Print Friendly and PDF

Translate

Ademin Dili… İnsan Lisanı Nasıl Yarattı; Lisan İnsanı Nasıl Yarattı

|

 


Yazan: Derek Bickerton
Çeviren: Mehmet Doğan

EY TEMBEL KİŞİ, GİT KARINCALARA BAK

Ey tembel kişi, git karıncalara bak, onların yaşamından bilgelik öğren.

Süleyman'ın Özdeyişleri 6:6 (Kitabı Mukaddes)

OMURGALILARIN ÖTESİNDE

Bundan birkaç yıl önce itibarlı bilim dergisi Science, normalde lisana pek ilgi göstermese de, Marc Hauser, Noam Chomsky ve Tecumseh Fitch'in birlikte yazdıkları "Lisan Melekesi: Nedir, Kimde Vardır, Nasıl Evrimleşmiştir?" başlıklı bir makale yayımladı.

Bu makale, derginin "Bilimin Pusulası" adlı bölümüne yerleştirilmişti ve aslında, yıllardır lisan evrimi araştırmaları batağında debelenen biz zavallı cahillere (makalenin yazarlarının aksine) yön göstermek üzere tasarlanmıştı. Dokuzuncu Bölüm'de bu makaleyi gözden geçireceğiz; neden gele­cekteki araştırmaların yol haritası falan olmadığını, bilakis insanları yanlış yönlendiren zararlı bir yapıt olduğunu o zaman göstereceğim.

Ancak, makalede yararlı bir tavsiye de vardı: "Sinirbilimde, moleküler biyolojide ve gelişim biyolojisinde mevcut düşünce, sinirsel ve gelişimsel işlevin pek çok yönünün türden türe pek değişmediğine işaret ediyor; bu durum, karşılaştırmalı yöntemin tüm omurgalılara (ve belki ötesine) varacak kadar genişletilmesini teşvik ediyor" (vur­gular bana ait).

Peki, Alexander Haig'in tabiriyle, yukarıdaki ifadeyi açıklığa kavuşturayım. Noktalı virgülden sonra gelen kısım, bu tavsiyenin ya­rarlı kısmı. Noktalı virgülden önceki kısım, ki yazarların kanaatine göre lisanın kökenini omurgalıların ötesinde aramamızı gerektiren etken budur, bugünlerde "evrim-gelişim"4 olarak bilinen yaklaşımla, yani evrim biyolojisi ile gelişim biyolojisinin evliliğinden doğan yak­laşımla ilişkilidir. Evrim-gelişim, döllenmiş yumurtaları eşek arısına, fareye ya da insana çeviren genlere bakar ve genetik süreçlerle ilgili yeni ve gittikçe artan bilgi birikimimizin, böylesine sınırlı bir mal­zemeden bunca çeşitli yaşam biçiminin nasıl evrimleştiği hakkında neler anlatabileceğini sorar. Evrim-gelişimin önemli içgörülerinden biri, evrimsel türdeşliğin sandığımızdan çok daha yaygın olduğunu söylemesidir.

Dördüncü Bölüm'de, işlevsel benzerlik ile evrimsel türdeşlik ara­sındaki farkı incelemiştik. Hatırlayacaksınız, evrimsel türdeşlik, or­tak ataları tarafından paylaşılan aynı özelliğin iki farklı türde ortaya çıkmasıydı. Evrim-gelişim yaklaşımından önce insanlar, sadece ya­kın akraba türler içinde evrimsel türdeşlik arardı. Örneğin hiç kimse, kuş kanadını ve yarasa kanadını evrimsel türdeşliğin örneği olarak değerlendirmemişti. Kuşların ve yarasaların ortak atasını bulmak için 300 milyon yıl geriye gitmeniz gerekir ve bu iki soy çizgisinde de kanadı olmayan pek çok tür araya girmiştir. O halde kanatlar işlevsel benzerlik eseri olmalıydı, herhalde aerodinamik etkenler sonucun­da ortaya çıkmıştı; yoksa hayvanın teki nasıl uçmaya başlayabilirdi? Ayrıca, iki farklı uçuş donanımını hazırlayan genler de birbirlerinden farklı olmalıydı, öyle değil mi?

Bu konuda yanılmışsanız, size sağlam biri eşlik ediyor diyebili­riz. Yirminci yüzyıl evrim biyolojisinin duayeni Ernst Mayr, 1963'te şöyle yazmıştı: "Gen fizyolojisi hakkında öğrendiklerimiz, çok yakın akrabalar dışında, evrimsel türdeşliğe sahip genler aramanın nafile olduğunu gösteriyor. Belirli bir işlevsel talep için tek etkin çözüm var­sa, çok farklı gen takımları aynı çözüme ulaşacaktır, ne kadar farklı yollar izleyerek o noktaya eriştikleri önemli değil. 'Tüm yollar Roma'ya çıkar' sözü nasıl günlük hayatta geçerliyse, evrimde de geçerli.""

O zamanda beri genler ve nasıl işledikleri konusunda yığınla şey öğrendik. Bilhassa biliyoruz ki evrim, evde her işini kendi yapan in­sanlar gibi, asla hiçbir şeyi çöpe atmaz. Bir makine ne kadar faydasız görünse de, ne zaman işe yarayacağı hiç belli olmaz. İşin içine biraz zeka katarak, makineye yeni bir şekil verebilir ve yeniden kullanabi­lirsiniz; gidip yeni şeyler satın almaktan böylece kurtulursunuz. Her halükarda doğada, ıvır zıvır satın almak için gidebileceğiniz bir ev eşyası mağazası yoktur.

Dolayısıyla, yarasalarda ve kuşlarda hala aynı genlerden pek çok bulunmaktadır ve o aynı genler, yüzeyde birbirine benzemeyen kanatların temelini oluşturan beden kısımlarının gelişimini denetler; kuşların ve yarasaların ataları olup da uçmayan tüm türlerde öna­yakların gelişiminde rol oynayan bu genler, kuşlarda ve yarasalarda kol kemikleri ile el ve parmak kemiklerinin gelişimini yönlendirir. Ev­rim sanatında buna "derin evrimsel türdeşlik" denir. Aslında, derin evrimsel türdeşlikler, bundan bile derine gidebilir. Fare ve sineğin ortak atasını bulmak için, kuşun ve yarasının ortak atasından ne­redeyse iki kat geriye gitmeniz gerekir.6 Yine de farenin ve sineğin genel vücut tasarımlarını aynı gen takımları belirler.

Çünkü genler ve vücut tasarımları arasında basit bire bir ilişki yoktur, yani aynı genler, özdeş, basmakalıp, aynı büyüklükte par­çalar basmaz; farklı çevre şartlarında ve farklı kombinasyonlarda genlerin dışavurumu da farklı olur, dış görünüşleriyle birbirine hiç benzemeyen vücut tasarımları ortaya çıkarabilir, fakat bir de bakar­sınız, tüm bu türlerin vücut tasarımlarında önden arkaya, yandan yana, içeriden dışarıya aynı temel orantılar var.

Zürafa boynu bizim boynumuzdan kimbilir kaç kat uzun, ama iki boyunda da kemik sayısı aynı; yedi boyun kemiği. Kemik uzunlu­ğunu ayarlayan genler, inşa ettikleri hayvanın vücut tasarımına göre kemikleri uzun ya da kısa yapar. Fakat kemik sayısını değiştiremez­ler; bu onların işi değil, üstelik bu değişikliği yapmak hiçbir genin işiymiş gibi durmuyor, ta ki tuhaf bir mutasyon ortaya çıkana dek.

Gerçi bunları lisanla ilişkilendirmekte büyük bir sorun bulunur (Noam Chomsky'nin söz konusu ilişkiyi kurmak istediğine inanıyo­rum, gerçi henüz görünür bir şekilde yapmıyor).

Görüyorsunuz işte, derin evrimsel türdeşlik, davranışı şekillen­dirmiyor. Beden kısımlarını şekillendirmeye yardımcı olduğu kesin, fakat belirli bir davranışın derin evrimsel türdeşlikle ortaya çıktığı iddiasında bulunulduğunu hiç sanmıyorum. Nihayetinde lisan da bir davranış biçimidir; temelini genlerin oluşturduğu bir davranış ama bu davranışı genler denetlemez, belirlemez ya da yönetmez. Genler, vücut kısımlarının şekillenmesine yardımcı olur (doğal olarak beynin 6 Müller ve arkadaşları 1995, Thor 1995. bölümleri de dahil), vücut kısımları da davranışların şekillenmesine yardımcı olur, fakat iş belirli davranışların öncüllerini aramaya ge­lince, genler ve davranışlar arasında, derin evrimsel türdeşliğin etkili olamayacağı sayıda bağımsız değişken bulunur; özellikle de eşsiz bir davranış söz konusuysa.

O halde, başka alanlarda evrim-gelişim yaklaşımı ne kadar umut vaat ederse etsin, lisanın öncüllerini tuhaf yeni yerlerde aramak için bize sağlam sebepler sunmaz. Primatların dışında, hatta omurgalıla­rın dışında bir arama yapacaksak, bakacağımız şey genler değil dav­ranışlar olur. Çünkü niş inşası kuramı bunu yapmamızı söylüyor.

Yeni davranışlar, nişlerin inşasından doğar; sonuçta genlerin kendilerini nasıl dışavuracağını belirleyen de bu nişlerdir. (Normalde önayakların oluşturulmasına adanmış genlerin, kuşlarda ve yarasa­larda kendilerini en sonunda kanat biçiminde dışavurmasının nede­ni, güçlendirilmiş uçuşun ortaya çıkmasıydı neticede.) Niş gerektir­diği için davranışlar gelişir ve davranışlar olmadan niş inşa edilemez. Türlerin önünde bir tercih bulunur: Eski usullere sadık kal ve belki yok ol ya da dallanıp yeni bir şeye dönüşmeye çalış. Bu ikinci yolda başarılı olamayabilirler. İhtiyaç duydukları davranışları destekleye­cek şekilde ince ayar yapılabilecek bir genomları olmayabilir; Eörs Szathmary'nin deyişiyle, varyasyon bakımından sınırlıdırlar. Fakat sadece seçilim bakımından sınırlı iseler, nişe uygun yeni davranışlar geliştirirken, yeni nişte içkin olan seçilim etkenlerine tepki verirler, ve genler ve davranış arasında bir geri bildirim süreci hayata geçer.

Bu bağlamda, derin evrimsel türdeşlikler değil, nişe dair işlevsel benzerlikler arıyoruz: Aynı tür seçilim baskıları barındıran nişlerin peşindeyiz. Önemli olan niştir ve hayvanın davranışını niş belirler, dolayısıyla, kendi türümüzden ne kadar uzaklaştığımız fark etmez. Sürüngen, memeli, balık, böcek, kuş; hangi tür canlı organizmayı ele alırsak alalım, aynı niş türünün neticeleri de benzer olacaktır.

İkinci Bölüm'ün sonunda, belirli bir seçilim baskısının bizi lisa­na doğru götürmesinin epey muhtemel olduğunu söylemiştim, hatır­layın: Mesajı alan bireylerin duyu menzilinin ötesinde kalmış besin kaynaklan hakkında bilgi aktarma ihtiyacı. O halde, dünyadaki onca türün içinde bakmamız gerekenler, bu tarz bilgi alışverişini gerek­tiren nişleri olanlardır. Nakledilen bilgi, bireylerin tek başına başa çıkamayacağı büyüklükte besin kaynaklarını ilgilendiriyorsa, bir nevi adam toplama stratejisi gerektiriyorsa, çok daha iyi olur.

Bu ölçütlere uyan türlerin sadece karıncalar ve arılar olması gayet şaşırtıcı.

ZARKANATLILAR ARASINDA

İnsanlar, anların HİS lerinden çok uzun zamandır haberdar; yarım yüzyıl önce Karl von Frisch'in, bal anlarının iletişimini araştırma­sından beri. O zaman bile, an HİS'inin yerdeğişim özelliği olduğu biliniyordu.7 Son araştırmalarda, von Frisch'in çalışmalarını doğru­lamanın ötesine geçilmiş, anların nasıl mesafe ölçümü yaptığı hak­kında çarpıcı bilgiler bulunmuştur (uçarken, arazideki nesnelere ait imgelerin göz retinalarından geçiş hızlarını kıyaslıyorlar).

Fakat "vay be!" demenin ötesinde, insanlar, anlardaki yerdeği- şim özelliğinin lisanla bir ilgisi olduğunu düşünmemiştir. Soyağacı bakımından anlar bize çok uzak. Aynca, her şey gibi davranışlar da genlerin tekelinde görüldüğü için, aralarında bir bağlantı mümkün olamazdı. Niş inşası kuramı boy gösterene kadar duruma farklı ba­kılmadı. Fakat bu kuramı devreye soktuğunuz zaman, resim büyük oranda değişir.

O halde, anlara, nasıl davrandıklarına ve bunun sebebine göz atalım.

Anlarda toplumsal doku, katı bir şekilde hiyerarşiktir (ösosyal- dirler) ;8 her toplulukta sadece tek dişi, yani kraliçe ve bir avuç erkek an döl verebilir ve ancak bunlar çiftleşir. Yani topluluğun geri kalanı tümüyle kısırdır ve birbirlerinin kardeşidirler. Buna ilaveten haploid- diploid bir genetik yapılan olduğu için (kraliçe arının tüm hücrelerin­de her kromozomdan bir çift varken, damızlık erkek anlarda sadece tek kromozom bulunur), normal kardeşlere kıyasla anlarda çok daha fazla gen ortaktır. Şimdi kapsayıcı evrimsel zindelik ilkesini hatırla­yalım; bu ilkeye göre hayvanlar sadece kendi bedenlerindeki genleri değil, nerede ortaya çıkmış olursa olsun yine aynı genleri korumaya uğraşır. Uyan çağrılan örneğinde, aynı genlere sahip yakın akrabala­rına faydası olsun diye hayvanların kendi hayatlarını nasıl tehlikeye attığını hatırlayın. Dolayısıyla, düşünebileceğiniz gibi, insanlar dışın­da kalan neredeyse her türe kıyasla, anlar arasında çok daha sıkı bir dayanışma ve bağlılık var.

Eğer bireyin menfaati herkesin menfaati anlamına geliyorsa, ki öyledir, çünkü yeterince bal istiftemezlerse bir sonraki kış tüm anlar ölür, o zaman besin kaynaklarına dair bilgiyi paylaşmak herkesin çı­karınadır. Pek çok türde bu geçerli değil. Çoğu türde bireyler, lezzetli bir besin kaynağı bulduğu zaman bunu kendine saklar, hatta bazı türlerde bu kaynaktan beslenmek isteyen grup üyelerinin dikkatini dağıtmak için sahte uyan seslenişleri kullanılır. Anlar için besin kay­nağı, hepsi aynı anda çiçeklenen bitki öbekleridir; bu besin kayna­ğının ömrü bir iki günle sınırlı. Tek bir arı böylesi bir besin kaynağı tespit ettiğinde, bu kaynağı tek başına tamamen bitiremez. Kendisi­nin ve bütünün menfaati adına, yardımcı olmaları için yuvadaşlarını toplamak zorundadır.

Adam toplamak; lisanın doğuşunda kilit bir kelime olduğunu anlıyoruz.

Anların yuvadaşlarını toplaması gereken mevkiler kovandan ki­lometrelerce uzakta olabilir. Arının bu yeri tespit etmesi ile gerekli bilgiyi aktarması arasında ölçülebilir bir zaman, en azından dakika­lar geçmek zorunda. Dolayısıyla, etkin bir an, yerdeğiştirme işlemini yapabilmeli; yani, farklı bir mekanda ve farklı bir zamanda cereyan etmiş durumlar ve hadiseler hakkındaki bilgiyi nakledebilmeli. Öteki HİS'lerin aksine, an HİS'i şimdiki zamana ve mevcut mekana mahpus kalırsa işlevini yerine getiremez. Fakat şimdiki zamanın ve mekanın ötesine taşarak, yukarıda bir önceki başlığın sonunda belirttiğim se­çilim baskısına tepki vermiş olur; lisan istikametinde ilerlemesi en muhtemel seçilim baskısıdır bu.

Etkin bir şekilde adam toplamak için, anlar, besin kaynaklarının yerini ve ne kadar uzakta olduğunu öteki arılara anlatabilmeli. İki farklı dans türünden birini seçerek yiyeceğin uzakta mı yakında mı olduğunu belirtirler. Eğer yiyecek, diyelim ki kovandan yetmiş beş metrelik mesafe içindeyse, daireler çizerek dans ederler ve buna "da­iresel dans" denir. Daha uzaktaysa, elips şeklinde halkalar çizerek dans ederler ve dansın ortasında düz uçarken vücutlarını sallarlar, dolayısıyla buna da "sallanma dansı" denir. Ne kadar hızlı dans edi­yorlarsa, yiyecek o oranda uzaktır. Üzerinde dans ettikleri eksenin, besin kaynağının yönünü işaret ettiğini düşünmüşsünüzdür belki, ama öyle değil; danslar, kovanın dikey yüzeyinde yapılır. Kovanın zemininde yapılırsa, an kovandan çıktığı zaman hangi yöne gidece­ğini bilemez. (Koca bir binanın karanlık ve penceresiz bir odasında size belirli bir yönün gösterildiğini, bazı koridorlardan ve salonlardan geçtikten ve merdivenle birkaç kat aşağı indikten sonra, dışarıda gün ışığında aynı yönü bulmaya çalıştığınızı tahayyül edin.)

Anlar, güneşin mevcut konumunu temel alan inanılmaz bir bilgi aktarımı gerçekleştirir. Güneşin konumu ile besin kaynağının mevki si arasındaki açıyı hesaplarlar ve bunu yatay eksenden dikey eks<'ll<' dönüştürürler; güneşin konumunu dikey eksenle temsil ederler, gü­neş ile mevki arasındaki açıyı ise dikey eksen ve sallanma dansının ekseni arasındaki açıyla gösterirler. Bu kulağınıza kolay geldiyse (ki bana hiç de kolay gelmiyor, ya size?), güneye bakan bir pencerenin başına gidin, bir nesne seçin, güneşle yaptığı açıyı tahmin edin, son­ra elinize bir kalem alın (tükenmez olmasın!) ve en yakın duvara aynı açıyı, dikey eksenle yaptığı açı olarak çizin. (Hiçbir mekanik yardım almayın, parmaklarınızdan bile; bu hile sayılır! Arılar tüm bu he­saplan kafadan yapar.) Sonrasında şunu düşünün: Sizinkine kıyasla arının beyni toplu iğne başı kadar.

Fakat, benim düşünmem gerekir, diye yakınırsınız. Arı düşün­mez. Sadece içgüdülerini takip eder.

İşte yine öğrenmeyle ilgili insan merkezci önyargıya kaptırdınız kendinizi. Şimdi söyleyin bana, az önce dile getirdiğiniz cümleyi nasıl kurdunuz. Bilinçsizce yapılmış bir zihinsel hesaplamayla; anlar da yoldaşlarının sallanma dansını böyle yorumlar. İki vaka da bilinçaltı düşünceye örnektir.

Acaba ilk an, bu içgüdüyle mi doğmuştur? İlk arı toplumsal bir canlı bile değildi; o zamanlar kendi başına takılan bir arıydı. Geç­mişte bir noktada, arılar bir şekilde o ösosyal nişi inşa etmiş olmalı; sonrasında, şüphesiz en başta hantal ve verimsiz bir şekilde, arka­daşlarına yiyecek için nereye gitmek gerektiğini anlatmaya başladı­lar. O halde, genellikle bu işi hatalı mı yapıyorlardı? Elbette, fakat birkaç sefer işi rast giden kovanlar kışı atlatabilirken öteki kovanlar yok olup gitti. Niş inşasının geri bildirim süreci devreye girince, yani genlerin nasıl dışavurulacağını niş şekillendirdikçe (bu esnada orta­ya çıkan yararlı nadir mutasyonlar seçildikçe) ve nişi şekillendiren genler kendilerini dışavurdukça, hayatta kalanlar yaptıkları işte us- talaştı, ta ki, muhtemelen milyonlarca yıl önce, günümüz arılarının tam isabetli hesaplamalarına ulaşılana dek.

Dolayısıyla, yerdeğişim özelliğini içeren bir iletişim sistemi için, bal arıları aleni bir model teşkil eder. Fakat bu, en iyi örnek oldukları anlamına gelmez. Doğrudur, anlar, tıpkı atalarımız gibi, beslenmek için bir şeyin özütünü çıkarıyor. Fakat arılar yiyecek ararken havada dolaşır; atalarımız ise karada dolaşıyordu. Arılar sadece tek yerde, çiçeklerin içinde besin arar; çiçeklerden iki şey ister: çiçek özü ve çiçek tozları. Atalarımız ise farklı yerlerde farklı gıda çeşitleri peşinde koşuyordu. Büyük memelilerin etini tercih etmiş olabilirler, fakat bu her zaman şansa bağlı ve öngörülemez bir işti. Talihlerinin bu kadar yaver gitmediği dönemlerde ataları australopitekus'lar gibi hepçil ya­şamak zorundaydılar.

Atalarımızın yiyecek arama usulü, arılardan ziyade karıncaların usullerine benziyor.

KARINCA MIYIZ BİZ?

Karıncalar bizi daima büyülemiştir. Geleneksel olarak tutumluluk ve çalışkanlık timsali olarak görülmüşlerdir. Ezop'un masalı, sorumlu­luk sahibi karıncayla bütün yaz saz çalan, kış gelince de açlıktan kıv­ranan sorumsuz ağustos böceğini karşılaştırır. Bu bölümün başında verdiğim alıntı, Kitabı Mukaddes'te, Kuran'da ve başka dini metinler­de sık sık geçen karınca göndermelerinden sadece bir tanesi. Üstelik elinizdeki kitabın sonuna doğru, karıncalar ile insanlar arasındaki bazı tekinsiz koşutluklan da göreceğiz; insanın geleceğine dair hiç de mantık dışı olmayan, fakat çoğumuzun düşünmek bile istemeyeceği bir ihtimalden bahsedeceğiz.

Şimdilik sadece karıncaların iletişimine odaklanalım.

Arılar gibi karıncalar da özütle beslenir;9 yuvalarını merkez alarak, nispeten geniş bir alana dağılıp yiyecek ararlar. Türden türe yedikleri gıdalar değişir, fakat pek çok tür, hareket etmeyen neredey­se her türlü organik maddeyi ya da fazlasıyla büyük ve canlı değilse hareket edenleri de yer. Başka böcekleri, karıncaları, ölü tırtılları, çü­rük meyveleri, işte aklınıza ne gelirse mideye indirirler. Tatlı bağımlısıdırlar; kazara mutfağınızda yere şeker dökülmüş ve kalmışsa, bunu kendiniz de görmüşsünüzdür, fakat protein de severler. Sevdikleri şeylerin büyük kısmı kendilerinden çok daha iridir.

Arılar gibi karıncalar da Asosyaldir. Bunun ötesinde, bilinen on bir bini aşkın karınca türü olduğu için, genelleme yapmak zor. Bazıları, Ezop'un masalında anlatıldığı gibi kış için yiyecek istifler, bazıları ise kış hazırlığı yapmaz. Kimileri öteki karınca türlerinin yu­valarına saldırır; çoğu tür ise saldırmaz. Bazıları hayvancılık yapar, bazıları çiftçilik, kimileri ise etraftan yiyecek toplar, tıpkı son birkaç bin yıldır insanların yaptığı gibi. Fakat hepsi kimyasallar aracılığıyla iletişim kurar.

Karıncalar o minik bedenlerinde çeşit çeşit kimyasal üretir, ki bunlardan bazılarını kimyagerlerimiz henüz taklit edememiştir. Ör­neğin, başka yuvalara saldırıp sakinlerini kendi köleleri haline getiren bir karınca türü (tanıdık geldi mi?), saldırdıkları yuvadaki karıncala­rın birbiriyle dövüşmesine yol açan bir kimyasal salgılar.  (Bu kim­yasalın, "Savaş!" markası altında insanlar için bir muadilini üretmeyi hayal ediyordum. Nörokimyanın bu konudaki bilgisizliğinin ötesinde, beni bu hayalden uzaklaştıran unsur, askeri önderlerin IQ'su da dü­şünüldüğünde bu kimyasalı kendi birlikleri üzerinde kullanmaların­dan korkmamdır: "Savaş mı? Düşmanın savaşmasını istemiyoruz! Onların savaşmamasını istiyoruz! Kendi birliklerimiz daha sıkı sa­vaşsın istiyoruz!) Yuvadaşları mütecavizlerden ayırt eden, karşı cin­si cezbeden (bundan faydalanan bir azınlık için), tehlike uyarısında bulunan, karıncaların bir araya toplanmasını sağlayan kimyasallar bulunur; son kimyasalın yüksek derişimi, yuvadaşlardan birinin sal- dınya uğrayıp incindiğini gösterir, karıncaları saldırı ruh haline sevk eder, böylece yuvayı korumak adına hayatlarını feda etmeye hazır olurlar. Fakat burada bizi ilgilendiren kimyasallar, iletişim için kulla­nılanlardır ve yanıtlanması gereken soru "ne?" değil "nasıl?"dır.

Karıncalar, ne ölçüde yırtıcı ve leşçil olarak işlev görüyorsa (mantar çiftçiliğinden ya da yaprak biti hayvancılığından ziyade), be­sin kaynakları da o ölçüde geçici, öngörülemez ve dağınıktır. Yuva­nın tüm sakinlerini doyurmak adına, işe yarayabilecek tek yöntem bölünme-birleşme stratejisidir.

Üstelik bu strateji, burada ilgilendiğimiz tüm türlerde ortak. Şempanze gruplarının nasıl bölündüğünü ve birleştiğini gördük, oysa günlük yiyecek arayışlarında birbirlerinin görsel ya da işitsel menzilinden nadiren çıkarlar. Onlar için bu strateji daha çok, peki, bu ağaçta herkese yetecek kadar meyve yok madem, sen ve ben bir sonraki ağaca geçelim, demeye yarar.

Atalarımızın bu bölün-birleş stratejisi için çok daha sağlam se­bepleri vardı, çünkü kuyruksuz maymunların ormanlarına kıyasla australopitekus1arın zamanında bile, besin kaynakları daha cılız, dağınık ve kısa ömürlüydü diyebiliriz. Uyumak için aynı yerde top­lansalar bile, herhalde grup üyeleri sık sık birbirlerinin görüş alanları dışına, birbirlerini duyamayacakları mesafelere gidiyor, belki birbir­lerinden kilometrelerce uzaklaşıyorlardı.

Keza, arılar ve karıncalar da ya bireysel olarak ya da küçük gruplar halinde yiyecek arar (atalarımızın aksine, bunu güvenlik için yaparlar). Dahası, avları çoğunlukla kendilerinden iridir, ki bu öteki hayvan türleri arasında oldukça nadir rastlanan bir durum ve bizden başka hiçbir primatta bu özellik bulunmaz. Gulliver karşısındaki Lili- putlular gibi, bazı karınca türleri, sayılarının ağırlığından faydalana­rak küçük kuşları, kertenkeleleri ve benzerlerini devirip ele geçirebilir. Fakat bu sayılara ulaşacak kadarını bir araya toplamaları gerekir; Johnnie Cochrane olsa, "eğer yeterince adam toplamazsan, sana yağ­ma yok," derdi.

Av çoktan ölmüş ya da hareketsiz olsa bile, örneğin dalından düşmüş bir meyve gibi, çürümeye ve başka türlerin leşçilliğine açık­tır (gerçi insanların atalarının aksine, karıncalar kendilerinden iri ve vahşi leşçillerin rekabetiyle nadiren karşılaşır), dolayısıyla avı bulur bulmaz sömürmeleri gerekir. Bu şartlar altında, adam toplama stra­tejisini benimsemek kaçınılmazdır.

Gerçekten mi? Bu strateji olmaksızın karıncalar ve arılar hayatta kalamaz mıydı? Bu durumda da yaşamaları olası. Fakat kesin olan bir şey varsa, eğer adam toplama stratejisini benimseyen ve benim­semeyen arı ve karınca yuvaları aynı anda var olmuşsa, bu stratejiyi uygulayan yuvalar, uygulamayanların zararına muazzam palazlan­mıştır ve adam toplama stratejilerini artık hangi genler destekliyorsa, işte o genler nüfus içinde yaygınlık kazanmıştır. Sonuçta, toplumsal tarzda yaşamayı sevmeyen birkaç tür hariç muhtemelen tüm arı ve karınca türlerinin bu gibi stratejiler benimsemesi hiç şaşırtıcı değil.

Karınca stratejileri arasında iki tanesi var ki lisanın ana yapıtaş- larından ikisine, yani ardışıklığa ve yüklemlemeye şaşırtıcı oranda benziyorlar.

İkinci Bölüm'de, HİSlerin bitişmediğini görmüştük: Yani iki bi­rimi art arda dizip bu birimlerin ayrı ayrı anlamlarından farklı bir anlama ulaşamazlar. Fakat Camponotus socius adlı karınca tüıiinün karmaşık bir adam toplama davranışı bulunur. Diyelim ki bu karın­calardan biri yiyecek keşfediyor. O durumda yuvaya döner (öteki ka­rıncalara daha önce yolda rastlamazsa), bu esnada ardında kimyasal bir iz bırakır ki yiyeceğe giden yolu tekrar bulabilsin. Yuvadaşlarıyla buluşunca, öncü karınca vücudunu özgün bir şekilde sallayarak öte­ki karıncaların dikkatini çeker, bol miktarda yiyecek bulduğunu be­lirtir, sonra arkasına öteki karıncalan takıp izi takip ederek yiyeceğe geri gider. Bir taraftan koştururken, bir taraftan iz bırakan kimyasalı salgılamaya devam eder.

Arizona State Üniversitesi'nde biyoloji profesöıii ve karınca dav­ranışları konusunda önde gelen bir araştırmacı olan Bert Hölldoblcr, vücudunu salladığı gösterisinden sonra fakat topladığı karıncaları yiyeceğin yakınlarına bir yere götürmeden önce, öncü karıncayı ortadan çeksek ne olur diye merak etti." Hiçbir şey olmadı. Karıncaların ilgisi çabucak kayboldu ve farklı istikametlere dağıldılar.

Sıradaki soru şu: İlk izi neden takip etmediler? Takip etmeleri gereken öncü karınca olmadığı için mi yoksa taze bir kimyasal iz artık bırakılmadığı için mi? Başka karınca türlerinde öncü karınca­nın fiziki varlığı zaruridir. Bu türlerde "tandem koşu" denen adam toplama biçimi uygulanır: Karıncalardan biri başka bir karıncayı ya­kalar ve besin kaynağına giden iz boyunca, kelimenin tam anlamıyla onu ardından sürükler. Hölldobler, karıncanın mesanesindeki ve ze­hir bezlerindeki maddeleri harmanlayarak o iz kimyasalını imal etti, öncü karıncayı yine ortamdan uzaklaştırdı ve besin kaynağına giden izi kendisi bıraktı. Karıncalar bu sefer Hölldobler'i izlemişti.

Belli ki karıncalar, yolun sonunda yiyecek olduğuna karar ver­mek için, vücudunu sallayan öncü karıncanın peşi sıra kesintisiz kimyasal salgılamasını da bekliyordu. Öncü karıncanın en başta kendi için bıraktığı hafif iz, vücudunu salladıktan sonra bile yeterli olmuyordu. Bu pek de kelimeleri yan yana getirmeye benzemiyor. Vücut sallama ve kimyasal iz kendi başlarına bir anlam ifade etmez, dolayısıyla, kendi başına anlamsız olan konuşma seslerini birleştirip kelime üretmeye benzer. Fakat yine de bir nevi ardışıklık söz konusu; ne kadar ilkel olsa da bu tarz bir ardışıklık davranışı başka türlerin davranışlarında nadiren görülür.

Yüklemlemeye gelince, bir varlığı ele alıp buna dair bir şey söy­lemeyi içeren temel bir lisan eylemi olduğunu unutmayın: "Köpekler havlar, " "Kuşlar uçar," "Su ıslaktır" gibi. Leptothorax cinsine mensup kimi karınca türleri buna benzer bir davranış geliştirmiştir, gerçi bu davranış lisanda gördüğümüz yüklemlemeden oldukça uzak olsa da, başka türlerdeki herhangi bir özelliğe daha da uzaktır. İşte şöyle anlatılabilir:

Yiyecek arayan karıncalardan biri zengin bir besin kaynağı bulun­ca, yuvaya döner ve yiyeceği kusarak yuvadaşlarına sunar. Sonra kursağını [midesinin arka kısmı] ağzına kadar getirir ve üzerinde bir sıvı damlacığı olan iğnesini dışarı uzatır. Bu, yuvadaki öteki karıncaları ona çeker. Yuvadaşlarının ilki çağrıyı yapan bu ka­rıncaya ulaşır ulaşmaz, karınca yuvadan çıkar ve yuvadaşlarını besin kaynağına götürür.

Bilhassa bu adam toplama stratejisinde, kusarak yiyecek sunulduğu­na dikkat edin. Pek çok tür, yavrularını beslemek için yediklerini ku­sar, fakat burada aynı şeyin geçerli olduğunu söylemek zor. Daha zi­yade, sanki karınca mevcut besinden bir numune sunmaktadır; "hey, millet, ardımdan gelenlere bundan var." Gelecek bölümde göreceğimiz üzere, ne tür gıdanın mevcut olduğunu anlatan bu strateji, insan ön­cesi türlerde adam toplama için zaruri olabilir. Ne için çağrıldıklarını bilmeyen ilk-insanların, toplanmaya rıza gösterecekleri şüpheli.

Öteki uca bakacak olursak, arıların üründen bir numune görme ihtiyacı yoktur; neye kavuşacaklarını zaten bilirler; çiçek tozu ya da nektar. Bu bakımdan karıncalar, anlarla insanlar arasında bir yerde durur: Çeşit çeşit gıda tüketirler ve kusularak sunulan gıdanın tü­rüne göre yuvanın dışına daha kalabalık ya da daha zayıf bir güçle çıkabilirler. Bununla ilgili deneyler yapılmış mıdır bilmiyorum, fakat farklı gıdalarla ve karıncanın kursağını ağzına getirmeden önce kus­masının bir şekilde engellendiği bir kontrol düzeneğiyle bu deneyi yapmak oldukça kolay olurdu. (Kusmadığı takdirde kursağını ağzına getirmiyorsa, bu da önemli bir bulgu sayılır.)

Kusma artı kimyasal sinyal artı tandem koşudan oluşan bu di­zinin, karıncalarda "gelin, şu kadar uzakta şu şu yiyecek var" de­menin muadili olduğunu düşünmek gerçek dışı görünebilir. Dahası, uyarı çağrıları ve HİS1erin başka birimleri gibi bu dizi de hayvanlara iş yaptırmak (yönlendirmek) üzere tasarlanmıştır; bunu, tıpkı HİS çağrıları gibi, basmakalıp bir davranışlar kümesi vasıtasıyla yapar; ki bu davranışlar, bir anlam teşkil edecek şekilde çeşitlendirilemez ve değiştirilemez.

Yine de betimlediğim adam toplama dizilerinin, başka türlerdeki (kendi türümüzü hariç tutmak gerek) herhangi bir iletişim davranı­şından daha karmaşık olduğunun, ve başka HİS1erin icra edebileceği bilgi aktarımlarından daha ayrıntılı ve özgül bir bilgi aktarımı içer­diğinin bilincine varılmalı. Dahası, nakledilen bilgi, yırtıcılara karşı uyarı çağrılarının aksine, şimdiki zaman ve mekan hakkında değil­dir, mesajı alanların duyu menzilinin dışında kalan varlıklara atıfta bulunur, tıpkı lisanın (çoğu zaman) yaptığı gibi.

KUZGUNLAR UÇARAK GELİR, AMA HEYHAT BİZE PEK BİR ŞEY ANLATMAZLAR

Bu noktada sorulması gereken soru şu: Arılar ve karıncalar, :ıd:ını toplama stratejisine ihtiyaç duyan yegâne türler mi? Getirdiğimiz dar tanımlama uyarınca, adam toplama işine do­ğuda şaşırtıcı oranda nadiren rastlanır; burada adam toplamayla kastedilen, ötekilere hem yiyecek bulduğunuzu söylemeniz hem de zaman ve mekan uçurumu arasında kendi başlarına kuramayacak­ları köpıiiyü onlar adına kurmanızdır. Adayların şu özelliklere sahip olması gerekir:

             Toplumsallık: Yalnız takılan bireylerden oluşan türlerin kim­seye bir şey anlatması gerekmez.

             Geniş bir menzilde yiyecek arayanlar: Çoğu tür, beslenmek için nispeten kısa mesafeler kateder.

             Yiyecek ararken bölünüp-birleşenler: Yiyecek ararken uzun mesafeler kateden pek çok tür, toplumsal grubunu dağıtmaz; sonuçta tek kişinin bildiğini herkes bilir.

             Bol miktarda besin arayanlar: Arzu edilen besin kaynağı (ya da kaynakları), tek bireyin ya da küçük grupların başa çıka­mayacağı kadar büyüktür ya da iyi savunuluyordur (ya da ikisi birden).

Anların ve karıncaların dışında bu ölçütlere uyduğunu gördüğüm tek tür kuzgunlardır. (Dikkatimi kuzgunlara çektiği için Tecumseh Fitch'e teşekkür ederim.)

Vermont Üniversitesi'nden Bernd Heinrich'in Ravens in Winter [Kışın Kuzgunlar] başlıklı harika kitabında, kuzgunlar ve nasıl, neden adam topladıkları hakkında yığınla ayrıntı okuyabilirsiniz.13 Burada kısa bir özetini veriyorum.

Kış boyunca kuzgunların ana besin kaynağı, pek çoğu açlıktan ölmüş hayvanların !eşleridir. Elbette bu leşlerin yeri öngöıilemez (tıpkı ölü tırtılların, ölü fillerin vesairenin yerinin öngöıiilemeyişi gibi). Olgun kuzgunlar çiftler halinde yaşar ve kuzgun çifti, leşi tespit ettiği zaman üzerine kurulur ve bitirene kadar ölüyü gagalar durur­lar; yiyeceği paylaşma niyetiyle gelen başka kuzgunlan da kovalarlar. (Rekabet etkenine dikkat edin; bu etken insan öncesi türlerin mega- fauna leşçilliğinde mevcuttu ama anların ve karıncaların durumun­da belirgin değildir.)

Toy kuzgunlar tek başlarına yiyecek arar fakat geceleri tünemek için ağaçlarda toplanırlar (tipik bir birleşme-bölünme stratejisi). Yi­yecek arayan toy kuzgun, kuzgun çiftinin el koyduğu bir leşe rastlarsa, hiç şansı yoktur. Üstelik, her zaman bölgedeki tüm leşler, tetikte bekleyen çiftler tarafından korunmaktadır.

Ancak, eğer bu yalnız gezgin etrafına yardımcılar toplayabilirse, kuzgun çiftini püskürtüp leşi ele geçirebilir. Fakat tünekdaşlarına bulduğu madeni anlatabilmelidir ki yanına adam toplayabilsin.

Belli ki bunun bir yolu var. Normalde, eğer hiç kimse bir şey bulamamışsa, yiyecek aramaya çıkan kuzgunlar birbirini takip et­mez. Birlikte tüneyerek geçirdikleri geceden sonra, herkes farklı yön­lere uçarak dağılır. Fakat önceki gün bir tanesi, leş bulmuşsa, tüm kuzgunlar olmasa da bazıları onunla birlikte havalanıp gideceği yere kadar ona eşlik eder, leşin başına daha önce çökmüş kuzgunlarla ça­tışıp onları kovalarlar ve leşten arta kalanları aralarında paylaşırlar.

Kuzgunlar bunu nasıl yapıyor? Henüz bilen yok. Üstelik bunu aydınlığa kavuşturmak epey zor. Ağaç tepelerine tırmanıp (ya da daha iyisi, bu işi uzun mesafeli kızıl ötesi kameralara bırakmak), onca pençeden, gagadan, kanat tüyünden hangisinin (ya da hangile­rinin) o önemli mesajı taşıdığına bir şekilde karar vermeniz gerekir. Fakat işin mekaniğini bilmesek bile, kuzgunların bir şekilde yerdeğişim özelliği kazanmış HİS'e sahip olduğundan emin olabiliriz.

Zihinsel güçleri bakımından insanlarla karıncalar arasında yer alan bir türün bu işi nasıl yaptığını bilmek şüphesiz faydalı olurdu. Ayrıca karıncaların, arıların, kuzgunların ve insan atalarının karşı­laşmak zorunda kaldığı sorunların aynısıyla yüzleşen daha fazla tür bulmak da yararlı olurdu. Sık sık tekrarlanan "daha fazla araştırma gerekli" sözü bu durumda, zihnimizin berraklığa kavuşmamasına dair öylesine bir bahane değildir. Öteki türlerle ilgili bilgimiz askıda kaldığı müddetçe, işe anlarla ve karıncalarla devam etmek zorundayız.

Ancak, atalarımızın karıncalar gibi davranarak lisanı ortaya çı­karmış olabileceğini kabullenmekte bazılarınız çekimser kalabilir. Bu sebeple, aşağıda şeytanın avukatlığını yapacağım, arı/karınca senar­yosunun aleyhine aklıma gelen tüm savlan ortaya döküp sonra da hepsine yanıt verilebileceğini göstereceğim.

ŞEYTANIN AVUKATI

             Karıncaların ve anların "lisanları" evrimsel bakımdan çıkmaz sokaktır; aradan on milyonlarca yıl geçmiş olmasına rağmen daha hırslı bir yapıya bürünmediler, oysa çok çok iki milyon yıl önce doğmuş olan lisan daha şimdiden, yoğun bir karmaşıklık barındıran ve sınırsız üretkenliği olan bir sistem haline gelmiştir.

Pekala, bir tarafın beyni toplu iğne başı kadar, öteki tarafın beyni ise hindistan cevizi boyutundayken başka ne beklerdiniz ki? Bunun yanı sıra, herhangi bir iletişim sistemi ancak sahibinin ihtiyaçları­nı karşılar ve bunun ötesine geçmez. Karıncalar dedikoduya ihtiyaç duymaz; hakkında dedikodu yapacak bir özel hayatları bile yok. Cin­sel yeterliklerini sergilemek için lisana gereksinim duymazlar; zaten çoğu cinsellik yaşamaz. Kendi iktidarlarını ve statülerini yükseltecek Makyavelci stratejiler için lisana ihtiyaçları yok; iktidarları ve statüle­ri ta doğuştan geri dönülmez biçimde sabitlenmiştir. O halde, neden "lisanlarını" daha fazla geliştirsinler ki?

             Karınca ve arı "lisanları" ile insan lisanı, elmayla armut gi­bidir; ilki doğuştan gelir, ikincisi kültür aracılığıyla öğrenilir. Doğuştan belirlenmiş kapalı bir sistem, kültür ortamında ye­şeren açık bir sistem olarak gelişemez.

Zaten kimse gelişebileceğini söylemiyor. Tersi ise başka mesele. İlk insan sözlerinin üretimi ancak kendiliğinden olabilirdi, bu işe adan­mış herhangi bir altyapının ürünü olamazdı yani. Günümüzde, lisan otomatikman konuşulur ve konuşanlar, lisanın üretiminde yer alan araçların farkında bile olmaz; tıpkı karıncaların, kendi adam toplama stratejilerinde kullandıkları kimyasal karışımlarının ve sabit eylem biçimlerinin bilincinde olmaması gibi. Aynı şekilde karıncaların, yiye­cek arama için adam toplamaya yönelik ilk girişimleri, kendiliğinden davranışlar olmalı, ki daha sonra bunlar incelik kazanmış, kusurları giderilmiş ve Baldwin etkisi diye bilinen süreç sayesinde sinir sistemi tarafından soğurulmuştur. İster karıncalardan ister insanlardan bah­sedelim, içgüdü sadece fosilleşmiş bir davranıştır. Davranışlardaki değişiklikler genlerde değişimi, en az genlerdeki değişikliklerin davra­nış değişikliklerini tetiklemesi kadar sık (belki daha da sık) tetikler.

             Karınca ve arı "lisanları" katı bir şekilde tek anlam alanıyla sınırlıdır, yani yiyecek toplama. Eğer insan lisanı, karınca lisanıyla aynı işleve sahip olarak doğduysa, neden yiyecek toplama becerisini geliştirmeye yönelik dar sınırlı bir meka­nizma olarak kalmadı da pek çok işlev kazandı?

Bu itirazla karşılaştığımda, ilk tepkim, beyin boyutundaki fark­lara işaret etmek ve ilk kelimelerin kendiliğinden ortaya çıkan icatlar olduğunu iddia etmek olmuştu; beyniniz, bir şeye isim takacak bü­yüklük ve esnekliğe bir kez ulaştığında, artık her şeye isim verebilir­siniz. Sonra bu mesele üzerine tekrar kafa yorunca, belki en azından kısmen haklı olabileceklerini düşündüm. Belki, kelime benzeri ilk sinyaller ortaya çıktıktan on binlerce ya da yüz binlerce yıl sonra, değişime uğramış HİS, tıpkı karınca HİS1eri gibi, aslen uğruna ge­liştirilmiş olduğu işe saplanıp kalabilirdi, ki bunun da yaşamsal bir uğraş olduğunu kabul etmek gerekir.

O durumda, lisanın evrimi araştırmalarının ele alması gereken iki soru daha doğar. İlki şu: Eğer lisan iki milyon yıl önce doğmuş­sa, mevcut karmaşıklık derecesine ulaşması neden bu kadar uzun sürdü? Söz konusu koşulda buna verilecek yanıt, bunun sonsuz uzun bir süre olmadığı ve belki lisanın, leşçillik dışında başka bir işte kullanılamadığı olurdu. Kök-lisanın, leşçillik tuzağından nasıl kaçmış ve dünyaya nasıl dal budak salmış olabileceğinden On Birin­ci Bölüm'de bahsediyoruz.

Öteki soru ise şu: Basit kök-lisan doğduktan sonra, neden kül­tür, bizim kendi türümüz olan Homo sapiens sapiens, yani bilgelerin bilgesi ortaya çıkana kadar durağan bir evreye girmiştir?14

Bana kalırsa bu iki sorudan önemli olanı bu; aynca lisanın ev­rimiyle ilgili çoğu çalışma bu soruyu ya görmezden gelir ya da ge­çiştirir. Üzerine düşünüldüğü zaman ise insanı afallatabilir. Büyük memeli leşçilliği evresinin ardından kısa süre içinde son bölümün sonuna ulaştık; atalarımız Aşölyen el baltası denen eşyayı üretmeye başladı; 15 neredeyse kusursuz simetriye sahip gözyaşı damlası ya da armut şekilli taştan bir nesneydi bu. Çoğu paleoantropolog, Aşölyen el baltalarının alet olarak, et parçalamak ve/veya kesmek için kulla­nıldığını düşünür, fakat bazıları bu el baltalarının fırlatılan cisimler olduğunu; kimileri, alet yongaları yontulduktan sonra arta kalan taş yumrulan olduğunu; başkaları ise dişilerin kalbini kazanmak için imal edilen süs eşyaları olduğunu düşünür. Bu işlevlerden herhan­gi birine ya da hepsine hizmet ediyor muydu bilmiyoruz ama Aşağı Paleolitik dönemin bu İsviçre çakısı en az bir milyon yıl boyunca hiç değişime uğramadan imal edilmiştir.

Evrim hakkında konuşma yaparken, çoğunlukla dinleyicilerime, "Ford'un bu sene çıkardığı model o kadar iyi ki muhtemelen bir mil­yon yıl daha kullanılacak," gibi şeyler söylerim. Böylece, atlarımızla ııramızdaki uçurumun büyüklüğünü kavramaları kolaylaşıyor. Tü­rümüzün aynı araba modelini, ne kadar başarılı olursa olsun, on yıl lıilc üretmesi düşünülemez, kaldı ki milyon yıl boyunca aynı aracı imal etsin. Bazen gelen gideni aratsa bile, yenilik yapma hevesimiz, böyle bir olasılığı saçma kılar. Atalarımız olsun ya da olmasın, el bal­tası yapan bu tür bizden bütünüyle farklı olmalı.

Elbette farklılık sadece zihinde. Fiziksel varlığımız, duygularımız ve güdülerimiz bakımından onlara çok yakın olduğumuza eminim. Bir anne baba çiftini ve çocuklarını alıp, "çocuk hakiki insanmış ama anne babası değilmiş," diyebileceğiniz tek an bile olmamıştır. Yine de geçmişimizde bir yerde, zihinlerimiz değişti, üstelik evrimsel zaman bağlamında oldukça hızlı bir şekilde değişti.

Fakat lisan, yani bildiğimiz hakiki lisan, insan zihnini şekillendir­mişse, ki Onuncu Bölüm'de bu görüşü savunuyorum, bu durağanlık döneminin basit ve yalın bir açıklaması var demektir. Doğrusu kök- lisan uzun süre boyunca arı/karınca düzeyinde kalmış ya da bunun ancak bir parça ötesine geçmiştir. Bu durumu neyin, nasıl değiştirdi­ğine On Birinci ve On İkinci Bölümlerde derinlemesine bakıyoruz.

• Kimyasal sinyaller ya da boşlukta çizilen şekiller kullanan iletişim sistemlerini seslerden ya da el işaretlerinden fayda­lanan bir sistemle nasıl karşılaştırırsınız?

Kolaylıkla. Böyle bir sistemin yararlandığı malzeme oldukça gayri maddidir. HİS1erin, sesler, kokular, el kol hareketleri, ışıklar gibi çeşit çeşit aracı unsurdan faydalandığını Birinci Bölüm'de görmüştük, fa­kat tüm bu sistemler aynı şeyi söyler. Önemli olan, aracı unsur değil mesajdır. Lisan, aracı unsurdan bağımsız olarak aynı mesajları yol­lar. Bayraklardan (Uğultulu Tepeler'in Monty Python tarafından işaret bayraklarıyla anlatılan versiyonunu hiç gördünüz mü?) ya da Mors alfabesinin noktalarından ve kesikli çizgilerinden yararlanabilirsiniz: Konuşulan dilde de aynı kurallar geçerli. Eğer an ya da karınca sis­temleri, olağan HİS mesajlarının ötesine taşan ve normalde insan lisa­nının en az bir özelliğini barındıran mesajlar yolluyorsa, o mesajların yollanmasına aracılık eden unsurlardaki hiçbir farkın önemi yok.

Son olarak, gerçek simge özelliği taşımayan, kapalı (ve çok küçük) bir içgüdüsel davranışlar (yani birbirlerine istemli bir şekilde eklemlenemezler) kümesini meydana getiren bir sistemi ele alıyoruz burada, çünkü ancak dar tanımlı bir du- nım bağlamında kullanılabilirler (başka bağlamlarda kulla­nılan kelimelerin aksine). Bu gibi şeyler, lisanın öncülü nasıl olabilir?

Lisanın öncülü değiller; en azından pamuk başlı tamarin may­munlarının kimi becerilerinin, lisanın öncülü olması anlamında ön­cül değiller. Tamarinler, yeni doğmuş bir insan kadar etkin bir şekil­de konuşma seslerini öteki seslerden ayırt eder, gerçi ne bebekler ne de tamarinler aynı sesler tersten oynatılınca aynı randımanı veriyor. O halde burada, yetişkin insanların ses ayırt etme yeteneğinin öncü­lünü görüyoruz (muhtemelen evrimsel bakımdan türdeştirler). Fakat kitabın bu bölümünde, "er geç lisana dönüşmüş ya da lisan için kul­lanılmış şeyler" anlamında "öncüller" aramıyoruz. Aradığımız şey, ne­redeyse tüm HİS1eri bağlayan sıkı kısıtlamalardan en az birini yarıp geçen özelliklere sahip HİS1erdir. Lisanın nasıl doğmuş olabileceğine dair soyut modeller peşindeyiz, derin evrimsel türdeşlik anlamında öncüller aramıyoruz.

Lisan sadece eşsiz değil, aynı zamanda gayri doğaldır. Sorulması gereken soru, neden bizim türümüzde var da ötekilerde yok, sorusu değil, neden herhangi bir türde var, sorusu olmalı; neden ilk bakteri­den bu yana her tür, dünya genleşen güneş tarafından yutulana ya da ölen güneş yüzünden donana kadar kendi HİS'ini mutlu mesut kullanmaya devam etmedi.

Öyle olsa, ne kadar farklı bir dünyada yaşıyor olurduk (daha doğnısu yaşamıyor olurduk)!

Fakat durum öyle değil. Sonuç ister iyi ister kötü olsun (iki yöne de sapabilirdi), bir şekilde lisana kavuştuk; bana kalırsa bizim veya başka herhangi bir türün buna ulaşmasının tek yolu, şimdiki zaman ve mekan hapishanesinin yıkılmasını doğası gereği zorlayacak bir niş inşa etmekti.

PALEOLİTİK DÖNEME DÖNÜŞ

Artık zarkanatlılan, kendi büyüleyici ama gayet kısıtlı yaşamlarıyla baş başa bırakalım. Savanlarda insanlığın öncüleri hareket halin­deydi. Hadi onlara katılalım. Tehlikeli bir usuldür bu; senin için değil sevgili okuyucu, benim için tehlikeli. Nelerin olup bittiği hakkında tam bir izlenim yaratmak için bu tehlikeyi göze alacağım, fakat bili­nen gerçeklerin eksiksiz destekleyeceği bir tasarının belki biraz ötesi ne tnşarım. O halde şunu aklınızda tutun; betimleyeceğim durumun belirli veçhelerinin, daha sonra yapılacak araştırmalarla tamamen doğru olmadığı ispatlanabilir. Fakat özünde, size betimleyeceğim duruma benzer bir şey gerçekleşmiş olmalı. Atalarımızın iri hayvan leşleriyle beslendiğini biliyoruz, öteki yırtıcılarla/leşçillerle vahşi bir rekabete girdiklerini biliyoruz; bu rekabette başarıyı, ancak yeterli sayıda adam toplayarak yakalamış olmaları makul bir çıkarımdır. Bana kalırsa, bunu yapmanın tek yolu var; karıncaların ve anların yaptığı şekilde, HİS bariyerini kırıp, yerdeğiştirme özelliğine ulaşmak.

O halde yaklaşık iki milyon yıl geriye gidelim ve nelerin gerçek­leşmiş olabileceğine bakalım.

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar