ANLAŞMA ANLATMA VE ANLAMA
| |
Birinci
Baskı Mayıs 1981
Boğaziçi Üniversitesi Matbaasında Basılmıştır.
Bebek - İstanbul
Ayşegül için..
Onsöz
Bu kitabı, 1977 yılında tamamlayarak
Oxford Üniversitesi'ne
teslim ettiğim Doktora tezimden
türettim. Bu kitap ve o tez arasında, aynı
konuları kapsamalarına, ve birçok bölümlerin hemen doğrudan çeviri
niteliği göstermelerine karşın, bazı önemli ayrılıklar bulunmaktadır. İlki, bir tezde bulunması beklenecek, oysa bir kitapta hoş görülmeyecek ''fazla ayrıntı''nın atılmış oluşudur. Bu açıdan,
özellikle deneysel bilginin aktarılmasında, kitap tezden daha fakir, ancak daha kolay okunur durumdadır. Konuların sıralanışı ve anlatım
açılarından ilk iki bölüm, hemen yeniden yazıldı denebilir. Son
iki bölümse teze çok daha yakın
kalmıştır. Burada felsefi tutum olarak, yapılan, kavram çözümlemesi, kavram açıklamasıdır. Ancak kavramların
özellikleri ve kullanılış biçimleri bir dilden başkasına
önemli değişiklikler gösterebilmektedir. Bu yüzden birçok konunun Türk diline uyarlanması zorunlu olmuş, ve dolayısıyla
bazı konuların tartışılması yeniden yazma gerektirmiştir.
Başka bir dilde felsefe konuları
üzerine düşünüp yazan, özellikle kavramsal çözümleme yapıyorsa, Türkçe'de de aynı konuları
düşünmek ve yazmak
gerektiğinde önemli güçlüklerle karşılaşıyor. Bu güçlükler
''arıtılmış'' Türkçe kullanılmak istendiğinde ortaya çıkmaktadır; Arapça ve Farsça
sözcüklerle zenginleşmiş ''eski dil'' için böyle bir sorun söz konusu değildir.
Üzüntüyle belirteceğim ki, benim uygulamam açısından bakıldığında Türkçe
''yenilenmiş'' bir dil değil, yalnızca ''arıtılmış'', dolayısıyla fakirleştirilmiş bir dil görünümündedir.
Düşünme açısından, kavramsal fakirliğin yol açtığı çıkmazlar ve ayrım sağlama olanaksızlıkları, yenilmesi, ve kısa sürede giderilmesi gereken sakatlıklardır.
Buna örnek olarak,bu kitapta değindiğim ve bir açıklama ile ilgili olarak
kullanmakzorunda kaldığım ''düşünme'' ile ilgili sözcükleri
göstermek isterim. ''Düşünmek'', yani lngi- lizce'deki karşılığıyla ''to think'', o dilde, anlamları
çeşitli ayrılıklar gösteren geniş bir kavramlar öbeğini kapsamaktadır. Özellikle ''to consider, deliberate, contemplate,
entertain'' gibi kavramlar arasındaki semantik ayrılık
açıktır. Eski dil,
''teemmül, mülahaza, mütalaa, tefekkür'' gibi birçeşitliliklebunlara
yakın karşılıklar sağlayabilirken, yeni Türkçe'deki, ''ele alma'' ,''tartışma'',
''düşüncede bulundurma''
gibi ''mecazi'' biçimler ancak kaypak yaklaşımlar sağlayabiliyor. Bunun dışında, bu konuda tam özelleşmiş tek Türkçe eylem sözcüğü
''düşünmek''tir. Dilimizin kavramsal açıdan fakirliğini daha da vurgulamak için lngilizce'de vermiş olduğum
sözcük listesine, ''to
think''in kapsamı dışına taşmadan şunları ekleyebilirim: ''to reflect,
ponder, cogitate, meditate, cerebrate, lucubrate, speculate, muse, rumınate, ıntrospect, ete...
Bu tür güçlükler yanısıra, yeni Türkçesi iyi tanınmayan, veya lngilizce anlam karşılığını
Türkçe'de tam
olarak vermeyen sözcükler bulunmaktadır. Bu durumlarda sözcüğün
yanında, parantez içinde 1 ngilizce veya eski dilden bir açıklayıcı
karşılık verme
yolunu tuttum. Bazı durumlarda ise önerilen yeni sözcük o denli yabancı geldi ki, eskisini kullanmayı
yeğledim. Örneğin, ''yasan'' yerine ''niyet'' sözcüğünü kullandım. Bu kitaptaki temel kavramların ifadeleri olan ''mesaj'' ve
''rol'' gibi yabancı sözcükler karşılıkları bulunmadığından (''mesaj'' yerine ''haber'' veya ''salık'',
anlamı bozmaktadır) metinde değiştirilmeden yer almışlardır. ''Analiz'' anlamı taşıyan
''çözümleme'' (''çözümlemek'') sözcüğü bu kitapta sık kullanılan ve önemli yeri olanlardandır. Bu sözcüğü bu anlamında
kullanırken TDK sözlüğünün 1974 altıncı
baskısını izledim.
Oysa bugünlerde beklenmedik bir olgu olarak en sivrilmiş politikacısından sokaktaki adama dek toplumumuz ''çözümleme''yi
yanlış olarak, ''bir
sorunu çözme, çözüm getirme'' yerine kullanmaktadır. Toplumun benimsediği değiştirilemeyeceğine
göre, sözlük değiştirilecek, ve ''çözümlemeye'' başka bir anlam kazandırılacaktır. Bu durumda ''analiz''in karşılığı ne olur şimdiden bilinemez. Ancak bu ne olursa
olsun, benim buradaki kullanışım ileride yanlış kalmaya mahkum görünmektedir. •
Kitapta sık kullanılan bazı önemli
kavramların Türkçe mevcut sözlük karşılıkları kaypaklık veya belirsizlik yüzünden uygun bulunmadığından
yeni sözcükler
önerme yolu tutulmuştur. Bu sözcükler,
karşılıklarıyla birlikte şunlardır: association: bağdaştırma, bağlantı coordination: uyumlama signal,
signalling: imleme referring: yönletim intellectualistic: ussalcı
Ayrıca teknik kavramları ifade için
''söylenim'', ''ön uzlaşım'', ''tam uzlaşım'' gibi sözcükler
türetilmiştir.
Dilimizin kavramsal fakirliğinin bir nedenini, toplumumuzda
felsefenin az yapılıyor olması, az felsefeci bulunması, ve geleneksel ■ olarak bu konuya pek eğilinmemiş
olmasında bulabiliriz.
Bugün Türkçe için, daha çok felsefe çevirisi, ve özgün felsefe yapıtlarına gereksinim vardır.
Önsözü, bu kitabın ortaya çıkışına
katkıları olanlara teşekkür ederek bitiriyorum. Kitaba temel olan doktora çalışmalarımın ilk bölümünü L.J. Cohen ve P.F. Snowdon'un
denetimlerinde sürdürdüm. Tezi hazırladığım ' son iki yıl süresince konuyla ilgili deneysel bilgi
birikimine ulaşmamda ve onu değerlendirmemde büyük yardımları olan Profesör Jerome Bruner'a teşekkürü borç biliyorum. Tezi yazarken en büyük katkıyı ve yardımı doktora süpervizörüm
Profesör Peter
Strawson'dan gördüm. İki yıl boyunca bana haftada bir ayırdığı uzun saatlerde konuya her açıdan en ince ayrıntıya dek girebilmemi sağladı.
Buna karşın yine de hatalı görüşler ürettiysem bunların sorumluluğu doğal olarak bütünüyle bana aittir. Burada, öğrencilik
yıllarımda moral desteğini esirgemeyen eşimin ve New College'ın o yıllarda
başında bulunan
Sir William ve Lady Hayter'ın katkılarını da belirtmek isterim.
Kitabı basım öncesi daktiloya Nesrin Akaylı çekti. Metni okuyarak düzeltmeler öneren Harun Rızatepe ve Zeynep Davran'a da teşekkür
borçluyum.
A. D.
Çatalçeşme, 1978.
1
Yaşamı
sürdürmede birçok hayvan türü için iletişim temel bir gereksinimdir: insan da bu ''kural''ın dışında kalmaz. Aynı veya ayrı türden bireyler, besin almadan cinsel yaşantının düzenlenmesine, yavruların yetiştirilmesinden toplumsal yapıdaki yerlerinin belirlenmesine dek ilişkilerinin büyük bir bölümünü birbirlerine durumlarını ve isteklerini bildiren mesajlar yollayarak yerine getirirler. En basit biçiminde, ki buna bundan böyle
''çekirdek iletişim olayı'' diyeceğiz, iletişimin iki birey arasında ortaya çıktığını
görürüz. Daha karmaşık bütün iletişim biçimlerinin bu temeldeki ''çekirdek
iletişim olayı''na çözümlenebileceği düşünülebilir. Dolayısıyla, bir düzeyde
konuştuğumuzda iletişim kavramının çözümlenmesi, ve bir başka düzeyde
konuştuğumuzda iletişim olgusunun betimlenmesi, ''çekirdek iletişim olayı'' kavram veya olgusunun çözümlenmesi veya betimlenmesi sorunu olarak karşı.
mıza çıkacaktır.
Böyle bir çözümlemenin ilk aşamasına
girişmeden önce ''iletişim'' sözcüğünün bazı ilgilenmediğimiz anlamlarını yolumuzdan sıyırmalıyız. Burada sözünü ettiğimiz
iletişim kavramının, ''kitle iletişimi'' (mass-communication), ''kentsel trafik iletişimi'', ''posta, radyo, televizyon aracılığıyla yerine getirilen iletişim'' (tele-communication) gibi
kavramlarla ancak dolaylı bir ilişkisi vardır. Bu tür kavramların
bizim ilgili olduğumuz kavrama indirgenebileceği,
en azından böyle bir indirgemeyi yerine getiren bir
çözümlemenin sunulabileceği kolaylıkla kabul edilebilir. Ancak, bu
konular kitabın kapsamı dışındadır.
Çekirdek iletişim olayı nasıl meydana gelir? Bunu yanıtlamak
için, iletişim olayına katılan bireyler yanısıra, bu bireylerin takındıkları
iletişim-rollerinden söz etmemiz gerekecektir. iletişimin yerine getirilmesi açısından birbirini tamamlayan iki rol gereklidir. Sözünü
ettiğimiz iki birey
ve iki rolün sürekli çakışması zorunlu olmadığı gibi, sağlıklı
iletişim açısından böyle bir sürekli çakışmanın söz konusu olmamasının gerekliliğini
önerebiliriz. Tersine, iletişim rolleri iletişime karışan bireylerce sürekli olarak karşılıklı
değiştirilir. iletişim, herhangi iki bireyin bu rolleri paylaşıp, rollerinin gereğini yerine getirdikleri bir ortamda doğar. İletişim
sürdükçe bu
rollerin değiştirildiği görülür. Buna karşılık ''çekirdek iletişim olayı'' diye andığımız olay içinde bireylerin takındığı rol tektir ve bu rollerin gereğini
yalnızca bir kez
yerine getirirler. Demek ki süregiden iletişimi bir ''çekirdek
iletişim olayları'' dizisi olarak görebiliriz.
iletişim rollerini takınan bireylere ''söyleyen'' ve ''dinleyen'' diyecek olursak,
bu rolleri de ''söyleme'' ve ''dinleme'' olarak nitelendirebiliriz. Bir çekirdek
iletişim olayında, bir birey birşey anlatır ve bu anlatılanı bir başka birey anlar. Eğer söyleyen bireyin anlattığı ve dinleyen bireyin anladığı, kabaca ''aynı'' denebilecek kadar yaklaşık ise, iletişim olayı
''başarılı'' olmuştur. Başarısız iletişim olaylarında ya ''yanlış anlama··. ya ''anlamama··. ya da
''anlatamama'' söz konusu olmuştur. iletişim çoğunlukla başarılı olur.
Söyleyen ve dinleyen arasında
aktarılana, yani anlatılan ve anlanana -ki bunlar başarılı bir iletişim
olayında aynıdır-''mesaj'' diyeceğiz. Bunu bilgiden (information) •
ayırd etmemiz gerekir: iki ayrı mesaj aynı bilgi olabileceği gibi, aynı mesajda iki ayrı bilgi verilebilir. Dolayısıyla bilgi aktarımı mesaj aktarımı ile olur diyebiliriz. Çekirdek
iletişim olayında iki bireyle çakışan iki rol ve aktarılan bir tek mesaj vardır. Şimdi kabaca, bu olayın nasıl meydana geldiğinin betimlemesini verelim: Bir birey
herhangibir nedenle (bir doğal gereksinim veya basit bir istek
ile) bir düşüncesini bir başka bireye iletmek ister. Bu istekle,
öbür birey tarafından izlenebilecek bazı davranışlarda
bulunur (konuşur veya imlemeler kullanır): -buna bundan böyle
''söylenim'' diyeceğiz- böylece iletmek istediğini anlatmış olur. Söyleyen bireyin işlevinin sona erdiği yerde karşı yanın
işlevi başlar: dinleyen birey, karşısındakinin gözlemiş olduğu davranışını yorumlar. ve söyleyenin ne demek istemiş olduğu
üzerine bir kanı, bir düşünce
geliştirir. Bu geliştirilen
düşünce ''anlanan''dır ve çekirdek iletişim olayının sonunu belirler. Bundan sonra karşılıklı
aktarılacak öbür düşünce ve mesajlar başka çekirdek iletişim olayları meydana getireceklerdir. Anlatma
ve anlama işlevlerini üstlenmiş bireyleri bu işlevlerin adlarıyla rollendir- diğimizde, kullandığımız
terimler, söz konusu işlevlerin yerine
getirildiğini içeriyor. Oysa bu işlevlere
başlanması. veya böyle bir girişimde
bulunulması işlevin tamamlanmasına bir güvence sayılmaz: günlük yaşamda
başlayıp ta yerine getirilemeyen çok sayıda anlatma veya anlama durumu görülür.
Bu açıdan. iletişim rolleri için daha yansız terimler olan ''söyleyen'' ve ''dinleyen'' sözcüklerini
seçtik. İletişim işlevlerini de yukarıda yapmış olduğumuz gibi söyleyen
için ''anlatma··. dinleyen için de ''anlama'' olarak
belirliyoruz. İletişime katılan
bireyleri rollerine koşut (paralel) olarak işlevsel açıdan
da
belirleyebiliyoruz:
''anlatan'' ve ''anlayan''..
Şimdi, bir ilk kaba yaklaşım olarak, yukarıdaki gibi betimlemiş
olduğumuz
iletişim olgusunu daha derinine
inceleyerek doyurucu bir çözümleme getirebilmek
için, yapılması gerekecekleri düşünebiliriz.
Önce nerede durduğumuzu daha kesin
olarak görebilmek bakımından iletişim ve dil arasındaki
ilişkiyi açıklamamız gerekir.
Ancak böyle bir tartışmadan sonra sağlıklı bir iletişim
çözümlemesine girişebiliriz. İletişimin çözümlemesinin, bu kavramın
değişmeyen üç yönünün (aspect) açıklanması ile yerine getirilebileceğini düşünebiliriz. Bunlardan biri, iletişimde
aktarılan düşünce, yani mesaj, diğer ikisi ise. söyleyen ve din-
leyenin üstlendikleri işlevlerdir, diyebiliriz. Düşünce, mesaj, anlama, anlatma
gibi kavramları dilde kolaylıkla ve sık sık kullanıyoruz. Bunu yaparken de önemli bir güçlükle
karşılaşmıyoruz. Oysa, bu kavramları açıklamak gerektiğinde durum hiç de böyle olmuyor. ''Düşünce nedir?'' ya da ''Anlama nedir?'',
veya ''Bir kişinin herhangi bir şeyi anlamış olması için nelerin yerine gelmiş olması gerekir?'' gibi sorular ortaya atıldığında,
Wittgenstein'ın deyimiyle ''zihinsel kramplar'' da belirmeye başlıyor. Bu kitapta bu sorunlar birer
birer ele alınarak kramplar giderilmeye çalışılacak ve böylece
iletişim olgusunun
daha iyi tanıtılması amacı güdülecektir.
2
İletişim ve dil ilişkilerini incelemeye başlarken, bazı
amaçlardan söz etmeye
elverişli bir yerde bulunuyoruz. İletişim
kavramını açıklamaya girişmekle asıl
yapmak istediğimiz, doğal olarak, insan iletişimini aydınlatmak ve anlamaktır.
''Dil''ve ''anlamlılık'' gibi kavramların açıklanma gereği işte
karşımıza bu bağlamda
çıkıyor. Buradaki yaklaşımın temel bir varsayımı, dilsel iletişim ve dildeki anlamın dilsel olmayan insan iletişimi, ve onda doğan
anlamlılık kavramından türediğidir. Dolayısıyla bu kitaptaki temel savlardan
biri, dilin iletişim amacıyla ortaya çıktığı ve ana işlevinin de iletişim
olduğudur. Bu görüş, felsefe ve dilbilim alanında genel bir görüş olmaktan uzaktır. Tersine, dil kavramını
açıklama yaklaşımlarını, yukarıdaki savı kabul eden ' ve ona karşı çıkan olmak üzere iki ana öbeğe
ayırabiliriz. Buradaki görüşe karşı olan toplulukta Frege, Wittgenstein, Chomsky ve
Davidson gibi ünlü adlar bulunmaktadır. Bu görüşü paylaşanlar ise son yıllarda
geliştirilen bazı deneysel ruhbilim dallarında çalışan araştırmacılar, ve filozoflardan Austin, Grice ve
Strawson'dur.1
Bu konuya yeniden ve daha ayrıntılı olarak değinmeden, ilk adımda yanıtlamaya çalışacağımız soruları ortaya koyalım:
1.
2.
3.
Dil ne ölçüde iletişim amacına yöneliktir
İletişim ne ölçüde dilseldir?
İnsan iletişimini diğer iletişim
biçimlerinden nasıl ayırdedebiliriz?
Az önce, dil ve iletişim
arasındaki ilişkilerden söz ederken iki karşıt görüş bildirmiştik; bu sorularımızdan ilkinin görüşülmesine uygun bir başlangıçtır. Burada ileri sürdüğümüz
görüşe karşı olan yaklaşıma göre, dilin kullanılmasında bir iletişim amacı
güdülmesi gerekmediği gibi, dil sık sık iletişim dışı görevlerde de kullanılır.
Dolayısı ile, iletişim dilin ana işlevi
değildir. Bu görüş açısından
dilin ve dildeki
anlamlılığın açıklanmasında iletişim olgusundan hareket etmek yanlış
ı Bkz. Strawson'un ayrımı: Strawson, P.F., ''Meaning and
Truth'', Logico-Linguistic Papers, London: Methuen, 1972.
bir yolu izlemek olacaktır.
Böyle bir yoldan erişilebilecek en olumlu nokta ''başa- ••
rılı iletişim'' olgusunun açıklanması
olacaktır. Orneğin, bu yaklaşımı simgeleyenlerden Chomsky'nin son yapıtlarından birine bakarsak şunları
dediğini görürüz: ''İletişim dilin işlevlerinden yalnız bir tanesidir, ve onun ana işlevi olmaktan da uza)<tır.
Kullanıma ağırlık vererek dili bir amaç yerine getirmeye yarayan araç gibi gösteren
çözümlemenin ciddi sakatlıkları vardır''. 2 Chomsky bu görüşü şu örneklerle desteklemektedir: ''Düşünme,
araştırma, düzgülü toplumsal alışverişlerde, kişinin davranışlarının tasarlanması ve yönlendirilmesinde,
yaratıcı yazı yazma, kişisel duyguların açığa vurulması ve benzeri çok sayıdaki
başka dilsel işlevlerde, terimler onları
kullannıakta olan (söyleyen) bireylerin dinleyene yönelik niyet ve amaçları
gözönüne alınmadan, kesin anlamlarıyla kullanırlar... Araştırma, havadan sudan sohbet gibi sayısız denebilecek normal du- rumdadil kuralına göre
kullanılır, tümceler kesin anlamlarını alırlar, bireyler söylediklerini bilerek konuşurlar veya yazarlar; ancak buna karşın bu durumlarda bir dinleyicide bazı inanç veya düşünceler
uyandırma veya bazı
davranışlarda bulundurma amacı güdülmez.''3 Chomsk'ynin ileri sürdüklerini üç noktada ele alabiliriz :
a)
Birinci nokta bir yanlış anlama ile ilgilidir. Bu yanlışlığın
kaynağını da şöylece
gösterebiliriz. Şu uslamlamayı ele alalım: eğer dildeki anlamlılık ve dilin kullanılışı, salt iletişim
olayındaki söyleyen bireyin dinleyene yönelik (anlatma)
-
-
amaçve niyetlerine indirgenecek ise, bir kullanımdaki anlam ve amaçlar
arasında gö rülecekher ayrılık, böyle bir görüşü çürütmeye yetecektir. Bu demek ki, dil kullanıla
rak yapılan bir iletişim olayında kullanılan sözcük ve tümcelerin dildeki anlamı ve
-
-
bunları kullanan söyleyenin dinleyene anlatmak istediği farklı olabilir: işte bu durum da, söyleyenin
farklı olduğu bilinen amacı hesaba katılmayacağı gibi, böyle bir fark
lılık dilsel anlamlılığın
(sözcük ve tümcelerin
anlamının) ''söyleyenin anlattığı'' (söyleyenin dinleyene iletmek istediği)
açısından yapılacak çözümlemesini de çürütecektir. Birşeyin anlamını,
başka bir şeyin
anlamlılığını kullanarak çözümleyebilmek için hiç olmazsa eşanlamlılık bulunması gerekir. İşte bu durumlarda bu gerek yerine
gelememektedir. Bu görüş büyük ölçüde doğru olarak kabul edilebilir; ancak
Chomsky tarafından tartışılan konuya uygulanış biçimi yanlış gibi duruyor... Bu konuda iki
nokta ileri sürelim: birincisi, söz konusu farklılık dil kullanımlarında açıkça azınlıkta kalmaktadır. Başka bir deyişle, genelde söyleyenin kullandığı tümce ve sözlerin anlamı
dinleyicisine yönelttiği
iletişim amacı ile eştir. İkincisi ise, bizim savunduğumuz görüşün doğruluğu için bu ikisinin farklı olmaması
gereği bulunmayışıdır. Aksine, böyle bir farklıiığın söz konusu olduğu durumlar bizim görüşümüz
açısından ilginç bir araştıfma konusu
-
-
meydana
getirirler. Bakkala girip ''Ekmeğiniz var mı ?'' diye soran bir kişi ger çekte ekmek almak istediğini
anlatmaktadır: İlettiği mesaj, ''ekmek almak isti
yorum''dur. ''Ekmeğiniz var mı ?'' tümcesinin anlamının
böyle durumlarda
''Ekmek
2
Chomsky, N., Reflections on Language, London: Temple Smith, 1 975, s. 69.
3 a.y., s. 62, 69.
almak istiyorum'' olduğu söylenebilir, oysa Chomsky için bunu kabul etmeye olanak yoktur. ''Ekmeğiniz var mı ?'' diye soran birinin ilettiği anlam onun görüşüne göre,
yalnızca bakkalın ekmeğinin olup olmadığını soran bir mesaj olabilir. Eğer bizim savunduğumuz değil de Chomsky'nin görüşü doğru olsaydı, böyle bir soru sorarak (ve başka birşey eklemeden) bakkaldan ekmek satın almak olanaksız olurdu. Chomsky'nin yanılgısını
açıklayalım: Savunduğumuz görüş, söyleyenin kullandığı tümcenin anlamı ile aynı bireyin bu tümceyi kullanarak dinleyende meydana
getirmek istediği düşüncenin (ona anlatmak istediğinin) bağlılaşımına (korelasyonuna) dayanmamaktadır.
Bu gerçekten
yanlış ve basitçi (simplistic) bir yaklaşım olurdu. Gerçekte bizim yapmaya çalıştığımız, bu iki öge arasında evrimsel ve gelişimsel (bir başka deyimle: filojenetik) bir ilişki saptamaktır.
Söyleyenin iletişimse! amacı, evrimsel bir gelişme içinde, böyle bir amacı dile getiren tümceye temel olmakta, ona anlam kazandırmaktadır.
Bu görüşün
doğruluğu, ikisinin
her durumda eş olmasının doğruluğunu gerektirmeyecektir. Evrimsel gelişim içinde temel olma kavramına az ileride açıklık kazandıracağız.
Şimdilik, Chomsky'nin
sözünü ettiği farklılığın görüşümüzüetkilemediğini bildirmek yeterlidir.
Aynı nokta, bazı durumlarda iletişim amacı
gütmeden kullanılan tümcelere
neden dilsel anlamlılık verebildiğimizi açıklıyor: Bir tümceyi onun gramer yapı-
sını incelemek için söyler ya da yazabiliriz; bir tümceyi
alıştırma çalışması
olarak, veyahut sıkıcı bir sessizliği bozmak için toplumsal bir görev yerine getir-
mede kullanabiliriz: böyle durumlarda, tümceler belirli bir mesaj iletme amacı
ile kullanılmamışlardır. İletişim görevi yüklenmemektedirler. Evrimsel olarak,
iletişim görevi görmek için gelişen dil, ana işlevi olan iletişim
yanısıra, böyle amaçlar için de kullanılabilir.
b)
Chomsky'ye göre; günlük sohbet ve düzgülü toplumsal ilişkilerin yerine getirildiği
konuşmalarda, kişiler söylediklerini bilerek konuşmalarına karşın, kendilerini dinleyenlerde düşünceler
uyandırma amacı gütmezler... Chomsky'nin bu dediğini kabul etmek çok güç: günlük
sohbet vb. gibi ilişkilerde
yapılan, karşılıklı olarak düşünce, inanç, istek, duygu, bilgi vb. alışverişinden
başka nedir? Eğer böyle bir alışveriş varsa, bireyler sö,yledikleri ile, kendilerini dinleye11lere bunları aktarma, yani onlarda bu düşünceleri
uyandırma çabasında değiller midir?
c)
Chomsky, dil ve onun anlamlı
ögelerinin iletişim ile bütünüyle ilgisiz olarak kullanıldığı bir başka alan olarak düşüncenin kendisini görmektedir. Dili düşünmede
kullandığımız, yani dil ile düşündüğümüz (düşünceyi dil ile yürüttüğümüz)
savını ileri sürer gibidir. Yukarıda bildirilmiş
olduğu gibi Chomsky'ye göre dil ''düşüncede ele alma'', ''düşünsel
araştırma'', ''bireyin kendi davranışlarını tasarlayıp'', ·düzenlemesi'', ''yaratıcı yazı
yazma'' ve
''hislerini açığa vurma'' gibi alanlarda kullanılır. Bu ilişikte önemli
bir ayrım gerekiyor: düşüncenin dille anlatılması (dil kullanılarak
dışa vurulması) ve dilin düşüncenin
(sessiz, içten düşüncenin) aracı olarak kullanılması, açıkça farklı
olgulardır. Bunlardan
birincisi, ki Chomsky ''yaratıcı yazı yazma'', ''hislerini açığa vurma'' gibi örneklerle bunu kastediyor gibidir, sorun
yaratabilecek bir önerme olamaz. İletişimde bulunan kişi de dil ile düşüncesini
açığa vurmakta, bir başka kişiye
aktarmaktadır. Herşeyden önce, bu durum dilin düşüncede kullanıldığı bir durum değildir: tersine dilin düşünceyi anlatmada (ifadede) kullanıldığı
iletişim olgusunu göstermektedir.
Düşüncenin dil ile yürütüldüğü
savı ise daha uzun
bir tartışma gerektiriyor. Önce, bazı durumlarda, düşüncemizi kendimiz için açık hale getirmek, veya az sonraki
bir toplantıda konuşacaklarımızı hazırlamak amacıyla, tıpkı
konuşuyormuş gibi, yalnız içten, düşüncemizi dille tekrar ettiğimizi kabul etmemiz gerekir. Böyle durumlarda kendi ken• dimize
düs• üncemizi kesinleştirir, içimizden dile çevirir, ve bir konuşma hazırlığı
olarak, tıpkı
bir oyuncunun yineleyişi gibi, içten, dille konuşuruz. Buna benzer olarak, sesli, kendi
kendimize konuştuğumuz da olur. Bu da yüksek sesle düşünme diye nitelendirilebilir. Bunlar,
adeta bir dinleyene konuşuyormuşuz gibi davrandığımız,
böyle bir davranışa
hazırlık içinde bulunduğumuz durumlardır. Oysa, bu biçim
işleyişler düşüncenin çok küçük bir bölümünü meydana getirirler. Alt tarafı,
düşünce konuşmaya bir hazırlık
değildir. Önden bir düşünce olmuş olması gerekir ki,
bu düşünceyi kendi kendimize kesinleştirip içimizden dile çevirelim.
Ayrıca,
konuşmaya içten hazırlık durumları da kolayca iletişimin bir türevi olarak görülebilir.
Öyle ise, bizi şimdi asıl ilgilendiren, konuşmaya içten
hazırlık olmayan,
normal ve ''asıl'' düşünce durumlarıdır. Chomsky, dili işte bunu yürütmek için bir araç olarak kullanmak gereklidir,
diyor. Düşüncenin bu salt biçiminde, tümceler kurup, düşünceyi yürütebilmek için gramer yapıları meydana getirdiğimize inanmak biraz güç.. Düşünce içinde arada sırada kavram-sözcükleri
veya deyimler kullandığımızı
kabul
edebilmemize karşılık, bütün düşünceyi gramer yapıları kurarak yürüttüğümüz
görüşünün yanlış olduğu sonucuna varacağız. Bu tartışmayı ileride daha ayrıntılı olarak yeniden açarak bu sonucu pekiştirmeye
çalışacağız.
Bu durumda öyle görünüyor ki, Chomsky'nin ileri sürdükleri, ve örnek olarak
verdiği durumlar, dilin temelde bir iletişim aracı
olduğu savını, yani bizim savımızı çürütmede pek fazla yol alamamaktadır: söylediği gibi, dilin iletişimden
bağımsız
olduğu, ve iletişimin ana işlevi olmayıp,
çok sayıda işlevinden yalnız biri olduğu
görüşlerine, verdiği kanıtlara dayanarak katılmak
güçtür. Aksine,
dili iletişim açı-
sından değerlendirerek, onu iletişimin evriminde, gelişerı
araçlar dizininin
en üst bir
aşaması olarak ele alırsak, o zaman karşımızda
İnsan'ın büyük bir yaratısını buluruz.
Bu görüş açısının dışına düştüğümüzde, dilin diğer iletişim
biçimleri ile olan açık ve önemli
ilişkilerini görmezden gelmeye zorlanarak, dilin insan yaşantısındaki rolü üzerine yanlış bir kanı
geliştiririz.
3
iletişim biçimleri ve bunların dil ile ilişkileri konusuna değinmişken az önce
ortaya attığımız soruya dönelim.
İletişim ne ölçüde dilseldir?
Kabaca söyleyecek olursak, insan iletişimi iki cins araçaracılığıylayerine
getirilir:
dilsel ve dil-dışı. Dil, iletişim aracı olarak daha doğrudangözeçarpanı olduğundan, bireyler arasındaki
düşünce alışverişinin ana yolu olarak kabul edilmiştir. Böyle bir kabule dayanarak ta, ilgi
genellikle dil üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Oysa, son yıllarda
yapılan deneysel araştırmalar,
göze az çarpan dil-dışı
iletişim biçiminin birçok yönlerden en az dil kadar önemli olduğu, ve belki daha da ilginç olarak, dil-dışı
iletişim biçimlerinin gelişim ve evrim açısından dilin temelinde yattıkları
konularında kuvvetli kanıt
sağlamışlardır. Bu alanlarda uzun yıllardır araştırmalar yapmış olan Argyle'a göre deney, ''dilin, dil-dışı
iletişime önemli ölçüde bağımlı olup onunla girift bir biçimde iç içe
girdiğini ve, sözlerle
anlatılamayan çok şey bulunduğunu'' göstermiştir.4 Ayrıca, istatistik araştırmaları,
diğer birey hakkındaki
duyguların iletilmesinde,
''dil-dışı ögelerin, dilsel olanlara kıyasla beş kez daha çok ağırlık taşıdığı, ve ikisinin çeliştiği yerlerde de, dilsel mesajın göz
önünealınmadığını gösteriyorlar."5 Bu tür araştırmalar, dil dışı iletişimin
hayvan cinsleri arasında geniş
ölçüde yaygın olduğunu, ve hayvanların belirli bir mesajı iletmekte kullandıkları imleme biçimlerinin
aynı mesajı iletmede
insanlarca kullanılan imleme biçimleri ile açıkça gözlemlenebilen bir süreklilik gösterdiklerini de saptamıştır. Bundan çıkarak,
dil-dışı imlemelerin
(signals) bir ölçüde doğuştan edinilme oldukları ileri sürülmüştür.
Bugün için, bu alanda
çalışmalar yapan araştırmacılar, dil-dışı iletişim ögelerinin ne ölçüde doğuştan
edinilme, ne ölçüde sonradan öğrenme, yani kültürce belirlenmiş
olduklarını saptama yönünde ilerleme göstermektedirler.
Ancak, deneysel
olarak, ''öğrenilmiş'' ve ''doğuştan'' öğeler arasında açık
seçik bir ayrını getirecek ölçütler henüz
sağlanabilmiş değildir. Belki bütün davranış biçimlerinde doğuştan edinilmiş ögeler
bulunduğunu -büyük bir kısmında bulunuyor olmasına karşın- öne sürmek doğru olmayabilir; yine de bütün davranış
biçimlerinin doğuştan edinilme ögelerden evrimsel olarak türemiş olduğunu, ve bazı davranışların doğuştan edinilme yönleri halen en gelişmiş cinslerde (örneğin insan) bile koruduğunu
söylemek, büyük ölçüde gerçeği bildirmek olacaktır.
Önceden de belirtilmiş
olduğu gibi, insanlarda
görülen davranış biçimlerinin -iletişimse! veya değil- doğuştan
edinilme yönlerini bulmada yol gösteren önemli
bir ölçüt, aynı
biçim davranışların yakın hayvan cinslerinde bulunup bulunma-
4 Argyle, M., Bodily
Communication, London: Methuen, 1 975, s. 4. s a.y. s. 128.
dığına bakmaktır. Bu yöntemlerle,
iletişimse! davranış biçimlerinin, ill<elden, gelişerek dilsel biçimlere doğru
yaptıkları evrim çizilebilmeye
başlanmıştır.6
Hayvanlar dünyasında, iletişimse! imlemenin, ki bu son derece özelleşmiş ve yaşanılan
yöreye uydurulmuş özellikler gösterebilmektedir, ''niyet davranışları''
(örneğin: uçmak isteğini imlemede kanatların açılması, veya ısırmak isteğini imlemede dişlerin
gösterilmesi gibi) ve ''kendiliğinden davranışlar'' (tüylerin dikleşmesi, terleme, soluma gibi) gibi kökenlerden
türedikleri belirtilmektedir.
Bu gibi imlemeyi diğer bir hayvanda ''okuyan'' birey, bunlara karşı hiçbir zaman
ilgisiz kalmamakta, ve her durumda tepki veya yanıt biçiminde
bir davranış
sergilemekte,dir. Örneğin, bölgesel egemenlik belirten saldırgan bir davranışla
karşılaşan erkek maymun ya kavgaya tutuşur, ya yaltaklanır ya da çeker gider. Hayvanların bu biçimlerde bir diğerlerinin durum ve eğilimlerini
okuduklarından bir sonraki, evrimsel aşama, iletişimde etkin olmuş imleme ögelerinin
yerleşmesini sağlama olmaktadır. Hayvan topluluğunda bu biçim
''yerleşmiş'' iletişim imlemeleri çoğaldıkça, bunların etkinlikleri artmakta ve kullanışları giderek kolaylaşmaktadır.
Bu ''yerleşme'' olgusuna araştırmacılar ''örfleştirme'' (ritualisation) adını veriyorlar.7 Bu özellik, insan çocukluğu ve çeşitli insan kültürlerinde de kolayca gözlemlene- bilmektedir. Ayrıca gelişmiş
insan iletişimi
kapsamında bunun bir
karşılığı görül-
mektedir ki, bu, dil-dışı iletişimden dilsel iletişime
geçişi sağlayan uzlaşım olgusu (convention) dur. Bu konuyu daha ileride ayrıntıyla
inceleyeceğiz. ''Örfleştirme''
olgusu (tıpkı uzlaşım gibi), bir imlemeyi standardlaştırma,
bilgi veya iletişimse!
içeriğini koruyarak
simgesel (ikonik) özelliğini azaltma, ve imlemeyi parçalara
ayırma gibi sonuçlar doğurur.
Açık bir biçimde,
örfleştirilmişve dolayısıyla standard-
laştırılmış imlemeler kültürel ögeler
halini almakta
ve kullanılabilmeleri büyük ölçüde öğrenilmelerine
dayanmaktadır. Böylece içgüdüsel (doğuştan edinme) özellikler yanısıra, bir kültürel- sonradan öğrenilebilen-
yön geliştirilmektedir. Bu biçim örfleştirme ve kültürel özelleşme öyle boyutlara varmaktadır ki, temelde aynı doğuştan edinme ses özelliklerini
taşıyan hemcins kuş ötüşleri,
örneğin ispinozlarda,
bölgesel lehçe farklılıkları meydana getirebilmektedir.8
4
Dilsel ya da dil-dışı olsun, insan iletişimini hayvan iletişiminden
ayırdede- bilmemiz
gerekir. Bu bizi yukarıda belirlemiş olduğumuz üçüncü sorunun yanıtına
6
Bkz. Smith P.K.,
''Ethological Methods'', Foss, B. {Ed.) New Perspectives in Child Develop-
ment, Penguin Books, 1 974.
7
Argyle, M., Bodily
Communication, Landon: Methuen, 1975, s. 40; Bruner, J.S., Nature and Uses of
lmmaturity, The American Psychologist, Vol. 27, 1972.
8
Thorpe, W.H., ''Vocal
Communication in Birds'', Hinde, R. (Ed.), Non-Verbal Communica- tion,
Cambridge U.P., 1 972.
getiriyor. ''İnsan iletişimi hayvanlarınkinden farklıdır'' düşüncesini
şöylece temel-
lendirmeye çalışabiliriz: diyebiliriz ki insanlar ilettiklerini belirli bir amaçla (bilerek, niyetlenerek, istemli
olarak) iletirken, hayvanlar böyle değildirler; onlar imlemelerini •
kendiliğinden (otomatik, spontane, istemsiz)
yaparlar. lmlemeleri, içinde bulundukları ruhsal ve fizyolojik durumun doğrudan
yansımasıdır. Bu ölçüt kabaca geçerli olmasına karşın, iki ilet. işim biçimi arasında kesin bir ayrım
sağlamıyor. Bunun
birinci nedeni, insanların insan-öncesi (veya doğal) iletişim
biçimlerini çok yaygın olarakkullanıyor olmaladır. ligimizi, duygularımızı,
kızgınlık veya
isteklerimizi sürekli olarak yüz ifadesi, mimikler ve çeşitli davranışlarla
çevremizdekilerin görüşüne sereriz. Bu biçim davranışları da çoğu kez istemsiz ve kendiliğinden yerine getiririz. Bununla dilsel biçimde
yürüttüğümüz iletişimi destekler, onu tamamlarız. Bu doğal iletişimin kullanılmadığı insan ilişkileri çok kuru ve hissiz olurdu. İkinci neden ise, bazı hayvan cinslerinde gözlemlenen
iletişim biçimlerinin kolayca ''istem dışı'' veya ''amaçsız'' olarak, yani ''doğal''
iletişim diye
nitelendirilemeyecek özellikler göstermeleridir. Hayvanlarda gelişkin ve karmaşık amaç ve niyetlerin olabileceği
görüşüne karşı güçlü savlar bulunmaktadır. Örneğin Davidson şöyle demektedir: ''bir başkasının dilini yorumlayamayan bir yaratığın
düşüncesi de
(istekleri, inançları) olamaz."9 Buna kanıt gösterirken şöyle
uslamlamaktadır: ''Elde dil olmadan, çoğu kez güvenle ortaya attığımız, ve birbirinden ancak ince farklılıklarla
ayrılan açıklamaları yapmamız olanaksızdır. (Örneğin) bir köpek hakkında,
sahibinin evde olduğunu biliyor, diyoruz. Oysa bu köpek (sahibi olan) Mr. Smith'in veya (aynı kişi olan) banka müdürünün evde olduğunu biliyor mu?.. Dil diye
yorumlanabilecek bir davranış biçimi olmadığı sürece,
yaratıkları ''düşünüyor'' diye nitelerken yaptığımız ayrıntılı betimlemeler, veriler ve
olgularca taiı olarak desteklenmeyecektir. Bu durumlarda, istek, inanç ve diğer eğilimlerle
nitelemede
direnecek olursak, açıklamalarımız eldeki verilere göre çeşitli almaşık açıklamalardan daha çok destek görmediğinden,
değer yitirecektir."
Davidson'un uslamlaması gereksiz yere, davranış karmaşıklığı kavramına
yaslatılmış gibi görünmektedir.
Öyle ki, düşünce, yalnız
çok karmaşık (dil gibi) davranış biçimi gösterenlerde bulunabilir.. Ancak, böyle bir sav, davranışın
yapıldığı bağlamın ve davranışın tutarlılığının önemini gözönüne almamaktadır. Bir yaratık öyle ''ilgili'' bir bağlamda öyle
tutarlı bir davranış ortaya koyabilir ki, bu durumda davranışı
-
-
fazla karmaşık olmasa da, düşünce veya istek ile yapıldığı
kanısını kolayca
uyan dırabilir. Böyle bir açıklama, olgu ve verilerce diğer olası
açıklamalardan çok daha bü
yük güçle desteklenecektir. Kaldı ki, insan dışı yaratıklar
veya çok küçük (dil öncesi)
çocukları''düşünebilirlik''ve''anlık'' ile nitelendirdiğimizde genellikle basit açıklamalar yapma yolunu tutuyoruz: karmaşık
düşünce biçimleri içeren açıklamaların, tıpkı Davidson'un dediği gibi, verilerce desteklenmesi
beklenemez: şu halde, köpeğin basit bir düşünce dizgesi (sistemi) bulunduğunu ileri sürmek, ve sahibinin evde
9
Davidson, O. ''Thought and
Talk'', Guttenplan, S. (Ed.) Mind and Language Oxford U.P. .
1 975, s. 9, 15, 16.
olduğunu bildiğini önerirken, sahibini kokusundan, evi de bir
besin kaynağı olarak tanıdığını söylemekle ne denli sakıncalı bir tutuma girebilmiş oluruz?
.
Davidson'un kanıtları, hayvanları karmaşık düşµnce biçimleri ile nitelemenin önemli sakınca ve yanlışlığını ortaya seriyor. Oysa, aynı nitelemenin basit düşünce
biçimleriyle yapılmasının bir sakat yanı olduğunu göstermiyor. Tam tersine, Lorenz'in şu betimlemesinde olduğu gibi ''bilerek'' ve ''niyetli davranış'' ile açıklama en doyurucu bir yol oluyor: ''Bahçe kapısını
henüz açmış ve
kapamaya vakit bile bulamamıştım ki, köpek havlayarak üzerime koştu. Beni tanır tanımaz, bir an utanır gibi duraladı; sonra bacağıma
sürünerek açık kapıdan dışarı fırladı ve yolun öbür yanındaki komşunun bahçe
kapısına doğru, sanki baştan beri o bahçedeki bir düşmana yönelmişmiş gibi, öfkeyle havlamaya devam etti." 10
5
İnsan iletişimini diğer biçimlerden
ayırd edebilecek bir
nitelik veya ölçütün aranması, bizi H.P. Grice'ın çalışma alanına götürür. Anlam kavramını
açıklamaya yönelik olarak Grice ''doğal'' ve ''yapay'' anlamlar adını verdiği iki kavram arasında bir ayırım
getirmiştir11 ''Yapay anlam'' kavramı, bizim burada ''insan iletişimi'' diye adlandırdığımız
olguyu belirler;
öyle ki,
''yapay anlam'' yalnız insan iletişiminde ortaya çıkar. ''Doğal anlam'' ise bunun dışında kalan iletişim
biçimlerini (ki buna
hayvan iletişimini de sokabiliriz) kapsar. Dolayısıyla
doğal anlam ve yapay
anlam ayırımı, insan iletişimini diğer iletişim biçimlerinden ayırmada önemli
ölçüde yardım sağlayacaktır.
Grice'ın ayrımını ve bunda kullandığı
ölçütleri Türkçe'nin dilsel ve kavramsal yapısına uydurarak açıklayalım.
Şunlar doğal anlam örnekleridir: ''Bu vaha, burada su olduğu anlamına
gelir'' (Bu
vaha, burada su var demektir), ''Dumanın varlığı ateş anlamına gelir'' (Duman varsa, ateş var demektir); ''Köpeğin
dişlerini göstermesi, kızdığı anlamındadır'' (''anlamına gelir'' veya ''kızgın demektir''); ''bu yüz ifadesi acı anlamına gelir'' (acı demektir); ''Bu kırmızı lekeler kızamık
anlamına gelir'' (kızamık demektir). Grice, içinde doğal anlam kavramı bulunan yukarıki türdeki önermelerin bazı
özelliklerini kullanarak ölçütler geliştiriyor. Bu ölçütlere bakalım:
a)
Anlamlılığı bildiren önermenin, bu demek ki, belirli bir durumda,
X'in r anlamı taşıdığını (demek olduğunu) bildiren önermenin, X'in taşıdığı
söylendiği anlamı içermesi gerekir (yani r'yi içerir). Başka bir deyişle, bu durumlarda 'X,
ı o Lorenz, K., King Solomon's Ring, New York: Corwell, 1 952.
ı ı Grice H.P., ''Meaning'',
Strawson, P.F. (Ed.) Philosophical Logic Oxford U.P., 1 967. (İlk yayım 1957).
r anlamındadır'' gibi bir önerme, mantıksal olarak r yi içerir.
Örneğin, ''Bu
vaha, burada su olduğu anlamına gelir'' önermesi, ''burada su vardır''
önermesini içerir; veya ''Köpeğin dişlerini göstermesi kızdığı anlamına gelir'' önermesi ''bu köpek
kızgındır''ı içerir. Bunun böyle olduğunu kolayca sınayabiliriz; ''Bu köpeğin
dişlerini göstermesi kızgın olduğu anlamına gelir, ama bu köpek kızgın
değil'' veya ''Bu
vaha, burada su olduğu anlamına gelir ama burada su yok'' çelişik
önermelerdir. (Nedeni açık: su olmadan vaha olamaz.)
b)
Anlamlılığı bildiren önerme, eğer
söz konusu anlamlılık
doğal anlam ise, •
anlamında bir değişiklik olmadan, anlam taşıyanı (X) bir olgu (vaka) gibi göstererek, yeniden yazılabilir:
''Köpeğin dişlerini gösterdiği olgusu, köpeğin kızdığı anlamına gelir'' (köpek kızgın demektir). ''Bu kırmızı lekelerin bulunması olgusu, kızamık
anlamına gelir'' (kızamık demektir).
c)
Anlamlı olduğu önerilen şeyin (X) istemle (bilerek, niyetli
olarak, amaçla) yapıldığı, doğal anlam taşıyorsa, söylenemez. Örneğin, köpek
dişlerini bilerek gösterdi, veya çocuk lekeleri bilerek çıkardı, veyahut vaha orada niyetli olarak
çıktı (çıkarıldı) denemez. Diğer bir deyişle, bunlar hep kendiliğinden olgulardır.
d)
Aynı şekilde, bu tip önermeler''
ile anlatılmak istenilen (denmek
istenen) ........................................................ du/idi."
biçiminde çevrilemezler. Örneğin, ''Vahanın varlığı ile an -
!atılmak istenen orada su olduğu idi'' veya ''Kırmızı lekelerle anlatılmak istenen
kızamık olduğu idi.'', başta verilen örnek
önermelerin doğru çevirileri değildir.
Şimdi, bu ölçütler, yine anlamlılık bildirilen bir önermeye
uygulandığında,
bütünüyle ters sonuç verirlerse, bu söz konusu önerme ''yapay anlamlılık'' bildiriyor
diyebileceğiz. Öyle ki, bildirdiği
anlamlılığın yapay olabilmesi için yukarıdaki dört
ölçütün her birinin önerdiğinin
değillenmesi gerekmektedir. Örnek olarak şu önermeleri ele alalım: ''İki kez çalan zil (şoföre)'' devam et ''anlamına geldi (demektir)''
''Siperlerden yükselen beyaz bez ''teslim oluyoruz'' anlamındadır (demektir)'' ''Öğrencinin kalkan eli yanıt vermek istediği
anlamına geldi''
''Mehmet beyin elini silkelemesi artık karısından çok bıktığı anlamına
geldi''. Ölçütleri yeniden
kullanarak bu önermelere uygularsak göreceğiz ki;
a1) Bu önermeler, anlamlılığını bildirdiklerini içermiyorlar: ''Bu köpeğin
dişlerini göstermesi kızgın olduğu anlamına gelir, ama bu köpek kızgın
değil'' çelişik iken, ''İki kez çalan zil ''devam et'' anlamına geldi, ama, otobüs hareket edemezdi'' (bozuk
olabilir, veya daha binen/inen vardır, veyahut biri şoföre şaka
yapmıştır) gibi bir önerme
kolaylıkla kabul
edilebilecek durumdadır. Aynı durumu öbür örneklerde de görebiliriz: ''Siperlerden kalkan beyaz bez
teslim oldukları anlamına geldi, oysa teslim olmaya niyetleri yoktu. (bir savaş
kurnazlığı yapıyorlardı)'', ''Öğrencinin kalkan eli yanıt vermek istediği
anlamına geldi,
ancak öğrenci bir şey bilmiyordu. (Elini gösteriş olsun diye kaldırmıştı)'' vb..
b1). ''(Otobüste) iki kez zil çalınması olgusu, ''devam et'' anlamına geldi''; ''Siperlerden beyaz bir
bez yükseltme olgusu, ''teslim oluyoruz'' anlamına geldi''
vb. gibi tümceler, başta örnek olarak verilen önermelerle eş anlamda değildirler. Biri diğerinin
çevirisi olamaz.
c1) Açık bir şekilde, zilin iki kez çalınması, beyaz bezin siperlerden yükseltilmesi,
öğrencinin kalkan
eli, amaçlı ve istemli (niyetli, bilerek) edimler olarak değerlendirilebilirler.
•
d1) ''iki kez çalınan zille
anlatılmak istenen şoförün devam edebileceği idi." ''Gösterilen beyaz
bezle anlatılmak istenen, teslim olunacağı idi'', ''Kaldırılan el ile denmek
(anlatılmak) istenen, öğrencinin yanıt vereceği idi." Bu biçimde yeniden
yazılmış önermeler ''doğal anlam'' örneklerinin tersine, kabul edilebilir
tümceler oluyorlar.
Öyle ise, ikinci öbek örnek
önermeler, doğal anlamlılık değil, yapay anlamlılık
bildiriyorlar. Grice'ın sağladığı
ölçütler dizini de, en azburadakiler gibi, kaypaksayıl- mayacak durumlarda
başarı ile uygulanabiliyor. Unutmamak gerekir ki, örnek aldı-
ğımız önermeler uç durumları göstermektedirler,
ve bu sayede kesin ayrım sağ-
lanabilmektedir. Oysa, olgulara
baktığımızda, doğal ve yapay anlamlılık ve buna koşut olarak doğal ve yapay
iletişim, kesin olarak ayrılmaktan çok, birinden diğerine dereceli bir geçiş
''spektrum''u sergilerler. Arada kalan ve kesin olarak ne ''doğal'' ne de
''yapay'' diye sınıflandıramadığımız bazı hem hayvan hem de insan imlemeleri
bulunmaktadır. Hayvanlarda görülen bu tür imlemeler, evrim sürecinde özelleşmiş
olmalarına, ve halen kendiliğinden (otomatik), (yanı belirgin bir amaç
gütmeden) kullanılmalarına karşın, imlediklerinin doğal simgesi olmaktan
kurtulmus durumdadırlar. •
Bu, arada kaldığını bildirdiğimiz
durumlar hangileridir? Afrika'da yaşayan, küçük, gri renkli ''vervet maymunu''
adı ile bilinen hayvanları ele alalım. Bunlar, ağaçlarda yaşarlar ve gelişmiş
bir ''uyarma·· iletişim biçimleri vardır. Bir kartal Üzerlerine doğru
süzüldüğünde bunu gören bir maymun, bir uyarı bağrışı duyurur. ''Bu sesin
duyulmasıyla bütün vervet maymunları bir anda dallardan, tabandaki sık otluk
içine kayar, kartal saldırısı gibi tehlikelerden korunmuş olurlar... Aynı
hayvanlar tabanda yaşayan, leopar gibi yırtıcı hayvanlar yaklaştığında değişik
sesler çıkarırlar."12 Bu seslerin duyulmasıyla maymunlar,
zemindeki tehlikeden
I
uzaklaşarak ağaçların üstlerine
tırmanırlar. Bu tür imlemeler kısmen doğuştan edinilme, kısmen ise öğrenilmiş
gibi görünmektedir. Önemli bir özellikleri ise, dumanın, ateşin doğal
işareti/imi olduğu anlamda, tehlikenin doğal imi olmamalarıdır. Bu ilişikte
sözünü edebileceğimiz bir başka ilginç olgu da, şempanzelere ''sağır-dilsiz''
dilinin (ASL) öğretilebilmiş oluşudur. Gardner'ların yapmış oldukları deneyde
''Washoe'' adını verdikleri şempanze, bu dili öğrenip, onun aracılığıyla
iletişimde bulunmuştur. 100 kadar im öğrenerek bunlardan 2500 değişik birleşim
• - —^—^—
'
-^— —^——•^^»^^^^^^^^^a^^^B* —
12 Altmann, S., Primate Communication, Miller G.
(Ed.), Communication, Language and Meaning. New York: Basic Books, 1 973, s.
84, 91.
türeten Washoe, bu imleri açık bir iletişim amacı ile kullanıyordu. 13 Durumu,
yansılama (taklit etme) ve koşullanma
(şartlanma) dan açık bir biçimde
farklıydı. isteklerini iletiyor ve buyruklar
veriyordu. Yaptığı anlam (semantik)
yanlışlıkları ufak çocukların (insan) sık sık
yaptıkları türdendi.
Şimdi bu tür, ortada kalan, kaypak iletişim
biçimlerinin özelliklerini belirleyip bunları doğal ve kaypak iletişimin tipik örnekleriyle
karşılaştıralım. Bunun için önce, bu ilginç hayvan iletişim biçimlerini, daha basit ve evrimde daha geri biçimlerle birlikte ele alalım. Daha geri iletişim
biçimlerine örnek olarak, kızgınlığın belirtisi olan diş gösterme; korku anlamına gelen kıl dikleşmesi
(ürperme); ve
maymunlarda cinsel isteği gösteren kalçalardaki mavi şişikleri verelim. Bu tür sergileme/imleme biçimlerinin şu
özelliklerini sayabiliriz.
l.a. Kendiliğinden (otomatik/spontane) imlerdirler.
l.b. Bu türden bir imleme/sergileme organizmanın durumunun bir doğal imidir. Ayrıca imleme bu durumda, imlenenin de (imlenmiş
olanın) doğal imidir.
■ l.c. ''Bu türden bir imlemenin
doğal anlamı, hayvanın bu imce
belirtilen durumudur."
diyebiliriz. Örneğin, ··Bu kedinin dikleşen tüyleri korkmuş
olduğu anlamına gelir."
dediğimizde buradaki anlamlılık, doğal olanıdır.
Bizim şu anda ilgilendiğimiz ve
özelliklerini açıklamaya çalışacağımız türden
imlemeler, bu yukarıdakilerden evrim
açısından daha üst bir gelişme düzeyin- dedirler. Az önce verdiğimiz vervet
maymunu uyarı imlemeleri örneğine kuşların bölge egemenliği bildiren ötüşleri
ve arıların nektarın yeri, ve niceliğini bildiren danslarını ekleyebiliriz. 14
Bu imlemeleri açıklarken iki seçenek var: bir yorum, hayvanın çok özelleşmiş ve
ayrıntılı bilgi ileten
davranışını, hemcinslerine
yöneltilmiş olarak değerlendirmek olabilir. Bir
diğer deyimle, maymunun söz konusu durumlarda
davrandığı gibi dav-
ranmasının nedeni, hemcinslerini belirli ''ilgilerini
çekmek'' isteğidir, diyebiliriz.
bir tehlikeye karşı ''uyarmak'',
İmleme
kendiliğinden,
otomatik
olarak yapılıyor olması yanısıra
yapılışında böyle bir istek de bulunabilir. Böyle bir yorum, söz konusu
hayvanın, doğrudan farkında olmasa bile, bir iletişim ama-
cı/niyeti bulundurduğunu varsayma
durumunda olacaktır. Yapılan davranış (imleme) böyle bir niyetin otomatik
sergilenişi olarak görülecektir. Bir ikinci yorum ise, hayvanların iletişim
davranışlarını insanlarınkine bu denli yakın göstermeden verilebilir: hayvan
(bir kartalın yaklaşıyor oluşundan) ''korktuğu'' veya bunu ''düşündüğü'' için
bu imlemeyi yapmaktadır. Böyle bir açıklamaya göre, hayvanda iletişimse! amaç
bulunduğu varsayılmayacak, ve söz konusu davranış (imleme) hayvanın düşünce
veya korkusunun oluşmasıyla birlikte kendiliğinden
13
Gardner, A. ve Gardner, B., ''Two Way Communication with an lnfant
Chimpanzee'' Schrier ve Stollnitz (Eds). Behaviour of Non Human Primates.
Landon: Academic Press, 1 970.
14
Thorpe, W. H., Bkz. not (8); ve von Frisch, K., The Dance Language and
Orientation of Bees, Cambridge, Mass.: Harvard U.P., 1 967.
(otomatik olarak) dışa vuruluyor gibi görülecektir.
Böylece hayvanın davranışı hemcinslerine yöneltilmiş olarak yorumlanmayacaktır.
Yukarıdaki birinci ya da ikinci açıklama
arasında seçim yapmamızı sağlayacak başkaca veri bulunamadığından,
her iki seçeneği de şimdilik eşit oranda olası yorumlar olarak değerlendirebiliriz.
Şimdi, bu tür iletişimin
özelliklerini, bir önceki türünkilerle karşılaştırabilecek şekilde sergilemeye çalışalım:
11.a. Bu tür imler de ''kendiliğinden''
(otomatik)
dirler.
11.b. Bir önceki türün tersine, davranış
hayvanın ruhsal
(veya organizmasının) durumunun bir doğal imi sayılabilmesine
karşın, aynı davranış (imleme), hemcinslerine imlediği mesajın doğal imi sayılamaz ve öyle görülemez.
(Bu demek ki
maymunun bağırışı, saldıran bir kartalın, dumanın ateşin doğal imi oluşu gibi, doğal imi değildir; ancak, maymunun korkusunun veya
hemcinslerini uyarma niteyinin doğal imi olabilir.)
11.c. Böyle bir durum d. oğduğunda, bu' türden bir imlemenin doğal anlamı
hayvanın ruhsal
durumudur, diyebilirken, imlemenin ilettiği onun doğal
anlamıdır, diyemeyiz.
Sonuç olarak savunulmak istenen görüş, bu imleme türlerinin
doğal iletişim durumları olmadığıdır. Vervet maymunu örneğini son bir kez daha· ele alalım. (Buna koşut uslamlamalar arı ve kuş örneklerine
de kolayca uygulanabilir.)
Bir maymun topluluğunu doğal ortamları içinde gözlemlediğimizi
düşünelim: maymunlardan biri, önceden yaptığımız gözlemlerde yalnız bir kartal saldırısı
olduğundaki gibi bağırmaya
başlıyor, ve diğerleri de mesajı almış
görünerek, alt
dallara, oradan da otların arasına kayboluyorlar. Şimdi yanıt gerektiren sorular şunlardır: ''Maymunun haykırışı ·ne anlama geldi?'' ve ''Bu hangi
türde bir anlamlılıktı ?'' Haykırış, maymunun bir kartal saldırısından
korktuğu (veya hemcinslerini böyle bir saldırıya karşı
uyardığı) anlamına geldi. ''Anlamlılık'', burada ''doğal
anlamlılık'' anlamında kullanılmış olmakta, ve Grice'ın
ölçütlerini de başarıyla
doyurmaktadır. Oysa, hayvanın korkması (veya uyarmak istemesi) olgusundan,
gerçekten bir kartalın
saldırmakta olduğunu çıkarsayamayız: maymun imlemeyi
yaptığı halde saldıran bir kartal olmayabilir. İlki ikincisini içermemektedir.
Aynı
şey kurşun ötüşü ve arının dansı
için de geçerlidir. Bu tür iletişimde mesaj olarak
aktarılan doğru ya da yanlış olabilir. Bir başka deyişle,
hayvanın korktuğunun
(veya aktarmak istediğinin) doğru ya da yanlış oluşu,
hayvanın korkmakta
(veya
uyarma amacında) olduğu önermesinin doğruluğunu etkilememektedir. Öyle
ise, çevrede saldıran bir kartal bulunmasa bile, ''Maymunun bağırışı bir kartalın
saldırısından korktuğu (saldırısına
karşı uyarmak istediği)
anlamına geldi'' önermesi ''Maymun bir kartalın
saldırısından korkuyor (bir saldırı olduğu hakkında uyarıyor)··u içerir. ( Bkz. G rice'ın
ölçütleri). Dolayısıyla doğal anlam değişmemek- tedir. Oysa iletişimi
ilgilendirdiği ölçüde, önemli olan hayvanın korktuğu değil (veya uyarmak istediği
değil), bu korku
veya isteğinin içeriği, yani neden korktu-
ğudur. Sonuç olarak, bu durumlarda kullanılan imlemelerin doğal
anlamlarının bu imlemelerin iletişimde aktardıkları mesajla özdeş
olmadıklarını kanıtlamış bulunuyoruz.
Bu tür iletişimde, önemli olanın,
hayvanın korkmakta
olduğu, istemekte veya düşünmekte olduğu değil, neden· korktuğu veya ne istediğidir, dedik. Mesajın ne olduğunun bildirilmesinde ''söyleyen''in
söze konu edilmesi
bunu yapay iletişime çok yaklaştırıyor. Ancak, benzerlik tamamlanamamaktadır,
ve ele almış olduğumuz
durumlar yapay iletişim
durumları değildir: bunları yapay iletişimden açıkça ayıran ''kendiliğinden'' oluşlarıdır. Söyleyen
kişinin anlattığını ''yapay'' yapan her şeyden önce söylenenin (imlemenin) kendiliğinden
değil de bilerek, amaçlı olarak söylenmesi
özelliğidir. Bu durumda, tartışmamıza konu olan iletişim biçimini ''ikisi arası'' bir sınıf olarak görmek gerekecektir.
Bu ilişikte bildirilmesi uygun olan bir
nokta, insanların eğilim ve durumlarını sürekli olarak buna benzer biçimlerde,
''kendiliğinden'' imleyip sergiledikleridir. Dil dışı iletişimimizin büyük bir kısmının bu türden oluşu
yanısıra, ünlem söz ve tümceleri gibi dilsel konuşmamızın en az bir kısmı da bundandır. Ara durumların
olması doğal-yapay anlamlılık/iletişim ayrımını bizim ilgilendiğimiz
yönünden etkileyecektir.
Amacımız, anımsanacağı gibi, ''yapay'' ve buna koşut olarak ''insan'' iletişimini
diğer biçimlerden ayırdetmekti. Grice'ın ölçütleri buna olanak sağlıyor. Şu ana dek açık seçik
belirmiş olması gereken bir noktayı yineleyelim: insanların aralarında sürdürdükleri
iletişim, ''insan iletişimi'' diye adlandırıp, ''yapay'' olarak nitelendirdiğimiz
iletişim biçimi ile sınırlanmamıştır: hem ''arada'' olarak nitelenen hem de ''doğal''
iletişim biçimlerini günlük yaşantıda sık sık kullanırız. Bir yeri acıyan kişi bu ağrıyla yüzünü
buruşturduğunda, onu görenler acı çektiği mesajını ''doğal'' biçimde alırlar. Bir olay karşısında
''küfürü basan'' kişi
kızgınlığını ''ikisi arası'' bir iletişim biçimiyle iletir. Göz-kaş işaretleriyle ilginç birinin yaklaşmakta
olduğunu bildiren
ise ''yapay'' bir iletişim biçimi kullanmaktadır.
6
İletişim üzerine bazı genel açıklamalar ve ayrımlar getirdikten sonra, amaç-
ladığımız çözümleme yönünde
araştırmalara başlayabiliriz. İletişimin üç temel
ögesinden söz etmiştik: bunlar mesaj, anlatma ve anlama
olarak bildirilmişti. İlk önce, iletilen (aktarılan) düşünce olarak ele alabileceğimiz mesaj'dan başlayalım.
Mesaj'ın yalnızca bilgi aktarımı veya bildiri olmadığına değinmiştik. İletişimde her türlü düşünsel
işlev belirli bir anlatım
biçimiyle aktarılabilir. Buna ruhsal durumları da ekleyebiliriz. Dolayısıyla aktarılan düşünce veya-mesaj, dilek ve isteklerden, inanç, korku, kızgınlık
içeriklerine dek geniş bir yayılım gösterir. Buna
koşut olarak, iletişimde
aktarılabilecek her türlü düşünsel içeriğe de ''düşünce'' diyebiliriz. Mesaj kavramını
''aktarılan düşünce'' olarak belirleyebilirsek, düşünce üzerine yapacağımız
açıklamalar, mesaj kavramına da açıklık getirmiş olacaktır. Sözlüklerin gösterdiği yolu izleyerek mesajın
''aktarılan düşünce'' olarak doyurucu bir biçimde belirlendiğini varsayalım. Mesaj kavramını
böylece düşünce kavramına indirgersek, karşılaşacağımız sorun dil ve düşünce ilişkisi sorunu olacaktır. Chomsky'nin önerisini
tartışırken kısaca değindiğimiz sorunu yeniden ele alarak ayrıntı ile inceleyelim: ''Düşünceyi
yürütmede dil ne ölçüde gereklidir?'' ''Düşünebilmek
için bir dil konuşuyor olmak gerekli midir?'' gibi soruları
yanıtlamaya çalışacağız. Eğer dilin, düşüncenin var olabilmesi için bir temel gerek olduğu ortaya çıkarsa,
izlediğimiz yolun
sakat olduğunu kabullenme zorunluluğuyla karşılaşabiliriz.
Kabul edilebilir bir görüş, dil ve düşüncenin birbirlerine bağımlı
oldukları, ve düşüncenin
büyük bir bölümüyle, dil tarafından
sağlanacak yapısal ve biçimsel özel- liklerve yine aynı temelden bir kavramsal çerçeve gerektiriyor olması
yanısıra, bazı düşünsel (cognitive) yetilerin bulunmasının da konuşma
yeteneğinin kazanılması ve dilin öğrenilişinin temel koşullarından olduklarıdır. Böyle bir anlatım, genel olarak günümüz filozof ve ruhbilimcilerinin görüşünü
yansıtmaktadır. Ancak, bu denli genel bir görüş içinde çeşitli yorum ve vurgu farklılıklarını
bulmak da doğaldır: dil ve düşüncenin
karşılıklı olarak bağımlılıklarının
anlaşılış (yorumlanış) biçimi birbirine karşıt iki yaklaşım
doğurmuştur. Spektrumun bir ucuna Davidson-Harman15 görüşünü (buna Chomsky'ninki gibi daha ''dolaylı''
görüşleri de
katarak) yerleştirebiliriz: buna göre düşünce dile, dilin düşünceye
olduğundan daha
temel bir anlamda bağımlıdır. Öbür uca ise, belki daha az yaygın (az popüler) olan, ve düşünce ile dilin karşılıklı
bağımlılıklarının üst ve karmaşık işlev düzeylerinde geniş ölçüde varlığını kabul ederken, daha az karmaşık, basit, ve bir anlamda temel düşünce
biçiminin bulunabilmesi
ve yürütülebilmesi için dilin gereksiz olduğunu savunan görüşü koyabiliriz. Bu kitapta da
savunulacak bu ikinci görüşe göre, bireyler, hayvan veya insan
olsun, dil kullanmadan basit düşünce yürütme yetisine sahiptirler. Aynı görüşün
parçası olarak,
dil öğrenebilmek ve bu sayede daha karmaşık düşünce düzeylerine
erişebilmek için, dil olmadan basit düşünce yürütebilme yetisine sahip olmanın bir temel gereklilik olduğu eklenebilir.
Geçen bölümlerdeki tartışmalardan
anımsanacağı gibi, Davidson'un ana savı, bir yaratığın
düşünebilmesi, düşünce sahibi olabilmesi için', önce başka birinin dilini yorumlayabiliyor olması gerektiğidir.
Bu savın, söz konusu yaratığın bir dili bilmesi/konuşması
öngereğini içerdiğini kolaylıkla varsayabiliriz. Aynı savı bir yönde yorumlayarak çıkarsanabilecek
bir başka önerme de bir dili bilmenin
ıs Davidson. D., Bkz. not (9);
Harman, G., ''Three Levels of Meaning'', Stcinberg ve Jacobovits (Eds.),
Semantics, Cambridge U.P., 1968; Harman, G., Thought, Princeton U.P., 1973.
(ona sahip olmanın) kişiye düşünme yetisi sa!:jladığı, ve dilin düşünmeyi
yüklenip, ona araç olduğudur.
Bu konu, az
ileride yeniden değineceğimiz, düşünceyi yürütmede (düşünebilmek
için) bazı ''araçların'' gerekli olup olmadığı, veya'' saf, arınmış düşünce'' gibi bir şeyin söz konusu olup olmadığı
tartışması ile yakından ilgili, hatta, bu tartışmanın
uzantısıdır. Hemen belirtilmelidir ki, dil yalnız bir olası araç
türüdür, ve düşüncenin
yürütülebilmesi için araçların gerekli olduğunu ileri süren görüş, bir Davidson-Harman tutumunu
benimseme zorunda değildir.
Davidson ve Harman'ın açıklamaları birbirini tamamlayıcı
açıklamalar olarak görülebilirler:
ilki düşünce için bir koşul ileri sürerken, ikincisi düşüncenin
doğası üzerine bir öneridir. Harman'ın görüşünü benimsemek Davidson'unkini
de benimsemek anlamına gelirken, bunun tersi geçerli
değildir. Dilsel
becerinin
(dil bilmenin) düşünebilmek için gerekli bir koşul olduğunu ileri sürdüğümüz
halde, dilin düşünmede kullanıldığı, dilin düşüncenin
aracı olduğu görüşünü
yadsıyor olabiliriz. Öte yandan Davidson'cu bir görüşün
Harman'ınkini destekleme
eğiliminde olacağını, bu ikincinin doğruluğunun birincinin de doğruluğu
anlamına geleceği açısından, bekleyebiliriz. Bu ilişikte, Harman'ın savını, dilin düşüncede bir oranda kullanıldığı, ve düşünceyi
yardımıyla yürüttüğümüz araçlardan yalnız biri olduğunu savunan daha yumuşak bir görüşten ayırdetmek
gerekir. Böyle
yumuşak bir görüşün
doğruluğu, Davidson'un
görüşünün de doğruluğu anlamına gelmeyecektir.
Harman'ın savını daha ayrıntılı olarak ele almadan, düşünmenin araç
gerektirip gerektirmediği sorununa bir kez daha göz atalım. Bu konuya düşünce
hakkında bilgi açısından (epistemolojik açıdan) en temel sorulardan birini sorarakyaklaşalım.
Düşünce dediğimizi, ''düşünme'' olarak adlandırdığımızı, nasıl biliriz? İnsan olarak
hepimiz (büyük çoğunluğumuz) düşündüğümüzün farkındayızdır. Düşünme ve düşünce
hakkında farkında oluş biçimlerimiz nelerdir? Düşünceyi nesneler gibi
duyumlamıyoruz: bu, elimize alıp, evirip çevirip,
koklayıp, üzerine vurarak ses
çıkarabileceğimiz nesnelerden değil.
Öznel
açıdan, bir anlamda, algıladığımız
dünyadan daha temel.. Algılama, yorumlama gibi aşamalar olmadan, düşünceyi
doğrudan tanıyor, onun doğrudan
farkında oluyoruz.
İşte Descartes,
bu niteliği
kullanarak düşünmeyi varlığın bilgisine temel yapmıştı. Ancak Descartes, ''düşüncenin farkında oluşu'' bu denli temel bir görevde
kullanırken, düşüncenin nasıl farkında olunduğunun üzerinde durmuyor.
Kabaca, düşüncenin farkında oluş biçimlerinin iki olduğunu
önerebiliriz:
bir, zaman içinde yer alan bir eylem olarak, bir de
düşüncenin içeriği açısından .. . 16
Düşünme'nin ne biçim bir eylem olduğu
konusuna burada değinmeyeceğiz:
böyle bir inceleme araştırma
alanımızın dışında kalıyor. İçeriği açısından ise, dü-
düşüncenin şöylece farkındayız:
düşünce çoğunluka bir şey üzerinedir (hakkın-
16 Sibley, F.N.,
''Ryle and Thinking'', Wood, O., ve Pitcher, G., (Eds.) Ryle, Macmillan, 1970.
dadır). Başka bir deyişle,
düşüncede nesneler
veya zihin içerikleri simgelenirler (temsil edilirler). Düşünce çoğunlukla bir şeyler temsil edilerek yürütülür. Öyle
ise, düşünce içeriği
açısından ele alındığında sorulabilecek en temel sorulardan
biri, ''düşüncede simgelenenler nasıl simgeleniyorlar (temsil
ediliyorlar) ?'' olacaktır. Düşünce, üzerinde düşünüleni bilinçte simgeleyebilmek için araç gerektirir mi, yoksa saf, araç veya bu gibi dış katkılardan
arınmış düşünce var mıdır? Daha basitçe soracak olursak, sessiz düşünme, simgeler, resimler, imgeler, ve (içten)
sözcükler aracılığıyla mı yürütülür?
Bu konuda dört değişik görüş ileri sürülebilir:
a)
Düşünce, dış katkıdan arınmış ve bütünüyle
saftır.
b)
Saf düşünce yanısıra simgeler, imge, resim, ve dilsel ögeler
kullanırız.
c)
Düşünce bütünüyle simge, dilsel öge, imge vb. gibi araçlar
aracılığıyla yürütülür: saf düşünce yoktur.
d)
Düşünce bütünüyle dilseldir. Düşünce dil ile yürütülür:
düşünmek demek içten konuşmak demektir.
Açıkça görüldüğü gibi, bu dört görüşün temelinde yatan asıl karşıtlık
''düşünce araç gerektirir'', ''düşünce araç gerektirmez'' önermelerinin çatışmasındadır.
Düşünüşümüzü incelediğimizde bu konuda kolaylıkla kesin yargılara varamadığımızı görürüz. En azından,
varılan yargılar çoğu kez kişiden kişiye değişir: bazısı araç kullanmadan düşündüğü
kanısındadır, bazısı ise düşüncesini, bir simge,
sözcükvb. dizini olarak görür. Bu bakımdan
düşüncenin kendine bakışı (introspec-
tion) bizi pek
ileri götürmüyor. Bu alanda kullanılmış klasik uslamlamalara göz
atalım. Denebilir ki, bir işle uğraşmakta
olan birey düşünmektedir.
Örnek olarak
bir marangozu düşünelim: çivileri tahtanın üzerine dikine yerleştirip
çekici vururken
bunu düşünerek yapar. Ne denli otomatikleşmiş olursa olsun marangozun yaptığı
''düşüncesizce'' bir edim olamaz. Oysa bu tür işleri yerine getirenlerin her çekiç
vuruşundan, her çivi
yerleştirişten, her kalemle çizgi çekişten önce yapacaklarını imgelediklerini ileri sürmek gerçekçi
olmayacaktır. Topu ayağıyla süren futbolcu, çekici vuran marangoz, düğümleri sıkan
balıkçı yaptıklarının yanısıra, ona ek olarak bir de içten ''şunu
yapıyorum, şunu ediyorum.." diye konuşmalar geçirme gereği duymazlar. Duysalar da, çoğu kez yaptıklarına
yetişemeyeceklerdir bile.. Böylece, düşünmede araçlara gerek yoktur denebilir.17
Bu, bizi yine pek ileri götürmeyecektir,
çünkü bir fiziksel
edimde bulunmadanyü- rütülendüşünce üzerine hiç bir bilgi vermemektedir. Bunun karşısına şu
öneriyi çıkarabiliriz: herhangi birşeyhakkında düşünüldüğünde, örneğin bir ağacı düşündüğümüzde,
düşüncemize bir ''içanlatım'' vermek gerekecektir: ya düşüncemizde
birağacı imgeleyeceğiz ya da içimizden ''ağaç'' sözcüğünü geçireceğiz. Böyle bir açıklama
11
Ryle, G., ''A Puzzling Element in the Notion of Thinking'' Proceedings of the
British Academy, Yol. 44, 1 958, s. 129-144.
da yetersiz kalacaktır. Şu örneği düşünelim: birisi tam sinemaya girmek üzereyken birden aklına, o akşam amcasını ziyaret etmesi gerektiği geliyor. Aklına gelen bu düşüncede, bu bir anda çakmış olan düşün'de, hangi imgeler ve hangi içten söylenmiş
sözcükler yer almaktadır?
Amcasının yüzü mü, ''amca'' sözcüğü mü, amcasının evinin resmi mi, yoksa bu evin sokağı mı?
Böyle durumlarda (en azından tutarlı
olarak kullanılan)
araçlardan söz etmek anlamsız olacaktır. Kullanılan imge ve sözcükler olsa bile değişikkullanışlarda
ve değişik
kişilerde başka başka olacaklardır. Kaldı ki, bazı kişiler örneğin bir ağacı
düşündükleri halde, düşüncelerinde ne bir sözcük, ne bir simge, ne de bir ağaç resmi geçtiğini kabul edeceklerdir.. Yine başladığımız noktaya döndük.
Düşüncenin araç gerektirdiği görüşünü
savunan
filozoflar şöyle bir açıklama öneriyorlar: bir şey düşündüğü söylenen birini ele alalım. Bir felsefe uslamlaması
düşündüğünü kabul
edelim. Bir süre düşündükten sonra bu kişi, örneğin Hume felsefesinin Platon'unkinden
türetilebileceğini kanıtlayan bir uslamlama düşündüğünü (tasarladığını) bildiriyor. Onu dinleyenler ilgi
ile, bu düşündüğü uslamlamayı bildirmesini istiyorlar. Anlatmaya başlıyor; fakat bir iki tümce sonra duralıyor,
duraksayıp, tümceleri tekrara başlıyor, gene duralıyor ve en sonunda duruyor. Bu durumda dinleyenler normal bir tepki olarak, kişinin
düşünmüş olduğunu söylediği uslamlamayı gerçekte düşünmemiş olduğu görüşüne
varacaklardır. Öyle ki, uslamlamayı belli bir ölçüde sözcükler halinde formüle
etmedikçe kişinin onu düşünmüş olduğuna inanılmayacaktır. Kişi düşüncesini uygun bir biçimde
bildiremedikçe onun düşündüğünü söylediğini gerçekten düşünmüş olduğu kabul edilmeyecektir.18
Oysa, aynı durum, başka bir açıdan karşıt
savı savunmada kullanılabilir.
Sık
olarak başımıza gelen olaylardan biri de çok iyi bildiğimiz
şeyleri anlatırken doğru
İyi
sözcükleri bulmakta zorluk çekme, sözcükleri bir türlü anımsayamamadır.
bilinen bir konunun başkasına açıklanmasında da, açıklamayı yapan kişi sık sık duraksayacak, tümcelerini kesip yeniden başlayacak ve sözcükleri
anımsamaya çalışırken durup bekleyecektir. Bu böyle olduğuna göre, kişinin
düşüncesinde sözcüklerin bulunmamış olması gerekir: eğer bulunmuş olsaydı, sözcükleri
bulmada güçlük söz konusu bile olmazdı, denilebilir.
Bütün bu tartışmaya,
düşüncenin açıklık düzeyleri arasında bir ayrım getirerek biraz ışık tutabiliriz. Düşünceyi
açıklama, ve açıklaştırmada
üç ayrı düzeyden söz edebiliriz:
(1)
) Bütünüyle açıklanmış, açığa vurulmuş,
iletilmiş düşünce: dil kullanılarak, başka kişilere açıklanan düşünce. Bu düşünmeden çok,
düşüncenin anlatılması ile ilgili bir düzey olma durumundadır.
(2)
Sözcükler, imge ve simgeler
aracılığıyla açıklanmış, açıklaştırılmış, fakat dışa vurularak anlatılmamış
düşünce. İçten kurulmuş, açıklık kazandırılmış
ıs Sibley, F.N., Bkz. not (16).
düşünce. Bir konuşma yapmadan önce,
söyleneceklerin zihinden geçirilmesi veya bir mantıksal uslamlamanın zihinde formüle edilmesi gibi durumlar.
(3)
Sözcük ve simge bulundurması gerekmeyen düşünce:
kurulmamış ve açıklanmamış,
açıklaştırılmamış... Bir şeyi ''şöyle bir'' veya ''kabaca'' düşünmüş olmak.
Şimdi .bu düzeyler
ışığında yukarıdaki tartışmaya bir kez daha göz atalım. Öyle görünüyor ki, savunmada öne sürülenler,
uç öneriler olan (a)
ve (d) yi kanıtlamakta, hatta inanılabilir göstermekte pek ileri gidemiyorlar. Yukarıdaki (3) cü durumda bile (a) savının
geçerliliği biraz kuşku
götürecektir: en ''kaba saba'' veya ''gelip geçici'' düşüncede bile resim, imgeleme veya sözcüklerin kesin olarak bulunmadığını savunabilmek pek güç
görünmektedir. (b) ve (c) görüşleri arasında bizim ilgi açımızdan önemli birfark yoktur ve kabul
edilebilirgibi görünmektedirler. (d} de açıklanan görüş ise, karşıt uç tutumdur. Doğal olarak (1) gibi durumlar da bütünüyle söz konusudur; ancak bu gibi durumlar
düşünmeden çok iletişimi kapsarlar. Asıl sorun (2) gibi durumlarda (d)
önerisinin geçerli olup olmadığıdır.
•
Harman'a göre bunun yanıtı olumlu
iken, bizce olumsuzdur. işte bu nedenle bu görüşe daha ayrıntılı olarak değineceğiz.
7
Harman'ın ileri sürdüğü kurama göre,
dil ve düşünce arasında öyle sıkı bir bağ vardır ki, düşünen bir kişinin
''tümceler düşündüğü'' veya ''tümcelerle (dil ile) düşündüğü'' uygun bir
açıklama olmaktadır. Bu kurama göre, düşünülen, ya herhangi bir dilin
tümceleri, ya da özel bir ''düşünce dilinin'' önermeleri olmaktadır. Böyle bir
''düşünce dili'' normal dillerle bire bir uyum (tekabül) içinde görülmektedir;
öyle ki, normal dilin veya düşünce dilinin tümceleri arasında göze çarpan bir
farklılık bulunmadığı varsayılmaktadır.
Dil ve düşünce arasında bir koşutluk
olduğu kabul edilebilir bir görüştür. Ancak koşutluğun varlığını söylemekle,
bire bir uyum olduğunu, ve hatta özdeşliğin söz konusu olduğunu bildirmek
arasında apaçık olması gereken önemli ayrımlar bulunmaktadır. Dil ve düşünce ne
ölçüde koşutturlar? Birinin diğerinin anlatım aracı olması bakımından
aralarında yapı benzerliği beklenebilir. Gerçekten de mantıksal kural ve
ilkeler, özne-yüklem ilişkileri düşüncede olduğu gibi dilde de geçerlidirler.
Düşünce dil ile bildirildiğinde ''üzerinde düşünülen'', ''üzerinde konuşulan''
olarak; ''düşünülen üzerine düşünülmüş olan'' ise, ''üzerinde konuşulan üzerine
söylenmiş olan'' olarak, koşutluk gösteren bir biçimde yansır. Bu sınırları
aşmayan bir koşutluk önerisi -ki buna kimsenin pek itirazı olmayacaktır-
yukarıda anlattığımız bire bir uyum önerisinden çok farklıdır. Harman'ın
görüşüne göre,
düşünce dile o ölçüde yakındır
ki, düşünülen dilin tümceleridir. Buna göre,
düşünce bir ''sessiz konuşma''ya indirgenmektedir: öyle ki konuştuğumuzda
''açık'' olanın düşünceden tek farkı, bu ikincisinin ''kapalı''
olmasıdır. İlginç bir yön,
Harman'ın, savını destekleyecek bir tek uslamlama
bile vermemesidir: dil ve
düşünce arasındaki koşutluğu temel alarak savını ileri sürmekte, ve bunun olguları
açıklayışının yeterli kanıt olacağını düşünmektedir.19 Oysa, olgular Harman'ın
görüşünü çürütmektedirler.
Bu kuramın ayrıntılarına daha fazla inmeyeceğiz.
Koşutluk durumunun,
Harman'ın önerdiği bire bir uyum (ve hatta özdeşlik) için kanıt olmadığını ve sağladığı
desteğin zayıf olduğunu belirttikten sonra ana savı ele alarak inceleyelim: (A)· Düşünme dil ile olur (tümcelerle olur).
a) Bu önermeyi ''düşünce dil ile anlatılabilir'' anlamında yorumlayabiliriz: bu herkesçe benimsenecek bir öneri olur. Düşüncenin dil ile anlatılabildiği
apaçık bir gerçektir. Oysa, bu yorum Harman'ın işine
hiç yaramayacaktır: düşüncenin doğası üzerine bir önerme olmaktan çıkmış
bulunmaktadır.
b) Daha sıkı olarak, (A) önermesini, ''kişilerin düşündükleri tümcelerdir''
biçiminde yorumlayabiliriz.
Bu durumda hemen akla gelecek bir soru ''tümceler nasıl düşünülebilirler?'' olacaktır. Bu soruya tatminkar bir yanıt
verilmediği sürece ''kişilerin düşündükleri tümcelerdir'' gibi bir önermenin
anlan1lılığı kuşku götürür olarak kalacaktır. Öyle ise, bu yanıtın nasıl verilebileceğini
araştıralım. Önce, denebilir ki, bir tümce üzerine düşünen kişi bir tümceyi
düşünmektedir. Bu sık sık yaptığımız bir şeydir, ve herkesçe kabul edilebilecektir. Şu anda (A)tümcesi
üzerine düşünüyor, yani onu düşünüyoruz. Ancak böyle bir yorum (A) yı açıklamadığı
gibi onu doğru-
lamayacaktır da ... Yalnız ara sıra ne üzerine düşündüğümüzü belirtecektir. Kişilerin düşündüklerinin tümceler
olduğunu söyleyebileceğimiz daha başka durumlar da vardır. Örneğin, bir tümceyi imgeleyen bir kişinin tümce
düşündüğünü önermek uygun olur. Bir tümceyi imgeliyorsam, o tümce üzerine düşünüyor olmam gerekmez; ayrıca, düşünmekte olduğum da bir tümcedir. Bir tümceyi imgelemek, bir tümceyi ''ele almak'' (considering), ''tartışmak'',
''mülahaza etmek''
(contem- plating), ''teemmül etmek'' (deliberating) gibi düşünsel eylemlerden farklıdır: bunlar tep tümce üzerine
düşünme biçimleridir. Denebilir ki ''düşüncede bulundurmak'' (entertain), bir tümceyi düşünmektir,
ve bunun tümce üzerine bir düşünce olması gerekmez. Ancak ''bir tümceyi
düşüncede bulundurmak''tan
ne anlaşılabilir? Düşüncede bulundurulabilen görüş, kuşku, imge, kanı, düşün (fikir) gibi şeylerdir. Bir tümce aynı
biçimde mi düşüncede bulunduruluyor olacaktır? ''Bir tümceyi
düşüncede bulundurmak'',
öyle görünüyor ki, ya ''bir tümcenin anlamını'' ya da ''bir tümcenin imgesini düşüncede bulundurmak'' anlamında
kullanılabilecektir. Bu anlamların birincisinde, düşüncede bulundurulduğu söylenen bir
19
Harman, G., Thought, Princeton U.P., 1 973, s. 57.
tümce değildir (yalnızca ne anlama geldiğidir) ve dolayısıyla ''bir tümceyi
düşünme'' yi açıklayamaz. ikinci anlam ise yine ''bir tümceyi imgeleme''ye indirgenme duru-
mundadır. Öyle görünmektedir ki,
''kişilerin düşündükleri tümcelerdir'' gibi
bir önerinin bizce ilginç yorumları ''tümcelerin imgelenmesi''ne dönüşmek-
tedir. Tümcelerin imgelenmesine bir itirazımız olamaz; ancak, bu durumda
Harman'ın yanıtlaması gereken soru ''yalnızca imgeleyerek mi düşünebiliriz?'';
''bir şeyi
düşündüğümüz her durumda bunu imgeliyor mu oluruz?'' olacaktır, ve bu yanıt istese de istemese de olumsuzdur.
c) (A) önermesinin bir başka yorumu da, ''düşünme,
kişinin kendini konuşur olarak imgelemesidir'' olabilir.
Bir başka deyişle, düşünen kişi, kendini konuşurken imgeleyerek düşünmektedir, denebilir. Böyle durumlar sık sık ortaya çıkar: oysa, sorunumuz, bu durumların bulunup bulunmadığı
değil, düşüncenin bütününün böyle durumlardan oluşup oluşmadığıdır. Kendini konuşur gibi imgelemek düşüncenin
çoğunluğunu meydana
getiren bir zihinsel işlev değildir. Daha çok, bir tür hazırlanma gibi, ve adeta ''yapay'' bir özellik
gösterir: öyle ki, sanki kişi kendine dışardan bakıyormuş gibidir. Bu yorumda, kişi kendisini konuşuyormuş gibi imgelediğine
göre, imgelenen konuşmadaki
tümcelerin düşünme sırasında kuruluyor olması gerekir. Dolayısıyla, daha önce tartıştığımız, anlatım sırasında
sözcük ve uygun tümcelerin bulunamama durumu bu yorurı için
güçlük kaynağı olacaktır. Bundan başka, ve daha önemli olarak söylenebilir ki, yoğun düşünme, heyecan, korku, vb. gibi
durumlarda kişinin kendi kendini bu durumlardaymış gibi imgeliyor olduğu önerisi
inandırıcılıktan bütünüyle yoksundur.
d) Bir dördüncü yorum da ''Düşünürken dili kullanırız'' (tümceler kullanırız)
olabilir. Burada ilk anımsanması gereken, bu kullanmanın kapsamının
bütün
düşünce olacağıdır.
İkinci
olarak,
dili
kullanma''dan neyin anlaşılabileceğini
soralım. Bu da bizi ''hangi dil, ne tür dil?'' gibi sorulara yöneltecektir.
İletişimde
kullandığımız günlük dil kastediliyorsa, o zaman dilin
kullanılışını sağlayan sözcük ve tümceler. düşünmede nasıl
kullanılıyor. bunun yanıtlanması gerekecektir. Düşünürken bunların beyindeortaya çıkıp (vuku bulup), yer aldığı mı
söylenecektir. Eğer bu yol tutulacaksa bu ne biçim bir yer alma ve ortaya çıkma
olacaktır? Genellikle sözcük ve tümceler ya söylenmiş söz. ya da yazılmış yazı olarak yer alırlar; beyinde (veya zihinde) bunlardan
biri mi olacaktır? Öte yandan bu ortaya çıkış bir imge içeriği olarak görülecekse, durum, yukarıda
tartışılan (b) ya da
(c) ye dönüşmez mi? Dolayısıyla, düşünürken günlük dilin kullanıldığını
önermek pek
doyurucu
olmayacaktır, diyebiliriz.
Oysa, bu açık olan tek yol değildir. ''Dil'den, daha öncelerde
sözünü ettiğimiz
bir''düşünce dili'' kastediliyor olabilir. Öyle bir ''düşünce dili''olsun ki kuramsal açı-
dan ilginç olabilmesi için günlük dille, Harman'ın önerdiği gibi bire bir uyum içinde bulunuyor olsun.20 ilginç olabilmesi için, yani gerçekten bir dilden konuşuyor olabil-
20 Aynı yapıt, s. 54-59.
mek için, ''düşünce dili'' denilenin, günlük dille basit bir koşutluk
göstermesi yetişmeyecektir. ''Düşünce dili'' denilenin gerçekten, Harman'ın önerdiği işlevi
yerine getirebilecek
bir dil olabilmesi için, koşutluğa ek olarak kendi sözcükleri, adları, bağlaçları,
tümceleri vb. olması ve bunların günlük
dildekilere tekabül edebilmesi gerekir. ''Düşünce
adları'', ''Düşünce bağlaçları'', ''Düşünce tümceleri'' gibi şeylerden söz etmek her şeyden önce
anlamsız konuşuluyormuş hissini uyandırıyor. Harman böyle bir ''düşünce dilinde'', herhangi bir dili dil
yapan, ''anlam'', ''anlama'', ''yönletim'' (reference) gibi kavramların yer alamayacağını kabul etmek zorunda kalıyor.21
Buna ''düşünce dilinde'' bulunamayacak başka temel dilsel özellikler ekleyebiliriz: ''anlatım'',
''iletişimde kullanış'', ''uzlaşım'' (convention) vb.. Bu kadarı bile, eğer ''düşünce dili'' diye bir şey varsa, bunun günlük dilden pek farklı olduğunu
göstermeye yeterli görünüyor. Daha daha ağır güçlükleri
kısaca belirtelim: eğer ''düşünce dili'' gerçekten
günlük dille bire bir
uyum durumundaysa, düşünürken gramer kurallarına uyuyor olmamızgerekir.
Günlük dilde eşanlamlı
tümceler arasında kolaylıkla yapabildiğimiz ayrım düşüncede uygulanabilecek midir? Eş anlamlı
düşünceler söze konu olabilir mi? Bunu sağlayacak ölçütler var mıdır?
Geach düşünce ile tümceler
arasında önemli bir ayrılığa değiniyor.22 Bu da süre açısından bir ayrılık.
Tümceleri söylemek olsun, akıldan geçirmek olsun bazı sözcüklerin birbiri ardına
gelişinden meydana
gelir ve belirli bir süre alırken, bir düşüncenin arka arkaya gelmiş
kavramların toplamı olarak görülmesi olanaksızdır. Bir düşüncenin kavranabilmesi için, parçası olan kavramların hep birarada ve bir defada kavranması gerekir. Bir yargıya varmak, o yargıyı
düşünmek, bir sancının
başlayıp, sürüp bitmesi gibi, açık seçik, sürdüğü anlaşılabilen bir şey değildir. ''Amcama gitmem gerektiği
düşüncesi 10.30'da başlayıp, iki saniye sonra sona erdi''
diyemeyiz. Buna karşılık, ''1 2.1 O'da aniden bir sancı saplandı,
ve iki dakika sürdü'' kabul edilebilir bir önermedir.
Düşüncenin günlük dil olsun ''düşünce dili'' olsun, bir dil ile, yani
bu dilin tümceleri ile yürütüldüğü önerisinin savunulabilir bir sav olmadığı sonucuna varabiliriz. '
8
Davidson ve Harman'ın görüşlerini, (aynı zamanda Sapir-Whorf23 kuramı ve davranışçılık (behaviourism) kuramını da) çürüten deneysel verilere kısaca
2
ı a.y. s. 59.
22
Geach, P., Mental Acts. Landon: Routledge and Kegan Paul, 1957, s. 101-106.
23
Sapir, E. (Mandelbaum, Ed.) Culture, Language and Personality, Univ. of
California Press, 1961 ; Whorf, B., Collected Papers on Metalinguistics,
Washington D.C.: Dept. of State, Foreign Service lnstitute, 1 952.
bir göz atmakta yarar bulunmaktadır-. Çocukların gelişim süreçleri
incelendiğinde ortaya çıkan ilginç bir olgu, anlık ve düşünsel yetilerin, tutarlı olarak, karşılıkları •
olan dilsel becerilerden önce ortaya çıktıklarıdır.
a)
D. Ricks'in sürdürmüş olduğu bir çalışmada,24
çocukların konuşmaya
I
başlangıç döneminde, çevrelerindeki nesneler üzerine
iletişimde bulunabilmek
için, bu
nesnelere verdikleri adları büyüklerinden öğrenmeyip, kendileri uydurdukları (icat ettikleri) sonucuna varılmıştır. Sonraki aşamalarda, bu 'icat' sözcükler, yerlerini çevrede
konuşulan dilin sözcüklerine
bırakmaktadırlar. Bizce önemli olan, iletişim gereğinin duyulması, ve bir düşünceyi aktarmak için,
iletişimse! bir yaratıda bulunulmasıdır. Bu sonuç gerçekten
doğruysa, o zaman,
dilsel ögeden önce, onun aktarmada araç olduğu düşünce meydana çıkıyor, ve böyle bir düşüncenin varlığı onu bildirecek dilin var olmasına gerekli koşul oluyor, denebilir.
Aynı tür kullanışlarda bir tek sözcükle, bütün
bir düşünce
anlatılmakta, yani bütün bir tümce ile bildirilebilecek bir anlamın iletildiği görülmektedir.
Çocuklar bu tür kullanışı
özellikle 12.-18.
aylar arasında uygularlar. (Ör. ''Süt'' sözcüğü ''Ben süt istiyorum'' gibi bir tümce yerine kullanılıyor.) Bu olgu da bir tümcenin anlatımındaki
zenginliğin, bir diğer deyişle, sözcüğün kavramsal karşılığının çok dışına taşmış olan mesaj içeriğinin, dilsel araçlardan ve bu mesajın dilsel karşılığı olan becerilerden önce geliyor olması
gerektiğini gösterir. Çocuğun kullanımındaki yalnız bir sözcüktür; oysa onunla anlattığı bütün
bir tümcenin
anlamlılığıdır.
b)
Mc Neill'ler ve ayrı olarak L. Bloom tarafından
yapılmış olan araştırmalar,2 5 dilde yadsıma (negation) biçimlerinin
öğreniliş sırası üzerine ilginç bilgiler sağlamıştır. Çocuklar, yeni ve daha karmaşık
yadsıma biçimlerini kullanmaya başladıklarında, bunu gramerde özellikle bu işleviçin
ayrılmış terimlerden
önce, daha önceden öğrenip kullanmış oldukları, daha basit yadsıma terimleriyle yerinegetiriyorlar.
•
•
Orneğin, daha üst düzey
yadsıma biçimi olan yokumsama (inkar, denial) ve reddetme, dilin bunlara ayrılmış
sözcükleri kullanılmadan önce, daha basit ve alt düzey yadsıma biçimi olan, ve çocuğun çoktan beri kullanıyorolduğu
var-olma- ma, varlık
yadsınması gibi işlevlerde
kullanılan sözcüklerle yapılmaya başlanmaktadır. Bundan açıkça görünen,
çocukların yeni
dilsel biçimleri, bu biçimlerin anlatımı olan düşünsel kavramları anlamadan önce kullanmaya başlamıyor
olduklarıdır. Tam tersine düşünsel olarak kavranabildikten, ve daha basit biçimlerle
anlatıldıktan sonra bu kavramları bildiren terimler kullanıma girmeye başlamaktadırlar.
c)
Zaman kavramının oluşturulması da benzer özellikler
göstermektedir. R. Cromer'ın yaptığı deneysel çalışmaların gösterdiğine göre, çok
öncelerden öğrenil-
24
Ricks, D., The Beginnings of Vocal Communication in lnfants and Autistic
Children. U. of London, Yayınlanmamış Doktora Tezi. (1 972)
ıs Mc Neill, D. ve Mc Neill
N.B., ''What Does a Child Mean When he Says 'No' ••• Adams, P. (Ed.), Language
in Thinking, Penguin Books, 1972. Bloom. L.,
miş olandilsel anlatım
biçimleriyle bildiriıni kolayca olanaklı olmasına karşın, çocuklar dört yaşından önce, olayların meydana geliş sırası
üzerine konuşurken, anlatım da bu sırayı hiç değiştirmemektedirler. Anlatımda, olaylar oluş sırasını
bütünüyle korumaktadırlar. Örneğin, İngilizce gramerine göre doğru
anlatım biçiminin ''Biliyor musun, ışıklar söndü'' sırasını izlemesi gerektiği halde, dört yaşına kadar çocuklar bu tür bildirimleri lngilizceye göre yanlış olan ''Işıklar
söndü, biliyor musun'' sırasında vermektedirler.
Benzeri türde bir durum da, koşul bildiren (hypothetical) önermelerin
kullanı-
mıyla ilgili olarak ortaya çıkıyor. Bu tür önermeler de yeni gramer biçimleri
öğrenmeyi
gerektirmedikleri halde çocuklar tarafından ancak dört yaşından
başlayarak kulla-
nılmaktadırlar. Öyle ise, söz konusu düşünsel yetileri kazanma, bu yetilerin
anla-
tımına yarayan dilsel yapıları
öğrenmek sayesinde
olmamaktadır. Ortaya yeni
bir dilsel öge çıkmadığı halde, yeni düşünsel biçimler ancak bir aşama
sonrasında görülmeye başlamaktadır.
Bu bilgilerde, ve özellikle deneysel verinin yorumlanmasında
bir yanlışlık bulunmuyorsa, çürütmek için incelemiş olduğumuz
görüşler konusunda
amacımıza ulaşım sayılabiliriz. Bu aşamada bizce en önemli sonuç, dil öncesi ve dilden bağımsız düşüncenin
olanaklı ve var olduğunun belirlenmesidir. Böylece, ileriki bölümlerde
geliştirilecek iletişim kuramının ana yaklaşımı doğrulanmış olmaktadır.
9
··Anlatma'' kavramının çözümlemesine girişmeden önce, bu sözcüğü hangi anlamında
kullandığımızı açıklığa kavuşturalım. Böylece, çözümleyeceğimiz kavramı baştan bir ölçüde
açıklamışolacağız.''Anlatma'' sözcüğü ile buradakastetti- ğimiz, sözlükte
''anlatmak'' sözcüğünün anlam kapsamına giren kavramlardan biridir. ''Anlatma''dan anladığımız, ''söylemek'', yani bir olayı, bir öyküyü anlatmak eylemi değildir. Bu kavram ve bizim ilgilendiğinıiz
anlamı, bazı durumlarda karşılıklı olarak birbirlerini içermelerine
karşın farklıdırlar. Bir kişi, düşüncesini sözcüklerle söylemeden bizim ilgilendiğimiz kavram açısından anlatabilir. Bir davranış, bir imleme bu anlamda anlatmayı
sağlayabilir. ''Söylemek'' anlamındaki ''anlatmak'' eylemini ''anlatım''
sözcüğünün anlamlarından biri ile bildirebiliriz. Dolayısıyla ''anlatma'' kavramı, bu anlamdaki ''anlatım''
kavramından farklı olacaktır. Türk Dil Kurumu sözlüğü, ''anlatmak'' sözcüğünün anlamları arasında ''inandırmak'' kavramına
da yer veriyor. Bu kavram da
bizim ilgimizin dışında
kalmaktadır. ··Ağır bir karşılıkta bulunmak'' anlamı, tıpkı ''bir konuda bilgi vermek'' (veya Hayat sözlüğünde belirtildiği gibi) ''öğretmek'', ''ders vermek'' anlamları gibi, çözümleyeceğimiz
kavramla komşu oluşları yanısıra ondan ayrılmaktadırlar.
Hayat sözlüğünde gösterilen ''dolaylı olarak ifade etmek'' kavramı, bizim üzerinde durduğumuza
daha yakın olmasına karşın yine de onunla özdeş değildir.
Bizim, iletişimin temel ögelerinden biri olarak gördüğümüz, ve bu bölümde
çözümlemesine çalışacak olduğumuz ''anlatma'' kavramı,
sözcüğün şu anlamında
belirlenmektedir: (Hayat Büyük Türk Sözlüğünden) ''İfham, tefhim etmek, anla-
yacak surette ifade etmek: Bu adama maksadımı anlatmaya çalışıyorum''
(Türk Dil Kurumu Sözlüğünden) ''Birinin anlamasını
sağlamak''. İngilizcedeki ''saying'' ve ''telling'' sözcüklerinin, ve Fransızcadaki ''dire'' sözcüğünün uygun, karşılık
anlamları, burada çözümlemesini
yapacağımıza yakın kavramlar getirmektedirler. Akla gelebilecek bir soru, niye ''demek'' veya ''söylemek''
sözcükleri yerine ''anlama''nın
seçildiği olacaktır. Bunun nedenini şöyle açıklayabiliriz. Birinci olarak, önceden de belirtildiği gibi, amacımız
iletişim olgusunu,
tüm kapsamıyla aydınlatıp açıklayacak bir çözümleme getirmektir. Yine, önceden
tartışılmış olduğu gibi, iletişimde bir şey, bir düşünce aktaran birey, bunu dilsel araçlarla yapma
zorunda değildir. Dilsel veya dil-dışı ''davranışlarda'' bulunarak, karşısındaki-
ne mesajı iletme çabasındadır. ''Demek ·· sözcüğü olsun ''söylemek''
sözcüğü olsun, iletişimle ilgili anlamlarında, dilsel davranışı (yani söz söylemeyi)
içermekte, veya bu niteliğe buradaki çözümlemeyi
saptırabilecek biçimde yaklaş-
maktadırlar. Bizim aradığımız
kavramın, söz söylemekten çok daha geniş bir
kapsamı olması gerekmektedir. İşte bu nedenle ''anlatan'' bireyin kullandığı imleme
(yani karşındakine serimlediği-sergilediği-) için ''söz'' değil
''söylenim'' dedik.
''Söyleyen birey'' veya ''söylenim'' gibi sözcükler
kullanırken bunları hem dilseli
hem de dil dışı olanı belirtir içimde ele alıyoruz. Dilselle sınırlanmamış bir iletişim kavramını belirleyerek açıklamak bu kitabın ana amaçlarından biridir.
Anlatmak eyleminde ''söylemek'', ''demek'' ve ''söylenen'' bir araç olarak kullanılmaktadır.
Bu açıdan
bakıldığında, bir ikinci temel ayrım ortaya çıkmaktadır. ''Anlatmak'' sözcüğünün bu diğerlerinden anlam bakımından
farklı olduğunu görmek için şu bileşimlere bakalım: ''söyleyerek söylemek'',
''söyleyerek demek'', ''diyerek söylemek'', ''diyerek demek''. Bunlar hemen
hemen aynı anlama sahiptir,
ve··'
' diyerek ............................................................ söyledi''
gibitümcelerde analitik ve doğrusal (tautologous)
önermeler meydana getirirler. Örneğin, ·· 'Gel' diyerek gelmesini söyledi'', '' 'Gel' sözcüğünü
söyleyerek gel
dedi'' gibi... Buna karşılık, bütün bu bileşimler ve ''anlatarak anlatmak'' gibi
bir bileşimden, ''söyleyerek anlatmak'', ''diyerek anlatmak'' kesin bir biçimde
farklıdır. Öyle ki kurulacak'' ' ' diyerek anlattı''
gibi bir tümce, zorunlu anlamda ne analitiktir ne de doğrusal bir önerme verir: 'Gel' diyerek ağaca çıkması
gerektiğini anlattı'', ·· 'Gel' sözünü söyleyerek, balkondan içeri girmesi gerektiğini
anlattı''. Burada söylenen veya denmiş olan, anlatılana araç
olmuş, söylenenin anlamının çok daha ötesine taşılarak bir şey
anlatılmıştır. Aynı biçimleri daha önceki bileşimlere uygulayamıyoruz: '' 'Gel' diyerek ağaca çıkmasını
(çıkması gerektiğini) söyledi'' yanlıştır: ağaca çıkması gerektiğini söylemiş
olması için ''Ağaca çık'' veya ''Ağaca çıkman gerekiyor'' demiş olması gerekirdi.
Bir üçüncü ayrım olarak diyebiliriz ki, ''söylemek'' ve ''demek'' kavramlarının tersine ''anlatmak'' anlam yaratmaktır. ''Gel'' sözünü sarfeden (söyleyen), bunu diyen ' kişinin
söylediğinin veya dediğinin anlamı o sözcüğün anlamıdır. '' 'Gel' diyerek ne söylediniz?'' sorusunun yanıtı ''Gelmesini söyledim''dir.
Yukarıda da bildirdiğimiz gibi, ·· 'Gel' diyerek ne
anlatmak istedi?'' sorusunun yanıtı çok farklı olabilir. ''Söylenenin
geldiği anlam''
veya ''anlatılan'', ''söylenen''den çok daha geniş, ve değişik olabilir. ve söyleyence
yaratılmış bir anlamdır.
''Anlatmak'' (veya ''anlatma''), ''bildirmek'' (veya
''bildirme'') kavramından da ayırdedilmelidir. Bu iki kavram çoğu durumda biri öbürünün yerine kullanılabilecek
ölçüde eş anlamlılık gösterir gibi iseler de, aralarındaki önemli bir fark ''bildirme''nin kapsamında
bulundurduğu bir yükümlülüğün ''anlatma''da bulunmayışıdır. Bildirdiği söylenen
kişi, bildirdiğinin anlamını bildirmiş olma yükümlülüğündedir.
Yalnızca iletmemiş, bildirmiştir (assertion, declaration). Bir
soru tümcesi kullanarak bir şey anlatabiliriz; oy·sa bir soru tümcesi aynı şeyi bildirmede kullanılamayacaktır.
Bildirme önerme ile elele giden bir kavramken,
anlatma, önermelerin olduğu gibi önerme dışı mesajların (soru, emir, vb.) iletişimini de kapsar. ''Geç kalmıyor muyuz?'' diyerek geç kalıp
kalmadıklarını öğrenmek istediğini anlatmış olan kişi bir şey bildirmemiştir.
(''Geç kalmıyor muyuz?'' diyerek trenin kalkmakta olduğunu anlatıyorsa, aynı şeyi
bildirdiği de söylenebilir.)
İngilizcedeki ''to mean'' eylem-sözcüğü (fiili) bir söyleyen bireye uygulanmış
biçimiyle (the speaker's meaning) bizim
burada ayırdettiğimiz ''anlatma'' kavra-
mıyla büyük yakınlık gösterir.
İngilizce'deki ''saying'' ve ''the speaker's meaning''
(söyleyenin kastettiği) arasındaki
sıkı yakınlık gözönüne alındığında bu doğal görü-
necektir. Fakat benzerlik tam değildir. Anlatma'ya bir edim gözüyle
bakılabilir. Anlat-
ma başarılı ya da başarısız olabilen bir şeydir. ''Anlatmaya çalışmak'' deyim olarak bunukanıtlar: Anlatmak amacıyla bir şeyler yapan kişi bu amacı yerine getiremeyebi- lir. Aynı şeyleri ''speaker's meaning'' üzerine
söyleyemeyiz: bu bir edim değil, bir eylemin yerine getirilişinde
(söz söylerken) kişinin içinde bulunduğu zihinsel durum, yani dinleyen bireye yöneltilmiş bir karmaşık niyetli olma durumudur.26 ''A
speaker's meaning something'', yani söyleyenin birşey kastetmesini, bir teknik terim önererek,
söyleyenin birşey ''anlamlaması'' olarak ifade edecek olursak, söyleyenin
birşey söyleyerek ''anlamlamasının'' bütünüyle ona bağlı olduğu
görülecektir. Anlamlamaya çalışmak veya bunda başarılı olup olmamak söz •
konusu olamaz (olursa saçma sözler doğurur); kişi, bir zihinsel duruma girmek için çaba
göstermez: ya o durumdadır ya da değildir. Anlamlanan, söyleyenin anlatmadaki amacıdır. Amaç veya niyet sahibi olmak ''başarılan'' bir şey değildir. Burada bir noktayı belirtmekte yarar olabilir. Anlatmanın
başarıyla yerine
getirilmesi, anlatmanın amacının yerine getirilmesi demek değildir. Bir kişi bir mesajı,
kullandığı imler
veya sözlerle başarıyla anlatmış olabilir; ancak ne denli başarılı olursa olsun, dinleyen birey onu
anlamayabilir. Anlatmak anlaşılmayı garanti etmez. ''Derdimi, düşüncemi, o kadar iyi anlatmama rağmen hiç bir şey anlamadı'' diyebiliriz. Bu nokta en başta ileri sürdüğümüzü
güçlendiriyor: anlatma ve anlama birbirlerini tamamlarlar, ancak biri diğerinin
parçası değildir. Bu da sözlük açıklamalarının sınırlılığını gösteriyor. Sözlük
tanımlaması şöylece düzeltilebilir: ''Birinin anlamasını sağlamak için gerekli iletişimse!
çabayı göstermek."
Kavramımıza böylece açıklık
kazandırdıktan sonra, çözümlemesine girişebiliriz.
26 Bkz. Stampe, O., ''Towards
a Grammar of Meaning'', Phil. Rev., 1 969.
10
Anlatma nedir? Anlatma kavramını kendi dışında, anlamca başka kavramlar kullanarak nasıl
açıklayabiliriz? Böyle bir amacı, bir önceki bölümde yaptıklarımız doyurmaz; çünkü sözlük karşılıkları
ancak eş anlam verir. Sorumuzun yanıtına doğru
götüren en
verimli yol, bir şey anlattığı söylenen bireyin neler yaptığını •
betimlemek, ve hangi koşulları yerine getirmiş olması
gerektiğini belirtmek
olacaktır. Böylece, bir bireyin bir şey anlatmış olmasının zorunlu ve yeterli koşulları
saptandığında, bu kavramın işe yarar bir çözümlemesi de sağlanmış
olacaktır.
Bu konuda ortaya atabileceğimiz ilk ve kendiliğinden
apaçık koşul, anlatmanın dıştan gözlemlenebilen hiç bir şey yapmadan yerine getirilemeyeceğidir.
iletişim ve
anlatma için temel koşul düşünceyi dışa vurmak, yani herkesin görebileceği fiziksel bir edim aracılığı
kullanmakdır. Bu koşulu çürütebileceği düşünülebilecek tek örnek ''telepati'' ile iletişim olabilir. Yalnız, bununla ilgili olarak iki noktayı akıldan
çıkarmamalıdır. ilki, telepati olarak adlandırılanın, eğer gerçekten
üzerindeki kuşkular temizlenip varlığı kabul edilecekse, yaratacağı iletişim kavramının bizim burada tartıştığımız
''doğal'' ve
''yapay'' iletişim kavramlarının dışında, bir üçüncü, ve değişik kavram getiriyor olacağıdır.
Dolayısıyla bizim verdiğimiz ''yapay iletişim''
kavramı çözümlemesi bundan etkilenmeyecektir. ikinci nokta ise şudur: telepati ile gerçekleştirilecek
bir iletişimde ''anlatma'' diye bir şey olmayacaktır.
(''anlama'' da olmayacağı gibi). Bu bakımdan telepati örneği, bizim anlatma için
önerdiğimiz gerekli koşulu
çürütemeyecektir.
•
Bir şey anlatabilmek için bir şeyler yapmak gerektiğini
söyledik. Yapılan, anlatmanın aracıdır. Şunu, bunu yaparak bir şey anlatılır. O zaman şöyle bir soru •
soralım: anlatmak için yapılan,
anlatmanın parçası mıdır, yoksa vazgeçilemeyecek bir desteği, onsuz olamayacağı bir araç mıdır? Anlatmak için yapılanın,
anlatmanın bir parçası
olmadığını söyleyebiliriz: yapılanı kullanarak onunla anlatırız; anlatma her ne kadar ondan destek
görüyorsa da yapılandan farklıdır. Yapılan aynı şeyle, iki ayrı durumda ayrı ayrı
şeyler anlatılabilir. Yapılan ''yüz buruşturma'' olsun. Pis kokan bir yerde yüzümüzü
buruşturarak karşımızdakine iğrendiğimizi anlatabilirken, aynı şeyi yaparak, öğrendiğini uygulayan bir keman öğrencisinin pek doğru
çalmadığını da
anlatabiliriz.
''Yapılan''a iletişimle ilgili olduğunda
''söylenim'' diyeceğiz. Bundan önce de bir kaç kez belirttiğimiz gibi, ''söylenim''in anlamına yalnız söz ve tümceler girmemektedir. İletişim amacıyla ne yapılırsa
''söylenim'' olarak adlandırılabilecektir. •
imlemeler, el, vücut, yüz hareket ve ifadeleri, herhangi bir ses, veya
serimlenen, gösterilen bir şey, bu anlamda, anlatmak amacıyla yapılan ''söylenimler'' olarak görüleceklerdir.
Bir şey anlatmaya gerekli koşul olarak bir şeyin
söylenmesi gerekir,
dedik. Bu şeyin söylendiği bağlam, ve daha geniş olarak, söylenimin
içinde söylendiği fiziksel ve (iletişime katılan kişilere ait) zihinsel ortam, anlatma için bir ikinci gerekli koşuldur.
Tanımsal olarak, anlatmanın
böyle bir ortam içinde
yapılması zorunludur:
bu ortama ''durum'' (occasion) diyeceğiz. Durum anlatmayı
doğrudan belirleyen
bir etmendir. Yukarıdaki örnekte, söylenim, pis bir kokunun olduğu ve keman çalan bir öğrencinin
bulunduğu durumlara
göre değişik anlamlar kazanmıştı. Şu halde, denebilir ki, anlatmada, söylenim gibi durum da iletişim yapan bireyler tarafından araç
olarak kullanılmaktadır.
11
Henüz bu düzeyde
tartışırken, şu ana dek açıkça bildirmeden izlemiş olduğumuz yolu açıklayalım:
başlarda kısaca sözünü ettiğimiz, dil-dışı (dil öncesi) yapay iletişim
biçiminin, dilsel iletişim
biçimine öncel oluşu savını, izlediğimiz yönteme göre bir araştırma
sırası olarak alıyoruz. Yapay iletişim
biçimleri
içinde ilk önce
belirdiğini varsaydığımızdil-dışı iletişimin açıklanmasını amaçlarımı-
zınilki olarak alıyoruz. Bu amaç başarı ile yerine getirilebilirse,
benzeri bir çözümleme dilsel iletişime uygulanacak, ve koşut bir açıklama elde edilecektir. Burada yanıtlanması, veya en azından,
yanıtlama yolunda bazı
ipuçlarının verilmesi
gereken bir soru şudur: dil-dışı yapay iletişimden, dilsel yapay iletişime hangi yoldan geçiş
yapılacak, ilkinin çözümlenmesi ne aracılığıyla ikincisine uygulanabilecektir?
Bu iki iletişim biçimini ortaya çıkış sırasında birbirine bağlayan bir olgu var mıdır?
Bu son soruya yanıtımız olumludur. İki iletişim biçimi gelişme sürecinde
belirli
bir aşamayı simgeleyen uzlaşım (convention) olgusuyla bağlanmaktadırlar.
Dil dışı ve dilsel yapay iletişim biçimlerini karşılaştırdığımızda, bu iki olguyu bir
yön dışında her açıdan izomorf görürüz. Bu yön, dil dışı iletişimde
bulunmayıp, dilselde var olan uzlaşımve bunun getirdiği yapısallık (structuredness) özelliğidir. Dilsel iletişimi bu özelliklerden
soyutladığımızda, onu dil-dışı yapay iletişime indirge-
yebileceğimiz, temel varsayımlarımızdandır.
Bu varsayımdan hareketle yöntemimizi
şöyle belirleyebiliriz:
dil dışı iletişimdebulacağımız her özellik, aynı zamanda koşutu dilsel iletişime özgü olarak kabul edilecektir. Dil-dışı yapay iletişimin
çözümlemesine ekolarak uzlaşım kavramınınçözümlenıesi, dilsel iletişim
kavramının çözümlemesini verecektir. Varsayımımıza göre, kavramsal açıdan böylece
anlatabildiğimiz ilişkinin olgusal sıralanış açısından izlediği yol, çok
basitleştirilmiş olarak şudur: bir birey bir diğerine bir düşünceyi iletmek amacıyla dil dışı bir şey söyleyerek
(geniş •
anlamda) bu düşünceyi anlatır. Bu dil dışı
''söylenim'', giderek bir uzlaşıma dönüşür, ve yapısal 'özellikler kazanarak, dilsel bir öge, bir tümce biçimini
alır. Bu, aynı zamanda insan dillerinin (basite indirgenmiş olarak) ortaya çıkış biçiminin
de
betimlemesidir.
Bu aşamadan başlayarak araştırmalarımız
dil-dışı yapay iletişim
üzerinde yoğunlaştırılacaktır.
12
Dil-dışı yapay iletişim hangi durumları kapsar? Bu tür iletişimin en belirgin olarak göründüğü
alanların başında ''dil öncesi'' yapay iletişim gelir. Bir antropologun Amazon ormanlarında yolunu kaybettiğini
düşünelim. Günlerce aç-susuz dolaştıktan sonra, uygar dünya ile hiç ilişkisi
olmamış bir
yerliyle karşılaşıyor. Her ikisi de birbirlerinin dillerinden anlamıyorlar.
Aç olduğunu, ve yemek istediğini bildirmek için antropologun bir şeyler yapması gerek: yüzüne acınacak
bir ifade veriyor,
ağzını açıp çiğner gibi hareketler yapıyor ve midesini sıvazlıyor; bunları (söylediklerini) yaparak, aç olduğunu
anlatıyor. Burada, ''söylenim''
bütünüyle dil-dışı bir edim, ve iletilen de dil-dışı araçlarla iletilmiş durumda. Aynı türde bir başka örnek
henüz dil öğrenmemiş olan bir çocuğun, verilmekte olan mamaya doymuş
olduğunu, ağlar gibi sesler çıkararak anlatması olacaktır. Çocuk, ağlamasına
gerçekten neden
olacak bir şey yüzünden ve gerçekten ağlamamaktadır. Ancak, doygunluğunu ve fazla mamadan sıkıntısını anlatmak için ağlar gibi yapmaktadır.
Dil-dışı yapay iletişimin
kapsadığı bir
ikinci alan da, söylenimin dilsel olup, anlatılanın söylenenin dilsel anlamından
farklı olduğu durumlardır. İletişimde, bazen söylediğimiz sözlerle bunların
anlamından başka şeyler kastederiz. Sıkışık bir otobüste ayakta kalmış yaşlı bir kadın oturan gence soruyor: ''Rahatınız yerinde mi ?''. Burada söylenenin dilsel (bir tümce) olmasına
karşın, iletilen
anlam çok farklı, ve bizce ilginç olarak, bu tümcenin
anlamıyla bütünüyle ilgisizdir. Bu anlamın tam karşıt (ve üstelik
çelişik) olabildiği durumlar da düşünülebilir: güneşin altında pişmiş bir çadıra
girildiğinde ''burası da epey serinmiş'' diyerek, içersinin fırın gibi olduğu anlatılabilir. ..
Uçüncü bir alan, söylenimin
uzlaşım durumuna gelmiş olmasına
karşın dilselliğe dönüşmemiş olduğu durumları kapsar. Teslim olunduğunu anlatmak için beyaz bayrak çekmek, veya garsondan hesabı istemek için kalemle yazı yazar gibi bir hareket yapmak, sayılabilecek
örneklerdendir.
Son bir öbek ise, söylenimin dilsel olduğu, fakat anlatılanın
söylenimin dilsel anlamından
farklı olduğu durumlarda uzlaşımlaşmanın ortaya çıkışıyla ilgilidir. Bir bakkala girildiğinde ''ekmek var mı?'' gibi bir soru, uzlaşımsal olarak ''ekmek alıyorum''
anlamına gelir. Bu
anlam uzlaşımsallaşmıştır, ama kullanılan tümcenin anlamından
tümüyle farklıdır.27
^^.-.
. - _ -
27 Bu
alan John Austin (How ta do Things With Words. Oxford U.P., 1962) ve John
Searle (Speech Acts, Cambridge U.P., 1969) tarafından geniş olarak
araştırılmıştır.
Geliştirilen ''lllocutionary Acts'' kavramı ilginç açıklamalar sağlamıştır.
Bu bölümde, uzlaşım ve dil öncesi
biçimlerle, yani yukarıdaki ilk iki alanla ilgileneceğiz.
Amacımız bu iki iletişim
biçimindeki anlatma kavramını çözümlemektir.
13
Anlatmanın başarıyla yerine getirilmesinden söz edebilmek için, bir durum ve bir söylenimin
gerekliliğinden söz etmiştik. Ancak bu kadarı yeterli olmayacaktır. Her durum ve her söylenen bir mesaj aktarmayı
sağlayamayacaktır. Olduğu yerde el çırpmaya, veya acayip yüz hareketleri yapmaya başlayan bir kişi (belki: deli olduğundan
başka) pek bir şey anlatıyor
olmayacaktır. Söylenenin anlatmak için söylenmiş oluşunu, bir geveleme ya da bilinçsiz
davranıştan ayırdedebilecek bir özellik arıyoruz. Böyle bir özelliği, Grice'ın daha önce sözünü
ettiğimiz yapıtında bulabileceğiz.28 Söyleyenin anlamlaması (the speaker's meaning) kavramını
çözümleyen bu
filozof, bizim araştırma alanımızın çok • yakınlarını aydınlatmıştır. Bu çözümlemeden
ödünç alarak, anlamanın bir başka temel özelliğini de şöyle bildirebiliriz: belirli bir
durumda, söylenimin bir şey anlatmaya araç o labilmesi için, onu söyleyenin, dinleyen bireyde bu söylenim ile bir düşünce
uyandırmak amacını gütmüş olması gerekir. Bu demek ki anlatmak, bir durumda, söyleyen bireyin, X gibi bir şeyi herhangi bir dinleyen bireyde r
gibi birdüşünce meydana getirmek amacıyla söylemesi oluyor. Söylenimin
böyle bir niyet veya amaçla
söylenmiş olması, onu herhangi bir davranıştan ayırdeden özelik
olmaktadır.Grice'ın da belirttiği gibi,29 bu koşul da yeterlilik sağlamayacaktır. Kendisinin verdiği şu ör- •
nek, yetersizliği açıkça göstermektedir. Bir cinayet olayının
geçtiği yere
kimseye göstermeden Bay B'nin mendilini bırakıyorum. Bunu yaparken amacım
soruşturmayı yapan savcıda katilin Bay B olduğu düşüncesini uyandırmaktır. (Durum, cinayet olayının
geçtiği yer, söylenim
isebıraktığım mendil oluyor) Böyle bir durumda, ne bir kişininbirşey
anlatması, ne deyapayiletişim
söz konusu olacaktır. Olsa olsa, mendili orada gören savcı, Bay B'nin katil olduğunu bunun doğal anlamı olarak çıkarsaya-
caktır. Ben nıendili
bırakırken bu işi kimseye göstermeden
yaptığım için bir şeyanla- tıyor veya iletişim yapıyor sayılamam. En azından bu durumu ''insan iletişimi''
kavramıyla belirleyemeyiz.
Bir örnek daha düşünelim: Bir odada iki kişi, kendi kendilerine bir şeyler okuyorlar. Birisi yeni gelmiş olan günlük gazetenin baş sayfasında bulunan, ünlü bir politikacının resimlerini karalamaya başlıyor. Bunu yaparken, diğer kişinin
yaptığını gördüğünü bilmesine karşın, hiç istifini bozmadan, kendi kendine, öbürüne bakmadan karalamaya devam ediyor.
Şimdi karalayan
28
Grice, H.P., Bkz. not (11 ); Grice, H.P., ''Utterer's Meaning and lntentions''
Phil. Rev. Vol. 78, 1969.
29 Grice, H.P., not (1 1)
deki aynı yapıt, s. 43.
kişi, bu yaptığı ile, diğerinde, o politikacıdan nefret ettiği
düşüncesini uyardırma niyeti (isteği, amacı) olsa bile bunu ona anlatıyor, veya yapay iletişim
gerçekleştiriyor olarak görülemeyecektir.
Grice, haklı olarak burada bir koşulun daha gerekmekte olduğunu belirtiyor: Söyleyen birey, söylediğini
yalnız dinleyende bir düşünce
uyandırmak amacıyla söylüyor olmayacak, aynı zamanda dinleyenin bu amacını farketmesi amacını da taşıyacaktır.
Yukarıda ele aldığımız
örneklerde söyleyen birey bu ikinci amacı
taşımamakta, yani dinleyicisinde bir düşünce
uyandırmak isteğinin onca farkedil-
mesini
istememektedir. Bir başka anlatımla, bu son koşulu, söyleyen bireyin söy-
lediği ile uyandırmak istediği düşünceyi aktarmak istediğinin dinleyence farkına
varılması gereği olarak belirleyebiliriz. Öyle ki dinleyen, söylenimi
görünce yalnız
belirli bir düşünce oluşturmayıp, aynı zamanda bu düşüncenin
iletişim amacıyla
uyandırıldığını düşünebilsin.
Yukarıki örnekler bu ikincinin düşünülmesine izin vermemektedir.
Bu noktaya dek saptayabildiğimiz koşulları kullanarak kabaca bir tanım ileri sürelim:
''S gibi bir söyleyen birey, X gibi bir şey söyleyerek bununla r'yi anlattı'' (yani, S, X ile r anlattı) demek,
"S' x i,
düşüncesini uyandırmak, ve
a) D gibi bir dinleyen bireyde r
b} r'yi D'ye aktarıyor olmak, amacıyla söyledi'', demektir.
14
•
Bu noktada artık Grice'dan
ayrılıyoruz. Bunun iki nedeni var: birincisi, bizim, Grice'ın peşinde olduğu
''söyleyenin anlamlaması'' kavramından başka ve biraz daha geniş kapsamlı bir
kavramın çözümlemesine çalışıyor olmamız; ikincisi ise Grice'ın kendi tanımında
görülen önemli bir eksikliktir. Bu eksikliği hemen ortaya koyup onu gidermeye
çalışalım.
Yukarıdaki gibi, Grice'ın yolunu
izleyerek elde edilmiş bir tanıma yakından bakıldığında, anlatan (söyleyen)
bireyin X'i, dinleyenin gözlemine iki niyetle sunduğu görülecektir. Bu niyetler
farklı niyetlerdir: biri bir başkasında bir düşünce uyandırmak, diğeri ise bu
birinci niyetin açığa vurulması gibi bir niyettir. Bir başkasında bir
düşünceyi, bu düşünceyi onda uyandırmak isteğimizi açığa vurmadan, ve hatta bu
düşünceyi bizim uyandırdığımızı bile farkettirmeden uyandırabiliriz.
Dolayısıyla, bir düşünceyi uyandırmak (veya bunu istemek), davranışımızı bu
düşünceyi uyandırmak istediğimiz bireye yöneltmiş olarak uyandırmaktan (veya
bunu istemekten) farklıdır. Şu halde, tanımımıza göre elde bir tek davranış
(X) ve iki değişik amaç
bulunmaktadır. Bu bağlamda sorun, amaç, istek ve niyet t
gibi şeylerin herkesçe
gözlemlenemeyecek türden oluşlarından doğacaktır. Bir amaç veya niyet, bir
davranışla gözlemlenebilir (yorumlanabilir) duruma getirilmedikçe, amacın
sahibinde gizli kalacaktır. Bu, telepati gibi durumlar dışında kesin bir
kuraldır. Peki burada X hangi niyeti açıklıyor olabilir? Ya birini ya da öbürünü..
Şu halde tanıma göre niyetlerden biri açıklanamamaktadır. Bu da, tanımın
belirlediği davranışı iletişim açısından yetersiz durumda bırakacaktır. Bu
durumu daha açık olarak serimlemeye çalışalım. Tanımda bir X davranışı
(söylenim) vardır, ve bu davranışla, söyleyen birey, değerinde r gibi bir düşünce
oluşturmayı istemektedir. Oysa, bu kadarıyla, tanım yapay iletişim kavramını,
yukarıda ele almış olduğumuz örneklerde görüldüğü gibi verememektedir. Söyleyenin,
uyandırdığı düşünceyi dinleyene yöneltmiş olması,, bunu açıkça aktarıyor,
iletiyor olarak olarak görülmesini istiyor olması da gerekmektedir. Ancak bu
son istek, tanıma göre, açığa vurulamama durumundadır: bu isteği
gözlemlenebilir duruma sokacak bir fiziksel davranışın tanıma eklenmesi
gerekecektir.
Bir örnek verelim:
a)
Üzerinde oturduğum sandalyeden,
kendimi yana atıp, sandalye ile bir-
likte yere düşüyorum. Bunu yaparak,
ev sahibinde, sandalyesinin bacaklarının çarpık olduğu düşüncesini uyandırmak
istiyorum. isteğim ve yaptığım yalnızca
bu kadar. Bu düşünce ev sahibinde
uyanıyor, gelerek kalkmama yardım ediyor ve benden eşyasının durumundan dolayı
özür diliyor. Şimdi bu davranışımla, uyandırmayı amaçladığım düşünceyi
uyandırmak bakımından başarılı olmuş olmama rağmen, yaptığımla bir şey anlatmış
değilim. Ne davranışım (X; söylenen) bir anlama geldi, ne de bu davranışımla
(yapay olarak) birşey anlattım. Olsa olsa, ev sahibim açısından, düşüşüm,
sandalyesinin çarpık oluşu doğal
anlamını taşımıştır. Böyle oluşunun
nedeni, benim gerçekten düştüğümü sanmış olması, bunun nedenini de sandalyenin
bacaklarının çarpık oluşuna bağlamasıdır. Çünkü, yalnızca bu davranışta
bulundum, ve niyetimi açığa vurmak istemedim.
b)
Şimdi ise şöyle bir durum düşünelim:
(a)'da yaptığım şeylerin aynısını yapıyor, ve bunları bütünüyle aynı niyetle
yapıyorum. Fakat bu kez, bunlara ek olarak, ev sahibinde bu düşünceyi uyandırma
isteğimi de açığa vurmak istiyorum. Yani, uyandırdığım düşünceyi ev sahibime
aktarıyor, iletiyor durumunda görünmeyi istiyorum. Bu durum, tanımımızı tam
olarak kapsamaktadır. Ancak, iletişimin yerine getirilmesine yeterli değildir.
Dinleyenin (ev sahibi) açısından (a) ve (b} durumları arasında hiç bir ayrım
yoktur. Gözlemleyebildiği yalnızca düşüşümdür ve niyetlerimden haberi olamaz.
Bu niyetler belirli davranışlarla açıklanmadıkça, onların farkedilmesi
beklenemez. Demek ki, tanımımızın gösterdiği gibi bir durum, bir şeyin
anlatıldığı bir durum olamayacaktır.
c)
Bir şeyin anlatılabilmesi için,
niyetlerimizin bazı davranışlarla açıklanması gerekir. Örneğimizde, bu şöylece
yerine getirilebilir: (a) ve (b) de yaptığımı açıkla-
dığımız her şeyi yapıyor ve beraberindeki her iki niyeti
de taşıyor olduğumu düşünelim. Bu kez, bunlara ek olarak, davranışımı ev sahibine yönelttiğimi,
yaptıklarımla bir şeyler iletmek, aktarmak istediğimi açıklamam için, düşerken
dinleyene bakıp (veya yalnızca bir bakış atıp),
yüzüme belirli bir
ifade verecek olursam, yaptığımı bile isteye (bilhassa, mahsus) yaptığımı ve ona bir şey iletme amacıyla
yaptığımı farkedecek,
ve böylece yaptıklarımla bir şey anlatmış olacağım.
Böylece, tanımımızı uygun duruma sokabilmek için bir koşul daha eklememiz gerekiyor. Bu koşul da, gördüğümüz gibi, S'nin X ile birlikte, bir
de iletişime niyetli olduğunu, yani uyandırılan düşünceyi ''aktarmak'' isteğini açıklayan ''y'' gibi bir imlemede bulunması
gereğidir. Bu, ''y''
ile adlandırdığımız davranış üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak durup, bu konuda deneysel
ruhbilimin sağladığı verilerden yararlanmaya çalışacağız. ''y'' davranışına
''iletişimse! amaç imlemesi'' (sergilemesi/serimlemesi) diyeceğiz. Bu davranışın
açıkladığı amaç ise ''iletişimse! niyet'' olarak adlandırılacaktır.
15
İletişimse! niyet imlemesi nasıl bir davranıştır? Ne biçim bir imlemedir? Söyleyebileceğimiz
ilk şey, bu imlemenin söylenim (X) kadar çeşitli ve değişik
biçimler almayacağıdır. X'in her bir değişik düşünce için (bu düşünceyi uyan- dırabilmek
için) yeni bir davranış olması
gerekir. Oysa, iletişimse! niyet, her değişik
iletişim olayında aynı niyettir: S'nin r'yi D'ye iletmek niyeti (r'nin D'de uyanmasına , yalnızca neden olmayıp, r'yi D'de kendisinin uyandırdığını D'ye açıklamak niyeti). Denebilir ki, iletişimse!
amaç imlemesi aynı anlama gelen, veya durumuna göre birbirini tamamlayan bir veya birkaç imleme (davranış) den çok olmamalıdır.
Bu tür imlemeleri biliyor muyuz: eğer biliyorsak, bunlar hangileridir?
Bu soruların yanıtları, deneysel ruhbilimin dil-dışı
iletişim konusunda
sağladığı bulgulardadır. Bu konuda deneysel çalışmalar, video-teyplerin de kullanılabilmesiyle 1970 yılı civarında
başlamıştır. Bu aygıtların yardımından yoksun olarak dil-dışı imiemeleri betimlemeye çalışmak
ümitsiz bir uğraş olurdu.30 Bu daldaki araştırmalar
oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır: kuramsal bir temel görüş, E. Goffman ve M. Argyle31
gibi bilim adamlarınca sağlanmıştır.
30 Weitz, S., (Ed.)
Non-Verbal Communication, Oxford U.P., 1974, s. 6.
J ı Goffman, E., Behavior in
Public Places, Glencoe: The Free Press, 1 965; Goffman, E., lnteraction Ritual,
New York: Doubleday Anchor, 1967; Goffman, E., Relations in Public. New York:
Basic Books, 1971; M. Argyle, Bodily Communication. London: Methuen. 1975;
Argyle, M., and Cool(, M., Gaze and Mutual Gaze, London: Cambridge U.P. 1976.
Yakın geçmişte
yapılmış deneysel araştırmalar,
dil-dışı iletişimin dilsel ile—
tişime destek olarak, veya kendi başına, ikinci bir iletişim ortamı
oluşturduğunu kanıtlamıştır. Bu tür davranış biçimleri çoğunlukla bilinçsiz olarak serimlenip yorumlandığından
ve zaman olarak çok kısa
sürdüklerinden, onları sürekli olarak kullanışımızın pek az farkındayız.
Başlarken de belirtildiği gibi, toplum içindeki birey ilişkilerinin
düzenlenişi, iç durumların (hisler, istekler) bildirilişi ve sergilenişi, ve düşünsel
durumların dıştan yorumlanabilmesinde dil dışı imlemenin çok önemli bir yeri vardır. Bu tür imlemenin başlıca ögeleri
arasında, bireylerin
'
bir diğeri ile uzaklık ilişkileri, vücut hareketleri, ses tonu, konuşma hızı, dil dışı sesler, ve en önemlisi yüz ifadeleri ve bakışlar
sayılabilir. Deneysel olarak kanıtlanmış önemli bir bulgu, bilinçli
olmadığımız halde, başkalarının dil dışı serimleme ve imlemelerine hiç bir durumda ilgisiz kalmadığımızdır.
Dinleyen birey
her zaman karşısındakinin imlemelerine tepki gösterip,
davranışlarını ona göre ayarlar ve yanıtsa( davranışta bulunur.
Bu olguların ışığında, burada ileri sürülecek
görüş, tıpkı herhangi bir diğer dil-dışı imleme gibi, söyleyen bireyin iletişimse( niyetinin de dil-dışı bir davranışla imleniyor/serimleniyor olabileceğidir.
Savımız, bu tür imlemede bakış yönü,
bakış karşılaşması, ve kaş kaldırma32 gibi imleme araçlarının tek tek veya bir arada önemli rolleri olduğudur. Bunlar olanak dışında
kaldığında (örneğin: görme duyusu kullanılamadığında: arada bir duvar bulunması gibi) başka dil dışı
imlemeler bunların yerini alabilecektir. Sözünü ettiğimiz ögelerin gerçekten de bu
işlevde kullanıldıkları deneysel açıdan destek görmektedir.
Özel olarak bizim
soru-
numuz araştırılmamış olmasına karşın yakın konularda yapılan deneysel çalışmalar
savımızı destekleyen
bulgular doğurmuştur. Önce, laboratuvar deneylerinden daha eskilerde, gözlemleriyle bu konuya ışık tutmuş olan E. Goffman'ın33
yazı-
larına bakalım. Bakış karşılaşmasının
toplumda birey ilişkilerini
düzenlemede ne
denli önemli olduğunu ilk kez öne sürenlerden olan Goffman, bir bireyler arası doğrudan
ilişkinin (focused
interaction) ''taraflardan birinin gözlerine özel bir ifade vererek, veya söze başlarken sesine verdiği özel bir tonla açış yapmasıyla
başlatıldığını'' bildiriyor. ''İlişkinin bütünüyle kurulması, diğer bireyin gözler, duruş veya sesle, göz göze bir karşılıklı eyleme girişmeye hazır
olduğunu imleyerek, bu açışı kabul ettiğini göstermesiyle sağlanır.''34 Şöyle bir örnek veriyor: bir garson, müşterinin yemek ısmarlamasını, onun bakışlarını
yakalamasını önleyerek önleyebilir. ''Göz göze bakışma ... toplumun iletişimi
yaşantısında özel bir
32
Bakış Yöneltmesi: bakışları belirli
bir yöne çevirmek;
Bakış karşılaşması: iki bireyin birbirinin gözlerinin içine bakıyor olması (göz göze gelmek).
Kaş kaldırma, Eibl-Eibesfeldt
(''Similarities and Differences between Cultures in Expressive Movements'',
Hinde (Ed.) Non-Verbal Com- munication, Cambridge U.P. 1 972.) tarafından betimlenmiş olan
ve hemen her i.nsan kültüründe gözlemlenen, iyi niyetle karşısındakine ilgi gösterme, ve selamlama davranışı.
33
Goffman,
E., 1 965, 1 967, Bkz. not (31 ).
34
Goffman,
E., 1965. Bkz. not (31 ), s. 91-92.
rol oynar.": karşılıklı dilsel veya dil-dışı
iletişime açık olunduğunun örfsel bir anlatımıdır.35 Goffman'ın gözlemleri,
R. Exline, A.
Kendon ve M. Argyle36 gibi araştırmacıların laboratuvar deneyimleriyle kanıtlanmış
durumdadır. Bu tür labo- ratuvar çalışmalarından,
iletişimse! amaç imlemesinin yalnız bakış karşılaşmasıyla yapılmadığı, ve bakış
karşılaşmasının iletişimi başlatma yanısıra başka işlevleri de bulunduğu
çıkarsanabilmektedir: Bakışlarla, ayrıca tehdit. üstünlük kabul ettirme, cinsel ilişki önerme ve iyi niyet yakınlaşmalarının
imlendiği belirlenmiştir.37
Şimdi şöyle bir soruyu ortaya atma durumundayız:
Kaş kaldırma ile desteklenmiş bakış karşılaşmasının gözlemlenebilir durumda olması. bir bireyin iletişimse! niyetini imlemeye yeterli midir? Başka bir deyişle, belirli bir durumda, bir diğerinin
bakışını çelip göz göze gelen ve bununla birlikte bir şey söyleyen (geniş anlamda) bir birey, iletişim
dışında başka bir şey yapıyor olarak yorumlanamazmı? iletişim amacı olmadan karşısındakinde bir tepki uyandırmak istiyor olarak yorumlanamaz mı 7 Şu örneğe göz
atalım: Bir
trafik polisi, bir arabayı, elle işaret vermek yerine, yalnızca yoluna çıkarak
(arabanın önünde durup hareketini önleyerek) durduruyor.38 Bunu yaparken şöförün gözünün
içine baktığını da düşünebiliriz. Polis bu durumda iletişim yapmakta mıdır? Bunun yanıtı açıkça
''hayır'' olmalıdır. Polisin yaptığı, arabanın yolunu fiziksel olarak kesmek, onu nedensel olarak durdurmaktır; bu ise durmasını isteyen bir mesaj yollayarak durmasını
sağlamaktan temelde farklıdır.
Sağlanan bakış karşılaşmasına gelince, şoför bunu bir iletişim niyeti serim-
liyor olarak görmeyecektir. çünkü iletilen bir şey
bulunmamaktadır. Bu durumda polisin bakışları (yukarıda sözü edilmiş
olduğu gibi) tehdit
veya üstünlük kabul ettirme olarak yorumlanacaktır. Öyle ise soru şöylece yeniden ortaya konabilir: çift
anlamlılığın doğabileceği durumlarda göz göze gelmenin iletişim veya onun dışında niyetlerle yapıldığı ayırd edilebilecek midir? Önce, ''durum'' ve ''söyle- nim''in daha ayrıntılı olarak değerlendirilmesi
çok anlamlılığı giderici ipuçları
sağlayabilir. Ancak, iletişim niyetinin sergileniş
biçiminde de çok anlamlılığı
giderici özellikler bulunabilecektir. Öyle ki, bakış
karşılaşması yanısıra, anlamını
pekiştiren başka destek imlemeler. yani, kaş kaldırma,
gülümseme vb. gibi yüz ifadeleri, vücut hareketleri, sesler vb..., kullanılıyor olabilecektir. Bunun yanısıra, ve belki daha da önemli olarak, bakışlar
arasında taşıdıkları anlam açısından
ayrım yapabildiğimiz deneysel olarak saptanmıştır. E. Hess ve arkadaşlarının
yapmış oldukları bir deneyde39 göz bebeğinin büyüklüğünün saldırganlık, iyi
3 s Aynı yapıt, s. 92.
36
Exline, R., ''Visual lnteraction'' Weitz (Ed.) Non-Verbal Communication, New
York: O.U.P. 1974; Kendon, A., ''Seme Functions of Gaze Direction in Social
lnteraction'', Acta Psychologica, 1 967; Argyle and Cook, 1976, Bkz. not (31).
37 Bkz. Exline, R., 1974, not
(36).
38 Bkz. Grice, H.P., 1957,
not (11).
39
Hess, E.H., Seltzer, A. L., and Schrien, J.M., ''Pupil Response of Hetero and
Homosexual Males ta Pictures of Men and Women'', J. Abnorm. Psychol. s. 1 65-1
68.
niyet, sevecenlik (şefkat) gibi duygusal eğilimleri
açıkladığı ortaya çıkmıştır. Deneye katılanlara
güzel bir kızın bütünüyle
aynı görünen iki resmi verilmiş, ve bunların hangi his durumunu anlattıkları sorulmuş. His durumunun yorumunda bireyler arasında tam bir anlaşma gözlemlenirken,
ayrı hisleri ifade ettiği söylenen resimler arasındaki
farklılığın nerede olduğunu kimse gösterememiş.
Gerçekte farklılık, göz bebeğinin büyüklüğündeymiş.
Öyle ise, durumların
büyük bir çoğunluğunda,
bakışların, gerektiğinde başka
serimlemelerin de desteğiyle, iletişim niyetini imlemede yeterli olabileceğini
söyleyebiliriz. Bu, olası yanlış
anlamaları kabul etmediğimiz
anlamına gelmez. Yanlış yorumlama (S, iletişim niyetleniyorken, onu başka bir şey istiyormuş gibi yorumlama veya tam tersi) bir
olasılık olarak düşünülecektir.
Şimdi, iletişimsel niyetin imlemesinin başka iletişim
durumlarından daha saydam olarak görülebildiği bir iletişim
davranışı (söylenim) inceleyelim: böylece konuyu daha açık bir biçimde kavrayabiliriz. Bu iletişim
davranışı, kabaca, ''birini bir başkasına
göstermek için bakış ve yüzü gisterilene doğru çevirmek'' olarak betimlenebilir. Bu davranışın, duruma, önceden
karşılıklı konuşma olmuş olup olmadığına, ve kişinin ne ölçüde konuşkan
ve yardımcı (co-coperative) oluşuyla koşut
biçimde, değişik görünümleri olabilecektir. Bununla gerçekleştirilen iletişim ''doğal'' olmayacak, ancak ''uzlaşımsal'' bir özellik te göstermeyecektir: aynı davranışı değişik insan kültürlerinde
görmek olanaklıdır.
Bir iletişim olayının kendi iletişimse!
geçmişi (yani bu
olaydan önce iletişimin sürdürülüyor olup olmaması),
kullanılan iletişim davranışının (söylenimin) ve
iletişimse! niyet imlemesinin üretilişinin
açık seçiklik niteliğini etkileyecektir. Eğer önceden bir karşılıklı iletişim (konuşma veya dil-dışı) sürüp
gidiyor idiyse,
ve bu çekirdek iletişim olayı, konuyu keskin bir biçimde değiştirmeyecekse,
iletişimse! amaç serimlemesinin, yeni ve değişik bir konunun ortaya atıldığı bir
çekirdek iletişim olayına kıyasla daha az açıklıkla
imleneceği beklenebilir.
Öyle ki,
Bay B'nin kim olduğu sorusunun (dil-dışı) yanıtı olarak baş ile yapılan ufak bir hareket, veya B'ye doğru kısa bir bakış iletişimi
başarıya götürmeye yeterli olacaktır: bu durumlarda söyleyenin iletişim amacı zaten var sayılmaktadır; tekrar imlemesine
gerek yoktur. Aynı şekilde, söyleyen'in ruhsal durumu da söylenim ve niyet serim-
lemesininaçıklık derecesini etkilemektedir. Daha
az yardımcı ve konuşkan olma gibi bir ruhsal durum, söylenimde kısalmalara yol açacaktır. Filmlerdeki ''kötü adam'' tipi anlamsız bir yüzle küçük bir bakış hareketi yapmakla yetinecektir. . Ancak zor bir durumda ise iletişime daha yatkın
görünecektir.
Öyle bir durum düşünelim ki, bu etmenler söylenimi etkilemesin: söyleyen
olağan ölçüde konuşkan, ve yeni bir konuşma, yeni bir konu başlatıyor olsun.
Şöyle bir durumu imgeleyelim: Bay A'ya
Bay B hakkında, pek onaylamayan bir tonda konuştuğumu düşünelim. Bu arada, ben farkına varmadan odaya B giriyor. Bay A'nın,
konuşmamı dizginleyebilmek
için, Bay B'yi
bana göstere-
rek beni uyarması gerekiyor. Bu durumlarda kullanılan tipik bir dil-dışı davranış
(söylenim), göz göze gelmeyi sağladıktan sonra, bakışı bir kaş kaldırmayla yoğunlaştırarak gösterilen nesneye {bu durumda Bay B'ye) yöneltmektir. Bu davranışın iyi bir örnek olduğu
söylenebilir. Çünkü iletişim amacının imlemesi açığa çıkmakta, ve elektronik kayıt
aygıtlarına gerek
olmadan günlük ilişkilerde de kolayca gözlemlenebilmektedir... İlginç olan nokta odur ki, eğer Bay A, başka hiç bir şey yapmadan yalnızca Bay B'ye bakarsa; dinleyeni uyaramayacaktır.
Karşısındaki (ben) onun dikkatinin dağıldığını, sıkılıp başka yerlere bakmaya başladığını
sanacaktır. Öyle ise, baktığı şeye gerçekten karşısındakini de çelerek
baktırtmak ve de böylece uyarabilmek için, fazladan imlemeler kullanması
gerekmektedir: bakış
karşılaşması sağlaması, bu olamadığındanda yapma bir öksürük öykünmesi vb. gibi...
16
Deneysel bulgularla sağlanılaştırmış
olduğumuz görünüme göre, anlatma kavramının daha tatminkar bir tanımını şöylece verebiliriz.
''S gibi bir söyleyen birey, y gibi bir imleme (davranış) beraberinde, X gibi bir şey söyleyerek
(dil^dışı davranışta bulunarak) bununla r'yi anlattı (yani, S, y ve X ile r anlattı)'' demek,
''a) S, X'i, D gibi bir dinleyen bireyde r düşüncesini
uyandırmak amacıyla söyledi, ve
b) S, y ile D'ye iletişim niyetini serimledi."
demektir.
Tanımımızı karşısında savunmamız gerekebilecek bir itiraz şu olabilir. Dene-
bilir ki bu ileri sürülen tanım sonu belirsiz bir uzatılma gereği
ile karşı
karşıyadır. Şöyle ki, söyleyen iletişim niyetini imleyerek, iletişim yapmak istediğini iletmek
istemektedir. Öyle ise, bu iletişimse! davranışın da bir iletim niyetiyle yapıldığını
dinleyen için belirginleştirmek gerekir. Aksi halde başka yorumlar götürebilecektir.
Demek ki, söyleyen, iletişim niyeti taşıdığını iletmek amacıyla, bir kez daha ile-
tişim niyetini imlemeli, ve bu kez bunu
da iletişimse! bir davranış haline sokmak için bir kez daha imlemeli... ve bu
sonsuza dek, tanım tamamlanamadan sürmelidir40
Bu itirazdan kaygı duymaya gerek yoktur. Nedeni de, iletişim niyetininimlenmesinin, X'in uyandırdığı r düşüncesinin
iletildiği biçimde iletilmemesidir. Bu açıdan, söyleyenin iletişimse! niyetini serimlemesinin
(imlemesinin) bir yapay iletişim
40
Bkz. Gandhi, R., Presuppositions of Human Communication, Delhi: O.U.P., 1 974.
Bu yazarın ''speaker's
meaning'' tanımı da bu özeliği gösterir. Gandhi
bunu iletişimin bir gereği saymaktadır.
olayı olmadığını bildirmeliyiz. Yapay iletişimin
parçası olarak ''anlatılan'' bir şey olmadığından,
iletişim niyeti
imlemesinin iletişim amacıyla imlendiğinin imlenmesi gerekmeyecektir. Daha önce gördüğümüz
gibi, iletişim niyetinin imlenmesi büyük ölçüde
içgüdüsel bir
serimlemedir. Örnek bir doğal im olmasa da doğal ve yapay anlamlılığın arasındaki alana düşmektedir.
Bir başka itiraz da şöylece
yöneltilebilir: ''bu tanım, yani 'anlatma' kavramının
çözümlemesi, diğer başka tan-ımlarla
birlikte 'iletişim'
kavramının çözümlemesini vermesi amacı güdülerek geliştirilmektedir. Oysa iletişim
kavramı, 'iletişim niyeti
imlemesi' olarak bu tanımın içinde zaten bulunuyor durumdadır. Bu ise bir kısır
döngüye düşmektir." İki nokta sayesinde kısır döngüye
düşme durumunda değiliz.
1)
iletişim niyetini imlemek (veya
serimlemek) iletişim kavramının bilinçli olarak düşüncede
bulundurulmasına, veya bu kavrama dayanmamaktadır. Bu tür imlemelerin, yaşamın ilk 8-1 O aylık döneminin
sonunda ortaya çıktığını ve doğuştan edinilme davranış
biçimlerinin bu devrede bu işlevde kullanılacak bir imlemeye çevrildiğini destekleyecek bulgular vardır.41 Şu halde, yarı yarıya
içgüdüsel olan bu
imleme, ilgili kavramın tam bir bilinciyle yapılma durumunda değildir. Olsa olsa, çocukta,
büyükleri arasındaki iletişimse! alışverişi gözlemlemiş, ve kendi düşüncelerini aktarmış olmaktan belli belirsiz bir düşün (fikir) oluşmuştur. Yapmakta olduğumuz kavramsal çözümlemede
iletişim kavramı çözümleyici bir öge durumunda değildir: çözümleyici öge, içgüdüsel yollarla edinilnıiş bir imlemedir. Bu iml^me- nin iletişim
amacını serimlemesi,
iletişim kavramının çözümleyici olmasını gerektirmez.
2)
''iletişim niyeti'' kavramının
çözümlemede öge olduğunu kabule zorlansak bile, Grice'dan bazı koşullar ödünç alarak42 bunu içinde
''iletişim'' sözcüğü bulundurmayan karmaşık bir niyetler kümesi olarak tanımlayabiliriz. ''İletişim niyeti''ni, ''X'in uyandırdığı r düşüncesinin S tarafından
uyandırılmak istenmiş olduğunun, D tarafından farkına varılması ve r'yi, bu farkına varış
üzerine oluşturması amacı'' olarak yeniden yazabiliyoruz. Her ne kadar bu tanımı kullanmaya gerek olmayacaksa da
tam bir doyum sağlaması amacıyla bildiriyoruz.
iletişim niyetinin imlenmesinin iletişimi
başlatmak için her durumda gerekli olduğunu ileri sürebilmemize
karşın, bu
imlemenin bazı durumlarda iletişimi
yapaylaştırma katkısına gerek kalmamaktadır. Bu, özellikle
uzlaşımlaşmış ile-
tişim davranışlarında söz konusudur: bu davranışların
iletişim aracı oldukları
ve iletişimse! niyetle kullanıldıkları, uz^aşımın bir parçasıdır. Bu, dilsel iletişim
davranışlarını da kapsamaktadır.
Örnek düşünülecek olursa, savaşta siperlerden
bir beyaz bayrak sallamak teslim olunduğunu uzlaşımsal olarak bildirecektir.
4)
1 Sugarman
(Beli), S., ''A Description of Communicative Development in the Pre-Language Child''
Yayınlanmamış Tez, 1 973. Bruner, J., ''Nature and Uses of lmmaturity'', The
American Psychologist, Vol. 27, 1 972.
42 Grice, H.P., Bkz. not (11 ), ve Grice, H.P., not
(28).
Ayrıca iletişimse! niyet imlemeye gerek yoktur.
Bunun gibi, konuşulan bir sözün de, uzlaşımının bir parçası olarak iletişim niyetiyle söylendiği belli ve apa-
çıktır. Uzlaşımsal yapay iletişimde,
iletişimse! niyet
imlemesi, söylenimi ''yapay'' anlamlı yapmak yerine, iletişimi başlatmada kullanılacaktır. Bu özellik bize ince
birayrımı görmefırsatını
tanımaktadır:''anlamlı olma, fakat iletişim amacı taşımama''.
Öte yandan dil ve uzlaşım dışı
iletişim durumlarının hemen hepsinde, söyleyen
iletişim niyetini ya imlemiş olacak ya da bu niyeti taşıdığı açık bir nedenden ötürü
varsayılıyor olacaktır. Durumun belirleyeceği bu açık neden, söyleyen bireyin başka bir imlemesiyle değiştirilip
kaldırılmadıkça, kendisi açısından yükümlülük
yaratmaya devam edecektir.
17
Son durumunda, tanımımız, anlatma'yı çözümleyecek
güce ulaşmıştır. Ancak böyle bir tanımın (şimdilik kapalı olarak) içerdiği bazı kavramlar vardır ki, olgusal açıdan
bakıldığında, bunları yüzeye çıkarmak, iletişimin dıştan kolayca gözlemlenemeyen
bazı özelliklerinin görülmesine yarayacaktır. Kabaca söylenecek
olursa, bu bulgu, ''S, X ile, r yi anlatıyor'' denebilmesi için ''S'nin X ile r'y D'de nasıl
uyandıracağını tasarlamış olması (planlamışolması)nın'' gerekiyor oluşudur. İlk bakışta apaçıkmış gibi görünen bu koşul biraz daha derinine düşünüldüğünde kabulü zorbulunacaktır. Zira tanımın parçası
clıarak genellendiğinde karşılaşılacak zorluklar vardır. Düzgülü iletişim
durumlarında, yani günlük karşılıklı konuşmada
hertümceyi söylemeden önce
tasarladığımızı önermek ne dereceinandırıcıdır? Dilsel olsun, dil-dışı olsun aktardığımız
birçok mesajı, durup düşünmeden, adeta kendiliğinden söyleyerek,
karşımızdakine aktarıyoruz. Tasarlama için bir süre
ayrıldığının farkında olmadığımız gibi günlük mesaj alış verişinde
söylediklerimizi önden ''nasıl iletsem'' diye düşündüğümüzün daha hiç farkında
değiliz. Öyle ise, doğal eğilim, anlatmada tasarlamanın olmaması gerektiği
yönünde olmalıdır. Bu yüzden, tasarlamanın var olduğunu kanıtlayabilmek, güçlü uslamlama gerektirmektedir. Böyle bir uslamlama ileri sürüp, destekleyici deneysel bulgulara
da
değineceğiz.
Herhangi bir şeyi amaçlamak (ona niyeti olmak) bir koşul içerir. Bu koşulu şöylece bildirebiliriz: ''S, X'i yapmak
niyetindedir'' tümcesinin doğru olabilmesi için, (başka koşullar yanısıra) ''S, X'i yapmak için ğerekli
girişimleri yapma ve önlemleri alma durumundadır."
gibi bir tümcenin de doğru olması gerekir. Bu koşulun nedeni ise, ''S, gelecek ay yurt dışına gitmek niyetinde (gitmek amacında), fakat bunu sağlamak için gerekli girişim, işlem ve önlemleri almayacak'' ın saçma, hatta çelişik bir önerme durumunda oluşudur.43
43
Bkz.
Grice, H. P., ''lntentions and Uncertainty'', Annual Philosophical Lecture of
the British Academy, Oxford U.P. 1971.
Gerçekte, yapılan herhangi bir şey (X) için öncel (preliminary) önlem ve girişimler gerekmeyebilir. Oysa, S bunları böyle
önlemlerin gerektiğini düşündüğümüz •
yerlerde ve durumlarda da almayacaksa, onun gerçekten X'i yapma niyetinde olduğunu,
kuşkuyla karşılama durumunda olmalıyız.
Değişik bir vurguyla, aynı koşulu J. Meiland şöyle ele almıştır.44
Önce Meiland, amaç (niyet) içeriklerini iki ulama (kategoriye) ayırıyor: niyetin sahibi bireyin edim ve davranışları, ve bunun dışında kalan, olaylar, durumlar, başkalarının
davranışları gibileri.. Bir birey, kendi davranışlarını niyetlediği gibi (elini oynatmak, yemek
yemek, bir yere gitmek), ''başka birinin bir şey yapmasını'',
''bir olayı meydana getirmeyi'', veya ''bir şeyin
gercekleşmesini''de niyetleyebilir. Meiland koşulunu veriyor: ··Bir bireyin oluşturduğu herhangi bir niyetin içeriğinin
yalnızca kendi davranışlarıyla
sınırlanmış olması gerekmez. Bu açıdan, eğer bu bireyin, X gibi, içeriği kendi davranışı olmayan (ör: bir durum) bir niyeti varsa, aynı zamanda K gibi, bir kendi davranışını
içerik alan başka bir (veya birkaç) niyeti de olması gereği
vardır. Dahası, K öyle olmalıdır ki, bu birey, K'yı yapmanın, X'i meydana getirmede yalnızca bir rolü olduğundan
öte, bu yönde önemli bir yol alınmasını da sağlıyor olduğu
inancında olmalıdır."45
Bu ilkeye, şu gerekçeyle karşı çıkılabilir: bazı
durumlarda, aynı amaç veya niyetin içeriği hem bireyin kendi davranışı olarak, hem de meydana
getirilecek
bir durum olarak ifade edilebilir. Böylece, ilkenin nasıl
uygulanacağı belirsizleşir. Örneğin bizi özellikle ilgilendiren bir niyet içeriği, yani bir başkasında bir düşünce
oluşmasını niyetlemek,
aynı zamanda
bu kişide bu düşünceyi oluşturmak, uyan-
dırmak olarak ta ifade edilebilir. Bu
durumda ilkenin doğru, ya da yanlış olduğu
açık değildir. Böyle bir itirazı
karşılamanın iki yolu vardır. İlki, ''uyandırma'' veya
''oluşturma''nın gerçekte davranış veya edim olmadıklarını
söylemektir. Bunları,
''çözmek'', ''bulmak'' eylemleri gibi,
edimden çok, ''bir sonucun elde edilişi'' olarak yorumlayabileceğimiz
önerilebilir. Davranışlar için genel kural veya koşullar
ileri sürme durumuna düşmeden, yukarı ki gibi bir ayrımın, ''korkutmak'' gibi bir eyleme uygulanışının basit iken, ''kurmak, yapmak''
gibi kavramlarda güçlükler •
doğurabileceğini belirtmekle yetinebiliriz. Öte yandan, ''meydana getirmek''
gibilerinin de, ''koşmak'', ''el sallamak'', ''zıplamak'', ''vurmak'' gibi davranışlardan
çok başka olduklarının, dolayısıyla davranış olarak kabul edilemeyeceklerinin söylenmesine bir itirazımız olmayabilir. Böylece, bizim ilgilendiğimiz kavramlara uygulanışında,
Meiland'ın ilkesinin
doğru olduğu söylenebilir. ikinci yol ise, ''koşmak'' vb.. gibi davranışları ''temel edim'' olarak
nitelendirdikten sonra, Meiland'ın ilkesini şöylece tamamlamak olacaktır: ''ilkenin doğru olması
için niyetin içeriği olan X'i, bireyin bir temel edimi
olarak ele alamamak gerekir'',
44
Meiland,
J., The Natura of lntention, Landon: Methuen, 1971.
45
Aynı eser, s. 36.
Temel edim kavramı güçlüklerden bütünüyle arınmış bir kavram değildir,46
fakat, yine de, Meiland'ın
koşulunun kabul
edilebilir olduğunu yalanlayacak kesin kanıtlar göremiyoruz.
Bundan sonra açıklamak istediğimiz şu olacaktır:
Nasıl oluyor da, başkasında bir düşünce
uyandırma niyeti
olan ve bu niyetle bir şeyler yapan (ve bunu yapabilmek için yukarıki
koşulu yerine getiren)
birey bu amaç uğruna, diğer herhangi bir davranıştan ayrı olarak yaptığı o davranışı
yapıyor? Diğer bir deyişle, açıklamaya çalışacağımız, yukarıki koşulun yerine getirilmesinin neleri içerdiğidir.
Böylece, yapacağımızın doğruluğunun, genel uygulamasında Meiland'ın ilkesinin doğru ya da yanlış oluşuna
bağlı olmadığını söyleyebiliriz.
18
Bölüm 1 6'da vermiş
olduğumuz tanıma dönelim: X davranışında bulunan (dil-dışı bir şey söyleyen) bir birey (S), ne yapmış (ne yerine getirmiş)
olmalıdır ki, X
yaparak r düşüncesini uyandırdığı söylenebilsin?
Görmüş olduğumuz üzere, r gibi bir düşünceyi
uyandırma niyetinde
olmak, bu niyeti gerçekleştirmek için bir şeyler yapmak, (X) gibi bazı öncel
önlem ve
girişimleri gerektiren oldukça
karmaşık bir
zihinsel durumdur. Bu öncel önlemleri almayan ve bunları yerine getirme niyetinde de
olmayan birey için, r'yi uyandırmak
niyetinde olduğunu söyleyemiyoruz: ancak bunu istediğini ya da arzu ettiğini
söyleyebiliriz. Öte yandan, böyle bir amacı
olmasının, birey için, amacının
içerdiği
söylenilen koşulların kendiliğinden, otomatik olarak yerine getirilip sağlanacağına bir güvence
olmadığı da apaçık olsa gerektir. ''Onda Kuzey
Kutbu'na gitmek istediğim düşüncesini uyandırmaya niyetliyinı, ama bunu nasıl
yapacağımı hiç bi1emiyorum'', en azından acayip bir önermedir. Buna yanıt olarak ''Eğer onda bu düşünceyi uyandırabilecek
bir yol, bir
usul düşünmediysen, böyle bir niyetin olduğunu savunamazsın; olsa olsa bunu arzu ettiğini veya istediğini
söyleyebilirsin'' demek uygun olur. Dolayısıyla öyle görünüyor ki. ''r'yi uyandırma
amacında olmak'',
r'yi D'de uyandırmada kullanılacak olan X gibi bir davranışın ne, ve nasıl olacağını
kendiliğinden sağlamıyor. Tam tersinin söz konusu olduğu söylenebilir: X gibi bir davranışı yapmaya (X'i söylemeye)
hazır olmak (veya X'i söylemiş olmak), bireye, bir başkasında r gibi bir düşünceyi
uyandırma niyetinde
olduğunu söyleme hakkı kazandırıyor. Dahası, herhangi bir davranış kabul edilemez: söylenen (X), uyandırılması niyetlenen düşünce ile sıkıca ilgili olmalıdır. Ouinton47, Grice'ın
46
Bkz. Danto, A. ''Basic Actions'', White, A.R. (Ed.), The Philosophy of Action,
Oxford U.P. s. 43-58.
47 Ouinton, A.M., The Natura
of Things London: Routledge and Kegan Paul, 1 973.
tanımının yanlış olduğunu önerirken bu noktayı
düşünmüştür: ''Birisinin X yaparak, r'yi uyandırma niyetinde olabilmesi için X'in, r'yi D'de uyandırabileceğine
inanıyor olması gerekir. Trafik lambalarında durmuş olan otobüsün daha hızlı gitmesini sağlamak niyetiyle, dizim üzerinde
parmaklarımla tempo tuttuğumu, bunun gerçekten bu sonucu sağlayacağına inanmıyorsam, söyleyemem." Bu gerçekten kabul edilmesi gereken bir noktadır. Aynı konuda P. Zift ve S. Schiffer tarafından itiraz ve düzeltmeler
önerilmektedir.48
Öyle görünüyor ki, r gibi bir düşünceyi bir başkasında
uyandırma niyetinde
olan kişi, X'i yapmanın (söylemenin) r'yi D'de uyandırmada etkin olacağı
inancında
olmalıdır. Bu inanç, D'de r'yi uyandırmak için
niye bir başka söylenim
değil de bu X'in kullanıldığını
açıklama durumundadır. Yukarıki niyete sahip olmanın, bu inancı
kendiliğinden (otomatik olarak) yaratmayacağı olgusunun ışığında şu soru sorulmalıdır: X'in etken olacağı inancı nereden doğmaktadır? Bir söyleyen bireyin r'yi iletmek istediği
düşünüldüğünde, onun bu inanca varış yolu üzerine ne söyleyebiliriz?
Eğer bir birey, önceden, bazı
şeyleri yapmanın (X'i yapmanın) ,r'yi uyandırmaya yarayacağını biliyorsa,o zaman böyle bir amaç için temel hazırdır. Böyle
birdurumda bu
bilgiyi anımsamaktan fazlası gerekmeyecektir. Bir kişi, ışığı
açmak istiyorsa, ve düğmeyi
çevirince lambaların yanacağı bilgisini öğrendiyse, ve bunu şu anda anımsıyorsa, bu kişinin
ışıkları yakma
niyetinde olduğu söylenebilir; çünkü doğal olarak, düğmeyi
çevirmenin ışıkları yakacağı inancında olacaktır. Benzeri bir durum, birinin diğer bir bireyde bir düşünce
uyandırmak isteyip,
bunu gerçekleştirecek uzlaşımsal bir yolu bildiğinde söz konusudur. Bu uzlaşımı
öğrenmiş olmak (örneğin, teslim olmak için beyaz bayrağı
sallamayı öğrenmiş olmak) ve bunu o anda anımsamak, kişiyi niyetli duruma sokmaya yeterli
olacak uygun inancı sağlayacaktır. Ancak, dil-dışı ve uzlaşım dışı
iletişimden söz edildiğinde, böyle bir hazır bilgi olanak dışında
kalacaktır: bu
durumlarda iletişim yeni buluşa dayanır, ve söylenimin (X), ilettiği
düşünceyi iletmede kullanılışı ilk kezdir. Böylece öncel,
hazır bilgiden yoksun
olan söyleyen bu durumlarda nasıl davranacağı konusundaki inancını'' yeniden'', ''yoktan'' meydana
getirme durumundadır.
Bu bizi şu sonuca götürmektedir:
uzlaşım dışı iletişimde, amaç olan r düşüncesini bir başkasında
uyandırmak için ne yapılacağı, yani ne söyleneceği, önceden düşünülüp
tasarlanmalıdır: bu önceden bilinenlerden bazı seçenek davranış biçimlerinin birleşimsel (sentetik) yolla üretilmeleri, ve birinin bunlar arasından •
seçilmesini kapsar. Başka bir deyişle, hem karar verme, hem de yaratıcı
düşünce (ele
alma: consideration, deliberation) söz konusudur. Bu eylemi (aktivite) ''başkasında bir düşünce
uyandırmak amacıyla bir davranışın tasarlanması (planlanması)'' olarak adlandıracağız.
— — —
48
Ziff, P., ''On H.P. Grice's Account of Meaning'' Analysis. 28, 1 967, s. 1-18;
Schiffer, S., Meaning, Oxford U.P. 1 972, s. 11.
Bu ileri sürdüğümüz tasarlama kavramının
günlük yaşantıdakinden biraz
değişik olduğunu kabul etmek mümkündür. Ancak, tasarlamayı tasarlama yapan
temel niteliklerin hangileri olduğunun görülmesi gerekmektedir. Örneğin, denebilir
ki, sözcüğün günlük anlamında, tasarlamanın gözlemlenebilir bir süresi olduğu
içerilmektedir: bu, tasarlanan şeyin ''ele alındığı'' süredir. Aynı biçimde, bir dav-
ranışı tasarladığı söylenen bireyin, yaptığının bilincinde olmuş olması ikinci bir içerme
olacaktır. Bizim
burada ileri sürdüğümüz kavramınsa bu nitelikleri
bulunmayacaktır. Anlaşılmayacak kadar kısa bir süre alabilir, ve tasarlayan birey
tasarlamakta olduğunu, veya tasarlamış olduğunu bilmeyebilir, bunun farkında olmayabilir, fakat, her durumda
neyi tasarladığını, düşüncesinin içeriği olarak
bilecektir. Bu farklılıkların ayrım yaratacak önemde olduğunu
savunmak zorlama
ge- rektirecekgibidir. Diyebiliriz ki, tasarlamanın çok daha önemli bir niteliği, onunerek- sel veya biramaca yönelik
oluşudur: yaratıcı bir birleşim (sentez), yenilik getirme, ve olası seçenekler arasında karar verme... Yine önemlebelirtebileceğimiz
bir nokta da, farkına
varılamayacak kadar kısa süreli tasarlama süreçlerinin varlığının bilimce kanıtlanmış
olduğudur. Bu açıdan belirtilebilir ki, ''hesaplı'' (bilerek, istemli) ve ''kendiliğinden''
yapılan iletişimse! davranışlar (söylenimler) arasında yaptığımız sezgisel ayrım,
''tasarlanmış'' ve ''tasarlanmamış'' davranışlar (söylenimler) arasındaki ayrıma
bütünüyle koşut değildir. Eğer ilk ve yeni iseler, ''kendiliğinden''
söylenimler de tasarlanmış
olacaklardır. Bu önerme az sonra bildireceğimiz gibi ruhbilim araştırmalarında ortaya çıkarılan deneysel bulgularca
desteklenmektedir.
19
Bütün yapay iletişim
olaylarında tasarlama
olduğu söylenebilir mi? Bu sorunun yanıtı olumsuzdur. Önceden tasarlanmış söylenimler de kullanılıyor
olmasına •
karşın, günlük iletişimde
söylenimlerin bir bölümü söylenirken tasarlanmamaktadır. Bunun yanısıra,
iletişimin büyük ve temel bölümünün, ve özellikle iletişimin yeni bilgi veren yaratıcı bölümünün, söylenimler tasarlanarak gerçekleştirildiği
bildirilebilir. Tümcelerin,
içlerinde bulunan bazı önceden
hazır dilsel formüller
dışında, konuşurken tek tek tasarlandıkları deneysel olarak kanıtlanmıştır. Bu deneysel bulguya bakmadan önce,
içindetasarlama bulunmayan iletişimin neleri kapsadığına göz atalım..
Yinelenmiş dil ve uzlaşım dışı
söylenimler iletişim sırasında tasarlanmayacak- lardır: yinelendikleri, yeniden aynı amaçla
kullanıldıkları bir iletişim olayında
yeni baştan tasarlanmaları gereği yoktur. Aynı şey,
uzlaşımlaşmış olup ta henüz
dilsel olmayan söylenimler için de söz konusudur. Örneğin teslim olmak için
bayrak sallamak veya taksi tutmak için parmak kaldırmak söylenimlerini
ele alalım. Bu söylenimleri
oldukları gibi öğrenmiş olmak, kullanıldıklarında
istenilen
düşünceyi uyandırabilecekleri
inancını doğrulamak, onu temellendirmek için yeterlidir.
Dilsel iletişimde de sık sık
kullanılan bazı söylenimler vardır ki, söylendikleri sırada tasarlandıklarını ileri sürmek yanlış
olacaktır: bunlar, hazır formüller
olarak kullanılan, gramer yapısına sahip olmalarına
karşın, ''bütün''
olarak, yapısallaşmamış uzlaşımsal söylenimler gibi işlev gören
söylenimlerdir. Örnekolarak, Selamlama ve hatır sormada kullanılan terim ve tümceler
gösterilebilir: ''Nasılsınız?'', ''Selamınaleyküm'', ''Afiyet olsun," ''Rica
ederim'',.. Ünlem formülleri de tasarlama bulundurmayacaklardır. ''Allah kahretsin'', ''Lanet
olsun··... Ün-
lemleri anlamlı olarak kabul edip edemeyeceğimiz açık değildir. Bunları
kendiliğinden (spontane olarak) kullanan bireyler bunlarla bir şey anlatmaya (yapay olarak) çalışmamaktadırlar:
yaptıkları, sıkıntı veya kızgınlıklarını sesli olarak dışa vurmak, otomatik olarak yansıtmaktır.
Uzlaşımsal olmalarına karşın daha çok doğal imleme türünü andırmaktadırlar. (Bu iki kavram birbiriyle çelişik
değildir.)
Söyleyenin dilsel iletişimde
tümcelerini sürekli olarak tasarladığı, kesin kanıt sayılabilecek bulgularla gösterilmiştir.
Bu alanda,
1950'1erin ortalarından beri araştırmalar yapan F. Goldman-Eisler çok sayıda makale, ve görüşlerini sonradan topladığı bir kitapla49 deneylerini bildirmiştir. Deneylerinin hangi yollar
izlenerek yapıldığını kısaca anlatalım. Goldman-Eisler'in çıkış noktası,
günlük karşılıklı konuşmadaki duraklama ve araların elektronik aygıtlarla
ölçüldüğünde ilginç bir görünüm vermesidir. Konuşma sürekli bir olgu değil, bazı seslerin durup yeniden başlamasıyla meydana gelen kesintili bir süreçtir. Fonetik nedenler ve nefes alma gereği yüzünden
yapılan duraklamalar
ayırd edildiğinde, geri kalan daha uzun aralıklar şu nitelikleri göstermişlerdir: Duraklamaların
önemli bir bölümünün
tümcedeki konumlarının anlaşılmayı kolaylaştıracak, alt-tümce bağlanma noktası veya virgül gibi yerlerde değil, aksine gramer açısından birlikte olması gereken ögeler arasında
olduğu gözlemlenmektedir. Bundan, bu duralama türünün anlaşılmayı kolaylaştırma
dışında bir
nedenden ileri geldiği sonucu çıkartılmıştır. Duralamaların uzunluğuaraştırılmaya
başlanınca, daha daha
ilginç olarak konuşulan tümcelerin ''öğrenilmişlik'' düzeyleri arrttıkça.
araların kısaldığı saptannııştır. Öyle ki, aynı tümceleri birden çok kez yineleyen bireyler her
sonraki yinelemelerinde • daha az duralamışlardır.
Duralama noktalarının
sıklığı da buna koşut bir görünüm
vermiştir: Deneyler hazırlıksız
konuşmanın %50'sinin
3 sözcükten az parçalara bölünmüş olduğunu göstermiştir. Bireyler söylediklerini 6 şar kez yinelediklerinde 3 sözcükten az parçalara
bölünmüş bölümlerin %35'e düştüğü görülmüştür. Goldman- Eisler bu bulgularışöyledeğerlendiriyor:
eğer belirli bir yaştan sonra konuşma bece- risinindurağan (sabit) bir özellik
göstereceği kabul
edilecek olursa, bu tür yinelemelerde elde edilen sonuçların beceri ile ilgili olmaması gerekir. O halde, bu beceri-dışı
49
Goldman-Eisler, F., Psycholinguistics: Experiments in Spontaneous Speech.
London: Academic Press. 1 969.
özellikler, dilin yaratıcılık ve tasarlama yönünün
hazırlıkla ilgili göstergeleri olarak görülebilirler.
Bu varsayım,
yarıda kesilen tümcelerin
sonlarının kestirilmesine
dayanan, ve bu tümcelerden önce gelenlerin ışığında yapılan tamamlamaların
aldığı sürenin duralamalarla karşılaştırılmaları ile gerçekleştirilen
deneylerde doğrulanmıştır.
Uzun duralamalardan
sonra gelen sözcükler kestirilmesi en büyük güçlüğü yaratanlar olmuşlardır. Dolayısıyla, Goldman-Eisler, duralamaların
konuşmada üretilen yeni ve ilk bildirim içeriğinin göstergesi olduğunu ileri sürmektedir. Bu deneylerde saptanmış bir başka önemli olgu da söz dizimi (sentaks) karmaşıklığının
artmasının duralamayı arttırmadığıdır. Dolayısıyla duralamaların ayırd edilmiş olan bölümü anlambilimsel (semantik) karmaşıklık, yani tasarlamanın
güçlüğü ile
ilgilidir.
20
• •
ileri sürdüğümüz uslamlama ve deneysel kanıtlar Bölüm 1 6'daki tanımımıza ''tasarlama'' ögesinin
katılmasını gerektirmektedir.
Böylece, uzlaşım ve dil-dışı anlatma kavramının tam olduğunu ileri sürdüğümüz tanımı şu olacaktır:
1.
''S gibi bir söyleyen birey, y gibi bir imleme
beraberinde, X gibi bir söy- lenimde bulunarak bununla r'yi anlattı'' demek,
''a) S, X'i D gibi dinleyen bireyde r düşüncesini uyandırmak amacıyla
tasarladı ve söyledi, ve,
b) S, y ile, D'ye iletişim amacını sergiledi'' demektir.
Bu tanımı daha kısa olarak şöyle bildirebiliriz:
II.S, (y ile birlikte) X ile r anlattı, ''S, D'nin r düşünmesi için X'i tasarlayarak, iletişim
amacını sergileyen
bir y imlemesi ile birlikte söyledi'' demektir, veya: •
III.
S, X ile r anlattı, ''S, D'de r'yi, X'i tasarlayıp
söyleyerek uyandırdı, ve iletişim amacı sergiledi'' demektir.
Bunlar arasında tanım 1, en ayrıntılı ve kapsamlı
olanıdır. Açıkça görülebilmektedir ki ifade etmedeki bütün karmaşık
dış görünüşe karşın birşey anlatma durumunda olan bireyden tanımımıza göre beklenilenler, Bölüm 4'te bildirilen, Davidson'un koymuşolduğu
sınırlar dışına taşmamaktadır. Tanımın (b) kısmı yarı doğal bir biçimde sergilenen basit bir amaçtır.
Tanımın (a) bölümünde ise yine basit biramacın yeri- negetirilmesinde bir söylenimin
tasarlanıp üretilişi betimlenmektedir. Bu karmaşıklık düzeyi dil ön koşulunu gerektirecek nitelikte değildir.
Dolayısıyla programımız açısından bir aksaklık yaratmadan, aradığımız nitelikleri bulunduran bir
anlatma tanımı sağlayabilmiş bulunuyoruz. Bu tanımı, anlama tanımıyla
tamaladıktan sonra uzlaşım kavramını çözümlemeye girişeceğiz. Bunun da yerine getirilmesi, bizi
dilsel iletişimin kapılarına ulaştıracaktır.
21
İletişimin öbür
yönlerinin de anlaşılabilmesi için ''anlama'' kavramının bir tanımını
sağlamak gerekir. İletişim adını verdiğimiz olgunun bir süreç olarak tamamlanması,
anlamanın yerine gelmesiyle olur. Bir çekirdek iletişim olayı böylece tamamlanmadıysa, onu gerçek iletişim
olarak saymıyoruz: ''ne anlat- tıysa anlamadı,
ne yaptıysa boşa gitti'' diyoruz. Bu durumlara ''kesik'' ya da ''eksik'' iletişim adını verebiliriz. ''Yanlış anlama'' durumlarını eksik iletişimden
ayırd etmelidir: burada her ne kadar amaç edilen değilse de bir şey iletilebilmektedir.
Anlamayı, söyleyenin amacının yerine gelmesi, yaptığı
tasarlamanın başarıya •
ulaşması olarak görebiliriz. Burada yapacağımız, bir dil-dışı (ve uzlaşım-dışı)
çekirdek iletişim olayındaki anlama durumunu betimlemek olacaktır. Bu arada, dilsel söylenimlerin
anlaşılmasına da koşut olarak değinilecek, ve bir oranda aydınlatılmalarına çalışılacaktır. Deneysel veriler, önceden olduğu gibi burada da kullanılacaktır.
Herhangi bir şeyin yapay iletişim
söylenimi olarak değerlendirilebilmesi
için, onu yapan, söyleyen bireyin bir iletişimse! niyet taşıdığının
varsayılması gereği vardır. Bu nokta, iletişimin önemli bir özelliği olarak vurgulanmalıdır.
İletişimin başarısı, söyleyen bireyin niyetini ve iletmek istediğinin
içeriğini başarıyla ortaya dökmesinden çok, onun bu içerikle iletişim yapma amacınının dinleyence ''görülüyor'' olmasına,
''tanınmasına'' bağlıdır. Söyleyen birey meramını doğru dürüst anlatamasa bile, onun doğru dürüst
anlatamadığı dinleyence anlaşılabilmişse, iletişim başarılmıştır. Çok küçük çocuklar
(8 ay öncesi) iletişim niyetlerini serimleme becerisini henüz geliştirmemişlerdir.
Oysa, anneleri tarafından, söylenimleri yapay iletişim olarak
anlaşılabilmektedir. 50 En azından, anlatma tanımındaki ''y'' imlemesinin
gözlemlenemediği durumlarda bile, annelerin çocuklarının yapay iletişimlerini
doğal olanlardan ayırd edebildiklerini biliyoruz. Yakıcı sıcaklıktaki mamayı
ağzına '
alan çocuğun ağlaması, acısının doğal
olarak iletilmesidir; oysa, yedirilmekte olan sevilmeyen bir mamaya karşı
yapmacık ağlama sesleri, çoğu kez anne tarafından ''yapay'' iletişim olarak tanınmaktadır.
Dilsel
iletişimde de sık olarak gözlemlenebilen bir durum, söyleyenin tümcesini bozuk
sunması, veya kekeleyip bocalamasına karşın dinleyence ''nedemek istediği'' • — - -■ —
50 Snow, C. E., ''The Development of Conversation
Between Mothers and Babies'' Yayımlanmamış makale. (1975).
anlaşılabildiğinde belirir. Bu durumlarda da iletişim
olayını ''başarılı'' olarak niteleyeceğiz: dilsel olsun dil dışı olsun, yeterince açık olmayan söylenimlerin dinleyence anlaşılabilmesi,
söylenimin hangi
durumda ve bağlamda sunulduğuna bağlıdır.
Bu bildirilenlerin ışığında, şu iki noktayı ileri sürebiliriz:
a)
Bir söylenimin ''yapay'' olarak anlaşılabilmesi,
yani söylenimin
anlamının yapay
olarak anlaşılabilmesi için, söylenim iletişim amacı ile sunulmuş olarak yorumlanmalıdır.
Bir başka deyişle,
iletişim amacının tanınması (görülmesi), söylenimi ''yapay'' anlamlılık
taşımaya aday
duruma getirir.
b)
(a)'nın yerine gelmesiyle birlikte, mesajın
içeriğinin anlaşılması, yani anlatı- lan'ın anlaşılması, dinleyenin söylenimi yorumlayıp
açmasıyla gerçekleşir. Ancak (b), (a)'dan bütünüyle bağımsız olarak yürütülemeyecektir:
Söylenim, söyleyenin iletişim niyetine ilişik olarak yorumlanacaktır.
Bu iki nokta, anlamanın iki temel yönü olarak görülebilir.
Bunları ayrı ayrı inceleyeceğiz.
22
Söyleyen bireyin serimlediği
iletişimse! niyet
dinleyence nasıl tanınır? Dil-dışı iletişim kapsamında, bireyler arasında
sürekli olarak
imleme yapılıp bunların karşı tarafça tanındığını (yani ''görüldüğünü'')
ve buna göre de bazı tepkilerin ortaya çıktığını
belirtmiştik. Dil-dışı bir imleme olan iletişimse! amaç imlemesinin tanınışının aynı biçimde
gerçekleştiğini düşünebiliriz.
Ruhbilim kapsamında gerçekleştirilen deneyler üzerine
geliştirilen ve günümüzde genel olarak kabul edilen kurama göre, bu tür tanıma olgusu bir algılamaolayıdır,
ve algılamanın
sınırlarının dışına taşmaz.51 Bu kurama göre algılama olayının nasıl
betimlendiğini kabaca bildirelim: algılamayı nitelendiren temel işleyiş (mekanizma), bir duyumsal veriden (stimulus)
kavramsal ulama (kategori) dinamik bir çıkarsama (inference) süreci olarak görülmektedir. Veriden belirli bir parçanın, bu parçanın uyduğu
ulama
sentezlenmesi, yani kabaca algılama, ulamların öğrenilmesi ve sentezlemenin, verinin zenginleştirilerek
sürekli biçimde denetlenmesi gibi ön koşulları içermektedir. Kurama göre bu tür yapıcı
çıkarsama (inference)
algılama dışında da bir çok düşünsel (cognitive) işleyişi temellendirmektedir.52
Bu betimlemedeki temel ögelerden
bazılarını açıklamakta yarar olacaktır:
Önce veri veya ''girdi''den söz edelim. Algılama
açısından bakıldığında ''girdi'',
s ı Bruner, J. ''On Perceptual
Readiness'', Psych. Rev. 1 957; Bruner, J. and Tagiuri, R., ''The Perception of
People'', Handbook of Social Psychology, New York: Addison Wesley, 1954; Neisser, U. Cognitive
Psychology, N.J.: Prentice Hail, 1967.
sı Bruner, J. 1957; Neisser, U., 1967, Bkz. not (51).
herhangi bir veri ve onun içinde bulunduğu bağlamı, yani durumu kapsar. Verinin
belirli bir ulama yerleştirilmesi, yani tanınması,
içinde bulunduğu bağlamın ta-
mamlayıcılığıyla olur. Aynı imleme değişik
bağlamlarda (değişik durumlarda)
başka biçimde yorumlanmaktadır.
Örneğin gerginlikle
kırışmış aynı yüz ifadesi,
''rekor kıran bir sporcuda'' ve ''ölüm cezasının infazını izleyen bir kişide'' çok değişik
anlamları içeren biçimlerde tanınmaktadır.53 Bu bakımdan verinin algılama olarak adlandırdığımız
olayın içinde bağlamıyla zenginleştirilerek sürekli denetimi
söz konusu olmaktadır.
Bildirmiş olduğumuz betimlemede, herhangi bir algılamanın yerine gelebilmesi için, o algılamanın
içinde oluşturulacağı ulamın. daha önce öğrenilmiş olma gereği ön koşul
olarak içerilmektedir.
Bu ön koşulun
gereği açıktır: bir nesnenin hangi türden olduğunu söyleyebilmek için o türü bilmek gerekir. Karşımızda
oynaşan bazı renklerin bir kuşun görüntüsü olduğunu söyleyebilmek için, 'kuş'un, veya o olmazsa 'hayvan'ın veya o da olmazsa 'nesne'nin ne olduğunu biliyor olmamız gerekir. Aksi halde, oynaşan renkler yorumlanamayacak, yani
girdi algılanamayacaktır. Çocukluğun erken devirlerinden başlayarak
ulamları öğrenip kavrıyor, böylece de 'algılama'yı gerçekleştirebiliyoruz.
Şu halde ''öğrenme'' de algılama
açısından önemli bir ögedir.54
Algılamayı asıl nitelendiren, betimlemede verilen
''çıkarsama'' (intikal, inference)
kavramıdır. İlk önce, böyle - bir görüşe,
çıkarsamanın temelde mantıksal bir işlem
olduğu ve çıkarım (istidlal, deduction) kavramından
ayırd edilemeyeceği öne sürülerek karşı çıkılabilir. Bu her ne kadar doğruysa da, çıkarsama
kavramının dar bir
yorumu olmaya mahkumdur. ''Çıkarsama''nın felsefe açısından en az üç anlamı
bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamlardan biri mantıksal çıkarsama,
yani çıkarımdır. Bir ikincisi ise tümevarımı niteleyen işleyiş, yani tümevarımsal
çıkarsamadır. Bir üçüncü anlamdaki çıkarsamanın ise iki önerme arasında olma (yani bir önermeden bir başkasını
çıkarsama) gereği bile yoktur. Herhangi bir şeyden, bir durum veya olgudan bir düşüne (kavram, ulam veya önermeye) geçiş
olarak
nitelenebilir. işte algılamayı betimlerken ''çıkarsama'' bu son ve daha yumuşak
anlamında kullanılmaktadır.
Algılama ile ilgili bir başka önemli kavram da,"yoğunlaşma
alanı''(focal attention) dır. Algılama, girdinin belirli bir alanı üzerine
yoğunlaşarak yapılır. Eğer bu böyle olmasaydı, ve bütün görsel girdi (görüntü) bir kezde algılanma durumunda olsaydı, insan beyni bunu yerine
getiremeyecek kadar küçük kalırdı,55 Nesnelerin tanınması,
yani algılanması, ancak onların kendi dışındakilerden
ayırd edilmelerinden
sonra
Üzerlerinde yoğunlaşılarak
sağlanabilir. Girdinin belirli bir alanı (veri) böylece
algılamaya içerik olabilir.
Öte yandan, bir yoğunlaşma ■
alanının seçilebilmesi
53 Bruner, J., and Tagiuri,
R., 1 954. Bkz. not (51 ). s. 63.
54 Bruner, J., 1 957, Bkz.
not (51) s. 126.
55 Neisser, U., Bkz. not
(51), s. 87.
için bazı ''yoğunlaşma öncesi''
süreçler (preattentive
processes) gerekmektedir. Bunlarla, salt duyumun yani girdinin ilk ayrıştırması
gerçekleştirilir. Yoğunlaşma öncesi işleyişler normal yaşantıdaki
davranışların büyük bir çoğunluğunu, yarı otomatik bir biçimde yürütürler. Göz ve baş hareketleri bu türdendir ve yoğunlaşmayı (dikkati) yöneltirler.
''Günlük yaşantıdaki pek çok düşünsel eylem yoğunlaşma öncesidir: sabah bürosuna giren biri bildik görüntüleri
örneğin, sekreterin
çoktan gelmiş olduğunu ''bir nazarda'' farkeder."56 Aynı türden işleyişler bir dansözün
otomatikleşmiş hareketlerini, bir uyurgezerin çevresine çarpmadan yürüyüşünü
sağlarlar.
Bu deneysel kuramın ışığında, iletişimse! niyet imlemesinin tanınmasını bir algılama olgusu olarak görebiliriz.
Böylece, bu tür tanımada bir ''usavurma'' düzeyinden söz etme gereği
olmayacaktır. Deneysel araştırmalar üzerine geliştirilen görüşlere göre, herhangi bir nesnenin ne olduğunu anlamak. veya onu tanımak, daha üst düzeyden bir olgu olan usa vurmayı gerektirmemektedir.57
İletişim niyeti imlemesinin algılanmasının,
yoğunlaşma öncesi süreçlerce yerine getirildiğini ileri sürebiliriz. Bir bireyin söyleniminin
üzerinde yoğunlaşırken onun iletişim amacını imleyişini üzerinde dikkat yoğunlaştırmadan
değerlendirir, tanırız. Bu nokta, aynı zamanda, bu tür imlemelerin açık seçik olarak farkında olmayışımızı da açıklar: hem imleme hem de tanınışı
kendiliğinden (oto- •
matik) işleyişlerce yerine getirilmektedir. imlemenin ne olduğunun bilinmesi kullanılan imin söyleyen ve dinleyence bilinmesini
gerektirmeyecektir. O halde, bir iletişimse! niyet imlemesinin tanınmasının
açıklamasını şöylece verebiliriz:
Şu koşullar yerine geldiğinde D gibi bir dinleyenin, S gibi bir
söyleyenin iletişimse! niyet imlemesini tanıdığı söylenebilir: karşısındaki S tarafından
iletişimse! niyet
imlemesi olarak üretilmiş (serimlenmiş) ''y'' gibi bir duyumsal veriyi, D
bir iletişimse! amaç serimlemesi olarak algılamalı; yani D, ''y'' verisinden ''iletişimse! niyet'' ulamına
(kavramına) bir yapıcı
çıkarsama yapmalıdır. Bunun da ön koşulu. söz konusu ulamın D'ce biliniyor olmasıdır.
Böyle bir tanım, önceden de belirtildiği gibi, algılamanın
üzerine yapılacak bir usa vurmayı gereksiz bırakmaktadır. Yani bu tanım, tanımanın, önce imlemeyi bir dil dışı serimleme (imleme) olarak algıladıktan sonra, bu imleme ve iletişimse! niyet kavramı
arasındaki bağlantı (association) izlenerek, söyleyenin böyle bir amacı olduğu
inancına bir çıkarsama ile varmak (böyle bir yargıda bulunmak) gibi iki aşamalı bir süreci
içermediği temel görüşünün
üzerine kurulmuştur. Gerçekten de deney böyle iki aşamalı
tanımayı doğrulamamaktadır. ''Hemen herkes bir yüzde beliren hırs, bir davranıştaki
neşelilik, veya bir
resimdeki huzurlu uyumluluk gibi nitelikleri algılamıştır.
Çoğu kez, bu algılama
bütünüyle doğru dandır.
s 6 Aynı yapıt s. 92.
57
A.y., s. 95, ve Bruner, J., Goodnow, J., and Austin, G., A Study of Thinking,
New York: Wiley, 1956.
Önce çene adalesinin kasılmış
olduğunu algılayıp, sonra bundan öfkeyi çıkarsamayız: daha büyük
çoğunlukla bunun tam
tersi söz konusudur... Birçok çocuk ruhbilimcisine göre, (bu yukarıki
gözlem) istisna değil genel kuraldır."58
Bu görüş her ne kadar açıklamayı
kolaylaştırıyorsa da bir açıdan yetersiz kalmaktadır. Böyle bir tanım iki önemli noktayı
ayırd edemeyecektir: tanıma göre bir bakış
karşılaşmasının (göz göze gelme) bir bakış karşılaşması olarak algılanması ile, aynı şeyin
iletişimse! amaç serimlenişi olarak algılanması arasında fark bulunmayacaktır. Bu ayrılığı
gösterecek ölçütlerden yoksundur. Eğer, tanımın içerdiği gibi, bu her iki durum da birer algılama durumu ise, ve algılama
ötesinde başka birşey bulundurmuyorsa, ikisi arasındaki ayrımı gösterebilecek
ögelerin veya ölçütlerin bulunabilmesi gerekir. Bu güçlüğü belki şöylece
çözebiliriz. Diyebiliriz ki, her iki duruma da aynı algılama kuramı ayrı biçimde
uygulanmaktadır; çünkü işleyiş ve süreçler arasında ayrılık yoktur. Ayrımın doğduğu
yer, kavramsal hierarşi'deki
değişik düzeylerdir. Zihindeki kavramsal yapının hierarşik bir özellik
gösterdiğini ileri sürersek, ulamlar arasında düzey ayrılıkları varsayabiliriz. Algısal
çıkarsama bu açıklamaya
göre, belirli bir düzeydeki ulama yapılıyor olmalıdır.
Çıkarsamanın hangi düzeyde durup hangi düzeyleri aşacağı girdide bulunan bağlamsal ipuçlarıyla belirlenecektir.
23
İletişim amacının sergilenmesinin tanınması olgusunun bir tanımını geliş-
tirdikten sonra, şimdi, söylenimin anlaşılmasının
üzerinde yoğunlaşabiliriz. İleti-
şimde söyleyenin anlaşılmasının temelinde söylenimin
taşıdığı içeriğin dinleyence
düşünceye çevrilmesi bulunur.
Bir konuyu yeniden vurgulamakta yarar olacaktır.
Anımsanacağı gibi, dil-dışı ve uzlaşım öncesi söylenimlerin anlaşılmasında dinleyen, söylenimin
yapısı üzerine hiç bir ön bilgi taşımamaktadır. Ayrıca, uzlaşım dışı olan bu türden herhangi bir söylenimle ilk kez karşılaşma durumunda olacaktır. Bu durumlarda iletilen mesaj ve
bu amaçla kullanılan söylenim dinleyen için bütünüyle ''yeni''dir. Anlama kavramının
çözümlemesine başlamadan, bunun bir bireyin bir diğerinin söylenimini anlaması
yanısıra başka durumları da kapsadığını bildirmek gerekir. Bir şeyin ne olduğunu anlamak, bir tümceyi anlamak vb. gibi bağlamlarda da ''anlama''yı ilgili olduğumuz
anlamında kullanıyoruz. Bu kavramın ''tümcelerin anlaşılmasına'' aynen uygulanabilmesi programımız açısından
önemlidir; bu
nedenle geniş amaçlı bir uslamlama geliştirilecektir.
Bir başka bireyin iletişim niyetini tanıyarak veya bunu varsayarak, o bireyin söylenimini
anlamış olmak
neleri içermektedir 7 Mesajın söylenim içinde adeta
sa Neisser, U., Aynı yapıt s. 69.
paketlenmiş olduğu düşünülebilir. Dinleyenin bu paketi açması hangi koşulları
içerir? Buna yanıt olarak denebilir ki, tıpkı
iletişimse! niyet
durumunda olduğu gibi, algılama kavramı bütün sorunu çözebilir: iletişimse! niyet nasıl
tanınıyorsa, dinleyenin, söyleyeninkendisinde r gibi birdüşünceyi
uyandırma niyetini
aynen öyle tanıdığı ileri sürülebilir. Oysa, bu uygun bir açıklama
olamayacaktır, çünkü (iletişim niyetini tanımada olduğu gibi} tanıma ve anlama kavramları
arasında açık farklılıklar vardır. Şu ayrımlara dikkat çekebiliriz:
a)
Birisi herhangi birşeyi tanıdığında, o nesneyi ne olaraktanıyorsa
onun kendince
daha önceden biliniyor olması gerekir. (ya öğrenilmiş ya da doğuştan edinme) Örneğin, birinin herhangi bir nesneyi bir şarap kadehi olarak tanıyabilmesi
(görebilmesi) için, önceden
şarap kadehi kavramını biliyor olması gerekir. Aynı özellik anlamaya uygulanamaz. Anlaşılanın
önden biliniyor olması gerekmez, çoğu kez anladıklarımız bizim için yeni şeylerdir.
b)
Tanınan nesne bir ulama sokulur; veya bir
ulama öge gösterilir. Anlaşılan ise bir ulama özgü olarak görülemez.
c)
Tanıma, algıya dayandırılır. Anlama için ise zorunlu olarak algıya
dayandırılma ,
koşulu yoktur: bellek, imgelem veya çıkarıma dayandırılabilir.
d)
Bu anlamındaki ''anlama''yı olgulara uygulamak ''nesneleri
anlamak'' gibi bir ifadeden daha uygun görünürken, tanımanın nesnelerde daha uygun bir
uygulama ortamı bulduğu söylenebilir. ''Tanıma'' olgulara uygulandığında buradaki anlamından
başkasına kaymaktadır. (örneğin: ''Müttefikler Türk Devleti'nin bağımsız
olduğunu tanıdılar'' derken ''kabul ettiler'' anlamında kullanıyoruz)
Tanıma, bu anlamında (bir söylenimi) anlama kavramını
çözümleyememesine karşın, yine de anlamanın kapsamına girmektedir: bir başkasının söylenimini anlayabilmek için, dinleyenin önce bu söylenimi meydana getiren davranış
parçacıklarını algılayıp tanıması gerekir. Bu parçacıkların ne biçimde, yani ne olarak algılandıkları,
anlamayı doğrudan etkileyen, bir ölçüde belirleyen bir etmen olmaktadır.
Doğal olarak, söylenimin
bütününden ne anlaşıldığı,
söylenimi meydana
getiren ögelerin ne olarak görünüp tanındıklarına bağlı olacaktır. Öyle ise, anlamanın
açıklamasında bir algılama ögesi bulunmalıdır. '
Bir söylenimin anlaşılmasını bir süre kenara bırakıp, az daha genele çıkarak birinin herhangi bir şeyden bir şey anlamasının
açıklamasını vermeye çalışalım. Kaba bir yaklaşım olarak diyebiliriz ki, X gibi bir şeyden bir şey anladığı
söylenen D gibi
bir birey, X ile veya X'in bir yönü, bir parçası ile nedensel olarak ilişkili olan p gibi blr düşünce
oluşturur. (Bu
durumda X'i bir nesneler bileşiği veya bir bağlam içindeki
nesne olarak ele
alıyoruz). Bu açıklama bir tanım olarak yeterli olmayacaktır. X ile nedensel olarak ilişkili olan, ve D'de oluşan p düşüncesinin
kısmen veya bütünüyle X'ce belirlendiğinin
de belirtilmesi
gerekecektir. Başka bir deyişle, p düşüncesinin, X'in algısal veya başka simgesel (representational)
(bellek, imgelem, düşüncede olma) bilincinden türüyor olduğunu da göstermek
gerekir. Bundan çıkarsanabileceği gibi, X ile nedensel olarak ilişkili birden çok (pi) düşünce olabilecektir. Şu halde, X'in birden çok biçimde
anlaşılabileceği önerilebilir. Bu konuyu açıklamada geçen bölümde
bildirdiğimiz ruhbilim kura-
mından yararlanabiliriz. Bu kuramı izleyerek, p gibi bir düşüncenin
oluşturulmasının
bir yapıcı çıkarsama, sürekli denetim ile gelişen bir sentetik işleyiş
olduğunu var-
sayabiliriz. Öyle ki sentez edilen düşünce, bağlamsal ipuçlarınca bir çok kez
doğrulanmış, desteklenmiş olacaktır. Bunu önermek, bizi bu çıkarsamanın
bilinçli olduğunu veya bu çıkarsamanın izlenebilir bir süre içinde oluştuğunu kabule zorlamıyor. 59
Burada, p düşüncesini ''X ile nedensel ilişkili'' (veya daha ayrıntılı olarak, X'in algısal veya başka simgesel bilinciyle nedensel ilişkili) olarak nitelendirdik. Açıklamamızı,
içinde X'e yönletim (referans,) bulunduran, X üzerine
(hakkında) olan, p türünden
düşüncelerle sınırlandırmadık. Öyle görünüyor ki, birinin, oluşturduğu
düşünce X üzerine
(hakkında) olmadan
da, X'den bir şey anladığını, yani X'i anladığını söyleyebiliyoruz. Şu
örneğe göz atalım: Bay K bugün öğleden sonra beni ziyaret etmeye söz vermiş bulunuyor. Ancak, şu ara kendisinin sağlığının pek iyi olmadığı
herkesçe biliniyor.
Tam ziyareti beklediğim saatlerde onun yerine kapıda Bayan K'yı görünce, Bay K'nın yine hastalandığını
anlıyorum. Burada,
Bayan K'yı kapıda algılayışım üzerine oluşturduğum düşünce, Bayan K veya onun gelişi üzerine
(hakkında) değil. Buna karşılık, onun gelişinden bir şey anlamış olduğum doğrudur. Burada hatırlanması gereken, Bayan K'nın gelmiş
olduğu olgusunun, (veya
bu olgunun düşünülmesinin) olup bitenin anlaşılması olmadığıdır; ancak algılanması
olduğudur: Bayan K'nın geldiğini
algılıyor,- ve
bundan, kocasının yine hastalandığını çıkarsıyorum.
Şimdi, yukarıda geliştirdiğimiz
açıklamayı uzlaşım-dışı söylenimlerin anlaşılmasına uygulayıp bir tanım elde etmeye çalışalım. . Önce, ''p'' düşüncesinin bu bağlamda
alacağı biçimi belirlemek gerekecek. Anlama iletişime uygulandığında, X'den anlaşılanın, X'den çıkarsanan bir ''p'' düşüncesi
olduğunu söyle- yemiyoruz. Bu bağlamda, X ile nedensel olarak ilişkili ''p'' düşüncesi,
içinde anlaşılanın içeriğini taşıyan (p'den ayrı) bir ''r'' düşüncesi,
söyleyene yönletim ve söyleyenin niyetine yönletim gibi ögeler bulunduracaktır. X söylenimine de yönletim
bulunması gereksiz
gibi görünürken, Bölüm 21 'de belirtildiği gibi yorumlama karşıdaki bireyin iletişim
amacının tanınmasıyla başladığından, söyleyene ve onun bir şeyler iletiyor olduğuna
yönletim gerekli olacatır. Öyle ise, X'den anlaşılanı
(anlaşılmış olanı) ''r'' harfi ile anacak olursak, ''p'' düşüncesinin aldığı biçimi şöylece nitelendirebiliriz: ''söyleyen r'yi aktarmaya (iletmeye) çalışıyor''. Bu durumda şunu ileri sürebiliriz: ''r'' düşüncesi ''birisi geliyor'' olsun; ''X''
ise yüzünü şapka ile örtme davranışı olsun. Bununla, yani S gibi
birinin şapka ile '
yüzünü örterek, uygun bir durum ve bağlamda bir başkasına (O) birinin geldiğini
59
Bkz. Bruner, J. 1 957, not (51 ).
bildirdiğini varsayalım. ''D gibi bir dinleyen, S'nin yüzünü
şapkasıyla kapamasından birinin gelmekte olduğunu anladı'' tümcesi şu tümce ile eşdeğerdir: ''S'yi şapkasıyla
yüzünü örtüyor olarak algılayışından (algısının içeriğinden) D, S'nin birinin gelmekte olduğu
düşüncesini (r)
iletmeye çalıştığı düşüncesini (p) çıkarsadı''.
Bir çözümleme kabaca şu çerçeve
içinde verilebilir: Şu koşullar yerine geldiğinde, D gibi bir dinleyenin belirli
bir durumda X gibi bir söylenimden r anladığı söy- 1 enebi1i r:
i)
D, S'nin r'yi iletmeye çalıştığı
düşüncesini (p) çıkarsamıştır.
ii) bu p düşi:incesi,
kısmen D'nin. bağlam ve durum içinde X'i nasıl algılamış
olduğunca belirlenmiştir.
iii)
p, D'deki X'in·algısından, yapıcı bir çıkarsama ile türetilmiş, ve bu çıkarsama
bağlamdaki özelliklere dayanarak sınanmıştır.
''p'' düşüncesi oluşturulurken, D'nin yapıcı
çıkarsamasının bazı günlük ve yaygın bağlantılardan (association) yararlandığı önemli bir nokta olarak vurgulanmalıdır.
Bu birleşimler
günlük yaşantıda öğrenilmiş bağlılaşımlardır (corre- lation). Bu birleşimler sayesinde örneğin duman ateşi
gösterecek (içerecek), birpatlama ise, yıkımdüşüncesini doğuracaktır. Bu bağlantılar dinleyenin algısından
çıkarsayacağı düşünceleri yöneltirler. Bu da birden çok yönde olabilir. Bu yorum çeşitliliği
olasılığı, iletişim dışında kalan anlamada önemsiz sayılabilir. Aynı durum veya olgu değişik bakış
açılarından değerlendirilip, yorumlanabilir, üzerine fikir oluşturulur. Böylece aynı şeyden, bireyin yoğunlaşma
alanını seçişine göre, birbiriyle tutarlı olmak koşuluyla değişik şeyler anlaşılabilir. Deneysel ruhbilimin gösterdiğine
göre, duyumsal girdi içinde bulunan hareket, olağan üstü nesneler, normalin dışına taşan
özellikler yoğunlaşımı Üzerlerine çekerler. Bu, değişik yorumların
olasılığını azaltacak
bir etmendir; bir odaya girdiğimizde kırık duran vazo üzerine düşünce oluşturmamız, olduğu gibi duran diğer nesneler üzerine
düşünmemizden daha çok olasıdır. Ancak çok anlamlılık olanağı bütünüyle ortadan kalkmamaktadır.
Burada üzerinde
durulması gereken önemli nokta, iletişimde, dinleyene sunulan söylenimin
çeşitli biçimlerde anlaşılabilmesine karşın (aynı algılsal bilinçten değişik
çıkarsamalar yapılabilmesi), bunlardan ancak birinin, söyleyenin söyle- nimiyle ne demek istediğinin
anlaşılması sayılabileceğidir. Dinleyenin anladığının doğru olabilmesi için, içerikçe
söyleyenin anlatmak istediğiyle
eşdeğer, ••
aynı olması gerekir. Oyle ise, başarı şansını
yükseltmek için söyleyen en uygun bağlam ve durumu seçerek, söylenimin olabildiğince açık ve tek anlamlı
olmasına dil<kat
edecektir. Bu açıdan bir başka nokta aydınlanıyor: iletişim niyetinin serim- lenmesi, öbür görevleri
yanısıra, çok anlamlılığı azaltıcı bir işlevi de yüklenmektedir: Dinleyen bu imleme sayesinde söylenimi
iletişim ile
ilgili olarak değerlendirir. Bu sayede, birinin söylenimini meydana getiren davranışı
üzerine oluşturduğumuz düşünce, davranışın ne kadar hoş veya gereksiz olduğu gibi şeyler değil de ''ne iletmek istediği'' konusunda olabiliyor.
24
Buraya dek tanımlar geliştirilerek, anlama kavramının bir çözümlemesine gidildi. Bundan sonra, bu çözümlemenin felsefi hesabını vermemiz gerekecek. Bu hesap veriş,
özellikle iki nokta
üzerinde yoğunlaşacak. Bunlardan biri kullandığımız çıkarsama kavramı, diğeri ise anlamanın
savunmuş olduğumuz gibi belirli bir zamanda meydana gelen, bir ''oluş'' olma özeliğidir.
Yukarıda, çıkarsama kavramını kısa bir açıklama
dışında, ruhbilimdeki
özgürce kullanılışını izleyerek, eleştirmeden uyguladık. Kullanıştaki teknik anlamların, ve ve bazı ''özel''
anlatımların açıklanması ve doğrulanması (justification) gerekir.
İzlediğimiz ruhbilim kuramlarında hem algılama hem de anlamanın özde
birer çıkarsama olayı oldukları temel görüşü vardır. Biz de tanımlarımızı bu temel
görüşü kabul ederek geliştirdik. Yinelemek gerekirse, bir iletişim niyetinin tanınması, bazı
duyumsal
verileri iletişim niyeti olarak algılamak, yani girdilerden iletişim niyeti ulamına bir çıkarsama yapmak; yine benzer olarak, bir mesajın
anlaşılması da, bir söylenimin algı
içeriğinden bir düşüncenin
çıkarsanması olarak görüldüler. Bu iki koşut ''süreci'', sonuçları
(çıkarsamanın içeriği) açısından karşılaştırıp farklı olduklarını gösterdik. Bir ulamın
çıkarsanması özde o ulamın bilgisini gerektirirken bir düşüncenin (inancın) çıkarsanması, bu düşüncenin
önden biliniyor olmasını gerektirmemektedir. Burada, geçerken,
çıkarsamanın varış noktasının bir ulam ya da kavram olduğunu
söylemek arasında ayrım görmediğimizi belirtebiliriz.
Bu bölümde üzerinde durmak istediğimiz bir başka ayrım ise, tanıma ve anlama gibi benzer zihinsel ''süreçlerin''
özünde bulunduğu bildirilen çıkarsama olguları arasındakidir. Bu ayrım belirtilmeden aynı kavramın hem tanıma hem de anlamaya. uygulanışı sakatlık doğuracak niteliktedir. Eğer böyle bir uygulamada ısrar edilecek olunursa, ''çıkarsama''nın
bilinen anlamına büyük
ölçüde ters düşme durumunda kalınacaktır.
Şu iki olaya bakalım:
A.
Bir resmi dairenin bayrağını
yarıya çekilmiş olarak görüyorum (bir direğe asılı bezi yarıya çekili bir bayrak olarak görüyorum). Bundan bir devlet başkanının
ölmüş olabileceğini anlıyorum.
B.
Biriyle göz göze gelerek, onun iletişim niyetini tanıyorum
(bakışını iletişim niyetinin imlemesi olarak görüyorum).
Bunlardan ilkinde, karşılaştığım veriyi yarıda bir bayrak olarak tanıyışımdan bir devlet başkanının
ölmüş olduğu düşüncesine geçiyorum. Bir başka deyişle, yarıya çekilmiş bayrak benim için uzlaşımsal
olarak birinin öldüğü
düşüncesini içeriyor. Burada, uzlaşımsal olma özelliği bir gerek değildir: uygun bir ortamda birini midesini sıvazlıyor olarak gördüğümde· (yani elini
midesi üzerinde gezdiren
birini midesini ovalıyor olarak gördüğümde) bundan benim onun aç olduğunu
düşünmemi istediğini anlayabilirim. Bu durumda ''anlaşılan'' bir uzlaşım
aracılığıyla (bir uzlaşım sonucu) çıkarsanmamıştır. Uzlaşımsal veya uzlaşım dışı, ruhbilimde bu tür algıdan
düşünceye geçişe bir ''çıkarsama'' denmektedir. Bu yarı-teknik anlamında, ''çıkarsama'' dildeki olağan
anlamından büyük bir farklılık göstermemektedir. Ancak, önemli olan nokta şudur ki, (B) deki kullanışında, bu anlamdaki ''çıkarsama''ya
benzer bir şey
bulamıyoruz. B'yi nitelendiren önemli bir özellik, herhangi birveriyi, doğrudan, bir şey olarak görmemizdir.
Başka bir deyişle, burada duyumsal veriden bir
kavrama geçiş (çıkarsama) varsa bile bunun farkında değiliz. Bu nokta ruhbilimcilerce de açıkça belirtilmektedir.6° Felsefeciler
de aynı görüşü ileri sürmüşlerdir. Örneğin,
Wittgenstein'ın şu uslamlamasını izleyelim: ''Doğrudan (immediately) edinilen görsel deney (yorumunun) betimlemesi, dolaylı bir betim- lemedir.''Bubiçimi
bir kutu olarak görüyorum'',
tümcesi, öyle bir görsel deney içeriğim var ki, bir biçimi kutu olarak yorumladığım veya bir kutuya baktığım her kez bu deney içeriğine sahip olduğumu farkediyorum, anlamında
düşünülsün. Oysa, bu anlamı
taşısaydı, deney içeriğini
bilnıem gerekirdi.
Ona dolaysız ve doğrudan
'
yönletim (reference) yapabilirdim. (Tıpkı kırmızı
üzerine, onu kan
rengi olarak adlandırmadan doğrudan söz söyleyebildiğim gibi..)''61 Strawson'un da belirttiği gibi, bununla bildirilmek
istenen, anında oluşan algısal deneyde, ''düşünce, yani yorumla, görsel deney içeriği
arasında tümevarımsal olarak kurulmuş, yalnızca bir dış ilişki olduğunu düşünmenin yanlış
olacağıdır''62 Öyle ise, diyebiliriz ki, algılamada söz konusu olan ''çıkarsama'' ile, algının
yorumlanmasında bulunduğu belirtilen (örneğin ''anlama'' durumu gibi) ''çıkarsama'' türlerinin aynı, özdeş
olduğunu ileri sürmek sakat bir tutum olacaktır.
'
Ruhbilimde, bu iki ayrı ortamda ayrı anlam taşıdığını
gösterdiğimiz ''çıkarsama'' sözcüğü, ayrım yokmuş gibi kullanılmaktadır.
Bu tutumun kullanılan
kavramın anlamını zayıflatıp, genişlettiğini belirtmek gerekir. Bu ruhbilime
has teknik anlamında ''çıkarsama'', ''bir zihinsel içerikten diğerine geçiş'' gibi çok genel bir anlam kazanmaktadır. Bu durumda da, anımsama ve imgeleme gibi zihinsel
eylemlerin de temelde birer ''çıkarsama'' olduğu yanlış görüşünü
yadsıyabilmek için ölçütlerden yoksun kalınmaktadır. Böyle bir tutum yerine şu yol seçilebilir: (A) gibi durumlarda, olağan anlamına
yakın olduğunu belirtmiş olduğumuz kullanışlarda, ''çıkarsama'' sözcüğü uygulanmaya devam edilebilir. Öte yandan (B) gibi durumların betimlemesinde bu sözcük
bırakılıp, yerine ''yapıcı sen- tezleme'' gibi deyimler kullanılabilir.
60 Aynı yapıt, s. 129.
6
ı Wittgenstein, L., Philosophical Investigations,
Oxford: Blackwell, 1953, b.
194.
62
Strawson, P., Freedom and Resentment, Landon: Methuen, 1973,
s. 57.
Ryle, ünlü bir eserinde, başkalarını
anlamanın bir çıkarsama
olmadığını savunup,
bu savını destekleyen uslamlamalar geliştirmiştir.63 Çıkarsama açısından
yapılacak açıklamaları Descartes'çı ikicilik (Cartesian dualism) olarak nitelendirmektedir. Aslında Ryle'ın amacı bu son görüşü
çürütmektir. Bizim tutumumuz Kartezianizmin dışında kaldığına göre Ryle ile bir alıp veremedik olmaması
gerekeceği düşünülebilir. Oysa, Descartes'çılığı yıkma programının önemli bir başlangıç
noktası, çıkarsama kavamının anlamanın temelinde olduğu görüşünü ortadan kaldırma
çabasıyla belirlenmektedir.
Bu bizim tuttuğumuz bir yol olduğuna göre Ryle'a karşı da savunulması gerekecektir.
Ryle, anlama üzerine görüş geliştirirken, (genel olarak) bir başkasını anlamak ve bir başkasının dilsel davranışını anlamak arasında bir ayrım
gözetmemektedir. Bu açıdan Ryle'a karşı çıkmayacağız: temelde bu ayrımın çok büyük olmadığı görüşünü biz de savunma durumundayız. Burada Ryle'ın
eleştirilerini yanıtlarken genellikle dil ve uzlaşım dışı söylenimler üzerinde
duracağız.
Ryle'ın bir bireyin anlaşılmasının ''bu bireyin ne düşündüğünü
çıkarsama'' olduğu görüşüne karşı geliştirdiği uslamlama böyle bir çıkarsamanın
sınanamaz '
bir çıkarsama olacağı, ve başarılabilse (yapılabilse) bile büyük bir olasılıkla
yanlış olacağı yönündedir: Bu amaçla ileri sürdüğü iki noktayı gözden geçirmek ilginç olacaktır. Kişilerin herkesçe
gözlenebilir davranışlarından, ne düşündüklerine yapılacak bir çıkarsamanın
dayandırılabileceği güvenilir ölçütlerin bulunmadığını göstermek amacıyla, tek tek davranışlarla
düşünceleri iliştiren (birleştiren) hiç bir ruhbilim yasasının şu ana dek ortaya çıkarılmadığını
bildirdikten
sonra şöyle devam ediyor: ''gerçekten de bir kişinin bir başkasının söz ve davranışlarını ancak ruhbilimsel yasalara göre nedensel çıkarsamalar yaparak anladığını varsayacak olursak, bundan şu acayip zorunlu sonuç
doğacaktır: eğer bir ruhbilimci bu yasaları keşfedebilmiş olsaydı bile bunları
başkalarına hiç bir zaman iletememe durumunda kalırdı."64 ikinci olarak Ryle, bir kişinin öz zihinsel durumları ve dışa vurduğu
davranışları arasında kurduğu bağlılaşımları (correlation), başkalarının iç
durumlarının, davranışlarına bakarak çıkarsanmasında uygun biçimde
kullanamayacağını, çünkü bir tek bireyden genelleme yaparak elde edeceği böyle bir kuralın
güvenilir olmayacağını savunuyor. Bunlardan Ryle şu sonucu çıkarıyor: eğer
gerçekten anlama
bir çıkarsama olsaydı hiç bir kimse bir diğerini anlayamazdı. Oysa çoğu kez bir güçlük dahi olmadan bir diğerimizi
anlayabildiğimize göre, anlamada çıkarsama bulunmuyor olmalıdır.
63
Ryle, G., The Concept of
Mind, Penguin, 1949, s. 50-60.
64
Aynı yapıt, s. 52.
Öyle görünüyor ki, ''başkalarını
anlama''yı açıklamada kullanımı önerilen çıkarsama kavramını, Ryle, bu kavrama baştan aykırı durumlarda sınıyor, ve böylece
kolayca amaçladığı yönde sonuç alıyor. Çünkü, çıkarsamanın
güvenilirliğini sınadığı ortamlar standart ve olağan olmayıp, hiç bir insanın bir diğerini daha hiç bir kez bile anlamamış
olduğu varsayımsal (hipotetik) ortamlardır: öyle bir ortam ki,
bir insan bir başkasını tarihte ilk kez olarak anlayacak, ve bu iş için elinde yalnızca
bu kuşku götürür ''çıkarsama'' denilen araç bulunacak... Öyle bir durumda ki,
elinde ne kullanabileceği yasalar, ne de güvenilir tümevarımsal destek var: bu
alanda tek yönlendirici kendi davranış-düşünce bağlılaşımları.. Bu duruma konan kişinin kendini içinde bulduğu
çıkmaz, önce çıkarsamasını dayandıracak bir temel olmaması ve sonra bunun kaçınılmaz sonucu olarak , yaptığı
güvenilmez çıkarsamaları sınayamaması özellikleriyle nitelendirilebilir.
Böyle bir çıkmaza
saplanmış olmadığımızı düşündürecek nedenler vardır. Birinci nokta: birbirlerini
tarihsel olarak ''sıfırdan'' anlamaya başlama durumunda olan bireyler varsayımını kabul edecek olsak bile, bu
durumda yapılacak çıkar-
samaların tümevarımsal destek veya ruhbilim yasaları gibi ussal (rational) ölçütlere dayandırılması zorunluğunda
olmayacağız. Deneysel ruhbilim alanında toplanan bilgiye göre diğer bireylerin durum ve eğilimlerinin
davranışlarına göre •
değerlendirilip anlaşılması temelde içgüdüsel
(doğuştan edinilme)
özellikler gös-
termektedir. Türümüze bağlı bireyler, hemcinslerinin yollayıp serimlediği
bazı
imlemeleri içgüdüsel olarak ''okuyup'' yorumlama yetisine sahip bulunmaktadırlar.
Bu nitelik küçük çocuklar ve insana yakın hayvan türlerinde de açıkça
gözlenebil-
mektedir. Öyle ise, birbirlerini ''sıfırdan'' anlamaya başlama durumunda olan
insanların bu kısır döngüyü
kırabilecek doğal araçları vardır.
İkinci bir nokta da şudur:
Anlamanın bir ''çıkarsama'' olup olmadığını ortaya
çıkarabilmek için, ''sıfırdan''
durumları ele alma gereği yoktur. Daha uygun olarak, insanların birbirlerini dilsel olarak anladıkları
gerçek durumları ele alıp,
bu ortamlarda, birbirlerinin davranış, durum, istek ve eğilimleri
üzerine yaptıkları yorumların dilsel betimlemesinden yararlanabiliriz. Böylece, deneysel olarak bir diğerinin
davranışlarından düşünce ve hislerini okumada insanların ne ölçüde başarılı
yorumlar
yapabildiklerini defalarca sınayarak daha güvenilir
sonuçlara varabiliriz.
Bulgularımız çıkarsamaların tutarlı doğruluğunu gösteriyorsa (ki, deney bunu göstermektedir),
o zaman ''çıkarsama''nın
anlamanın temel bir
ögesi olduğunu güvenilir bir biçimde ileri sürebiliriz. Bu nedenle, Ryle'ın eleştirilerinin başarılı olamadığını söyleyebiliriz.
Dilsel söylenimler söz konusu olduğunda da, anlamanın bir çıkarsama olayı
olduğunu savunabilir
miyiz? Şu ana kadar tartışılanların' üzerine bunu ileri sürmek fazla acelecilik olabilir, çünkü dilsel söylenimlerin, bir uzlaşım
yapısına bağlı olmak, ondan türemek özellikleri vardır. İleride, böyle bir özelliğin
bulunmasına kar- karşın, bir tümcenin
anlaşılmasının temelde uzlaşım dışı bir söylenimin anlaşılmasından çok farklı olmadığını savunacağız.
26
İleri sürmüş olduğumuz çözümleme
önemli sayılabilecek bir görüş açı-
sından gelecek eleştirileri
karşılayıp bunları yanıtlayabilmelidir. Bu eleştirilerin
kökeninde bulunacak görüşe göre anlama, bir zihinsel süreç veya oluşum değil, bir yöntemin
öğrenilmesinden doğan yetenekle ilgili bir durumdur. Burada ''yetenek'' sözcüğünün doğuştan bulunan, var olan yeti anlamında
kullanılmadığını
belirtmeliyiz. ''Yetenek'' bizim işlediğimiz anlamında, öğrenme sonucu bir şeyi yapabilme, yerine getirebilme gücü, gizili (potansiyeli)dir.
Anlamayı bir yetenek açısından gören
felsefi görüşün yetkesi (otorite) büyüktür: bu görüş çağımızın
en ünlü bazı
filozoflarınca ileri sürülmüştür. Bunlar arasında Wittgenstein, Ryle ve Dumett'i
sayabiliriz. Bu filozofların kendi sözlerini kullanmaya çalışarak
görüşün kısa bir özetini verelim: Wittgenstein'ın önemle vurguladığı bir nokta, ''kolayca görünür kaba niteliklerin arkasına
saklanmış gibi
duran zihinsel süreçleri bulup yakalamaya çalışmanın, sonu gelmez bir t
uğraş''65 olduğudur. Bir şeyi
anladığımızı düşündüğümüz zaman bunun oluşumunda yatan bir süreç aramak
doğrulanamayacak bir davranıştır. ''...her anlama durumunda oluştuğunu
farkettiğimiz bir şey bulsak dahi bu bulduğumuzun anlama olduğunu söyleyebilir
miyiz? Anlamış olduğum için ''şimdi anlıyorum'' diyebildiğime göre, nasıl olur
da anlama süreci saklı bir şey olabilir? Ve eğer saklı '
olduğunda direniyorsam, o zaman neyi
araştıracağımı nereden biliyorum ?''('6 Wittgenstein şöyle bir sonuca varıyor:
bildiğimiz, tanıdığımız zihinsel süreçler (process) (bir ağrının başlayıp sona
ermesi, bir tümcenin duyulması gibi) ölçüt olarak alınırsa, anlamanın bu türden
bir şey olmadığı ortaya çıkar. Anlamayı böyle görme çabası da sakattır. Bir an
için vermekte olduğumuz özeti keserek, buraya kadar ileri sürülen görüşün
ağırlığını tartışalım. Wittgenstein'ın öne sürdüğü görüşler, ''süreç''
(process) kavramının ruhbilimdeki özgürce kullanışı ile bir karşıtlık sergiliyorlar.
Aynı özgürce kullanış ruhbilimi izlemiş olduğumuzdan, algılama ve anlama
kavramlarının verdiğimiz açıklamasında da, bir ölçüde yer almış bulunmaktadır.
Belirli bir zamanda başlayıp,. sürdükten sonra sona eren bir anlama deney
içeriğinin bulunmadığını söylerken Wittgenstein bütünüyle haklı görünüyor. Bir
şey anladığımızda anladığımızın içeriğini biliyoruz; fakat, anlayışımızın
duyumlanması gibi bunun yanısıra olan bir deney içeriği de bulunduğunu
söyleyemeyiz. Bir çok durumlarda bütün söylenebilen, zaman içinde belirli bir
noktadan sonra bir şeyin anlaşılmış olduğudur. Bu ise ''bir ruhsal/ zihinsel
durumda bulunmak'' la daha uygun olarak açıklanabilecek bir şeydir; en
azından, bir zihinsel süreç oluşturduğu savından daha uygun bir öneridir.
65 Wittgenstein, L., Bkz. not (61 ), bölüm 153.
66 A.y., b. 153.
Geriye bakıp da zihinsel deney içeriklerimizi gözden geçirdiğimizde
anlamayı oluşturan bir zihinsel süreci bulup gösteremediğimiz konusunda Wittgenstein her ne
kadar haklıysa da, böyle bir sürecin (açıkça gözlenebilir olmadan) gerçekten yer alabileceği
olanağı ortadan kaldırılmamıştır.
Böyle bir sürecin gerçekten
var olduğunu savunacak birisi, bunun büyük
olasılıkla anlama öncesi •
durumuyla, anlamış olma durumu arasındaki geçişte yer aldığını söyleyecektir.
Wittgenstein'ın da dediği gibi ''Şimdi bildim'' - benzer olarak: ''Şimdi becerebildim'', ve ''Şimdi
anlıyorum''67 denilen an... Anlamamadan anlamaya olan değişikliğin yer aldığı bu an bizim görüşümüz
açısından çok önemlidir. Bu geçiş noktasına Wittgenstein de ilgi gösteriyor.
''Şu örneği imgeleyelim:
A bir yere sayı serileri yazıyor; B de bu yazılanların birbirini izleyişlerini açıklayan bir kural bulabilmek için A'ya bakıyor.
Başarırsa ''Şimdi artık devam edebilirim'' diyecektir. Bu yetenek, bu anlayış, ortaya çıkışını bir anda yapan bir şeydir."68
Kuşkusuz, böyle bir geçişi kabul etmesine karşın, Wittgenstein o geçişte bir sürecin gizli olmadığını
söylecektir. Kaldı ki bilebildiğimiz yalnızca geçişin olduğudur, bundan öte bir şey değil. Oysa bu görüş, geçişin
nasıl olduğu ve buna ne gibi şeylerin karıştığı konusunda bir açıklama getirmekten geride kalmaktadır. Wittgen- •
stein'a göre böyle bir şeyler araştırmaya kalkışmak sakat bir tutum olacaktır; ancak ruhmilimci, bilimsel araştırmacı olarak böyle
düşünmeyebilır. Ayrıca, farkında olmamamıza karşın, ayrıntılı deneyim, böyle bir sürecin söz konusu olduğunu
gösterebilir. .
Bu nokta deneysel olarak bir çözüme
ulaştırılmadan anlamada gerçekten bir süreç bulunup bulunmadığı konusunda bir tutum almamakta yarar vardır. Bunun yerine anlamayı, en azından bizi ilgilendiren açıdan,
anlaşılma öncesinden anlaşılmaya geçişte bir oluş olarak görebiliriz.
Verdiğimiz tanımlarda yapmış olduğumuz budur, ve bu görüş, Wittgenstein'ın eleştirisinden
de etkilenme
durumunda değildir.
Şimdi, ''yetenek açısından anlama'' görüşünün
özetine geri dönelim. Witt- genstein şöyle diyor: ''kendi kendinize sorun:
hangi durumlarda, hangi koşullarda 'Şimdi artık devam edebilirim'
diyebiliyorsunuz?''69 İşte bu bağlamda, ·· 'bilmek' sözcüğünün grameri 'anlamak' sözcüğününkiyle
sıkı sıkıya ilişkilidir''70 Ryle bu ilişkinin daha ayrıntılı bir açıklamasını veriyor. ''Anlama, 'yapabilme'nin bir parçasıdır.
Akıllıca yürütülen herhangi bir işlevin anlaşılmasında gerekli olan bilgi, bu işlevi
yürütmede geçerli olacak beceridir''.71 Dilsel beceri, bilimsel bir deneyimin yürütülmesinde gerekli beceri, ve nakış yapma gibi beceriler buna örnek
67 A.y., b. 151.
68 A.y., b. 151.
69 A.y., b. 154.
70 A.y., b. 150.
71 Ryle, G., 1 949, bkz. not
(63). s. 53.
olarak verilmektedir. Ryle'a göre, bir işlevi yerine getiren birey neyi
''yabapilme'' yeteneğine/becerisine sahipse, onun yaptığını bilinçli olarak izleyen birey de aynı şeyi ''yapabilme'' yeteneğine sahip olmalıdır. ·· ''Anlamak'' ve ''izlemek'' gibi
sözcükler kişinin ''yapabilme'' ve yapabildiğini yapma yeteneklerini gös- terirler''72 Yapanın yaparken gereksindiği, ve onu izleyenin anlarken kullandığı aynı
yetenektir. Kişi izleyip alkışladığı
davranışları izleyip alkışlayabilmek için o davranışların gerektirdiği yeteneğe bir ölçüde sahip olabilmeli, o işi yapabilme durumunda olmalıdır.
Bu özetlediğimiz, anlamanın bir genel açıklaması
niteliğindedir: aynı açıklamanın, sözcüklerin anlaşılması, uzlaşım-dışı
söylenimlerin anlaşılması, ve tümcelerin anlaşılması gibi alanlarda uygulanabilir olması beklenmektedir. Bu sözünü •
ettiğimiz filozofların ana amaçları dilsel ögelerin
anlaşılmasının (sözcük-tümce gibi) açıklanması olmuştur. Bu bağlamda Wittgenstein ünlü sloganını ileri sürmüştür: ''Bir tümceyi anlamak demek, bir dilden anlamak
demektir. Bir dilden anlamak ise, bir yöntemi öğrenmiş olmak demektir."73 Dummett
de, aynı görüşü kendi formülüyle şu biçimde öne sürüyor: ''Dikkatlerin üzerinde
yoğunlaştırılması gereken söz," 'nin anlamını biliyor olmak'' sözüdür: bir anlam kuramı (her şeyden önce) bir anlama kuramıdır''74
Yetenek açısından verilen anlama açıklaması
,"sözcüklerin anlaşılması'' bağla- •
mında başarılıdır. Gerçekten de, algısal bir açıklamanın (ek olarak) gerekliliği konusu bir yana bırakılırsa,
karşılaşılan bir sözcüğün anlaşılması büyük ölçüde bu sözcüğün
anlamının bilinip
bilinmemesine ve daha belirgin olarak, sözcüğün öğrenilmiş olup olmadığına
bağlıdır. Kişi yalnızca öğrenmiş olduğu sözcükleri anlar. Bu nokta ileri sürdüğümüz ruhbilimsel kuramlarla da tam bir
uyum durumundadır.
Öte yandan, dil-dışı ve uzlaşım-dışı
söylenimlerin anlaşılması bağlamında,
bazı bağlantıların (associations) öğrenilmiş olması, bazı davranışlarda
bulunabilme yeteneği ve algılamaya olanak sağlayan ulam veya kavramların
öğrenilmiş olmaları, karşıdaki kişinin ne demek istediğini anlamada tam yeterlilik sağlamıyorlar.
Belirli bir bilgi veya yeteneğin öğrenilmiş olmasıyla
açıklanamayan bir ''yaratıcı'' yorumlama yönü bu tür anlamanın temel özelliklerinden
biri gibi görünmektedir.
Gerçekten de ,tanımsal olarak, bu durumlarda anlaşılan ilk kez anlaşılmaktadır.
•
Daha önceden öğrenilmiş olanın tanınması söz konusu değildir. işte
yaratıcı
olarak nitelendirdiğimiz bu yönü ''çıkarsama'' kavramı ile açıklamaya
çalıştık. Bu ''yaratıcı'' yorumu önden
öğrenilmiş bir yöntem veya bilgi açıklayamama
durumundadır. Şu halde yetenek açısından anlama kavramı bu alanda uygulama bulamamaktadır.
7 2
A.y., s. 54.
7 3 Wittgenstein, L., bkz. not
(61 ), b. 199.
74
Dummett, M., Frege: The Philosophy of Language, Landon: Duckworth, 1 973, s.
92.
Yetenek açısından verilen anlama açıklamasının
sözcükleri anlamada başarılı, ancak uzlaşım dışı
söylenimlerin anlaşılmasında yetersiz olduğunu gösterdik. Uzlaşım dışı söylenimlerin
anlaşılmasında, başta ileri sürdüğümüz tanım doyurucu bir açıklama sağlayabilmektedir. Durum bu ise, acaba, iki ayrı anlama kavramı vardır,
ve sözcüklerin
anlaşılması ile söylenimlerin
anlaşılması ayrı kavramlarca belirlenebilen başka başka şeylerdir mi diyeceğiz? Bu soruya
yanıtımız olumludur. Anlamanın iki değişik kavramı
olduğunun, öz ance Witt-
genstein'dan ilettiğimiz önermelerde de kabul edildiğini
gördük. Ancak bu,
soru-
ları çözmede yeterli olmuyor. Önemli olan nokta, tümcelerin
anlaşılmasının hangi
anlama kavramının uygulama alanına düştüğünün saptanmasıdır. Hatırlanacağı gibi, bizim programımızın
başarısı, söylenimlerin, dil-dışı veya dilsel olsun, bazı ufak farklılıklarla
aynı türden olduklarının gösterilmesine bağlıdır. Dil-dışı veya
uzlaşım-dışı söylenimlerin çözümlemesi,
daha ileriki bir
aşamada tümcelerin çözümlemesine temel olarak düşünülmektedir. Şu halde bizim savımız,
tümcelerin
anlaşılmasının temelde bir çıkarsama olayı
olduğu çerçevesindedir. Oysa, yukarıda sözünü ettiğimiz filozoflar bunun tam karşıtı bir görüş ileri sürmektedirler.
Onlara göre tümcelerin
anlaşılması ancak
yetenek açısından açıklanabilir. Bölüm 26'da Wittgenstein'dan iletmiş
olduğumuz bir örnekte bir sayı serisinin hangi sayılarla devam edeceğinin
anlaşılma durumu
ele alınmıştı. Orada açık olarak bir yöntemin bilinmesi, bir ön koşul, bir gerek durumundaydı. Matematik bilgisi olmayan birinin
sayı serilerini
anlayabilmesi düşünülemez. Burada matematikten anlıyor olması,
onu yetenekse!
olarak, herhangi bir matematik işlemini anlama durumuna sokuyor. Bu ise uzlaşım dışı
söylenimlerin anlaşılmasından açıkça farklı bir şey: uzlaşımsal
bir yapı olmayınca
öğrenilecek bir yöntem, bilinecek bir ön bilgi söz konusu bile olmuyor. Aynı noktadan kalkarak ''bir tümcenin
anlaşılması'' (ki bu sayı serilerine daha çok benzer gibidir) ve ''uzlaşım-dışı bir söylenimin
anlaşılması'' durumlarının temelde farklı olduğu öne sürülebilir. Wittgenstein'ı anımsayalım: ''Bir tümceyi anlamak bir dilden anlamaktır. Bir dilden anlamak ise bir yöntemi bilmektir."75 Böyle bir öneri doğru mudur? (i) Bir dilden anlamanın, o dilin bir önermesini
anlamayı garanti etmediğini ve (ii) •
''tümce anlama'' ve ''uzlaşım-dışı
söylenim anlama'' durumlarının ilk bakışta
göründükleri kadar farklı şeyler olmadıklarını ve bu sözlerden benzer anlamlar ifade ettiğimizi
göstermeye çalışacağız.
7 s Wittgenstein, L., bkz.
not (61 ), b. 199.
Önce bu iki anlama kavramını belirleyerek aralarındaki
farklılığı açık seçik görelim, Buna da Bölüm 26'da verdiğimiz Dummett'in formülünü inceleyerek yaklaşalım.
Görülmüş olduğu gibi, Dummett için anlamak, ''anlamını biliyor olmak''tır. Bu formül eğer
yalnızca sözcüklerin anlaşılması kapsamında uygulanırsa, daha önce de belirttiğimiz gibi, ortaya bir sorun cıkmaz, ve kolayca kabul edilebilir.
Herkesin katılabileceği gibi, bir sözcüğü anlamak onun anlamını biliyor olmaktır.
Anlamı bilinmeyen bir sözcüğün
anlaşılması mantık açısından olanaksızdır. Anlamı öğrenildiği andan başlayarak bir bireyin bir sözcüğü
anladığı söylenebilir. Bu anlama durumu (eğer unutursa) anlamın
unutulmasına kadar sürecektir. (yabancı bir dilin bilinen sözcüklerinin zamanla unutulması gibi...) Formülü
tümcelere uyguladığımızda şöyle bir şey elde ediyoruz: ''Bir tümceyi anlamak, o tümcenin
anlamını bilmektir''.
A)
Bir tümceyi anladığı söylenen birey, onun anlamını
önceden beri
biliyor olandır. (Buna şu eklenebilir: çünkü bu birey, söz konusu tümcenin
parçası olduğu dili bilmektedir.)
B)
Bir tümceyi anladığı söylenen birey, bunu o anda, anlamının bilgisine vararak anlar. (Bunu, söz konusu tümcenin parçası
olduğu dili bilmesi
sayesinde yapabilir.) -
(A) ve ( B) bağlamları söze konu ettiğimiz iki değişik anlama kavramını
bulundurmaktadırlar. (A)'daki kavramın ''tümce-örnekleri''ne uygulanamayacağını, uygulandığında
da yanlış
olacağını göstereceğiz. ''Tümce-tiplerine'' gelince, bir dili bilmekten dolayı insanın
bunları ''yetenekse!''
olarak anladığını söylemek akla yakındır. Dolayısıyla buna karşı bir itiraz ileri sürülmeyecektir.
Dummett'in formülü (A), yalnızca
tümce-tiplerine uygulandığında her iki yorumunda da doğru olarak görülebilir.
''Anlama·· sözcüğünün ayırdettiğimiz iki anlamına
''sürekli anlama''
ve ''oluşsa! anlama'' diyelim. Bunlar iki kavram-öbeği olarak görülebilirler:
her birinin
kapsamında birden çok öge-kavram
bulunmaktadır. Bizi burada ilgilendiren,
kavram öbeklerini ayırdetmek olduğundan öge-kavramlara
değinmeyeceğiz.
Basitliği sağlamak için her bir öbeği tek kavrammış gibi ele alacağız. İki
kavramı
ayırdeden özellikleri şöyle sayabiliriz. Biri, belirli bir
zamanda meydana gelen bir oluşu gösterirken (bir şeyin - bir tümcenin - anlaşıldığı anda meydana gelen)
öbürü kişinin (bilinçli veya bilinçsiz olarak) içinde sürekli olarak bulunduğu
bir zihinsel durumu gösterir. ''Sürekli anlama''nın bir başlangıcından
söz edilebilir: bir sözcüğü anlama durumu onun anlamının öğrenilmesinden itibaren başlar. O andan başlayarak o sözcüğün
sürekli olarak
anlama durumunda kalınır.
Başlangıç anında ''oluşsal anlama''nın bulunmuş olduğu da ileri sürülebilir. Şu
örneklerde ayrım daha açık olarak ortaya çıkıyor:
A.
(i) Fransızca anlar mısınız?
(ii)
Bu sözcüğü anlıyor musunuz?
(iii)
Araba motorundan anlar mısınız
(iv)
Futboldan anlar mısınız?
B.
(i) Ne demek istediğini şimdi anlıyorum.
(ii)
Kanıtları görünce onun suçsuz olduğunu
anladım.
(iii)
Bu tümceyi anlıyor musun?
(iv)
Orada ne olup bittiğini şimdi anlıyorum.
(A) öbeğindeki önermelerde durmadan süregiden
nekten söz ediliyor.
Öyle ki,
''anlamak''
yerine
bir zihinsel durum veya yete- ''bilmek'' konsa önermelerin
anlamlarında büyük bir değişiklik olmayacak. Buna karşılık, ''anlama'' sözcüğü (B) gibi önermeler
içinde kullanıldığında, yeni bir düşüncenin oluşturulmasını içeren, insanın zihninde beliren bir şeyden söz edilmektedir. Oluşturulan düşünce
önceden bilinen
bir bilgi olabilir, ancak düşünce olarak oluşturulması o anda olan ''taze'' bir olaydır.
Örneğin, -(p.q) =(
-pv-q) olduğunu biliyor olabilirim ama ''-(p.q)=(-pv-q)'' tümce-örneğini her okuyuşumda onu anlayışım yeni bir oluştur. (Tabi bu okuyuşlarda
önceden okuduğum tümce-örne- ğinin anlamını bilmiyor olmalıyım.
Çünkü anlamı önden biliyorsam, önermeyi o an anlıyor olamam; yapacağım
yalnızca bakıp karşımda olanın anlamını bildiğim o önerme olduğunu
düşünmektir.)
Şimdi Dummett'in formülünün yorumuna geri dönelim. Görmüş
olduğumuz gibi, tümcelere
uygulanışında bu formül (A) yorumunda ''sürekli anlama'' kavramını, (B)'de ise ''oluşsa! anlama'' kavramını
içermektedir. Çürütmek istediğimiz (A) yorumunu ele alalım: ··Bir tümceyi anlamak, onun anlamını
(öteden beri)
biliyor olmaktır''. Bunun dinlenmekte veya okunmakta olan bir tümcenin
anlaşılmasına uygulandığında, yanlış olduğu göze çarpacaktır. Bilinen bir dilin sözcükleri
öteden beri (dil öğrenildiğinden
beri) biliniyor olmalıdır; oysa bu dilin tümcelerinin de öteden beri bilindiği
söylenemez. Dil
bilgisi kullanılarak, bir düşünceyi başkasına aktarmak için tümcelerin
yapılıp söylendiği, ve bunların işitilip okunduğu bir ortamda (A) yorumu yanlış
olmalıdır. Tümce-örneklerinin
anlamının bilgisine onları
anladığımız anda varırız. Bunun tam karşıtı olarak önerilebilecek,
bilinen bir
dilin sözcüklerinin öğrenilmiş olduklarıdır. Bunlar öğrenilmiş
oldukları için anlaşılma durumundadırlar. Aynı şey bir dilden anla-
maya da uygulanabilir: gramer ve sözcükleri öğrenilmiş olan bir dil, anlaşılma,
bilinme durumundadır. İşte buna tam karşıt olarak, bir dilin tümcelerinin
öğrenil-
mediğini, öğrenilemeyeceğini bildirebiliriz. Bir dilin tümcelerinin
anlamını sözcük-
lerde olduğu gibi bu anlamları öğrenerek bilemeyiz: buna anlığımız yetişemez;
bir dilin üretebileceği tümce sayısı belirsiz derecede büyüktür. Bu anlamları, dil bilgisini tek tek tümcelere uygulayarak anlayabiliriz, onların bilgisine varabiliriz.
Buna şöylece karşı çıkılabileceğini
düşünebiliriz: Tümcelerin anlamlarının sözcüklerde olduğu gibi tek tek öğrenilmediği
doğrudur; oysa yine
de, bir kişi bir dili biliyorsa, o dilin önerme/tümcelerini de biliyor demektir. Nedeni de
dilin bilgisinden bütün bu çok büyük sayıdaki tümcelerin bilgisinin türe-
tilebileceğidir. Bu itirazın yanıtı, tümce-tipi, tümce-örneği ayrımını ileri sürdüğümüzde verilmişti. Bir dilin tümce-tiplerinin
yetenekse!
olarak bilindiği, bizce kabul edilebilir görüş genelleştirilerek, aynı öneri tümce-örneklerine
uygulanırsa, söylenilen şu anlamdan ötesini içeremeyecektir: bildiği bir dilin tümcesiyle
karşılaşan kişi onu anlayabilir.
Şimdi de şöyle bir örnek
düşünelim. Bir yabancı öğrenci
yabancılara Türkçe öğretmek için hazırlanmış basit bir giriş kitabıyla
geliyor ve size içindeki bütün
tümceleri anlayıp anlamadığınızı soruyor. Şöyle sayfaları bir iki çevirdikten ve orada burada tümcelere göz
attıktan sonra, güvenle, bu kitaptaki bütün tümceleri anladığınızı söylüyorsunuz. Bu bir ''oluşsal anlama'' durumu mudur? Böyle bir itiraz etkili olamayacaktır. Kitaba bakarak her tümcesini
anladığını ve açıkla maya hazır olduğunu bildiren kişi gerçekten her bir tümcesini
anladığını söylüyor olamaz. Bütün kitabı ezberlemediyse bakmadan ''3. sayfanın ilk tümcesinin'' anlamını açıklamayacaktır.
Açıklayabilmek için, önce yeniden okuması gerekecektir. Ayrıca tümceye yalnızca bakmak, göz atmak da yeterli değildir. Dikkat verilip, ''anlayarak
okumak'' gerekecektir. Kişi o anda başka bir şeyle uğraşıyor
veya başka şeyler
düşünüyorsa, en basit tümceyi bile anlamayabilir.
Karşılaşılan bir tümcenin
anlaşılması bir oluştur.
29
''Bir dilden anlamak'' ve karşılaşılan bir ''tümceyi anlamak'' dendiğinde aynı
tür anlamadan söz
etmediğimizi gördük. Farklı olmalarına karşın, bir önceki bir sonrakinin gerekli koşulu
durumundadır: bir tümceyi anlayabilmek için onun içinde türetildiği dili bilmek gerekir. Şimdi
gösterilmeye çalışılacak olan, bir tümceyi anlamak için onun türetildiği dilin bilinmesinin gerekli olmasına karşın
yeterli olmadığıdır. Bunu ileri sürerken,
örneğin, Wittgenstein'ın şu görüşüne karşı çıkmıyoruz: ''Bana bilmediğim bir şifrede, şifre
anahtarıyla beraber
bir tümce veriliyor. Bu durumda, bu tümceyi anlamak için gerekli herşey verilmiş
oluyor."76 Sözünü
ettiğimiz yetersizlik,
daha çok bilgi gerektiği, yani bilgi yetersizliği açısından değildir; verilmiş bilginin belirli bir kullanma, işlenme gereği
76
Wittgenstein, L., Philosophical Grammar, Oxford: Blackwell, 1975, s. 43.
olduğu açısındandır. Burada ileri sürdüğümüz, bir tümceyi anlamada, bilinmekte olan dil
bilgisinin özel bir işlemle tümceye uygulanması gerekliliğidir. Bu uygulama işleminin ise, bir söylenimin
algısal içeriğine uygulanıp bir düşünce oluşturulmasında söz konusu olan ''çıkarsama''dan
çok farklı bir şey olmadığını
düşünüyoruz. Tünıcelerin anlaşılmasında bu tür çıkarsamanın bulunması
gerektiğini doğrudan göstermek şu an için olanak dışında
kalmaktadır. Ancak dolaylı olarak, bu görüşü destekleyecek şunu söyleyebiliriz: dili en iyi bir biçimde biliyor olmamıza, ve içindeki bütün
sözcükleri anlıyor olmamıza karşın, semantik açıdan karmaşık tümceleri anlamada bazen güçlük çekeriz.
Bunu çıkarsamanın
yapılamıyor (yaratıcı sentezin gerçekleştirilemiyor) oluşuyla açıklayabiliriz. Bunu, çıkarsamanın dilin kurallarını izleyerek yapıldığını
söylemekten öteye bir içerik amaçlamadan ileri sürüyoruz.
Denebilir ki, yukarıdaki anlama güçlüğü semantik açıdan karmaşık
tümcelerde söz konusudur. Bu da daha basit, günlük dilde sık kullanılan
tümcelerin anlaşılmasında geçerli olan bir şey değil. Dolayısıyla, basit önermelerde
anla'
manın bir çıkarsama
olduğu yanlış mıdır? Buna karşı önce, önermelerin karmaşıklaştıkça anlaşılmalarının daha güçleştiğini belirtebiliriz. Bu olguyu, çıkarsamanın,
(yaratıcı sentezlemenin)
tümcelerin karmaşıklığına göre (burada yalnızca semantik karmaşıklık söz konusudur) dereceli olarak yer aldığı
görüşüyle yorumlayabiliriz. ''Günaydın'', ''Estağfurullah'', ''Selamınaleykünı'', ''Hay canına okuyayım''
vb. hazır
formüllerde yok
denecek kadar az, buna karşılık, basit, fakat bilgi veren önermelerde
bulunduğunu önerebiliriz. Bu tür önermeleri anlamada güçlük çekmeyişimiz bu önermelerin anlaşılmalarının
çıkarsama/sentezleme bulundurmamasından değil bağlam ve konuşmanın
gelişişinden söyleneni az çok kestirdiğimiz, bekliyor olduğumuz içindir. Anlama güçlükleri, basit olmasına karşın
bağlam ve durum çerçevesinde beklenmeyen ilgisiz önermelerle
karşılaşıldığında da ortaya çıkar. Örneğin, bir kitapçıda mendil aradığını
söyleyen bir kişinin ne demek istediğini anlamada bir güçlük
olacaktır.
30
Uzlaşım
kavramının açıklanma ve çözümlenmesi, insan iletişimi
çerçevesinde dilsel söylenim, dilsel anlamlılık ve uzlaşım-dışı
söylenim (anlamlılık) arasındaki önemli ilişkiyi verecektir. Başka bir deyişle, temel yapay anlamlılık ve iletişim
kavramını, bundan türeyen daha karmaşık yapay iletişim biçimleriyle mantıksal olarak birleştirecektir.
Bir başka düzeyde konuşulduğunda, yapay anlan1lılık olgusunun ilk ve en basit ortaya çıkış biçimleriyle, daha geliştirilmiş ve toplumsallaştırılmış
insan (yapay) iletişim biçimleri arasındaki evrim zincirini uzlaşımın tamamladığı söy enecektir. Uzlaşımın
çözümlenmesi, uzlaşım-dışı •
söylenimlerin nasıl
uzlaşımsallaştırıldığını, dolayısıyla yapısal bir iletişim sisteminin türeyebilmesi
için temelin nasıl
oluşturulabildiğini açıklayacaktır.
Uzlaşım için bazı davranışların bireysel özellik olmaktan kurtarılıp topluma maledilmesi diyebiliriz.
Ancak bu, mecaz yönü ağır basan bir anlatımdır. Daha belirgin ve saydam olarak ne
diyebiliriz? Bir uzlaşım, belirli bir toplumdaki davranış
düzenliliğidir. Böyle bir betimlemeyi kabul etmek güç değildir. Fakat söz
konusu davranış düzenliliğinin ne türden olduğunu, hangi durumlarda ortaya çıktığını, ve bireylerce nasıl
edinildiğini açıklamaya çalıştığımızda güçlük-
lerle karşılaşmaya başlıyoruz. Tatminkar sayılabilecek bir uzlaşım
çözümle-
mesi bu konulara yeterli açıklamalar getirebilmelidir. Söz konusu davranış düzenliliğinin
ilgili bireyler arasında açık veya kapalı bir ''anlaşnıa'' (agreement)
olduğu görüşü sakat bulunmuştur.77 Bunun bir öykünme (taklit) veya ''top-
lumsal anlaşma'' (social contract) olabileceği görüşlerine karşı da sağlam eleştiriler bulunmaktadır.78 Bu yönleri
başarıyla açıklayan bir uzlaşım kuramı D.K.
Lewis79 tarafından geliştirilmiştir: bu kurama göre uzlaşım, bireyler ortak bir
amaca yönelik davranışlara giriştiklerinde ortaya çıkıyor. Öyle bir koşullar bütünü
düşünülsün ki, bir bireyin davranışı diğer
bireylerin davranışına
bağlı olsun ve
bütün bireylerin çıkarları bir noktada kesişiyor,
çakışıyor olsun. Bu
durumlara
Lewis, düzenleştirme, uyumlama sorunu (co-ordination problem) adını veriyor. Uyumlama sorunu örnekleri olarak, ''iki bireyin bir yerde buluşmaları'', ''bir top-
77
Quine, W.V.O., ''Truth by Convention'', The Ways of Paradox, New York: Random
House, 1 939, s. 70-100; Lewis, D.K., Convention, Harvard, 1 969, s. 83.
78 Lewis, D.K., bkz. not
(77),
79 Aynı yapıt.
lantıya gidişte ne giyileceğine karar verilmesi'' gibileri
verilebilir. Bir uyumlama sorunuyla karşılaşan bireyler diğer bireylerin ne yapacağını
kestirişlerine göre kendi davranışlarını seçecek ve en iyi ortak davranış biçimi sorunun çözümü
olacaktır. Lewis'in savı, uzlaşımın
belirli bir
uyumlama sorunuyla yeniden karşı-
laşıldığında ortaya çıkabileceğidir.
Eğer geçen kez yaptıklarının
aynısını yinelerlerse, aynı çözümü elde edecekleri ilgili bireyler için bir ''ortak bilgi'' durumunda
olacaktır. Yeterince benzer bir durumda aynı yöntem,
aynı işlem uygulandığında
aynı sonuç elde edilecektir. Öyle ise bireylerdeki ortak bilgi, aynı davranışta
bulunmalarının nedeni (reason) olacak, ve uzlaşım olarak adlandırabileceğimiz
bir davranış
düzenliliğini doğuracaktır. D gibi bir işlemin P gibi bir soruna çö- -
züm sağladığı ortak bilgisi kabaca şudur: her bir birey kendi yapmış olduğunun
D davranışı
olduğunu biliyor, ayrıca diğer bireylerin de bunu bildiğini biliyor, ve onların bunu bildiğini bildiklerini de biliyor, ve...
(sonsuza dek)
Lewis'in kuramının iki temel önermesi
bulunmaktadır ve bunlar tartışılıp elestiri1melidir: •
(1)
Uzlaşımlar bireylerin uyumlama sorunlarıyla
karşılaştıkları durumlarda ortaya çıkarlar, ve
(11)
bireylerin aynı davranışta bulunmalarına neden (reason) -ki bu davranış
uzlaşım oluşturur- ortak bilgilerinin D davranışının aynı sonuca götüreceği
olmasıdır. Bu önermeleri
iletişim açısından inceleyelim.
31
İletişimse! uzlaşımlar hangi durumlarda ortaya çıkarlar? J. Bennett ve
(5)
Schiffer tarafından80 da belirtilen bir nokta, uzlaşımların meydana gelmesi için uyumlama sorunlarının gerekli olmadığı, ve özellikle
iletişimse! uzlaşımların
uyumlama sorunlarından doğmadıklarıdır. Bu görüşü destekleyen iki nokta
vardır. (A) Hem iletişim
durumları hem de
uyumlama sorunları bir amaca yönelik durumlar olmalarına karşın, bu amaçlar doğaları açısından başka
başkadırlar.
Uyumlamada yapılmak istenen değişik bireylerin davranışlarının dengelenmesi iken, iletişimde amaç
bir başka bireyde bir düşünce meydana getirmektir. Schiffer'ın
sözleriyle, ''iletişimde, bir çıkarsama yapılmasını sağlamak amacıyla davranışa geçilir;
başka bireylerin davranışlarıyla
kendi davranışını uyumlamak için
değil."81 (B) İkinci ve ilişkili konu ise, dinleyenin söyleyenin davranışlarıyla uyumluluğa
sokabileceği herhangi bir davranışı bulunmayışıdır. Bennett'in yaptığı gibi
80
Bennett, J., Linguistic Behaviour, London: C.U.P., 1976; Schiffer, S ..
Meaning, Oxford U.P., 1 972.
8 1 Schiffer, S., aynı yapıt, s. 151.
''düşünce oluşturma''yı bir edim, davranış olarak ele almak82 sorunu çözmeyecektir. Bunu böyle kabul etsek bile, iletişimde
söyleyenin ve
dinleyenin hangi amaçla ne yaptıklarını sorduğumuzda, bir uyumluluk sağlama amacı
gütmediklerini göreceğiz. Bir söylenim üreten
bireyin, bunu,
dinleyen bireyin davranışı ile uyumluluğa girmek için yaptığını
düşünmek güçtür. Bundan çok, söyleni- miyle dinleyeni etkilemek, onda bir düşünce meydana getirmek amacını
taşıdığı söylenebilir. Dinleyende de, ürettiği söylenimini gördüğü söyleyen ile, davranışlarını
düzenleştirme kaygısı bulunduğunu savunmak güçtür. Dinleyenin, bir gerçek uyumlama sorunu durumunda olduğu gibi, söyleyenin
davranışına (söylenime) göre kendi davranışlarını düzene sokma, ona göre davranma (Bennett' e göre; düşünce
oluşturma) durumu
yoktur. Dinleyen söylenimi yalnızca yorumlar, ondan bir düşünce
çıkarsar: amacı düşüncesini söylenime göre çıkarsayıp, söy- lenimle belirli bir uyumluluğa girmek değildir. Böyle
bir uyumluluğa
girdiği savu-
nulsa bile, hangi amaç için uyumluluğa girildiği nasıl yanıtlanacaktır?
İletişim durumları görmüş olduğumuz gibi, uyumlama işlemleri
olmadıklarına göre, ve de söylenimler olsun, bunların anlamları olsun, uzlaşımlaştırıldıklarına
göre, iletişim durumları kendiliklerinden bağımsız bir uzlaşım üretme
ortamı olmalıdırlar. Bu sonuç, iletişimde söylenimlerin uzlaşımsallaştırılmaları konusunda Grice ve Schiffer'in görüşlerine
yakındır.83 Grice'ın bizimkine uyan programı, yapısallık öncesi uzlaşımsal söylenimleri,
uzlaşım dışı söylenim örneklerinden türetmektir. Bu, Grice'ın
açıklamasında iki aşamada olmaktadır: Önce, bir X söyleniminin, bunu söyleyen birey için (bu bireyin özdilinde) bir ranlamı
taşımasının neolduğunu izah ediyor.84 Bundan da, X'in bir toplulukta (community) r anlamını
taşımasının açıklamasını türetiyor. Sonra da bu açıklamadan geliştirerek,
yapısallaşmışuzlaşım- sal söylenim tanımları elde ediyor.8 5
Grice'ın, açıklama açısından
mantıksal bir sıralama olarak öne sürdüğü, deneysel bulgularca
desteklenmektedir: çocuklukta iletişimse! uzlaşımların doğal olarak kazanılması
aynı sırayı izler
gibi görünmektedir. Çocuklar, büyüklerinin konuştuğu dilin uzlaşımlarını kabul etmeden önce kendilerince üretilmiş
uzlaşım-öncesi söylenimleri uzlaşımlaştırmaktadırlar. Bu uzlaşımsal
söylenimler büyüklerin konuştuğu dilden bütünüyle bağımsız görünmektedir.
Dahası, bu yarı-uzlaşım durumuna dönüştürülmüş
söylenimlerden kendi öz dillerini türetmektedirler: bu özdil, en az kısmen, ana-baba tarafından
anlaşılmaktadır. Daha sonra, ana-babanın yönetimi altında bu özdil yavaş
yavaş anadilin yapısallaşmış
ögeleri (söz ve tümceler)
-- -
82
Bennett, J., bkz. not (80), s. 178-179.
83
Grice, H.P., ''Utterer's Meaning, Sentence Meaning and Word Meaning'', 1 968,
Searle, J. (Ed.), The Philosophy of Language, Oxford U.P.
84 Özdil (idiolect), bir bireyin
kendisine has deyimlerle dolu olan, herhangi bir dili kendine has olarak kullanış biçimidir. Kullandığı dilin
kendine has deyimlerden oluşan bölümüne de denir. Bkz. Oxford Dictionary.
85
Grice, H.P., bkz. not (83).
lehineterkedilmektedir. Kabaca belirtilecek olunursa, yaşantının 8. ve 9. ayları sıralarında
bu ilk uzlaşımlaşma
süreci ortaya çıkıyor ve 2. yaşın sonlarına
dek uzanan sözcüklerle
konuşma (holophrastic
speech) devresinde bir yandan sürerken öte yandan da yavaş yavaş
bırakılıp ana-dile geçiliyor.
Çevredeki büyüklerce konuşulan ana-dilden bağımsız bir söylenimler sistemi (özdil)
geliştirildiği konusunda bol denecek kadar deneysel veri bulunmaktadır.
''Çocuk dili''
olarak bilinen bu söylenimler tutarlı olarak, ve değişmeyen
içerikte düşünceler aktarılmasında kullanılmaktadır. Başka araştırmacılar
yanısıra Leopold86
ve Bloom,87 büyüklerce, ''çocuk sözcükleri'' olarak adlandırılan bu söylenimlerden
söz etmektedirler.
Daha ayrıntılı ve ilginç olarak Dore,88 videoteypten yararlanarak yapılmış
çalışmalarda ana dilin sözcüklerini kullanmadan önce iletişimde ''fonetik •
olarak değişmeyen, tutarlı söylenimlerin'' kullanıldığının
saptandığını bildirmiştir. Yapısal açıdan, bu söylenimler (a) kolayca ayırdedilebilirlik,
(b) belirli bir dağarcık içinde
sık sık yinelenme,
ve (c) fonetik açıdan değişmezlik özelliği göstermektedirler. Ayrıca (d) çevredeki nesneler ve çocuğun
davranışlarıyla belirli bir ölçüde bağlantılı olarak belirmektedirler. Bir çocuğun
özdilinin incelenip
betimlenmesi M.A.K. Halliday89tarafından sistemli olarakyapılmıştır.
Bu çocuğun tutarlı
söylenim- lerinin,
9. aydan 18. aya dek her 6 haftada birtam bir listesini vermektedir.
Halliday'in listesine aldıkları, yalnızca sistemli ve tutarlı olarak, aynı mesajı iletmede kullanılan • •
söylenimlerdir. ilk aşamalarda,
söylenimlerin ana dille yapısal veya fonetik açıdan ilgili olmadıkları özellikle
belirtilmiştir.90
Burada bildirilmesi gereken bir nokta, Grice'ın
yarı-uzlaşımlaşmışözdil (idiolect) kavramını çocuklara uygularken (ve destekleyici deneysel bilgi sağlarken)
yapılmak istenenin
bu özdilin bir ''özel'' (private) dil olduğunu ileri sürmek olmadığıdır. Açıkca, bu özdil
söylenimleri en az bir başka kişiye yöneltilmiş durumdadırlar,
ve bu kişi de anne (ya da baba veya herhangi bir bakıcı veya bunların
birkaçı birara-
da) dir. Öte yandan, açık olan bir başka nokta da bu özdillerde söylenimler ve bunla-
rın anlamlarının saptanıp
biçimlenmesinde, bakıcı ve çocuğun ortak olarak etken ol-
maınalarıdır: Lewis'in uzlaşım
kuramının bu açıdan
doğrulandığı söylenemez. Öyle görünmektedir ki, bu söylenimler ve tutarlı
anlamlarının biçimlenmesinde tek etken çocuğun fonetik yetenekleri 'Je niyetleri olmaktadır. Bakıcınınsa uzla- şımlaşmaya hemen tek katkısının bu söylenimlerin belirli bir anlamda kullanılışını
açıkça tanıması olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bakıcılar (büyükler: ana-baba) bu
86
Leopold,
W., Speech Development of a Bilingual Child, Evanston, lllinois: Northwestern
University, 1 939.
87
Bloom,
L., ''üne Word
at a Time''. yayımlanmamış konferans
bildirisi, 1971 .
88
Dore,
J., ''Conditions of the Acquisition of Speech Acts'', Markova (Ed.) The Social
Context of Language, Landon: Wiley, 1 976.
89
Halliday,
M.A.K., Learning how to Mean, Landon: Edward Arnold, 1 975.
90
Aynı yapıt, s. 38.
ilkuzlaşımların kurulmalarına daha doğrudan
katkıda bulunabilselerdi,
bu söylenim- lerin ana dille en azından bir ölçüde
yakınlığı, benzerliği olurdu: bu beklenebilecek en doğal bir özelliktir,
çünkü bakıcı, sürekli olarak çocuğun söylenimlerini ana dilde yorumlamakta, dille yinelemekte ve çocuğun
iletişimse! davranışlarını yönlendirmeye çabalamaktadır.91
Uzlaşımsal iletişimi meydana getiren ögeler yalnızca
Grice'ın öne sürdüğü programa uygun olarak ortaya çıkmamaktadırlar. Lewis'in açıklamalarına uygun biçimde de türeyen
iletişimse! uzlaşımlar bulunmaktadır. Yönletimin (reference) temelini oluşturan
''gösterme'' (ostension) ve gözle izleme gibi yetenekler ana ve çocuğun uzun çalışmalarla (oyun süresinde)
davranışlarını uyumlu biçime sokmalarıyla sağlanmaktadır.92 Burada uyumlama sorunu en keskin
bir biçimde söz konusudur.
32
İletişimse! uzlaşımın, uzlaşım-dışı
söylenimlerden türedildiği görüşünü savunduk. Bu genel biçim yanısıra,
yine iletişimde
kullanılan yönletim gibi bazı başka biçimlerinse kökenlerini (uzlaşım-dışı) iletişim
dışından, oyun ortamında
gerçekleştirilen uyumlama durumlarından aldıklarını ileri sürdük.
Çocukların uzlaşım-dışı söylenimlerini bir cins ''ön-uzlaşım''a dönüştürüp, bu ön-uzlaşımlardan
bir özdil
oluşturduklarını, ve daha sonra bunları yavaş yavaş ana dil sözleriyle
değiştirdiklerini söyledik. Bu özdil ögesi durumundaki ön-uzlaşımların çocuk ve bakıcı (ana-baba) arasında
kurulduğunu, ancak uzlaşımın ve anlamının çocuk tarafından belirlendiğini bildirdik. Şimdi ise, bu oluşturulan
ön-uzlaşımların
meydana geliş nedeni üzerinde duracağız. Buna başlamadan iki nokta açıklan-
malıdır. ''Ön-uzlaşım'' deyimini, şu ana dek ilgilenip araştırdığımız,
uzlaşımlaş-
tırmanın özdil oluşturmayı sağlayan ilk aşamasında ortaya çıkan biçimler
için kullanıyoruz. Tam-uzlaşım ve ön-uzlaşım arasındaki ayrımı daha ileride vereceğiz.
•
ikinci nokta, Türkçenin kavramsal açıdan önemli bir ayrımı
sağlamamasıyla ilgili:
''neden'' sözcüğünün kapsamına hem bir olayın bir başka olaydan önce ge- rekona gerekli ve yeterli koşul oluşu
kavramı, hem de
bir davranışta bulunulmasında etkin olan düşünce kavramı
girmektedir.
Bunlar arasındaki ayrım şimdi başlanacak tartışma açısından temel bir önem
taşımaktadır. Batı dillerinde bulunan ''cause''
91
Ninio,
A., and
Bruner, J., ''The Achievement and Antecedents of Labelling'' J. Child. Lang.,
1 977. •
9
2
Scaife, M., and Bruner, J., ''The Capacity far Joint Visual Attention in the
lnfant'', Nature, '
253 , Na. 5489, 1 975, s. 265-266; Kaye. K., ','lnfants 'Effects
upon their Mothers' Teaching Strategies'', Glidewell, J. (Ed.) The Socjal
Context of Learning and Development, 1976; Collis, G., and Shaffer, H.,
''Synchronisation of Visual Attention in Mother-lnfant Pairs'', J. of Child
Psych .• 16, 1976.
ve ''reason'' (raison) sözcükleri bu ayrımı açıkça verebilmektedir. ''Cause''
(Latince ''causa''dan türeme) bir olayın başka bir olayca ortaya çıkarılması, meydana getirilmesini ifade
ederken ''reason'' (Latince us, akıl anlamında ''ratio''dan türeme) bir davranışın
ardındaki düşünce, niyet, uslamlama gibi us ve anlık içeriklerini bildirir. Bu ayrımı belirtebilmek için bundan böyle ''olgu-neden'' ve ''ussal-neden''
deyimlerini kullanacağız.
Konumuza bu ayrımın ışığında geri dönersek,
aradığımızı şöylece bildirebiliriz: çocuğun aynı düşünceyi aktarmada aynı söylenimi
kullanmasının ussal nedeni nedir? Böyle bir ussal-neden var mıdır? Bu, Lewis ve Schiffer'in
dedikleri gibi, hem bakıcıda hem de çocukta bulunan, ve X'in geçmişte r'yi aktarmada başarılı olduğu
''ortak-bilgisi''
midir?
Lewis'in görüş-üne karşı öne sürülebilecek ilk itiraz, 4. bölümde
tartışarak, ve
Davidson'u eleştirerek kabul ettiğimiz biçimiyle, ''karmaşık
düzeylere erişmiş düşüncenin dil kullanamayan yaratıklarda bulunabileceği görüşünün
sakat olduğu'' savı
olacaktır. Çünkü, Lewis'e göre, r'yi meydana getirmek için X'in kullanılıyor
oluşu tarafların X'in bu işte başarılı olacağı ''ortak düşüncesi'' us- sal-nedenine bağlıdır. Bu görüşün doğru olabilmesi, X'i ön-uzlaşım olarak kullanan bireylerde ''ortak düşünce'' diye adlandırdığımız
(Bkz. bölüm 30) sonsuza dek uzayan karmaşıklıkta bir düşünce dizisinin bulunmasına
bağlıdır. Dolayısıyla, bu karmaşıklıkta bir düşünceyi zihinde kurabilmek için uzlaşımsal
bir dilsel dizge
(sistem) olması ön gereği (presupposition) olacaktır. Fakat böyle bir dizge zaten bulunuyorsa, uzlaşımın ''ortaya çıkışından''
söz ediyor olamayız:
uzlaşımsal dizge
zaten bulunmaktadır. Yok, eğer gerçekten ''ortaya çıkış''tan söz ediliyorsa ve önden bulunuyor olan bir dizge kabul
edilmeyecekse, Lewis'in ''ortak düşünce'' kavramını uygulama olanağı
kalmayacaktır, zira bu kavramı düşüncede bulundurabilmek uzlaşımsal bir dilsel dizgeyi
gerektirmektedir. Dolayısıyla, Lewis görüşü bu açıdan bir çıkmaz
içindedir.
Deneysel açıdan da Lewis görüşünü
yadsıyan iki örnek
gösterebiliriz. Deneyin gösterdiğine göre, çocukların iletişimse! uzlaşımları kabul edişleri,
bakıcılarıyla paylaştıkları bir ''ortak bilgi'' üzerine temellendiriliyor olmamalıdır. Bu örnekler
çocuklarda ''ortak
bilgi'' dediğimizin olamayacağını göstermiyor; ancak, eğer çocuklarda
böyle bir düşünce bulunuyorsa bile, kurdukları
ön-uzlaşımları bu temel üzerine kurmadıkları hakkında güçlü deneysel destek sağlıyorlar.
İlk olarak Bruner'ın93
bildirdiği şu olay tipine göz atalım: bu olaylar dizisi, bir çocuğun
ön-uzlaşımlaştırılmış özdili ile ilgilidir ve Lewis görüşüne göre uzlaşıma temel olması gereken söz konusu ''ortak bilgi''nin
taraflarca pa'ylaşılmadığı açıkça
belirmesine karşın, çocuğun tutarlı ve düzenli .
iletişim davranışını (ön-uzlaşımı)
kullanmaya devam edişini göstermektedir. ''Örnek,
çocuğun oturduğu yerden
iki eliyle herhangi bir yöne doğru uzanması imleme-biçiminin
gelişmesiyle ilgilidir.
93
Bruner, J., ''From Communication to Language'', Cognition, 3 (3), 1 976, s.
266.
Önceki tekrarlanışlarında, bu imleme, anne tarafından uzanma yönündeki avuca sığacak
büyüklükte bir
nesnenin istenmesi olarak yorumlanmış ve böyle bir nesne, çoğunlukla, çocukta
heyecan
yaratacak biçimde ona ağır ağır uzatılıp ses tonu yükseltilerek verilmişti. Sekiz ay, bir haftalıkken Jon (çocuk) imlemeyi kullandı. Anne, yakınlarda uygun biçimde bir nesne olmadığından, imlemeyi, elini istiyormuş gibi yorumladı, ve parmaklarıyla
yürüme öykünmesi (taklidi) yaparak elini çenesine doğru yürüttü. Her zamanki gibi hevesle katılmamasına
karşın çocuk annesinin bu oyununu kabul etti. Oyun bitince Jon yine aynı imleme ile ileri uzandı. Anne
bunu eski oyunun yinelenmesi isteği olarak yorumladı. Bu kez Jon oyuna da-
ha da isteksizce katıldı. Bitişte, Jon'un imlememesine karşın anne oyunu bir kez daha denedi. Çocuk bakışını
çevirerek ağlar gibi sesler çıkardı. Anne yeniden yineledi, çocuk büsbütün
ilgisizleşti." Bu örnekte, anne tarafından açıkça tanınmış olan bir düzenli
iletişimse! davranış söz konusudur. ilginç olan nok-
ta ise annenin beklenen biçimde karşılık vermekten eksin (aciz) kalmasına ve birkaç kez başka
karşılıklarla isteği değiştirmeye çalışmasına karşın, çocuğun aynı imlemeyi kullanmakta direniyor oluşudur. Eğer
çocuk bu imlemeyi bir
''ortak bilgi'' ussal nedeni yüzünden kullanıyor olsaydı, böyle bir ortak bilginin artık söz konusu olmadığı anne tarafından
davranışlarıyla açıkça ortaya konduktan sonra bunu kullanarak isteğini yinelemekte direnmezdi. işe basitbir ''yanlış anlama''
nın karıştığını söylemek gerçekçi
olmayacaktır. Böyle bir yanlış anlamaya göre
çok fazla yineleme bulunmaktadır.
Öyle ise, denebilir
ki, çocuk annesinindavranışına
karşın düzenli iletişimse! davranışlarında
diretiyorsa, bu düzenliliğin ussal
nedeni, eğer bir ussal neden söz konusu olacaksa, ''ortak bilgi'' olmamalıdır.
Bunun benzeri bir durum çocuğun, az daha ileriki bir aşamada, ana-dilin uzla- şımlarını
öğrenmeye başladığı bir devirde ortaya çıkmaktadır. Bu devirde, büyüklerin
kullandıkları sözcükleri kullanarak tek tek sözcüklerle düşüncelerini
aktarmaktadır. Genellikle ve düzgülü olarak, büyüklerin bu sözcükleri
kullandıklarındaki uzlaşımsal yönletim neye ise çocuğun kendi kullanışındaki
ilettiği düşünce de bununla ilgili olmaktadır. Çocuk ana dil sözcüklerini bu aşamada
kullanırken sık gözlenebilen bir özellik şu olmaktadır: ''Büyükler açısından bir güçlük kaynağı,
çocuğun ana-dil sözcüklerini
bunların uzlaşımsal yönletimlerinin dışına kayarak kullanabilmesinden doğmaktadır. Bu tür uzlaşım
dışına kayış iki biçimde ortaya çıkmaktadır: yönletimin sözcüklerin anlamlarının kapsamı
dışında kalan
nesnelere uzatılıp taşırılması ve yönletimi uzlaşımsal olarak kastedilen nesnelerin bir
alt öbeğinde sınırlandırma eğilimi.. Birçok
araştırmacının da belirttiği gibi yön- letimin dışa taşırılması sık rastlanan bir durumdur. Alt öbeğe sınırlama
daha az görülmektedir. Bunun nedeni, bu ikinci tür kayışların daha az sorun yaratma özelliği olabilir. Büyüklerin kullanışlarına
yaklaşıldıkça, çocuğun ağzında sözcük yönletim değiştirebilmektedir.''94 Bu durumda da uzlaşımsal
özellikler kazanmış
. — —^^^^»^^^^»^^^^ •- • •• ^^^^^^a —
94
Ayan, J., ''Early Language Development'', Richards, M., (Ed.), The lntegration
of a Child lnto a Social World, C.U.P., 1974.
söylenimler söz konusudur, ve yine, bunların
kullanılışlarına ussal-neden olarak bir ''ortak bilgi'' (yani aynı imlemenin aynı r düşüncesini
ilettiği ortak
bilgisi) gösterilememektedir. Kullanışlar sonucu, söylenim
üzerine çocuğun ve büyüklerin bilgilerinin ''ortak'' olmadığı belli olduktan sonra da çocuk bu söylenimleri
kullanmaya devam
etmektedir.
Öyle
görünmektedir ki, iletişimse! uzlaşımların kuruluşu ve ilk kabul edilişlerini •
açıklamada, bunlara ussal-neden olarak
''ortak-bilgi'' kavramını göstermek yanlış
bir yol tutmaktadır.
33
Sorun hala ortadadır: neden dolayı r düşüncesini iletmek için aynı X söylenimi
kullanılıyor, ve X böylece nasıl uzlaşımsallaştırılıyor? ''Ortak bilgi'' ussal-nedeni
temelinden vazgeçersek uzlaşım kavramını zayıflatıp Quine'ın
itirazlarına kapı açma durumuna düşmez miyiz? Belki de bir ussal-nedenle temellendirme çabası asıl vazgeçmemiz gereken şeydir. Çünkü ussal-neden tutarlı olarak bireylerde dil bilme öngereğini
içermektedir. Örneğin, bu açıdan, yukarıda sözünü ettiğimiz Grice'ın uzlaşımlaşma
açıklaması oldukça başarılı görülmektedir. X gibi bir söylenimin S gibi biri için r anlamında
olması koşullu olarak şöyle açıklanmaktadır: S, r anlatmak için tutarlı bir uygulama (practice, policy)
veya alışkanlık olarak X söylenimini kullanıyorsa, X, S için r anlamı taşır.
Koşul: D gibi bir
dinleyenin S'nin uygulamasının (alışkanlığının) farkında olması, ve S'nin ürettiği X ile ilgisini bilmesi
gereklidir.95 Bu açıklayıcı tanım • yukarıda ele aldığımız sınama önreklerine uygulandığında iyi işlemektedir. Ancak ileri sürdüğümüz soruyu açıklamada pek bir şey vermediğini
söylemek haksızca davranmak olmayacaktır. Bütün yaptığı, bir davranış düzeni
olduğu gerçeğini yinelemektir. Yalnızca, ''düzenlilik'' sözcüğünü ''tutarlı uygulama'' (policy, prac- tice)
ile değiştirmektedir. Neden dolayı S'nin bu uygulamayı
başlatıp benimsediğinin açıklaması sağlanmamaktadır. Oysa Lewis ve Schiffer'in olduğu gibi, bizim de yanıtını
aradığımız bu
sorundur. Bu konuda Grice'ın kullandığı ''alışkanlık'' kavramı daha çok işe yarar görünmektedir. Neden X söyleniminin S'nin uygulaması durumuna geldiğinin
açıklanması olarak,
X'in bir alışkanlığa döndüğü, kabul edilebilir bir öneridir.
Dahası, ''düzenli davranış''lar geliştirmede alışkanlık kazanmanın rolünün
büyük olduğu açıktır. Ancak, daha önemli olarak, ''alışkanlık kazanma'' bir ussal-neden gereği getirmemektedir. Bakıcısına r düşüncesini
aktarırken düzenli olarak X söylenimini kullanmaya başlayan bir çocuğun (bakıcı
tarafından açıkça tanınmış) bir r iletmede ''X'i kullanma alışkanlığı'' geliştimıiş olduğunu kolayca ileri sürebiliriz. Fakat iletişimse!
uzlaşımların kurulup
benimsenmesi yalnızca bir alışkanlık durumu mudur? Bu pek zayıf bir koşul değil midir? Herhangi bir alışkanlık kazanmakla iletişimi
sağlayan alışkanlıklar kazanmak arasında ayrım sağlayacak ölçütler gerekmez mi?
Belki bu durumda, dil ve uzlaşım öncesi
iletişim yapan bir
çocuğun, kullanmış olduğu başarılı bir söylenim (X) ile, iletilmesini sağladığı düşünce
(r) arasında bir olgu-neden bağı
görmektedir, diyerek uygun bir açıklama sağlayabiliriz. X'i r'yi iletmede kullanmak
S'nin bir alışkanlığı durumuna geliyor, çünkü S, X ve r arasında bir olgu-neden ilişkisi
görüyor: X ve r'yi
olgu-nedensel olarak birbirine bağlı görüyor. Bir olgu-neden bağının
bulunduğu görüşünü geliştirmek ussal doğrulama gerektirmeyecektir. Olgular ve
nesneleri nedensel ilişki içinde görmek, dünyayı anlamaya çalışan insanın
temel eğilimlerinden biridir: insan anlığı (adeta Kant'ın
önerdiği biçimde) birbirini izleyen olayları nedensel-ilişkili olarak kavrar. Deneysel ruhbilim,
8 aylık çocukların nedensel yorumlar yaptıklarını kanıtlamış olduğundan,96
bu açıdan da bir güçlük çık^
mayacaktır.
Burada yanıtlanması gereken olası bir itiraz şu olabilir. Denebilir ki, yukarıda ele almış olduğumuz
örneklerde bakıcının umursamaz (veya uyum göstermeyen)
tutumuna karşın çocuğun ısrarla düzenli iletişim davranışına devam etmesi,
''ortak bilgi'' türünden ussal-nedeni olduğu gibi, uzlaşımsal söylenimin
üzerinde temelleneceği bir olgu-neden bağı yorumunu da yadsımaktadır.
İletişim-dav-
ranışı (söylenim) başarısız oldukça
çocuğun X ve r arasında
gördüğü söylenen
olgu-neden bağı da zayıflayıp yok olacaktır. Öyle
ise, başarısız
olmasına karşın
X'e sarılmasını açıklamada olgu-neden kavramı daha tatminkar olamamaktadır. Bu itirazı
yanıtlamak için ''ortak-bilgi''nin onu kullanan için bir ussal-neden
olmasına karşılık, ''olgu-neden ilişkisi''nin
böyle olmadığı apaçık gerçeğini vurgulayabiliriz. Bu ikincisi, bir eğilime,
insanların birbiri ardına gelen olayları
yorumlayış biçimlerine verilen addır.
Dolayısıyla, bu son açıklamada uzlaşım
kuran bireylere davranışları için bir ussal temel veya neden vermiyoruz. Yalnızca
düzenliliğin temelinde olabilecek bir eğilimden söz ediyoruz. İki olgu arasında
nedensel ilişki gören kişi, davranışına bir ussal temel sağlamış olmasa bile, birkaç
başarısızlığa karşın ilişkinin tutacağını ümit etmeye devam edebilir. Örneğin,
bir iki kez marş'a basılmasına karşın çalışmamış olan arabayı
çalıştırmaktan ümidi kesmez, daha birçok kez denemeye devam ederiz. Oysa, içinde açıkça
geçersiz (invalid) bir çıkarım
bulduğumuz uslamlamayı belki geçerli sonuç verir diye yürütmeye, sonuca götürmeye
kalkışmayız.
— — — — — — • ^— >^—^^k^^^^^_^^_^^a^^^^^^^^^M
96
Piaget, J., The Construction of Reality in the Child, London: Routledge and
Kegan Paul,
1 956.
34
Uzlaşım kavramını incelemeye başlayalıdan beri tutumumuz daha çok
eleştirici oldu. Önce neden iletişim
uzlaşımlarının Lewis'in dediği gibi ortak
olarak yürütülen işlemlerde ortaya çıkmadığı, ve daha sonra da iletişimse! uz- laşımların kurulup benimsenmesinin ussal
nedeninin bir ''ortak-bilgi'' temeli olmadığını göstermeye çalıştık. Bu ilişikte,
uzlaşımların ilk kuruluş ve ilk benim- seniş durumlarında Devidson'un ileri sürdüğü bir tezi bir ölçüde
değiştirerek kullandık. Ayrıca savımızı güçlendirecek deneysel gözlemleri bildirdik. Eleştirdiğimiz
görüşler bizim bakış açımızdan
görüldüğünde, fazla ussalcı (over- intellectualistic) tutumlar olarak belirdiler ve temelde bir dilsel
beceriyi gereksindikleri ortaya çıktı. Bu düzeyden
başlayarak yapıcı bazı önerilerde bulunduk. Uzlaşımsal iletişim davranışlarını kurmak ve benimsemek için bir ''ortak-bilgi''nin
ussal-neden durumunda olduğu görüşü yerine, ussal olmayan bir temelin
öneri-
lebileceğini göstermeye çalıştık. Ussal olmayan temel, doyum sağlayacak
biçimde
tam-uzlaşımlar için düşünülemese bile, bunların oluşum
açısından öncüleri
olarak görülebilecek ön-uzlaşımlar için yeterli olacaktır.
Ön-uzlaşım kavramını,
iki birey arasındaki iletişimse! davranış düzenliliğinin ilk çıkışını
göstermek için
ileri sürdük. Bu aşamada iletişimse! davranış standart bir duruma dönüşmüş
ve düzenlilik kazanmış olmasına karşın henüz tam uzlaşımlaşmamıştır.
Grice'ın ''alışkanlık'' kavramını kullanarak X gibi bir ön-uzlaşımı
şöylece tanımlayabiliriz: X, S gibi bir söyleyen bireyin bir düzenli iletişimse!
davranışıdır; öyle ki, S, X'i üretmiş, ve X geçmiş iletişim durumlarında A gibi
bir dinleyene r gibi bir düşünceyi iletmede başarılı olmuş, ve S, yeniden r'yi
iletmek isteyince X'i kullanma alışkanlığını kazanarak, bu davranışa bağlı
kalmış, ve onu başkalarına yeğlemiştir. Böyle bir ön-uzlaşımın tutunabilmesi
için, en az bir dinleyen bireyin
(A), söyleyenin r iletmede X kullanma
alışkanlığının bilincinde olması gerekmektedir. Buna göre, belirli bir durumda
r anlamı taşımış olan X gibi bir söy- lenim, eğer S tarafından her kez r
düşüncesini uyandıracağı beklenerek kullanılır ve bu X, A'nın da bildiği gibi,
S'nin r iletmede davranış alışkanlığı durumuna dönüşürse, bir ön-uzlaşım elde
edilmiştir. Bu durumda, alışkanlığın meydana gelişinin temelinde X'in r ile
olgu-neden ilişkisi olduğunun S'ce görülmesi
"L
bulunmaktadır.
Böyle bir ön-uzlaşım açıklamasının
tam-uzlaşım kavramını tanımlamada yetersiz kaldığını söyleyeceğiz. Neden olarak
da, ön uzlaşım açıklamasının ''ussal bir temel''e dayandırılmaması
gösterilebilir. Ön-uzlaşım ussal bir temel gerektirmezken, tam-uzlaşımın
gerektirdiği söylenebilir. Dolayısıyla, ''ortak bilgi'' ile temellendirilmiş
bir açıklama fazla ussalcı görülürken, ''olgu-nedensel olarak temellendirilmiş
alışkanlık''da tam-uzlaşım için yetersiz kalmaktadır. Bize öyle
bir ''ussal temel'' kavramı gerekmektedir ki, hem ifade
edilebilmesi için bir dilin varlığını öngerek olarak almasın, hem de içinden
türeyeceği ön-uzlaşım kavramıyla bağlılık göstersin. Açık ve kesin olarak neden ön uzlaşım
açıklamasının tam uzlaşımı tanımlamada yetersiz kaldığını, yani tam uzlaşım için neden bir ussal temel gerektiğini
bildiremeyeceğiz; ancak, beyaz bayrak çekme davranışının, teslim olunduğunu iletmede uzlaşım durumuna gelişinin bir yenilgi sonunda başarıyla
uygulandığı ve geçmişte bütün yenilenlerin savaşı
bıraktıklarını bildirmede bunu alışkanlık edindiklerini savunmak en azından garip kaçacaktır. Tabii, bunun, beyaz bayrak çekmenin ilk ortaya çıkıp bir ön uzlaşım durumuna dönüşmesinin
açıklaması olarak
uygun ve olası olduğu düşünülebilir; oysa, bizim bu önceden kurulu tam uzlaşımı biliş ve benimseyiş
biçimimizi betimleyemeyecektir.
Bizler bu söylenimi kullanırken daha pekişmiş bir bilinçle ve bir ussal-nedenimiz (reason) olduğu için
kullanıyoruz. Yanıtlanması gereken soru böyle bir ussal temelin, eğer ''ortak bilgi'' gibi bir şey olmayacaksa ne olacağıdır.
35
Bu yanıtı vermeye başlamadan
önce, henüz bu aşamada önümüze
çıka- rılabileı;ek bir karşı-görüşü ele alıp çürütmemiz gerekmektedir. Anımsanacağı gibi, ileri sürdüğümüz
açıklamaya göre tam-uzlaşımlar ön-uzlaşımlardan, bu
sonuncular ise, uzlaşım-dışı söylenimlerden türemektedirler. Başarılı olan bir
uzlaşım-dışı söylenimin aynı işlevde bir ön-uzlaşım olarak kullanılması, yani bu
r arasında bir olgu-neden görüş bu
noktadan baş-
kullanımın alışkanlığa dönüşmesi
için, söyleyenin X ve
ilişkisi görmesi/yorumlaması gerekmektedir. İşte karşı
layarak geliştirilebilir. Şöyle denebilir: eğer söyleyen birey, X ve bir dinleyen bireyde gördüğü p gibi bir tepki (p:dinleyenin r
gibi bir düşünce oluşturması)
arasında olgu-neden ilişkisi
olduğunu düşünüyorsa, bundan böyle, her r iletimi gerektiğinde X söylenimini, yalnızca böyle bir nedensel ilişki olduğunu
düşündüğü için, ve bizim ''anlatma'' için ileri sürdüğümüz
koşulları hesaba
katmadan (atlayarak) kullanıyor ve bunun üzerine
alışkanlık kuruyor
olarak görülebilir. Bu
gerçekten böyle ise, vermiş
olduğumuz ''anlatma''
tanımı ve çözümlemesi gereksiz biçimde karmaşık ve yanlıştır.
Bu tür bir itirazdan korkmamıza iki nedenden dolayı gerek yoktur. Birinci neden şudur:
gerçekten de söyleyenin, X'i, r'yi iletmede yalnızca X ve r arasında bir olgu-nedensel ilişki gördüğü
için kullandığını ve iletişimse! niyet serimlemesi •
gibi koşulları yerine getirmediğini düşünecek olsak bile, bu, ''anlatma'' için verdiğimiz
çözümleyici tanımı gereksiz duruma sokmaz. Böyle bir tanım en azından, X'in r'yi iletmede ilk kez kullanıldığı
çekirdek iletişim olayını açıklamada gerekli olacaktır, çünkü böyle bir ortamda henüz izlenmiş bir X ve r bağlılaşımı (corre-
lation) ve dolayısıyla nedensellik ilişkisi yorumu bulunmuyor olacaktır.
İkinci, ve daha önemli olan bir neden ise, .X gerçekten
yalnızca bir
olgu-nedensel ilişki olduğu düşüncesi temeli üzerine kullanılıyor ve anlaşılıyorsa, bu durumda X'in meydana getirdiği r'nin ''iletilmiş'' bir düşünce
olduğunun, ve X'in
bu durumlarda yapay anlam taşıdığının söylenemeyeceğidir. Bu durumda söyleyen dinleyende r düşüncesini meydana getiriyor diyebilmemize karşın, S'nin r'yi anlattığını
söyleyemeyiz. Herhangi bir düşünceyi bir başkasında oluşturmak, ve bunu bir mesajı iletmek amacıyla yapmak önemle ayırd edilmesi gereken şeylerdir; bir nedensel ilişki temeli üzerinde X'i kullanmak ise bunlardan ancak
birincisini yapmaktır.
Akşam toplantılarına son vermek için (iletişinı niyeti imlemesiyle birlikte) kolumdaki saate bakma alışkanlığını
geliştirmiş olduğumu varsayalım. Bunu, bu davranışımın bu amaçta
geçmişteki başarısı, ve konuklarımın da bunu biliyor olmaları üzerine geliştirmiş olduğumu
düşünelim. Veriler
bunlarken, benim aynı davranışı (söylenimi) uygun bir ortamda bu kez iletişimse! niyet imlemeden yaptığımı
düşünelim. Ortam öyle olsun ki, bir akşam toplantısının
ileri
saatlerinde konuklarımla birlikteyken, ben bu davranışın
geçmişteki başarısına güvenerek, fakat iletişimse! niyet imlemeden saatime
bal<maya başlıyor olayım: bu davranışım üzerine konuklarımın
gerçekten izin
isteyip kalktıklarını kabul edelim. Böyle olsa bile bu davranışın yapay anlam taşıdığını veya benim bu davranışımla herhangi bir şey anlattığımı
söylemek güçtür: herhalde amacım onları açıkça kovmak, onlardan gitmelerini ''dilemek'' veya onlara
bunu ''emretmek'' değildi. Yaptığımda açık bir kovma, bir şey dileme veya bir şey emretme olarak adlandırabileceğimiz
bir yön bulunmuyordu. Evimden ayrılmalarını
istediğim düşüncesini konuklarımda, bunu onlara iletiyor veya anlatıyor
durumuna düşmeden
uyandırdım.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta, saatime bakma davranışının bir tam uz- laşım olmadığı,
yalnızca, benim özdilimi
oluşturan ön-uzlaşımlardan biri olduğudur. Bir söylenim tam-uzlaşım olmuşsa, onu kullanan söyleyen bireyin, bir ile-
tişimde bulunmaya niyetli olduğu
yükümlülüğünü de getirir. ''Bu evden gidin'' gibi
bir tümceyi kullanmama karşın,
konuklarımı kovmak istemediğimi, veya gitmelerini '
istediğimi açıkça anlatmamış,
iletmemiş olduğumu savunamam. Dolayısıyla, ön
uzlaşım durumuna dönüşmüş
söylenimlerin iletişimde söyleyence bir şeyler
''anlatmak'' için kullanılabilmeleri bunların yanısıra iletişimse! niyetin de belli edi-
liyor olmasına bağlıdır. Ön-uzlaşım kullanılsa bile bu söylenimin
uyandırdığı
düşüncenin ''yapay· anlam'' olarak değerlendirilebilmesi,
söylenimin yanısıra bulunacak bir iletişimse! niyet imlemesinin varlığına bağlıdır. Bu koşul, tam-uz- laşımlar söz konusu oldL.ığunda
kalkmaktadır.
Son olarak yinelemek istersek, incelediğimiz
eleştirinin bizi ilginç bir ayrımın ortaya çıkarılmasına
götürdüğünü söyleyebiliriz. Bu kez de dinleyen açısından açıklayacağımız ayrım, bir kişiyi
(söyleyeni) bir şey yapıyor, veya bir şey düşünüyor olarak yorumlamakla, bu düşündüğü veya yaptığını dinleyene iletmek
istediği bir mesaj olarak yorumlamak arasındadır.
Tam-uzlaşımsal söylenimler (örneğin, tümceler) bunu kendiliğinden yerine getirirken, uzlaşım dışı ve ön uzlaşım
söylenimleri bu yorumu iletişim niyetinin belirtilmesiyle sağlarlar.
36
Otuzdördüncü bölümü kaparken, tam-uzlaşım
kavramını açıklayabilmek için, fazla-ussalcı özellikler göstermeyen bir ussal temelin, yani ''düzenliliğe
uyma''nın üzerinde temellendirileceği bir düşüncenin gereğinden söz ettik. Bunun ön-uzlaşımlardan
tam-uzlaşımlara geçişi açıklayacağını, ve dil öncesi düşünsel yetilerle kullanılabilecek
türden olması gerektiğini de bildirdik. Grice'ın bu konuda
verdiği açıklamalar bütünüyle niceliksel değişimleri
içeren açıklamalardır. Yap-
tığı, yukarıda ele aldığımız, bir bireyin iletişimse!
davranış alışkanlığını ( özdil-ön
uzlaşım), topluluğun öbür bireylerine yaymaktır. Öyle
ki, aynı alışkanlık
toplumun
öbür bireylerince de kazanılmış
olacaktır. ''T gibi
bir topluluğun bazı (veya birçok) üyeleri herhangi bir O (dinleyen) için, D'nin, kendilerinin r düşündüklerini düşünmesini istediklerinde, iletişimse!
davranış dağarcıklarından X gibi bir söylenim kullanıyorlarsa, ve X'in kullanılışının
yeğlenmesi bu
bireylerin,
öbür bireylerden de bazılarının
aynı X'i dağarcıklarında
bulundurdukları varsayımına bağlı ise, X'in T topluluğunda r anlamında
olduğu söylenebilir."97
Grice öyle bir durumdan söz ediyor ki, bir kişinin özdili, topluluğun diğer üye-
lerine genelleşmiştir. Öyle ise bu tanım, tam uzlaşım
açıklaması vermekten
çok,
topluluğa bir bireyin ön-uzlaşımlarını
yaymaktadır. Gerçekte beklenen, böyle
bir yaymadan çok, bir ön-uzlaşımın tam-uzlaşıma dönüşümünün
anlatımıdır. Bu dönüşümün, geçişin, açıklaması olarak açıkça yetersiz olan bu tanım üzerine şunun bildirilmesi gerektir: bütün
eksikliğine karşın, söz ettiği durum, yani bir bireyin ön-uzlaşımının (X) öbür bireylere genelleşmiş,
yayılmış olduğu durum, X'in tam-uzlaşıma dönüşmüş olduğunu içeren bir durumdur. Bunun böyle oluşunun nedeni, bir başkasının
iletişimse! davranışının kabul edilmesi ve benimsenmesinin verilen tanım açısından
bir önkoşul olması,
ve bu önkoşulun
içinde aradığımız değişimin bulunuyor olmasıdır.
O halde şu ilkeyi önerebiliriz: S'nin X gibi düzenli bir iletişim
davranışı olsun.
X'in S'nin özdilinin ön-uzlaşımlarından veya, S'nin tam-uzlaşımsal dilinin O tarafından
henüz bilinmeyen tümcelerinden
olması bir şey değiştirmeyecektir.
Bu X'in S ve O arasında bir tam uzlaşım haline dönüşmesi için,
D'nin X'i yalnızca kabul edip tanıması yetmeyecek, buna ek olafak, D'nin
de aynı davranışı aynı amaçla (riletmek) kullanmaya başlaması gerekecektir. Başka bir deyişle, tam anlamında bir uzlaşım,
.
bir bireyin bir diğerinin düzenli iletişimse! davranışını kabul edip kendi de kullanmasıyla ortaya çıkar.
Bunun açıklanması gerekir. Neden bir bireyin özdilinin
ön-uzlaşımları bir başka birey tarafından kabul edilip kullanılınca tam-uzlaşıma dönüşsünler? Kabaca, bunun yanıtı, böyle bir durum meydana geldiğinde,
tarafların bağlam (durum) içinde karşılaştıkları ipuçlarının, eğer bu bireyler bir dile sahip olsalardı, X'in r'yi ilettiği ''ortak bilgi''sini oluşturmalarına
yeterli olmuş olacağıdır.
Şimdi bunu daha ayrıntılı olarak görelim. Önce S'yi ele alılım: D'yi (geçmişte kendi özdilinin
parçası olarak kullandığı) X'i şimdi
kullanıyor olarakgördükten sonra, S'nin X'i kullanışının temeli bir değişime
uğrayacaktır. Geçmişte S, X'i eskiden D'de r'yi oluşturmada başarılı olmuş olduğu
için kullanırken, şimdi D'nin de etkin olarak X'i kullandığını görerek, D'nin, kendi ve S arasında X'in r'yi ilettiği bilincine sahip olduğunun
farkına varcaktır. Buna göre, X bir ikinci birey tarafından düzenli ve tutarlı olarak kullanılmaya
başlanınca, tarafların, bir diğerinin X'in r'yi iletmede kullanıldığını bildiğini anlamaları
sağlanmaktadır. Böylece, S, bir olgusal- neden temeli ötesinde, D'nin tutumunu değerlendirerek,
X'i kullanışı için bir ''ussal- temel'' geliştirecektir.
O andan başlayarak, S, X'i D'ye karşı yalnızca
geçmişte başarılı olmuş olduğu için değil, bundan öte, D'nin X'in r ilettiğini
bildiğini anladığı için kullanacaktır. ·
Henüz D'nin neden S'nin özdilinin bir ön-uzlaşımını
alıp kullanmaya başladığını
görüşmedik. Önceden bildirdiğimiz gibi, daha kendi de kullanmaya başlamadan, D, S'nin r iletmede X'i kullanma alışkanlığı
olduğunun farkındadır. Bu bilinç, kendi içinde, D için, eğer X'i kullanırsa S'de r düşüncesini uyandırabileceği kanısına varmayı sağlar nitelikte midir? Bu kanı D için bir ussal-neden oluşturur mu? Başka bir deyişle, ''r'yi iletmek istediğinde X'i kullanmak S'nin alışkanlığıdır''
önermesinden, geçerli olarak, ''S için, X r'yi iletir (r anlamındadır)'' önermesini
çıkarsayabilir mi? Buna olumlu yanıt vermenin çekici yönleri bulunmaktadır. Her seferinde, D'nin bildiğine
güvenerek X ile
r'yi iletmiş olan S'ye şimdi ''kendi oyununu oynayarak'', X davranışı ile D'nin r'yi iletebileceğini
düşünmesi akla
uygundur. "Bunun akla uygunluğuna karşın daha önemli bir soru yanıt
beklemektedir: acaba aynı uslamlama D'nin böyle bir durumda S'ye r'yi iletebilecek bir başka X1 söylenimini
değil de X'i yeğ tutmasına yeterli temel sağlayabilir mi? D'nin, karşısındaki S için X'in r'yi ilettiğini bilmesi yanısıra, r'yi S'ye iletmede kendine has,
bir başka X1 davranışı kullanmayı seçebileceğini düşünemez miyiz? Öyle ki, S X'i kullanır,
ön-uzlaşımlaştırırken, D de X1'i kullan;p ön-uzlaşımlaştırsın. Çift anlamlılık veya kaypaklık gibi niteliklerin bunu gerektirmeleri
gibi az rastlanan •
etmenler dışında, D'nin böyle bir yolu seçmesi olası değildir. D açısından, X1 yerine, S'ye r
iletmede X'i kullanmak çok daha ussal (rasyonel) bir davranış olacaktır.
X'te, X1'de
olmayan yarar (avantaj) X'in S için r anlamına
geldiği, r'yi ilettiğidir. X, S'nin r'yi iletmede kendi öz düzenli
davranışıdır.
Bundan başka, D'nin S'nin X'i kullanışının D'nin bunu tanımış
olmasına ba!:jlı olduğunu anlaması da, D'nin S'ye r'yi iletirken X'ten başka bir söylenim kullanmama eğilimini
perçinleyecektir. Böylece, S'ye r iletirken X'i kullanan D'nin bu kullanışına •
ussal-neden
olarak şu bilinç gösterilebilir:
a)
r iletirken X'i kullanmak S'nin alışkanlığı
olmuştur; öyle ise S için X, r anlamındadır (r'yi iletir), ve,
b)
S'nin A'ya yönelik davranışı, A'nın doğru yorumuna bağlıdır.
37
Bir bireyin ön-uzlaşımsal söyleniminden
başlayarak, bunun bir
ikinci birey tarafından kullanılmasının hangi koşullara bağlı
olduğunu araştırdık. Betimlemelerimiz öyle bir duruma erişti ki, şimdiki aşamada iki birey aynı X söylenimini birbirlerine aynı r düşüncesini iletmede kullanıyorlar.
Başlangıçta X'i bu amaçla
kullanmalarının ussal-nedeni değişik olabilmesine karşılık, şu an için en büyük önemi
taşıyan nokta,
X'i şimdi karşılıklı olarak aynı r düşüncesini aktarmada kullandıklarıdır.
Belirttiğimiz gibi, bu durumda, eğer S ve D dil biliyor olsalardı (aynı
dil olması da zorunlu değil) onların X söylenimi, ve onun r iletme işlevi üzerine ''ortak bilgi'' denilen karmaşık
düşünce sistemini
oluşturmalarına yeterli temel ve koşullar sağlanmış olurdu. Başka bir deyişle, dil bilen bireyler için, bu durum, ''ortak bilgi''nin kurulmasına yeterlidir. Başta X'i kullanmaya başlayışlarının
koşulları ne olursa
ol sun, şu anda X'in kullanılış nedeni, öbür bireyin X'in hangi işlevi gördüğünü bilmesi ussal temeli olmaktadır. Ussal-nedenin şu olduğunu
önerebiliriz: •
''Her bir birey, (a) diğerini r
iletmede düzenli olarak X'i {bir iletişimse! niyet imlemesiyle) kullanırken
görmüştür, ve {b) kendi de X'i düzerli olarak r'yi iletmede {iletişimse! niyet
imlemesiyle birlikte) kullanmıştır."
Buna göre, şöyle bir ''uzlaşım
bilinci'' tanımlaması ileri sürebiliriz. ''Her bir birey şunun bilincindedir:
(i) öbür birey için X, r'yi iletir (r anlamındadır), ve (ii) kendisi, kendi
için de X'in r'yi ilettiğini (X'in r anlamında olduğunu) açıkça (herkesin
görebileceği biçimde) göstermiştir."
Bu yukarıda tanımlanan biçimde
uzlaşım bilincine sahip olan iki kişinin, eğer bir dil konuşabiliyorlarsa (veya
iki ayrı dil), bu bilinçlerini, Lewis'in önerdiği türden, X'in r ilettiği
''ortak bilgi''sine dönüştürebilmeleri, basit bir usavurmadan başka bir şey
gerektirmeyecektir. Buna karşılık, ''uzlaşım bilinci''nin, kendi içinde, bir
ussal temel olarak yeterli olduğunu önerebiliriz. Bu, yinelemek gerekirse, X söyle-
niminin r'yi iletmede düzenli olarak kullanılması ve bu işlevde kendi dışındaki
söylenimlere yeğ tutulmasına ussal-neden olan bir temeldir. Dolayısıyla, ''X'in
r ilettiği ortak bilgisi'' kavramını bundan böyle, aynı oranda açıklayıcı.
fakat ayn1 ı
güçlükleri içermeyen ''uzlaşım bilinci'' kavramı ile değiştirebiliriz.
Tam-uzlaşım tanımı ise şöyle türetilebilir.
''Eğer S ve D gibi bireyler aralarında r düşüncesini iletmek için X söylenimini. (i) öbürü için, r'yi ilettiği, ve (ii) kendi için de r ilettiğini
açıkça göstermiş olduğu, ussal temeli üzerine kullanıyorlarsa, bu X, S ve D arasında tam uzlaşımdır."
Yukarıda belirttiğimiz gibi uzlaşım bilinci kavramı ''ortak bilgi'' kavramının da temelinde bulunmaktadır; ancak buna karşılık.
düşüncede bulundurulabilmesi
(düşünülebilmesi) çok daha kolaydır. Dil-öncesi bir çocuğun bunu düşünebileceğini
bir güçlükle
karşılaşmadan önerebiliriz.
X söylenimini bir uzlaşım bilinci üzerine
kullanıyorlarsa, tarafların iletişimse!
niyetlerini imlemelerine gerek kalmayacaktır; çünkü bu bilinç üzerine.
bireylerin
her biri bir diğerinin X'i yalnızca ve tutarlı olarak iletişim
amacıyla kullandığının
farkında olacaktır. Bildirmiş
olduğumuz gibi bu özellik.
ön-uzlaşımlarla bir karşıtlık
doğurmaktadır. Ön-uzlaşımlar iletişim
niyetinin
imlenmesini gerektirirler. Verdiğimiz
örneğe geri döner. ve şimdi D'nin de aynı davranışı S'ye karşı kullanmaya başlamış
olduğunu.ve dolayısıyla Sve D arasında bir uzlaşım bilinci doğduğunudüşünürsek, artık S'nin saatine bakması. ister istemez, D'nin açıkça evden gitmesini istemesi veya
emretmesi anlamına gelecektir. ve bu bir iletişim niyeti sergilenmesine gerek
olmadan açıkça bu anlamı taşıyacaktır. Bu durumda artık S için. aynı
davranışı kullanarak,
açıkça bir şey iletmiş veya istemiş olmadan, D'nin gitmesi gerektiği
düşüncesini D'de uyandırma
olanağı kalmamıştır.
Ôn-uzlaşımlardan tam-uzlaşımlara geçişi, basit bir olgu-neden ilişkisi
yorumundan uzlaşım bilincine doğru, ussal temel birikim ve zenginleşmesini
içeren bir gelişim olarak görmelidir. Burada ansızın meydana gelen atlamalar önerme durumunda değiliz.
38
Daha önce, deneysel ruhbilimde saptanmış olan ve bakıcıların (ana, baba vb.), çocuğun kendi söylenimleriyle
ne iletmek istediğini, veya bu söylenim- lerin yorumunu, ana dilde tı,ıtarlı ve sürekli olarak yeniden söyledikleri bulgusunu bildirmiştik. Bu tutum ve davranış
çocuğun kendi özdilini
geliştirmesinden sonra da sürmekte, ve açıkça bu özdilden ana dile, tek sözcükler kullanarak iletişim yapmaya geçişine
yardımcı olmaktadır. Genellikle, bakıcılar, çocuğun özdil söylenimlerini öykünme yolunu tutmamakta, bunu yapsalar
bile, ana dildeki yorumuyla birlikte söyleme eğilimini göstermektedirler. Bununla ilgili olarak Ninio ve
Bruner98 şöyle
98 Ninio, A., and Bruner, J.,
bkz. not (91 ).
diyorlar: ''Olguya daha geniş bir bakış açısından
yaklaşarak, anneyi, çocuğunu
kullandığı imlemeler
yerine sözcükler veya bu sözcüklere yaklaşımlar kullanmaya zorluyor olarak görebiliriz."
Birçok ana-baba, çocuğun
söyleyip durduğu söylenim- leri çocukla anlaşmada kendilerinin de kullanmalarının, çocuğun ana dili öğrenmesini geciktireceği inancındadırlar. Bu inançta gerçeğe
yakınlık olduğu söylenebilir: çünkü, çocuğun kullandığı özdil söylenimlerini ona karşı aynı
iletişimsel amaçla kullanarak bu söylenimleri tam-uzlaşım durumuna dönüştürme tehlikesi vardır.
Çocuğunana dili öğrenmesi ise, bu ön-uzlaşımları tam uzlaşımlaştırmadan,
ana dil sözcüklerini kabul etmesi, onları
tam-uzlaşım olarak kullanmasına
bağlıdır.
Uzlaşım dışı yapay iletişimi
öğrenmiş çocukları toplumdan ayırıp, beraber oldukları bir ortamda yeterli bir süre dışdünya ile ilişkilerini kesebilseydik, büyük
olasılıkla kendilerine
has tam-uzlaşımsal bir iletişim dizgesi (sistemi) ürettiklerini
gözlemleyebilirdik. iki birey arasında oluşturulan tam-uzlaşımlar bu tür ikilemlerle zincirleme olarak topluluğun geri kalan kesimlerine yayılacaktır.
•
Uzlaşım konusunda son bir soru soralım: neden bir özdil gereklidir? Çocuk, bu aşamayı atlayarak neden baştan ana dilin sözcüklerini
öğrenip uzlaşımı benimsemez? Yanıt olarak, ''düzenli iletişim davranışı'' kavramını geliştirebilmesi, bu tür davranışın
iletişime kazandırdığı kolaylığı kavrayabilmesi, ve daha önemli olarak ''uzlaşım bilinci'' gibi bir düşünceyi zihinde kurabilmesi, çocuğun bütün
bunları içinden türetebileceği bir ön-uzlaşımsal özdil geliştirmiş
olmasına bağlıdır, denebilir.
39
1690'da yayınladığı 'İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme' adlı eserinde (Bk. 111, Ch I, para. 1) Locke insan
iletişiminin var oluş nedenini şöyle belirliyor: ''Düşünce, insanın kendine
olduğu kadar başkalarına da zevk ve yarar sağlayabilecek •
çeşitliliğe sahip olmasına karşılık,
kendi kendini açığa vuramaz. insanın içinde saklı ve başkalarınca gözlemlenemez
olma özelliğini gösterir. Toplumun sağlaya,
bileceği yarar
ve rahatlıkları düşüncelerin iletişimi olmadan elde edemeyeceklerin- •
den, insanların, bir araya gelerek
düşünceleri meydana getiren görünmez kavramları başkalarına aracılıklarıyla
bildirebilecekleri herkesce gözlemlenebilir anlamlı simgeler bulmaları
zorunluydu''. Bu kitapta, insanların bunu nasıl yapabildikleri betimlenmeye
çalışıldı. Sonuç olarak, ana hatları Locke ile anlaşmamıza karşın, bir dili
kurmanın gereksinimler karşısında bir araya gelip iletişimi sağlayacak bir araç
üzerinde ortak bir anlaşmaya varmak olamayacağını önermiş oluyoruz. Durumun
Locke'un düşündüğü gibi bir anlaşmayı içerebilmesi için anlaşan bireylerin
(anlaşabilmek için) önden, bir ortak iletişim aracına (yani bir dile) sahip
olmaları gerekirdi. Bu ise, hemen görülebileceği gibi döngüsel bir açıklama olmaktadır.
İnsanların içinde, başkalarından saklı duran düşünceleri aktarabilmek onları
herkesçe gözlemlenebilir fiziksel söylenimlere 'paketleyerek' sunmakla
olacaktır. Bu paketleme ve paketin açılması, burada gördüğümüz gibi, kişilerin
bazı kararlar sonucu birtakım anlaşmalar yapmalarıyla değil, uzun bir evrim
sonucu, doğal ve istemsel ögelerin bir arada yoğrularak uygun dengeler
sağlamalarıyla mümkün olabiliyor. Bu olanağın nasıl ortaya çıkabildiğini
çekirdek iletişim olayını betimleyerek açıklamaya çalıştık. Betimlememiz,
iletişime katılan bireylerin rol ve işlevlerinin aktarılan mesajın doğasının
daha derinine tanınmasını içerdi. Çözümlememizi, iletişimin dilselleşme
yönünde kazandığı uzlaşım boyutunu da açıklaya- •
rak genelleştirmeyi amaçladık.
Çekirdek iletişim olayının genel
çözümlemesini tamamlamış bulunuyoruz. Böylece bu kitabın da sonu getirilmiş
oluyor. Ancak, bu, incelemiş olduğumuz alanın bütün yönlerinin kapsandığı
anlamında söylenmemiştir. Yapılmış olan, eğer başarılıysa, sadece temeli
aydınlatmıştır. Bu temelden türeyen daha karmaşık olgular ve yönlerin
açıklanması için çalışmanın sürdürülmesi gerekecektir. İletişim konusunun doyum
sağlayacak bir biçimde kapsanabilmesi için bu kitaptan sonra gelecek
çalışmaları iki yönde yoğunlaştırabiliriz. Birincisi, tam uzlaşımlaşmış
söylenim
kavramından tümce kavramının
türetilmesi, ve nasıl olup ta söylenimlerin böylece sözcük ve takı gibi ögelere
ayrılıp, sonra aynı ögeler
başka biçimlerde toplanarak yeni tümceler meydana getirilebildiği sorununun uygun bir açıklamasının
sağlanması yönüdür. Bu çalışma, dili bir dizge (sistem) olarak ele alıp tümce, sözcük ve yapı (gramer) arasındaki
ilişkiyi aydınlatacaktır. Bu kitapta, bu amaçla geliştirilecek bir kuramın ana çizgileri kabaca belirtilmiştir.
Böyle bir kuramla
insan iletişiminin tam bir açıklaması, çözümlemesi sağlanmış
olacaktır.
Bu kitabı izleyerek sürdürülebilecek
bir ikinci araştırma yönü ise, anlam veya •
anlamlılık kavramının bir çözümlemesinin
sağlanması olarak
belirebilir. Felsefe sorunu olarak bu temel bir öneme sahiptir. Burada izlediğimiz
görüşe göre anlam ve anlamlılık
iletişimde doğar. Oysa bunu söylemek, anlamın ne olduğunu söyle,
mekten çok gerilerdedir. Anlamın
iletişimde nasıl ortaya çıktığını, bir söylenimin ''anlamlı'' olduğunu söylemenin ne demek olduğunu
açıklamak gerekir.
Bu iki ana felsefi araştırma
yönüne bir temel sağlaması
yanısıra, tamamlanmış olan çalışmanın iç bütünlüğü ve kapsamış olduğu konunun önemi
vurgulanmalıdır. Bu çözümleme ile hayvan iletişiminden tam uzlaşımsal iletişime, sürekliliği
sağlayan ve
evrimsel gelişimi de açıklayan bir model sağlanmış olmaktaır. Aynı model, hayvan ve insan iletişimi
arasındaki ayrımı da aydınlatmaktadır. İnsanların başka türlerden farklı olarak ürettikleri
anlamlılık, iletişim istemi olduğu düşünülerek yorumlanan bir anlamlılıktır.
FELSEFE
KAYNAKLAR!
Austin, J .• How to do Things
with Words, Oxford U.P., 1 962.
Bennett, J., Linguistic
Behavior. London: Cambridge U.P. 1 976.
Chomsky, N., Reflections on
Language, London: Temple Smith, 1 979.
Danto, A., ··sasic Actions'',
White. A.R.. (ed.) The Philosophy of Action, Oxford U.P.
Davidson, D., ''Thought and
Talk'', Guttenplan, S. (ed.) Mind and Language, Oxford U.P. 1 975.
Dummett,
M., Frege: The Philosophy of Language, London: Duckworth, 1 973. Gandhi. R.,
Presuppositions of Human Communication, Delhi: Oxford U.P., 1974. Geach, P.,
Mental Acts, London: Routledge, 1 957.
Grice, H.P., 'Meaning',
Strawson, P. F., (ed.), Philosophical Logic, Oxford U.P. 1 967.
Grice, H.P., 'Utterer's Meaning
and lntentions', The Philosophical Review, 78, 1 969.
Grice,
H.P., 'Utterer's Meaning, Sentence Meaning and Word Meaning' Searle J., {ed.),
The Philosophy of Language, Oxford U.P.
Grice,
H.P. 'lntentions and Uncertainty', Annual Philosophy Lecture of the British
Academy, Oxford U.P., 1971.
Harman,
G., 'Three Levels of Meaning', Steinberg and Jacobovits, {eds.), Semantics,
Cambridge U.P., 1968.
Harman, G., Thought,
Princeton U.P., 1 973.
Lewis, D., Convention,
Harvard, 1 969.
Meiland, J., The Natura of lntention,
London: Methuen, 1971.
Quine,
W.V. O., 'Truth by Convention', Ways of Paradox, New York: Random House, 1 939.
Ouinton,
A.M .• The Nature of Things, London: Routledge, 1973.
Ryle,
G., The Concept of Mind, Penguin, 1949.
Ryle,
G., ''A Puz zling Element in the Notion of Thinking'', Proceedings of the
British Academy, 44, 1958.
Schiffer,
S.. Meaning, Oxford U.P., 1 972.
Searle,
J., Speech Acts, Cambridge U.P., 1 969.
Sibley, F.N., ''Ryle and
Thinking'', Wood, O., ve Pitcher, G., (eds.), Ryle, Macmillan, 1 970.
Stampe, D., 'Towards a
Grammer of Meaning', The Phil. Review, 1969.
Strawson, P.F., 'Meaning and
Truth', Logico Linguistic Papers, London: Methuen, 1 972.
Strawson, P.F., Freedom and
Resentment, London: Methuen, 1973.
•
Wittgenstein, L., Philosophical
Grammar, Oxford: Blackwell, 1 975.
Wittgenstein, L.,
Philosophical lnvestigations, Oxford: Blackwell, 1 953.
Ziff, P., 'On H.P.Grice's
Accont of Meaning', Analysis, 28, 1 967.
« Prev Post
Next Post »