmakla
birlikte Modern dünyaya girmek isteyen ve aynı zamanda itikatlarını muhafaza
etmek isteyen çok sayıda Müslüman var (Türkiye'de ve Endonezya ve Malezya'da
gelişmekte olan demokrasilerde- Hindistan’da izlenen demokratik hayata
dair hiçbir
şey söylemeyen büyük bir Müslüman nüfus). İslam medeniyetinin geçmişteki ihtişamı,
bir zamanlar ilerleme kaydettiğini gösteriyor. Bu ilerleme, İslamcılarınkine
karşıt üstelik inanışa ters düşen farklı fikirler dizisine dayanıyordu.
Fazlur
Rahman, "Kur'ân'ın, kendisinin çok fazla kesin felsefe öğretisine sahip
olmasının yanı sıra, aynı zamanda bu öğretiyle tutarlı kapsamlı bir dünya
görüşü oluşturulması için güçlü bir katalizör olabileceğini", iddia
etmekteydi. İslam tarihinde buna sistematik olarak hiç teşebbüs edilmedi; Bu
yapılabilir ve yapılmalıdır.4 Fazlur Rahman’ın, İslam’da Thomas Aquinas'ın
Hristiyanlıkta üstlendiği faaliyetlere benzeyen bir çabaya dikkati çektiği
görünüyor. Aquinas, Hristiyanlığın kutsal metinlerinde gizli felsefi fikirlerin
varlığını geliştirdi ve akılla bunları uzlaştırdı. Yunan Logos'un
gerçekte Hristiyan Logos'un bir önizlemesi olduğunu gösterdi. Vahiy ve
akıl nihayette aynı kaynakta toplanmaktaydı. Thomist çaba, İsa'dan on üç yüz
yıl sonra gerçekleşti. Bugün, İslam, kronolojik olarak kuruluşundan günümüze
hemen hemen aynı mesafede duruyor. Fazlur Rahman'ın düşüncesini takip edenlerin
de aynı ihtiyacı görüp onun altını çizdiği görevi yerine getirecekler mi? Bunu
yapmak isteyen ve çaba göstermek üzere kamusal alan bulmak için mücadele eden
kayda değer Müslüman düşünürler var.
Ne yazık ki
bugün çekiş kazanan fikirler onların değil. Kriz budur. Bugün İslam dünyasında
geniş kapsamlı cevap onlar gibi insanlardan gelmiyor. El Kaideciler, neo-
Hariciler ve Hanbelilerden geliyor. Analist Tony Corn tarafından tasvir
edildiği gibi, "Geçen 30 yılda, belli bir akım -pan-İslamik
Selefizm-Pan-Arap Sosyalizmi'nin başarısızlığının yol açtığı boşluğu
doldurmasına ve bu süreçte Selefizmin şimdi Müslüman dünyasında yarı hegemonik
bir konuma gelmesine kadar İslamın daha aydınlanmış formlarını marjinalize
etmesine izin verildi."5 Hoodbhoy bu görüşü doğruluyor:
"Fundamentalist hareketler, önemli Müslüman ülkelerdeki entelektüel
söylemi hâkim hale getirdi ve İslam'ın bilim ve akılcılıkla uyumluluğunu
vurgulayan Müslüman modernist hareket, kültürel ve ideolojik hegemonyasını kaybetti.
Modernist siyasal ve kültürel sahneden etkili bir şekilde uzaklaştırıldı ve 50
yıl önce doğan modern eğitim sistemi, önemli İslam ülkelerinde gözle görünür
biçimde çöktü. Ortodoksluk, kendisini Müslümanların kaderini yönlendirmekle
görevlendirmiştir. Fakat toplum için reçetesi, felakete ve muhtemelen
Müslümanlar için yeni bir Karanlık Çağ'a davetten ibarettir".6
Çağdaş
Tunuslu Müslüman düşünür Abdülvahab Meddeb, gelecek felaketi güçlü bir şekilde
şöyle tasvir ediyor: "Daha önce İslam geleneğinde hiç bu kadar kökten
şekilde geliştiği görülmeyen bu anlamsız, mutlak teocentrisizmde dünya bir
mezarlığa dönüşüyor. Mevdudi, Tanrının ölümü ile Batı'yı suçlamaktaysa, biz de
onu insanlığın ölümünü başlatmakla suçlayabiliriz. Onun nefrete dayanan
sistemi, öğrencileri heyecanlandıran ve onları tüm kıtalarda ölüme ve yoketmeye
teşvik eden gerçek dışı totaliter bir yaklaşım getiriyor. Yaşamın bu şekilde
reddedilmesi, teorik muhakemenin pratik akıl yürütme denetimine tabi
olmadığında ortaya çıkan nihilizmdir. . . Bu radikal ve korkunç vizyon, bir
tabula rasa oluşturuyor ve dünyayı, Seyyid Kutub'un kararmış sayfalarında,
nereye baksak, ıssız manzaralar bulduğumuz nükleer sonrası bir yere
dönüştürüyor."7 Meddeb, Kutub'un "kurtuluş" vizyonunun yerine
getirilmesinin "İnsanı kavurucu topraklarda yaşayan ölülere
dönüştüreceğini öngörüyor."8 Ne yazık ki, Kutub her yerdedir. Ve bu
eğilimle hesaplaşmak için çok az şey yapılmaktadır.
İslam'ın
İslamcılığa dönüştürülmesi yalnızca Batı için değil, totaliter teokraside
yaşama arzusu olmayan Müslüman çoğunluk için de kötü bir haberdir. Pakistanlı
gazeteci Ayaz Amir, "Batı için bu sadece terörizm şeklinde fiziksel bir
tehdittir.", demekteydi. "İslam dünyası için. . . bin Ladinizm'e
sıkışmak, zamanla Müslüman karamsarlığının karanlık çağlarına geri dönmektir.
Bu, İslam dünyasını geride tutan çamurla kaplı olmak anlamına geliyor."9
Kendilerini ansızın 1917'de Leninistlerin şiddeti öngören küçük bir grubu
tarafından idare edilirken bulan Rus imparatorluğunun bahtsız halklarına yapılanlardan
daha fazlası birçok Müslümanın, sayıları önemli olmayabilir, başına gelenler
idi. Endonezyalı bir İslamcı tarafından dile getirilen akıl sorunu,
"Liberal İslam'ın hiçbir kadroya sahip olmadığı", şeklindedir.10
Diğer tarafta geniş kadrolar var. Küçük, sıkı organize edilmiş, oldukça
disiplinli ve iyi finanse edilmiş İslamcı gruplar, Leninist başarıyı benzer
taktik propagandalarla ve şiddet yoluyla taklit etmeye çalışıyorlar. İslamcı
mesaj durumun bir açıklaması ve bunun üstesinden gelmek için bir eylem programı
olarak ne kadar cazip hale gelirse, özellikle Arap dünyasında, o kadar kötü
şeyler olur. Bu nedenle, durumun daha da kötüye gitmesi İslamcıların çıkarları
yönündedir. Aslında, olmasını sağlamak için yardımcı olabilirler.
İslamcıların
kendilerine karşı herhangi bir stratejinin yokluğu dışında başarılı olması
kaçınılmaz değildir. Endonezya'nın eski başkanı, dünyanın en büyük Müslüman
örgütünün (Nahdlatul Ulama) manevi başkanı olan Abdurrahman Vahid gibi Müslüman
liderler, İslam'ın zorlayıcı bir alternatif vizyonu sunmayı içeren; nefretin
fanatik ideolojisini içinden geldiği karanlığa geri iten bir karşıt strateji
çağrısında bulunmaktaydılar.11 Vahid Aralık 2009'daki ölümüne kadar yorulmadan
gayriMüslim dünya ile ortaklık kurmayı ısrarla savunuyordu. İslamcı
ideolojinin yıkıcı tahribatının İslam dünyasını batırmasından önce insanlık
onurunu, vicdan ve dini özgürlüğü ve modernliğin faydalarını kitlesel kaynaklı
bir çaba içinde desteklemeye büyük gayret sarf etti. Bu zorlayıcı, fakat
karşılığı olmayan bir çağrıydı.
Mayıs
2008'de Başkan Vahid ile görüşme fırsatım oldu. Ona dokuzuncu yüzyılda
Mu'tezilenin bastırılmasının önemini sorduğumda, biraz anlaşılmaz görünüyor ve
doğrudan tepki vermiyordu ki Mu'tezilenin kamuya açıklandığı düşünülürse bu
durum şaşırtıcı değil. Bununla birlikte, cevaplamanın başka bir yolunu buldu.
Başkan Vahid, Fas'ta Morokko’da bir camiye girmesinin hikayesini anlattı.
Orada, cam bir kasanın altında, Aristo'nun Nicomachean Ethics'in bir
kopyasını görmüştü. O anda, gözyaşlarına boğulduğunu söyledi. Sonra şöyle dedi:
"Orada böyle bir kitap olmasaydı ben köktenci olurdum." Vahid'e,
hemen Aristoteles'in Nicomachean Ethics'ini nasıl bildiğini sordum. Bana
Endonezya'daki babasının yatılı okulunda bu kitabı ilk defa okumuş olduğunu söyledi.
Kuşkusuz bu, Vahid üzerinde İslam'da yer alan bu yeni "fikirler
savaşı"nda kullanılabilecek olan yaratıcı hatta belirleyici etkilerden
yalnızca biriydi.
Aslında
alınan ders radikal İslamcılığa verilen ABD cevabına uygulandığında, bu
hikayede muazzam bir ironi ortaya çıkar; bu radikal İslamcılık, aşağıdaki
cümleyle örtüşebilir. Amerikalı katılımcı tarafından bana anlatılan gerçek bir
hikaye. İslam tarihi ve Arapça dili hakkında geniş bilgiye sahip olan
Guantanamo'daki bir ABD’li sorgulayıcı, eleştirel düşüncenin önemi ve bazı
Müslüman ilahiyatçılardaki rolü üzerine bir konuşma sırasında Aristo'yu
tartışan oldukça profilli bir Arap tutukludan söz etti. Tutuklu, konuyla çok
ilgilendi ve okul sırasında Aristo'yu işittiğini, ancak ülkesinin
öğrencilerinin Aristoteles'in metinlerine erişimi olmadığını söylemekteydi.
Sorgulayıcıya Aristo'nun Arapça eserlerini temin edip edemiyeceğini sordu.
Bununla birlikte, sorgulayıcı tutuklu kütüphanesine bunları getirtmeye
çalışırken Kur'an'a ve daha çok sayıda resim içeren doğa kitapları gibi hafif
okumalara odaklanan kütüphaneciler, bir tutuklunun Aristoteles'le ilgisini
göremedi ya da Aristo’yla ilgileneceğine inanamıyordu. (Bu sorgulayıcıya çekici
gelmişti. "tutuklu, kütüphane görevlilerinden daha entelektüel idi; hiç
kimse bu tutukluların sadece şiddet içeren haydutlar olduğunu
düşünmemeliydi.") Kütüphane Aristoteles'i emanet etmedi ve böylece sorunu
mevcut seviyede ele almanın başka bir fırsatı kaçtı. Bu, ne hakkında olduğunu
bile bilmediğiniz fikirlerin savaşını nasıl kaybedeceğinizin mükemmel bir
örneğidir.
Papa
Benedict XVI, Roma'daki bir öğrenciyle yaptığı konuşmada, hem İslam hem de Batı
için tehlikede olanın temelini özetleyen bir açıklama yaptı. Boş parantezle
gösterilen tek kelimeyi atlayacağım. Demekteydi ki: " Sadece iki seçenek
var. Biri, her şeyin başında ve her şeyin prensibi olan yaratıcı Akılın, aklın
önceliğini tanır; aklın önceliği aynı zamanda özgürlüğün önceliğidir -veya
akıldışılığın önceliği vardır, dünyamızda ve hayatlarımızda işlev gören her şey
yalnızca kazara meydana gelen, marjinal, akılcı olmayan bir sonuçtur - akıl
akıldışıcılığın bir ürünü olurdu. Nihayette her bir proje ispatlanamaz, ancak [
] 'ın büyük seçeneği
akılcılık
ve aklın önceliği seçeneğidir. Bu, mükemmel bir seçenek gibi görünüyor; bu, her
şeyin arkasında kendimizi emanet edebileceğimiz mükemmel bir Beyin olduğunu
bize gösteriyor ".12
Elbette,
yazıda boş parantez içindeki eksik olan kelime Hristiyanlıktır. Soru, İslam
sözcüğünün yerini alıp alamadığı ve deyiminin doğru okunup okunamayacağıdır.
Sünni İslamın, hala mantığın önceliği için açık seçeneği var mı? Gördüğümüz
gibi, kesinlikle bu seçeneği Arapça İslam kültürünün öncüsü olarak kabul
edilen bir zaman dilimi içerisinde Mu'tezile uyguluyordu. O zaman İslam sözcüğü
yerini almış olabilir ve yukarıdaki ifade Mu'tezile inançlarının bir ifadesi
olarak değişmeden dururdu. Ayrıca bugün benzer şeyler yapmaya çalışan Müslüman
düşünürlerin olduğunu da gördük.
Elbette
gayri müslimler Müslümanlar için seçim yapamazlar, fakat George Hourani'nin tavsiyesi,
Fazlur Rahman gibi birçok Müslüman'ın kendi ihtiyaç duyduklarını söyledikleri
şeylere yakındır:
"Müslümanların
takip edecekleri entelektüel yol konusunda bir tercih yapsaydım -İslam'ı
dışarıdan görmek elimde olmayan bir seçim- erken hukukçuların ve Mu'tezilenin
bıraktığı noktalardan başlardım ve açıkça arasında hakkaniyet ve kamusal
çıkarlar ve her aşamada kutsal metne bakmak zorunda kalmadan, insan aklının
doğru ve yanlış kararlarını teşvik edeceği, etik bir teoloji sistemin
yargılarından yararlanacak bir İslam hukuku sistemi geliştirmeye çalışırdım.
Mu'tezile, kendi ahlak teorileri zayıf oldukları halde, modern ahlak
felsefecileri ve teologları tarafından revize edilmesi gereken objektif değer
yargılarını yapabilmemiz için doktrinlerinde doğruydu. Bence bu Müslümanlar
için İslam'ı canlandırmanın en iyi yoludur ve onlara bu zorlu görevde başarılar
diliyorum."13
İslamın
Hourani'nin önerdiği mevcut ikilemden çıkış yolunu bulması halinde, Tanrı’nın
birliği (tevhid) ile akılın birliğini uzlaştırmak gerekir -Tanrı'da,
O'nun yaratışında ve insanda akıl. Eğer akıl bu üçünden herhangi birinde yoksa
ilişki irrasyonelliğe çöker ve "nesnel değer yargıları" yaratmanın
bir yolu olmaz. Eğer Tanrı'nın akılla ilgisi yoksa o zaman O'nun yaratılışı
olacaktır -çünkü nerede olursa olsun rasyonellik geliyor mu? Yaratılış akıl
izinden yoksun olursa, insanın aklı tek başına etkisiz kalır, çünkü karşılık
gelebilecek ve etkileşimde bulunabileceği hiçbir şey olmazdı. Kendisinden
haberdar olabilmek için üzerine düşünecek bir şey bile olmazdı. Hepsi irade
olurdu, ama kör irade olurdu ve buna dayalı herhangi bir inanç kör inanç
olurdu. Akıl ya da vahiyi özerk yapmak her birinin çarpıklığına yol açar. Akıl,
cevaplayamayacağı soruları gündeme getirir ve vahiyin cevapları akıl olmadan
anlaşılamaz. Akıl inançtan (Batı'nın mevcut krizinden) veya inanç akıldan
ayrılırsa (İslam krizi) felakete neden olur; birlikte olmaları gerekir.14
Yukarıda
değinildiği gibi, Thomas Aquinas'ın Hristiyanlık için yaptığı şeyi, birinin
İslam için yapması gerekiyor-yapılabilirse. Bu, Eş'ari voluntarizmi ve
occasionalizminin Kuran'ın ayrılmaz bir parçası mı yoksa daha sonra göz ardı
edilebilir nitelikleri mi olup olmadığına bağlı olacaktır. Doktrinel veya başka
sebeplerden ötürü yapılamazsa, Sünni İslam Eş'arizm'in ahlâki bilinemezci
tasavvurunu ve ona götüren aşırı fideizmi benimsemeye devam ederse, kendini
moderniteye, modern bilime veya demokratik anayasal yönetime uyarlayamaz ve
geleceği çok kasvetli olur. Birçoğunun İslami bir dirilişe yol açtığını düşündüğümüz
zamanımızın çarpıklığı, daha da gergin olabilecek düşüşü işaret edebilir.
İtalya'da yaşayan Libyalı reformist Dr. Muhammed el-Houni, şu sonuca varıyor:
"Arap toplumları yalnızca iki seçenekten birine sahipler; ya Batı
uygarlığına ve kültür kurumlarına olan bağlarını koparmak ve kendilerine zarar
vermeye devam etmek. . . ya da felsefelerinin ölüm ve nefret değil, bir hayat
ve özgürlük felsefesi olması için Ortaçağın dinsel mirasıyla; dini hukukuyla
olan bağlarını geri döndürülemez biçimde koparmak."15
Ya da
Bassam Tibi tarafından ifade edilen, İslam mirasının çok farklı bir yönüne göre
bu tercihi koymanın bir başka yolu var: "Eğer bilginin evrenselliğini
tanıyan İslami ortaçağ rasyonalizmi bir sapıklık olarak ilan edildiyse ve
özgünlük daraltıldığı takdirde kendine ve ötekiliğe karşı kutuplaşmaya
götürürse, yirmi birinci yüzyılın Müslümanları modernliğe başlamada başarısız
olmaya devam edeceklerdir."16
Sorun,
onların ileride gerçekleştirecekleri başarısızlıkların, kendileri için trajik
olduğu kadar, hepimizi sarsabileceğidir. Yirminci yüzyılın kan dolu geçmişinde
görüldüğü gibi, "radikal azınlık tarafından benimsenmiş olsa bile
"irrasyonel önceliği" limitsiz şiddete amansızca yol açar, çünkü
Tanrı ya da insanda iradenin önceliği, sınır tanımaz. Logos'a dayanan
mantıksal iyileşme, akıl sağlığının tek nöbetçisidir. Bu Doğu ve Batı için
zorunludur. "Şimdi gelin, birlikte düşünelim" (Yeşaya, 1:18).
İlk olarak
Slovenya'da bir konferansta bu kitabın konusuna girdim ve daha sonra
Post-Komünist Ekonomi Araştırmaları Merkezi (London) için bir brifing metni
hazırladım. Özellikle başkan Ljubo Sirc ve yürütme direktörü Lisl
Biggs-Davison'a teşvik ve desteklerinden dolayı teşekkür ederim. Earhart
Vakfı'nın cömert desteğine özellikle minnettarım; başkanı Ingrid A. Gregg; ve
yönetim kurulu bana bu kitap için bir araştırma fırsatı verdi. Yıllar önce,
İslam konusuna olan ilgim, fizikçi ve ilahiyatçı peder Stanley Jaki'nin
yazıları ve özellikle, neden bazı gelişmeler yaptıktan sonra İslam dünyasının
hâlâ doğduğu yerde durduğuna dair ikna edici cevaplar verdiği kitabı Bilim ve
Yaratılış’ı ile tetiklendi.
Savunma
Sekreterliği Uluslararası Güvenlik İşlerinden Sorumlu Doğu/Güney Asya bölümünde
çalışırken meslektaşlarımla fikir alışverişlerinden özellikle yararlandım. Aynı
durum, Milli Savunma Üniversitesi'nde Dr. Thomas Blau, Dr. Joe DeSutter, David
Belt ve diğerleriyle yapılan çok verimli görüşmeler için olduğu gibi, özellikle
Orta Doğu ve Güney Asya'dan gelen Müslüman öğrencilerimle yapılan görüşmeler
için de doğrudur. Genel felsefi ve teolojik bilgilenme ile ilgili konuların
yanısıra doğrudan İslam ile ilgili konulara dair, Georgetown Üniversitesi'ndeki
Peder James Schall'ın hem konuşma hem de okuma bilgeliğinden uzun yıllar
yararlandım.
Ayrıca, el
yazmasını okumak için Richard Bastien, Stephen Ulph ve Roger Scruton'a ve
arkadaşım Angelo Codevilla'ya (bu ve diğer birçok şey için) ve onların
tavsiyesine ve Patrick Poole'a ve Jennifer Bryson'a bazı değerli materyaller
için rehberliklerinden dolayı borçluyum. Ortadoğu Medya Araştırma Enstitüsünden
Yigal Carmon, Steven Stalinksy, Menahem Milson ve Daniel Lav ve Westminster
Enstitüsü'nden Patrick Sookhdeo'ya özel teşekkürler.
Bu işi
hayata geçirme konusundaki değerli yardımı için ISI Books'da Jed Donahue,
Christian Tappe, Chris Michalski ve Jennifer Fox'a özel teşekkürler borçluyum.
Karım Blanca, en iyi editörümdür. Tabii ki yalnız benim bu eserdeki hatalar
için sorumluluğum var. Sabırlarından dolayı çocuklarım Michael, Catherine,
Matthew ve Teresa'ya da teşekkür ediyorum. Dokuzuncu yüzyıl Müslüman teolojisi
hakkında bir kitap yazmaya teşebbüsün yarattığı hayal kırıklıklarıyla ilgili
bilgi sahibidirler.
Introduction: Intellectual Suicide
1.
Dimitri Gutas, Greek Thought, Arabic Culture (New York:
Routledge, 1998), 160.
2.
Said to the author in 2005.
3.
Fazlur Rahman, Islam and Modernity (Chicago: University
of Chicago Press, 1982), 157-58.
4.
Rashid Shaz, “Reinventing the Muslim Mind,” at
rashidshaz.com/articles/Reinventing_the_Muslim_Mind. htm.
Chapter 1: The Opening
1.
Samir Khalil Samir, 111 Questions on Islam (San
Francisco: Ignatius Press, 2008), 65-66.
2.
Pervez Hoodbhoy, Islam and Science (London: Zed Books,
1991), 104; Ibn Khaldun, The Muqaddimah: An Introduction to History (London:
Routledge and Kegan Paul, 1978), 32-33.
3.
United Nations Development Programme, Arab Human
Development Report 2003 (New York: United Nations, 2003), 117.
4.
Duncan B. Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constitutional Theory (Beirut Khayats; 1stedition January 1,
1965: paperback, Macdonald Press, March 15, 2007), ch. 3, at http://www.questia.com/library/book/development-
ofmuslim-theology-jurisprudence-and-constitutional-
theory-by-duncan-b-macdonald.jsp.
5.
Majid Fakhry, A History of Islamic Philosophy (New
York: Columbia University Press, 1970 and 1983), 47.
6.
Fazlur Rahman, Islam (Chicago: University of Chicago
Press, 1979, 2002), 89.
7.
Alfred Guillaume, Islam (London: Penguin, 1956), 131.
8.
Muslim, Kitab al-Qadar Hadith 1848.
9.
W. H. T. Gairdner, God as Triune, Creator Incarnate,
Atoner: A Reply to Muhammadan Objections and an Essay in Philosophic Apology
(Madras, Allahabad Calcutta, Rangoon, Colombo: The Christian Literature Society
for India, 1916), 58 footnote, at www.muhammadanism.org, July 15, 2007. (Muslim,
Imam, Sahih Muslim: Being Traditions of the Sayings and Doings of the Prophet
Muhammad as Narrated by His Companions and compiled under the Title
Al-Jami’-Us- Sahih, Translated by ‘Abdul H.
Siddiqi, Vol. IV, ch. MCVI, No.
6421, 1397-98.)
10.
Fazlur Rahman, Revival and Reform in Islam (Oxford:
Oneworld Publications, 2000), 153.
11.
Ignaz Goldziher, Introduction to Islamic Theology and
Law (Princeton: Princeton University Press, 1981), 84-85.
12.
Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constitutional Theory, ch. 3, 5.
13.
Richard C. Martin and Mark R. Woodward, Defenders of
Reason in Islam (Oxford: Oneworld Publications, 2003), 91.
14.
Ibid., 91.
15.
Ibid., 189.
16.
George Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics
(Cambridge: Cambridge University Press, 1985), 104.
17.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 189.
18.
I. M. N. al-Jubouri, History of Islamic Philosophy
(Hertford, England: Authors OnLine Ltd., 2004), 387.
19.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 103.
20.
Ibid., 108.
21.
Goldziher, Introduction to Islamic Theology and Law,
94.
22.
Fakhry, A History of Islamic Philosophy, xvii.
23.
Averroes, Tahafut al-Tahafut (The Incoherence of the
Incoherence) , 325, trans. Simon Van Den Bergh (London: E. J. W. Gibb Memorial
Series, 2008), 325.
24.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 11.
25.
Goldziher, Introduction to Islamic Theology and Law,
101.
26.
James Schall, “Why the Bewilderment? Benedict XVI on
Natural Law,” Ignatius Insight, october 27, 2007, www.ignatiusinsight.com.
27.
A. J. Wensinek, The Muslim Creed (Cambridge: Cambridge
University Press, 1932), 62-63.
28.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 97.
29.
“Causation in Islamic Thought,” Philip P. Wiener, ed.,
Dictionary of the History of Ideas (New York: Charles Scribner’s Sons,
1973-74), Volume 1, 288, at http ://etext.virginia.edu/cgi-local/DHI/dhi.cgi?
id=dv 1 - 39.
30.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 186.
31.
Ibid., 96.
32.
Ibid., 100.
33.
Ibid., 97.
34.
Ibid., 97.
35.
Ibid., 93.
36.
Fakhry, A History of Islamic Philosophy, 47.
37.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 92.
38.
Ibid., 93.
39.
De Lacy O’Leary, Islamic Thought and its Place in
History (New Delhi: Goodword Books, 2001), 124. Also available as Arabic
Thought and its Place in History, at www.sacred-texts.com.
40.
Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constitutional Theory, 136.
M. Abdul Hye, “Ash‘arism,” in A
History of Muslim Philosophy, M. M. Sharif, ed. (Pakistan Philosophical
Congress), ch. 11, at http://www.muslimphilosophy.com/hmp/index.ht ml.
41.
Imad N. Shehadeh, “The Predicament of Islamic
Monotheism,” Biblotheca Sacra 161 (April-June 2004), 156.
42.
Goldziher, Introduction to Islamic Theology and Law,
101.
43.
Joseph Kenny, Theological Themes Common to Islam and
Christianity (Lagos, Nigeria: Dominican Publications, 1997), ch. 5, 1.
44.
Ibid., ch. 4, 2.
45.
“Ash‘ariyya and Mu‘tazila,” at www.muslimphilosophy.com/ip/rep/H052.htm),
4.
Thomas Aquinas, Reasons for the
Faith against Muslim Objections, ch. 3, at http://www.catholicapologetics.info/apologetics/i
slam/rationes.htm.
46.
Ibid.
47.
Hoodbhoy, Islam and Science, 98.
48.
Fakhry, A History of Islamic Philosophy, 14.
49.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 96.
50.
Frances Luttikhuizen, “Early Eastern Christianity and
Its Contribution to Science,” Christianity and Society, Vol. XV, No. 1 (April
2005): 7.
51.
Fakhry, A History of Islamic Philosophy, 71.
52.
Gutas, Greek Thought, Arabic Culture, 15859.
53.
Joseph Kenny, Philosophy of the Muslim World
(Washington, DC: The Council for Research in Values and Philosophy, 2003), 154.
54.
Averroes, The Book of the Decisive Treatise , trans.
Charles E. Butterworth (Provo, UT: Brigham Young University, 2001),section 10.
Also cited by Terence J. Kleven, “‘For Truth Does Not Oppose Truth’: The
Argument of Divine Law and Philosophy in
Averroes’ The Book of the Decisive
Treatise (Kitab Fasl al-Maqal),” unpublished paper, 9.
55.
Averroes, Faith and Reason in Islam: Averroes’
Exposition of Religious Arguments , trans. by Ibrahim Najjar (Oxford: Oneworld
Publications, 2001), 16-17. See also, Averroes, On the Harmony of Religions and
Philosophy: “Now, it being established
that the Law makes the observation
and consideration of creation by reason obligatory—and consideration is nothing
but to make explicit the implicit— this can only be done through reason. Thus
we must look into creation with the reason.” Posted at http://www.fordham.edu/halsall/source/1190aver
roes.html.
Chapter 2: W. Montgomery Watt, Muslim Intellectual:
A Study of Al-Ghazali (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1963), 21. The
Overthrow of the Mu‘tazilites Abuz-Zubair, Imam Ahmad ibn Hanbal: Life &
Madhab, at http://www.islamicawakening.com/viewarticle.php?articl
eID=1193&.
1.
Kenny, Theological Themes Common to Islam and
Christianity, ch. 5, 1.
2.
Joseph Kenny, Philosophy of the Muslim World at http://www.diafrica.org/kenny/phil/default.htm,
6.
3.
Hoodbhoy, Islam and Science, 111.
4.
Gutas, Greek Thought, Arabic Culture, 161162.
5.
Hoodbhoy, Islam and Science, 101.
6.
Gutas, Greek Thought, Arabic Culture, 163.
7.
G. W. Kayani, “The Political Factors That Brought the
Asharite School to a Majority,” May 2005, at www.hawza.org.uk.
8.
Albert Hourani, A History of the Arab Peoples (New
York: Warner Books, 1992), 182.
9.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 57.
10.
Hoodbhoy, Islam and Science, 100.
11.
Ibid.
12.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 42.
13.
Raphael Patai, The Arab Mind (New York: Hatherleigh
Press, 2002), 395.
14.
Stanley L. Jaki, “The Physics of Impetus and the
Impetus of the Qur’an,” Modern Age (Spring, 1985), 159.
Floy E. Doull, “Peace with Islam,”
Animus (December 2004), 10, at http://www2.swgc.mun.ca/animus/Articles/Volu
me%209/doull.pdf
15.
W. Montgomery Watt, Islamic Philosophy and Theology
(Edinburgh: University Press Edinburgh, 1962), 76.
16.
Rahman, Islam, 123.
17.
Edward Mortimer, Faith and Power: The Politics of Islam
(New York: Random House/Vintage Books, 1982): 74.
18.
Hye, “Ash‘arism,” A History of Muslim Philosophy, ch.
11.
Hadith quoted at http://www.muslimwiki.com/mw/index.php/Bida’ah.
19.
Ibn Hanbal.
20.
A. Zumarlee, ed., The Foundations of the Sunna (April
1991), 169. Quoted by Stephen Ulph, “The Fabric of Qur’anic Scripture,”
unpublished paper, 3.
21.
Hoodbhoy, Islam and Science, 99.
22.
Raymond Ibrahim, The Al-Qaeda Reader (New York:
Broadway Books, 2007), 8.
23.
Kenny, Theological Themes Common to Islam and
Christianity, ch. 4, 8.
24.
Hoodbhoy, Islam and Science, 99.
25.
Posted at allaahuakbar.net, 2008.
26.
Macdonald, Development of Muslim Theology, Jurisprudence
and Constitutional Theory, 14.
27.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 10.
28.
Muhammad Arkoun, Islam: To Reform or To Subvert?
(London: Saqi Books, 2006), 161.
W. H. T. Gairdner, The Rebuke of
Islam (London: United Council for Missionary Education,1920), also posted at www.muhammadanism.org,
March 6, 2003.
29.
Hye, “Ash‘arism,” 4.
30.
Watt, Islamic Philosophy and Theology, 65.
31.
Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constitutional Theory, Chapter 3, 9.
32.
Ibid.
33.
Averroes, Tahafut al-Tahufat (The
Incoherence of the Incoherence),
522.
34.
Macdonald, Development of Muslim
Theology, Jurisprudence and
Constitutional Theory , 7.
35.
T. J. De Boer, The History of Philosophy in Islam (New
York: Dover Publications, 1967), 163.
36.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 119.
37.
Hye, “Ash‘arism,” 20.
38.
Fadlou Shehadi, Ghazali’s Unique Unknowable God
(Leiden, Netherlands: E. J. Brill, 1964), 83.
39.
Rahman, Islam, 62.
40.
Ibid., 107.
41.
Shehadeh, “The Predicament of Islamic Monotheism,” 155.
42.
Ibid., 149.
43.
From Simon Van Den Bergh’s introduction to Averroes’s
The Incoherence of the Incoherence, “I may remark here that it seems to me
probable that Nicholas of Autrecourt, ‘the medieval Hume,’ was influenced by
Ghazali’s Ash‘arite theories. He denies in the same way as Ghazali the logical
connexion between cause and effect: ex eo quod aliqua res est cognita esse, non
potest evidenter evidentia reducta in primum principium vel in certitudinem
primi principii inferri, quod alia res sit (cf. Lappe, Nicolaus von Autrecourt,
Beitr. z. Gesch. d. Phil. d. M. B.vi, H.2, 11); he gives the same example of
ignis and stupa, he seems to hold also the Ash‘arite thesis of God as the sole
cause of all action (cf. op. cit., 24), and he quotes in one place Ghazali’s
Metaphysics (cf. N. Of Autrecourt, Exigit ordo executionis, in Mediaeval
Studies, vol. i, ed. by J. Reginald O’Donnell, Toronto, 1931, 208).” Posted at:
http://www.wikilivres.info/wiki/The_Incoherence
_of_the_Incoherence/Introduction.
44.
Benedict XVI, : “Creation Is a Revelation of God’s
Presence,” National Catholic Register (November 20, 2005).
Cardinal Joseph Ratzinger, “The
Permanent Significance of the Christian Faith,” Subiaco, Italy, April 1, 2005, at
http://www.catholic.org/featured/headline.php?I D=2424.
45.
see Jaki’s extraordinary monograph, Jesus, Islam,
Science (Pickney, MI: Real View Books, 2001).
Chapter 3: The Metaphysics of the Will
1.
Lucretius, De Rerum Natura, v. 76-81.
2.
Malise Ruthven, Islam in the World (New York: Oxford
University Press, 1984), 195.
3.
Hoodbhoy, Islam and Science, 120.
4.
Doull, “Peace with Islam,” 11.
5.
Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constitutional Theory.
Majid Fakhry, Classical Arguments
for the Existence of God, at http://www.muslimphilosophy.com/ip/pg1.htm.
6.
Louis Gardet, Ilm al-Kalam, 10, at www.muslimphilosophy.com/ei/kalam.
htm.
7.
R. J. McCarthy, “Abu Bakr al-Baqillani,” at http://www.muslimphilosophy.com/ei2/baqillani.htm.
8.
Al-Ghazali, The Incoherence of the Philosophers, trans.
Michael E. Marmura (Provo, UT: Brigham University Press, 1997), 170.
9.
Ibid.
10.
Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles, Book 3, ch. 97,
at http://www. opstjoseph.
org/Students/study/thomas/ContraGentiles3b.htm
#97.
11.
Al-Ghazali, The Incoherence of the Philosophers, 174.
12.
Ibid.
13.
Ibid.
14.
Duncan Macdonald, Aspects of Islam (New York: Macmillan
Company, 1911), 142. Posted at www.muhammadanism.org, July 26, 2003.
15.
Averroes, Faith and Reason in Islam, 87.
16.
Ahmad ibn Naqib al-Misri, Reliance of the Traveller: A
Classic Manual of Sacred Islamic Law (Umdat al-Salik) , edited and translated
by Nuh Ha Mim Keller, revised edition (Beltsville, MD: Amana Publications,
1997).
17.
Guillaume, Islam, 141. See also Joseph Kenny,
Philosophy of the Muslim World, 61.
18.
As stated to the author in Washington, DC, 2005.
19.
Hoodbhoy, Islam and Science, 54.
20.
Ibid., 55.
21.
Ibid., 47.
22.
Averroes, Tahafut al-Tahufat (The
Incoherence of the Incoherence),
522.
23.
Majid Fakhry, Rationality in Islamic Philosophy, 508.
24.
Averroes, The Incoherence of the Incoherence, 317.
25.
Ibid., 325.
26.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 17.
27.
Rahman, Islam, 61.
28.
Ibid., 106.
29.
Ibid.
30.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 133.
31.
Rahman, Islam, 106.
32.
Remi Brague, The Law of God (Chicago: University of
Chicago Press, 2007), 166.
33.
Plato, The Euthyphro
34.
Kitâb al-Ibâna ‘an Usul al-Diyâna, trans. W. Klein (New
Haven, 1940), 47-49. www.sacred-texts.com.
35.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics , 125.
36.
John A. Williams, ed., Islam: An Anthology of Some Key
Texts Across the Entire Spectrum of Islamic Tradition (Forgotten
Books, 1962), 193.
37.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 17.
38.
Doull, “Peace with Islam,” 15.
39.
Algis Valiunas, “Encountering Islam,” Claremont Review
of Books, Spring 2007, 32.
40.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 133.
41.
Laurent Murawiec, The Mind of Jihad (Cambridge:
Cambridge University Press, 2008), 155.
42.
Regensburg: University Address cited at http://www.ewtn.com/library/papaldoc/b16bavaria11.htm
.
43.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 170.
44.
Al-Misri, Reliance of the Traveller.
45.
Joseph Kenny, Islamic Monotheism: Principles and
Consequence, 8.
46.
Ed Husain, The Islamist (London: Penguin Books, 2007),
42.
47.
Murawiec, The Mind of Jihad, 156.
48.
Lawrence Wright, “The Rebellion Within,” New Yorker,
June 2, 2008.
49.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 61.
50.
Brague, The Law of God, 160.
51.
Bassam Tibi, Islam’s Predicament with Modernity (New
York: Routledge: 2009), 244.
52.
Ibid., 254.
53.
Samir Khalil Samir, “Imams’ Ignorance Holds Back
Cultural Development of Those Who Want to Live According to Islam,” Asia
News
(September 6, 2006), at:
http://www.asianews.it/index.php?l=en&art=7143&dos=
73&size=A.
54.
Remi Brague, “Are Non-Theocratic Regimes Possible?”
Intercollegiate Review (Spring, 2006), 11.
55.
Goldziher, Introduction to Islamic Theology and Law,
16.
56.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 33.
57.
Ibid., 140 and 156.
58.
Ibid., 156.
59.
Al-Ghazali, The Incoherence of the Philosophers.
60.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 144.
61.
Gairdner, The Rebuke of Islam, 58.
62.
Ibid. Quotation from Al Hadis, Mishkat-ul- Masabih,
trans. al-Haj Maulana Fazlul Karim (New Delhi, India, Islamic Book Service,
1998), Vol. 3, ch. xxxii, 454w, 117-18.
63.
Sir William Muir, Corân (London: Society for Promoting
Christian Knowledge, 1854), 55-56, at www.muhammadanism.org,
September, 2006.
64.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 173
(Fisal, 3:98 and 105).
65.
Ibid., 174 (Fisal, 3:92).
66.
Shehadeh, “The Predicament of Islamic Monotheism,” 149.
67.
Jaki, Science and Creation, 214; Maimonides, Guide for
the Perplexed, Part 1, ch. 73, 128.
68.
Doull, “Peace with Islam,” 11.
69.
Ibid. (Hegel, “Arabic Philosophy” in Lectures on the
History of Philosophy (ed. Brown), 38-39.)
70.
Oswald Spengler, The Decline of the West, trans. Arthur
Helps (Oxford: Oxford University Press, 1991).
71.
Shehadeh, “The Predicament of Islamic Monotheism,” 149.
72.
Fakhry, Rationality in Islamic Philosophy, 207-8.
73.
Duncan Macdonald, Aspects of Islam, 136138.
74.
Duncan Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constitutional Theory.
75.
Al-Shahrastani.
76.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 59.
77.
Williams, Islam, 192.
78.
Averroes, Faith and Reason in Islam, 107.
79.
Eric L. Ormsby, ed., Theodicy in Islamic Thought
(Princeton: Princeton University Press, 1984), 40-41.
80.
Len Goodman, “Humanism and Islamic Ethics,” Logos, 1.2
(Spring, 2002), 16.
81.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 12.
82.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 59.
83.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 122.
84.
Al-Ghazali, The Incoherence of the Philosophers, 177.
85.
Plato, Cratylus.
86.
Rahman, Islam, 97.
87.
Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constituional Theory, 203.
Chapter 4: The Triumph of Ash‘arism
1.
Watt, Islamic Philosophy and Theology, 49.
2.
Ibid.
Sheikh Abu-Uthman Faisal bin Qazar
al-Jassim, The ‘Ash‘aris: In the Scales of Ahl us-Sunnah, 11, at http://www.salafimanhaj.com/pdf/SalafiManhaj_
AshariCreed.pdf.
3.
M. Saeed Sheikh, Islamic Philosophy, 104.
4.
Al-Ghazali, Deliverance from Error, 3, at http://www.fordham.edu/halsall/basis/1100ghazali-
truth.html, from The Sacred Books
and Early Literature of the East,
Charles F. Horne, ed. (New York: Parke, Austin, & Lipscomb, 1917), Vol. VI:
Medieval Arabia,
99-133. This was a reprint of The
Confessions of al-Ghazali, trans. Claud Field (London: J. Murray, 1909).
5.
Ibid., 9.
6.
Ibid., 11.
7.
Al-Ghazali, The Incoherence of the
Incoherence. (Pagination in the
printed version only.)
8.
Ibid.
9.
Al-Ghazali, Deliverance from Error, 3.
10.
Ibid.
11.
Ibid., 4.
12.
Ibid.
13.
Ibid.
14.
Ibid., 4, 5.
15.
Ibid., 5.
16.
Ibid.
17.
Ibid.
18.
Ibid.
19.
Ibid., 7.
20.
Al-Ghazali, The Incoherence of the Philosophers.
21.
Kenny, Theological Themes Common to Islam and
Christianity, chap. 11, 4.
22.
Al-Ghazali, Deliverance from Error, 14.
23.
Ibid., 15.
24.
Ibid., 16.
25.
Ibid., 21.
26.
Ibid.
27.
Macdonald, Aspects of Islam, 201.
28.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 112.
29.
Fakhry, A History of Islamic Philosophy, 243.
30.
M. Saeed Sheikh, “Al-Ghazali,” A History of Muslim
Philosophy, at http://ghazali.org/articles/hmp-4-
30.htm#INF.
31.
Rahman, Islam, 137.
32.
Ibid., 142.
33.
Goldziher, Introduction to Islamic Theology and Law,
151.
34.
Ibid., 153.
35.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 88.
36.
Eric L. Ormsby, “The Taste of Truth,” in God and
Creation: An Ecumenical Symposium, eds., David B. Burrell and Bernard
McGinn (South Bend, IN: University
of Notre Dame, 1990), 151, at http://www.ghazali.org/articles/e01.pdf.
37.
Al-Ghazali, Deliverance from Error, 61, at http://ghazali.org/articles/hmp-4-30.htm#_ftnref107.
Ibid., 18, at http://www.fordham.edu/halsall/basis/1100ghazali-
truth.html.
38.
Ibid.
39.
Samir, 111 Questions on Islam, 210.
40.
O’Leary, Islamic Thought and its Place in History,
221-22.
41.
Macdonald, Development of Muslim Theology, ch. 3, 8.
42.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 11819.
43.
Fakhry, A History of Islamic Philosophy, 249.
44.
Paul Valery, Mauvaises Pensees et Autres (1942),
Encarta Book of Quotations (2000), 951.
45.
Macdonald, Development of Muslim Theology, ch. 3, 8.
46.
W. H. T. Gairdner, The Muslim Idea of God (Madras
Allahabad Rangoon Colombo, 1925), 13, at muhammadanism.org, August
11, 2003.
47.
W. H. T. Gairdner, God as Triune, Creator, Incarnate,
Atoner, 34-35. Posted at:
muhammadanism.org, July 16, 2007.
48.
Hans Jonas, Gnostic Religion: The Message of the Alien
God and the Beginnings of Christianity (Boston: Beacon Press,
1963), 34-35.
49.
Al-Ghazali, The Niche for Lights, trans. W. H. T.
Gairdner (first published as Monograph Vol. XIX by the Royal Asiatic Society,
London, 1924)— scanned at
sacred-texts.com, October 2001.
50.
Ibid., 52.
51.
Ibid.
52.
Rahman, Islam, 144.
53.
Goldziher, Introduction to Islamic Theology and Law,
153.
54.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 118.
55.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics,
165-66.
56.
Samir, 111 Questions on Islam, 180.
57.
“Ibn Miskawayh,’” in ch. 8, History of Islamic Philosophy,
Seyyed Hossein Nasr and Leaman Oliver, eds. (New York:
Routledge, 2001), 1211.
Kaufmann Kohler and Isaac Broyde,
“Arabic Philosophy—Its Influence on Judaism,” at http://www.jewishencyclopedia.com/viewjsp?arti
d=1688&letter=A.
58.
Brague, The Law of God, 166.
59.
Tawfik Hamid, “The Development of a Jihadist’s Mind,”
Current Trends (April 6, 2007), at www.CurrentTrends.org.
60.
George Weigel, Faith, Reason, and the War against
Jihadism (New York: Doubleday, 2007), 50.
Chapter 5: The Unfortunate Victory of
al-Ghazali and the Dehellenization of Islam
Hye, “Ash‘arism,” ch. 11, at http://www.muslimphilosophy.com/hmp/index.html.
1.
Seyyed Hossein Nasr, Islamic Life and Thought (Albany,
NY: State University Press, 1981), 72.
2.
Rahman, Islam, 117.
3.
Cited at http://www.ghazali.org/articles/hmp- 4-30.htm, footnote 21.
4.
Macdonald, Development of Muslim Theology,
Jurisprudence and Constitutional Thought, 7.
5.
Macdonald, Aspects of İslam, 148-149.
6.
Averroes, The Book of the Decisive Treatise, section
10. Also cited by Kleven, “For Truth Does Not Oppose Truth,” 9.
7.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 275.
8.
Kenny, Philosophy of the Muslim World, 145.
9.
Joel Kraemer, “Humanism in the Renaissance of Islam,”
Journal of the American Oriental Society, 104.1 (1984): 143.
10.
Ibid., see footnote 37.
11.
Hoodbhoy, Islam and Science, 120.
12.
Rahman, Revival and Reform in Islam, 60.
13.
G. F. Haddad, “Al Fakhr al-Razi,” at http://www.sunnah.org/history/scholars/al_fakhr_al_razi.
htm
14.
Hoodbhoy, Islam and Science, 103.
15.
Fakhry, A History of Islamic Philosophy, 323.
Serajul Haque, “Ibn Taimiyah,” in
Sharif, A History of Muslim Philosophy, ch. 41, 799, at http://www.muslimphilosophy.com/hmp/index.ht
ml.
16.
Rahman, Islam, 108.
17.
Ibid., 187.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=s
d&ID=SP206708.
18.
Ibrahim al-Buleihi, Ukkaz, April 23, 2009, at http://www.elaph.com/Web/NewsPapers/2009/4/433121.
htm.
19.
Bassam Tibi, The Challenge of Fundamentalism (Berkeley:
University of California Press, 1998), 71.
20.
Ibid.
21.
Tarek Heggy, at, www.alwaref.org/en/islamic-
culture/157-rise-militant-islam, May 6, 2009.
22.
Rahman, Islam, 110.
Chapter 6: Decline and Consequences
Tarek Heggy, “The Prisons of the
Arab Mind,” posted at http://www.jamaliya.com/new/show.php?sub=5483, August 14,
2009.
1.
Rahman, Islam, 123.
2.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 192.
3.
Hassan Hanafi, “The Middle East, in Whose World?”
unedited paper as given at the Oslo conference “The Middle East in a
Globalized World,” August 13-16,
1998, at http://www.hf.uib.no/smi/pao/hanafi.html.
4.
Rahman, Islam, 99.
5.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 123.
6.
Patai, The Arab Mind, 172.
Martin Kramer, “Politics and the
Prophet,” The New Republic, at http://www.geocities.com/martinkramerorg/Politi
csandProphet.htm.
7.
2010 Freedom House Survey at:
http://www.freedomhouse.org/uploads/fiwlO/FIW_2010_
Overview_Essay.pdf
8.
Quoted by Martin Kramer, “Democracy Promotion in the
Middle East: Time for a Plan B,” December 5, 2006, at the Washington
Institute for Near East Policy,
at, www.washingtoninstitute.org/templateC07.php?CID=31 5.
9.
Tibi, The Challenge of Fundamentalism, 138.
10.
David Pryce-Jones, The Closed Circle (New York: Harper
Perennial, 1991), 18.
11.
Michael Hirsh, “Misreading Islam,” Washington Monthly,
November 19, 2004.
MEMRI,
at http://memri.org/bin/articles.cgi.?Page=archives&Area=s
d&ID=SP112106.
MEMRI,
at http://www.memri.org/bin/articles.cgi.?Page=countries& A
rea=northafrica&ID = SP181008.
12.
Abdolkarim Soroush, on receipt of the Erasmus Prize in
2004, posted at http://www.drsoroush.com/PDF/E-CMB-20041113-
%20Rationalist_Traditions_in_Islam- Soroush_in_Heidelberg.pdf.
Transcript of TV interview with
Dr. Soroush by Dariush Sajjadi, broadcast on Homa TV on March 9, 2006, at http://www.drsoroush.com/English/Interviews/E-
INT-HomaTV.html.
13.
Qur’an (Riyadh: Abulqasim Publishing House, 1997), 346.
14.
Ruthven, Islam in the World, 13.
Arun
Shourie, “To Paradise—Via the Jehad in Kashmir!” at http://arunshourie.voiceofdharma.com/print/19980820.ht
m.
15.
UNDP, Arab Human Development Report 2003 (New York:
United Nations, 2003), 152.
16.
UNDP, Arab Human Development Report 2009 (New York:
United Nations, 2009), 5.
The Cairo Declaration on Human
Rights in Islam, at http://www.religlaw.org/interdocs/docs/cairohrislam1990
.htm.
17.
Laurent Murawiec, Princes of Darkness (Lanham, MD:
Rowman & Littlefield, 2005), 56.
“Libyan Intellectual Dr. Muhammad
al-Houni: The Arabs Must Choose Between Western Civilization and the Legacy of
the Middle Ages,” Middle East Media Research Institute Inquiry and Analysis No.
240, September 12, 2005, at http://www.memri.org/bin/articles.cgi?Area=ia&
ID=IA24005&Page=archives.
Abu Hamza, “Are They the People of
the Book? Questions and Answers,” Al-Jihaad, no. 2, at http://www.shareeah.com/Eng/aj/aj2.html.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=s
d&ID=SP146007#_ednref2.
MEMRI, at http://www.memri.org/bin/articles.cgi?Page=countries&
Area=northafrica&ID=SP181008.
18.
Ali Allawi, The Crisis of Islamic Civilization (New
Haven: Yale University Press, 2009), 11.
19.
Lawrence Freedman, The Transformation of Strategic
Affairs (New York: Routledge for the International Institute for strategic studies,
2006), 23.
20.
Patai, The Arab Mind, 22.
21.
Fatima Mernissi, Islam and Democracy (Cambridge, MA:
Perseus Books, 1992), 34-37.
22.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 275.
23.
Samir Khalil Samir, “Islam Needs Renewal from Within,
Not Withdrawal into Itself, to Overcome its Crisis,” Asia News, March 8,
2007, 5, at http://www.asianews.it/index.php?!=en&art=7164&dos&
size=A.
24.
Hirsh, “Misreading Islam.”
25.
Muhammad Khair, “Hegel and Islam,” The Philosopher Vol.
LXXXX, No. 2, at http://www.thephilosopher.
co.uk/hegel&islam.htm.
MEMRI, at http://www.memritv.org/clip/en/1700.htm.
26.
Patai, The Arab Mind, 51.
Dennis Overbye, “How Islam Won,
and Lost, the Lead in Science,” New York Times , October 10, 2001, at http://www.nytimes.com/2001/10/30/science/soci
al/30IsLA.html?pagewanted=4.
27.
“A Comprehensive Interview with Syrian Philosopher
Sadik Jalal al- ‘Azm,” Middle East Media Research Institute Special
Dispatch No. 1913, May 1, 2008, at
http://www.memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&A
rea=sd&ID=SP191308.
28.
Husain, The Islamist, 101.
29.
Alia Ibrahim, “A Divine Seal of Approval,” Washington
Post, November 19, 2006.
30.
Pervez Hoodbhoy, “Between Imperialism and Islamism,”
Himal Southasian (October-November 2007).
MEMRI, at http://www.memri.org/bin/articles.cgi?Page=countries&
Area=northafrica&ID=SP181008.
Stephen Schwartz, “Allah and the
Tsunami,” Front Page Magazine, January 13, 2005, at http://www.frontpagemag.com/readArticle.aspx?
ARTID=9941.
31.
“Senior Kuwaiti Official: ‘Katrina Is a Wind of Torment
and Evil from Allah Sent to This American Empire,’” Middle East Media
Research Institute Special
Dispatch No. 977, September 2, 2005, at http://memri.org/bin/articles.cgi?
Page=archives&Area=sd&ID=SP97705.
32.
Pervez Hoodbhoy, “Science and the Islamic World: The
Quest for Rapprochement” in Physics Today (August, 2007).
33.
Ibid.
34.
UNDP, Arab Human Development Report 2003, op. cit., 61.
35.
Yaroslav Trofimov, “Crisis Rocks Mideast Power
Balance,” Wall Street Journal, June 24, 2009, A8.
36.
Sadanand Dhume, My Friend the Fanatic (New York:
Skyhorse Publishing, 2009), 270.
MEMRI, at http://www.memri.org/bin/latestnewscgi?ID=SD252909.
Shankar
Vedantam, “Persistence of Myths Could Alter Public Policy Approach,” Washington
Post, September 3, 2007 at http://www.washington-post.com/wp-
dyn/content/article/2007/09/03/AR200709000933- pf.html
37.
Olivier Guitta, “The Islamization of Morocco,” in The
Weekly Standard, Volume 12, Issue 3, October 2, 2006.
38.
Video and text available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/3168.htm.
Accessed December 15, 2009.
39.
For a list of videos and news stories proclaiming
various September 11 conspiracy theories, please visit
http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/1491
.htm. Accessed December 15, 2009.
40.
Video and text available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/3291.htm.
Accessed December 15, 2009.
Text available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/3184.
htm. Accessed December 15, 2009.
41.
Full text available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/2953.htm.
Accessed December 15, 2009.
Text
available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/2888.htm. Accessed
December 15, 2009.
Text
available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/2723.htm. Accessed
December 15, 2009.
Full
text available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/2030.htm. Accessed
December 15, 2009. 63.
http://memri.netstrategies.com/report/en/2974.htm.
Text
available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/1620.htm. Accessed
December 15, 2009.
64.
http://www.memritv.org/clip/en/1850.htm and http://www.memritv.org/clip_transcript/en/1850.htm.
Text available at http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/1685.htm. Accessed
December 15, 2009.
65.
Video is available at http://www.memritv.org/clip/en/1104.htm.
Accessed December 15, 2009.
66.
http://www.memritv.org/Transcript.asp?P1=695.
67.
There are many video clips available at http://memritv.org.
You will be required to sign up for the service, but you do not have to pay a
fee. You can also find hundreds of special dispatches or news stories here: http://www.memri.org/more_reports/en/latest/6.htm.
Chapter 7: The Wreckage: Muslim Testimonials
1.
Mansoor Moaddel and Kamran Talattof, eds., Modernist
and Fundamentalist Debates in Islam: A Reader (New York: Palgrave
Macmillan, 2002), 27.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=s
d&ID=SP139306.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=ia
&ID=IA31507.
2.
Sadik Jalal al-‘Azm, MEMRI, at http://www.memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&A
rea=sd&ID=SP191308..
Rashid Shaz, “Tension in the
Muslim Mind,” posted at rashidshaz.com/articles/Reinventing_the_Muslim_Mind.
htm.
3.
Tibi, The Challenge of Fundamentalism, 105.
4.
Ibid., 106.
UNDP Arab Human Development Report
2003, 114, at http://hdr.undp.org/en/reports/regionalreports/ara
bstates/arab_states_2003_en.pdf
5.
Ibid., 118.
6.
Hoodbhoy, “Science and the Islamic World,” 49.
7.
Ibid., 71.
8.
Ibid., 49.
9.
Kenny, Philosophy of the Muslim World, 6.
10.
UNDP Arab Human Development Report 2002, 85.
11.
Ibid., 4.
12.
Ibid., 3.
13.
Ibid., 65.
14.
John B. Taylor, “The Private Sector’s Role in Promoting
Economic Growth in the Broader Middle East and North Africa” (US
Treasury Department Press Release:
Davos), January 28, 2005, JS-2216.
15.
Arab Human Knowledge Report 2009, (UNDP and the
Muhammad bin Rashid Al Maktoum Foundation: Dubai, 2009), 99.
16.
Ibid., 27.
17.
UNDP, Arab Human Development Report 2003, 77.
18.
Ibid.
19.
Ibid., 67.
20.
Ibid., 138.
21.
Ibid., 138.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=s
d&ID=SP191308.
22.
Sheikh Muhammad bin Rashid al Maktoum, “Education vs.
Extremism,” Wall Street Journal, June 3, 2009, A15.
23.
Allawi, The Crisis of Islamic Civilization, 233.
24.
Bat Yeor, The Decline of Eastern Christianity under
Islam (Madison, NJ: Fairleigh Dickinson University Press, 1996), 296.
25.
Ahmad Kazmi, quoted in Heidi Kingstone, “Foreign
Bodies,” Jerusalem Report, October 30, 2006, 24.
26.
“Back in 1975, the director of Dar al Ifta’ in Beirut,
the highest Sunni authority in the country, wrote in the daily as Safir that
‘Muslims should only be ruled by Muslims.’” From Walid Phares, The War of Ideas
(New York: Palgrave Macmillan, 2007), 78.
27.
Hoodbhoy, Islam and Science, 60.
28.
Ibid., 61.
29.
Pryce-Jones, The Closed Circle, 88.
30.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 130.
31.
Ibid., 131.
32.
Rahman, Islam and Modernity, 64.
33.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 132.
34.
Ruthven, Islam in the World, 303.
35.
Albert Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age
1798-1939 (London: Oxford University Press, 1962), 140-41.
36.
Ibid.
37.
Mortimer, Faith and Power: The Politics of Islam, 239.
38.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 136.
39.
Hoodbhoy, Islam and Science, 56.
40.
Ibid.
41.
Rahman, Islam, 218.
42.
Hoodbhoy, Islam and Science, 59.
43.
See al-Afghani’s scathing “Commentary on the
Commentator,” a denunciation of Ahmed Khan for weakening the faith of Muslims,
from An Islamic Response to
Imperialism; Political and Religious Writings of Sayyid Jamal ad-Din
“al-Afghani,” edited and
translated by Nikki R. Keddie
(Berkeley: University of California Press, 1968), 123-29.
Chapter 8:
Tibi, Islam’s Predicament with Modernity, 261. Pryce-Jones,
The Closed Circle, 87. The Sources of Islamism
1.
Fawaz A. Gerges, Journey of the Jihadist (New York:
Harcourt Books, 2007), 169.
2.
Hilaire Belloc, The Great Heresies (Rockford, IL: Tan
Books and Publishers, 1991), 73.
3.
Ibid., 77.
4.
Paul Berman, Terror and Liberalism (New York: Norton,
2004), 86.
5.
Paul Eidelberg, Beyond Detente (La Salle, IL: Sherwood
Sugden, 1977), 65.
6.
Bernard Lewis, The Middle East (New York: Touchstone,
1995), 371.
7.
Pryce-Jones, The Closed Circle, 194.
8.
Sayeed Abdul A’la Maududi, Jihad in Islam (Lahore,
Pakistan: 7th Edition, December 2001), 8.
9.
Ibid., 9.
10.
John C. Zimmerman, “Sayyid Qutb’s Influence on the 11
September Attacks,” Terrorism and Political Violence , Vol. 16, No. 2
(Summer 2004) 233.
11.
Murawiec, The Mind of Jihad.
12.
Zimmerman, “Sayyid Qutb’s Influence on the 11 September
Attacks,” 223.
13.
Sayyid Qutb, Milestones (Cedar Rapids, IA: The Mother
of Mosque Foundation), 56.
14.
Jessica Stern, Terror in the Name of God: Why Religious
Militants Kill (New York: Harper Perennial, 2004), 281.
15.
Peter Wonacott and Geeta Anand, “Sole Captured Suspect
Offers Grim Insights into Massacre,” The Wall Street Journal ,
December 4, 2008, at http://online.wsj.com/article/SB122834446748477265.ht
ml.
16.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=ia
&ID=IA31507.
17.
Zimmerman, “Sayyid Qutb’s Influence on the 11 September
Attacks,” 223.
18.
Mawlana Maududi, Jihad in Islam, at http://www.islamistwatch.org/texts/maududi/maududi.ht
ml.
19.
Sayyid Qutb, Social Justice in Islam, revised edition,
translated by John B. Hardie, revised and introduced by Hamid Algar (Oneonta, NY:
Islamic Publications International, 2000), 26.
20.
Qutb, Milestones, 91. (A slightly different translation
from an unpublished paper by Stephen Ulph is used here rather than the one cited
because of its added clarity.)
21.
Ibid.
22.
Qutb, Milestones, 131.
23.
Sayyid Qutb, Islam and Universal Peace (Plainfield, IN:
American Trust Publications, 1993), 27.
24.
Malise Ruthven, A Fury for God (London: Granata Books,
2002), 71.
25.
Sheikh Abul Ala Maududi, Islamic Law and Constitution
(Chicago: Kazi Publications, Inc., 1955), 262.
26.
Emmanuel Sivan, Radical Islam: Medieval Theology and
Modern Politics (New Haven: Yale University Press, 1990), 73.
27.
Sayyid Qutb, Milestones, trans. S. Badrul Hasan
(Karachi, Pakistan: International Islamic Publishers, 1981), 112.
28.
Murawiec, The Mind of Jihad, 36.
29.
V. I. Lenin, “Defeat of One’s Own Government in
Imperialist War,” 1915, Selected Works (New York: International Publishers,1945),
vol. 5, 147.
30.
Raymond Ibrahim, “Osama bin Laden as Robin Hood?”
American Thinker, September 11, 2008, at http://www.americanthinker.com/2008/09/osama
_bin_laden_as_robin_hood.html.
31.
Sarah Kershaw, “The Terrorist Mind: An Update,” New
York Times, January 10, 2010, WK1.
32.
Yussuf al-Ayyeri, The Future of Iraq and the Arabian
Peninsula After the Fall of Baghdad (New York and London: Centre
for Islamic Research and Studies,
2003). See also Amir Taheri, “Al-Qaeda’s Agenda in Iraq,” New York Post, online
edition, September4, 2003, at http://www.magitsurplus.com/PDF%20Files/Soapbox/A
Q_agenda.pdf.
33.
Qutb, Milestones.
34.
Steven Brooke, “The Preacher and the Jihadi,” Current
Trends in Islamist Ideology , Vol. 3, (Center for Islam, Democracy, and the
Future of the Muslim World), 2.
35.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=s
d&ID=SP128506.
36.
“‘Why We Fight America’: Al-Qa’ida Spokesman Explains
September 11 and Declares Intentions to Kill 4 Million Americans with
Weapons of Mass Destruction,”
Middle East Media Research Institute Special Dispatch No. 388, June 12, 2002, at
http://www.memri.org/bin/articles.cgi?ID=sp388 02.
37.
Andrew C. McCarthy, “Free Speech for Terrorists?”
Commentary, March 2005, 1.
38.
Sheikh Muhammad Hussein Fadlallah at http://phaed02000.com/Terrorism.html.
See also Walid Phares, Future Jihad.
Mark Steyn, “Jihad Goes
Mainstream,” National Review, August 30, 2009, at http://www.steynonline.com/content/view/2389/111/.
BBC News, “Interview with Mullah
Omar,” November 15, 2001, at http://news.bbc.co.uk/2/hi/south_asia/1657368.stm.
39.
Ruthven, A Fury for God, 104.
40.
Abdullah Azzam, Join the Caravan (Azzam Publications,
2001) 9.
41.
“Al-Qaeda Deputy Ayman al-Zawahiri Claims
Responsibility for the London Bombings, Discusses Elections in Afghanistan, and
Declares: ‘Reform Can Only Take
Place Through Jihad,’” Middle East Media Research Institute Special Dispatch
no. 989, September
20, 2005, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=subjects&Area=ji
had&ID=SP98905.
42.
Gerges, Journey of the Jihadist, 112.
43.
Interview with Muhammad Khan, Pakistan, January 1998.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=s
d&ID=SP128506.
44.
Military Studies in the Jihad Against the Tyrants/The
Al-Qaeda Training Manual , Jerrold M. Post, ed., preface by
Ambassador Paul Bremer (Maxwell
Air Force Base, AL: USAF Counterproliferation Center, 2004), 13.
45.
Roger Scruton, The West and the Rest (Wilmington, DE:
ISI Books, 2002), 119.
46.
Murawiec, The Mind of Jihad, 46.
47.
Joseph Ratzinger, Milestones: Memoirs 19271977 (San
Francisco: Ignatius Press, 1998), 137.
48.
Ruthven, A Fury for God, 209.
49.
Murawiec, The Mind of Jihad, 42.
50.
Mernissi, Islam and Democracy, 27.
51.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 158.
52.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=ia
&ID = IA22205.
53.
Latif Lakhdar, “Moving from Salafi to Rationalist
Education,” Middle East Review of International Affairs, Vol. 9, No. 1 (March
2005), 30.
54.
Ruthven, Islam in the World, 380.
55.
Martin, Defenders of Reason in Islam, 216.
56.
Nicholas D. Kristof, “Islam, Virgins and Grapes,” New
York Times, April 22, 2009, A27.
57.
Samir Khalil Samir, “Church-Islam Dialogue,” Asia News,
January 17, 2007, 3, at http://www.asianews.it/view4print.php?
1=en&art+8242.
58.
Tibi, The Challenge of Fundamentalism, 31.
59.
David J. Rusin, “Why Islamists Accuse Moderate Muslims
of Apostasy,” Islamist Watch, September 30, 2009.
Chapter 9: The Crisis
1.
Mehran Kamrava, ed., The New Voices of Islam (Los
Angeles: University of California Press, 2006), 224.
2.
Hoodbhoy, Islam and Science, 136.
Samir Khalil Samir, “Islamic
Terrorism: A Result of What Is Being Taught at Madrassas,” Asia News, March 8,
2007, 4, at http://www.asianews.it/index.php?=en&aart=407 1.
3.
Rahman, Islam, 256.
4.
Tony Corn, “World War IV as Fourth- Generation
Warfare,” Policy Review, January 2006, II.
5.
Hoodbhoy, Islam and Science, 135.
6.
Abdelwahab Meddeb, The Malady of Islam (New York: Basic
Books, 2003), 104.
7.
Ibid., 105.
8.
Thomas K. Grosse, “The War Within Islam,” U.S. News and
World Report, March 12, 2009.
9.
Dhume, My Friend the Fanatic, 124.
10.
Abdurrahman Wahid, “Right Islam vs. Wrong
Islam,” Wall Street Journal ,
December 30, 2005, A16, at http://www.opinionjournal.com/extra/?id=11000 7743.
Sandro Magister, “Faith by
Numbers: When Ratzinger Puts on Galileo’s Robes,” Express Online, January 9,
2009, at www.chiesa.expressonline.it.
11.
Hourani, Reason and Tradition in Islamic Ethics, 276.
12.
I am indebted to Father James Schall for this
formulation.
MEMRI, at http://memri.org/bin/articles.cgi?Page=archives&Area=ia
&ID=IA24005.
13.
Tibi, Islam’s Predicament with Modernity, 262.
« Prev Post
Next Post »