DOĞU DİNLERİ...
| |
Ali
İhsan Yitik
Ali îhsan
Yitik, Prof. Dr.
1962 yılında Denizli Tavas’ta doğdu. Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu (1985). “Hint Kökenli Dinlerde
Karma öğretisi ve Tenâsüh İnancıyla İlişkisi” konulu doktora teziyle
doktorasını tamamladı (1992). 1997*de yardımcı doçent, 2000’de doçent, 2006
yılında profesörlük kadrosuna atandı. Halen Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi öğretim üyesidir.
Yitik, Ali İhsan
Doğu Dinleri/Ali İhsan Yitik. - İstanbul :
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (ÎSAM), 2014.
315 s.; 20 cm. - (ISAM Yayınlan; 160. Temel
Kültür Dizisi; 33)
Dizin ve kaynakça var.
Önsöz • ıı
Kısaltmalar • 17
Birinci Bölüm
HİNDUİZM • 19
I.
Ariler ve Dinleri • 25
II.
Hinduizm ve Bölgenin Diğer Dinleri • 27
III.
Hinduizm’in Tarihsel Gelişimi • 32
IV.
Hinduizm’in Temel Özellikleri • 35
V.
Hindu Kutsal Metinleri • 49
A.
Sruti (İlhama dayalı olanlar) • 49
B.
Smriti (Akla veya düşünceye dayananlar) • 63
VI.
Hinduizm’de İbadet • 66
VII.
Başlıca Hindu Mezhepleri • 72
VIII.
Modern Dünyada Hinduizm • 75
İkinci Bölüm
BUDİZM «79
I.
Buda’nın Hayatı • 82
II.
Budizm’in Yayılışı • 84
III.
Buda’nın Reformları • 90
IV.
Kutsal Metinler • 92
A.
Pali Kanon (m.ö. 350-90) • 92
B.
Mahayana Kutsal Literatürü • 97
V.
Bir Din Olarak Budizm
• 99
A.
Bağımlı Varoluş Yasası (Pratityasamutpada)i • 100
B.
Dört Temel Hakikat • 100
C.
Sekiz Dilimli Yol •
102
D.
Karma Öğretisi • 104
E.
Nirvana • 106
VI.
Budizm’de İbadet • 111
VII.
Başlıca Budist Mezhepleri •
124
A.
Hinayana ve Mahayana Arasındaki
Benzerlikler • 125
B.
Hinayana ve Mahayana Arasındaki Farklar 125
C.
Zen/Ch’an Budizmi •
130
D.
Tibet Budizmi
(Lamaizm) • 133
Üçüncü Bölüm
JAİNİZM • 137
I.
Tarihsel Gelişimi • 139
II.
Kutsal Metinleri • 143
III.
Temel Öğretileri • 148
IV.
Başlıca İbadet ve Uygulamaları • 152
Dördüncü Bölüm
S İHIZ M • 159
I.
Tarihsel Gelişimi • 162
II.
Guruluk ve On Guru •
165
III.
Sih Kutsal Metinleri •
175
IV.
Sihizm’de İnanç Esasları • 177
V.
İbadet, Geçiş Törenleri ve Festivaller • 183
VI.
Batı Dünyasında Sihizm • 191
VII.
Sihler’in Diğer Dinlere Bakışı • 192
Beşinci Bölüm
GELENEKSEL ÇİN DİNLERİ • 199
KONFÜÇYÜSÇÜLÜK • 205
I.
Konfüçyüs’ün Öğrencileri • 208
II.
Kutsal Metinler • 209
III.
Dinsel Uygulamalar • 212
TAOİZM (TAOCULUK) • 215
I.
Kutsal Metinler • 215
II.
Tarihsel Gelişimi • 220
EKLER • 225
EKı
HİNDUİZM’DE DHARMA KAVRAMI • 227
Ek 2
HİNDUİZM’İN DİĞER DİNLERE BAKIŞI • 237
I.
Giriş • 237
A.
Sanatana Dharma • 238
B.
“Hakikat Tektir...” Öğretisi • 240
C.
Adhikâra • 243
II.
Ramakrişna • 245
III.
Swami Vivekananda • 248
IV.
Mahatma Gandi (1868-1948) • 253
V.
Sarvapalli Radhakrişna • 256
VI.
Sonuç • 258
Ek 3
HİNT DİNLERİNDE KÖTÜLÜK ve ŞEYTAN • 259
I.
Hinduizm’de Şeytan • 259
II.
Budizm’de Şeytan • 269
Notlar • 277
Sözlük • 291
Kaynakça * 299
Dizin • 307
Değerli bilim adamı Prof. Dr. M. Cemal
SOFUOĞLU’nun aziz hatırasına
Önsöz
Elli ciltlik Doğunun Kutsal Kitapları serisinde Max Müller,
“Doğu dinleri” ifadesini, Yahudilik ve Hıristiyanlık dışındaki diğer bütün dinsel gelenekler için kullanır. Çünkü seride bu iki din hariç diğer dinlerin kutsal metinlerine yer verilmektedir. Elinizdeki çalışmada ise aynı terim sadece geleneksel Hint ve Çin inançları için kullanılmış ve İslâm dini ile İran dinlerine yer verilmemiştir.
Bunun birinci nedeni, öncelikle mensubu olduğumuz İslâm
dininin böylesi ansiklopedik tarzda değil, daha ayrıntılı
biçimde ele alınması gerektiği düşüncesidir.
Geleneksel İran dinleri ise, taraftarlarının sayısı hayli azalarak 30.000’lere düştüğü için, günümüzde genellikle ölü/ tarihî dinler kategorisinde ele alınabilecek dinlerdir. Dahası, Çin dinlerinin de mevcut durumları bakımından büyük oranda bir çeşit ahlâk veya eğitim öğretisine indirgendikleri göz önüne alındığında, “Doğu dinleri” ifadesinin bugün sadece Hinduizm ve Budizm için kullanılabileceğini ileri sürmek yanhş olmayacaktır.
“İbrahim” kelimesinin brahman
veya berâhime terimlerinin bozulmuş biçimi
olduğu; “et-tin” ifadesinin Buda’nm
(Budda) altında
aydınlanmaya kavuştuğu bod- hi ağacına,
dolayısıyla Budizm’e işaret ettiği; aynı şekilde Zülkifl’in de yine onun doğum
yeri Kapilavastu’ya nispetle “Kapilalı” anlamında Buda’ya delâlet ettiği
şeklindeki zorlama yorumlar bir
yana bırakılacak olursa, Kuranda Hint ve Çin dinlerine hiçbir atıf yoktur. İslâmî kaynaklarda bu dinlere dair bilgiler, Yahudilik ve Hıristiyanlığa nispetle çok azdır.
Bîrûmnin muhteşem eseri Tahkîku mâ li’l-Hind ise, yaklaşık bir buçuk asır önce
Batı dillerine tercüme edilerek yayımlanmış olmasına rağmen henüz Türkçe’ye
kazandırılmış değildir. Dolayısıyla bu eser konuya ilgi
duyan pek çok meraklı ve Türk araştırmacısı
için ulaşılabilir veya kullanılabilir bir kaynak olmaktan uzaktır. Sonuç olarak bu dinlerle
ilgili Türkçe kaynaklar, muhtelif Batı dillerinde farklı amaçlarla kaleme alınmış eserlerden yapılan
çevirilerle sınırlı kalmıştır.
Oysa Türk topluluklarının Hint ve Çin kültürüyle tanışmaları tarihin çok eski dönemlerine
uzanır. Meselâ daha milâdın ilk yıllarında Saka Türkleri’nin Kuzey Hindistan’ı, Pencap ve Sind’i ele geçirerek burada Saka İmparatorluğu’nu (tahminen m.ö. 150-m.s. 150) kurdukları,
Kuşanlar’m da (m.s. 50-180) yine aynı dönemlerde Keşmir’den Banâres’e
bütün Ganj havzasına hâkim oldukları bilinmektedir. Özellikle
Kuşanlar’m Budizm’i kabul etmeleri, hem bu
elinin varlığını
sürdürmesi ve bugüne ulaşması hem de onun yaşayan
en büyük kolu olan Mahayana
Budizmi’nin ortaya çıkışı
bakımından son derece önemlidir. Çünkü Budizm’in milâdî III. asra doğru Hindistan’daki varlığı
tamamen sona ermiş, buna karşılık Türkistan’da kurulan viharalar ve buralarda yetiştirilen keşişler vasıtasıyla bu din önce Horasan’a ve bilâhare
İpek yolu boyunca doğuya yayılarak günümüze ulaşabilmiştir. Aynı
şekilde Türkler’in ÇinlilerTe uzun yıllar komşu oldukları, birbirleriyle kıyasıya
mücadele ettikleri hatta tarihî Çin Seddi’nin Türk akmlarmdan bunalan Çinli yöneticiler tarafından inşa edildiği, bilinen ve sıkça tekrar edilen bir gerçektir.
Kısacası, Hint ve Çin bugün bize uzak bölgeler
gibi görünse bile Türk tarihi bakımından durum böyle değildir.
Yine hicri birinci yüzyılın sonlarında Muhammed
b. Kasım kumandasındaki îslâm ordularının Hint yarımadasının kuzeybatısındaki
Sind bölgesine kadar ilerledikleri ve bu bölgeleri kısmen ele geçirdikleri
bilinmektedir. X. asrın sonlarında Sebük Tegin (977- 997) önderliğinde
Gazneliler Devleti’nin (963-1186) kurulmasıyla birlikte Hint kültürüyle
ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır. Sebük Tegin’in son yıllarında başlayan
ve Sultan Mahmud döneminde devam eden Hint seferleri sonrasında Hint alt
kıtasının kuzey bölgeleri tamamen müslümanlarm hâkimiyetine geçmiştir. Daha
sonraki dönemlerde güneye ve doğuya doğru genişleyen fetih hareketleriyle
Hindistan alt kıtası -Delhi Türk Sultanlığı (1206-1451) ve Bâbür İmparatorluğu
ile (1526-1858) onların toprakları üzerinde kurulmuş küçük hânedanlıklar
sayesinde- uzun yıllar müslüman yöneticilerin idaresinde kalmış ve bu süreç,
bazan kesintiye uğramış olsa bile, 1860 yılındaki İngiliz istilâsına kadar
devam etmiştir. Bu dönemde bölgede inşa edilen birçok yapının yanı sıra iki
kültür arasındaki etkileşim, bhakti ve sant hareketleri ile
Ekber Şah’ın (1556-1605) “dîn-i İlâhî arayışı” gibi önemli fikrî gelişmeleri
de ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla Hint yarımadası, İslâm düşüncesi açısından
da önemli bir bölgedir. Bu durum doğal olarak bölgenin siyasî ve kültürel tarihinin
bilinmesini zorunlu kılmaktadır.
İslâm’ın Hint kültürüyle ilişkisi sadece
geçmişle sınırlı değildir. İki kültür arasındaki kültürel temas, burada
yaşayan yaklaşık 400 milyon müslüman sayesinde halen devam etmektedir. Hint
Müslümanlığı incelendiğinde, bazan geleneksel uru kültü ve kast
anlayışı gibi Hindu
inanç ve uygulamalarının kısmen
değiştirilerek kabul edildiği bazan da bölgedeki diğer
dinlere duyulan tepkinin bir sonucu olarak turuncu ve kırmızı renkli elbise gi-
yilmemesi örneğinde
olduğu gibi, özgün uygulamaların bulunduğu görülür. Kısacası, sebebi ne olursa olsun dinler, girdikleri kültürel çevrelerden etkilenir ve dünyadaki
hemen her dinde rastlanan bu durum, İslâmiyet için de söz konusudur. Bundan ötürü Hint Müslümanlığını ele alan her yazar veya araştırmacı, geleneksel Hint dinlerine başvurmak mecburiyetindedir. Böyle bir âşinalık en azından ondaki Hint kültürüne
ait unsurları ayırt edebilmek bakımından gereklidir.
Dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus, Hinduizm veya Budizm’e ait mistik ve tarıtrik görüşlerin, yeni dinî hareketlerin en önemli
öğeleri haline gelmesidir. 1950 sonrasında Batı’da ortaya çıkan ve yayılan bazı
akımların son yıllarda ülkemizde de taraftar bulmaya başladığı bilinmektedir. Çoğu zaman hiçbir din veya tarikatla ilgili olmadıklarını, sadece bilimsel araştırmalara ve çağdaş
yöntemlere dayandıklarını iddia eden bu akımların temel öğreti ve uygulamalarının
doğru anlaşılıp değerlendirilebilmesi için de geleneksel Hint dinlerinin tanınmasına
ihtiyaç vardır.
Çin dinleri de yukarıda ifade edildiği üzere,
özellikle Türk kültür tarihi açısından önemlidir. Ancak bu dinsel gelenekler günümüzde
büyük oranda felsefî bir düşünce olarak değerlendirilmektedir.
Bunun en önemli sebebi, şüphesiz, son bir asırdır Çin’de egemen olan, dini sıradan bir kültür unsuru olarak gören
ve onun özgürce yaşanmasına izin vermeyen siyasî düşüncedir. Ancak bu noktada Konfüçyüsçülük ve Taoizm’in tarihsel süreçte
şekillenen öğretilerinin Çin’de böyle bir anlayışın oluşmasında katkısının
büyük olduğunu da
unutmamak gerekir. Bundan dolayı bu çalışmada
adı geçen dinler geleneksel Çin dindarlığının temel formları olarak görülmüş
ve kısaca tanıtılmak istenmiştir.
Netice itibariyle beş bölümde sunulan fakat
aslında iki kısımdan oluşan bu çalışmada, Hint ve Çin dinleri fazla ayrıntıya
girilmeden bugün yaşandıkları ve anlaşıldıkları şekliyle tanıtılmaya gayret
edilmiştir. Bu yapılırken, en az 2500-3000 yıllık bir geçmişi bulunan ve her
biri çok sayıda kutsal metne sahip, “semitik” dinlerden oldukça farklı bir din
anlayışını benimsemiş gelenekler hakkında konuşulduğu ve bunun zor bir görev
olduğu bilinciyle hareket edilmiştir. Çalışmada ilgili kutsal metinlerin yanı
sıra Hindu veya Batılı araştırmacılar tarafından kaleme alınmış eserlerden de
faydalanılmıştır.
Kitabın birinci kısmında sırasıyla Hinduizm, Budizm,
Jainizm ve Sihizm’i tarihsel gelişimleri, temel öğretileri, ibadet ve
uygulamaları bakımından ele alan dört bölüm yer almaktadır. Bu bölümlerdeki
yazılar, adı geçen dinleri, genel özellikleriyle ele alan rasyonel denemeler
veya onları anlama çabası şeklinde tanımlanabilir. İkinci kısımda ise tarihî
Çin gelenekleri çok genel özellikleriyle bu kültürlere ilgi duyan Türk okuyucusuna
tanıtılmaya çalışılmıştır.
Bu mütevazı çalışmanın hazırlanmasında kuşkusuz
birçok meslektaşımızın değişik biçimlerde katkıları oldu. Hepsine samimi
teşekkürlerimi sunuyorum. Özellikle genç arkadaşlarım Dr. Hammet Arslan ve Dr.
Muhammet Ertoy’a eserin hazırlanması, dizgisi ve tashihindeki özverili
katkılarından dolayı teşekkür etmek isterim. Hazırlanan çalışmanın okuyucu ve
araştırmacılar için yararlı olmasını temenni ederim. Gayret bizden, başarı
Allah’tandır.
İzmir, 16 Temmuz 2013
AG Adi Grand
bk. Bakınız
c. Cilt
ed. Editör
DİB Diyanet İşleri
Başkanlığı
GGS Guru Grand
Sahih
Hz. Hazreti
m.ö. Milâttan önce
m.s.
ö. Milâttan sonra
Ölüm tarihi
s. Sayfa
SBE Sacred Books of
East
sy- Sayı
trc. Tercüme eden
ts. Tarihsiz
TTK Türk Tarih
Kurumu
yy- Yayınevi yok
Birinci
Bölüm
HİNDUİZM
av |
Hint kıtası veya Hindistan, Asya’nın güneyinde,
tabanı kuzeydeki Himalaya sıradağları olan ve güneye doğru uzanan bir üçgen şeklindeki
geniş yarımadanın adıdır. Anadolu, Mısır ve Mezopotamya gibi dünyanm en eski
yerleşim merkezlerinden biri olan bu yarımada, coğrafî konumu sebebiyle diğer
bölgelere nazaran daha az yabancı istilâsına uğramıştır. Kuzeyinde bir baştan
bir başa uzanan Himalaya sıradağları, yarımadayı dünyanın diğer bölgelerinden
ayıran ve istilâlardan koruyan doğal bir set oluşturmuştur. Tarih boyunca
bölgenin dışanyla münasebeti ve bu coğrafyaya yabancı orduların girişi, büyük
oranda ancak bu dağ sırasında yer alan Hayber, Bolan, Kavak ve Bamyan geçitleri
sayesinde mümkün olmuştur. Dolayısıyla dünyadaki diğer klasik kültürlerden
önemli farklılıklar gösteren Hint kültürünün orijinalliğini uzun süre muhafaza
etmesi, belli ölçüde bölgenin coğrafî konumunun bir sonucudur, denilebilir.
Hint alt kıtasında ortaya çıkan inanç
sistemleri arasında tarihî bakımdan en eski gelenek Hinduizm’dir. Kendi
mensuplarınca o, sanatana dharma (ezelî-ebedî şeriat) veya sadece dharma
olarak anılır ve daha
dünyanın yaratılış aşamasında, insanın burada huzurlu bir hayat sürdürebilmesi
için Tanrı tarafından önerilen ve tesis edilen bir
yol olarak kabul edilir. Hinduizm’in Hint alt kıtasında ortaya çıkan diğer
dinî sistemlerle ilişkisi, bazı araştırmacılarca Yahudiliğin Hıristiyanlık ve İslâm gibi diğer semitik dinlerle ilişkisine benzetilir. Zaten
Hinduizm de Hint yarımadasıyla
sınırlı bir din oluşu itibariyle etnik kökenlidir ve bu yönüyle Yahudiliği çağrıştırır. Zira dünyanın diğer
bölgelerindeki Hindular’ın da genel olarak Hint kökenli oldukları bilinmektedir. Ancak Hinduizm’i Yahudilik ve diğer dinlerden ayıran en önemli özellik,
belli bir kurucusunun ve âmentüsünün bulunmayışıdır. Diğer bir deyişle Hinduizm’in bir Hz. Mûsa sı yoktur. Dolayısıyla o, büyük bir peygamber/mimar tarafından belirli bir zamanda özenle inşa edilmiş bir sisteme değil,
bir şekilde toprağa düşen ve zamanla gelişerek devâsâ bir ağaca ve sonrasında
uçsuz bucaksız bir ormana dönüşen bir tohuma benzetilebilir. Ancak söz konusu tohumun toprağa ne zaman düştüğü belli değildir.
Hindular arasında Hinduizm’in tanrısal
ve ezelî olduğu şeklindeki yaygın inanışa rağmen bu dinin bilinen tarihi, otuz beş
asırdan daha uzun bir zaman dilimini kapsar. Güvenilir kaynaklara göre en geç m.ö. II. bin yılın
ortalarında Doğu Avrupa steplerinden
gelen Arîler, önce
Kuzeybatı Hindistan’ı, daha sonra bütün Kuzey Hindistan’ı
istilâ eder. Onların Hint yarımadasını yavaş yavaş istilâ ettikleri bu dönem,
aynı zamanda farklı kültürlerin birbiriyle karşılaştığı ve kaynaştığı bir devredir. Bu etkileşim dolayısıyla Hinduizm gerçekte, Arî dinî inanç ve gelenekleriyle yerli Dravidyen dünya görüşlerinin bu dönemdeki karışımı sonucu ortaya çıkan yeni dinî sistemin adıdır. Ancak ilk dönemlere ait
yeterli yazılı kaynak ve belge bulunmamasından
ötürü Hinduizm’in ihtiva ettiği unsurlardan hangisinin yerli kültüre ait
hangisinin de Ârî katkısı olduğunu kesin olarak tespit etmek -en azından bugün
için- mümkün değildir.
Bununla birlikte 1921 yılından bu yana Mohen-
jo-Daro ve Harappa höyüklerinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan bulgular,
araştırmacılara bu konuda, kesin olmasa bile, bir şeyler söyleme imkânı
vermiştir. Meselâ bölgedeki kazılarda çoğunluğu kadın olan çok sayıda kilden
veya bakırdan figüre rastlanmıştır. Bunların bazısı hamur yoğurur, bazıları
tabak çanak veya çocukları için oyuncaklar taşır biçimde tasvir edilmiştir.
Üstelik bir kısmının da hamile veya çıplak olduğu dikkat çekmektedir. Bütün
bunlar, bölgede eski Mısır, Mezopotamya ve Anadolu’da rastlanan ana tanrıça
kültlerine benzer bir anlayışın var olduğu şeklinde yorumlanabilir. Yine bu
tasvirlerin Hinduizm’deki dişil enerji (saktı) kültünün prototipleri
olarak yorumlanması da mümkündür.
Bölgedeki kazılarda bulunan figürler sadece ana
tanrıçalarla sınırlı değildir, onların yanı sıra erkek tanrı heykelleri de söz
konusudur. Öyle ki bunlardan bazıları meditasyon halinde ve etrafları fil,
aslan, gergedan, manda ve ceylan gibi yaban hayvanlarıyla çevrili olarak
resmedilmiştir. Bu bulgular Hinduizm’de yogilerin ve hayvanlar âleminin rabbi (pashupati)
olarak tanımlanan Şiva’yı hatırlatmaktadır. Arkeolog J. Marshall bunları
haklı olarak “Proto-Şiva figürler” şeklinde tanımlamaktadır. Ayrıca bu
figürlerin daha sonraki dönemlere ait Buda’nın Sarnath vaazını tasvir eden
resimlerle benzerliği de dikkati çekmektedir.
Öte yandan ele geçirilen aslana binmiş
biçimdeki tanrıça tasvirleri Hindu Durga tapımının habercileri gibidir.
Bulunan gamalı haç motifleri ise özellikle Jainizm’de hareketi ve bereketi
sembolize eden swasti-
kaları akla getirmektedir. Kazılar, İndus halkının
bunların yanı sıra başta güneş olmak üzere birçok doğa olayına tanrısal güç
atfettiklerini, bazan onlardan korktuklarını, sihir ve büyüye başvurduklarını
ve korunma veya bereket amaçlı olarak muska ve benzeri şeyler taşıdıklarını
ortaya koymuştur. Mohenjo-Daro’da bulunan dans eden kız heykelciği de Hindu
tapınaklarındaki dansçı kızları hatırlatmaktadır. Mezarlarda veya özel toprak
kaplarda ele geçirilen mücevherler ve özel eşyalar ise, bölge halkının
ölülerini gömdüklerinin ve ölüm sonrasına inandıklarının göstergesi olarak yorumlanmıştır.
Sonuç olarak bölgede gerçekleştirilen kazılar,
İndus havzasında yaşayan yerli halkın Hinduizm’le örtüşen birçok inanç ve
uygulamaya sahip olduğunu göstermiştir. Bunlar arasında sakti kültü,
Şiva tapımı ile aslan, boğa, yılan, keçi vb. hayvanlar etrafında gelişen inanç
ve uygulamalarla peepul ve neem denilen ağaçların kutsanması
sayılabilir. Aynı şekilde kazı bulguları arasında yer alan boynuzlu tanrı
Ma’nın Hindular’ın Kali ve Uma’sının, dört kollu ve üç başlı tasvirlerin de
Hindu Brahma, Vişnu veya Şiva tanrılarının habercileri olarak yorumlanması
mümkündür. Ancak arkeologlar ve Hin- dologlar arasında bu konuda bir uzlaşmanın
olmadığı ve farklı yorum ve değerlendirmelerin bulunduğu da her zaman
hatırlanmalıdır.
Bölgeyi ele geçiren Ariler’in düşünce ve hayat
tarzlarına ilişkin olarak da farklı görüşlere rastlanır.
I. Â I rîler ve DinleIri
“Asil, soylu” anlamına gelen Ârî veya Arya terimi, bugün kullanılan İran ve İrlandalı (Eire) terimleriyle yakından ilgilidir. Zaten Hint-Avrupalı bir dil konuşan Arîler’in, kültürel
özellikleri bakımından Grek, Sloven, Germen, İtalyan, Arnavut, Ermeni dilleri ve kültürlerinin yanı sıra İran ve klasik Kelt kültürünün bugüne taşıyıcısı durumundaki İrlanda,
Gal ve İskoç kültürleriyle de önemli benzerlikler gösterdiği
kabul edilir. Buna rağmen Aryalar’m anavatanı konusunda araştırmacılar
arasında yakın zamana kadar fikir birliği olmamıştır. Mircea Eliade, bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
Yüzyılı aşkın süredir, bilginler Hint-Avrupalılar’m anavatanını belirlemeye, daha önceki tarihlerini tespite ve
göç aşamalarım
çözmeye gayret etmektedir. Şimdiye kadar onların
anavatanı Avrupa’nın kuzeyinde ve ortasında, Rusya bozkırlarında, Orta Asya’da, Anadolu’da vb. yerlerde arandı. Bugün ise Karadeniz’in
kuzeyinde Karpatlar ile Kafkasya arasında kalan bölgenin Hint-Avrupa topluluklarının,
dolayısıyla Aryalar’in anavatanı olduğu konusunda neredeyse bir fikir birliği söz konusudur.1
Ârî kültürünün ayırıcı vasıflarının başında, göçebe- çoban kültürü ve ataerkil aile yapısı sayılmaktadır. Bunun yanı sıra iyi at kullanmaları ve askerî
örgütlenme biçimleri de onların belirgin özelliklerindendir.
Ayrıca bütün Hint-Avrupa toplulukları gibi Arîler’in de müzik ve dansı sevdikleri, soma ve sura gibi sarhoş edici içkilere düşkün
oldukları da bilinmektedir.
Bunların yanı sıra Ârî kültürüne ve dinlerine ait eldeki en eski ve önemli yazılı kaynak durumundaki Veda metinlerine dayanarak; Ârî dinsel düşüncesinin
bâriz
vasıfları arasında, gök ve hava
hiyerofilerinin hâkim
oluşu zikredilebilir. Buna göre başta güneş olmak üzere ay, rüzgâr, şimşek ve yağmur gibi pek çok gök cismi ve doğa olayı ya bizzat tanrı veya tanrıça kabul edilmiş ya da tanrısal kudretin tezahürleri
şeklinde algılanmıştır. Bunların her biri egemenlik, yaratıcılık ve aşkmlık gibi tanrısal
vasıflara sahiptir. Ayrıca onlar ataerkil aile yapısıyla uyumlu eril (erkek) tanrılardır. Tanrıların anası kabul edilen Aditi, şafak tanrıçası Usas ve gece tanrıçası Ratri gibi ikincil konumdaki dişil tanrıçalara da rastlanır.
Ârî dinsel düşüncesinin dikkati çeken özelliklerinden bir diğeri, bu tanrılar adına
yapılan muhtelif âyinlerin ve kurban törenlerinin
yaygın oluşudur. Yılın belirli dönemlerinde onlar adına koyun, keçi, at veya sığır gibi hayvanlardan kurbanlar kesiliyor ve etleri ateşte yakılmak
suretiyle tanrılara ulaştırılıyordu. Böylece tanrıların öfkelerinin yatışacağı
veya insanların onlardan arzu
ettikleri her şeyi
gerçekleştirecekleri kabul ediliyordu. Özellikle ateş, tanrılar ile insanlar arasındaki
aracı rolünden ötürü büyük itibar görüyor, hatta bazan o da Agni adıyla tanrı gibi algılanıyordu.
Ölü gömme âdetleri ve ölülerle ilgili törenler göz
önüne alındığında, Arya dinine ait başka bir temel özelliğin ölüm
sonrası hayat inancı olduğu söylenebilir. Ölülerin
gömülme biçimleri ve sonrasında büyük bir itina ile gerçekleştirilen
sradha törenleri böyle bir inancın sonucu olarak yorumlanabilir. Veda metinlerinde daha sonra bütün Hint dinlerinin ortak ve temel inancı haline gelen karma-tenâsüh inancı yer almaz; zira bu inancın Arya kültürüne yerli Dravid kültüründen
geçtiği ve muhtemelen m.ö. VIII. yüzyıldan itibaren Hint düşüncesi
ve kutsal metinlerinde yer aldığı kabul edilir.
Aryalar’m ölüm sonrası inancı ise, Zerdüştîlik ve semi- tik geleneğe
ait dinlerin ölüm sonrası inançlarına benzer. Zira Vedalar a göre ruhlar, dünya hayatlarındaki amellerinin ahlâkî
niteliğine bağlı olarak ya mükâfat görecekleri iyilikler diyarına (svarga) ya da karanlık ve soğuk olan kötüler
diyarına (loka veya narakaloka)
gidecek ve buralarda dünyadaki
yaşamlarının karşılığını göreceklerdir.
II. HLinduİizm ve Böllgeniin Diiğer DiinIleri
Hint yarımadasında ortaya çıkan çeşitli dinler Tanrı ve varlık
konusunda farklı anlayışlara sahip olsalar da hayata ve insana bakış açılarında
şaşırtıcı bir benzerlik göze çarpar. Başka bir ifadeyle, bölgede ortaya çıkan
Jainizm, Budizm ve Sihizm gibi dinler Hinduizm’e ait birçok unsuru bünyelerinde
barındırır, hatta bundan dolayı bazan ayrı birer din değil, klasik Hindu mezhepleri
biçiminde değerlendirilirler. Zira Hint kökenli olan bu dinlerin her biri için
varoluş, ister yeryüzünde isterse başka bir metafizik mekânda olsun, acı ve
kederden ibarettir. Bu sebeple insanoğlu hangi varoluş basamağında bulunursa
bulunsun, nihaî kurtuluşa ulaşamadığı sürece ıstırap ve sıkıntılarla dolu
dünya hayatını tekrar tekrar yaşamaya mahkûmdur. Hint dinlerinde ferdin böyle
sıkıntılı bir varoluş girdabına düşmesinin temel sebebi, bu varoluşun mahiyeti
ve ondan kurtuluş imkânı konusundaki ortak görüşler, yaygın olarak maya,
karma, samsara ve mokşa (rıirvana) öğretileriyle ifade edilir.
a.
MajMaya ve ! ya A vidyâ
İnancı:)Maya,ikelimeaanla olarak yanılgı, yanılsama veya gerçekliği
olmayan bir şeyin hakikat gibi algılanması demektir. Hint dinlerinde ise maya,
kişinin gerçeği kavrayarak nihaî kurtuluşa
ulaşmasını engelleyen unsur anlamına gelir. Bununla birlikte Rig Veda ve Briharanyaka Upanişad gibi Hindu kutsal metinleri ile Sihizm’in kutsal kitabı Adi Grant’ta aynı terim, çoğunlukla “Tanrı’mn yaratıcı ve değiştirici kudreti veya bu kudretin eseri olarak yarattığı tabiat” anlamında kullanılmıştır. Bu sebeple söz konusu terimin delâlet ettiği
“illüzyon” veya "yanılgı” mânasının mutlak değil; bireyin, fenomenler âleminin varlığı ve mahiyetiyle ilgili yanılgısı olduğu söylenebilir. Birey, tabiattaki varlıkların mahiyetini lâyıkıyla idrak edemediği
için, tek ve yegâne hakikat olan Tanr I ıyı unutur ve sadece bu varlıklara yönelir. İşte bu fâni şeylere karşı gösterilen aşırı istek, hem bireysel varoluşun hem de hayatta karşılaşılan her türlü acı ve sıkıntının temel nedenidir.
Aralarındaki anlam benzerliğinden dolayı maya terimi birçok
araştırmacı tarafından avidyâ terimiyle aynı mânada kullanılmıştır. Nitekim Sankhya ve Carvaka ekolleri dışındaki bütün Hindu düşünce ekollerine ve Sihizm’e göre avidyâ, fenomenler âlemindeki varlıkların çokluk ve çeşitliliğine
kapılarak aslında tek olan hakikatin
idrak edilememesi demektir. Sankhya ekolüne göre avidyâ, fenomenler dünyasının temelindeki iki ana prensip olan prakriti ve purusanm varlıklarının farkına varamamaktır.
Carvaka ekolü ise, materyalist bir
sistem olduğu için
eşyanın hakikati ve onun ardındaki gerçeğin araştırılması gibi bir problemle ilgilenmez.
Budizm’e göre avidyâ, gerçekte nedensellik çemberine bağlı olarak sürekli değişim
halindeki varlıkların geçici hallerinin mutlak
hakikat ve değişmez
zannedilmesidir. Avidyâ aynı zamanda, on iki halkadan oluşan Budist nedensellik çemberinin ilk halkası ve âlemdeki her türlü kötülüğün
üç temel sebebinden biridir. Hatta
bu sebeplerden diğer ikisinin, lobha (aç gözlülük) ve döşemin da (nefret) eşyanın
gerçek mahiyetinin idrak edilemeyişinden kaynaklandığı göz
önüne alınınca avidyâ, tıpkı Hinduizm ve Sihizm’de olduğu gibi, Budizm’e göre
de âlemdeki kötülüğün yegâne sebebi olarak tanımlanabilir.
Jainizm açısından bakıldığında ise avidyâ, jiva atomunun ilk hareketinin, dolayısıyla varoluşun temel sebebidir. Çünkü Jainist düşünceye göre fenomenler âlemi, jiva atomlarının böyle bir hareketi sonucu etrafındaki pudgala atomlarının onunla temasa geçmesi
ve bu ilişki sonrasında jivamn tekâmülüyle devam eden bir süreç
neticesinde oluşur. Böyle bir varoluş sürecinin hiçbir
basamağında Tanrı veya benzeri bir yüce kudretin müdahalesi söz konusu değildir. Sistemin bu özelliği
dikkate alınınca, avidyânm gerek varoluş âleminin meydana gelişinde gerekse bu âlemdeki acı ve sıkıntının mevcudiyetinde ne kadar önemli bir faktör olduğu daha iyi anlaşılabilecektir.
Sonuç itibariyle maya
veya avidyâ, bütün Hint inanç sistemlerine göre
bireyin mâruz kaldığı her türlü acı ve sıkıntının
nihaî sebebi olan ezelî prensip veya dünyevî varoluşun temel sebebi kabul edilmektedir.
b.
SanSamsara verKarm■aı İnancı:TSamsara,ndünya ki
doğum-ölüm-yeniden doğuş döngüsünü ifade eder. Karma ise ruhun bu fâsit
dairedeki hareketini düzenleyen prensibin adıdır.
Samsara inancı, Türkçe’de daha ziyade tenâsüh veya ruh
göçü kavramlarıyla ifade edilir. Bîrûnî, Tahkîku mâ li’l-Hind isimli
eserinde Hindu tenâsüh anlayışı konusunda şöyle der: “Şehâdet kelimesi İslâm,
teslis Hıristiyanlık, cumartesi gününe tâzim Yahudilik için ne
derece önemli ise, tenâsüh de Hindular için
aynı derecede önemlidir. Bundan dolayı tenâsühe inanmayan bir Hindu düşünülemez; zaten söz konusu din mensupları da böyle bir kimseyi Hindu kabul etmezler.”2 Yine Bîrûnî’ye göre, Hindular’m tenâsühe
inanmalarının sebebi, ruhun nihaî kurtuluşunu temin edecek mutlak bilginin ancak böyle silsile halindeki varoluşlar süresince cüzlerin tek tek tecrübe edilmesiyle elde edilebileceğine olan inançlarıdır. Tek bir varoluş
müddetince böyle bir tecrübenin tamamlanabilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Hinduizm içerisinde birer reform hareketi şeklinde ortaya çıkan ve zamanla ayrı dinler haline gelen Jainizm, Budizm ve Sihizm de karma (tenâsüh) inancını temel inanç olarak kabul etmiştir.
c.
MoMokşayveyarN3irvanaaİnancı:nHint11dinleri üçüncü
ortak özelliği, avidyâ ve samsara çarkından kurtuluş imkânının kabul edilmesidir. Söz konusu dinlere ait
kutsal metinlerde böyle
bir kurtuluşu ifade etmek için mokşa, mukti, nirvana (nibbana) ve apavarga
gibi pek çok terimin kullanıldığı
görülür. Ancak bütün bu terimlerden mokşa ve nirvana,
bilhassa günümüz literatüründe
diğerlerinden daha sık kullanılmaktadır. Bunlar “mutlak sükûnet,
aydınlanma, kayıtsız şartsız özgürlük ve en yüksek mutluluk” gibi mânalara
gelir. Nirvana/mokşanm terim anlamı ise, kişinin doğum-
ölüm girdabından, dolayısıyla bunun sebep olduğu her türlü acı ve kederden kurtulup mutlak aydınlanmaya kavuşmasıdır.
Teistik dinler olmalarından ötürü Hinduizm ve Si- hizm için böyle bir kurtuluş/aydınlanma, tabiatıyla fenomenler dünyasının temelindeki tek ve yüce hakikatin, yani Tanrı’nm varlığının idrak edilmesidir. Upa- nişadlar ve ona dayanan Advaita
Vedanta ekolüne göre
ise nihaî kurtuluş, ferdî ruhun (atman) evrensel ruhla (Brahman) özdeşliğini idrak etmesidir. Nitekim Mun- daka UpanişacTda nihaî kurtuluşun mahiyeti ve onunla birlikte ortaya çıkan özellikler şöyle tasvir edilmektedir:
Ferdî ben/Atman’m yüce Brahman’la özdeşliği
idrak edilerek hakikatin aslında tek ve bir olduğu
kavrandığında, kalbin bütün düğümleri çözülür; bütün şüpheler
ortadan kalkar ve istekten kaynaklanan her türlü karma da sona erer.3
Budizm ve Jainizm’e göre mutlak aydınlanma/nihaî
kurtuluş, Tanrı veya benzeri bir yüce kudretin idrak edilmesi değil, sadece eşyanın gerçek mahiyetinin kavranmasıdır.
Budizm açısından bunun anlamı, eşyanın hiçliğini,
fâniliğini idrak etmesi suretiyle insanın içindeki varoluş arzusunun sona ermesidir. Jainizm içinse, jivanm her türlü karmik birikim ve maddî unsurdan arınarak yeniden aslî formunu kazanmasıdır. Bu da cehaletin, her türlü isteğin ve bunun sonucunda ortaya çıkan sıkıntıların sona ermesi anlamına gelir.
Sözü edilen mutlak aydınlanma hali, ölümden sonra gerçekleşecek bir durum değil, bilakis bu hayatta tecrübe edilecek bir haldir.
Bu tecrübeyi
yaşamış kimselere jivanmukti adı verilir. Kişinin bu noktadan ölümüne
kadar geçen zaman içinde icra edeceği her türlü fiil, şahsî isteklerden kaynaklanmadığı
için, fert açısından bağlayıcı nitelik taşımaz. Bu tür bir karma, Hint düşüncesinde
kavrulmuş tohum örneğiyle ifade edilir. Nasıl
ki kavrulmuş tohumların filiz vermesi düşünülemezse, aynı şekilde jivanmuktinin amellerinin onu kayıtlaması da söz konusu olamaz.
Şimdiye kadar sayılan ortak inançlara ilâve
olarak, bütün Hint kökenli dinlerin ferdin böyle
bir nihaî
kurtuluşa ulaşabilmesi için önerdikleri reçetelerdeki benzerliğe de işaret etmek gerekir. Her ne kadar her bir dinî sistemin reçetesi teferruatta farklı
ise de genelde hepsi züht hayatım ve yoga egzersizlerini böyle bir gayenin tahakkuku için zorunlu görür. Yoga egzersizleri, her türlü şiddet ve öldürme eyleminden, yalancılıktan,
hırsızlıktan, dünyevî hazların peşinde koşmaktan ve mal mülk sevgisinden uzak olma gibi davranışların yanı sıra sadece Tanr I ıyı düşünme, bireyin ailesi ve dış dünya ile ilişkilerini tamamen kesmesi, kutsal metinleri okuması, önerilen mantra\axı ve diğer pratikleri lâyıkıyla yerine getirmesi gibi düzenli uygulamaları içerir. Bu yolun, dindar kişiyi nihaî kurtuluşa ulaştıracağı
kabul edilir.
Sayılan dört nitelik aslında Hinduizme ait özelliklerdir. Ancak Hint yarımadasında
sonradan ortaya çıkan Jainizm ve Budizm tarafından da benimsenmiştir ve bu dinlerin temel öğretileri arasında yer almaktadır. Bundan dolayı Hindu öğretilerinin
diğer bölge dinlerinin temelini oluşturduğunu veya onlara kaynaklık
ettiğini söylemek mümkündür.
III. Hinduizm’in TaIrihseIl Gelişimi
Hinduizm’in bilinen
tarihsel gelişimi, Klasik, Ortaçağ ve Modern Hinduizm olmak üzere üç ana bölümde incelenebilir. Klasik Hinduizm dönemi, teşekkülünden m.s. IX. asırdaki Advaita hareketinin ortaya çıkışma kadar olan devreyi kapsar.
Bu dönemin en önemli
özelliği, söz konusu din içerisinde meydana gelen değişme
ve gelişmelerin yabancı bir dinin tesiriyle değil tamamen kendi içerisindeki
değişimler sonucu ortaya çıkmasıdır. “Ortaçağ Hinduizmi” adı verilen ikinci dönem,
Bhakti hareketinin hızla yayıldığı, söz konusu dinin İslâm
ile
karşılaştığı ve buna bağlı olarak din içerisindeki
dönüşüm ve değişmelerin büyük ölçüde İslâm’dan
etkilendiği bir devre olarak dikkat
çeker. Modern Hinduizm ise, dindeki değişikliklerin, XIX. yüzyılda ortaya çıkan Ram Mohan Roy’un Brahma Samaj hareketindeki gibi, daha ziyade Hıristiyanlık tesiriyle meydana geldiği dönemdir. Bu devre, 1830’lardan
günümüze kadar olan dönemi içine
alır.
Söz konusu bu ana
devrelere biraz daha yakından bakıldığında, Klasik Hinduizm dönemi kendi içerisinde şu beş alt devreye ayrılabilir:
1.
Vedalar Dönemi (tahminen m.ö. 2000 veya 1500- m.ö.
400). Vedalar, Brahmanalar, Aranyakalar ve Temel
Upanişadlar adıyla anılan Hindu kutsal metinlerinin kompoze edildiği ve yazıya geçirildiği dönemdir.
2.
Sutralar Dönemi (m.ö. 500 veya 400-m.ö. 200). Hinduizm içerisinde
kurban törenlerinin artarak büyük önem kazanmaya başladığı ve zamanla karmaşık hale geldiği bir devredir. Bu dönem, aynı zamanda kurban törenlerinin el kitabı
niteliğindeki Kalpa Sutralar m kompoze edildiği bir dönem olarak da dikkati çeker. Başlangıçta Hinduizm içerisinde birer reform hareketi şeklinde ortaya çıkan Mahavira ve Buddha hareketlerinin müstakil birer din hüviyeti
kazanmaları da yine bu döneme rastlamaktadır.
3.
Destanlar Dönemi (m.ö. 200-m.s. 300). Bu dönem de tıpkı Vedalar dönemi gibi, Ramayana ve Mahab- harata destanları, Yajnavalkya, Manu Kanunnâmeleri ve Bhagavata Purana
gibi Hinduizm açısından büyük
önemi haiz kutsal metinlerin kompoze edildiği, dolayısıyla Hinduizm’in bugün
mevcut bütün inançlarının tamamlandığı bir devre olarak dikkat çeker. Aynı
dönemin bir diğer özelliği ise, Hinduizm’in din
adamlarının tekelinden kurtulup halka mal olmasıdır. Teknik bir ifadeyle bu
devre, söz konusu dindeki Brahmanizm döneminin sona erdiği ve dinin gerçek
anlamda Hindular’ın dini haline geldiği bir evredir.
4.
Puranalar Dönemi (m.s. 300-750). Bu dönemin bilhassa ilk iki asrı
Hinduizm’in yayılması açısından altın çağlar sayılır. Çünkü Hinduizm bu dönemde
bütün Hint yarımadasına hâkim duruma gelmiş; halka mal olma ve sistemleşme
sürecinde önemli mesafeler alınmıştır. Puranalar adıyla anılan kutsal
yazılar ve Hint felsefî sistemlerine ait klasik metinlerin kompo- ze edilmesi
aynı dönemde ortaya çıkan dikkate değer gelişmelerdir.
5.
Son Darsana Dönemi (m.s. 750-1000). îki büyük Hint filozofu
Kumarila ve Şankara’nın (ö. 820) Advai- ta sistemini tesis ettikleri devredir.
Bu dönemin temel karakteristiği, monist Tanrı ve âlem anlayışının bütün dinî
sisteme hâkim olmasıdır.
Dinin, “Ortaçağ Hinduizmi” adı verilen, X.
asırdan XVII. asra kadar süren ikinci ana dönemi ise iki önemli gelişmeyle
dikkat çeker. Bunlardan birincisi, Güney Hindistan’da ortaya çıkan hhakti-yogamn,
karma-yoga ve jnana-yogamn yanında üçüncü bir kurtuluş yolu olarak bütün
Hindular arasında yaygınlık kazanmasıdır. Bireyin ancak “kendini sevgi ve
samimiyetle Tanrıya vermesi, adaması” sayesinde kurtuluşa ulaşabileceğini
telkin eden bhakti düşüncesi, ilkin Ramanuja (ö. 1137) tarafından ortaya
atılan Visisthâdvaita felsefesinde yer almış ve zaman içerisinde bütün
Hint yarımadasına yayılmıştır. Ramanuja, Şankara’dan farklı biçimde, ihlâs ve
samimiyeti Tanrı’ya ulaşmada bilgiden daha üstün
tutmuş ve O’na gönülden bağlılığın nihaî
kurtuluş için en kısa yol olduğunu savunmuştur.
Aynı dönemde ortaya çıkan diğer önemli gelişme
ise, Kabir (m.s. 1440-1518) ve Guru Nanak (m.s. 1469- 1538) tarafından XV.
yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılın başlarında ortaya atılan ve zamanla ayrı bir
din hüviyeti kazanan Sih hareketidir. Sihizm bilhassa başlangıcı itibariyle
Hinduizm ile İslâm’ı uzlaştırmayı hedefleyen telifci bir akımdır. Bu sebeple
söz konusu harekette, her iki dinden unsurlar yan yanadır. Meselâ Sih mâbetleri
olan gurdwaralaxda. hiçbir put, resim veya heykele yer
verilmemesinde ve monoteizm açık bir şekilde savunularak Hindu avatara
doktrininin reddedilmesinde İslâm’ın etkisi şüphesiz büyüktür. Ancak
Hinduizm’de- ki karma ve tenâsüh anlayışı gibi bazı doktrinleri aynen kabul
ettiklerini de unutmamak gerekir.
Modern Hinduizm döneminde ise dikkate değer iki
gelişme söz konusudur. İlki 1830 yıllarında Ram Mo- han Roy’un önderliğinde
başlayan ve Hinduizm’i po- liteistik inanç ve uygulamalardan kurtararak aslî
formuna döndürmeyi amaçlayan Brahma Samaj hareketi, diğeri Ramakrişna
(1834-1886) tarafından başlatılan ve Vivekananda tarafından sistemleştirilen
mistik harekettir. Özellikle İkincisi, Ramakrişna teşkilâtları ve Vedanta
derneklerinin başarılı çalışmaları sonucunda bugün dünyada en çok tanınan ve
hızla gelişen bir akım konumundadır.
1. Hinduizm,
farklı pek çok inanç ve uygulamaların genel adıdır. Yukarıdaki kısa tarihçeden anlaşılacağı gibi,
bugün yaklaşık 600-650 milyon mensubuyla dünyada en fazla taraftarı olan
üçüncü veya dördüncü din
durumundaki Hinduizm, aynı zamanda dünyanın en eski dinî geleneklerinden biridir. Bu uzun tarihî süreçte, söz konusu din içerisinde çok değişik mezhepler hatta dinler ortaya çıkmıştır. Bugün Hinduizm’in üç temel mezhebinden Vişnuculuk (Vaisnavizm) mezhebinin yirmi, Şivacılık (Saivizm) mezhebinin on, Sakta/ Sakti mezhebinin beş ve bunların dışında
irili ufaklı yaklaşık on beş farklı mezhebin bulunduğu göz
önüne alınacak olursa, Hinduizm’deki çeşitliliğin boyutları daha net anlaşılabilir.
2.
Onlarca kitaptan oluşan bir kutsal metin koleksiyonuna sahiptir. Konuları ve üslûpları
birbirinden farklı olan bu kutsal
metinler, kendini Hindu diye tanımlayan herkes tarafından tanrısal kaynaklı ve hatasız kabul edilir. Bunlar, Veda İlâhîleri (Rig, Yajur, Sama
ve Atharva) başta
olmak üzere Çandogya, Katha, îsâ, Mandukya, Brihadaranyaka, Mundaka gibi temel Upanişadlar; Kaushitaki, Taittiriya ve Satapatha Brah-
mana; Brihadaranyaka, Taittiriya, Aitareya ve Kaushita- ki Aranyaka;
Mahabharata ve Ramayana destanları ile Bhagavata
Purana’dan oluşan eserlerdir.
3.
Çok sayıda ve farklı özellikte tanrılar söz konusudur. Tanrısal
varlıklar genellikle gerçek Tanrı’nm tezahürleri/avataralan
şeklinde görülür. Hint kutsal
metinlerinde zikredilen bütün tanrılara hürmet ve ihtiram gösterilmekle birlikte, değişik sebeplerle bunlardan bazıları diğerlerinden
daha fazla öne çıkmıştır. Nitekim Vaisnava
mezhebinde Vişnu, Saivizm’de Şiva, Sakti mezhebinde ise Durga veya Krişna’mn yüce tanrı sayılmaları bu duruma örnek
gösterilebilir. Bununla birlikte,
Hinduizm’de tanrı inancını ifade ederken veya anlamaya çalışırken Rig Veda’daki şu ifadenin mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir: “Aslında hakikat
birdir, ancak azizler ondan değişik isimlerle
bahsetmişlerdir.” Yani Hindular, her ne kadar pratikte farklı isimlerdeki
tanrılara ibadet ediyor görünseler de çoğu zaman aynı Tanrıya ibadet
ettiklerini düşünürler. Zira mutlak hakikat çoğu zaman güneş, ay, rüzgâr,
yağmur ve fırtına gibi doğa olaylarıyla özdeşleştirilir ve özellikle güneş
formunda iken sabahleyin Brahma, öğleyin Vişnu, akşamleyin de Şiva şeklinde
tezahür ettiği fikri Hindular arasında çok yaygındır.4
4.
Karma-tenâsüh öğretisi dinin temel öğretisidir. Karma-tenâsüh inancı, kısaca, ferdin bu hayatındaki yapıp
etmelerine bağlı olarak ölümden sonra yine bu dünyada yeniden bedenleşmesi
anlamına gelir. Bu yeniden bedenleşmelerin insan formunda meydana gelmesi
mümkün olduğu gibi, bitki, hayvan veya -geçici bir süre de olsa- cansız varlık
formunda gerçekleşmesi de söz konusudur.
5.
Hindular için yoga, insanı dünyevî
sıkıntılar ve varoluşlardan kurtaran yolların adıdır. Başka bir deyişle o,
seçkinlerin ibadet tarzıdır. Yoga, Hinduizm’in temel kavram ve uygulamalarından
biridir ve bireyin gizil güçlerini ortaya çıkaran ve ona birtakım insanüstü
nitelikler kazandırdığı kabul edilen bazı geleneksel Hindu inanç ve
uygulamalarını ifade eder. Bedensel ve ruhsal egzersizler toplamı olan yoganın,
bireyi samsa- ra (doğum, ölüm-yeniden doğum döngüsü) çarkından
kurtaracağı ve onu yüce makam ve hallere ulaştıracağı kabul edilir.
Mohenjo-Daro ve Harappa höyüklerinde yapılan kazılarda ele geçirilen belge ve
bulgular, yoga uygulamalarının İndus vadisindeki insanlar tarafından en az beş
bin yıl öncesinden beri bilinmekte ve uygulanmakta olduğunu göstermiştir.
Bugün köklü bir gelenek olan yoganın anlamı ve amaçları konusunda farklı görüşler
söz konusudur. Bu farklılıkların temel sebebi ise yoga uygulamalarına dair bilimsel bir temelin ortaya konulamamış veya bu konudaki
deneysel araştırmaların
henüz yeterli düzeye ulaşmamış olmasıdır. Diğer bir etken ise, tarihsel süreçteki farklı anlayışlar göz ardı edilerek yoganın sadece bazı yogilerin uygulamalarıyla
sınırlandırılmış olmasıdır.
Yoga kavramı, bir yoruma göre
“birleştirmek, bir arada tutmak” veya
“ulaştırmak”
anlamındaki yujir kökünden türeyen bir isimdir. Nitekim Rig Veda’da o, “bir mısraın kelimeleri arasındaki
ilişki veya irtibat” anlamında kullanılır. Atharva Veda’da ise, altı
veya sekiz öküzden oluşan sürü (toplama) ve en az bu kadar hayvan tarafından çekilen saban/pulluk anlamına gelir ve bilhassa arpanın ancak böylesine büyük pulluklarla işlenen
topraklarda yetişebildiğinden söz edilir. Terim, daha
sonraki literatürde de “olaylar/konular arasındaki ilişki veya belirli şartların meydana getirdiği olay” anlamında
kullanılmıştır. Meselâ Kalidasa, Raghuvamsa
isimli eserinde onu, şiddetli soğukların sona ermesini müteakip Citra yıldızı ve aym “bir araya geliş” halini ifade etmek için kullanır. Ancak bir araya gelmenin Ve- daîar’daki en yaygın örneğinin, “öküz ve atların birlikteliği”
olduğunu unutmamak gerekir. Bu hayvanların ancak gem veya kırbaç
sayesinde bir araya toplanabil- meleri ve kontrol altında tutulabilmeleri gerçeği,
yoga teriminin tarihsel süreçte kazandığı anlam üzerinde önemli
etki yapmış görünmektedir. Zira aynı terim, zaman içerisinde “birliktelik” ve “bir arada bulunma”dan ziyade “bir araya toplama aracı” veya “süreci”
anlamında kullanılmıştır.
Yoga terimine dair en önemli anlam değişimi, insanın
duygularıyla atlar arasında kurulan benzerliğe
dayanır. Nasıl ki sürücü, ancak atların gemi elinde olduğunda
rahat bir yolculuk yapar ve menziline ulaşırsa, insan da duyularını kontrol edip onlara egemen olduğunda huzurlu bir hayat sürebilir. Buna göre yoga, zaman içerisinde insanın duyuları ve atlar arasında kurulan ilişkiden hareketle, duyuların ve zihnin kontrol edilebilmesini sağlayan yöntemi ifade eder olmuştur. Terim zamanla daha farklı bir anlam kazanmış ve onu anlatmak için
yujir dışında bir köken bulmak gerekmiştir. Gramerci Panini de bu sebeple terimin “kontrol etmek” veya “düşünmek”
anlamlarına gelen yu; kökünden türeyen bir isim olduğunu
söyleme gereği duymuştur.
Yoga teriminin Hindu kutsal metinlerindeki bir başka anlamı ise, uzun süreli riyâzet ve mücâhede
uygulamaları sonrasında bireyin ulaşacağı varsayılan durum veya haldir. Nitekim Katha UpanişacTda yoga terimi, zihnin en yüksek “dinginlik, sükûnet”
halini ifade etmek için kullanılırken Gita’da haz ve acı,
başarı ve başarısızlık gibi zıt durumlar arasındaki “denge ha1lini veya acı ve ıstıraptan
kurtuluşu ifade etmektedir. Benzer şekilde Svetasvatara Upanişad’da. yogilerin özellikleri arasında “aç gözlü
olmamak” (vairagya) sayılır ki, daha sonradan bu nitelik yoga pratiklerinin ulaştırdığı en önemli hal veya sonuç kabul edilmiştir.
Ayrıca aynı eserde yoga teriminin a)
hem duyular, akıl ve nefsin bir noktaya toplanmasını, b) hem de zihni bir
tek noktaya odaklandırmak suretiyle ulaşılan dinginlik ve sükûnet
halini ifade ettiği de vurgulanmıştır.
Gita’da ise yoga
teriminin üç farklı anlamda kullanıldığı
görülmektedir. Bunlar, a) elem-haz, başarı-başarı- sızlık gibi zıtlıkların birey açısından
önemini kaybettiği
denge hali; b) kişinin hiçbir ön yargı veya kendine dayattığı
bir sınırlama olmaksızın gerçekleştirdiği davranış biçimi; ve c) ulaşıldığında
başka bir şey istenmeyen, en acıklı olay karşısında bile etkilenmeden kalabilen “en yüksek mutluluk ve haz
hali”dir.
Yoga düşüncesi ve uygulamalarının
temel kitabı sayılan Yoga-sutra’nm yazarı Patanjali ise, yogayı “zihnin her türlü değişimden azade olması”
şeklinde tanımlar. Ona göre, insan zihni normalde sürekli bir düşünce ve istek girdabmdadır. Bu durum büyük oranda insanın geçmiş eylemlerinin bıraktığı
etkilerden kaynaklanır. Patanjali’nin
yorumcusu Vyasa da yoga terimini sama- dhi (en yüksek tefekkür hali) kavramıyla
özdeşleştirir. Bunu da Gz'ta’nm şu ifadesine dayandırır: “Zihin duyulan veya duyulacak olan her şeye karşı ilgisini kaybettiğinde yogaya ulaşmış olur” (Gita, II, 53). Patanjali’nin diğer bir yorumcusu Bhojadeva ise yogayı, Samkhya felsefesiyle
uyumlu biçimde, purusa ve prakritinin
birbirinden kesin biçimde ayrıldığı
durum şeklinde tanımlar.
Yoga terimine yüklenen farklı
anlamlar zihinsel sükûnet (abhyasa) ve dış dünyaya karşı arzusuzluk ([vairagya)
kavramları
çerçevesinde analiz edilebilir.
Bunlar Patanjali tarafından
cehalet, bencillik, şehvet, nefret ve ölüm korkusundan (panchaklesa) kaynaklanan eylemleri kontrol altına alma araçları olarak telakki edilmiştir.
Sürekli olarak bir şeylerin peşinden koşmaktan kurtulma veya dünyevî
şeyleri elde etme arzusunu terketme anlamındaki vairagya bir çeşit sessizlik ve oluş halidir. Katha Upanişad’da. ifade edildiği gibi o, ölümsüzlük
uğruna dünyevî ve dışa dönük arzuları terkederek içe yönelmedir.
Dolayısıyla bakışları içe döndürmek gerçek vairagya işaretidir.
Çünkü kutsal
metinlerde, sastraları (felsefî ve dinsel metinleri) çok iyi bilse bile vairagya
sahibi (dünyevî arzulardan sıyrılmış bir kişi) olmadıkça
insanın kurtuluşa erişemeyeceği vurgulanır.
Hindular’a göre vairagya dünyevî kaygılardan kurtuluşu
sağlar. Kurtuluşa ulaşan kimse kendini olağan zihinsel değişimlerinden
farklı bir sükûnet halinde bulur. Benin
ve onun dış dünya ile ilişkisinin
mahiyetini kavrar hale gelir. Abhyasa
da bu duyarlılık
sürecini ifade eden bir yoga terimidir. Abhyasa
her şeyden önce zihnin sakinleşmesi demektir. Çünkü etkili bir içe dönüşün ancak bundan sonra mümkün olabileceği, kişinin bu sayede her türlü sıkıntıdan kurtuluş zannedilen nihaî kurtuluş halinin bile beyhudeliğinin
farkına varacağı ve bundan ötürü her türlü çabayı ve gayreti bırakacağı iddia edilir. Yani vairagyanm ilk düzeyi, içe dönmeyi ve nihaî kurtuluş gayesine yönelik bir gayret içine girmeyi temin etmektir. Paravairagya da bu özlemin, daha sonra acı ve özgürlük ikileminin ve kurtuluş
için gösterilen çabaların tükenmesini ifade eder. Artık bundan böyle herhangi bir formda varoluş arzusunun bir izi ve işareti kalmaz.
Bu süreç, bir hastalıktan kurtulmak için ilâç alan ve başlangıçta
hastalığının, ilâcın ve sağlığındaki düzelmenin farkında olan, ancak iyileştikten
sonra bu üç hali de hemen unutan
bir hastanın durumuna benzetilebilir. Nasıl ki ilâç, görevini yerine getirdikten sonra unutulmuşsa vairagya ve abhyasa da böyledir. Başlangıçta vairagya, bir şey kazanmak uğruna birtakım
şeylerden vazgeçme eylemidir. Abhyasa
sayesinde zihin tamamen sükûnete erişince, birey prasada
diye isimlendirilen mutlak mutluluk haline girer ve bütün rahatsızlık verici engelleri zihninden siler. Böylesi bir
zihin, tabiatı gereği, olağan dışı bir anlama kapasitesine sahip olur. İşte
bu, bütün Hint felsefi okullarınca üzerinde durulan yoga-prajnadır; yani bireyin her türlü istek ve arzu sürecinin anlamsızlığını kavradığı
istisnaî bir tecrübedir.
Görülüyor ki vairagya ve abhyasa
bireyin sınırlılık,
arayış ve ıstıraptan azade olma halini doğuran tek bir sürecin iki yönüdür. Bu iki boyutlu süreç,
“yoga” denilen şeyin temelini oluşturur.
Dolayısıyla yoga yöntemi abhyasa ve vairagya
ile özdeşleştirebilir.5
Bununla birlikte, günümüzde “yoga” denince akla Patanjali tarafından m.ö. 150-m.s. 300 yılları arasında kompoze edildiği
düşünülen Yoga-sutra’ya dayanan bedensel ve ruhsal egzersizler gelir. Şüphesiz Patan- jali hiçbir
zaman yogayı kendisinin icat ettiğini söylememiştir. O bir bakıma kendi dönemine kadar asırlardır uygulanagelen hareketleri bir düşünce sistemi etrafında toplamıştır. Yoga-sutra dört bölüme ayrılır. “Samadhipada” adı verilen birinci bölümde
konsantrasyonun mahiyeti ve amacı ele alınır. İkinci
bölüm olan “Sadhanapada”da bu amaca götüren vasıtaların kavranması ele alınır. “Vibhutipada” olarak adlandırılan üçüncü bölümde, yoga sayesinde elde edilebilecek olan tabiatüstü güçlerden bahsedilir. Dördüncü bölüm “Kaivalyapada”da ise kurtuluşun mahiyeti ve aşkın be- nin gerçekliği tasvir edilir.
Yoga-sutra’da açıklanan ve samkhya felsefesine dayandırılan yoga uygulamaları sekiz basamaktan oluşur. Bunlardan ilk ikisi hazırlık basamakları kabul edilen yama (öldürmemek, yalan söylemekten kaçınmak, hırsızlık ve zinadan uzak durmak ile dünya malına tamah etmemek) ve niyamaâır (dinin emirlerini yerine getirmek, düzenli ibadet ve kutsal
metinleri okuma
alışkanlığı kazanmak). Üçüncü sırada bedenin kontrol altına
alınmasına yönelik asanalar (rahat ve kolay oturuş biçimleri) gelir. Zihnin sükûnete erişmesi ve gizil güçlerin elde edilmesi konusunda faydalı ve etkin bir egzersiz
olarak görülen pranctyama (nefes alıp vermeyi kontrol etmek) dördüncü basamaktır. Nefes alıp vermeyi düzenlemenin birey üzerinde hipnoz etkisi yaptığı
iddia edilir. Ayrıca nefes egzersizlerinin
fiziksel olarak zayıf kimseler için tehlikeli olduğu ve bundan dolayı gizli tutulmaları telkin edilir. Dış
dünyanın olumlu veya olumsuz etkilerine karşı hislerin duyarsızlaştırıl-
ması süreci/basamağı olarak da tanımlanan pratyaham, yoga sistemindeki beşinci basamaktır. Aslında bu basamaktaki uygulamalar, bireyi şehvet, nefret, öfke, hiddet, korku gibi psikolojik faktörler kadar sıcak, soğuk, kalabalık veya yalnızlık gibi dış faktörlerin
de yol açtığı etkilere karşı hissizleştirme amacına yönelik
egzersizlerdir. Mantralarm da yoğun kullanıldığı bu basamak aynı zamanda derin düşünceye
hazırlık veya başlangıç basamağı kabul edilir. Zihnin belli bir noktaya odaklanması veya derin düşünmeye giriş eşiği denilebilecek dharana, yoga sistemindeki altıncı basamaktır. Bundan sonra, buraya kadar zikredilen uygulamaların ortaya çıkaracağı zorunlu sonuç diye tanımlanabilecek
dhya- na (zihnin dış dünyanın etkilerinden kurtularak uzun süre belli bir konuya odaklanması) ve nihayet, obje-sü-
je ayırımının son bulduğu derin bir tefekkür hali diye tanımlanan samadhi gelir.
Patanjali’ye göre yoga insanın fiziksel ve psikolojik özelliklerini kontrol altına almak suretiyle mükemmele ulaşma gayretidir. Ona göre,
bedenimizin fiziksel unsurları, aktif irademiz ve anlayan zihnimiz kontrol altına alınabilir. Patanjali’nin önerdiği
fiziksel
egzersizler sayesinde,
insan zihninin her türlü
kötülükten uzaklaşacağı ve dinginliğe ulaşacağı vurgulanır. Patanjali’nin üzerinde
durduğu temel nokta, nihaî kurtuluşun metafizik teorilerle değil, disiplinli eylemler
sayesinde gerçekleşeceği fikridir.6
Karma, jrıana, bhakti, raja, hatha, laya, mantra gibi birçok yoga çeşidi vardır. Her yoga öğrencisinin kendi eğilimine en uygun olan yoga türünü seçmesi telkin edilir. Guru
denilen mürşitlerin
aslî görevlerinden biri de müride bu konuda yardımcı
olmaktır.
Bhakti-yoga: Yoga türleri
arasında en kolayı olarak bilinir. Din adamı sınıfına dâhil olmayanlar arasında yaygındır. İnsanın
âcizliğini idrak etmesi ve yüce bir gücün varlığına
inanması bu yoga türünün temelini oluşturur. İman
ve adanma yoludur. Upanişadlar’da ona sık sık atıf
yapılır ve samadhiye ulaşmanın aslî yollarından biri kabul edilir. Gita’da ise, Brahman’a ulaşmak için karma (amel) ve jrıana (bilgi) ile birlikte üçüncü bir yol olarak
sunulur. Bhakti yolunu benimseyen ve uygulayanların herkese dostça
yaklaşacağı ve dünyaya hiçbir bağlılığının
kalmayacağı, dahası her türlü acı ve hazdan uzaklaşacağı ifade edilir.
Karma-yoga: Zihni sadece aslî
görevleriyle meşgul etmek anlamına gelen ve bazan kriya-yoga olarak da isimlendirilen bu yoga türü, iyilik, şefkat, temizlik, aç gözlülükten uzak olma hali olarak tanımlanır.
Gzta’da eylemden
tamamen vazgeçmenin
neredeyse imkânsız olduğu, üstelik bunun hiç de yararlı olmadığı
zikredilir. Dolayısıyla birey açısından önemli olan, eyleme yönelme
arzusunun ortadan kalkması ve eylem neticesinde elde edilecek menfaatin düşünül- memesidir.
Raja-yoga: Bu yoga türüne jnana, samkhya, dhya- na, Patanjala, astanga-yoga gibi farklı isimler de verilir. Nitekim Gitarım on sekizinci bölümünde ona dhya- na-yoga ve huddhi-yoga isimleri verilmiştir. Karma ve bhaktmm
tersine bu yoga türünün
bütün insanların uygulayabileceği tarzda bir yoga türü olmayıp ancak üst düzey kabiliyeti ve anlayışı
olan kimselerce icra edilebileceği vurgulanır. Raja-yoga, acı ve ıstırabın sebebi olan cehaletin ortadan kaldırılması süreciyle başlar. Çoğu araştırmacıya göre “yoga” kelimesi tek başına kullanıldığında genellikle bu yoga türü kastedilir.
Hatha-yoga: Bu yoga türü raja-yogaya ulaşmak için bir basamak görevi
görür. “Hatha” kelimesinin ilk hecesi güneş, ikinci hecesi ise ay anlamına gelir. Bundan dolayı hatha-yoga güneş ile ayın
birleşmesidir. Hatha- yoga fizikî hareketler ve nefes egzersizleri sayesinde beşerî davranış biçimlerinin
düzelmesini sağlar.
Laya-yoga: Laya, nefes alıp
verme sürecinin kontrol altına alınmasıyla zihnî sükûnete
ulaşma anlamına gelir. Bu ya zihnin sessizleşmesi ya da nefesi kontrolle gerçekleşir. Hatha ve laya-yogada amaç,
bireyi bir üst aşama kabul edilen raja-yoga
basamağına
ulaştırmaktır.
Mantra-yoga:
Bhakti-yogaya benzeyen bu yoga türünün sıradan insanlar (avam) için
olduğu söylenir ve sâlikin mantra denen sırlı kelimeleri sürekli tekrar etmesi telkin edilir. Bu uygulamanın zihinsel dalgınlıkları ve gelgitleri azaltarak zihnin sükûnete ermesine katkı sağlayacağı, ancak dış dünyaya
karşı ilgisizlik halinden (vairagya) uzak biçimde sadece kelimeleri tekrar etmenin ruhsal gelişime bir yararı
olmayacağı iddia edilir. Zira vairagya
ve abhyasa olmaksızın
yogadan bahsetmek mümkün değildir.
6.
Hinduizm’e ait farklı âlem, ontoloji ve kozmoloji anlayışları mevcuttur. Uparıişadlar’a göre, âlemin gelişim seyri madde ile başlar ve sırasıyla hayat, bilinç- lilik, akıl ve yetkinlik basamakları
şeklinde devam eder. Bu sürecin bir ucunda, hemen hemen hiç ruhsal yönü olmayan saf madde, diğer ucunda ise maddî yönü bulunmayan saf ruh bulunur. Bu iki uç arasında madde ve ruhtan oluşan varlıklar yer alır. Varlıklar
dünyası cansız nesneler, bitkiler,
hayvanlar ve insanlar şeklinde kategorilere ayrılır. Onların mutlak ruha (brahman) benzerlik oranı, insanlar
kategorisinden aşağıya doğru
inildikçe azalır. Buna göre, mutlak ruha en fazla benzeyen varlıklar insanlar kategorisinde yer alanlardır. Ancak bu kategori içerisinde yer alan bütün varlıklar
da aynı özellikte değildir. Meselâ sıradan bir kimseyle mukayese edildiğinde bir sadhunun
(Hindu azizi) mutlak ruha benzerlik derecesi daha fazladır.
Âlemin ¿ra/raandan sudûr ederek oluştuğu düşüncesi de Hindular arasında
yaygın olan bir diğer inançtır. Buna göre başlangıçta sadece brahman (Vedalar ve destanlardaki yüce varlık brahma, Uparıişadlardaki mutlak hakikat ise brahman olarak isimlendirilir) vardır; diğerleri ondan sudûr ederek varlık sahasına
çıkmıştır. Ancak bu oluşumun ne zaman ve niçin
meydana geldiği belli değildir. Çünkü o ezelîdir ve zaman sürecinin
dışındadır.
7.
Herkes doğuştan farklı sosyal sınıflara
(kast sistemi) mensup olarak dünyaya gelir ve yaşamı
boyunca bu statüsünü değiştiremez. Günümüzde Hinduizm’in en
belirgin özelliklerinden
biri de kast anlayışıdır. Buna göre toplum, kast içerisinde
brah- minler (din adamları), kşatriyalar
(yöneticiler ve askerler), vaisyolar (tüccar, esnaf ve çiftçiler) ve sudralar
(hizmetçiler) sınıfı olmak üzere dört kategoriye ayrılır. Ayrıca
bunların dışında, başta mensup olduğu kastın kurallarını çiğnemek olmak üzere değişik sebeplerle kast dışına
itilmiş ve bugün sayıları yüz milyonlara varan paryalar (dokunulmazlar) sınıfı da mevcuttur.
Kast anlayışının, Hindistan’ın etnik yapısının doğal
bir sonucu olduğu ve Arîler’in bölgeyi istilâsından sonra ortaya çıkan basit “toplumsal iş bölümü” anlayışından kaynaklandığı şeklinde görüşler
vardır. Hindular’a göre kast yapısı dinî bir inançtır ve Rig Veda ’ ya dayanır. Bu metinde ifade edildiği üzere kastlar, insan şeklinde tasavvur edilen tanrı Brahma’nın vücudunun çeşitli yerlerinden yaratılmıştır.
Buna göre brahminler Brahma’nın ağzından, kşatriyalar
kollarından, vaisya- lar
midesinden, sudralar da ayaklarından yaratılmıştır.7 Bu kaynak farklılığından ötürü insanlar, gerek psikolojik yönden gerekse karakterleri bakımından farklı işleri yapmaya daha yatkındır. Dolayısıyla herkes, öncelikle kendi kastının gereklerini yerine getirmelidir. Bireyin mevcut hayatında çalışarak sınıfını
değiştirme imkânı yoktur. Daha üst kastlardan birine mensup olarak yeniden dünyaya gelmek, ancak şu anda içinde bulunulan kasta ait sorumlulukların eksiksiz yerine
getirilmesi şartıyla
ölümden sonra gerçekleşebilir.
Kast sisteminin amacı ve farklı kastlara ait görevler
Manu Kanunnâmesinde şöyle ifade edilir:
Bütün dünyayı korumak için yüce varlık (purusa) her bir gruba farklı görevler verdi. Buna göre
brahminlere kutsal metinleri öğrenme-öğretme, kendileri veya başkaları
adına kurban törenlerini icra etme, hediye
kabul etme ve vermeyi; kollarından yaratılan kşatriyalara (yöneticilere) yönetimleri
altındaki insanları düşmanlara ve tehlikelere
karşı koruma, kurban ve diğer dinî törenleri icra etme ve insanların
icra etmelerini sağlama, servetini yoksullarla paylaşma, kutsal metinleri öğrenme ve isteklerinin kölesi olmamayı; kamından yaratılan vaisyaya ise, kurban törenleri için gerekli hayvanları
yetiştirmeyi, gerekli malzemeyi tedarik etmeyi, servetini diğer insanlarla paylaşmayı, ticaret yapmayı,
toprağı ekip biçmeyi ve para alıp vermeyi; sudra (hizmetkârlar)
içinse, sadece diğer gruplara hizmet etmeyi emretti.8
8.
Hin Hinduizm’de bireyinLdinîJsorumlulukları yaş ve mensubu olduğu
sosyal sınıfa göre değişir (ashra- ma-dharma). Hindular’ı birleştirici
nitelikteki bir başka inanç, ideal bir insan hayatının dört devreye ayrılması
anlamına gelen ashrama-dharmadır. Buna göre, ferdin ruhî tekâmülünün
sürekli ve düzenli olabilmesi, ömrünün şu dört safhaya bölünmesine bağlıdır:
Öğrencilik dönemi (brahmacârin): Genellikle on- yirmi beş
yaşları arasında, kişinin evini terkederek bir brahminden kutsal metinleri
okuduğu, dinini öğrendiği ve hayata hazırlandığı dönemdir. Kısaca ferdin tamamıyla
kendini öğrenmeye adadığı ve öğrendiklerinin icrasından sorumlu olmadığı bir
devre diye nitelenebilir.
Aile hayatı devresi (grhasthya): Ferdin ilk dönemde
öğrendiği bilgileri uygulamaya koymakla yükümlü olduğu ikinci devredir. Ayrıca
o, ferdin içinde yaşadığı topluma ve ülkesine karşı sorumluluklarını yerine
getirmek durumunda olduğu tek devre olarak da dikkat çeker.
İnziva ve riyâzet hayatı devresi (vânaprastha): Bireyin
evini ve ailesini terkedip beşerî hayatın problemlerinden mümkün olduğu kadar
uzak bir şekilde ormanda veya bir dergâhta (aşram) tefekkür ve tezekkür
temrinlerine başladığı dönemdir.
Dinî dilencilik dönemi (sannyâsa): Bireyin ailesiyle bütün bağlarım kopararak kendini
tamamen din yoluna adadığı son devredir. Kişi
bu dönemde sadece dilenerek topladığı yiyecek ve giyeceklerle hayatını devam ettirmek zorundadır. Böyle bir hayat sürdüren kimselere sannyasin denir.
9.
HirHindular’a>rgöretyhayatın>rdöIrtntemelygay vardır.
Bunlar dharma, artha, kâma, mokşadır. Özetle; dharma, dinî ve ahlâkî
kuralların benimsendiği bir hayat sürdürmeyi; artha, ferdin en azından kendine ve ailesine yetecek kadar mal mülk sahibi olmasını; kâma, şehevî
arzularını meşru çerçevede tatmin edilmesini; mokşa ise, yukarıdaki üç gayeyi bir yana bırakarak
samsara çarkından kurtulup mutlak kurtuluşa
ulaşmayı hayatın yegâne gayesi edinmeyi ve
buna ulaşmayı ifade eder.
V. Hiindu KuttsaIl
MEetinIlerii
Hint kutsal literatürü Vedalar, Brahmarıalar,
Ararıyaka- lar ve Upanişadlar adıyla bilinen onlarca ciltlik bir koleksiyondan oluşur. Bunlara, “vahyedilen” veya “ilham edilenler” anlamında sruti türü eserler denir. Bunların
yanı sıra destanlar, sutralar, puranalar
ve dinsel hukuk alanında
yazılmış kanunnâmeler vardır ki, bunlara da
“akledilen, düşünülerek kaleme alman eserler” anlamında smriti denir.
A. Sruti
a. Veda I lar
“İlâhî bilgi” mânasına gelen Sanskritçe Veda terimi “bilmek” kökünden
türeyen bir isim olup “ilâhî veya kutsal bilgi” anlamındadır ve Hindu dininin
temelini oluşturan kutsal metinleri ifade eder. Dilleri Sanskritçe olan
bu kitapların genellikle m.ö. 1500-1000 yılları arasında
kaleme alındıkları kabul ediliyor olsa da
kesin olarak ne zaman ortaya çıktıkları ve kompoze edildikleri
bilinmemektedir. Bir kısım Hindologlar, bu metinlerin m.ö. 1500 yılından önce kaleme alınmış
olabileceğini iddia ederken diğerleri, bu tarihlerde îndus
vadisini istilâ eden ve zamanla bütün Hint yarımadasına
hâkim olan Ârîler tarafından yazılmış olduklarını savunur. Her dört metnin de Tanrı Brahma’dan bir nefes şeklinde sudûr ettiğini veya önce rışılere vahyedilip, daha sonra yazıya geçirildiğini savunanlar da vardır. Sadece Rig Veda mn vahiy eseri olduğunu, diğer eserlerin ise ondaki İlâhilerden ilham alınarak
söylenilen ve muhtelif amaçlar için bir araya toplanmış metinler olduğunu iddia edenler de epeyce fazladır. Günümüz muhafazakâr Hinduları’na göre, onların hepsi vahiy eseridir ve rişi adı
verilen azizlerce kaleme alınmıştır; dolayısıyla insan eseri değildir.
Her bir Veda,
mantra ve brahmana isimleri verilen iki ana bölümden oluşur. Mantralax, şiir formunda kaleme alınmış
duaları veya çeşitli tanrısal varlıklara övgüleri
ihtiva ederken brahmanalar, mensur biçimde yazılmış, m¿miralarda sözü
edilen olayları ve vazifeleri açıklayan kutsal metinlerdir. Dolayısıyla İlâhi formundaki metinlerin brahmana
türü nesirlerden daha eski olduğu söylenebilir.
aa. IRigtVeda
Rig Veda Samhita on bölümden müteşekkildir. Max Müller’e göre o, 10.402 ile 10.622
arasında dizeye, 153.826 kelimeye ve 432.000 heceye sahiptir.9 Hint
düşüncesinin en eski ve en klasik kutsal metni kabul edilen bu eserde yer alan
İlâhiler Agni, Surya, Varuna, îndra, Maruti gibi tanrısal varlıklara hitap
etmekte ve so
onların gücü ve kudretiyle ilgili
bilgiler içermektedir. Bu tanrıların her biri her şeye
gücü yeten, mutlak güç ve kudrete sahip birer
tanrı olarak ele alınmaktadır.10
Buna göre Rig Veda ilk bakışta politeist bir tanrı
anlayışını savunur görünmektedir. Ancak yukarıda işaret
edildiği gibi aynı kutsal metinde, “İnsanlar
onu İndra, Mitra, Varuna ve Agni,
hatta güzel kanatlı Garutman şeklinde isimlendirdiler. Hâlbuki hakikat tektir, azizler onu farklı isimlerle çağırmaktadırlar”11
gibi beyitlere de rastlanmakta ve Rig
Veda’nın tanrı anlayışını bir çeşit politeizm olarak tanımlamak zorlaşmaktadır. Bundan dolayı M. Müller, Rig Vedadakı tanrı anlayışını “katenoteizm” veya “henoteizm” diye isimlendirmiştir. Müller’e göre katenoteizm, çok tanrıcı bir yapı
içerisindeki her bir tanrının, aynı ve tek tanrının farklı
isimleriyle çağrılması veya bu tanrılardan her birinin farklı
zaman ve ortamlarda yüce tanrı olarak algılanması demektir.12
Rig Veda’nm onuncu ve son kitabı içerik ve üslûp bakımından onun diğer
bölümlerinden kısmen farklıdır. Burada ilk bölümlerin aksine, kâinatın
yaratıcısının “Hiranya-Garbha” (Altın Yumurta) veya “Pra- gapati” (brahma) adı verilen yüce tanrı olduğu, diğer ikincil tanrıları onun yarattığı ve dolayısıyla kurban ve takdime sunulmaya en lâyık tanrının sadece o olduğu beyan edilir.13 Böylece
Rig Veda’nm genel politeist ve
natüralist
anlayışının aksine, monoteist bir yaklaşım ortaya konur.
Okuma Parçaları 1
Bilinmeyen Tanrıya (Ka)
Mandala X, İlâhi 121
1.
Î1İlk önceJaltın çocuk (Hiranya-Garbha) sudûr etti.
O doğduğunda, her şeyin yegâne rabbiydi.
Yeri ve göğü düzenleyen odur.
Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
2.
0, hayatın ve kudretin kaynağı, bütün meleklerin emirlerine boyun
eğdiği varlıktır.
Ölümsüzlük ona bağlılığın,
Ölüm ise ondan habersiz kalmanın eseridir.
Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
3.
Sonsuz kudretiyle canlıların yaşadığı yeryüzünü
Ve yıldızları parlayan gökyüzünü yaratan odur.
O, bütün âlemlerin, insan ve hayvanların hâkimidir. Kendisine
kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
4.
Kudretiyle yüce karlı dağları, Denizleri ve kolları mesabesindeki
Uzun ırmakları var eden odur.
Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
5.
Bu muhteşem gökyüzü ve yeryüzü onun gücüyle karar kıldı.
Sema ve ondaki varlıklar onun sayesinde düzenlendi. Uzaydaki
havanın miktarını belirleyen de odur.
Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
6.
Yer ve gök onun iradesiyle var olmakta, Ona saygı duymakta ve onun
önünde titremektedir. Doğan güneşin üzerine parladığı varlık odur.
Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
7.
İçlerinde tohumu (Hiranya-Garbha’yı) ve ışığı
Barındıran azgın sular dört bir yanı
kapladığında, Sulardan meleklerin yegâne nefesini çıkaran odur. Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
8.
O, gücü/tohumu elinde tutan
Ve ışığı ortaya çıkaran sulara hükmedendir.
O, bütün ruhanî varlıkların da üzerinde
olandır. Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
9.
Dilerim ki o bizi üzmesin. O, dünyayı
yaratandır.
O aynı zamanda göğü sabitleyendir.
Berrak ve coşkun suları verendir.
Kendisine kurbanlar sunacağımız Tanrı, bundan başka kim olabilir?
10.
Ey Prajapati! Senden başka bütün yaratıkları Koruyup gözeten yoktur.
Sana kurbanlarımızı/ibadetlerimizi
sunduğumuzda, Dualarımızı kabul eyle. Bize bol
servet ve rızık ver.
Mandala X, İlâhi 129
Başlangıçta...
1.
Ne varlık vardı ne de yokluk.
Ne atmosfer, ne yıldızlı gökyüzü ne de onların ötesin-
dekiler...
O neyi kuşatıyordu? Nerede? Kimin himayesinde? Derin ve dibi erişilmez sular neydi?
2.
Orada ne ölüm vardı ne de ölümsüzlük
Ya da gece veya gündüzden bir işaret.
Kendi gücüyle var olan, nefes alan ve hareketsizce duran sadece o idi.
Onun dışında başka hiçbir şey yoktu.
3.
Başlangıçta karanlık içinde karanlık vardı.
Var olan tek şey, biçim almamış su idi.
Varlık alanına çıkan her şey, yani boşluk
tarafından gizlenmişti o bir olan,
Riyâzetin/tefekkürün (tapas) gücüyle yaratılmıştı o.
4.
Başlangıçta bu bir gelişti.
Zihnin ilk tohumu
istek/arzu oluştu.
Kendi kalplerinde onu
arayan bilgeler,
Varlığın bağının yoklukta olduğunu keşfettiler.
5.
O bağ ki karşıya bile uzanmıştı.
Aşağı ve yukarı var mıydı, o zaman?
Tohum ve güç kaynağı oradaydı.
Altta enerji, üstte ise itici kudret vardı.
6.
Gerçekten bilen kimdir? Onu
burada kim ilân edebilir?
O, nereden doğdu? Bu doğuş nedendir?
İşte onun sonunda ruhanî varlıklar ortaya çıktı.
Onun nereden doğduğunu bilen kimdir?
7.
Bu doğuş nasıl oldu?
Onu Tanrı mı yarattı? Yoksa onun bir dahli yok mu? Sadece arş-ı âlâdaki idarecisi bilir onu,
Ya sadece o bilir,
belki o da bilmez.
Purusa-sukta/İlk İnsan
Mandala X, İlâhi 90
1.
Bin başı vardı ilk insanın
Binlerce gözü, binlerce ayağı,
Dört bir yanından sarıyordu dünyayı,
Ve on parmak genişliğinde bir alanı
kaplıyordu o
2.
0 adam, bu evrenin bütünüydü
Var olan ve olacak her
şeydi o,
Ölümsüzlüğün efendisi,
Yemek yiyerek daha da genişledi.
3.
işİşte onun büyüklüğününllölçüsü budur
Belki daha da büyüktü o ilk insan,
Bütün varlıklar onun sadece bir çeyreği eder.
Diğer üç çeyreği semada ölümsüzdür/sonsuz hayattadır onun.
4.
O adamın üç çeyreği göklere yükseldi Bir çeyreği de yeniden yeryüzüne
indi.
Bununla dört bir yana yayıldı.
Yediği ve yemediği her şeye.
5.
Ondan Viraj doğmuştu
Viraj’dan da yeniden
adam sudûr etti.
O doğar doğmaz yeryüzünde
Doğuya ve batıya doğru yayıldı, hatta onun ötesine
ulaştı
6.
Melekler o adamı Tanrıya kurban olarak sununca, Onun erimiş tereyağı ilkbahar, odunu yaz, diğer sunuları da sonbahar oldu
7.
Onlar onu kurban
olarak yere serince, İlk olarak puruşa (ilk beden) oluştu.
Onunla beraber bütün melekler, sadhyalar Ve azizler de kurban sundu.
8.
Bu kurban lâyıkıyla sunulunca, Pıhtılaşmış
tereyağı toplandı Bundan kuşları ve böcekleri
yarattı o, Ve ormanda ve köylerde yaşayan bütün varlıkları
9.
Bu kurban tam olarak
sunulunca, Ondan Rig ve Sama Vedalar doğdu Ondan vezinler yaratıldı
Yajur Veda doğdu ondan
10.
Atlar ve çenelerinde dişleri olan bütün varlıklar
Sığırlar, koyun ve keçiler çıktı ondan.
ıı. İlk insan parçalandığında, Onu kaç parçaya
böldüler? Ağzı ve kollarına ne oldu onun?
Uyluklarına ne deniliyordu? Ayaklarına ne olmuştu?
12.
B Brahminler onun ağzı, Kşatriya kollarından
yaratılmıştı
Uyluklarından vaisya (esnaf)
Ayaklarından da hizmetçiler (sudra) var oldu.
13.
Onun zihninden ay, Gözlerinden güneş doğdu. Ağzından İndra ve ateş
(agni) Nefesinden rüzgâr (vayu) çıktı
14.
Karnından atmosfer
Başından yeryüzü ortaya çıktı Ayaklarından yeryüzü/dünya
Kulaklarından ise dört temel yön var oldu. Böylece o bu âlemleri şekillendirdi.
15.
Onun etrafını yedi kat çit çevreliyordu.
Ateş için biriktirilen odunlar ise bu çitlerin üç katıydı. Melekler
kurban törenini icra için
Kurban olarak o insanı bağladıklarında.
16.
Melekler kurbanı kurban için kurbanla beraber sunduklarında,
Bunlar ilk dinî âyinlerdi
Bu ateşler semaya yükseldiğinde,
Ki orası bütün eski sandhya meleklerinin yeridir.
ab. Yajur Veda
Yajur Veda tamamen kurban törenleriyle ilgili bir kutsal
metindir. Vedalar da emredilen dinî tören ve âyinleri düzenlemekle
görevli adhvaryas rahiplerinin el kitabı olup kurban törenleri, büyü ve
tılsımlarla tören esnasında okunacak dualar konusunda bilgi verir. Rig
Veda’dan alınmış bazı İlâhilerin yanı sıra bunları açıklayan nesir
kısımlar da vardır. Yajur Veda’mn özellikle “Brahmana” bölümü,
Hinduizm’deki rolü açısından Yahudilik’teki Talmud’a benzetilebilir.14
Yajur Veda daki yorumları asıl metinden ayırarak onu yeniden
düzenleme gayretleri sonucunda “siyah” (krişna) ve “beyaz” (sukla) Yajur
Veda olmak üzere iki
farklı metin ortaya çıkmıştır. Bunlardan Taittiriya- Samhita adı da verilen eski nüshanın, daha m.ö. III. yüzyıllarda
bilindiği ve kullanıldığı kabul edilir. Yajna- valkya Vagasaneyaya. nispetle Vagasaneyinler
denilen ikinci metin ise, sistematik ve gerçek metinle yorumların birbirinden daha kolay ayırılabilir oluşundan ötürü daha fazla tercih
edilir ve Sukla Yajur diye isimlendirilir. Buradaki “krişna” (siyah)-‘‘sukla” (beyaz) ayırımı ilk anda iyi ve kötüyü, büyü veya tılsımı akla getirse bile, gerçekte anlaşılabilir ve sistematik eserle
bu niteliklerden mahrum kitap şeklindeki
bir ayırımı ifade eder.
ac. LSama Veda
Bu kutsal metin Hindu dinî törenlerinde ve özellikle “soma” adı verilen törenlerde okunan İlâhileri ihtiva eder. Tamamı manzum olan bu İlâhilerin
bir kısmı, Yajur Veda'da olduğu gibi Rig Veda İlâhilerinden aynen alınmıştır. 1549 beyitlik manzum bölümün yanı sıra nesir şeklinde kaleme alınmış
bölümleri de vardır. Buradaki dua ve yakarışların
büyük çoğunluğu Somaya, Agni’ye veya İndra’ya yazılmış İlâhilerden
oluşur.
Sama Veda’nm manzum kısmı (mantra) edebiyat ve dinsel tarih açısından dikkate değer görünmese
bile, manzum metinlerin tefsiri mahiyetindeki brahmana-
lar, verdikleri zengin mâlûmat ile Hindu dinsel
tarihi açısından
oldukça önemlidir.
ad. Atharva Veda
Kronolojik bakımdan diğer Vedalar'dan oldukça sonra kompoze edildiği
kabul edilen Atharva Veda Sam- hita, tıpkı Yajur Veda ve Sama Veda
gibi, dinî âyin ve törenlerde okunan dua ve yakarışları
içeren bir İlâhiler koleksiyonudur. Diğer metinlere göre oldukça
geç bir tarihte kompoze edilmiş olsa da metinde yer alan
konular bakımından insan düşüncesinin ilk devrelerine ait görüşleri kapsar. Kitapta yer alan İlâhilerin yaklaşık altıda biri Rig Veda İlâhilerinden, özellikle onuncu bölümden
alınmıştır. Dolayısıyla bu büyü ve tılsım
kitabının Rig Veda nm onuncu mandalasmdan hemen sonra veya onunla aynı dönemde kaleme alınmış olabileceği
kabul edilir.15
Atharva Veda’da yer alan konular kısaca şunlardır:
ı. Sıtma, baş ağrısı, öksürük gibi hastalıklara karşı okunacak dualar ile bu hastalıkların nasıl tedavi edileceğine dair bilgiler (Eser bu yönüyle Ayur Veda denilen Hint tıbbının
tarihî bir kaynağı kabul edilmektedir.);
2.
Uzun ve sağlıklı bir ömür sürmek
için okunacak dualar ve yapılacak tılsımlar;
3.
Şeytan, büyü ve düşmanların kötülüklerinden korunmak için yapılacak dualar;
4.
İyi bir eş bulmak, erkek çocuk
sahibi olmak, insanların sevgisini kazanmak
gibi amaçlarla
kadınlar ve erkekler tarafından okunacak dualar;
5.
Kral veya yönetici konumunda bulunanların
okuyacağı dualar ve yapacağı tılsımlar;
6.
Mal mülk, servet sahibi olmak ve şans oyunlarında kazanmak için okunacak dualar veya yapılacak tılsımlar;
7.
Toplumda kin ve öfkenin yatışması, birlik ve düzenin sağlanması için
okunacak dualar;
8.
Günah ve pisliklerden
korunmak için okunacak dualar;
9.
Brahmanlara
zulmedenlere karşı okunacak dualar;
10.
Güneş, ay, yüce ruh, kâma (arzu), zaman gibi kozmik güçler için yapılacak dua ve tılsımlar.16
b.
Brahmanalar
Hindular’a göre Brahmanalar, tıpkı Veda İlâhileri ve Upanişadlar gibi
vahiy eseri kitaplardır ve sruti kategorisinde yer alan temel
eserlerdendir. “Hindu Talmudu” da denilen Brahmanalar, Vedalar’da
bildirilen kurban törenlerini izah ve tefsir eden nesir tarzındaki kutsal
yazılardır. Bunlara Brahmana denilmesi konusunda, onların Tanrı Brahma
adına icra edilen törenler ve dualarla ilgili olması veya bu dinî törenlerin
icrasında hrahminler adı verilen din adamlarına yol göstermek gayesiyle
kaleme alınmış olmaları gibi sebepler ileri sürülmüştür. Ancak Max Müller’e
göre, Brahmana ifadesi, brahmin rahiplerinin sözleri anlamına gelir.17
Bu metinlerde, kurban ve diğer dinî törenlerle
ilgili açıklamaların yanı sıra Hindistan’ın tarihi, eski âdetleri ve felsefî
sisteminin kuruluşu hakkında da değerli bilgiler yer alır. Bundan dolayı Brahmanalar
Hint tarihi bakımından da önemli bir coğrafî ve tarihî kaynak kabul edilirler.
Ancak Brahmanalarda ilgisiz konuların veya olayların birbiriyle
özdeşleştirilmesi gibi mantık dışı çıkarsamaları, aşırı sembolik anlatımları,
varoluşu monist çerçevede açıklamak uğruna sarfedilmiş aşırı gayreti ve henüz
olgunlaşmamış felsefî görüşleri de bulmak mümkündür.18 Bu durum
tabiatıyla onların hem kullanımını hem de anlaşılmasını önemli oranda
zorlaştırmaktadır.
Tıpkı Vedalar gibi Brahmanalann
da ne zaman kom- poze edildikleri kesin olarak belli olmasa da, muhtemelen Rig
Veda Samhita’dan hemen sonra, yani m.ö. 1000-m.ö. 500 yılları arasında
kompoze edildikleri düşünülmektedir.19
En eski Brahmana
metni, m.ö. VII. yüzyılda kom- poze edildiği kabul edilen ve Rig Veda’nm yorumu niteliğindeki Aittereya Brahmana'dır. Bunun yanı sıra yine Rig Veda’ya ait Kaushitaki Brahmana, Tait- tiriya Samhita’ya
ait Taittiriya Brahmana, Vajasenaya Samhita’ya ait Satapatha Brahmana
da önemli ve klasik hüviyeti haiz Brahmana metinleri arasındadır. Bilhassa Satapatha
Brahmana, sistematik oluşu bakımından bugün Hindular arasında yaygın
olarak kullanılmaktadır.
c.
Aranyakalar
Hint kutsal kitap
koleksiyonundan olan Aranya- ka literatürünün genel Hint düşüncesi içerisindeki yerini tam mânasıyla belirleyebilmek için,
Hindu inancına göre insan hayatının caturaşrama adı
verilen dört evreye ayrıldığını hatırlamak gerekir. Öğrencilik, aile hayatı, ormanda inziva-riyâzet devresi ve dilencilik dönemlerinden oluşan bu dört basamaklı sürecin üçüncüsünde, yani ormandaki inziva-riyâzet
döneminde birey, ailesi ve dünya hayatını tamamen terkederek ormanlara veya “aşrama” denilen inziva
merkezlerine çekilmekte ve kutsal yerleri ziyaret et- mektedir.20
Aranyaka denen metinler, bu münzeviler tarafından okunmakta ve üzerinde tefekkür edilmektedir. Brahmanalar ile Upanişadlar arasındaki bir dönemde yazıldıkları
varsayılan Aranyakalar’da, kanlı kurban törenleri ile bunlara ait tasvir ve kuralların yerine “om” gibi
gizemli heceler, dinî
törenlerin gerçek anlamını kavrama ve “mutlak varlık” üzerinde tefekkür gibi felsefî konular ve uygulamalar ön plana çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, Aranyakalar’la. birlikte Hint düşünce sisteminde somuttan soyuta doğru bir dönüşüm ve
gelişme göze çarpmaktadır. Artık bundan böyle ilk dönemlerdeki kurban törenleriyle
Tanrı’nm/tanrılarm öfkelerini yatıştırma veya onların rızasını kazanma ve kurtuluşa
ulaşma anlayışının yerini, tefekkür vasıtasıyla önce hakiki bilgiye, sonra da kurtuluşa ulaşma düşüncesi almıştır.
Konu bakımından Brahmanalar ve Upanişadlarla. çok yakından ilgili olan bu metinlerden dördü bugün elimizde mevcuttur.
Bunlar Brihadaranyaka, Taittiriya, Aitareya ve Kaushitaki Aranyaka’âır. Bazan Brihada- ranyaka Upanişad denilen Brihad Aranyaka,
Satapatha Brahmana ile ilgili bir metin iken Aitareya Upanişad, aynı isimle anılan Brahmana’nm bir parçasıdır.
Öte yandan Kaushitaki Aranyaka’yı teşkil eden üç bölümden sonuncusu aynı zamanda Kaushitaki Upanişad diye anılmaktadır.21
d.
Upanişadlar
Hint düşüncesinin dayandığı en önemli kaynak veya Hint felsefesine dair en berrak düşüncelerin yer aldığı kutsal metinler sayılan
Upanişadlar, Hint kutsal edebiyatı içerisinde en son kompoze edilen kutsal metinler olarak bilinir.
235,170,150 veya 108 adet oldukları belirtilen Upanişad metinlerinin m.ö.
VIII. yüzyıldan başlayan ve m.s. 1700 yıllarına kadar uzanan uzun bir dönem içerisinde kompoze edildikleri
tahmin edilmektedir. Bununla birlikte temel ve klasik olarak kabul edilen Upanişadlar’m
m.ö. 800-m.ö. 400 yılları arasında meydana getirildikleri kabul edilir.22 Ancak onların en eski el yazma nüshaları da m.s. 1000 yıllarından öncesine gitmez.23
Upanişad kavramı morfolojik olarak
“oturmak, tahrip etmek” veya “yaklaşmak” anlamlarındaki “sad”
kökü ile “ni" (aşağı) ve “upa” (yakın)
öneklerinden oluşan bir kelimedir. “Sad"
fiiline verilen anlama göre bu terim farklı anlamlara gelir. Onun “oturmak” kökünden geldiğini iddia edenlere göre
Upanişad terimi, “öğrencilerin, ruhsal ve gizemli bilgi elde etmek amacıyla hocalarının etrafında oluşturdukları halka” anlamındadır. Onun “tahrip etmek” anlamındaki “sad” kökünden geldiğini
düşünenler ise Upanişadlar’m her türlü kötülük ve sıkıntının
kaynağı olan “cehaleti ve arzuları tahrip eden sırlı
İlâhî bilgileri içerdiği için” bu isimle anıldıklarını iddia etmiştir.24
Bugün Upanişad terimi, çoğunlukla “yanlış ve doğru, bâtmî veya gizli izah”, “bâtmî izahlardan elde edilen
bilgi”, “bu tür bilgileri elde edebilecek kişilerin uyması zorunlu kurallar yahut
yerine getirmeleri gereken dinî törenler” veya “bu tür bilgileri ihtiva eden literatüre verilen isim” anlamlarında kullanılmaktadır.25
Temel/klasik Upanişadlar; Brihadaranyaka, Chan- dogya, Taittiriya, Kaushitaki, Kena, Isâ, Katha, Svetas- vatara, Mundaka, Mandukya, Maitri ve Prasna Upa- nişad’dan oluşur.26
Bütün bu metinlerin amacı, “Tat tvam asi” (Sen O’sun) veya “Aham
brahma asmi" (Ben Brahmayım) şeklindeki kısa bir cümlede özetlenebilecek hâlin her din mensubunca idrakine yardımcı olmaktır. Başka bir ifadeyle, insanoğlunun benlik duygusundan sıyrılarak kendisinin evrensel
ruh olan brahman ile ayniliğini kavrayabilmesine yardımcı olacak bilgileri ona sunmaktır. Bundan ötürü Upanişadlar,
“insanoğlunu isteklerinin elinde
oyuncak olmaktan kurtarıp,
ona İlâhî bir vasıf kazandıracak gizli bilgileri ihtiva eden eserlere verilen isimdir” denilebilir.
B. Sm riti
Bu kategoride yer alan
eserlere gelince, bunlar Vedalar’m aksine, kaynağı bakımından beşerî olan ve hikâye, destan, efsane veya kanunnâme formunda kaleme alınmış metinlerdir. Akıcı
anlatımları, kolayca hatırlanabilir içerikleri ve en önemlisi kastla ilgili sınırlamaların
dışında olmalarından ötürü Hint dinî ve sosyal hayatında Vedalar’dan daha etkilidirler.
Özellikle yaklaşık yüz bin beyitlik Mahabharata destanının yedi yüz beyitlik küçük bir bölümünü
oluşturan Bhaga- vat-gita dinî hayattaki etkisi ve şöhreti bakımından bu dinin yegâne kutsal kitabı gibidir.
Ramayana ve Mahabharata destanları Hint kültürünün en önemli iki destanıdır.
Yazarları ve kompo- ze ediliş tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte, asırlarca şifahen aktarıldıktan sonra tahminen m.ö.
IV-II. yüzyıllar arasında bugünkü formlarını aldıkları, milâdî I veya II. asırda ise yazıya
geçirildikleri düşünülmektedir. Ramayana destanında,
kahraman Ramanın şahsında itaatkâr bir oğul, sadık bir koca, cömert bir kardeş, cesur bir savaşçı,
kısacası mükemmel bir insan ve ideal bir Hindu portresi sunulmaktadır. Destan böyle bir kahramanın
haksız biçimde sürgün edilişi, eşi Sita’nm kötü kral Ravana tarafından
kaçırılışı ve maymun yüzlü tanrı olarak bilinen Hanuman’m yardımıyla tekrar kurtarılışını hikâye eder. İlkin Aziz Valmiki, daha sonra ise Tulsidas tarafından yazıya geçirilen bu destan yaklaşık yirmi dört bin beyitten oluşur.
Mahabharata destanı ise, dünyanın en uzun destanıdır.
Öyle ki Homeros’un İlyada ve Odysseia’smdan
yedi kat daha büyüktür. Akraba olan Kavrava ve Pan- dava sülâleleri arasındaki hükümranlık mücadelesini hikâye eden destan, Hint dinî düşüncesi hakkında
inançtan ibadete, mitolojiden felsefeye uzanan
çok geniş yelpazede bilgiler sunar. O, bir destan olmasının yanı sıra Manu
Kanunnâmesinde yer alan kuralların yaklaşık yüzde seksenini ihtiva
etmesinden dolayı aynı zamanda didaktik bir eserdir. Mahabharata
destanının, Hinduizm’in soyut ve metafizik esaslarını destan tarzında ele
alarak bunların halk tarafindan kolayca anlaşılmasını ve özümsenmesini
sağlayan bir eser olduğu söylenebilir. Bilhassa Bhagavat-gita diye
bilinen bölüm, ruhun mahiyeti ile karma-yoga,jnana-yoga ve bhakti-yo-
ga gibi kurtuluş yollarına dair verdiği eşsiz bilgiler dolayısıyla apayrı
bir önemi haizdir ve Hindu dinî hayatı açısından son derece kıymetli bir
eserdir.
Puranalar ise, dünyanın yaratılışını ve tanrının değişik
bedenlere girerek (avatara) insanlık tarihine müdahalelerini anlatan
mitolojik eserlerdir. Toplam sayıları otuzu aşan bu eserlerden bilhassa on
sekiz tanesi, Hint mitolojisi tarihi, felsefesi ve coğrafyası hakkında önemli
bir kaynaktır.
Dharma-şastralar, Hint dinî kurallarını belirleyen veya
açıklayan smriti kategorisindeki son eser türüdür. Onlar da tıpkı
destanlar ve Puranalar gibi, değişik şartlar ve farklı zamanlarda dinî
hükümlerin nasıl uygulanacağı konusunda Hindular’a rehberlik ederler. Bunların
en meşhuru “Manu Kanunları” adıyla tanınan Manu-smriti adlı
kanunnâmedir.27
Hindu Kutsal Metinleri
ve Konulan
Kutsal
Metinler Tahmini
Olucum Süreci Temel Özelliği ve İçeriği Yansıttığı Genel Eğilim
-
Vedialar m.ö. 1500-800 Politeist ve animist Tann ve âlem görüşü
-
Ritüel ve büyü içerikli konular
Basit metafizik ve felsefi konular İlk
bölümlerinde tann
olarak algılanan doğa güçlerine ibadet telkin edilir; sonraki bölümlerinde ise, felsefi konulara ve
Brahmanizm’e doğru bir eğilim sergilenir.
Brahmanalar
Upanişadlar
-
Sutralar m.ö. 800-200 Veda dinsel törenlerinin
anlamı ve
icrasına
dair
bilgiler
-
Çeşitli
ritüellere ait
ayrıntılı
açıklamalar
-
Temelde Vedalar üzerine felsefi yorumlar
-
Âlemin, ruhun ve kurtuluşun mahiyetiyle ilgili spekülatif bilgiler
-
Nirvanaya götüren en iyi yol olarak asketizme vurgu
Upanişadlar'm yorumlanması ve özetlenmesi
teşebbüsü İnsanî niteliklerden uzak, soyut brahman kavramı tam mânasıyla
gelişmiş; bu,
âlemin
temelindeki
kozmik güç olarak algılanmış ve bütün ruhların onunla bütünleşmeye
çaba gösterdikleri ileri sürülmüştür.
Destanlar (Mahabharata
ve
Ramayana) m.ö. 200-m.s.
-
300 Vedalar üzerine daha geniş
açıklamalar
Hindu ahlâkı ve sosyal değerlerinin somutlaştırılması Dinin insanlara ilginç
hikâyeler aracılığıyla öğretilmesi çabalan önem kazanmış.
Tanrılar soyut kavramlar yerine insanlara yardım eden ve onlarla beraber hareket
eden insanüstü varlıklar şeklinde tanımlanır
olmuştur.
Hinduizm içerisinde yeni dini ihya hareketlerinin
ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Puranalar m.s.
300-750 -
Hindu tann ve tanrıçalan, eski
yaratılış
hikâyeleri aracılığıyla dinî öğretim ve
kitlelerin eğlendirilerek
eğitilmesi
VI.
Hinduizm’de İbadet
Hindular için ibadet temelde bireysel bir faaliyettir. Tapmaklarda görevli brahminler liderliğinde okunan İlâhiler (bhajan) dışında
ibadetler çoğunlukla bireysel olarak icra
edilir. Hindu ibadetlerini; evde günlük yapılanlar, özel durumlarda icra edilen
törenler ve ay takvimine göre yılın belli günlerindeki periyodik ibadetler olmak üzere çeşitli gruplara ayırabiliriz.
Brahmin (din adamı), kşatriya
(yönetici) ve vaısya (esnaf) sınıflarına mensup olan Hindular sabahleyin güneş doğmadan önce, kuşluk/öğle vaktinde ve güneş
battıktan sonra olmak üzere günde üç defa ibadet ederler. Şafak vaktinde kalkan dindar
bir kimse, öncelikle kutsal “om” hecesini okuyarak işe başlar, daha sonra tanrının isimlerini zikreder, üstatlarını
hatırlar ve kendisinin Tanrı ile özdeş olduğunu
hatırlatan sabah duasını okur. Daha sonra sabah banyosunu yapar, saçlarını toplar. Evdeki puja odasında veya Ganj kenarında sabah ibadetini tamamlar.28
Hindular’a göre güneş, sabahleyin Brahma, öğleyin Vişnu, akşamleyin ise Şiva şeklinde tasavvur edilir. Bundan dolayı sabah duasında önce
doğuya, yani güneşe doğru yönelmek gerekir. Bundan sonra bireyin mensubu olduğu mezhebin uygulamalarına uygun şekilde, “Şimdi
her şeyin kaynağı ve sonunda kendisine döneceği, bütün dünyayı aydınlatan o İlâhî güneşin
üstünlüğü önünde eğilelim; dilerim ki o, kendine
doğru
ilerleyişimizde bizim anlayışımızı arttırır ve yakarışlarımızı
kabul eder.”29 anla- mındakigoyatn mantrası tekrarlanır.
Ayrıca Rig Veda, Yajur Veda ve Sama Veda’nm ilk mantralan/kısımlan okunarak tanrıya yakarılır ve böylece ibadet tamamlanmış olur.
Kuşluk veya öğle ibadeti ise, güneşin
doğuşundan zeval vaktine kadar olan zaman
diliminde icra edilebilir.
Ancak Hindular bundan önce sabah
kahvaltısı/yemeği yiyemedikleri için günümüzde pek çok dindar aile kuşluk
vaktinde öğle ibadetini yapar ve ardından sabah kahvaltısına oturur. Öğle
ibadetinde tanrı tasviri veya heykeli üzerinde yoğunlaşmak, ona yiyecekler
sunmak ve adına tütsü çubukları yakmak esastır. Tapılan tanrı adına hayvanlara
ve misafirlere ikramda bulunmak ve yiyecekler sunmak da törenin bir parçası
kabul edilir. Tören, kutsal metinlerden çeşitli dualar ve parçalar okunarak
tamamlanır.
Akşam ibadeti de büyük oranda öğle ibadetine
benzer, ancak ondan daha kısadır. İbadete niyetlenen kimse önce su ile bir
çeşit abdest alır ve ibadet yerini su ile kutsar. Daha sonra güneşin bulunduğu
yöne, yani batıya veya kuzeybatıya yönelir. Kısa bir tefekkür ve selâmlama
faslının ardından sabah ibadetinde olduğu gibi gayatri duasını okur.
Daha sonra da Vedalar’dan kısa üç mantra okuyarak ibadetini tamamlar.30
Hinduizm’de günlük ibadetlerin dışında samskara
denilen ve doğum, evlenme ve ölüm gibi insan hayatının geçiş dönemlerinde
gerçekleştirilen dinî törenler de vardır. İlk dönemlere ait kutsal metinlerde
bunların sayısı kırk civarmdadır ve bunlardan on sekiz tanesi ayrıntılarıyla
tanımlanmıştır. Bugün sadece on tanesi yaygın olarak icra edilmektedir. Samskaralann
ana gayesi, hayatın her bir dönemini kutsamak, bireyi zararlı etkilerden
korumak ve onun bahtını açmak yani iyi ve güzel şeylerle karşılaşmayı temin
etmektir.
Hamilelik dönemiyle ilgili törenler günümüzde
gözden düşmüştür. Dolayısıyla geçiş törenlerinin ilki doğumla ilgilidir. Bu
törenin amacı doğumdan kaynaklanan kirlenmeyi gidermek, anneyi ve çocuğunu
korumaktır. Doğumun altına veya on ikinci günü çocuğa "isim verme
töreni” (nama karana) yapılır. Bu törenle birlikte, anneyle ilgili birçok sınırlama kalkar, ayrıca ev mânevi kir ve kötü güçlerden
temizlenmiş olur. Bazı aileler çocuğun ilk güneşe
çıkarıldığı, katı yiyecek yediği, saçının kesildiği veya kulağının
delindiği günlerde de ailenin görevli brahmini yönetiminde muhtelif törenler yaparlar. Ancak bunlar ad koyma töreni kadar yaygın ve önemli
değildir.
Özellikle ilk üç sınıfa mensup olanlar için
büyük önemi haiz bir diğer tören ise, upanayana adı verilen, erkek çocukların dine giriş
törenidir. Bu törende aday olan çocuğa asalet ipliği takılır.
Aday bu ipi başından hiçbir zaman çıkarmaz; ayrıca onun her telini mânevi
kirlerden de korumak zorundadır. Yine bu törende aday çocuğa,
sözkonusu dindeki önemine binaen İslâm dinindeki Fâtiha sûresine
benzeyen gayatri duası öğretilir ve bunu kurallarına uygun biçimde okuması
istenir.
Hinduizm’de evlilik töreni de dinî ve sosyal açıdan son derece önemlidir. Bundan ötürü düğünler
oldukça teferruatlıdır ve ortalama bir hafta sürer.
Cenaze törenlerine gelince, bunlar bireyler adına gerçekleştirilen son törenlerdir. Cenaze törenleri
konusunda uygulamada zengin bir çeşitlilik vardır. Cenaze törenleri, ruhun cesetten ayrılarak
bu dünyayı terketmesini ve geçici cennet hayatı olarak tanımlanabilecek
Atalar Diyarına, ulaşmasını temin etmek, hayalete dönüşerek dünyadaki yakınlarına zarar vermesini engellemek ve ölüm olayıyla birlikte ortaya çıkan ve cenaze sahiplerine zarar vermesi kaçınılmaz
olan mânevi kirlenmeyi gidermek
gibi amaçlarla
yapılır. Cenazeler genelde odun ateşinde yakılır. Ceset yakıldıktan sonra cenazeye katı-
lanlara tatlı ikram edilir ve bu, törenin başarıyla tamamlandığı
anlamına gelir. Benzeri ikramlar ölümün onuncu ve yirminci günleri ile yıl dönümlerinde de tekrar edilir.
Mevtâ adına yapılan bütün bu ikramların amacı, bedenden ayrılan ruhun yeni bir ruhsal bedene girmesine yardımcı olmaktır. Gerek yakma eyleminin
gerekse sonraki ikramların
ölenin oğlu veya bir erkek akrabası tarafından eksiksiz gerçekleştirilmesi
ölenin iyi bir durumda yeniden bedenleşmesinin garantisi sayılır. Bundan dolayı Hint’te erkek evlâda
sahip olmak hem dünyevî hayat hem de ölüm
sonrası için büyük önem arzeder.
Dinî açıdan önemli merkezleri ziyaret
etmek de Hin- dular arasında
hem yaygın hem de önemli kabul edilen başka
bir uygulamadır. Bu ziyaretler dinî sorumluluğu yerine getirerek sevap kazanmak, nihaî kurtuluşu gerçekleştirmek, günahları affettirmek, büyüklerin
hayır dualarını almak, öfkeli tanrı veya tanrıçaları teskin etmek, hastalıktan
ve şanssızlıktan kurtulmak ya da mal
veya toplumsal statü kazanmak gibi gayelerle gerçekleştirilir. Bazı ziyaret yerleri ise
kimi özel tanrılarla
alâkalıdır. Örneğin Virindavan ve Mathura,
Krişna ile ilgilidir. Ancak Benaras ve Bodh Gaya, arzuları gerçekleştirme konusunda diğer yerlerden daha önemlidir.
Hinduizm’de bunlardan başka yıllık törenler de vardır.
Günümüzde Hindistan hükümetince resmî tatil ilân edilen on altı bayram söz konusudur. Bu bayramlar, ay takvimine göre
kutlandıkları için bayram günleri her yıl farklılık
gösterir. Ancak İslâmiyet’te olduğu gibi yılın her dönemine rastlamaz. Kısacası,
milâdî takvime göre yıllık törenlerin ayı aynı, günü ise farklıdır. Hin- dular mart ayında
görünen ilk hilâli yılbaşı kabul eder ve diğer
aylar buna göre düzenlenir. Meselâ, mart hilâli ıo Mart’ta görünürse, o gün Ugadi bayramı
kutlanır. Ram Navami denen bayram ise, kamerî ayın dokuzuncu günü kutlanması gerektiği için onunla ilgili törenler
19 Mart’ta tertip edilir. Diğer bütün yıllık bayramların
takvimi buna göre düzenlenir. Doğal olarak bu
durum, yıllık bayramların günlerinde değişikliklere yol açar. İslâm toplumları
arasındaki “ayın görülmesi” konusundaki tartışmalara Hindular arasında da
rastlanır.
Hint Ayları Milâdî
Karşılığı Bayramın Adı önemi
Chaitra Mart-Nisan Ugadi (ilk gün) Yılbaşıdır. Eğlence
ve hediyeleşme ağırlıklı bir bayramdır.
Ram Navami (9.
gün) Rama’nın doğum
günüdür. Ramayana okunur.
Rama’nın tasvirlerine tâzim gösterilir ve onun adına takdimeler sunulur.
Bugünde sebze, tahıl ve tuzlu yiyeceklerden uzak durmak bir âdettir.
Vaisakha Nisan-Mayıs
Jyestha Mayıs-Haziran
Ashadha Haziran-Temmuz
Sravana Temmuz-
Ağustos Raksha Bandan
(dolunay) Asalet
ipliğinin yıllık olarak yenilendiği gündür. Bireyin hem Tanrı’ya hem de
kardeşlerine ve eşine karşı sorumluluklarının ve karşılıklı dayanışmanın
hatırlandığı bir bayramdır.
Krishna
Janamashtami (23. gece) Tanrı
Krişna’nın doğum günüdür. Krişna gece yarısı doğduğu için Hindular o gün
uyumaz. Krişna’ya adanan tapınaklarda sabaha kadar törenler yapılır, ertesi gün
oruç tutulur ve kutsal metinlerden Krişna’ya ait bölümler okunur.
Bhadrapada Ağustos-Eylül
Asvina Eylül-Ekim Navaratri (ilk
dokuz gün) Dokuz gece
bayramıdır. Tören temelde Tann’nın dişil yönünü sembolize eden Tanrıça Durga
ile ilgilidir. Gelinler evlerine döner. Sadece günde bir defa meyve ve tatlı
yenilerek on gün perhiz yapılır. Durga’nın Rama’ya ve insanlara yardımı
hatırlanır.
Dussehra (10.
gün) Durga’nın
ruhunun onun tasvir ve heykellerinden ayrıldığına inandır. Bundan dolayı onun
adına yapılan heykeller ya ırmaklara atılır ya da yakılarak imha edilir.
Divali (son üç gün) Işıklar
bayramıdır. Her yer ışıklarla süslenir. Durga’nın diğer formu kabul edilen
Kali’nin doğduğu gündür, înanışa göre bu günlerde Vişnu’nun eşi Lakşimi evleri
ziyaret eder. Bundan dolayı onun adına hazırlıklar yapılır.
Karttika Ekim-Kasım Divalı
(ilk iki gün)
Margasirsha Kas
ım-Aralık
Pausa Aralık-Ocak
Magha Ocak-Şubat Mahashivaratri
(ayın son günü) Aslında her
ayın son günü Tanrı Şiva’ya atfedilir. Magha ayının ikinci yansının son günü
ise özellikle önemlidir. Bu geceyi uykusuz geçiren ve oruç tutan genç kızların
istedikleriyle evlenebileceklerine inanılır.
Phalguna Şubat-Mart Holi (dolunay) Hindistan’da
baharm gelişini ve Tann’ya gönülden bağlı kimselerin kurtuluşunu sembolize
eder.
Hinduizm’de üç temel eğilimden söz edilebilir.
Söz konusu dinin hemen her döneminde var olagelen bu eğilimler günümüzde
Şivacıhk, Vişnuculuk ve Saktizm olarak varlığını sürdürmektedir. Bunların
dışında Hıristiyanlığa tepki olarak veya onunla etkileşim sonucunda ortaya
çıkan Arya Samaj, Brahma Samaj ve Krişnacılık akımları ile yoga egzersizlerine
verdikleri aşırı önemden ötürü Yogacılık başlığı altında toplanabilecek başka
akımlar da vardır. Ancak bunlar, Hindistan dışında çok tanınmış olmalarına
rağmen Hindular arasında pek yaygın değildir.
Şivacıhk, Şiva’yı yüce tanrı kabul eden ve ona
tapımı temel dinî görev sayan bir mezheptir. Bu mezhep, dokuzuncu asır Hint
filozoflarından Şankara ve Kumarila’nın görüşleriyle ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır.
Aslında Şiva, Vedalar’da zikredilen bir tanrı değildir. Ancak ona
atfedilen nitelikler göz önüne alındığında, onun Vedalar’ın bereket ve
yok edici korkunç tanrısı Rudra’dan başkası olmadığı söylenebilir. Yani Rudra
zamanla Şiva’ya dönüşmüştür. Mezhep taraftarlarına göre Şiva, hem öldüren hem
de yaratan tanrıdır; iyiliğe ve iyilere yer açmak için kötüleri yok eder. Her
türlü tanrısal niteliğe sahip bu tanrı, çoğu zaman yabani halkların korkunç
tanrısı şeklinde de tanımlanır. Şiva, üzerindeki kaplan postu elbisesi,
kafataslarmdan müteşekkil kolyesi ve keçeleşmiş uzun örgülü saçlarıyla korkunç
bir varlık şeklinde resmedilir. O, aynı zamanda insanlara çok düşkün ve merhametli
bir tanrıdır; kendine hürmet gösteren ve tâzimde bulunanlar için her türlü
iyiliği ve güzelliği yaratır. Onun bu yönünü anlatan dans eden Şiva veya
Şiva-lingam tasvirleri, Hindular arasında çok yaygındır ve büyük rağbet görür.
Şiva aynı zamanda zahitlerin
piri ve koruyucusu mahayogidır; yani yoga
egzersizlerine sıkıca
bağlılığı sonucunda nefsini öldürmüş en büyük zâhittir.
Bu bakımdan o, en büyük yoga üstadı ve uygulayıcısıdır.
Küllere boyanmış çıplak bedeniyle tefekküre dalmış Şiva tasvirleri, bu anlayışın
bir sonucudur. Şivacılar’m diğer mezhep taraftarlarına nazaran zâhitliğe
düşkün oluşları ve yoga
egzersizleriyle nefsin öldürülmesi için kendilerine işkence etme ve sert yataklarda yatma gibi katı kurallara eğilim göstermeleri bundandır.
Vişnuculuk ise, Şivacılığm aksine, asketizm ve öte dünyaya yönelik eylemlere fazla ilgi göstermez. Taraftarları nezdinde Vişnu, insanlara çok düşkün,
onları çok seven müşfik bir babadır,
şefkati ve merhameti ile öne çıkar. O, yeryüzündeki iyileri korumak ve düzeni sağlamak için zaman zaman yeryüzünde değişik formlarda tecessüm
etmiştir. Rama ve Krişna, Hindistan'ın her bölgesinde
saygı gören bu enkarnasyonlarm en tanınmışlarıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Hindular’m iki büyük destanı Mahabharata ve Rama- yana bu avataralarm hayat hikâyelerini konu edinir.
Vişnuculuk, onuncu asır Hint düşünürlerinden
Ra- manuja ve takipçisi Madhva’nm görüşlerinden kaynaklanan ve Ramananda ve Chaitanya gibi şairler sayesinde yaygınlaşan bir akımdır. Vişnu,
Vedalar döneminde sıradan bir tanrı, Hindu teslisinde (trimurti) ise sadece hayatın devamından sorumlu bir tanrı
gibi görülse bile, Vişnuculuk’ta o, her şeyi yaratmaya ve yok etmeye kâdir yüce tanrıdır; hatta Brahma ve Şiva onun sayısız avataralarmdan ikisi kabul edilir. Genellikle okyanus üzerindeki yatağında, lotuslar arasında eşi
Şri Lakşi- mi ile birlikte uyuyan bir tanrı şeklinde tasvir edilir ve
kötü güçler iyileri rahatsız etmedikleri sürece
o uyumasını sürdürür.
Vişnuculuk’ta, Vişnu tapımının yanı sıra Bhagavat-
gita okumak, Ramlila ve Krişnalila denen faaliyetlere katılmak, Rama ve
Krişna adına kirtan ve bhajan (bir çeşit İlâhi) okumak en temel
dinî sorumluluklardır. Krişna merkezli dinî törenler de hayli yaygındır.
Hinduizm içindeki üçüncü büyük grup, tanrıların
“sakti” denilen ve çoğunlukla eşleriyle temsil edilen dişil/feminen gücüne
inananlardır. Bugün yaklaşık 50 milyon Hindu’nun çeşitli formlardaki bu tanrıçalara
tapındıkları tahmin edilmektedir. Tanrının dişil/ feminen yönüne tapınma,
muhtemelen Ârîler öncesi döneme kadar uzanmaktadır. Tanrı’nın “sakti” adı verilen
dişil yönü sıkça kundalini enerjisi ile ilişkilendiril- miş, bolluk ve
yaratıcılığı da çok çeşitli simgelerle ifade edilmeye çalışılmıştır. Bu dişil
güce zaman zaman diğer tanrılarla ilgisi olmayan apayrı bir tanrı olarak
tapıldığı da görülür. Meselâ Kali güzel ve şefkatli bir kadın/ana suretinde
tasvir edilir. Durga ise aksine vahşi ve acımasız bir tanrıçadır. Aslında eski
çağlardan beri dişil tanrısal güçlere tapınma, doğaya tapınmayla bağlantılıdır.
Bu durum özellikle büyük ağaçlar ve ırmaklar örneğinde daha net görülebilir.
Meselâ kutsal sayılan Ganj nehri son derece güçlü dişi bir varlıktır ve onun
suları temizleyicidir. Burayı ziyaret edenlerin günahlarının Ganj’m sularıyla
yıkanıp gittiğine inanılır. Tant- ralar denilen kutsal metinler de dişil İlâhî
varlıklara nasıl tâzim gösterileceğini açıklar.
Sakti ibadetinde dişil tanrıçaların yanı sıra
zaman zaman erkek özelliklere sahip tanrısal varlıklar da söz konusudur. Bunlar
çoğunlukla adı geçen tanrıçaların eşleri konumundadır. Bu durum, tanrısallıkta
dişi ve
erkek prensiplerin beraberliği ve ebedî
birliğinin gerekliliği şeklinde yorumlanabilir. Tanrısal çiftlerden dişi olanı, hayat verici gücü
temsil eder; eril güç ise, onu harekete geçiren ve böylece yaratmanın gerçekleşmesini sağlayan ana unsur gibi görülebilir.
VIII. Modern Dünyada Hinduizm
Hinduizm’in gelişimi sürecinde, Hint yarımadasındaki farklı
kültürlerin birbiriyle etkileşimi kadar bölgeye sonradan giren İslâmiyet
ve Hıristiyanlığın da önemli katkıları olmuştur. Bilindiği
gibi bölge, IX. yüzyılın başlarından itibaren kuzeybatı ve kuzey bölgelerinden
başlayarak tedricen müslümanların yönetimine girmiştir.
Özellikle XVI-XVIII. yüzyıllardaki Bâbür İmparatorluğu
döneminde, yarımadanın güneyi hariç büyük bölümü müslümanların egemenliğinde
kalmıştır. Bu dönemde güneyde başlayan ve kuzeye doğru yayılan Bhakti hareketi, Hinduizm ve İslâm’ı
uzlaştırma gayretleriyle birle- şince, hem Sihizm gibi yeni bir dinin hem de yeni Hindu ve Jainist mezheplerinin doğmasına yol açmıştır.
XVII. yüzyıl sonlarından itibaren bölgeye AvrupalI koloniciler hâkim
olmaya başlamıştır. Hıristiyan misyonerlerin çalışmaları, özellikle XVIII ve XIX. yüzyıllarda
artmıştır. Bu dönemde hıristiyanlar genelde Hinduizme ve Hindu geleneklerine karşı küçümser bir tavır takınmış ve onu dinsel hayatın
ilk dönemlerine ait inançlar bütünü şeklinde
yorumlamışlardır. Ayrıca buralarda açmış oldukları okullarda Hinduizm’in felsefî açıdan tutarsız ve ahlâkî bakımdan yetersiz bir sistem olduğunu telkin etmeyi de ihmal
etmemişlerdir. Bu eleştiriler,
dönemin Hindu aydınları üzerinde tesirini göstermekte
gecikmemiş; yapılan telkinlerin etkisiyle
onlar da kendi dinleri ve geleneklerinin çağın şartlarına
uygun olmadığını ve mutlaka reforme edilmesi gerektiğini ileri sürmeye başlamışlardır. Meselâ Sri Aurobindo, Hinduizm’i salt bir felsefî sistem haline
getirirken, R. Tagore ve S. Radhakrişna ise, Batılı aydınlarca aşağılanma korkusuyla kendilerini dinler üstü bir statüde göstermiş veya bir çeşit ateist olarak tanımlamışlardır.
Batı etkisine karşı milliyetçi bir yaklaşımı savunan Mahatma Gandi’nin çabaları da Hint geleneğine Batı dünyasında meşruiyet
kazandırma gayretleri ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Zira o, bütün dinlerde var olan
temel inanç ve ahlâkî
öğretilerin Hinduizm’de bulunduğunu ileri sürerek Hinduizm’in de tıpkı
Hıristiyanlık gibi bir din olduğunu ispat etmeye çalışmıştır.
Aynı dönemlerde kendi geleneğine âşık olan ve onu ihya ederek herkesin benimseyebileceği bir sistem haline getirmeye çalışanlardan biri Ramakrişna’dır (18361886). Onun saf dindarlık ve evrensel ruh öğretisi, “Ra- makrişna hareketi” veya “Vedanta topluluğu” denilen grubun ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Ramakrişna’nm en önemli takipçisi Vivekananda (1863-1902), Sanatçına Dharma
nın evrensel mesajını Hindistan dışına, Amerika Birleşik Devletleri ve
Avrupa’ya taşımıştır. Bu topluluklar günümüzün en aktif Hindu cemaatleridir.
Brahma Samaj ve Arya Samaj gibi reform çabaları da yine Batının
Hint kültürüne etkisi sonrasında ortaya çıkan modern hareketlerdir. Bunların
ortak özelliği, Hinduizm’i Batılı eleştiriler ışığında yeniden inşa ederek,
ondaki hıristiyanlarca eleştirilen inanç ve uygulamaları ortadan kaldırmak
suretiyle yeni bir Hinduizm yaratma çabasına girmeleridir.
Günümüz Hindistan’ındaki en ilgi çekici akımlardan biri de
Swadhyaya hareketidir. Yaklaşık 20 milyon taraftan bulunan bu hareket, klasik
Hint metinlerinin,
özellikle de Bhagavad Gita’nrn
yeniden yorumlanp modern hayatın rehberleri olarak kabul edilmelerini savunur. Bireysel ve toplumsal
gelişmeyi hedeflemesi ve bu konuda oldukça başarılı sonuçlar elde etmesinden ötürü Swadhyaya hareketi, pek çok siyaset bilimci tarafından Hint toplumu adına
“sessiz bir toplumsal devrim” diye nitelenir.
Hareketin kurucusu, kutsal metinler üzerine çalışmalarıyla tanınan Vaishnath Athevale
Shastri’dir. 1950’lerde bu hareketi başlatan Shastri’ye takipçileri “ağabey” anlamında “Dada/Dede” unvanıyla
hitap ederler. Herhangi bir hiyerarşiyi içermeyen ve tamamen gönüllülük
esasına dayanan bu hareketin amacı, insanları geliştirmek, modern hayatın
sıkıntılarını gidermek, toplumda yardımlaşma ve dayanışmayı
arttırmaktır.
Modern dönemlerde, Hindu geleneği
içerisinden meditasyon ve yoga gibi unsurları ön plana çıkaran ve Batı’da ilgi çeken bazı
popüler hareketler de çıkmıştır. Bunların en meşhurlarından biri Transandantal Meditasyon’dur. Maharişi Maheş Yogi tarafından kurulan ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne taşman Transandantal Meditasyon, ruhsal huzur vaat ettiği gibi alkolizm, uyuşturucu
vb. bireysel ve toplumsal sorunların
çözümüne katkı sağlamaya yönelik faaliyetlerde de bulunmaktadır.
Modern dönemde ortaya çıkan çoğu Hindu hareketinde genelde hoşgörülü ve uzlaşmacı bir tavır göze
çarparken yakın zamanlarda
Hindistan’da, özellikle Hindular’la müslümanlar
arasında meydana gelen çatışmalar kaygı verici boyuttadır.
Dahası, bu çatışmaların giderek artması ve süreklilik
kazanması hem endişeleri arttırmakta hem de Hinduizm’de funda- mentalist/köktenci eğilimlerin hâkim olmaya başladığı
şeklindeki yorumları haklı çıkarmaktad I ır.
İkinci Bölüm
BUDİZM
Giriş
Budizm, m.ö. VI. asırda Kuzey Hindistan’da yaşadığı kabul edilen Siddharta
Gautama Sakyamuni’nin öğretilerine dayalı olarak gelişen inanç sistemini ifade eder. Mensuplarınca Budda dharma (Buda şeriatı), Budda vacana (Buda’nm sözleri) veya Budda sasana (Budanın öğretileri ve mesajı) diye bilinen bu inanç
sistemi, günümüzde dünyanın dört bir yanında mensupları bulunan ve en hızlı gelişen dinlerden biridir. 2500 yılı aşan uzun tarihsel süreçte Budizm, Hint kültürünün
yanı sıra Orta ve Güneydoğu Asya’nın yerel kültürleriyle de karşılaşmış ve sonuçta bu bölgelere ve kültürlerine
egemen olmuştur. Ayrıca onun, daha Hıristiyanlık öncesi dönemde
Ortadoğu’ya, Helen dünyası ve Mısır’a kadar yayıldığı ve bu kültürleri de derinden etkilediği
bilinmektedir. Şüphesiz bu hiçbir zaman tek yönlü bir etkileme süreci
olmamıştır. Zira yerel kültürler de Budizm’i etkilemiş
ve sonuçta birbirinden oldukça farklı Budist okullar ortaya çıkmıştır. Meselâ, milâdî I. asrın sonlarında Orta Asya’dan gelerek Keşmir ve Pencap bölgesini ele geçiren göçebe
toplulukların Budizm’i kabul
etmeleri ve Budist din adamlarının söz konusu dini bu insanların anlayışları ve ihtiyaçlarına
göre yorumlama
gayretleri sonrasında “Mahayana Budizmi”
denilen mezhep ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Budizm’in Çin ve Japonya’ya
yayılması da Çin Budizmi veya Zen Budizmi gibi yeni ekollerin doğuşuna imkân
sağlamıştır. Birbirinden oldukça farklı din anlayışlarını temsil eden bütün bu
okulların yegâne ortak özelliği, Buda’yı kendi ruhanî liderleri kabul
etmeleridir.
Tarihî ve çağdaş kaynaklarda Buda’nın (Budda)
hayatına dair iki farklı anlatım dikkati çeker. Özellikle Batı toplumlarına
Budizm’i anlatmak için yazılan eserlerde Buda, her türlü maddî imkâna sahip
olmasına rağmen hayatta özlemini duyduğu mutluluğu elde edemeyen ve sürekli
arayış içerisinde olan bir genç olarak tanımlanır. Buna göre Buda, m.ö. VI.
asırda Hindistan’ın kuzeyinde, Nepal sınırında yaklaşık seksen yıl yaşamış tarihî
bir kişidir. Sakya Krallığı’nda prens olarak dünyaya gelen bu gencin adı
Siddharta, soyadı Gautama, unvanı ise Sakyamuni’dir. O, yirmi dokuz yaşma kadar
sarayda büyük bir rahatlık ve konfor içerisinde yaşamıştır. Ancak yaşlılık,
hastalık ve ölüm gibi dünya hayatının kaçınılmaz gelişmeleri karşısındaki
kaygısı onu arayışa şevketmiş ve bu süreç, onun sarayı ve ailesini terkederek
münzevi bir hayat tarzını benimsemesiyle sonuçlanmıştır. Altı yıl katı riyâzet
hayatı sürdüren Siddharta, katı riyâzetin hayatın acı ve sıkıntıları için çözüm
olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Bunun üzerine kendisinin “orta yol” olarak
tanımladığı, aşırı rahatlık ve katı münzevilikten uzak “sekiz dilimli yolu”
keşfetmiştir. Bu yolu izleyerek otuz altı yaşlarında bütün hayatı kapsayan acı
ve ıstırabın kaynağına ulaşmış ve bundan sonra “eren” veya “ermiş” anlamındaki “Buda
(Budda)" lakabıyla anılmaya başlamıştır. Ömrünün geri
kalan kırk beş yılını ise edindiği tecrübeleri
Ganj havzasındaki her sınıftan insana anlatarak geçiren Buda, seksen
yaşlarında hayata gözlerini yummuştur.1
Budanın hayatına dair ikinci anlatım ise,
mitolojiktir ve Budistler arasında daha yaygındır. Buna göre Buda, dünyaya
gelmeden önce Tusita cennetinin otuz üçüncü katında yaşayan tanrısal bir
varlıktır. İnsanlara olan merhamet ve düşkünlüğü sebebiyle onlara hayatın
kötülükleri ve sıkıntıları karşısında çıkış yolu göstermek için belli bir süre
insan bedeninde yaşamıştır. Anlatıya göre Budanın annesi Mahamaya, bir gece
rüyasında semavî varlıklar tarafından Himalayalar’daki Anavatap- ta gölüne
götürülür, orada yine semavî varlıklar tarafından banyo yaptırıldıktan sonra
çevresine ışıklar saçarak gökten inen ve hortumunda nilüfer çiçeği taşıyan
beyaz bir fil yanına gelip sağ tarafından karnına girer. Mahamaya ertesi gün
rüyasını yorumlattığında, evrensel bir hükümdar veya evrensel bir rehber olacak
bir erkek çocuğa hamile olduğu söylenir. Hakikaten Mahamaya, on ay sonra bir
erkek çocuk dünyaya getirir. Çocuğun adını Siddharta koyarlar. Çocuk doğar
doğmaz yedi adım atar ve etrafa gülücükler saçar. Siddharta, gerek anne
karnında iken gerekse doğumundan sonra bulunduğu yere bereket getirir, birçok
mûcizevî olay yaşanır. Doğumundan bütün yer ve gök cisimleri haberdar olur.
Hatta Himalayalar’da münzevi bir hayat süren Aziz Asita bile gökyüzünde meydana
gelen olaylardan hârikulâde bir şeyler olduğunu anlar ve Suddhadanalar’ın
sarayına gelip yeni doğan çocuktaki otuz iki alâmeti görür. Bütün bunların
Siddharta’nın ileride büyük işler başaracağının belirtileri olduğunu söyler.2
Görüldüğü gibi bu anlatıma göre Buda’ya dair
bütün olaylar, tanrısal takdirin zaman içindeki tezahürleridir.
Başka bir deyişle, tarihte Siddharta Gautama Sakya- muni olarak bedenleşen ve sonradan Buda diye anılan kimse, aslında tanrısal cevherin dünyadaki avatarala- rından sadece biridir. Dolayısıyla
her ne kadar insan suretinde görünse de gerçekte o tanrısal bir varlıktır ve yapıp ettikleri de bu vasfına
yaraşır nitelikte olmak durumundadır.
II. Budizm’in Yayılışı
Budizm’in gelişim ve dönüşüm tarihini üç ana döneme ayırmak
mümkündür: Bunlar, Buda’nm aydınlanmaya kavuşmasından Maurya Kralı Asoka’nm m.ö. III. asırda Budizm’i krallığın resmî
dini olarak kabul etmesine kadar geçen üç asırlık “ilk Budizm dönemi”;
Asoka zamanında belirlenen ahlâkî ilkelere ve bunların
bireysel olarak uygulanmasına aşırı vurgu yapılan “Hinayana Budizmi dönemi”; ve Kral Asoka’dan Kuşan Kralı Kanişka’ya kadarki dönemde ve sonrasında yerel kültürlerle
etkileşim akabinde gelişen “Mahayana Bu- dizmi dönemi” şeklinde tasnif edilebilir.
Birinci dönemde Budizm, sadece Ganj havzasındaki manastırlarda keşişlerin yaşadığı ve brahminlerce sapık
telakki edilen bir mezhep niteliğindedir. Halk arasında çok
yaygın bir din haline gelmemiş olsa bile, bazı yerel yöneticilerin
desteğiyle Vinaya ve Sutta Pitaka adı verilen Pali metinleri
bu dönemde
oluşturulmuş; yine ortaya çıkan dinî problemlerin çözümü
için Hıristiyanlık’taki konsillere benzer geniş katılımlı dinsel toplantılar bu süreçte
gerçekleştirilmiştir.
Bunların ilki Rajgir/Rajagrha
Konsili’dir. Bu toplantı
milâttan önce beşinci asırda, yani Budanın öldüğü yıl
gerçekleştirilmiş ve Pali-Kanon’u (Tri-pitaka)
oluşturan metinlerden ilk ikisi, Vinaya ve Sutta Pitaka
burada ortaya konmuştur. Yaklaşık 500 arhatm katıldığı kabul edilen bu toplantıya rahip Kasyapa başkanlık
etmiş; Buda’nm gözde öğrencisi Ananda onun vaazlarını, Upali adındaki bir diğer rahip de Buda’nm öğrettiği manastır (vinaya) kurallarını topluluk önünde okumuştur.
Toplantıdaki diğer öğrencilerin de onayladığı bu metinler, Budist kutsal literatürünün çekirdeğini teşkil etmiştir.3
Rajagrha Konsili’nden
100 veya 116 yıl kadar sonra, manastır
kurallarını ve keşişlerin yanlarında para, altın veya değerli
mücevher taşıyıp taşımayacakları konusundaki tartışmaları çözüme kavuşturmak
amacıyla ikinci bir konsil, Vaisali
Konsili (m.ö. 383) tertip edilmiştir.
Rahip Revata başkanlığındaki bu toplantıya yaklaşık 700 keşişin
katıldığı tahmin edilmektedir. Konsilde, keşişlerin
yanlarında para veya değerli maddeler taşımalarının
manastır yaşamıyla uzlaşıp uzlaşmadığı konusu tartışılmıştır. Budizm’de ilk bölünme
bu konsil yüzünden meydana gelmiş ve Budist cemaat, Sthaviravâdinler (muhafazakârlar veya “ataların öğretisine bağlı kalanlar” anlamında Pali dilinde Theravâdinler) ve Mahasanghika\a.r olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Kaynaklarda liberal görüşleriyle tanınan ikinci grubun, günümüz Mahayana din anlayışının
ilk temsilcileri olduğu şeklinde değerlendirmelere rastlansa da Mahayana ekolünün daha sonraki dönemlerde
vücut bulduğuna dair rivayetler daha yaygındır.
Milâttan önce 350’li yıllarda ise, Vaisali Konsili’nin kararlarını tanımayan Mahasanghikalar -bazı kaynaklarda bu gruptaki rahiplerin büyük çoğunluğunun mensup olduğu kabileye nispetle Vrjiputrakalar olarak da isimlendirilir- tarafından üçüncü bir toplantı tertip
edilmiştir. Bu toplantı bazı kaynaklarda I. Pataliputra Konsili adıyla anılmaktadır. Ancak bu konsüle ilgili birçok rivayet bulunmasına
rağmen böyle bir toplantının yapılıp yapılmadığına dair ciddi tartışmalar söz
konusudur. Meselâ, Therevada mezhebine bağlı keşişler ve okullar, bu toplantı
kararlarını tanımaz ve Asoka dönemindeki II. Pataliputra Konsili’ni, Budizm tarihindeki üçüncü konsil sayarlar.
II. PataP i ataliputraıKonsili’ninaamacınardair
defiki<fa rivayet söz konusudur. Birinci rivayete göre, o dönemde Budizm
içindeki muhafazakâr grubun başkanı olan Mahadeva, arhatları
tanrılaştırmış ve onların Buda ile eşdeğer görülmesi gerektiğini ileri
sürmüştür. Bu durum muhalif grubu harekete geçirmiş ve
arhatlarm yanılabileceği, zaman zaman şüpheye düşebileceği, başkalarının fikir
ve düşüncelerine de ihtiyaç duyabileceği, hikmet ve fedakârlık bakımından
hiçbir zaman Buda ile mukayese edilemeyecekleri şeklinde karşıt görüşler ortaya
atmalarına yol açmıştır. Bütün bunlar bu konsilde tartışılmış ve sonuçta “Mahasctnghikala.Y”
adıyla anılan keşişler Mahadeva’nın tezlerini kabul ederken,
“Sthaviralar/Theravâda” denilen diğer grup Buda’nm da temelde insan olduğunu
savunmuştur. Buda’nm tabiatı konusunda iki grup arasında uzlaşma sağlanamaması
Budizm içindeki mevcut bölünmeleri derinleştirmiştir. Ancak son yıllarda
yapılan araştırmalarda, “Mdhasanghika\ax” denilen mezhebin bu
tartışmalarla ilgisinin olmadığına dair görüşler ileri sürülmeye başlanmıştır.
İkinci rivayete göre ise toplantının nedeni, “Stha- vzralar/Theravâda”
adı verilen grubun manastır hayatına dair yeni kurallar koyması ve Mahasanghikah.r’ın
bunları kabul etmeyişidir. Bu rivayetlerden hangisi
kabul edilirse
edilsin, I. Pataliputra Konsili’nde Budist öğretinin tespitine yönelik tartışmalar yapıldığı görülmektedir. Çünkü Buda’nın
kimliği ve “Sangha” denilen keşişler topluluğunun dindeki durumu Budist âmentü açısından son derece önemlidir.
Kral Asoka dönemi, Budizm’in sapık bir Hindu mezhebi görünümünden kurtulup ayrı bir din konumuna ulaştığı devre olarak dikkati çeker. Asoka, Budizm’i benimsedikten sonra m.ö. 250 yıllarında II. Pataliput- ra Konsili’ni toplamış ve bizzat yönetmiştir. Toplantı, farklı ekoller arasında
uzlaşmanın sağlanması, temel Budist öğretinin ve kutsal edebiyatın belirlenmesinin yanı
sıra Budist düşüncelerin yayılması için dört bir yana gönderilecek misyonerlerin örgütlenmesi
gibi amaçlar taşıyordu. Kral Asoka, tamamen
Buda’mn sözlerinden
oluştukları kabul edilen Vinaya, Sutta
ve Ahhidhamma Pitaka’dan müteşekkil Pali metinlerinin
tespiti ve Budist misyonerlerin organizasyonu konularında başarılı olmuştur. Ancak farklı Budist ekolleri uzlaştırmayı
başaramamış, hatta bu birleştirme çabaları mevcut görüş
ayrılıklarını ve düşmanlıkları daha da derinleştirmiştir.
Meselâ, Buda’nm herkesten farklı olduğunu ve hiçbir arhatm onun statüsüne
yükselemeyeceğini savunan Dharmaguptaka ekolü ile zaman ve varlık
konusundaki farklı yaklaşımlarıyla dikkati çeken Sarvastivada rahipleri, milâdî I. asrın sonlarına kadar Kuzey Hindistan ve Orta Asya’daki Budistler üzerinde etkili olmaya devam etmiştir.
Asoka dönemi (m.ö. 260-218) kaya kitâbelerinden,
bu dönemde Orta Asya, Afganistan,
Sri Lanka ve Burma’nm yanı sıra Helen dünyasının dört bir yanına; Suriye, Yunanistan ve Mısır’a bile Budist misyonerler gönderildiği
anlaşılmaktadır. Doğuya ve güneye
gönderilen misyonerlerin
gayretleri kısa sürede semeresini vermiş ve Budizm o dönemde
Burma ve Sri Lanka’da egemen din konumuna yükselmiştir. Diğer bölgelerde aynı
başarı elde edilememiş olsa da, gerek Orta
Asya’da gerekse Ortadoğu’nun
değişik bölgelerinde Budizm tanınan bir din haline gelmiştir.
İmparatorluğun dört bir yanma Buda’nm anısına stupalar inşa eden Asoka, bu mabetlerle Budizm’in imparatorluğun yegâne dini olduğunu göstermek istemiştir.
Ayrıca Budizm’in ahlâkî öğretilerini halkına anlatmak için yazdırdığı kaya kitâbeleri,
bugün hem bu dinin hem de dinler tarihinin en eski ve önemli tarihî belgeleridir.
Asoka’nın ölümünden kısa bir süre sonra, Maurya Krallığı
Sunga hânedanlığının (m.ö. 185) eline geçince, Budizm için bir bakıma diyaspora dönemi başlamıştır.
Çünkü katı bir brahmin olan Kral Sunga, ülkesindeki bütün stupalarm yıkılmasını, viharala I nn Hindu mâbetlerine dönüştürülmesini ve buralarda yaşayan
Budist keşişlerin öldürülmesini emretmiştir. Bu gelişmeler üzerine Budistler Keşmir ve Afganistan gibi Sun- ga Krallığı’na uzak bölgelere sığınmak mecburiyetinde kalmıştır.
Hint yarımadasının kuzeybatı bölgeleri ve Afganistan, o tarihlerde Orta Asya’dan gelen göçebe toplulukların (İskitler ve Kuşhanlar) veya Grek ordularının
hâkimiyeti altındadır. Dolayısıyla, Budizm’in Hint kültürü dışında yabancı bir kültürle
etkileşime girdiği, hatta bugünkü Mahayana Budizmi’ne özgü anlayışın bu dönemde başladığı veya kökleştiği söylenebilir. Nitekim Kuşhan Kralı
Kanişka’nm milâdî II. asrın başlarında, kutsal metinleri ve temel öğretileri yeniden gözden geçirmek amacıyla topladığı konsilde alman kararlar, Mahayana Budizmi’nin ana öğretileri
kabul edilir. Aynı toplantıda Pali metinleri dışında
benimsenen ve Pali yerine Sanskritçe kaleme alman kutsal yazılar da bu mezhebin önemli kutsal metinleri arasında yer alır.
Klasik devre olarak tanımlanan ve milâdî I-VI. yüzyılları kapsayan dönemde ise Budizm, kuzeyde İpek yolu güzergâhını izleyerek önce Orta Asya ve Çin’de,
IV. asırdan sson ı ra da Kore ve Japonya’da yayılm I ıştır. Güneyde
ise, Sri Lanka ve Burma’da kökleşmiştir.
Milâdî VII. asırdan itibaren Nepal ve Tibet’te, Vaj-
rayana/Mantrayana mezhebi doğmuştur. Hinayana ve Mahayana mezheplerinden farklı
olarak büyüsel ve gizemli uygulamalara önem veren ve mantraların sürekli
tekrar edilmesinin birtakım mânevî sonuçlar ortaya çıkaracağına inanan
Vajrayana, zamanla Hinduizme ait birçok uygulamayı da bünyesine almıştır. Hatta
bu durum, Budizm’in yeniden Hindulaşmasma veya Vajrayana’nm bir Hindu mezhebi
olarak tanımlanmasına yol açmıştır.
Günümüzde ise, Budizm artık yalnızca Hint yarımadası veya Doğu
Asya’ya özgü değil, dünyanın hemen her yerinde taraftarı bulunan evrensel bir
dindir. Meselâ sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 milyondan fazla Budist
olduğundan söz edilmektedir. Ancak karşılaşılan her yeni kültür, aynı zamanda
yeni bir Budist mezhebin doğmasına yol açmıştır. Budizm’in yerel kültürlere
uyumda gösterdiği başarı, onun yayılmasını kolaylaştıran önemli bir faktör
olmakla birlikte, bu durum onun kendi içinde çok farklı dinî düşünce ve
uygulamaları barındırmasına ve ilk formundan oldukça uzaklaşmasına da sebep
olmuştur.
Milâttan önce 563-483 Buda’nın hayatı
483 İlk Budist
Konsili (Rajgir/Rajagrha Konsili)
383 İkinci Budist
Konsili (Vaisali Toplantısı)
273-236 Kral Asoka’nın
Budizm’i Maurya Kralhğı’nın dini kabul etmesi
200 Theravada/Hinayana
ekolünün doğuşu
100 Pali dilindeki
kutsal metinlerin tespitine yönelik çalışmaların başlaması
Milâttan Sonra
50-100 Budizm’in Çin’e
ve Doğu Asya’ya yayılması
100 Mahayana
ekolünün doğuşu ve gelişimi
200 Filozof
Nagarjuna’nın “hiçlik” (sunyavadâ) teorisini
ortaya atması
220-552 Budizm’in
Vietnam, Java, Burma ve Sumatra’ya yayılması
550 Budizm’in
Japonya’ya girişi
600 Songtsan’m,
Budizm’i Tibet’in millî dini ilân etmesi
749 tik Budist
manastırının Tibet’te kurulması
805-806 Japon Zen
Budizmi’nin ortaya çıkışı
845 Çin’de Budizm’i
sindirme çabalarının başlaması
1079-1153 Şair
Milarepa’nın hayatı
1222-1282 Nichiren’in
reformları
1250 Budizm’in Kuzey
Hindistan’da etkisini yitirmesi
1400 Budizm’in Güney
Hindistan’da etkisini yitirmesi
1898 Jodo Shinshu
mezhebinin Japon göçmenlerle Amerika’ya geçişi
1931 New York’ta Zen
Budist topluluğunun kurulması
1959 Çin’in Tibet’i
işgal edişi; Tibet Budistleri’ni kendi yönetimleri altına alması ve göçe
zorlaması; Tibet Budistleri’nin Dalai Lama liderliğinde Kuzey Hindistan’daki
Dharamsala’ya yerleşmesi.
Buda aydınlanmaya kavuştuktan hemen sonra
Sarnath’ta, daha önceden tanıdığı beş arkadaşına yaptığı konuşmasında kendi
öğretisini “orta yol” diye
tanımlar ve dindar bir kimsenin
iki aşırılıktan uzak durmasını
söyler. Bunlardan ilki, mutluluğu arzuların, özellikle
şehvetin tatmin edilmesinde aramadır ki bu basit, yararsız
ve sadece dünyayı düşünenlere özgü olan yaygın bir uygulamadır.
Diğeri ise basit, değersiz ve sıkıntılarla dolu asketizm yoludur.
Buda’nm hayatına dair rivayetler dikkate alındığında, onun eleştirdiği iki yolun sırasıyla brahmanik ve sra- manik
din anlayışları
olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü o, yirmi dokuz yaşma kadar sarayda Hindu geleneklerine bağlı, brahmanlarca belirlenen bir hayat sürmüş, sonrasında ise altı yıl sramanik geleneğin
önerdiği katı riyâzet tecrübesini yaşamıştı. Elbette Hinduizm sadece dünyayı düşünen ve mutluluğu sadece arzuların tatmininde arayan bir din değildir. Ancak benimsediği kast anlayışı sebebiyle dinî emir ve yasaklar neredeyse sadece brahminler sınıfını ilgilendirir hale gelmiştir. Brahminler dışındaki sınıflar, kast anlayışına göre
bireysel ve toplumsal hayatın devamı için gerekli sosyal sorumlulukları
yerine getirmekle yükümlüdür. Bu sebeple onlar, dinin öngördüğü
nihaî mutluluk hedefinden oldukça uzaktır ve “samsara” çarkından
kurtuluş için yeni varoluşları beklemek zorundadır. Bu noktadan hareketle Buda’nm uzak durulmasını önerdiği yollardan birinin geleneksel
Hindu anlayışı
olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Onun her sınıftan insana hitap edip onları kendi cemaatine kabul etmiş olması da bu görüşü destekler mahiyetted I ir.
Buda’mn karşı çıktığı Hinduizm’deki diğer
bir anlayış karmamarga (dinî ibadetleri ve kurban törenlerini icra ederek kurtuluşa ulaşma yolu) ve jnanamarga (brahman, atman vb. soyut kavramların veya metafizik hakikatlerin mahiyetini kavrayarak kurtuluşa ulaşma
yolu) olarak isimlendirilen geleneksel kurtuluş
yöntemleridir. Ona göre karmamarga, dünya ve insan üzerinde mutlak
egemen oldukları kabul edilen tanrıların teskin edilip övülmesini ve onların
inâyetiyle kurtuluşu öngörüyordu. Buda ise kurtuluşun ancak bireyin çabasıyla
gerçekleşebileceğini ve bu konuda hiçbir üstün gücün yardımına gerek olmadığını
savunuyordu. Jna- namarga da, kişiyi soyut metafizik gerçekler üzerinde
düşünmeye ve onların mahiyetini kavramaya zorluyordu. Hâlbuki Buda’ya göre,
insan dünyada yaşıyordu ve öncelikle buranın gerçeklerini kavramalı ve ona göre
davranmalıydı; insanın aradığı mutluluğu temin edecek yegâne tutum da buydu.
A. Pali Kanon (m.ö. 350-90)
Budist kutsal edebiyatı, aynen Hinduizm’deki
gibi ilk dönemlerde sözlü olarak nakledilmiştir. Fakat bu sözlü nakil dönemi
çok uzun sürmemiş ve Buda’nın ölümünden kısa bir süre sonra keşişler
tarafından onun sözlerinin tespiti ve kayda geçirilmesine yönelik çahşmalar
başlatılmıştır. Buna rağmen Budizm’in ilk asırlarından günümüze, bütün halde
ulaşan herhangi bir metin yoktur. İlk yazılı metinlere m.ö. II. asırda Kral
Asoka döneminde rastlanmaktadır. En eski toplu Budist dinî metinleri ise hikmet
yolu (Dharma Chakra Pravattana) adını taşır ve derlenişi tahminen m.s.
II. yüzyıldır.
Günümüzde Budist kutsal edebiyatı birçok dil ve
lehçede olmasına rağmen Pali dilindeki metinler en sahih metinler sayılır ve
bunlara Pali Kanon ismi verilir. Hinayana/Güney Budizmi’ne ait bu
metinlerin yanı sıra Mahayana ve Tibet ekolü, kutsal literatüre Pali
Kanonda, yer alan öğreti ve fikirlerin tefsirini
veya gelişmiş biçimlerini içeren başka bazı
metinleri de ilâve eder. Pali Kanon ismi, öğretinin m.ö. 247’de
Hindistan’dan Sri Lanka’ya nakli sırasında kullanılan Pali lehçesinden gelir. Pali
Kanon için kullanılan diğer bir isim ise Tri-pitaka dır. Tri-pitaka
“üç sepet” mânasına gelir ve sepet, öğretinin nesilden nesile nakli için
kullanılan bir araçtır. Bunlar manastır kurallarını ele alan Vinaya Pitaka,
Buda’nın vaazlarını içeren Sutta Pitaka ve felsefi açıklamaları ihtiva
eden Abhidhamma Pitaka’dır. Bu üç bölümden ilk ikisi, birinci konsil
olan Rajagrha Konsili’nde sözlü olarak; üçüncü bölüm ise, ikinci konsil olan
Vaisali’de tespit edilmiştir.
a. Vinaya Pitaka (m.ö. 350): Bu metinde keşişlerin uyması
gereken manastır hayatına dair kurallar yer alır. Bu yüzden “davranış kuralları
koleksiyonu” diye de bilinir. Rahip ve rahibelerin günlük ve dinî hayatta
uymaları gereken bütün kuralları içerir. Zira dinin temsilcileri olan bu
kişilerin yaşam tarzı Budizm için büyük önem taşır. Bu kuralların özü ise Pratimokşa’dır
ve Uposatha (hilâl ve dolunay) günlerinde keşişler tarafından topluca
okunan en önemli bölümdür. 227 maddeden oluşan Pratimokşa kuralları,
cinsel ilişkiden kaçınma, hırsızlık yapmama, cinayet işlememe veya
azmettirmekten kaçınma, insanüstü gücü olduğunu iddia etmeme gibi konuları ele
alır. Bu kurallar günümüzde sangha sınıfı için hâlâ geçerliliğini
korumaktadır. Vinaya Pitaka’yı oluşturan metinler ve konuları şöyle
özetlenebilir:
I.
Suttavibhanga: Pratimokşa da denilen manastır yaşamına dair kuralları
içerir.
Mahâvibhanga: Keşişlerle ilgili 227 kuralı ihtiva eder.
Bhikhunivibhanga: Keşişelere dair 311 kuralı kapsar.
II.
Khandaka: Samgha teşkilâtına
ilişkin konulara dair bir eserdir.
Mahavagga: Rahiplik teşkilâtına
giriş, inziva hayatı, yeme içme ve giyim kuralları gibi değişik
konuları içeren bir eserdir.
Chullavagga: İlk iki konsilde tartışılan
konular anlatılır.
III.
Parivara: Keşişlik
teşkilâtına dair kuralları özetleyen bir risâledir.
b. SuttSutta Pitaka□(m.ö.)300):tSuttaŞ“bağ,
ip”1mânas gelir ve Budist öğretiyle insanlar ve onların yaşamları arasındaki
bağa işaret eder. Suttalar beş ana bölüme ayrılır ve her bir bölüm, kısa kısa
sutralardan oluşur. Sutta Pitaka da sadece dört hakikat ve sekiz dilimli
yol gibi Budist öğretinin en önemli esasları değil, aynı zamanda Budistler
için gerekli diğer birçok özel ve pratik bilgiler de yer alır. Bundan ötürü
Budist dinî metinlerinin en önemlisi sayılır. Buda ve takipçilerinin sundukları
öğretiler, Buda’nm hayat hikâyesi, onun 547 adet olduğu kabul edilen doğum
hikâyeleri suttalarda ele alman başlıca konulardır. Buda’nm ilk vaazı olan
"Hikmet Yolu” da (Dharma Chakra Pravattana) bu eserde yer alır ve
ahlâk eğitimini ihtiva eden küçük bir risâle gibidir. Hemen hemen bütün
Budistler bu bölümü ezbere bilir ve bu vaaz, dindeki önemi bakımından Hz Isâ’nm
Zeytindağı vaazına benzetilebilir. Bu grupta yer alan diğer eserler şunlardır:
1.
Digha-Niyaka: Buda’nm otuz dört uzun vaazını içerir.
2.
Majjhima-Niyaka: Buda’nm orta uzunluktaki yüz elli dört vaazını içerir.
3.
Samyutta-Niyaka: Konularına göre düzenlenmiş elli altı vaazı
içeren bir eserdir.
4.
Anguttra-Niyaka: Konularına göre düzenlenmiş vaazlardan oluşur.
5.
Khuddaka-Niyaka: On beş küçük metinden oluşan koleksiyonun
adıdır. Bunlar şöyledir:
Khuddaka-Patha: Kısa risâleler toplamıdır.
Dhammapada: Ahlâka dair 423 beyitten oluşan bir eserdir.
Udana-. Buda’nın seksen veciz ifadesini ihtiva eder.
Itivuttaka: Yüz on iki kısa özdeyişi içerir.
Sutta-nipata: Yetmiş manzum özdeyişten oluşur.
Jataka: Budanın önceki hayatlarına ait 547 hikâyeyi
içerir.
Buddhavamsa: Buda’dan önce yaşadıkları varsayılan yirmi
dört Buda’ya ait efsanelerden oluşur.
Theragatha: İki yüz altmış dört keşişin sözlerinden
oluşur.
Therigatha: Yüz keşişenin sözlerini kapsar.
Vimanavatthu: Faziletli bir kimsenin semavî varoluşlarının
hikâyesidir.
Petavatthu: Aç bir hayalet olarak yeniden doğuşa dair elli
bir nesirden oluşur.
Niddesa: Sutta-nipata üzerine bir yorumdur.
Patisambhidamagga: Budist öğretiye ait bir yorumdur.
Apadâna: Keşiş ve keşişelerin mevcut ve önceki hayatlarına
dair manzum hikâyelerden oluşur.
Cariyapitaka: Bodhisattvalarm faziletlerine dair hikâyeleri içerir.
c. AbhAhhidh ı amma Pitaka:liBudizm’in,tdört temel çeklik, sekiz dilimli yol ve anatman gibi temel öğretilerine dair felsefi açıklamalar
ve yorumları içerir. Yedi alt bölümden oluşan Ahhidhamma Pitaka’da mantıksal ve psikolojik analizler de göze çarpar. Ayrıca öğretiye analitik ve sistematik yaklaşması
açısından “üst dharma/ yüksek din” olarak da adlandırılır.
Suttalarda temas edilen konular burada daha ayrıntılı açıklanır. Abhid- hamma Pitaka’yı oluşturan eserler ve konuları şöyledir:
ı. Dhammasamgani: Milâttan önce 350 yıllarında kompoze edildiği tahmin edilen ve ahlâk kurallarının psikolojik
analizlerini içeren bir risâledir.
2.
Kathavatthu: Milâttan önce 247 yılında kompo- ze edildiği
düşünülen ve dönemin Budist mezhepleri arasındaki doktrinel tartışmalara yer veren bir eserdir.
3.
Vibhanga: Farklı
öğretilerin analizine yer veren bir risâledir.
4.
Dhatukatha: Budist öğretiyi tasnife çalışan bir eserdir.
5.
Puggalapannatti: İnsanları
özelliklerine göre sınıflamaya çalışan bir eserdir.
6.
Yamaka: Temel Budist doktrinlere ait soruları ve cevapları içeren bir eserdir.
7.
Patthanapakarana: Budist nedensellik öğretisini yirmi dört grup halinde tahlil eden bir eserdir.
Yukarıda ele alman kutsal yazılar dışında diğer önemli bir metin, yine Pali dilinde kayda geçirilmiş olan Milindapanha
(Kral Milinda’nm soruları)
isimli eserdir. Milinda, Büyük İskender’in Hindistan’a atadığı
validir. Bu metin,
Milinda ile keşiş Nagasena arasında geçen Budizm’e dair entelektüel
tartışmaları içerir. Mi- linda, keşiş Nagasena’dan kendisinin sorularına cevap vermesini,
Budist öğretiyi
açıklamasını ve kendisiyle tartışmasını talep eder. Nagasena onun bu isteğini, karşısına kral olarak değil, sadece araştırmacı veya entelektüel
kimliğiyle oturması şartıyla yerine getireceğini bildirir. Milinda bunu kabul eder ve Budist düşünce sisteminde rastladığı
seksen iki ikilemin ve akima takılan diğer felsefî sorunların
cevabım ister. Budist teolojisi açısından büyiık önemi haiz bu eser, diyalog tarzında kompoze edilmiştir.
8.
Mahayana Kutsal Literatürü
Mahayana mezhebi,
Hinayana gibi homojen bir mezhep değildir. Öğreti ve uygulamaları
bakımından birbirinden oldukça farklı Madhyamika, Lamaizm, Yogaca- ra, Çin ve Japon Budizmi gibi
muhtelif alt mezheplerin genel adıdır. Bundan dolayı Mahayana kutsal literatürü
Sanskritçe, Tibetçe ve Çince kaleme alınmış, çoğu Pali metinlerinin yorumu niteliğindeki yüzlerce eserden oluşur. Meselâ “Kanjur” ve “Tenjur” bölümlerinden oluşan Tibet Kanonu, 1750 tarihli Narthang edis- yonu esas alındığında, birincisi 98, İkincisi
de 224 cilt olmak üzere toplam 322 ciltlik devâsâ bir koleksiyondan oluşur. Çince Kanon da benzer şekilde,
yüz ciltlik bir koleksiyondur. Üstelik bu eserler Mahayanistler’in hepsini bağlamaz.4
Bununla birlikte, Sanskritçe kaleme alman şu
dokuz eser, zaman zaman Mahayana Kanon diye de isimlendirilir:
1.
AstAstasahasrikaprajnaparamita:ilMilâdî III.flas başlarında kompoze
edildiği düşünülen ve çoğu zaman
sadece Prajnaparamita olarak
adlandırılan bu eser, bir bodhisattvada. bulunan altı mükemmel özellik
üzerinde durur.
2.
Gandavyuha: Mahayana Budizmi’nin efsanevî
bodhisattvalarından Bodhisattva Manjusri’nin faziletlerini anlatan bir
eserdir. Sunyata, dharmakaya ve dünyanın bodhisattvalar aracılığıyla kurtuluşu
öğretileri açısından önemli bir eserdir.
3.
Dasabhumisvara: Milâdî 400 yıllarında kaleme alındığı
düşünülen bu eserde, bireyi budalık mertebesine ulaştıran on basamak hakkında
ayrıntılı bilgiler yer alır.
4.
Samadhiraja: “Meditasyonun kralı” anlamına gelen bu eser,
bodhisattvayı en yüksek aydınlanmaya kavuşturan muhtelif meditasyon
basamaklarını tanımlayan bir diyalogdur.
5.
Lankavatara: Milâdî 400 yıllarına tarihlenen bu eser
Yogacara ekolünün görüşlerini ele alır.
6.
Saddharma-Pundarika: Lotus-sutra adıyla meşhur olan bu metin, Mahayana
Budizmi’nin en eski eserlerinden biridir ve milâdî I. asra tarihlenir.
Özellikle Buda’yı bütün semavî varlıkların ötesinde sayısız asırlar yaşamış ve
yaşayacak olan yüce bir varlık olarak tanımlaması ve sravakdPsx (Buda’nın öğretilerini dinleyip uygulayanlar),
pratyekabuddcdax (kendi çabalarıyla nihaî kurtuluşa ulaşan,
fakat merhametleri olmadığı için bildiklerini başkalarına anlatmayanlar) ve boddhi-
sattvalar (başkalarını acı ve sıkıntılardan kurtarmak için mutlak hikmet ve
merhamete ulaşmaya yemin edenler) şeklindeki geleneksel üçlü ayırımı değiştirerek
“Bütün Budistlerin tek hedefi vardır; o da, buda- lıktır” görüşüne yer veren
ilk kaynak olması dolayısıyla
Budizm tarihi bakımından önemlidir. Eserdeki
anlayışa göre herkes Buda olabilir.5 Şüphesiz doktrinel bakımdan
basit oluşu ve anlatımındaki canlılık ve sadelik de onun popülerlik
kazanmasında etkilidir. T’ien-t’ai ve Nichiren-shu ekollerinin temel kutsal
metnidir.
7.
Tathagata-garbha-sutra: Mutlak aydınlanma kapasitesinin her varlıkta
bulunduğunu ve bunun pek çok bireyde örtülü olduğunu anlatan kısa bir eserdir.
8.
Lalitavistara: Buda’nın hayatını ve eylemlerini mutlak
hakikatin insan bedenindeki sıradan eylemleri gibi gören ve bunları Tanrı’nın
yeryüzündeki maceraları şeklinde tanımlayan bir eserdir. Özellikle Buda’nm
hayatına dair edebî eserler için önemli bir referans kaynağıdır.
9.
Suvarnaprabhasa: Konuları kısmen felsefî, kısmen de efsanevîdir.
Tantra âyinlerini ele alır.6
Budizm, Veda kutsal edebiyatının dinsel
otoritesini kabul etmez. Dolayısıyla onlardan kaynaklanan birçok dinî
uygulamanın yanı sıra kast anlayışına da karşı çıkar ve bundan ötürü Hindular
tarafından sapkın olarak tanımlanır. Buna rağmen, Hinduizm’in yeniden doğuş (reenkarnasyori),
karma ve nihaî kurtuluş (mok- şa) öğretileri Budizm tarafından bazan
küçük değişiklerle bazan da olduğu gibi kabul edilir. İlk dönemlerde ve
Hinayana mezhebinde Hinduizm’e reaksiyoner ve belirgin bir tavır söz konusu
olduğu halde bilhassa Ma- hayana geleneğinde Brahma, İndra ve Yama gibi Vedik
tanrılara yer verildiği, Hindu ölüm sonrası hayat anlayışının aynen kabul
edildiği ve nirvana yolunda yoga egzersizlerine başvurulduğu da görülür.
Bağımlı varoluş yasası, dört temel gerçeklik, sekiz dilimli orta yol
ve nirvana öğretileri ise, sadece Budizm’e özgü inançlar olarak zikredilebilir.
A. Bağımlı Varoluş Yasası (Pratityasamutpada) Budizm’in bilhassa ilk dönemlerinde yaratıcı tanrı fikri yoktur. Ayrıca
varlığın kendiliğinden veya yokluktan tesadüfi bir biçimde
varoluşu da kabul edilmez. Her şey görecelidir, bir şeyin varlık
dünyasına çıkışı, bazı ön şartlara ve diğer faktörlere bağlıdır. Budizm’de bu durum, on iki halkalı “nedensellik” veya “bağımlı varoluş yasası” şeklinde
tanımlanır.
Nedensellik ilkesinin
ilk ve temel halkası
avidyâdır. Avidyâ, eşyanın hakikatine dair yanılgıyı, cehaleti ifade eder. Her türlü varoluşun
yanı sıra hayattaki acı ve ıstırabın sebebi de avidyâdır. Bunu eylem, bilinçlilik,
zihinsel ve fizikî varlıklar (biçim ve form), beş duyu organı ve zihinden oluşan
altı hassa (yeti), formlarla temas, algılama, varolma/yaşam arzusu, kavrama, oluş, doğuş ve ölüm basamakları izler. Demek oluyor ki her durum ve her yeni varoluş, kendisinden öncekinin bir sonucu, daha sonraki durumun ise sebebidir.7
B. Dört Temel Hakikat
Okuma Parçası
Buda’mn İlk Vaazı
Ey keşişler! Dünyayı terkeden kimsenin bırakması gereken iki aşırılık vardır. Bu aşırdıklar nelerdir? Arzulara adanmış bir hayat; yani arzuların ve şehevî
duyguların tatminine vakfedilmiş bir ömür. Bu; insanı
alçaltıcı, duyusal, âdi, sıkıntı verici ve yararsız bir hayattır.
Diğeri ise riyâzet ve mücâhedeye
adanmış bir hayattır ki bu da acı verici,
sıkıntılı ve yararsızdır.
Kardeşlerim! Ben bu iki aşırılığı terkederek orta yolun bilgisine ulaştım. Bu yol ki hikmete götürür, kavramayı sağlar, sükûneti,
dinginliği ve bilgiyi getirir, kısacası mutlak aydınlanmayı temin eder İşte bu sekiz dilimli asil yoldur; o da doğru iman, doğru amaç, doğru konuşma, doğru
davranış, doğru meslek, samimi
(yerinde) çaba, doğru murakabe ve doğru
tefekkür basamaklarından oluşur.
Kardeşlerim! Bu, acıyla ilgili temel gerçekliktir.
Doğum acıdır, düşüş acıdır, hastalık acıdır, ölüm acıdır, nefret ettiğimiz
şeylerle veya kişilerle bir arada bulunma acıdır; sevdiğimiz şeylerden uzak durma acıdır, arzuladığımız şeyi elde edememe acıdır.
Kısacası, arzulardan sâdır olan beş unsur (bir canlıyı
oluşturan beş temel maddeye işaret) acıdır.
Acının kaynağıyla ilgili temel hakikat
de şudur: Acı,
varoluşun yenilenmesine yol açan, duyusal hazlarca eşlik edilen, kâh orada kâh burada tatmin edilmeyi bekleyen arzulardan kaynaklanır. Başka bir deyişle, haz ve keyif isteği,
varoluş arzusu veya ölümsüzlük özlemidir.
Kardeşlerim! Acı ve ıstırabın sona ermesiyle ilgili temel hakikat de şudur: Kesinlikle arzu-isteksizlik, yani bu arzunun tamamen sona ermesi;
onun bir yana bırakılması, tamamen terkedilmesi, ondan âzâde kalınması ve artık onun hiçbir şekilde
barmdırılmamasıdır.
Kardeşlerim! Bu, acı ve ıstırabın son bulmasına yol açan asil gerçekliktir. O da kesinlikle sekiz dilimli temel yoldur. .. ve bu bilgi ve
idrak zihnimde ortaya çıktı. Zihnimin kurtuluşu asla engellenemez. Bu benim son varoluşumdur ve ben bir daha asla dünyaya gelmeyeceğim.8
Budanın burada dile getirdiği konular "dört temel hakikat” olarak bilinir ve şu şekilde formüle edilir:
ı. Hayat acı ve ıstırap doludur. Acı ve ıstırap dünyevî
varoluşun temel özelliğidir.
2.
Acı ve sıkıntıların sebebi arzulardır.
3.
Acı ve sıkıntıları sona erdirmek, arzulardan vazgeçmeye bağlıdır.
4.
Arzuların üstesinden gelmek “sekiz dilimli
yolu” izlemekle mümkündür.
Budistler’e göre bu ilkeler, maddî
ve mânevî bakımdan sıkıntı çeken insanoğluna, benzer durumları daha önceden yaşayan
ve sonunda çareyi bulan biri tarafından önerilen hayata dair temel gerçeklerdir. Buna göre insan, nefsinin esiridir. O her zaman mutluluk, servet, güvenlik, başarı, uzun ömür ve haz peşinde koşar. Ama ilginçtir ki her zaman şansına
acı-ıstırap, hastalık veya başarısızlık düşer. Ayrıca ölüm de herkesi bekleyen kaçınılmaz sondur. Aslında biz hayata sarılmakla
kendimizi samsara okyanusuna, acı-ıstırap deryasına atmış oluruz. Dolayısıyla
bütün sıkıntılardan kurtuluşun yegâne yolu her türlü arzuyu bırakmaktır. Bu yegâne gerçek ve temel hikmettir.9
C. SEekİiz Dİiliim1l i i Yo I l
Buda’nm, hayatın dördüncü temel gerçeği olarak tanımladığı bu yol
şu basamaklardan oluşur.
1.
Doğru Bilgi veya Kesin İman: Burada söz konusu edilen bilgi, dört
temel gerçekliğin idrak edilmesidir. Bu da ancak gerçek bir guru (mânevî lider)
gözetiminde alınacak eğitim sayesinde, onun hikmet ve sevgisinin elde
edilmesiyle başarılabilir.
2.
Doğru Amaç/Düşünce: Zihnin şehvet, nefret ve hırs gibi kötü
düşüncelerden kaynaklanan amaç ve eylemleri bırakıp diğerkâmlık ve hoşgörü
gibi faziletlere
dayanan iyi ve güzel eylemlere ve amaçlara
yönelmesidir. Ayrıca ruhsal gelişim yolunda karşılaşılan her türlü engeli aşma konusundaki kararlılıkla
her gün daha ulvî ve daha yüce hedeflere yönelmektir.
3.
Doğru Konuşma: Bireyin konuşması onun karakterini yansıtır.
Dolayısıyla yalandan, kırıcı ve kötü sözlerden,
dedikodudan, iftiradan, yararsız ve boş konuşmalardan
kaçınmak nirvana yolcusunun görevidir. Ayrıca onun konuşmaları
kötü niyet, bencil arzu ve dogmatik iddialardan da uzak olmalıdır.
4.
Doğru Davranış: İnsanın günlük tavır ve davranışlarının
öldürmekten, yalan söylemekten, hırsızlık yapmaktan, zinadan, alkollü ve bilinci giderici
her türlü
içecekten uzak durma ilkelerine uygunluğunu ifade eder. Manastırda
yaşayan Budistler’in ise, bu kuralların yanı sıra sadece kuşluk vaktinden öğleye/zeval
vaktine kadarki zaman diliminde yemek
yemek, eğlenceli
toplantılara katılmamak, parfüm ve takı kullanmamak, sert ve dar yataklarda yatmak, altın ve gümüş kabul etmemek gibi kurallara da sıkıca uymaları gerekir.
5.
Doğru Meslek: Kişinin mesleğinin, dördüncü maddedeki beş ahlâkî ilkeye uygun olması
gerekir. Buna göre bir Budist, kasaplık, deri ticareti, tarım
ilâçları ile av malzemelerinin üretimi ve satışı, alkollü
ve uyuşturucu maddelerin üretimi ve ticareti gibi mesleklerde çalışamaz.
6.
Doğru/Sürekli Çaba: İyi ve güzel alışkanlıkların edinilmesi, kötü
ve çirkin olanların terkedilmesi konusunda sürekli ve kararlı çabayı ifade eder.
7.
Doğru/Sürekli Gözetim: Bireyin yaptığı her eylemin farkında olması
ve kendini sürekli muhasebeye çekmesi anlamına gelir. “Bu işi niçin
yaptım veya
yapmadım” şeklindeki düşüncelerin eşyanın
hakikatiyle ilgili cehaleti ortadan kaldıracağı ve insanı olgunlaştıracağı
varsayılır.
8.
Doğru/Tam Konsantrasyon: Bu bir çeşit derin düşünme/tefekkür
uygulamasıdır. Kendi içinde birbirini izleyen dört amaçtan oluşur. İlk hedef,
insanın zihnindeki çalkantılı düşünceleri bir tarafa atması ve böy- lece
zihinsel huzura ulaşmasıdır. Bunu, önce olumsuz duygu ve düşüncelerin, ardından
zihnin mutlak dinginlik noktasına erişebilmesi için haz ve mutluluk gibi iyi
düşüncelerin de terkedilmesi izler. Nihaî amaç, sü- je-obje farklılığının
ortadan kalktığı zihin haline ulaşmaktır. Başka bir deyişle zihnin hedefe
kilitlendiği ve başka hiçbir şeye ilgi göstermediği bir hali yaşamaktır.
“Orta yol” diye de bilinen bu sekiz kuralın ilk
yedisi birbirini izleyen basamaklar değildir. Bunlar bireyi derin tefekkür
aşamasına hazırlayan zihinsel ve fiziksel uygulamalardır. Dolayısıyla basamak
basamak düşünülmemeli, hepsi aynı anda, bir arada uygulanmalıdır.
D.
Karma Öğretisi
Budizm, Hinduizm’deki karma yasasının yanı sıra
bunun doğal bir sonucu kabul edilen “reenkarnasyon” öğretisini de benimser.
Bilindiği gibi “karma yasası”, bireyin dünyevî varoluşunun, onun iradî
eylemlerinin ahlâkî sonuçlarına göre belirlenmesini ifade eder. Bu yasaya göre
insanın mevcut yaşamı geçmiş hayatlarındaki eylemlerinin bir sonucu olduğu
gibi, gelecekteki yaşamları da bugün yaptıklarına göre belirlenecektir.
Dolayısıyla Budizm’e göre insanın kaderi Tanrı tarafından değil, kendi iradî
eylemlerince çizilir ve bu süreç nirvanaya ulaşıncaya kadar devam eder. Budist
karma-reenkarnas- yon ile Hindu öğretisi arasındaki temel farklılık, Budist
“anatta/anatman” öğretisinden kaynaklanır. Anatman, varlığın
özünü oluşturduğu düşünülen, “ruh” veya “ben” adı verilen sabit bir cevherin yokluğunu ifade eder. Bu durumda
reenkarnasyon sürecinde birbirini takip eden bedenlerin ayniyetini/özdeşliğini ispat etmek zorlaşır, hatta imkânsızlaşır.
Sonuçta, karma-reenkarnasyon öğretisinin gerçekliği ve ahlâkîliği
tartışılır duruma gelir. Budizm’de bu sorun, yanan bir mumdan başka bir mumun yakılması örneğindekine benzer bir sebep-so- nuç ilişkisi veya genel nedensellik
yasası
çerçevesinde çözülmeye çalışılır. Ancak, asırlardır yapılan açıklamaların, problemi herkesi ikna edecek biçimde çözdüğünü söylemek mümkün değildir. Budist metinlerdeki karma yasasıyla ilgili bazı pasajlar şöyledir:
Ne ektiysen onu biçersin. Şu tarlalara bak!
Susam ekilen tarlada
susam, mısır ekilende ise mısır
var.
İnsan da belirlenmiş kaderiyle doğar;
Gelir ve ektiklerini toplar.10
Ayrıca, Dhammapada’da şöyle denilir;
I.
Şu anki durumumuz, geçmişte düşündüklerimiz ve yaptıklarımızın
sonucudur.
Eğer insan kötülük yaparsa, tıpkı sabanın
adım adım öküzün ardından gittiği gibi, acı ve elemle karşılaşır.
II.
Şu anki durumumuz, geçmişte düşündüklerimizin ve yaptıklarımızın
sonucudur.
Eğer insan iyilik yaparsa
ve iyi düşünürse, mutluluk ve haz onu izler, tıpkı gölgenin insanı izlemesi gibi.
XV.
EKötülük yapanlar hem3bu1dünyada hemide sonrakinde acı çekerler. O,
kötü eyleminin sonuçlarını görünce yas tutar ve acı çeker.
XVI.
Fâzıl insan hem bu dünyada hem de ötekinde mutludur. Her ikisinde
de haz duyar. O, kendi eyleminin güzel sonucuyla karşılaşınca sevinir ve mutlu
olur.11
Sözlükte “sönmek”, “sakinleşmek” anlamındaki nirvana
terimi Budizm’de nihaî kurtuluşu ifade eder. Nirvana, eşyanın gerçek
mahiyetiyle kavrandığı, dünyevî varoluş çarkının sona erdiği “mutlak
aydınlanma” ve “mutlak huzur” hali anlamına gelir. O, gelip geçici olmayan
sürekli bir haldir. Budist kutsal yazılarında bu hal, bazan “karşı sahil”,
“fırtınalı denizdeki sakin ada”, “serin mağara” ve “kutsal şehir” gibi sembolik
ifadelerle bazan da “ölümsüzlük”, “değişmezlik”, “samsara çarkından ebedî
kurtuluş” ve “sonsuz barış ve mutluluk” şeklinde tanımlanır. Ancak onun,
“kelimelerle tanımla- namayan sadece tecrübe edilebilecek mutlak kurtuluş hali”
şeklindeki tanımı oldukça yaygındır.
Dinî hayatın nihaî gayesinin nirvana olduğu konusunda
bütün Budist mezhepleri hemfikirdir. Ancak yaklaşık 2500 yıldan bu yana Budist
araştırmacıları ve teologlarınca nirvananm muhtelif tanımları yapılmıştır.
Bunlardan en dikkat çekeni, m.ö. I. asırda kaleme alındığı düşünülen Milindapanha’da
yer alan tanımdır. Eserde rahip Nagasena ile Kral Manender (Milinda) bu konuyu
tartışmaktadır.
Kral Milinda sorar: “Ey yüce rahip! Nirvana salt mutluluk mudur,
yoksa o, acı ve ıstırapla beraber midir?”
Nagasena cevap verir: “O, salt mutluluktur. Onda acı ve ıstırap
yoktur. Fakat biz nirvananm salt mutluluk olduğunu düşünemeyiz, onun acı ve
ıstırapla beraber olduğunu
zannederiz. Zira biz, nirvanâ yolcularının bedenlerine ve zihinlerine sıkıntı verdiklerini görürüz. Nitekim onlar ayakta durma, yürüme, oturma ve yemede
kendilerini sınırlarlar.
Uykularını azaltır, duygularını baskı altında tutar, serveti, arkadaşları ve yakınlarını kenara atarlar.
Ancak nirvananın sakin dünyasında mutlu ve mesut olanlar her şeyden zevk alır, haz duyar. Gözleri
hep haz veren şeyleri görür; kulakları mutluluk veren şarkı ve nağmeleri
işitir; burünları sadece güzel koku ve râyihaları
alır; dilleri yiyecek ve içeceklerin hoş tadım hisseder. Bedenleri yumuşak, ince, narin ve hassas şeylere dokunur ve haz alır.
Zihinleri de hem güzel hem de kötü ve günahkâr
düşüncelerden haz alır. Her zaman bütün bu güzellikleri ve hazları yaşar.
Eğer duygularını geliştirmezsen, onların isteklerini engeller, yok sayar veya yerine getirmezsen bedenine ve zihnine eziyet edersin.
Bedenine eziyet ettiğinde,
bedeninde acı- ıstırap hissedersin. Aynı şekilde zihnine eziyet ettiğinde
de orada acı duyarsın. İşte ‘Nirvana acıyla beraberdir’ demem bu yüzdend I ir.”
Nagasena: “Ey ulu
kral! Sizin ‘acı’ olarak tanımladığınız
şey, bizim ‘nirvana’ dediğimiz şey değildir. Bu nirvanaya giriştir,
onu arayıştır. Nirvana mutlak
mutluluktur, salt huzurdur. Bunun neden böyle olduğunu sana anlatacağım. Biz, kralların
yaşadığı bir saltanat hazzmdan söz edebilir miyiz?”
Milinda: “Elbette yüce rahip! ‘Saltanat mutluluğu’ diye bir şey var.”
Nagasena devam eder:
“Ancak sınırlara bir saldırı olduğunda
kral ona karşı koymak zorundadır. O, yanında
danışmanları ve askerleriyle
birlikte sefere çıkar.
Sefer esnasında birçok güçlüğe göğüs gerer. Savaşlarda
büyük mücadele vermek zorundadır. Bir hükümdarın
hayatı bundan ibaret değil midir?”
Milinda: “Hayır, yüce rahip! Bizim ‘saltanat hazzı’ dediğimiz bu değildir. Bütün bunlar saltanat hazzı arayış sürecinde karşılaşılan durumlardır. Hükümdar, zorluklar, mücadeleler sonucunda gücü
elde eder. Daha sonra saltanatı ele geçirince onun hazzını yaşar.
Saltanat/hükümdarlık hazzı elemle beraber değildir. Haz ve elem ayrı
ayrı şeylerdir.” Nagasena: “Aynen bunun
gibi yüce kral, nirvana mutlak hazdır, acı ile beraber değildir.
Nirvanayı arayanlar bedenlerine ve
zihinlerine acı verirler. Ayakta kalışlarını, yürüyüşlerini, oturuşlarını, yeme ve içmelerini
sınırlarlar. Uykularını azaltıp nefsanî isteklerine gem
vururlar. Böylece bedenlerini ve hayatlarını
feda ederler. Acı ve elemle nirvanaya ulaşmak isterler. Daha sonra aradıkları mutluluğun zevkini yaşarlar. Tıpkı bir hükümdarın düşmanlarını
yendikten sonra saltanatın hazzını yaşaması gibi. Nirvana mutlak hazdır ve elemle karışık değildir. Kısacası mutluluk ve elem birbirinden farklı şeylerdir.” Milinda: “Yüce rahip, her zaman nirvanadan bahsedersin. Onun şekli, tabiatı, süresi veya ölçüsü hakkında
bana bir mesel, bir delil, bir kanıt veya bir kıyas verebilir misin?”
Nagasena: “Ulu kral!
Nirvana eşsizdir ve hiçbir şeyle
mukayese edilemez. Onun şekli, tabiatı/doğası, süresi ve ölçüsü konusunda ne bir benzetme, ne rasyonel bir açıklama, ne kanıt ne de bir akıl yürütme
vardır.”
Milinda: “Fakat yüce rahip, nirvana gerçek
bir şeydir. Onun şekli, tabiatı, süresi veya ölçüsünü aklen izah etmenin mümkün
olmadığını kabul edemem. Lütfen bunu bana açıkla.”
Nagasena: “Peki ulu
kral, okyanus diye bir şey var mıdır?” Milinda: “Evet, okyanus diye bir şey vardır.”
Nagasena: “Düşün ki birisi sana okyanusta ne kadar su olduğunu ve orada kaç tane canlı
yaşadığını sordu. Böyle bir soruyu nasıl
cevaplayabilirsin?”
Milinda: ‘“Aptal
insan,’ derim, ‘bana sorulmaması gereken bir soruyu
soruyorsun. Hiç kimse böyle bir soruyu sormaz; böyle bir soru göz ardı edilmelidir. Bilim adamları okyanusları hiçbir zaman analiz
etmediler. Hiç kimse oradaki suyu ne ölçebilir ne de onun içinde yaşayan varlıkları
sayılabilir.’ İşte o soruyu böyle cevaplarım.”
Nagasena: “Ancak ulu
kral, okyanus gerçektir.
Niçin böyle bir cevap verdin? Hâlbuki oradaki canlıları sayıp
suyu da ölçtükten sonra ‘Okyanusta şu kadar su var ve şu kadar canlı yaşıyor’ diyemez miydin?”
Milinda: “Hayır yüce rahip, yapamazdım. Bu soruya cevap vermek imkânsızdır.”
Nagasena: “Tıpkı, suyunu ölçemeseniz ve içindeki canlıları
sayamasanız bile okyanusun var olması gibi şeklini,
doğasını, süresini ve ölçüsünü anlatacak bir mesel, mâkul bir izah, bir kanıt veya bir akıl yürütme olmasa da nirvana vardır ve bir gerçekliktir. Hatta okyanustaki suyu ölçebilecek, içindeki canlıları sayabilecek büyüsel
güce sahip bir insan bulunsa bile, o kimse nirvananın formunu, doğasını,
süresini veya ölçüsünü tespit edemeyecektir.”
Milinda: “Nirvanada
bulunan okyanusun dört
niteliği nedir?”
Nagasena: “Okyanusta hiçbir ceset yoktur. Nirvana her türlü istekten âzâdedir. Okyanus, büyük ve sınırsızdır. Akan ırmaklar hiçbir
zaman onu doldurmaz. Tıpkı bunun gibi nirvana da büyük ve sınırsızdır. Ona dâhil olan bütün varlıklar
onu dolduramaz. Okyanus, büyük varlıkların mekânıdır. Aynı
şekilde o, ulu, kusursuz, güçlü ve kuvvetli kimselerin mekânıdır.
Okyanus geniş ve muhtelif biçimlerdeki dalgalarıyla bir çiçeğe benzer. Nirvanaya gelince, o da, özgürlük, bilgi ve saflığın geniş ve muhtelif goncalarıyla
çiçek gibidir.”
Milinda: “Peki uzayın on özelliği nedir?”
Nagasena: “Uzay/mekânda ne varoluş, ne yok oluş, ne eksilme, ne ölüm
ne de yeniden zuhur vardır. Onu
kuşatmak veya hırsızların onu çalması söz konusu değildir. O hiçbir şey
tarafından desteklenmez; o kuşların yoludur; ona hiçbir
engelleme yoktur ve sonsuzdur. Nirvana da uzay
gibidir; onda var oluş,
yok oluş, ölme, dirilme veya bir süre sonra yeniden ortaya çıkma yoktur. O topyekün kuşatılamaz ve hırsızlar
tarafından çalınamaz. O hiçbir şey tarafından desteklenmez. O, asil ruhların yoludur, onda hiçbir engelleyicilik yoktur. O, sonsuzdur.”
Milinda: “Her türlü arzuyu hemen gerçekleştirdiği
düşünülen sihirli elmasın üç özelliği nedir?”
Nagasena: “Sihirli
elmas her arzuyu gerçekleştirir,
nirvana da öyledir. Sihirli elmas mutluluk
verir, nirvana da öyle.
Sihirli elmas ışıkta parlar, nirvana da öyle.”
Milinda: “Kırmızı sandal ağacının üç
özelliği nedir?”
Nagasena: “Kırmızı sandal ağacı zor bulunur, nirvanaya da kolay ulaşılmaz. Kırmızı sandal ağacının eşsiz bir kokusu vardır. Nirvana da öyledir.
Kırmızı sandal ağacı ayırt edici oluşuyla takdir edilir. Nirvana da asil kimselerce takdir edilir.”
Milinda: “Güzel tereyağının üç niteliği nedir?”
Nagasena: “Güzel tereyağının rengi güzeldir, nirvana da fazilette güzeldir. Güzel tereyağının kokusu hoştur, nirvana da samimiyette güzeldir. Güzel tereyağının tadı güzeldir, nirvananm da tecrübesi
güzeldir.”
Milinda: “Zirvelerin
nirvanadaki beş niteliği nelerdir?”
Nagasena: “Nirvana dağın zirvesi kadar yüksek
ve hareketsizdir; dağın zirvesine ulaşmak zordur. Arzu ve isteklerle nirvanaya ulaşılamaz; dağın zirvesinde hiçbir
bitki yetişmez, nirvanada da hiçbir arzu barınmaz. Bir dağın zirvesi her türlü
korku ve endişeden âzâdedir, nirvanada da korku
veya endişe yoktur.”
Milinda: “Peki
efendim. Evet, böyledir
ve böylece kabul ettim.”12
VI. Budizm’de İbadet
Budizm’de ibadetin
objesi Buda’dır. Buda, ilk dönemlerde mutlak aydınlanmaya
kavuşmuş bir insan olarak algılanmasına
karşılık, zamanla duyular dünyasının ötesinde, algılanamaz bir varlık şekline
dönüşmüştür. Nitekim dharma-kaya
(hakiki-beden), tathagatha-garbha (özünde aydınlanma nüvesi bulunan varlık), avdlokitişvera
(gözetleyen rab), amitab- ha (sonsuz
nur) veya Buda (aydınlanmış veya ermiş) kavramlarından her biri, âlemin
ötesinde, duyularla algılanıp tanımlanamayan Buda için kullanılan
kavramlardan bazılarıdır. Budanın kimliği konusundaki bu farklı görüşler, Budist ekollerin ibadet anlayışlarını da etkilemiştir. Bazılarınca meditasyon veya derin düşünme yegâne ibadet biçimi gibi algılanırken
bazıları da dindarın günlük hayattaki her türlü
eylemini ibadet saymaktadır. Başka bir deyişle ibadet, sadece zat bir varlıkla bağlantılı değildir. Zira bir Budist’in günlük yaşamındaki bütün faaliyetleri ibadet olarak sayılabilmektedir. Bununla birlikte müstakil olarak belirlenmiş ibadet zamanları ve mekânları da elbette mevcuttur. İbadet
mekânlarının başında viharalar gelmektedir.13
Vihara, Budist dinî yapıları
için yaygın olarak kullanılan isimlerden biridir ve manastır, tapmak veya türbe şeklinde tercüme edilebilir. Bu ifade Theravada geleneğine ait bir terim olmakla
birlikte bütün Budist ekollerce kullanılır. Tibetliler ise bunun
yerine “ayrı yer” anlamına gelen gompa terimini tercih ederler. Vi- haralar genelde yerleşke veya külliye
şeklinde inşa edilmiş yapılardır ve içerisinde bir kimsenin günlük
bütün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik imkânlar mevcuttur. Bir viharada şu bölümler yer alır.
ı. Genel İbadet Salonu: Buda heykelinin yer aldığı ana bölümdür. Kutsiyeti dolayısıyla Buda heykeli odadaki her şeyden yukarıda yer alır. Onun hemen önünde sandalyeler ve sangha üyelerinin puja esnasında
oturmaları için hazırlanmış özel bir platform vardır. Salonların düzenlemesi hem sembolik hem de işlevseldir. Budistler burada, giriş kapısının tam karşısına
yerleştirilmiş Buda heykelinden ilham
alarak keşişlerce okunan İlâhileri dinlerler. Salonda fazla eşya bulundurulmaz, fakat
ibadet esnasında cemaatin rahat oturabilmesi için özel yastık ve minderlerin bulunmasına izin verilir. Buda heykelinin yanındaki duvarlarda onun hayatından kesitler içeren resimler, minyatürler veya onu hatırlatan
eşyalar vardır. Mahayana ekolüne ait manastırlarda ise, Buda’nm Amitabha ve Avalo-ki- teşvera gibi farklı tezahürleri yer alır.
Manastırların duvarlarında Buda resimlerinin yanı sıra çeşitli ziyaret yerleri, tarihî stupalar ve meşhur meditasyon üstatlarının resimleri de görülür.
Tibet’teki salonlarda ise, bütün bunlara ilâveten meditasyon esnasında yardımcı
olacağı kabul edilen ve “thangka” diye adlandırılan duvar tabloları bulunur. Böylece ibadet eden her Budist, dinî bir görevi ifa etmenin yanında
Budizm tarihi hakkında da bilgilenmiş olur.
Viharalar çok renkli yapılardır; tezyinat ve çevre
düzenlemesi konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmaz. Budistler tapmağa gelirken Buda için
özenle hazırlanmış çiçekler getirirler. Mahayana anlayışının hâkim olduğu bölgelerde
daha ziyade mânevî temizliğin sembolü olan lotus çiçeğine rağbet ediliyor olsa da, tapmağa her türlü çiçek getirilebilir. Tapmaklarda ibadet öncesinde zaman zaman mumlar
veya geleneksel bitki yağı ya da özel olarak hazırlanmış
tereyağı lambalarıyla ışık
takdimi yapılır. Aynca, ibadet salonunun hoş kokması için çeşitli tütsüler yakılır. Mahayana Budistleri çiçek, tütsü ve ışık takdimine ayrıca yiyecek, içecek, müzik ve çeşitli hediye takdimleri de ilâve ederler.
2.
Meditasyon Odası: Ana salona göre daha az bilinen bir mekândır ve viharadaki herhangi bir oda bu amaçla kullanılabilir. Eğer meditasyon için özel bir oda tahsis edilirse bu sayede fizikî atmosferin meditasyo-
na daha uygun hale geleceği
varsayılır. Odada zihnin üzerine yoğunlaşacağı bir nokta veya duvar tablosu yer alabilir. Ayrıca burada meditasyonu yönetecek üstat için hazırlanmış ayrı bir sandalye veya minderlerle kaplanmış ayrı bir platform da
bulunabilir. Sâlikler genelde platformun önünde,
üstadın karşısında oturarak meditasyon
yaparlar. Zen Budizm’de ise, genelde yüksekçe bir platformda yüz yüze oturarak yapılan medi- tasyon tercih edilir.
3.
Misafirhane: Genelde keşişlerin konaklaması için yapılan bu bölüm, Budizm’deki dinî
amaçlı hemen her yapının ayrılmaz bir parçasıdır. Burası keşişlerin günlük
ihtiyaçlarını giderdikleri bölümdür. Misafirhaneler çok tezyinatlı olmayan basit tarzda inşa edilmiş yapılardır; buralarda ayrıca hizmetçiler bulunmaz ve bütün
işler bizzat keşişler tarafından yapılır. Misafirhaneleri temizleme, yıkama
veya diğerlerine hizmet etmenin mânevî olgunluğa erişmede önemli
olduğu kabul edilir.
4.
Kutsal Emanetler Binası: Sanskritçe stupa denilen bu yapıya Sri Lanka’da “dagoba”, Uzakdoğu’da “pagoda”, Tibet’te ise
“chorten” ve “caitya” gibi değişik isimler verilir. Çok farklı şekillerde bina edilseler bile, temelde konik kubbeleri ve abartılı iç ve dış süslemeleriyle Budist mimarinin özgün niteliklerini yansıtırlar.
Başlangıçta sadece Buda’nın yakılan cesedinden
arta kalanların saklandığı yerler sayılan stupalar zaman içerisinde kral veya
büyük mânevi liderlerin yakılan cesetlerinden arta kalan kalıntıların
saklandığı yerler haline gelmiş olsalar da bugün hâlâ pek çok Budist için ilk
anlamlarını korumaktadırlar. Oldukça yaygın başka bir rivayete göre, Buda’nın
kutsal kalıntıları önce sekiz stupaya dağıtılmış, Asoka zamanında ise bu
bakiyeler inşa edilen binlerce (yaygın rivayete göre 84.000) yeni stupaya
taksim edilmiştir. Bundan dolayı her stupa
az da
olsa mukaddes emanete sahip bir mekân olarak algılanır.
5.
Özel Olarak Düzenlenmiş Avlu: Her viharada genişçe bir avlu ve avluda da
mutlaka kutsal bodhi ağacı vardır. Bu ağaçlar, genelde Bodh Gaya’daki tarihî
ağacın tohumlarından veya dallarından üretilir. Yine avlularda keşişlere hayat
çarkının sürekli dönüşünü hatırlatması için, yaprağını döken başka ağaçlara da
yer verilir. Birçok viharada hem estetik kaygılar hem de içerisinde Budizm’in
diğer bir sembolü haline gelen nilüfer çiçeği yetiştirmek için özel havuzlar da
yer almaktadır. Havuzdaki lotuslar Budalar veya boddhisatvalara benzetilir.
Çünkü bu nilüferler, tıpkı yüce ruhların insanların acı ve elem içinde
kıvrandıkları samsara okyanusunda nirvanaya ulaşarak mutluluğu yakalamaları
gibi, her yaprağın çürüyüp kokuştuğu bir ortamda hayat bulur ve bakanlar için
neşe ve sevinç kaynağı olurlar. Başka bir deyişle, nilüfer çiçeğinin temizliği
ve saflığı Budist din adamlarının durumuna benzetilir.14
Budistler Tapınağa Ne Zaman Gider?
Tapınaklarda yaşayan keşişler, Buda heykelinin
yer aldığı ana salonu ve meditasyon odasını kutsal metinleri okumak,
ibadet/dua etmek ve meditasyon için
kullanabilirler. Sıradan halk, istediği zaman
tapınağa gidebilir, bunun için özel bir gün veya zaman söz konusu değildir.
Her gün vihara ve tapmaklara giden Bu- distler olmakla birlikte çoğunluk
buralara ayda iki defa, yani uposatha denilen hilâl ve dolunay
günlerinde gider. Ayrıca Budizm’de cemaatle ibadete veya meditasyona katılmak
da zorunlu değildir. Muhtemelen böyle bir anlayışın sonucu olarak, neredeyse
her Budist aile, evinin bir odasını meditasyon veya ibadet odası şeklinde
tanzim eder. Aileler dinî sorumluluklarını genelde evlerindeki bu alanlarda
yalnız başlarına yerine getirir ve sadece yıllık bayramlarda bir veya iki defa
viharaya veya manastıra gider.15
Budistlerin Tapınak İbadetleri
Budistler, tapınaklara veya diğer kutsal
mekânlara girerken her şeyden önce ayakkabılarını çıkararak saygılarını
gösterirler. Bilindiği gibi bu gelenek sadece Hindistan’da değil, diğer
kültürlerde, hatta Batı’da- ki bazı tapınaklarda da vardır. Tapınağa girince
önce Buda heykeli selâmlanır ve sonra tapınağın bir köşesine çekilerek
meditasyon yapılır. Eller göğüsler seviyesinde birleştirilerek secdeye gidilir
ve uzun müddet secde pozisyonunda kalınır. Bu hareket genelde Buda, Dharma ve
Samgha adına en az üç defa tekrar edilir. Bodh Gaya’yı ziyaret edenler ise,
aynı hareketi defalarca tekrar ederler.16
Buda için özenle hazırlanmış çiçekler, kâseler
içindeki rengârenk mumlar ve farklı kokular saçan tütsü çubukları Theravada
geleneğinin en temel sunum maddeleridir. Mahayana Budistleri’nin de “puja” adını
verdikleri yedi aşamalı bir ibadetleri vardır. Burada
hamd, değişik takdimeler sunma ve ibadet bir aradadır. Bu ayrıntılı ibadet şu aşamalardan
oluşur:
ı. Secde: Tapmakta bir
heykel veya ikon şeklinde
temsil edilen Buda veya boddhisatvaya.
kendini teslim etmek ve saygı göstermek için yapılan davranışlar bütünüdür.
2.
Takdimeler Sunmak: Çiçek, ışık, tütsü, hediyelik eşya, yiyecek, içecek ve müzikten oluşan
yedi parçanın tapmaktaki heykele sunulması işlemidir. Bunlar bazan bir kâseye konularak takdim
edilir.
3.
Günah İtirafı: Kişinin yaptığı veya akimdan geçirdiği kötü fiilleri ve düşünceleri
itiraf etmesi ve sonrasında Buda veya boddhisatvadan geleceğe yönelik olarak yardım istemesidir.
4.
Sevinç Gösterisi: İtiraf sayesinde ortaya çıkan ve insanın haz aldığı bir durumdur. Bu, Buda ve bodd- hisatva sayesinde kötülükten uzaklaşmanın ve iyiliğin
farkına varmanın bir göstergesi sayılır.
5.
Niyaz Etme: Dharma çarkının ebediyen dönmesi için Buda ve boddhisatvalardan yardım dilemek anlamına gelir.
6.
Buda ve
Boddhisatvalarm Dünyada
Aktif Kalmalarını İsteme: Mahayanistler bunu
sadece kendileri için
değil, bütün varlıklar adına talep ettiklerini söyleyerek Theravada geleneğinden
farklı düşündüklerini göstermek isterler.
7.
Hediye vermek: Puja esnasında ziyaretçilerden elde edilen sunuların/hediyelerin
hepsi bütün varlıkların iyiliğine adanır. Böylece hem halk arasında bir paylaşım
sağlanmış hem de dinî vecîbenin gurur ve bencillik için yapılmadığı gösterilmiş olur.17
Toplu Olarak İbadet
Budizm’de topluca icra
edilen zorunlu bir ibadetin olduğu söylenemez. Keşişler dinî ibadetlerini genelde tapmaklarda veya manastırlardaki salonlarda icra
ederken, diğer Budistler dinî
sorumluluklarını, müsait oldukları zaman evlerinde veya
tapmaklarda yerine getirirler. Dualar çoğunlukla kutsal metinlerin
orijinal dili Palice ile yapıldığından birçok katılımcının yapılan duaları anladığını veya ona iştirak
ettiğini söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte son yıllarda çok sayıda Budist’in Pali dilini öğrenme arzusunda olduğu dikkat çekmektedir.
Yıllık Bayramlar
(Festivaller)
Budist ibadet takvimi
de diğer pek çok dinde olduğu gibi ay takvimine göre belirlenir. Buna göre her aym birinci (hilâl)
ve on beşinci (dolunay) günleri uposatha günüdür.
Uposatha “ziyaret etmek” mânasına gelir. Bu günlerde Budistler viharalarda oruç tutan, dua eden ve
meditasyon yapan keşişlere
katılır. Ayrıca hilâl ve dolunayı takip eden sekizinci günler de -uposatha günleri kadar olmasa bile- kutsal günler arasında sayılır ve özellikle ruhbanların bu günlerde diğer iki gün gibi oruç tutmaları tavsiye edilir.
Dinî bayramlara ait
kutlamalar ve bugünlere atfedilen önem, değişik ekollere mensup Budist ülkelerde farklılıklar gösterir. Bu farklılığın derecesi hakkında bilgi vermek amacıyla
Theravada geleneğini takip eden Birmanya
ile Mahayana geleneğine mensup Japon Budistleri’ne ait bayramlar aşağıda çizelge şeklinde
verilmiştir.
Dinî bayramlar, din adamları ile sıradan halkın bir araya geldiği
müstesna günlerdir. Bu sebeple din
adamları tapınaklara gelen insanlara dinî
ibadetlerin eksiksiz yerine getirilmesi konusunda yardımcı olurken, insanlar
da onların ve dinî yapıların yıllık maddî ihtiyaçlarını karşılamaya gayret
sarfederler. İnsanlar buralara gelirken çeşitli yiyeceklerin yanı sıra tabak
çanak, çeşitli elbiseler ve şemsiye gibi eşyaları da hediye olarak getirirler.
Ruhbanların maddî ihtiyaçlarının önemli bir kısmı bu şekilde karşılanır.18
Birmanya (Hinayana) Japonya (Mahayana)
Nisan Yeni yıl
festivali; günahtan arınma töreni, hayır işlerine yönelme. Çiçek festivali
Buda’nın doğumu
Mayıs Wesak
festivali;
Budanın doğum, aydınlanma ve ölümünü temsil eder.
Temmuz Yağmur
sezonunun başlamasıyla Vassa denilen züht dönemi başlar. Ölülerin
ruhlarını saygıyla anma töreni
Eylül Sonbahar
paylaşım festivali
Ekim Yağmur
sezonunun bitişi ile züht döneminin sonuna gelinir ve ışıklar bayramı kutlanır.
Aralık Buda’nın
aydınlanmaya ulaşması
Ocak Yeni yıl
festivali
Şubat Buda’nın
nirvanaya ulaşması
Mart İlkbahar
paylaşım festivali
Evde ibadet, daha ziyade bireysel yaşam tarzını
tercih eden Budistler için geçerlidir. Evde ibadet edebilmek için mutlaka bir
Buda heykelinin bulunması gerekir. Buda heykeli için evlerde çoğunlukla ayrı
bir oda, raf veya niş tahsis edilir. Burası tapınaklarda bulunan platformların
basit bir şeklidir. Buda heykeli bir süs eşyası olmadığı için odada en üst
rafa, çok katlı evlerde ise en üst kattaki odaya konur. Dua için en uygun zaman,
sessizliğin hâkim olduğu günün erken saatleridir. Fakat Budistler için günlük
ibadet sadece bu zaman ve mekânlarda yapılanlarla sınırlı değildir. Onlar her
sabah uyanınca, “Dilerim ki bütün varlıklar cehaletten kurtulur”, elbise
giyerken de “Dilerim ki bütün varlıklar ahlâk elbisesini giyer” anlamlarına
gelen mantra- ları veya duaları defalarca tekrar ederler. Aynı şekilde yemeğe
başlamadan önce, yeni bir eve taşınınca veya benzeri başka durumlarda
söylenmesi gereken sözler ve okunması gereken daha pek çok dua ve mantra söz
konusudur. Anlaşıldığı üzere, bir Budist için günlük yaşamının her anında
aklıselimle davranmak ve serinkanlı olmak da bir çeşit ibadettir.19
Dua Tespihleri ve Tekerlekleri
Budistler dua ederken dua tekerlekleri veya tespihleri
kullanırlar. Çakra denilen tekerlekler dharma ve samsara
çarklarının dönüşlerini sembolize eder, dua tespihlerine ise mala adı
verilir. Bunlar Hindu ve Sihler’in tespihleri gibi 108 taneden oluşur. Sayının
108 olma sebebi, Budizm öncesi dönemlere, hatta antik Hint astrolojisine
dayanır. Tespihler odun veya kemik gibi herhangi bir materyalden yapılabilir.
Ancak bodhi ve sandal ağaçlarından yapılan tespihler ayrı bir önemi
haizdir. Bilhassa Bodh Gaya’yı ziyaret eden bütün
Budistler için bodhi ağacından
yapılmış tespihler en değerli hediyelerdir.
Dua tespihleri
sayesinde yapılan secdelerin ve okunan mantralarm sayısı
karıştırılmaz. Okunan mant- ralar, kişinin düşüncesini bir noktaya, özellikle
ibadet objesine yoğunlaştırmasını sağlar. Bazı Budistler, yüz sekiz taneli tespihlerin büyük olması, çok ses çıkarması ve secde esnasında elde tutulmasının
zorluğu gibi sebeplerden ötürü yirmi yedi taneli malaları tercih eder.
Özellikle Tibet Budizmi’nde kullanılan dua tekerlekleri, “dharma çarkını
döndürme” vasıtalarından biridir. Bu
tekerleklerin iç ve dış
kısımlarında “Om mani padme hum” (Nilüferdeki mücevhere selâm olsun) mantrası
yazılıdır. Tibetliler bu mantrayı günlük hayatta karşılaştıkları
hemen her durumda meselâ mezarlıkların yanından
geçerken, bir cenaze gördüklerinde veya hasta ziyaretlerinde okurlar.20
Meditasyon
Meditasyon, Hint dinî hayatının en önemli unsurlarındandır
ve bu bölgede ortaya çıkan bütün dinler için ortak bir öğedir. Tıpkı
diğerleri gibi Budist medi- tasyonun amacı da bireyi öncelikle zihinsel sükûnete
kavuşturmaktır. Böylelikle zihni rahatsız eden her şey ortadan kaldırılmış olur. Meditasyon denilince akla ilk olarak sakin bir yer gelir, fakat kalabalık içerisinde veya yoğun trafikte de meditasyon mümkündür. Rahat oturma becerisi
kazanma, nefesi kontrol etme uygulamaları ve dış dünyaya karşı duyarsızlaşma gibi egzersizlerin amacı da aslında meditasyona hazırlıktır.
Çünkü eğitilmemiş zihin sürekli daldan dala atlayan maymunlar gibidir. Onlar da durmadan konudan konuya atlar durur; bir türlü sonu gelmeyen arzular,
nefretler ve hayaller
zihni her zaman meşgul
eder. Zihin zaman zaman bunların farkına varsa ve bu durumdan rahatsızlık duysa bile, böyle
bir halde arzu edilen nihaî amaca ulaşmak mümkün
değildir. Ancak bu konuda rahatsızlık duyulmaya başlanması bireyin iyi yolda olduğunun göstergesidir. Yapılan her şeyi bilinçli yapmak ve etrafta olup bitenlerin farkında olmak bu sebeple salt
meditasyon tecrübesinin alt basamakları kabul edilir.
Zihinsel dinginliğe ulaşma, sadece dünyevî kaygı ve sıkıntıların sona ermesi ve bireyin sürekli haz ve mutluluk halini yakalaması
değil, gerçekte acı ile hazzm, sevinç ile mutluluğun bir ve aynı olduğunun
farkına varmasıdır. Bu durum, insanı nirvanaya yaklaştırır. Sonuçta
ise dünyadan el etek çekme değil dünyada faydalı olacak bir sakinliğe
ulaşma söz konusudur. İki çeşit meditasyon vardır:
ı. Samadhi (sakinleşme, sükûnete ulaşma):
Sürekli zihinsel konsantrasyonu ve süje-obje ayırımının tamamen ortadan kalktığı mutlak kilitlenmişlik halini ifade eder.
2.
VipVipassana!I(her şeyinniç yüzünü kavrama): K santre olma, her şeyin iç yüzünü görme ve eşyaların gerçek mahiyetini kavrama yeteneğini arttırır. Nihaî amaç ise, bütün varlıklar
için samsaranm ortaya çıkardığı memnuniyetsizlikleri bertaraf etme ve herkesin nirvanaya ulaşmasını sağlamadır.21
Budizm’de Kutsal Mekânları Ziyaret
Bütün dinî geleneklerde olduğu gibi Budizm’de de birtakım kutsal mekânlar vardır. Fakat zorunlu dinî
ibadetler arasında İslâmiyet’teki gibi bir hac ibadeti yoktur. Budistler için bu kutsal mekânları ziyaret
etmek isteğe bağlı nâfile ibadetlerdir. Bununla birlikte ünlü bir guruyu veya öğretmeni
ziyaret etmek, çok uzaktaki kutsal bir mekâna gitmekten daha hayırlı
bir iştir. Mecburi olmasa da
kutsal mekânları ziyaret etmek, buraları
mesken edinmiş keşiş ve keşişelere yardım etmek çok iyi bir davranış
sayılır. Budizm’deki başlıca ziyaret yerleri Buda’nın
hayat hikâyesine göre belirlenmiştir. Buna göre onun doğduğu,
aydınlanmaya ulaştığı, ilk vaazını verdiği ve öldüğü yerler olan Lumbini, Bodh Gaya, Sarnath ve Kushinagar başlıca kutsal mekânlardır.
Lumbini: Budanın doğduğu yerdir ve günümüzde Nepal sınırları
içerisinde, Hindistan’a yakın bir bölgede yer alır. Buraya m.ö. III. yüzyılda
İmparator Asoka tarafından bir sütun
diktirilmiş ve üzerine “Buda burada doğdu”
yazılmıştır. Ayrıca yine burada sonradan
Budizm’in değişik ekollerince tapmaklar inşa edilmiştir. Bu tapmaklarda çeşitli geleneklere bağlı
keşişler hizmet vermektedir. Burayı ziyaret eden Budistler de keşişlerin icra ettiği dualara eşlik eder ve onların önderliğinde
meditasyon yaparlar. Ayrıca Buda’nm ayak izlerini takip etmek suretiyle tapmakları tavaf ederler.
Bodh Gaya: Buda’nm
tahminen otuz beş yaşlarında iken aydınlanmaya
kavuştuğu yerdir. Günümüzde Budistler tarafından en sık ziyaret edilen bu mekân, Hindistan’ın Bihâr eyaletindeki Gaya şehrine 15 km. mesafededir. Buda’nm altında aydınlanmaya ulaştığı kabul edilen bodhi ağacı da hâlâ ayaktadır.
Bu ağacın hemen yanma m.ö. III veya II. yüzyılda
59 m. yüksekliğinde Mahabodhi (büyük aydınlanma) tapmağı inşa
edilmiştir. Dünyanın her tarafından gelen Budistler burayı
ziyaret ederek bodhi ağacını ve Mahabodhi tapmağını
tavaf eder, secdeye kapanırlar. Ayrıca bodhi
ağacı altında meditasyon yapıp tapmak merkezindeki Buda heykelini çiçeklerle donatırlar. Akşamları yine tapmağı ziyaret ederler. Bodh Gaya’yı ziyaret eden Budistler
yeniden doğduklarına yani geçmiş günahlarının
affedildiğine ve Buda’nm inâyetini kazandıklarına inanırlar.
Buraya gelenler en az bir iki ay burada kalmaya
gayret ederler, bilhassa yaşlılar son nefeslerini burada vermeyi arzularlar. Bugün Bodh Gaya’da değişik ülkelere ait pek çok tapmak, ziyaretçiler
için misafirhaneler ve turistler için de oteller vardır. Burası
Hindistan’ın Agra ve Benâres kadar önemli bir dinî turizm merkezidir.
Sarnath: Buda’nm aydınlanmaya ulaştıktan sonra beş müridine ilk vaazını verdiği
yerdir. Uttar Pradeş eyaletinde Benâres şehrinin ıo km. kuzeyinde yer alır. Burada Buda’nm ilk vaazını verdiği merkez vihara olan Mulaganghakati dışında değişik ülkelere ait onlarca tapmak
mevcuttur. Budistler toplu halde bu tapmağı ve mensup oldukları ülkelerin tapmaklarını ziyaret ederek keşişlerin
önderliğinde çeşitli ibadetlere iştirak ederler. Ayrıca rehber keşişler
tarafından Budizm tarihi ve Sarnath’m dinî
önemi hakkında bilgilendirilirler.
Burada, dinî ve tarihî önemiyle
geyiklerin koruma altına alındığı bir de hayvanat bahçesi
vardır. Sarnath, dünyanın değişik yerlerinden gelen Budistler’in yanı sıra, Hindu hac merkezi Benâres’e olan yakınlığından
dolayı birçok yerli ve yabancı turistin de ziyaret ettiği bir yer haline dönüşmüştür.
Kushinagar: Uttar Pradeş eyaletinde Kasia şehri yakınlarında bulunan ve Buda’nm öldüğü kabul edilen yerdir. Burada Buda’nm nirvanaya ulaşması anısına inşa edilmiş bir tapmağın yanı
sıra farklı geleneklere ait manastırlar da vardır.
Günümüzde dünyanın dört bir yanındaki Budistler için bu kutsal mekânları kapsayan paket turlar düzenlenmektedir. Bu organizasyona katılan bir Budist, Budanın
ayak izlerini takip ettiğine ve böylelikle hac ibadetini yerine getirdiğine
inanır. Keşişler de bu gezilere
rehberlik ederek katılımcıları
Buda, Dharma ve Sangha hakkında bilgilendirirler. Bu seyahatlere Budistler kadar diğer dinlere mensup insanlar da iştirak etmektedir. Bundan ötürü bu bölgeler,
günümüzde sadece Budistler’in değil, farklı dinî geleneklere mensup insanların da ziyaret ettiği turistik mekânlar haline gelmiştir.
VII. Başlıca Budis I t MezhepIleri
Budizm’de Hinayana ve
Mahayana olmak üzere iki temel mezhepten söz edilebilir. Bunların
ilk ne zaman ortaya çıktıkları belli değildir. Ancak milâdın ilk yıllarında var oldukları bilinmektedir. “Güney
Budizm’i” denilen Hinayana mezhebi Sri Lanka,
Birmanya, Tayland, Vietnam ve Laos gibi Güneydoğu
Asya ülkelerinde yayılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Temelde bireysel kurtuluşu savundukları için Mahayanistler tarafından “Hina- yana” denilen bu ekol mensupları, kendilerini “atalarının öğretilerine sadık kalanlar” anlamında “Theravada” diye isimlendirir ve Budanın öğretilerine en sadık kalanların kendileri olduğunu iddia ederler.
Tibet, Çin, Japonya ve Kore gibi ülkelerde varlığını sürdüren Mahayana ekolü ise, “Kuzey Budizm’i” diye bilinir. Hinayana mezhebinin
aksine kendi içinde daha fazla çeşitliliğe sahiptir. Bünyesinde Lamaizm, Çin Budizmi ve Zen Budizmi gibi birbirinden oldukça farklı anlayışları
barındırır. Öyle ki Tibet Budizmi’nde dünyadan el etek çekmek en önemli
dindarlık kriteri kabul edilirken, XII. asırdan sonra rahip Nichiren’in görüşleri etrafında
oluşmaya başlayan Japon Budizmi’nde, başka
insanların refahı ve mutluluğu için çalışmak en önemli dinî ibadet saydır. Bu
düşünce veya inanışın Japon kalkınmasının temel dinamiklerinden biri olduğu
deri sürülür. Dahası Mahayana mezhebi yayddığı bölgelerin yerel kültürlerine
kolayca adapte olmasıyla da dikkat çeker.22
A.
Hinayana ve Mahayana Arasındaki Benzerlikler
ı. Dinin amacı, eşyanın özüne dair yanılgının
giderilerek mutlak aydınlanmanın elde edilmesi, bireyin acı ve elemden
kurtulup sonsuz ve mutlak âleme girişinin temin edilmesidir.
2.
Alemin bir başlangıcı ve sonu yoktur. Ayrıca
bir yaratıcıdan da söz edilmez. Her şey nedensellik/bağım- lı varoluş yasası
çerçevesinde oluşur ve yok olur, yani varoluş geçici ve görecelidir.
3.
“Ben, ego, ruh” veya “atman” olarak isimlendirilen
ve eşyanın özünü oluşturan sabit bir cevher yoktur.
4.
Nedensellik/bağımlı varoluş yasası, sadece
ahlâk alanında değil, fizikî âlemde de geçerlidir. Dünyadaki her varoluş böyle
bir yasanın varlığını açıkça ortaya koyar.
5.
Eşyanın hakikatine dair yanılgı/bdgisizlik,
evrensel acı ve ıstırabın temel sebebidir. Buda’nın önerdiği sekiz dilimli yol
ve diğer ahlâkî kurallar bireyin mâruz kaldığı acı ve ıstırabı giderir.23
B.
Hinayana ve Mahayana Arasındaki Farklar
1.
Bağımlı Varoluş Yasası
Hem topyekün varoluşun hem de bireysel
varoluşların sebebi kabul edilen on iki basamaklı "bağımlı varoluş
yasası” Budizm’de iki açıdan önemlidir. Birincisi, fenomenler âleminin geçici
ve göreceli doğası onun sayesinde açıkça ortaya çıkar.
İkincisi; doğum, ölüm, yaşlılık, hastalık gibi fenomenler dünyasına ait bütün sıkıntıların
belirli şartlara bağlı olarak meydana geldiğini ve bu şartların ortadan kalkmasıyla
dünyevî sıkıntıların da sona ereceğini ifade eder.
Hinayana ekolüne göre bağımlı varoluş yasası,
eşyayı oluşturan atomların (dharmalar) ortaya çıkmalarını
ve yok olmalarını düzenleyen bir çeşit nedensellik yasası
olarak algılanır. Mahayanistler’e göre ise bu, 2500 yıl
önce dile getirilmiş bir çeşit izâfiyet teorisidir; yani eşyanın ve onu oluşturan temel unsurların (dharmalaı)
varoluşu gerçek ve sabit değil, bilakis, geçici ve görecelidir.24
2.
Nirvana AnIlayıışıı
Nirvananm ifade edilemezliği, ancak duyusal arzuların
topyekün yok edilmesiyle yaşanabilecek bireysel bir hal olduğu, sürekli bir sükûnet ve huzur temin ettiği
konusunda Hinayana ve Mahayana ekolleri
hemfikirdir. Ayrıca bu halin tanımlanması hususunda da benzer tarifler ve çabalar dikkat çekmektedir. Meselâ, nirva- nanm ölümsüzlük,
değişmezlik, yok olmazlık, doğum, ölüm ve yeniden doğuş
döngüsünden ezelî olarak kurtuluş, en son gaye, serin ve sakin mağara, karşı sahil, kutsal şehir, sığmak veya fırtınalı denizdeki sakin ada gibi tanımlamaları her iki ekolde de aynıdır.25 Başka bir deyişle, hem Pali Kanonda hem de Mahayana’ya ait metinlerde nirvananm,
bireysel arzuların sona ermesi veya aşkın bir hikmet ve barış şeklinde tanımlanması söz konusudur.
Bununla birlikte
Hinayanistler, nirvananm sonsuz, elde edilebilir ve samsara halinin karşıtı bir durum
olduğu konusunda ısrarcı davranırken, özellikle Madh- yamika, nirvana halinin tahmin edilemeyeceğini, onun sonradan elde
edilen bir hal olmadığını ve en önemlisi nirvana ile samsara arasında bir farklılık bulunmadığını savunur. Onlara göre
nirvana bilincin berraklaşması, nefsin dharma-kayanm iradesine mutlak teslimiyeti, egoizm kaybolup bireyin dış dünyaya karşı sevgi ve merhametle dolması veya bireyin mutlaklaşmasıdır.26
3.
İdeal İnsan ve Özellikleri
Hinayanistler’e göre ideal kişi arhat; Mahayanistler’e göre boddhisattvadır. Başka bir ifadeyle, birincilere göre nihaî amaç bireysel aydınlanma iken, İkincilere göre
evrensel kurtuluştur. Sözlük anlamı itibariyle “değerli” veya “bütün
düşmanlarını (şehvet, nefret, aşırı dünya tutkusu gibi) yenmiş
kahraman” olan arhat, “nihaî kurtuluşa ulaşmış kutsal kişi” demektir. Boddhi- sattva ise, mutlak aydınlanmaya erişmişken veya buna ramak kala, kendini diğer insanların kurtuluşuna adayan kişiyi ifade eder. Boddhisattva potansiyel Buda’dır. Dharma-kaya bilincinin beşeriyetteki
tezahürüdür.
Bu farklılık, zaman zaman “Hinayanistler’in amacı nirvanaya ulaşmak, Mahayanistler’inki ise mutlak hikmet ve evrensel sevgiyi
ifade eden “budalık” derecesine kavuşmaktır”
şeklinde de ifade edilir.27
4.
Nirvanaya Ulaşma Vasıtaları
Hinayanistler, bireyin
“ruh” veya “nefis” (pudgala) denen bir “ben’e (personalite)
sahip olmadığını idrak etmesiyle nihaî kurtuluşa
ulaşabileceğine inanırlar. Buna karşılık Mahayanistler, nihaî
kurtuluşun sadece pudga- lanm değil, onu oluşturan
unsurların (dharmalar) da sabit bir cevher olmadıklarının idrak edilmesiyle gerçekleşebileceğini iddia ederler.28
Hinayanistler’e göre şehvet, nefret, aç
gözlülük ve hırs gibi arzular hakikati örttüğü için kişi nirvanaya ulaşamaz.
Bunlardan kaynaklanan her türlü eylem de nirvana yolunda bir engeldir. Eşyanın
ve benin gerçek olmadığı, geçici ve anlık olduğu idrak edilince, dünyaya karşı
bütün arzular sona erer, hakikati örten perdeler kaybolur ve nirvana
gerçekleşir.
Mahayanistler’e göre ise, hakikati örten sadece
arzular değil, onun yapısına dair bilgisizliktir. Çünkü insanın ona karşı
tavrı ve arzuları bundan kaynaklanır. Eğer kişi nirvanayı istiyorsa sadece
dünyevî arzulardan değil, aynı zamanda onun mahiyetiyle ilgili cehâletten de
kurtulmalıdır.29
Hinayanistler’e göre, eşyayı oluşturan en küçük
parça atomlar veya onun daha küçük parçaları denilebilecek dharmalardır.
Alem ve içindekiler, en küçük ve en temel gerçeklik kabul edilen dharma
atomlarının sürekli akışıyla oluşmuştur. Mahayanistler’e göre ise, bunların
varlığı gerçek değil muhayyeldir, zihinsel bir kurgudur. Çünkü eşya simyadır,
gerçekliği yoktur.
Buda’nın “rupa-kaya” adı verilen tarihsel
bedeninin gerçek Buda olmadığı konusunda her iki mezhep de hemfikirdir. Ayrıca
onun yoga sayesinde elde ettiği ve böylece'dünyevî kısıtlamalardan uzak
kaldığı, istediği her yerde ve zamanda görünebildiği nirmala-kaya (şef-
faf/ruhanî bedeni) konusunda da fikir ayrılığına rastlanmaz. Tartışmalar
gerçek Buda kabul edilen dharma- kayanm mahiyetiyle ilgilidir.
Hinayanistler’e göre dharma-kaya, Buda’ya dair bütün özelliklerin toplamıdır.
Dolayısıyla “Buda’ya sığınırım” diyen kimse de tarihin belli bir döneminde yaşamış ve ölüp gitmiş Gautama Budda’ya değil, dharma-ka- ya Buda ’ ya sığınmış olur. Mahayana ekolünde
ise, Buda formunda tecelli eden bizâtihi Tanrıdır. İnsanlara karşı sevgi ve merhametinden ötürü zaman zaman farklı biçimlerde tecelli etse bile dharma-kaya onun aslî ve değişmez tabiatını ifade eder. O, insanlık
tarihine müdahaleye karar verdiğinde önce nirmala-kayaya (şeffaf/ruhanî bir forma) daha sonra rupa-kaya, yani gerçek dünyevî bir varlık formuna girer. Başka
bir ifadeyle, Gautama Budda, dharma-kayanm yeryüzündeki yüzlerce tezahüründen biridir. O ne ilk ne de sondur; geçmişte pek çok Buda olduğu gibi gelecekte de olacaktır.30
8.
GEeneIl Diin ve Dünya Göırüşü
Hinayanistler Buda’nm beşerî yönüne önem verirler ve genelde
rasyonalist bir dünya görüşüne sahiptirler. Onların temel amacı, Buda’nm
açıkladığı sekiz dilimli yolu eksiksiz izleyip nihaî kurtuluşa ulaşmaktır. Nihaî
kurtuluş, öncelikle dünyevî sıkıntılardan kurtuluşu ifade eder. Buna karşılık
Mahayanistler, Buda’yı her türlü varoluşun kaynağı, İlâhî sevgi veya mutlak
gerçeklik olarak görür ve Hıristiyanlık’taki enkarnasyon veya Hinduizm’deki avatara
anlayışlarına benzer tarzda, onun insanlara olan düşkünlüğünden ötürü yeryüzüne
indiğini düşünürler. Mahayana ekolünün ibadet anlayışları ve ibadet biçimleri
de doğal olarak farklılaşmıştır. Çünkü onlara göre Buda, sadece kurtuluş
yolunu gösteren bir rehber değil, bir bakıma ibadetin kendine yöneldiği, samimi
insanlara her konuda yardım etmeye hazır bir Tanrı’dır. Dahası o, hem
Avalokitesvara, hem Amitabha hem de Maitreya’dır.31
C. Zen * /Ch’an Budizmii
Zen; kökeni Hint düşüncesine ve Mahayana Budizmi’ne dayanan ve derin
tefekkürle (dhyana) hemen veya aşamalı olarak ruhsal aydınlanmayı temel
gaye edinen Budist anlayışın Japonya’daki adıdır. Rivayete göre 500 yıllarında
Bodhidharma isimli bir keşiş sayesinde Hindistan’dan Çin’e geçen ve başta
Taoizm olmak üzere çeşitli yerel inanç ve uygulamalardan etkilenen bu anlayış
Çin’de ch’an olarak bilinir. Tang hânedanlığmm ilk dönemlerinde (milâdî
VI. asrın başlarında) Çin’de önemli Budist okullar arasına giren ch’an,
buradan Kore, Vietnam ve Japonya’ya yayılmıştır. XX. yüzyılda Batı’da tanınmaya
başlayan bu ekol, İngilizce ve diğer Batı dillerine “Zen” ya da “Zen Budizm”
ismiyle geçmiştir.
Zen Budizmi tıpkı diğer Mahayana ekolleri gibi, bütün herkesin
tanrısal bir öze (Buda-doğasına) sahip bulunduğunu ve yapılması gerekenin bu
hakikati kavramak olduğunu vurgular. Yaygın ifadeyle bu düşünce, “Nasıl buz
özünde su ise insanlar da gerçekte Buda’dır” şeklinde ifade edilir. Zen
uygulamasının amacı, derin düşünme ve çeşitli bedensel teknikler yoluyla herkesin
bu gerçeği görmesine yardımcı olmaktır. Nitekim bir dörtlükte Zen düşüncesi
“kutsal metinler dışında, kelime ve hecelere dayanmayan özel bir yol” olarak
tanımlanır. Yine bu yolun doğrudan doğruya insanın gönlüne hitap etmek
suretiyle bireyin kendi özünü kavramasını ve aydınlanmaya kavuşmasını hedeflediği
ifade edilir.”32 Kısacası Zen’de, kutsal metinlere ve metafizik konulara dair
konuşmalara bel bağlanmaz. Çünkü bütün bunlar uygulayıcıyı, hâricî olaylara ve
arayışlara yönelterek onun kendi özünü kavramasına ve aydınlanmasına engel
olur.
“Zazen” denilen
meditasyon oturuşlara, Zen pratiklerinin temelini oluşturur. Bunlar Buda’mn Bodh Gaya’daki aydınlanmaya giden oturuşlarını örnek alan uygulama lardır.
Bunun dışında “dört temel hakikat, sekiz
dilimli yol” ve “bağımlı
varoluş yasası” gibi diğer Budist öğretiler Zen Budizmi’nde de önemlidir. Ayrıca Mahayana Budizmi’ne
ait bodhisattva ideali başta olmak üzere çeşitli temel kavramlar da Zen Budistler’ce benimsemiştir. Yine Mahayana’ya has
Guayin, Manjus- ri, Samantabhadra, ve Amitâbha gibi figürler de tarihsel Buda ile birlikte saygı ve hürmet görürler.
Zen’deki meditasyon oturuşları değişik biçimlerde
yapılabilir. Bütün dikkat, kişinin duruş biçimini ve nefesini kontrol etmesine yöneliktir. Rinzai Zen’de zazen
uygulaması yapan kişiler
yüzlerini odanın merkezine, dolayısıyla birbirlerine dönerken
Soto Zen uygulayıcıları duvara dönük otururlar. Zazende, ulaşılmak istenen zihinsel durum,
“zihnin olmadığı” bir hal olarak tanımlanır.
Yani düşünerek yaşamak, düşünerek tepki vermek değil, zihnin doğrudan
doğruya içsel dinamikleriyle çalışır hale gelmesi amaçlanır.
Belki de bu yüzden Zen, özellikle Japon savaşçılar
arasında genel kabul gören bir düşünce ve uygulama olmuştur.
Zen manastırlarındaki uygulamalar genelde bireyseldir, belli dönemlerde düzenlenen grup meditasyon- larma ise sesshin denir. Rahipler genelde her gün birkaç saatlerini meditasyona ayırırken, sesshin dönemlerinde neredeyse bütün günlerini
zazen yaparak geçirirler. Uzun meditasyonlar
sadece yemek veya diğer
zaruri ihtiyaçların karşılanması için verilen ve dikkati dağıtmasına izin verilmeyen kısa
aralarla bölünür; uyku minimum seviyeye
indirgenir ve hiçbir zaman gece yedi saatten fazla olmaz. Gündüzleri de uykuya izin
verilmez. Bazı manastırlarda ise Zen ustasının cemaate hitabı veya usta ile özel
görüşmeler dışında sıkı bir konuşma yasağı uygulanır.
Öğrencilerin Zen uygulamasında ulaştığı seviyeyi ölçmek için de özel yöntemler
kullanılır ve bunlara “herkesçe bilinen olay” anlamında
koan denir. Koarılaı çoğu zaman paradoksal veya anlamsız gibi görünen anekdot veya aforizmalardır.
Ancak Zen Budistler onu, dilin ayırımcılık ve karşıtlığıyla engellenmeksizin, “gerçeğin gözler önüne serildiği zaman, yer veya olaylar” olarak tanımlar. Verilen koanm cevabını bulmak isteyen öğrenci, kavramsal düşünce akışını
ve muhayyel dünyayı anlatırken insanın çoğunlukla sarıldığı mantıksal yolu bir kenara bırakmalıdır;
böylece sanatsal yaratıcılıkta olduğu gibi, uygun kavrayış
ve cevabın spontane olarak
zihinde belireceğine
inanılır. Zen öğretmenleri koanda ortaya konan sorunun ciddiye alınmasını, ona hayatî bir soru gibi yaklaşılmasını
tavsiye eder. Koanm açık bir cevabı olmasa bile öğrencinin
onu cevaplaması veya bu konuda bir çaba göstermesi beklenir. Öğretmen verilen bu cevabı ya onaylar ve onun yoluna devam etmesine izin verir ya da ona doğru yönü göstererek yanlış yoldan dönmesini
sağlar. Bu süreçte deneyimli öğretmenlerin
çeşitli koanlara yazdığı yorumların da rehber olarak kullanılması mümkündür. Bu yorumlar aynı zamanda Zen uygulamalarının
mahiyetini araştıran modern araştırmacılar için de değerli malzemelerdir.
Zen Budizmi’nde doğrudan iletişim, kutsal metinlerin incelenmesinden üstün tutulduğu için, Zen öğretmenleri geleneksel olarak merkezî bir role sahiptir.
Genel anlamıyla Zen öğretmeni, Budist inanç ve ibadet esaslarını
öğretmek, öğrencilere meditasyon sürecinde yol göstermek ve çeşitli
törenleri yönetmekle görevli bir rahiptir.
Zen’in Batı’da ve ülkemizde
tanınıp yaygınlaşması ise, genellikle son yarım yüzyıllık dönemde olmuştur. Bilhassa II. Dünya
Savaşı’ndan sonra Japon ve Doğu kültürüne karşı artan ilgi ve merakın
yanı sıra Batı dünyasında ortaya çıkan siyasî krizlerin gençler ve aydınları yeni arayışlara sevketmesi bunda etkili olmuştur. Bu dönemde D.T. Suzuki, R.H. Blyth, Christmas Humprey ve Alan Watts gibi yazarların eserleri Batı’da ilgi görmüş, Zen’in tanınmasını ve taraftar bulmasını
sağlamıştır. Batı’da olduğu gibi ülkemizde de Zen, sektiler hümanizm,
entelektüel anarşizm ve hippilik ile
birbirine karıştırılmış ve bu akımlar
çerçevesinde okuyuculara sunulmuştur.
D. Tibet Budizmi (Lamaizm)
Tibet Budizmi veya
Lamaizm, bugün Tibet, Tuva, Moğolistan
ve Bütan başta olmak üzere Nepal, Hindistan, Çin ve Rusya’nın bazı bölgelerinde izlenen bir Budist mezhebidir. Genelde Mahayana anlayışının Tibet’te gelişen bir kolu olarak kabul edilir. Gerçekte, Budizm ile Tibet’in
yerli inanç ve uygulamalarının
bir karışımıdır. “Bön dini” adı verilen bu yerel pratikler, Göktanrı’nm yeryüzündeki temsilcisi olarak görülen yöneticilere ve bir tür şaman denilebilecek din adamı ve keşişlere saygı gösterme, muhtelif yer ve yer üstü tanrılarına inanma ve onlar için kurban törenleri
düzenleme ve takdimeler sunma gibi
uygulamalardan oluşur. Bunların
yanı sıra özel meditasyon
teknikleriyle aydınlanma
sürecinde özel mürşitlere/Zamalara atfettiği önem de Tibet Budizmi’nde büyük yer tutar. Yine tıpkı Zen’de olduğu gibi onlar için de temel hedef, nihaî
aydınlanmaya, yani Budalık mertebesine erişmektir.
Genel kabule göre Budizm, Tibet’e m.s. V. yüzyılda gelmiş ve VII. yüzyılda Tibet Kralı Srongtsen Campo’nun gayretleri sonucunda bölgede yaygınlaşmış; VIII. yüzyılda ise Tibet’te kurumsal bir yapı ve kimlik kazanmıştır. Günümüzdeki Kırmızı
Şapkalılar/Nyingma(pa) mezhebine mensup Tibet
rahiplerinin işte bu ilk yapının ve anlayışın
devamı olduklarına inanılır. XI. yüzyılda yaşamış Hintli üstat Atisha ile XIV. yüzyılda
yaşamış Tibetli üstat Je Tsongkhapa’nm da Budist öğretiye çok önemli katkıları olmuş; onların
düşünce ve uygulamaları sonucunda da Sarı
Şapkalılar/Gelugpa ekolü doğmuştur. Tibet’in günümüzdeki ruhanî lideri Dalai Lama da Gelugpa ekolüne mensuptur. Tibet Budizmi’nde bu iki ekol dışında Sakya ve Kagyu
mezhepleri vardır. Ama Budanın
öğretilerini bilmek, ahlâkî öğütlere uygun bir hayat tarzı
benimsemek, her zaman nefisle mücadele etmek ve sürekli
tefekkür üzere olmak bu ekollerin
hepsi tarafından
hayatın ana gayeleri olarak tanımlanır. Onlar, çoğunluğu muhtelif tabiat güçlerine
İnsanî özellikler atfedilmesiyle ortaya çıkan pek çok tanrı ve tanrıçaya
tapınmalarıyla, lamaların yeniden doğuşu öğretisi ve dünyevî ve ruhanî otoritenin “dalai lamalar”m şahsında birleşmiş olduğunu kabul edişleriyle de diğer Budist mezheplerinden ayrılır. Burada zikredilen dört ekol arasındaki temel ayrılık
noktalarının ise daha ziyade
meditasyon tekniklerinde, bilhassa ileri seviyelerdeki uygulama biçimlerinde olduğunu söylemek
mümkündür.
Tibet Budizmi, diğer Mahayana ekollerinde olduğu gibi ezelî Budalar, boddhisattvalar ve koruyucu ruhların varlığına inanır. Hatta evrendeki düzen ve işleyişin
bunların sorumluluğunda olduğunu söyler. Bunların dışında yaşadıkları çevre
üzerinde etkili olduğunu
düşündükleri şeytansı varlıklar (demonlar) ve
muhtelif yerel tanrıların da Tibet tanrılar panteonunda yer aldığı görülür.
Onların isimleriyle işlevleri yukarıda zikredilen ekollere göre farklılık
gösterir. Bugün Tibet’teki en yaygın dinî uygulamaların bu şeytansı varlıkların
şerrinden emin olmayı hedefleyen korunma amaçlı büyüsel törenler olduğunu
söylemek mümkündür. Ayrıca insan suretinde tecelli ettikleri varsayılan
çeşitli tanrı ve tanrıçalar ile Boddhisattva Manjusri ve Avalokisvara’ya hürmet
gösterme ve onların yardımlarını kazanmaya yönelik uygulamalar da oldukça
önemlidir.
Tibet’te günlük ibadetler genellikle
tapınaklarda müzik eşliğinde Buda onuruna İlâhiler okuma şeklinde ve günde üç
defa yapılır. Yine dinî liderlerin doğum ve ölüm yıl dönümleriyle çeşitli
ruhsal varlıklara atfedilen günler de ibadet açısından önemli kabul edilir.
Böyle özel anlarda dinsel coşku daha yoğun ve ibadet süresi daha uzundur. Aynı
şekilde bilhassa manastırlarda yaşayan kimseler için her kamerî ayın sekizinci
ve on beşinci günleriyle karanlık son üç günde, bir çeşit perhiz olarak da
tanımlanabilecek oruç uygulamaları söz konusudur. Oruç ibadeti, sadece kuşluk
vaktinde yenilecek bir çeşit yemekle yetinme veya bütün gün su dahil hiçbir
şey yiyip içmeme ve ahimsa prensibine sıkı sıkıya uyma şeklinde icra
edilir.
Tibet Budizmi’nde ölüm sonrası hayat düşüncesinin
de önemle vurgulandığı görülür. Öyle ki çok katlı cennet ve cehennem
tasvirleriyle ölen kimselerin buralarda karşılaşacağı durumlar, Tibet'in
Ölüler Kitabında çok canlı biçimlerde tasvir edilmiştir. Yine ölen kimsenin
günahlarının affedilmesi ve ölüm sonrası ruhsal seyahatine yardımcı olacağı
düşüncesiyle ilk yedi veya
kırk dokuz günlük sürede yapılan törenler de dinî hayatta büyük yer tutar. Din adamlarına
ve barındıkları manastırlara para ve yiyecek yardımında bulunmak en önemli
kefâret uygulamaları arasında yer alır. Ayrıca türbe, kutsal emanet ve kalıntıları ziyaret etmek ve
onlara hürmet
göstermek Tibet halk dindarlığı açısından oldukça
önemlidir. En önemli ziyaret merkezleri Buda’nm altında aydınlanmaya kavuştuğu kabul edilen Bodh Gaya’daki bo (aydınlanma) ağacı ile ilk vaazını verdiği Sarnath’taki stupadır.33
31 Mart 1959’da Komünist Çin, Tibet’in kutsal şehri
Lhasa’yı kuşatmış, bu gelişmenin ardından dönemin Hindistan başbakanı Nehru’nun daveti üzerine Dalai Lama ile
birlikte yaklaşık 80.000 Tibetli Hindistan’a geçiş yapmış ve buradan Hindistan’ın değişik yerlerine, Nepal, Bütan (Bhotan) ve dünyanın farklı bölgelerine mülteci olarak yerleşmiştir. Tibet Budizmi’nin lideri Dalai Lama ve birçok Tibetli bugün Hindistan sınırları
içerisinde Dharamsala’da yaşamaktadır. Dolayısıyla burası Budistler için yeni bir ziyaret yeri haline gelmiştir.
Üçüncü Bölüm
JAİNİZM
1.
Ta t rihsel Geliş i imii
Jainizm, tıpkı Budizm gibi m.ö. VI. asırda, Hint yarımadasının
kuzeyinde, Ganj havzasında yer alan Bihar eyaletinde geleneksel Hindu dininin
kast anlayışına ve kanlı kurban törenlerine karşı reaksiyoner bir hareket
olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel süreçte evrensel bir din haline gelememiş
olsa bile, bugüne kadar Hint yarımadasındaki varlığını sürdürmüştür. Jainizm
bugün tamamı neredeyse Hindistan’da bulunan 2,5-3 milyon mensubuyla dünyanın en
az taraftarına sahip dinlerinden biridir. Ancak onlar, bilhassa son yüzyılda
âlemdeki canlı cansız her varlığın bir ruha sahip olduğu ilkesinden hareketle
her türlü canlıya zarar vermeyi yasaklayan ahimsa prensibine katı
bağlılıkları, savundukları ateist ve hümanist anlayışların yanı sıra Ka- lidas
ve Mahatma Gandhi gibi uluslararası üne sahip Hintli edebiyat ve siyaset
adamlarının destekleri sayesinde kendilerini dünyaya tanıtmayı
başarabilmişlerdir.
Jainizm, Budizm’le yakın benzerliği sebebiyle çoğu zaman onun bir
kolu veya versiyonu gibi görülmüştür. Gerçekten Jainizm ve Budizm birçok
bakımdan birbirine benzerdir. Söz konusu iki din arasındaki benzer hususları
altı noktada toplamak mümkündür:
ı. Her ikisi de Kuzey
Hindistan’da aynı bölgede (Bi- har) ve dönemde
ortaya çıkmıştır.
2.
Vedalar m diline, dinî otoritesine ve onlardan kaynaklanan dinî uygulamalara karşıdırlar.
3.
Hint toplumundaki
geleneksel toplumsal tabakalaşmayı (kast sistemi) geçersiz ve anlamsız bulurlar.
4.
Âlemin yaratılması ve devamında Tanrı veya tanrısal
güçlerin rolünü kabul etmezler.
5.
Nihaî kurtuluşun ancak katı züht ve riyâzet hayatı
sayesinde gerçekleşeceğini kabul ederler. Nihaî aydınlanmaya kavuşan kimsenin dünyevî ve İnsanî
sınırlamalar ile samsara çarkından ebediyen kurtulacağına
inanırlar.
6.
Arhat, tathagatha,
siddha, mukta gibi terimleri nihaî aydınlanmaya ulaşan kimseler için aynı anlamlarda kullanırlar.1
Bütün bu benzerliklere rağmen Jainizm, perennial felsefeyi çağrıştıran bir din anlayışına sahiptir. Tirtharı-
karalzn aynı ezelî hikmeti/evrensel gerçekliği tarihin değişik dönemlerinde insanlara anlatan kahramanlar olarak tanımlar. Bundan dolayı Jainizm’de ibadet, daha ziyade onların heykelleri etrafında oluşan dinî pratiklerden oluşur.
Âlemdeki her şeyin canlı ve sabit bir ruha sahip olduğuna dayanan bir varlık anlayışını benimser. Ayrıca meşhur karma terimini genel ahlâkî nedensellik yasası
dışındajiva atomlarıyla birleşerek onların aslî özelliklerini örten bir çeşit ezelî
maddî unsur olarak kabul eder ve bu ontoloji görüşüyle Budizm’den ayrılır. Yine o, “Ahimsa, sadece insanlara değil, her tür canlıya
karşı uyulması gereken bir kuraldır” ve “Dünyanın
yaratılması, devamı ve yok edilmesinden sorumlu bir Tanrı
veya tanrısal varlıklar yoktur,
fakat İnsanî sınırlamaların olmadığı,
nihaî kurtuluşa ulaşanlara uygun bir tanrısal varlık kategorisi vardır”
şeklindeki inançlarıyla da geleneksel
Hinduizm’den farklı bir dinî sistem olduğunu
gösterir.2
Mevcut kaynaklara göre Jainizm’in kurucusu veya sistemleştiricisi Vardhamana’dır. O, tahminen m.ö.
540 yıllarında, Hindistan’ın kuzeyinde, bugünkü Bihâr eyaletinin başşehri Patna yakınlarındaki Vaisali’de doğmuştur.
Tıpkı Buda gibi kşatriya (asker/yönetici) kastına mensup bir ailenin çocuğu olan Vardhamana, otuz yaşlarına kadar düzenli bir aile hayatı
yaşadıktan sonra züht ve riyâzete
başlar. Kaynaklarda, böyle bir karar almasında o sırada anne ve babasını birbirinin peşi sıra kaybetmesinin veya bu hayat tarzının, dönemin yaygın bir geleneği olmasının etkili olduğu zikredilir. On üç
yıllık katı bir riyâzet sonrasında amacına, yani nihaî
aydınlanmaya kavuşur. Bundan sonra kendisine Jina (muzaffer) veya Mahavira
(büyük kahraman) unvanı verilir. Ömrünün kalan otuz yılını,
keşfettiği hakikatleri ve kendisinden önceki 23. Tirthankara’nın
öğrettiklerini yeniden yorumlayıp öğrencilerine anlatarak geçirir. M.ö. 470 yıllarında,
yetmiş yaşında, ölüm orucu sonucunda hayata
veda eder.
Jainistler’e göre kendi öğretileri Mahavira ile başlamaz. Çünkü o, bu dönemdeki 24 tirthankaranm sonuncusudur. Jainist kozmolojiye göre yaşadığımız âlem ezelî ve ebedîdir. O, birbirini izleyen uzun yükseliş ve çöküş süreçlerinde varlığını
sürdürür ve bu süreçler sonsuza kadar periyodik olarak tekrarlanır. Yükseliş dönemlerinde âlemde mutluluk ve huzur hâkimdir, insanlar uzun ömürlüdür. Dolayısıyla bu safhada ruhanî liderlere ihtiyaç duyulmaz. Çöküş devreleri başlayınca, hayat günden güne
zorlaşır, âlemdeki her türlü kötülük
artar, insanların ömrü giderek kısalır.
Dolayısıyla dünyada huzur ve mutluluk
ortadan kalkar. İşte
Tirthanka- ra adı verilen ruhanî liderler, dünyada huzur ve mutluluk arayan insanlara yardımcı ve örnek olmak üzere çöküş ve sıkıntı devrelerinde ortaya çıkarlar.
Altı alt döneme ayrılan çöküş devresinin beşinci safhası
Mahavira’nm ölümünden üç yıl sonra başlamıştır. İnsan ömrünün giderek azalacağı, fazilet ve güzelliklerin bir bir ortadan kalkacağı
varsayılan bu safhanın 21.000 veya 40.000 yıl devam edeceği varsayılır. Bundan sonra, şartların
daha da kötüleşeceği altıncı ve son safha başlayacaktır. Onun da sonunda, her şey fırtınalarla yok olacak ve bu felâketlerden çok az kimse kendini kurtarabilecektir. Böylece çöküş devresi sona erecek ve
sonrasında her şeyin giderek iyileşeceği yeni bir gelişim devresi başlayacaktır.
Bütün bu olaylar tamamen doğanın kendi kurallarına
göre cereyan edecek ve yüce bir tanrının bu gelişmelerde bir müdahalesi
olmayacaktır.3
Dinler tarihi ile
ilgilenenler, yeterli belge ve kanıtın olmamasından ötürü Mahavira’dan önceki tirthanka- ralara dair rivayetlerin çoğunu kabul etmezler. Sadece
22, 23 ve 24. tirthankaralarm tarihî şahsiyetler olabileceğini varsayarlar. Onların
muhtemelen m.ö. IX-VI. asırlar arasında yaşamış ve Vedalar’dan farklı
bir din anlayışını savunan, nihaî kurtuluş için kurban törenleri yerine katı züht ve riyâzet hayatı
öneren kimseler olduğuna, diğer tirthankaralarm ise
mitolojik varlıklar
olabileceğine inanırlar.
Mahavira’nm öğrettikleri, onun on birinci halefi kabul edilen Bhadrabhahu’ya kadar şifahen aktarılmış ve m.ö. IV. asırdan itibaren yazıya
geçirilmeye başlanmıştır. Bu dönemde Maurya kralı Chandragupta’nm
Jainizm’i benimsemesi (m.ö. 317-293) ve onu
krallığın resmî dinî kabul etmesi bu gelişmenin en önemli sebebidir.
Jainizm’in altın çağını yaşadığı bu dönemde sonuçları bugüne kadar devam eden Digambara
(çıplaklar) ve Svetambara (beyaz giyinenler) şeklindeki bir bölünme de
yaşanmıştır. Bu iki mezhep arasındaki farklılıklar, öğretide değil daha ziyade
dinî uygulamalardadır. Zira bu bölünmenin temel sebebi, keşiş Bhadrabhahu ile
keşiş Sthulabhahu arasındaki liderlik mücadelesidir. Meselâ, Bhadrabhahu ve
arkadaşları topyekün çıplaklığı savunurken, kadınların manastır hayatına
girmesini ve Angalar’m Mahavira’nın öğretilerini içeren gerçek kutsal
metinler olduğunu kabul etmezler. Buna karşılık Svetambaralar basit, beyaz
elbiseler giymeyi manastır kurallarının çiğnenmesi olarak görmezler, ayrıca
kadınların da züht ve riyâzet hayatına girebileceği görüşündedirler. Bu mezhep
Anğalar ve onların yorumu niteliğindeki diğer yazılı metinleri de kutsal
metinler olarak kabul eder. Bugün Digambara rahipleri daha ziyade
Hindistan yarımadasının güneyindeki Dekken platosu ve Mysore’daki aşramalarda
yaşarken, Svetambaralar Gucerât ve Racastan’daki aşramalarda hayatlarını
sürdürürler.
Milâdî XIII. asırda ortaya çıkan bhakti
düşüncesi Jainizm’in gelişimini önemli oranda durdurmuş olsa da Jainistler
varlıklarını hâlâ devam ettirmektedir. Dahası Jainizm, kökü tarihin
derinliklerine uzanan bir gelenek ve daha ziyade züht ve riyâzet ehlinin dini olarak
dinler tarihçilerinin ilgisini çekmeyi sürdürmektedir.
Orijinal dilleri Ardhamagathi, Prakriti ve
Maharastri olan Jainist kutsal metinlerinin tamamlanması ancak
milâdî V. asırda gerçekleşmiştir. Günümüzde Svetam- bara mezhebince kırk beş metinden oluştuğu kabul edilen bu eserlerin tespitine yönelik ilk çalışmanın m.ö. 300 yıllarında
gerçekleştirildiği düşünülen I. Pataliput- ra toplantısı olduğu söylenir. Mahavira’nm ölümünden
sonra uzun yıllar şifahî olarak aktarılan ve bilâhare yazıya
geçirilen bu metinler şu eserlerden oluşur:
1.
Purvalar (birinciler, öndekiler):
Bugün elimizde olmamalarına rağmen, mevcut kutsal
metinlerde sayıları on dört adet olarak bildirilen ve Mahavira’nm on bir havarisine (gandhara)
bizzat yazdırdığına
inanılan metinlerdir. Bu metinlerin ilk
tirthankara Risabha’dan Mahavira’ya kadar gelen 24 tirthankaramn ortak görüş ve düşüncelerini ihtiva ettiği kabul edilir. Bunlar Utpâda, Agrayaniya,
Viryapravada, Astinastipravada, Jnanapravada, Satyapravada, Atmapravada,
Karmapra- vada, Pratyakhyanapravada, Vidyanupravada, Avandhya, Pranayuh,
Kriyavisala ve Lokabindusaradır.
8.
Anğalar (temel organlar, yakarışlar): Jainizm’e dair mevcut en eski metinlerdir ve sayıları on ikidir. Bunlar;
1.
Acaranga: Angalar’m en eskisi kabul edilen bu kitap Jainist keşişlerin uymaları gereken kurallar ve hayat tarzı hakkında bilgiler veren, içerisinde
manzum bölümleri bulunmakla birlikte
genelde nesir tarzında kaleme alınmış bir eserdir.
2.
Sutrakritanga: Jainist öğretiyi yeni benimseyen ve uygulamaya çalışan bir kimsenin ilk dönemlerinde karşılaşacağı muhtemel zorlukları ve bunları
aşabilmesi için yapması gerekenleri konu alan
bir kitaptır.
3.
4. Sthananga-Samavayanga:
Jainist düşünce ve önderlerin hayat hikâyeleri
hakkında ansiklopedik
bilgiler içeren eserlerdir. Ayrıca
şu an mevcut olmayan on ikinci Anga Drstivada ’ nm içeriği hakkında tanıtıcı bilgiler de bu metinde yer alır.
5.
Bhagavati: Mahavira’nm çağdaşları
ve selefleri hakkında bilgi veren bir kitap olmasından ötürü önemli kutsal metinler arasında zikredilir.
6.
Jnatadharmakathah: Genel ahlâk kuralları
ve dinî öğretileri insanlara anlatmak ve
benimsetmek amacıyla kaleme alınmış bir eserdir. Bu yönü
itibariyle Hindu Puranalar’a. ve Budist Jatakalara.
benzetilir. Konular, bir hikâye ve kıssadan hisse tarzında
anlatılmıştır. Meselâ, keşişlerin tasnifi ve ideal bir keşişin kimliği, bir baba ile dört
gelini arasında geçen şöyle bir hikâyeye dayandırılır: Bir baba, daha sonra geri almak üzere dört gelininden her birine beşer pirinç tanesi verir. Gelinlerden ilki, nasıl olsa istediğimde onları hemen bulabilirim düşüncesiyle pirinçleri atar. İkincisi onları yer. Üçüncü gelin, pirinç tanelerini geri istendiğinde
kolayca bulabilmek için sandığında saklar. Dördüncü gelin ise onları toprağa eker ve babası geri istediğinde elinde çok miktarda pirinci olur. Bu hikâyedeki birinci gelin,
Jainizm’de herkesin uyması
gereken beş kuralı ciddiye almayan bir keşişi; İkincisi, bu kuralları tamamen unutanları,
üçüncüsü sadece bu kuralları eksiksiz yerine getirmeyi yeterli gören ve başka bir şey yapmayanları,
dördüncü gelin ise hem kurallara uyan hem
de onu başkalarına anlatan ideal keşişi
temsil etmektedir.
7.
8, 9. Upasakadasah,
Antakrddasah ve Anutta- rau-papadikadasah: Bunlar insanları riyâzet yoluna özendirmek
amacıyla yazılmış hikâyelerden oluşan kitaplardır.
10.
PratPrasnavyakaranani: BirtJainist’inJkaçınması reken beş kötülük
-öldürmek, çalmak, yalan söylemek,
zina yapmak, dünya malma aşırı hırs
göstermek- ve edinmesi gereken beş güzel huy -yukarıdaki beş
kötü durumdan kurtulmak- hakkında bilgi veren bir eserdir.
ııI. Vipakasrutalar:
İyi ve kötü fiillerin yol açtığı
güzel ve çirkin sonuçları anlatan efsanelerden oluşan bir eserdir.
A.
. Drs Drstivada:
Şu1andaxmevcut;ideğildir.iOnun lığı ve içeriğine dair bilgiler yukarıda
da ifade edildiği gibi üçüncü ve dördüncü kitaplarda yer alır.
Buna göre, söz konusu eser Mahavira
ile muhalifleri arasında
geçen felsefî tartışmalarla onun astroloji,
astronomi ve çeşitli büyüsel
tılsımlar hakkında verdiği bilgileri içermektedir.
C.
Upangalar: Ele aldıkları konular arasında doğrudan bir bağlantı olmasa bile Anğalar’la ilişkili, hatta onların
yorumları oldukları kabul edilen
eserlerdir. Muhtemelen bunun en önemli sebebi, sayılarının tıpkı Anğalar gibi on iki adet oluşudur. Bunlar, Mahavira’nm tenâsüh ve kurtuluşa dair vaazlarım ihtiva eden Au- papadika, onun dönemin krallarına tavsiyelerini içeren Rajaprasniya, canlı ve cansızlar
dünyası hakkında bilgiler veren Jivahhigama
ve Prajnapana, astroloji, kozmoloji ve astronomiye dair
bilgiler içeren Suryaprajnapti, Jambudvipaprajnapti, Chandraprajnapti ile değişik konuları
ele alan Niryavali, Kalpavatamsikah, Puspikah,
Puspaculikah gibi eserlerden oluşur.
D.
Prakirnalar (müteferrik konular): Dine ve ahlâka dair çeşitli konuları ele alan ve sayıları
on adet olan bu eserler; Catuhsarana,
Aturapratyakhyana, Bhaktaparijna, Samstara, Tandulavaitalita, Candravcd- hyaka,
Devendrastava, Ganitavidya, Mahapratyakhyana ve Virasatva dır.
E.
Cheda Sutralar (manastır
kuralları): Budist Vina- ya
metinlerinin Jainizm’deki benzerleri kabul edilen bu eserler, keşiş ve keşişelerin
uyması gereken kuralları ve bunların çiğnenmesi halinde uygulanması muhtemel cezaları
açıklayan altı kitaptan oluşur. Bunlar Nisit- ha, Mahanisitha, Vyavahara, Acaradasah, Brhatkalpa ve Pancakalpa
dır.
F.
Mula Sutralar (temel metinler): Bizzat Mahavi- ra tarafından yazdırıldıklarma inanılan dört eserdir. Bunlar, Mahavira dönemindeki muhalif görüşlere sık sık atıfta bulunan Uttaradhyayana; din adamı olsun olmasın herkesin uyması gereken altı kuralı ele alan Avasyaka; Jainist din adamlarının davranış kurallarını ele alan Dasavaikalika ve Pindaniryukti adı verilen eserlerden oluşur.
G.
Nandi Sutra ve Anuyogadvara Sutra: Yukarıda zikredilen kutsal
metinlere dair ansiklopedik bilgilerin yanı sıra onların nasıl doğru yorumlanacaklarına dair bilgiler yer alır.4
Yukarıda da ifade edildiği gibi Digambara mezhebine mensup keşişler bu metinlerin Mahavira’nm öğretilerini içermediğini ileri sürerek onların
dinî otoritesini kabul etmezler. Onlar, bu eserlere göre daha geç dönemlerde kaleme alınmış olmakla birlikte, daha sistematik olan prakaranaları (sistematik metinler) kutsal yazılar olarak kabul ederler.
Bunlar, milâdî I. asırda Vattakera’nm kompoze ettiği, yaklaşık 1250 beyitten oluşan Mûlâcâra; Kundakunda tarafından kaleme alınan ve Jainist öğretinin
özünü ifade ettiği düşünülen Samayasâra ve Pravacanasâra ile Sivarya’nm yazdığı
ve 2000’den fazla beyti ihtiva eden Arâdhana isimli eserlerdir.5
III. Temel Öğretilerii
ı. Jainizm, insanın ve içinde yaşadığı âlemin bir Tanrı veya
benzeri bir varlık tarafından yaratıldığı fikrine açıkça karşı çıkar. Bununla
birlikte, Tirthankara anlayışı sebebiyle tanrısallığı bir varlık
kategorisi olarak benimser ve ölümle bedenden ayrılan ruhun, dünyadaki iradî
eylemlerinin ahlâkî sonuçlarına göre âlemin urdva (tanrılar âlemi), ma.dh.ya
(yeryüzü) ve adho (kötülerin dâimî veya geçici bir süre kalacakları yer
altı dünyası) denilen katmanlarından birinde yaşamını sürdüreceğine inanırlar.
Onlara göre içinde yaşanılan âlem ezelî ve ebedîdir; dolayısıyla dünyadaki pek
çok dinde rastlanan kıyamet öğretilerine Jainizm’de rastlanmaz.6
2-
JainJainizm, Budizm ve Advaita düşüncesinden fa olarak âlemi ve
oradaki fenomenlerin reel gerçekliğini kabul eder. Başka bir ifadeyle
Jainizm’de sunyavada, anatma ve maya öğretileri yoktur. Fizikî
dünya, sınırsız sayıdaki pudgala (madde) ve jiva (ruh) atomlarının
birbiriyle teması sonrasında oluşmuştur. Böyle bir birleşme ise, dharma
(hareket etme), adharma (sükûnet), akaşa (mekân) ve kala
(zaman) ilkeleri sayesinde gerçekleşmiştir. Varoluşun başlangıcı jiva
atomlarının hareketiyledir, fakat bunun tarihini belirleme imkânı yoktur, çünkü
o anadi, yani ezelîdir.7
Eşyaya canlılık veren jiva sadece insanlar, hayvanlar ve
bitkilerde değil taş, kaya, ırmak ve dere gibi nesnelerde de vardır.
Geleneksel ahimsa kuralının Jainizm’de yeryüzündeki hemen her varlığı içine
alacak şekilde genişletilmesinin temelinde bu anlayış yatar. Jainist din
adamlarının soğan, turp, sarımsak ve patates gibi sebzeleri vejetaryen diyetin
dışında tutmaları ile adım atacakları yeri önce süpürmeleri ve ağızlarında maskeyle
dolaşmaları da bundandır.
3-
Temel özellikleri bakımından birbirinin aynı olan jiva atomları, ince toz zerreleri halindeki madde (pud- gala) ile temasa geçtikleri andan itibaren farklılaşmaya
ve temel özelliklerini yitirmeye başlar. Maddî atomların ruha karşı bu akışı, insanın
iradî eylemleri (kar- ma)l sonrasında gerçekleştiği için, bu maddî unsurlara “karmik unsurlar” da denir. Doğal halinde parlak ve saf
olan ruh (jiva), karmik unsurlarla birleşince kalınlaşır ve tanınmaz hale gelir. Ruhun bu durumu, üzerindeki toz tabakasından ötürü berraklığını ve akışkanlığını kaybeden bir damla zeytinyağı ile mukayese edilir.
Bu damlanın yeniden eski görünüm
ve özelliklerini kazanması ne kadar zor ise,
madde atomlarınca
sarılan ruhun yeniden eski hüviyetini elde etmesi de o nispette zordur. Çünkü ruhu kuşatan karmik unsurlar yeni eylemlere, onlar da yeni karmik
birikimlere yol açar
ve bu süreç birçok ruh için sonsuza dek devam eder. Ancak bu akışın önüne geçmek mümkündür. Bunun için tövbe, kefâret gibi evrensel uygulamaların
yanı sıra “doğru iman, doğru bilgi” ve “doğru
davranış”tan oluşan ve nihaî kurtuluş için emsalsiz bir mücevher
kadar değerli kabul edildiğinden “üç mücevher” (triratna) diye anılan bir reçete önerilir.
I.
Doğru İman: Kutsal metinlerin doğruluğundan şüphe duymamayı,
dünyevî hazlara karşı isteksizliği; ruhsal kurtuluşun
imkânına kesin olarak inanmayı ve bunu yegâne amaç
görmeyi, mânevî özellikleri arttırmayı, gerçekle yeniden irtibat kurmayı,
doğru yolun yolcularını sevip saymayı ifade eder.8
II.
Doğru Bilgi: Her şeyden önce âlemin varlığına ve mahiyetine dair tutum ve davranışları belirler. Bu sadece entelektüel
çaba ile veya kutsal metinlerden değil, ancak varlığın gerçek
bilgisine ulaşmış tirthankaralardan
elde edilebilecek derunî bilgidir. O, hem kişiyi ve çevresini tanımayı sağlar
hem de dış dünyaya karşı dikkatli ve kontrollü hareket etmeyi temin eder.
III.
DoğDoğrunDavranış: Önceliklerahimsa (öldürme satya
(doğru sözlü olmak), asteya (başkasına ait şeyi almamak), brahmacari
(cinsel ilişkiden uzak durmak) ve aparigrahadan (kanaatkâr olmak) oluşan
beş temel kurala uymayı ve hayatı bunlar ışığında düzenlemeyi ifade eder. Bunun
yanı sıra tıpkı Mahavira gibi züht ve riyâzet hayatına girmek ve bu yolun
gereklerine uygun davranmak da doğru davranış olarak değerlendirilir.
IV.
JairJainizm’in bir başkatöğretisi de! “Her <hüküm recelidir”
anlayışını temel alan syadvada öğretisidir. M. Gandhi’nin de plüralist
düşüncesini temellendirdiği ve Vedanta düşüncesinin özü kabul ettiği bu öğreti,
Jai- nist düşünce sisteminin temel inançlarmdandır. Buna göre, algılanan her
obje, sayısız niteliklere sahiptir ve bu özelliklerin tamamı ancak bir kevalin
(eren) veya jivan-mukti adı verilen ve mutluluk sahiline ulaştıkları
düşünülen tirthankaralar tarafından kavranabilir. Bunların dışındaki
sıradan kimseler, eşyanın özelliklerinin tamamını değil, sadece belli bir
kısmını kavrayabilir. Böyle olduğu içindir ki, onların eşya hakkmdaki
hükümleri mutlak değil görecelidir. Yani eşyanın içinde bulunduğu duruma ve
kişinin ona bakış açısına bağlı olan bir hükümdür. Dolayısıyla eşyayı
algılayıştaki görecelilik söz konusu eşya ile ilgili verilen hükümlerde de
ifade edilmelidir. Bu sebeple Jainistler, her hükmün başında mutlaka “bir
açıdan, bir bakımdan” gibi, o hükümdeki izafiyeti ve şarta bağlılığı dile
getiren tabirlere yer verilmesi gerektiğini savunurlar. Böyle bir tabir açıkça
yazılmamış olsa bile, onun her ifadede en azından zımnen bulunduğuna
inanırlar.
Jainistler’e göre eşya hakkındaki şartlı
hükümlerin başlıca yedi değişik formu vardır:
ı. “S”, bir açıdan “P”dir (Syâd asti).
2.
“S”, bir açıdan “P” değildir (Syâd
nâsti).
3.
“S”, bir açıdan hem “P”dir hem de değildir (Syâd astî çâ nâstî).
4.
“S”, bir açıdan tanımlanamazdır (Syâd avyakta).
5.
“S”, bir açıdan hem ‘‘P”dir hem de tanımlanamazdır (Syâd astî çâ avyakta).
6.
“S”, bir açıdan hem “P” değildir hem de tanımlanamazdır
(Syâd nâstî çâ avyakta).
7.
“S”, bir açıdan hem “P”dir, hem değildir
hem de tanımlanamazdır (Syâd astî çâ nâstî çâ avyakta).9
5.
Hinduizm ve Budizm’deki karma -tenâsüh öğre Jainizm
tarafından da kabul edilmiştir. Karma-tenâsüh, kökleri Vedalar ve Brahmanalar’daki
yajna, sradha ve is- tapurta törenleri veya rta yasası gibi
bazı inançlarda bulunan ancak Hint düşüncesinde ilk önce Upanişadlarda
ortaya çıkan bir öğretidir. Upanişadlar’dan sonra Hinduizm içerisinde
gelişen ve Carvaka hariç bütün felsefî ve dinî mezheplerce benimsenen bu inanç,
ancak Jai- nist din adamlarının çalışmaları sayesinde çözümlenmiş ve
anlaşılabilmiştir.
Bilindiği gibi karma-tenâsüh, genel ahlâkî bir nedensellik
kanunu olmanın ötesinde, kişiyi hem geçmişe hem de geleceğe bağlayan bir
bağdır. O, geçmişle olan ilişkisi göz önüne alındığında, insanı önemli ölçüde
kayıtlayan, bağımsız iş yapmasını engelleyen bir bağ gibi görülebilir.
Muhtemelen o, bu özelliğinden ötürü kendi mensupları ve diğer bir kısım
araştırmacılar tarafından gerek insanlar arasındaki sosyokültürel ve
ekonomik farklılıkları gerekse değişik varlık
kategorileri arasındaki bâriz farklılıkları izah eden bir inanç olarak telakki
edilmektedir. Karma-tenâsüh anlayışına göre, bireyin içinde yaşadığı
sosyokültürel çevre, varoluş formu ve kategorisi, sahip olduğu kabiliyetler ve
diğer psikolojik özellikler onun “prarabdha-karma” adı verilen geçmiş karmik
birikimleriyle belirlenir. Bundan dolayı söz konusu karmik birikimler ferdin
yeni varoluşları için bir tohum veya çekirdek mesabesindedir. Buna göre bugün
yeryüzünde yaşayan her bir varlığın önceki karmik birikimleri farklı olduğundan
onların mevcut statüleri, sosyokültürel ve ekonomik durumları arasında açık
farklılıklar vardır. Hatta kardeşler arasında görülen bireysel, psikolojik ve
diğer kişilik farklılıklarının sebebi de yine prarabdha-karmadır. Dolayısıyla
bu anlayışa göre varlıklar arasındaki farklılıklar adaletsizlik değil, aksine
adaletin gereğidir.
Jainizm’de ise karma, bu anlamların
yanında Jivanın hareketi sonucu ona nüfuz ederek, onun aslî özelliklerini
örten, kirleten ezelî pudgala atomlarını da ifade eder. Bundan dolayı
onun bu dinî sistemde ifade ettiği anlam, Hinduizm ve Budizm’den nispeten
farklıdır. Her şeyden önce Jainizm’de karma, diğer iki dinî sistemde olduğu
gibi sadece insan davranışlarıyla ilgili ahlâkî bir yasaya veya iradî bir eylem
sonucunda ortaya çıkan yeni bir unsura değil, aynı zamanda fiilin icrasından
çok önce âlemde mevcut ezelî bir maddeye de delâlet eder.10
IV.
Başlıca İbadet ve Uygulamaları
Jainist dinsel uygulamaları, bu dinin özgün
öğretilerinin doğal bir sonucu olduğu gibi, genel Hindu inanç ve
uygulamalarından da etkilenmiştir. Bundan dolayı
Hindu zâhitleriyle Jainist keşişlerinin
uygulamaları arasında pek çok benzerlik göze çarpar.
Jainistler, aşramalarda toplu halde yaşayıp
zâhitlik geleneğini sürdüren keşişler ve normal gündelik hayatı devam ettirenler olmak üzere iki ana gruba ayrılır. İlk bakışta birinciler dini yaşayıp
hayatlarını onun kurallarına göre planlayanlar, İkinciler
ise, birincilerin dünyevî ihtiyacını karşılayan ve dinle çok fazla alâkası olmayan kimseler görünümündedir. Bunun yanı sıra kadınların, manastır
hayatını tercih etsin veya etmesin, erkeklerden farklı
görev ve sorumlulukları söz konusudur. Bundan dolayı Jainist toplumu dinî
bakımdan züht ve riyâzet hayatı yaşayan keşişler, normal hayatını devam ettiren erkekler, manastır geleneğine bağlı keşişeler ve dünyevî hayatı
sürdüren kadınlar olmak üzere dört grupta ele alınabilir.
Bu gruplardan
hangisinde yer alırsa alsın her Jainist, triratna (üç mücevher) denilen “doğru iman”, “doğru bilgi” ve “doğru
davranış” basamaklarından oluşan temel dinî esaslara uymak ve gereklerini yerine getirmek zorundadır. Bu, nihaî kurtuluş
için zorunludur fakat yeterli değildir. Zira Jainizm’de nihaî
kurtuluşa sadece dünyevî bağlardan tamamen kurtulmuş
keşişlerin (nirg- rantha) ulaşabileceği kabul edilir. Bununla birlikte, tapmaklarda tirthankara heykelleri etrafında yoğunlaşan dinî törenlere devam eden ve beş temel kurala uygun yaşayan kimseler de nihaî kurtuluş hedefine ilerleyen yolcular olarak tanımlanabilir. Herkesin yerine getirmekle yükümlü olduğu
beş temel ahlâkî kural şunlardır:
ı. Hiçbir canlıya zarar vermemek (ahimsa),
2.
DoğDoğru1söz I lü olmak veya doğruluktanıayrılmam (satya),
3.
Başkasına ait bir şeyi almamak (asteya),
4.
Cinsel ilişkiden kaçınmak veya zinadan uzak durmak (hrahmacarya),
5.
Az ile yetinmek veya
kanaatkar olmak (aparigraha).
Bunlara keşiş ve keşişeler için “geceleyin hiçbir şey yiyip içmemek”
şeklinde altıncı bir kural daha ilâve edilir. Ancak böyle bir yasağın sebebinin karanlıkta, tek hücreli bile olsa diğer canlılara
zarar vermemek olduğu dikkate alındığında bu da çoğunlukla ahimsa kuralı içinde kabul edilir.
Mahavira, Jainistler için her bakımdan örnek
alınması gereken bir modeldir. Dolayısıyla manastır hayatına ait bütün kurallar onun telkin ve uygulamaları temelinde belirlenmiştir. Bütün keşişlerin onun yolunu izlediği
ve hepsinin birer Mahavira adayı olduğu söylenebilir. Ancak hemen ifade etmek gerekir ki Mahavira on üç yıllık züht ve riyâzet
döneminde yalnız bir hayatı yeğlediği halde onun günümüzdeki
takipçileri toplu manastır ve riyâzet
yaşamını tercih ederler. Gana veya Gaccha adı verilen rahipler topluluğu, cemaatin maddî ve mânevî
refahından sorumlu olan yaşlılar/aksaçlılar, kutsal metinler konusunda uzman olan ve onları öğreten öğretmenler (upâdhyâyalar,
yeni katılan müritlere ruhsal destek sağlayan mânevî rehberler (âcâryalar)
ve müritlerden oluşur. Manastır yaşamına katılmak isteyen her aday öncelikle dört
aylık deneme sürecinden geçirilir. Adayın her türlü bireysel eşyasını
terketmiş ve ailesiyle de bağlarını koparmış olması gerekir. Rahiplik giysilerini giyen ve saçlarını kazıtan veya yolduran bir adayın bir sadaka kâsesi, bir süpürgesi, bir mendili ve cinsel bölgeleri
örtmek için kullandığı bir parça bez dışında hiçbir
özel eşyası yoktur. Ona önce basit ve
genel kurallar öğretilir. Bu süreç günden güne
ağırlaşır ve nihaî aydınlanma tecrübesine (kevalin derecesine) kadar
devam eder. Manastırlarda yaşayan erkek keşiş adaylarına nirgranthcdax (her şeyi terkedenler), bhiksu- lar
(dilenciler) ve sâdhular (dine bağlılar), kadın adaylara da nirgranthüer,
bhiksunûer ve sadhvûer gibi isimler verilir.
Keşişler/keşişeler öncelikle yukarıda
zikredilen altı temel kurala sıkı sıkıya uymak zorundadır. Dahası, onlar için
bir günlük veya bir yıllık hayat ayrıntılı şekilde planlanmıştır. Meselâ, dört
aylık muson yağmurları döneminde bulundukları bölgenin sınırları dışına çıkmaları
yasaktır. Bu dönemde, kutsal metinleri öğrenme ve öğretme faaliyetlerinin yanı
sıra meditasyon egzersizlerine de ağırlık vermek zorundadırlar. Yılın diğer
aylarında ise geceyi ve gündüzü dört eşit parçaya bölmeleri gerekir. Buna göre
gece ve gündüzün birinci ve dördüncü çeyrekleri çalışma, yine her ikisinin ikinci
çeyreği meditasyon, gecenin üçüncü çeyreği uyuma, gündüzün üçüncü çeyreği de
dilenme zamanı olarak kullanılmalıdır.
Jainist Keşişin Yirmi Dört Saati
I. Çeyrek II. Çeyrek III. Çeyrek IV. Çeyrek
Gece Çalışma Meditasyon Uyuma Çalışma
Gündüz Çalışma Meditasyon Dilenme Çalışma
Manastırlarda veya keşişlerin konakladıkları
diğer yerlerde onlar için özel yemek hazırlanmadığı ve adayların yanlarında
yiyecek bulundurmaları yasaklandığı için dilenme zamanı ve turları son derece
önemlidir ve mutlaka iyi planlanmış olmalıdır. Ayrıca onlara verilen
yiyecekler temiz ve
kabul edilebilir (vejetaryan diyete uygun) olmalı ve din adamları için özel olarak hazırlanmamış
olmalıdır. Dahası, Jainist rahiplerin ahimsa
kuralını ihlâl etmemek adına içtikleri
suyu süzerek içmeleri, adım atacakları her yeri de önceden
süpürmeleri gerekir. Bütün bunlara, Svetambara mezhebinden XIV. yüzyılda ayrılan Stanakhavasi
rahiplerinin nefes alıp
verirken herhangi bir canlıya zarar vermemek adına sürekli maske takmaları mecburiyeti de eklenince, Jainist din adamları için hayatın ne kadar zor ve çetin olduğu kolayca anlaşılacaktır.11
Normal günlük hayatlarında bile günde sadece bir öğün yemekle yetinmek durumunda olan keşiş veya keşişeler senenin neredeyse yarısını oruçlu geçirirler. Özellikle her on beş günlük
sürede en az üç gün (asnami [hilâl], caturdasi [on dört] vepurnima [dolunay] günleri) oruç tutmak zorundadırlar. Oruçlu iken yemenin yanı
sıra, banyo yapmak vegüzel koku kullanmak da yasaktır. Oruçlu veya perhizde oldukları
dönemlerde normal veya kaynamış sıcak su, buğday, susam ve pirinç suyu içebilirler. Bu suların çok iyi süzülmüş olması
ve içerisinde hiçbir katı maddenin bulunmaması gerekir.12 Ja- inist keşişler ölüm oruçlarını da nihaî kurtuluşu gerçekleştiren faziletli bir ibadet olarak kabul edip uygularlar.
Manastır dışındaki Jainistler için dinî hayat, keşiş ve keşişelerin
günlük ihtiyaçlarını karşılamak, zihinsel sükûnete erişmek için meditasyon yapmak, tirthanka- ralara ve diğer mânevî liderlere saygı ve hürmet göstermek gibi pratikleri kapsar. Bireylerin işledikleri kusurlardan ötürü tövbe etmeleri ve bunu alışkanlık haline getirmeleri de dinî hayat açısından
önemlidir. Bunun için onların sık sık günah
itirafında bulunmaları, bedensel arzulara kayıtsız kalmak için belirli yiyecekleri
belli zaman ve mekânlarda tüketmemek gibi sorumlulukları
yerine getirmeleri telkin edilir.
Jainist tapmaklardaki
ibadetler ise, özellikle sabahleyin güneşin doğuşu
esnasındaki bir saatlik sürede tirthankara heykelleri önünde meditasyona dalmak, secdeye kapanmak, etraflarında dönerek onları selâmlamak şeklinde gerçekleşir.
İsteyen, günün diğer saatlerinde de
tapmaklara gidip bunları
yapabilir. İbadetin objesi olan tirthankaralar,
inananlar için İlâhî
yardımcılar değil, sadece iyi birer örnektir ve onlardan yardım
veya inâyet beklenmez. Çünkü Jainizm’e göre nihaî
kurtuluş ancak bireysel çabalar sayesinde gerçekleşebilir.
Başka bir insanın veya tanrısal varlığın bu konuda bir inâyeti
söz konusu olamaz.13
Bütün bunlara ilâveten, Jainizm’e inanan herkesin kevalin (eren) mertebesine erişebilmesi için şu ilkelere de uygun hareket etmesi ve hayatını buna göre düzenlemesi beklenir:
ı. Kişi, düşüncelerini, sözlerini ve davranışlarını
sürekli kontrol etmelidir.
2.
Yürüme, konuşma, dilenme ve yeme içme gibi her türlü günlük
işinde ahimsa kuralına âzami
ölçüde riayet etmelidir.
3.
Ayrıca şu on iki hususu hiçbir zaman akimdan çıkarmamalıdır:
Dünyanın ve her şeyin fâniliği, insanın çaresizliği ve zavallılığı,
doğum-ölüm-yeniden doğuş (samsara) çarkının
varlığı, her şeyin yalnızlığı, beden ve ruhun birbirinden aslî farklılığı, bedenin kirliliği, karmik akışın
sürekliliği ve ruhun günden güne batışı, bunu önleyebilme
çareleri, ruhu yeniden aslî formuna döndürme
yolları, herkesin kendi kurtuluşunu gerçekleştirebileceği
nihaî aydınlanmanın zor olduğu ve
herkese nasip olmadığı ve tirthankaralarca öğretilenlerin kesin doğruluğu.
4.
Ayrıca herkes şu on ahlâkî fazilete sahip olmaya gayret etmelidir: Sabır, alçak gönüllülük, dürüstlük, temizlik/saflık, doğruluk,
soğuk kanlılık, sadelik, fedakârlık, gurura kapılmamak ve samimiyet.
5.
Züht ve riyâzet hayatının zorluklarına göğüs
gerineli, başarısız olma ihtimali söz konusu olunca intiharı
seçmelidir.14
Dördüncü Bölüm
SİHİZM
Sihizm1 Pencap’ta ortaya çıkan ve
bugün mensuplarının büyük çoğunluğu bu bölgede yaşayan bir dindir. Kelime
anlamı olarak “beş su/ırmak” anlamına gelen Pencap, İndus nehrinin beş kolunu
(Celum, Cenab, Ravi,
Sutlej,
Beas) ifade eder. Günümüzde Pencap dendiğinde Hindistan’ın bir eyaleti akla
gelse de aslında bu isim daha geniş bir coğrafya için kullanılır. Burası
kuzeyde Himalayalar ile batıda Hindukuş dağlarının eteklerinde yer alan geniş
ve çok verimli bir ovayı kapsayan bölgenin adıdır. Pencap ovası, Hint yarımadasının
tahıl ambarı olmasının yanı sıra, aynı zamanda tarihte Hayber Geçidi’ni aşarak
Hint’e gelen bütün ka- vimlerin ilk uğrak ve yerleşim yeri olmuştur.2
Prakrit diline ait bir kelime olan sikh,
Sanskrit- çe’deki shishya ile ilişkili olup “mürit, şâkirt, talebe” gibi
anlamlara gelir. Bundan dolayı Sihler de kendilerini "Tanrı’nın müridi”
olarak tanımlar.3 Nitekim onlar, “Sih kimdir?” sorusuna “Sih, bir
tek Tanrıya, on guruya, onların öğretilerine ve Adi Grand’a iman eden
kişidir”4 şeklinde cevap verir.
Sihizm’in temeli, VIII. asırdan itibaren Hint
yarımadasının kültürel bakımdan da verimli olan bu
bölgelerinde yayılmaya başlayan İslâm dini ile geleneksel Hinduizm’i uzlaştırma
çabalarına dayanır. Diğer bir etken ise, Bhagavad
Gita’dan bu yana Hindu düşüncesine iyice yerleşmiş olan bhakti5 anlayışının Pencap’ın çok kültürlü yapısına iyi uyum sağlamasıdır. Bundan dolayı Sihizm, Hindu gelenek ve göreneklerini, çok tanrıcılığı, puta tapıcılığı ve toplumu ayrıştıran kast sistemini ortadan kaldırarak İslâm ile Hinduizm arasında ortak bir yol bulma teşebbüsü şeklinde tanımlanabilir. Nitekim Sihizm, maya, samsara, mokşa gibi Hindu inançlarını kabul etmekle birlikte, tevhidi ana ilke olarak benimsemesi, avatara
ve kast anlayışlarını
açıkça inkâr etmesiyle Hinduizm’den
ayrılır. Sihizm İslâm’ın âhiret
anlayışını da benimsemez.
1.
Tarihsel Gelişimii
Sihizm, Guru Nanak tarafından sistemleştirilmeden evvel Pencap
bölgesindeki Nath geleneği, Sant hareketi ve Baba Ferîd, Namdev, Ravidas, Kabir
gibi mistiklerin hayat ve düşünceleri çerçevesinde oluşmuş bir inanç
sistemidir.
ı. Nath Geleneği
Nath, “efendi, koruyucu ve sığmak” anlamlarına gelen bir kelime olup
genelde “mânevi olgunluğa erişmiş kimseler veya böyle kimselerin yolunu ifade
eder. Nath düşüncesinin kaynağı kesin olarak bilinmese de Hindu siddha kültünün
kısmen değişmiş bir biçimi olarak kabul edilebilir. Aynı şekilde bedensel
eğitimi ruhsal eğitimin ön şartı sayan Hatha yoga akımının da IX.
yüzyılda Nath geleneği içerisinde geliştiği iddia edilir. Nath geleneğinin
kurucusu Matsyendranath, en büyük temsilcileri de Pencaplı Gorakhnath ve onun
öğrencileridir. Onlar asketizm ve yoga uygulamalarına
ağırlık vermiştir. Din anlayışlarında Şiva
kültü ile Tibet Budizmi’ne ait mistik uygulamaların etkileri açık biçimde
görülür. Bu gelenek, kast sistemini reddetmesinden dolayı genellikle kast
dışına itilmiş kimselerce benimsenmiştir.6
Öte yandan başka bir iddiaya göre de Sihizm,
Vişnu- culuk ve Nath uygulamalarının bileşkesi olan bir inanç sistemidir. Buna
göre Vişnucular’ın a) tapınakları ziyaret, b) ibadet için materyal seçimi, c)
semavî varlıklara ibadet, d) sürekli mantra okuma ve e) yoga meditasyo- nu gibi
belirgin özellikleri7 küçük değişikliklerle Sihler tarafından da
benimsenmiştir. Ancak Sih gurularının Hindu ibadet ve uygulamalarına ciddi
eleştirilerde bulunduklarını da unutmamak gerekir.
2.
Sant
Hareketi
Sant kelimesi, İngilizce “saint” yani “aziz”
ifadesini anımsatmakla birlikte kelimenin aslı “hakikat” anlamına gelen sat
köküdür. Sant hareketi aslında birbirine muhalif olan Vişnucu bhakti,
hatha yoga ve sûfî uygulamalarının bir sentezi olarak tanımlanabilir.
Gerçekte sant geleneği ve bhakti düşüncesi, her ne kadar samsara
çarkından kurtuluş için bireysel sevginin önemine müştereken vurgu yapsa da
aralarında kesin farklılıklar mevcuttur. Örneğin Sant hareketi, tenasüh ve
avatara inançlarını, puta tapmayı ve kurtuluş için kutsal yerleri
ziyareti (hac) kabul etmez ve bunları dindarlığın gösterişçi biçimleri
şeklinde görerek önemsiz sayar.8 Benzer şekilde, Tanrıya sevgi ve
muhabbet besleyerek ulaşılması konusunda Bhakti ile hemfikirken,
Tanrı’nın enkarne edeceği ve bir forma sahip olduğu (saguna) konusunda
ondan ayrılır. Sant, aslında Kuzey Hindistan’da alt kast mensuplarının
oluşturduğu bir harekettir. Onlar Vişnucu bhakti hareketinin yanı
sıra, sûfîlerden ve yogilerden de izler
taşırlar. En etkili Sant üyesinin Kabir olduğu; Namdev ve Ravidas gibi mistik şairlerin de Sant hareketine
mensup oldukları iddia edilir. Kısacası
Sihizm, bu yönü itibariyle Kuzey
Hindistan’da ortaya çıkmış
Sant hareketinin bir devamı şeklinde tanımlanabilir.9 Sant hareketi de Vişnucu bhakti öğretisi, tantrik yoga uygulamaları ve sûfı tarikatların
sentezi olarak kabul edilmelidir.10 Nanak, Kuzey Hindistan’da ortaya çıkan Sant geleneği
içerisinde gelişen fikirleri ve öğretileri etkili biçimde
kullanmıştır.
3.
Şeyh Ferîd, Namdev ve Ravidas
İslâm ve Hindu geleneklerine
mensup bu mistik şahsiyetler,
Sihizm’in ortaya çıkışı ve gelişiminde büyük
pay sahibidirler. Onların gönüllerinden taşarak dile dökülen
İlâhiler, Sih kutsal metinlerinde yer bulmuştur. Bunlardan Baba Ferîd
diye de bilinen Şeyh Ferîd (11731266), Pencap’ta yaşayan ve Çiştî tarikatına mensup ünlü bir sûfîdir. Sutlej ırmağının
kıyısındaki Pakpat- tan şehrinde bulunan türbesi hâlâ ziyaret edilen yerlerdendir. Sant ruhu ile yazdığı İlâhilere Sihler’in yanı sıra Hindular ve müslümanlar
da hürmet gösterir.11 Bir diğer mistik olan Namdev (1270-1350), Hindu-Ma/ctz geleneğine mensup bir şairdir.12 XV. yüzyılda
Benâres’te yaşamış bir şair olan Ravidas ise, kast dışına itilmişlerden oluşan paryalar smıfındandır. Bhakti hareketinin önemli temsilcilerinden
birisi olan Ravidas aynı
zamanda Sant mistikleri arasında sayılır. Onun İlâhilerine Adi Grandda (AG) yer verilmesi,
Sihizm’in kast anlayışına
karşıt tutumunun en önemli delili kabul edilir.13
4.
Kâbir
Ortaçağ’da yaşamış ünlü azizlerden birisi olan
Kabir (1440-1518) Hindu kutsal şehri Benâres’te doğmuş
ve hayatının neredeyse tamamını burada geçirmiştir.
Kâbir’in mesleği dokumacılıktır. Müslüman bir çevrede büyümesine
rağmen Ramanuja’mn müritlerinden Ramananda’nm etkisinde
kalarak Hinduizm’i seçmiştir. Ailesinin de muhtemelen Nath geleneğine bağb olduğu ancak sonradan İslâm’ı seçmiş olabileceği iddia edilir. O da hem bhakti öğretisini benimsemiş hem de sûfî öğretilerden uzak kalmamıştır. Kast sistemini ve puta tapımı reddetmiştir. Kuzey Hindistan’da Sant
geleneğinin en büyük temsilcilerinden biridir.14
Bazı araştırmacılar, Kabir’in inancının temelinde Vişnucu bhakti veya sûfizm anlayışı değil, tantrik yoga uygulamalarının
yer aldığını iddia ederler. Gerçekten de o, Hatha yoga terminolojisini sıkça kullanır ve genel düşünce yapısı her ne kadar onlardan sayılmasa bile, Nath
yogilerine benzer. Kabir ile yogilerin inanç ve uygulamaları arasındaki benzerlikleri metinlerden anlamak mümkündür. Jivanmukta,
sahaja-samadhi ve shabad (söz) onun beyitlerinde önemli yer tutar. O, tanrıya inanç ve teslimiyet; guruya inanç ve tanrının adını zikir olmak üzere
üç hususa vurgu yapmıştır. Kabir, tapmaklarda
puta tapımı, Ganj’daki arınma törenlerini, kutsal mekânları ziyareti ve buralarda yapılanları uygun bulmamış, hatta bütün dinî sembolleri reddetmiştir. Ona göre; tanrı bilinemez, her şeyin
ötesinde ve tanımlanamazdır.15
II. GLutruluikve On Gutru
Sihizm’de yaratıcı bir Tanrı’nm varlığı kabul edilmekle birlikte,
onun ete kemiğe bürünerek yeryüzüne indiğine (avatara inancına)
inanılmaz. Fakat on gurunun16 Tanrı ile irtibat kurma yollarını öğretmedeki ve
dinin gelişimindeki etkileri büyüktür. Sih geleneğine göre gurular
saf ve sade yaşamları sayesinde Tanrı’nın lutfunu kazanmış ve ona gönülden teslim olmuşlardır. Bu yüzden onların
öğretisi cehalet ve bencillikle kirlenmemiştir, tertemizdir. Dolayısıyla
onlar, Tanrı yolunda ilerlemek
isteyenlere güvenle rehberlik edebilirler. Bunlar ilk guru Nanak ile onu izleyen dokuz gurudur
ve tamamı kşatri- ya kastına mensuptur. Gurulardan önce geleni, haleflerine göre dinde daha yüce bir konuma sahiptir. Buna göre en değerli guru Nanak’tır. O, yeni bir dinin kurucusu, yeni bir vâiz, mükemmel bir dindar örneği, samimi bir şahsiyet
sayılır. Başka bir deyişle guru; bir öğretmen,
aydınlanmaya götüren bir rehber ve kutsal
hakikatin mahiyetinin anlaşılmasına imkân veren kişidir.17
Sih kutsal
metinlerinde yer alan şu ifadeler guru- larm bu
dindeki önemlerini
açıkça göstermektedir: “Guru olmaksızın, yüzlerce ay ve binlerce güneş
olsa bile yine de zifirî karanlıktır” (Guru II, Asa Rag). “Gürünün lutfu sayesinde bütün karanlıklar ortadan kalkar, zihinler aydınlanır ve hakikat keşfedilir” (Guru III, Mahj Rag). “Guru sayesinde cehalet, safsata lar, hurafeler ve bütün acılar ortadan kalkar” (Guru V, Jaitsri Rag). “Gerçek guru olmaksızın huzur elde edilemez” (Guru III, Sri Rag). “Guruya hizmet eden huzuru
ve istediği her şeyi elde eder” (Guru III, Sri Rag). “Guruya hizmet eden Tanrı’ya ulaşır” (Guru III, Gauri Rag). “Guruyu unutmayanlar ölümden korkmaz” (Guru V, Sri Rag). “Kusurlu bir guru seçen kurtuluşa ulaşamaz” (Guru I, Ramkali Rag). “Gerçek guru ezelî ve ebedîdir, o doğmamıştır ve ölmeyecektir” (Guru IV, Suhi Rag). “Kendisini bir gürünün öğrencisi sayan kimse sabah güneş doğmadan kalkmalı, banyo yapmalı, zihnini arındırmak ve gürünün
öğrettiği biçimde Tanrı’nm nitelikleri üzerine me- ditasyon yapmalıdır”
(Guru IV, Gauri Rag).18
Onuncu Guru Gobind
Singh’in ölümünden sonra, kutsal metin Adi Grand Sahih ebedî guru kabul edilmiş ve insanlara rehberlik etmeye başlamıştır. Bundan ötürü bütün Sihler onu bir şahıs
gibi görür ve büyük saygı gösterir. Kutsal metnin her bir satırı belli bir makama göre bestelenmiştir ve buna göre okunur. Adi Grand Sahih bu yönüyle Hindular’m Sama
Veda’sma benzetilebilir. Sihler’e göre onun İlâhileri,
tıpkı Veda metinleri gibi derunî aydınlanmanın sonucunda kalbe doğan
ilhamlar veya tanrısal esinlerdir. Bundan dolayı o, insan eseri bir
metin değil, ilham veya vahye dayalı bir kitap olarak görülür.19
Sihizm’deki on guru ve
dönemleri
kısaca şöyledir:
ı. Nanak (1469-1539)
Guru Nanak 15 Nisan
1469 tarihinde Lahor yakınlarındaki, bugün Nankana Sahib diye
bilinen Talvandi köyünde
dünyaya gelmiştir. Babası bölgenin vergi tahsildarı olan Kalyan Chand Das Bedi idi. Nanak’m doğumuyla ilgili çeşitli kehanetler ortaya atılmıştır. Bunlardan birinde Pandit Hardyal
Bala, Janamsakhi’de “Hem Hindular hem de Türkler ona saygı
gösterecek. Onun ismi hem yerde hem de gökte yüce olacak. Okyanus, yeryüzü ve gökyüzü ona açılacak. O tek ve biçimsiz bir Tanrı’ya ibadet edecek ve bunu başkalarına anlatacak” der.20 Yine
ilgili rivayetlerde Nanak’m yedi aylıkken bir yogi gibi oturabildiği zikredilir.
Nanak, küçük yaşlarından itibaren Sanskritçe,
Arapça ve Farsça eğitimi almış ve bunlarda oldukça başarılı olmuştur. On yaşına
geldiğinde, Hindu geleneğinde yapılması zorunlu olan kutsal ip bağlanma (upanayana) töreninin kendisi için
yapılmasını istememiştir. Onun bu tavrı, genelde, içinde
yetiştiği Hindu
örf ve âdetlerinden hoşnut olmadığı ve sürekli
bir arayış içerisinde bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır.21
Nanak on altı yaşındayken Lahor Valisi Devlet
Han’ın sarayında çalışmaya başlar. Burada müslüman âlimlerle tanışma ve konuşma
fırsatı bulur. Ancak onların verdiği cevaplar da genç Nanak’ı tatmin etmez. On
dokuz yaşında Sulakhani ile evlenir ve beş yıl içinde Lakşmi Das ve Siri Chand adını verdiği iki erkek çocuğu
dünyaya gelir. Hayatının bu döneminde onun, sabahları nehirde yıkandığı ve
sürekli kirtan (İlâhi) söyleyip meditasyon yaptığı anlatılır.22
Nanak, Lodi hânedanlığının yönetimi altındaki
Kuzey Hindistan’da yaşamıştır. Döneminde burada büyük sosyal çalkantılar
yaşanmış, o da doğal olarak hem bu olaylardan hem de bölgenin ünlü sûfîsi
Kâbir’den etkilenmiştir. Hatta onun, Kâbir’in müridi olduğunu söyleyenler de
vardır. Bundan ötürü Hindular’ın bir kısmı Sihizm’i bir Hindu mezhebi olarak
kabul eder, bazı Sihler’in de bu görüşe katıldıkları görülür.23
Rivayete göre Nanak, otuz yaşına gelince,
Sultan- pûr’da aydınlanma tecrübesi yaşamış ve guruluk mertebesine erişmiştir.
O, her gün banyo yapmak için gidip geldiği nehir kıyısında bir gün sessizce
ortadan kaybolur. Elbiseleri nehir kıyısında olduğu için insanlar onun nehirde
boğulduğunu zanneder. Devlet Han’ın emriyle nehir baştan aşağı günlerce
aranmasına rağmen ona ait hiçbir ize rastlanmaz. Nanak üç gün sonra ortaya
çıkar ve yok olduğu dönemde, Islâm’daki miraç hadisesine benzer bir hal
yaşadığını, Tanrı’nın huzuruna çıktığını ve insanları doğru yola çağırmakla
görevlendirildiğini iddia eder. Artık bundan böyle o ve takipçileri daima
kutsal isim olan “nam”ı ağızlarından düşürmeyecek; yardım severlik, hayır ve
hasenatla (dana) meşgul
olacak, TanrIıya hizmet (seva) için çalışacak, sadece ona dua (simran)
edecek ve her sabah boy abdesti (ish- nan) alacaktır. Yine o, bu yolculuk sırasında Tanrı katında kendisine bir fincan
nektar ikram edildiğini ve “Bu Tanrı’nın ismine hürmet
fincanıdır. Bunu iç! Seni yüceltiyorum. Benim ismimle mutlu ol ve bunu başkalarına öğret. İsmimi hediye olarak sana bahşettim. Bu senin çağrın olsun” (AG 150) diye seslenildiğini iddia eder. Bu olayın ardından bir süre hiç
konuşmayan Na- nak sonunda şu sözleri söyler: “Gerçekte ne Hindu ne de müslüman
vardır.”24
Bundan sonra Guru
Nanak üstlendiği
sorumluluğun gereğini yerine getirmek, yani öğretisini anlatmak için bütün
Hindistan’ı dolaşır. Bu seyahatleri esnasında birçok kişi ona arkadaşlık eder. Hinduizm ve İslâm’ın kutsal yerlerinin yanı sıra, Sri Lanka ve Tibet gibi Budist merkezlerini de ziyaret eder. Nitekim rivayete göre, Mekke’yi de ziyaret eder ve bir akşam namazı sırasında ayaklarını Kâbe’ye uzatmış otururken yanma gelip ona, "Neden ayağını Allah’ın evine doğru uzatıyorsun?” diyen birine, “Benim ayağım Tanrı’nm evinin olduğu yönde değil” der. Devamında
mezkûr kişinin onun ayağını döndürdüğü, o döndürdükçe
Kâbe’nin de döndüğü anlatılır. Yine bir keresinde Hindu kutsal merkezlerinden Haridvar’da iken,
brahminlerin sabah ibadeti sırasında Ganj nehrinde doğuya doğru su attıklarını
gören Nanak, bunun üzerine suyu batıya doğru atmaya başlar. Niçin
böyle yaptığı sorulduğunda, “Eğer sizin attığınız sular atalarınıza
ulaşacaksa, benim attığım sular da Lahor yakınındaki
tarlalara ulaşacaktır” şeklinde cevap vererek onları düşünmeye sevkeder.25
Tanrı üzerine düşünme (sat), onun adını hiçbir zaman dilden düşürmeme
ve daima onu hamdeden
İlâhiler okuma, Guru Nanak düşüncesinin temelini oluşturur.26
Ayrıca onun şiirlerinde sessiz bir mağarada, çevreyle hiçbir
iletişim kurmaksızm, göz dahi kırp- maksızm aralıksız tefekkürün
övüldüğü ve insanın bu sayede aydınlanmaya
ulaşacağı ifade edilir.27
Nanak, Tanrının yanı sıra hayatın gizemi üzerine de tefekkür
etmiştir.28 O, bir yogi üstadı olan ve yarı mistik kabul edilen Gorakhnath’m varlığından ha- berdardır.29 Onun geleneğinde, yogilere özgü psiko- fiziksel teknikler kullanılarak bu yaşamda kurtuluşa (jivanmukti) ermenin mümkün olduğu kabul edilir. Yine onların bu durumda sonsuz sevinç hali yaşadıklarına, mahasiddhi olduklarına, yani tabiatüstü
güçler elde ederek çeşitli kerametler gösterdiklerine inanılır. Meselâ,
cismanî bakımdan büyüyüp küçülebilir, ağırlaşıp hafifleşebilirler. Aynı
şekilde onların su üzerinde ve havada yürümelerinin, istedikleri her şeyi
elde edebilmelerinin ve diledikleri her kılığa girebilmelerinin de mümkün olduğuna inanılır. Nefes tutma
egzersizleri sayesinde yaşamlarını uzattıkları, metali altına dönüştürme sanatı olan simyayı iyi bildikleri ve şifalı bitkilerle tedavide uzman oldukları da söylenir.30
Nanak, Hindu törenlerini ve inziva hayatını reddetmiştir.
Çünkü ona göre hakikat biçimde değil derun- dadır 31 O ayrıca, kast sistemini yıkmak
ve kadınların statüsünü yükseltmek için de çalışmıştır.32
Nanak elli yaşma ulaşınca seyahatlerini sona erdirir. Bu dönemden itibaren kendisini ziyarete gelenlere vaaz etmeye başlar. Bu durum Sihizm için
yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Guru Nanak 1539’da öldüğünde geride, öğretiye bağlı, kutsal isim (nam) üzerine meditasyon yapan ve çalışmayı ilâhî hizmet addeden bir Sih topluluğu bırakmıştır. Bu topluluğun başına
da II. Nanak diye
isimlendirilen Guru Angad’ı
tayin etmiştir.33
2.
Angad (1504-1552)
İkinci guru Angad, Hindu ateş törenini icra eden bir rahip ve Durga taraftarı iken, yirmili yaşlarda Sihizm’e girmiştir. Nanak, yerine iki oğlundan birini değil, 1539 yılında Angad’ı
guru tayin etmiştir. Angad, meditasyon uygulaması, inziva hayatı ve kötülükten
kaçınması ile tanınan bir şahsiyettir. Adi Grand’m altmış iki İlâhisi ona aittir.34
3.
Amar Das (1479-1574)
Angad’m iki oğlu babalarının yolunu benimsemedikleri için dünürünün
kardeşi olan Amar Das üçüncü guru olmuştur. Amar Das, Angad’m kızının okuduğu İlâhilerden etkilenerek kendisini babasıyla tanıştırmasını istemiş, onunla tanışarak
öğretilerini kabul etmiş ve onun kıymetli bir öğrencisi
olmuştur. Angad, Nanak’m oğlu Siri Chand’m karşı
çıkmasına rağmen yetmiş üç yaşındaki Amar Das’ı 1552 yılında
guruluğa tayin etmiştir. Guru Amar Das’m inşa
ettirdiği seksen dört basamaklı havuzun Hindu varlık
döngüsündeki seksen dört laktan oluşan yeniden doğumları sembolize ettiği iddia edilir. Amar Das, kendisiyle bizâtihi tanışmamış olsa bile Nanak’m
sosyal ve siyasî uygulamalarını
sürdürmeyi ana ilke edinmiştir.35
Üç, dört ve beşinci gurular, Bâbür Hükümdarı
Ek- ber dönemine denk gelir. Ekber dinî hoşgörüsüyle tanınan bir hükümdardır. O, Amar Das’ı ziyaret ettiğinde Sihler’in hep birlikte yeme içme (langar) önerisini kabul etmiştir. Bu yemeğe Hindu, müslüman, brahmin, dalit, hükümdar,
dilenci vb. toplumun her kesiminden insanlar katılmıştır. Teorisi Nanak’a dayanan bu birlik
beraberlik ruhu Amar
Das tarafından uygulamaya konulmuştur.36
4.
Ram Das (1534-1581)
Amar Das ölmeden evvel damadı Ram Das’ı
(“Tanrının kölesi”) 1574yılında dördüncü guru olarak atamıştır. O, Hükümdar Ekber ile olan yakın
ilişkisi neticesinde Amritsar şehrini kurmuştur. Delhi-Kâbil ticaret yolu üzerinde
kurulması sebebiyle Sihizm’in gelişmesinde etkili olan bu şehir,
daha sonraki gurula- rın da faaliyetleriyle kutsal konuma yükselmiştir. Ram Das, dul kadınların yakılmasını yasaklamış,
onların yeniden evlenmelerine izin vermiş ve bir de evlilik İlâhisi bestelemiştir.37
5.
Arcun (1563-1606)
Guru Arcun’un bütün dönemi (1581-1606) ağabeyi
Prithi Chand’m muhalefetiyle geçmiştir. Hatta ağabeyinin Ekber ve Bâbürlü idarecilerin aklım
çeldiği ve bu durumun Arcun’un ölümüne sebep olduğu iddia edilir. Ancak Ekber’in uzun hükümdarlık sürecinde ülkede barış, huzur, tolerans ve tam bir dinî özgürlüğün hâkim olduğu bilinmektedir. Hatta
Ekber’in inancı, eşlerinden birisi Racpût prensesi olduğu için,
bazı müslüman din adamları tarafından sorgulanmıştır. Fakat o, hem kendi dinî inanç ve ibadetlerine bağlı kalmış hem de diğer inanç
mensuplarına saygı göstermiştir. Böyle- sine özgür bir ortamda gelişimini
sürdüren Sihizm’in Hinduizm ve İslâm’a rakip olması bile söz konusu edilmiştir. Guru Arcun, Sih olarak doğan ilk gurudur. Gu-
rulukla ilgili ilk eğitimini
de dedesinden almıştır.38
Arcun döneminde Sihizm, Pencap’ta büyük gelişmeler kaydetmiş ve o, babası
tarafından kurulan Amritsar şehrinde Altın Tapmağı (Harmandir) inşa ettirmiştir.
Tapınağın dört bir yanında yer alan kapılar
onun dört kast sınıfına veya her yönden gelen insanlara açık bir mâbet olduğu
şeklinde yorumlanmaktadır. Bu açıdan Altın Tapınak, tek kapılı inşa edilen
bütün Hindu tapınaklarından ayrılır. Zaten Sih kutsal kitabında “Dört kast
sınıfı, kutsal eğitimde eşittir” (AG 747) ifadesi yer alır.39
Arcun, Hint geleneğine göre oldukça geç bir
yaşta (otuz iki) baba olmuştur. Bu süre boyunca kardeşinin onun yerine geçme
ümidi hiç tükenmemiştir. Arcun, oğluna “dünyanın efendisi” anlamında Hargobind
adını vermiştir. Onun doğumuna ilişkin rivayetler Adi Grand’da (AG 396)
yer almaktadır.40 Sihler Arcun döneminde hem nicelik hem de nitelik
açısından gelişmiş ve Hint bölgesinde daha etkin bir toplum konumuna
gelmişlerdir. Yine bu dönemde önceki guruların sözleri toplanarak Arcun’un
kendi sözleriyle birlikte Adi Grand adı verilen metin oluşturulmuştur.41
6.
Hargobind (1595-1644)
Arcun’dan sonra oğlu Hargobind altıncı guru
olmuştur. Pir ve mîr kavramlarını dine Hargobind sokmuştur. Pir,
Sihizm’de dini öğreten kişiyi ifade eder ve genellikle guru anlamında
kullanılır. Mîr ise “kumandan” anlamındadır. Bu kavramlar dine yeni
açılımlar kazandırmak amacıyla ihdas edilmiş ve onuncu guruya kadar
kullanılmıştır. Onuncu gurudan sonra bunların yerine teg (kılıç) ve deg
(yemek tenceresi) kavramları kullanılmıştır. Bu kavramlarla zulme uğrayanları
koruma ve aç olanları doyurma kastedilmiştir. Hargobind, ihmal edilmiş
durumdaki dharamsaldlan da restore etmiştir.42
Hargobind’in Teg Bahadur dışındaki bütün çocukları
kendisi hayatta iken ölmüştür. Teg Bahadur’un
guru olmasını ise başlangıçtaki
çekingen tavrı engellemiştir. Bu yüzden Hargobind, büyük oğlundan torunu Har Rai’yi 1644 yılında on dört yaşında iken guru ilân etmek zorunda kalmıştır.
Har Rai avcılığın yanı sıra hayvanları yakalayarak bahçesinde beslemeye önem vermiş,
çeşitli hastalıklara iyi gelecek bitkiler yetiştirmiştir. Rivayet odur ki, Şah Cihan’m oğlu Dârâ Şükûh’un hastalığına deva olan ilâç Har Rai’nin yetiştirdiği
bitkilerden elde edilmiştir. Har Rai, hassas ve alıngan biri olarak görülmesine rağmen, son derece kararlı bir kişiliğe sahiptir.43
8.
Har Krishan
(1656-1664)
Har Krishan, ağabeyi Ram Rai’nin Bâbür
sarayında gurulara rakip olarak tutulmasından dolayı 1661 yılında henüz beş
yaşındayken guru ilân edilmiş ve daha güvenli bir yer olduğu
düşüncesiyle Delhi’ye gönderilmiştir. Burada çiçek
hastalığına yakalanmış ve küçük yaşta ölmüştür.44
9.
Teg Bahadur
(1621-1675)
1664 yılında guruluğa atanan Teg Bahadur’un ismi “cesur kılıç” anlamına gelir. Dönemin siyasî ve askerî şartları
göz önüne alınarak guruluğa atanmış biri olmasına rağmen guruluğuna yine siyasî sebeplerle karşı
çıkılmıştır. Onun her zaman mazlumları koruduğu, yoksulları
giydirdiği ve açları doyurduğu rivayet edilir.45
10.
Gobind Singh
(1666-1708)
Son guru olan Gobind
Singh’in, seleflerinin bütün üstün niteliklerini bünyesinde barındıran bir şahsiyet
olduğuna inanılır. O genel anlamda eğitimli, iyi at binen, iyi ok atan ve cömert
birisidir. Guru Nanak’tan sonraki en başarılı ve Sihizm’in gelişmesine
en fazla
katkı sağlayan guru olarak tanımlanır.46 Gobind Singh, saldırılara
karşı kendi inançlarını savunmak, sosyal ve kültürel bütünlüklerini korumak amacıyla Sihler- den oluşan
etkili bir askerî kardeşlik (khalsa) teşkilâtı kurmuştur. Kast sistemini ortadan kaldırmış ve bütün Sihler’in “Singh” (Aslan) soyadını kullanmalarını istemiştir.47
III. Siih Kutt ! sa I l MEetinIleri
Sihizm’in dikkat çekici yönlerinden biri, beşerî gurular ile
başlayan sürecin kutsal yazıların bir araya getirilmesiyle son bulması ve
toplanan yazıların dinde beşerî bir otorite olarak algılanmaya başlamasıdır.
Öyle ki bir gurunun sahip olduğu bütün yetki ve imtiyazlar kutsal metne
atfedilir. Sihler kendi kutsal metinleri için iki isim kullanır. Birinci isim
olan Adi Grand (.AG) “ilk, temel kitap, koleksiyon” anlamına
gelir. İkinci isim Guru Grand Sahib (GGS) ise, aynı metnin
1708’den itibaren onuncu gurunun halefi kabul edilen ve hükümranlığı kıyamete
kadar sürecek olan niteliğini ifade eder. Onuncu gurunun yazıları Adi Grand
içerisinde yer almaz, onun yazılarına ayrıca Dasam Grand denir.48
Temeli Nanak’m İlâhileri olan GGS, bütün Sih mâbetlerinde
okunan ve 1430 sayfadan müteşekkil bir kitaptır. Mevcut biçimini XIX. yüzyılda
kazanan kitabın dili, Pencâbî dilinin Gurmukî lehçesidir.49 GGS’nin ilk on dört
sayfasındaki İlâhiler günlük ibadet ve tefekkür seanslarında okunur. 14-1352.
sayfalar arası ise otuz bir bölüme ayrılmıştır. Her bölüm, içerdiği İlâhilerin
makamına göre isimlendirilmiştir. Son yetmiş sekiz sayfa ise daha kısa
İlâhilerden oluşur. GGS’nin her bir bölümü Guru Nanak’m İlâhileriyle başlar ve
üç, dört, beş ve dokuzuncu gurunun yazılarıyla
devam eder. Bunları sırasıyla Kâbir, Şeyh
Ferîd, Nam- dev ve Ravidas’ın İlâhileri izler. Hiçbir bölüm bütünüyle bir tek
guruya hasredilmemiştir. Angad’ın oldukça kısa olan altmış iki İlâhisi de diğer
guruların İlâhilerine ilâve edilmiştir.
Adi Grand, Sihler tarafından dünyada farklı dinlere
mensup kimselerin de sözlerine yer veren yegâne kutsal metin olarak görülür ve
bu niteliğiyle övülür. Çünkü orada Namdev (6ı) ve Ravidas (40) gibi Hindu mistiklerin şiirlerinin yanı
sıra Kâbir (541) ve Baba Ferîd (134) gibi müslüman sûfîlerin İlâhilerine de yer
verilmiştir. Bunların yanı sıra, Adi Grandda ayrıca Nanak’ın 974,
Angad’ın 62, Amar Das’ın 907, Ram Das’ın 679, Arcun’un 2218, Teg Bahadur’un 116
İlâhisi vardır.50
Sihler de diğer dinlerde olduğu gibi, kendi
kutsal metinlerini vahiy ürünü kabul ederler. Çünkü o metinler, tanrısal
aydınlanmaya kavuşmuş şahsiyetlere ilham edilen şiirleri içerir. Adi
Grand’da. “Tanrı ruhta mukimdir ve ruh onda mevcuttur” (AG1153) ifadesi yer
alır. Buna göre bir guru, gerçekte, kendi içinde mukim olan Tanrı’dan gelen
bilgiyi söze döken kişidir.
Her Sih mâbedinde bulunan AG, Sih
ibadetinde merkezî bir öneme sahiptir. Mâbede giren herkes öncelikle onun
önünde saygı ile eğilir. Günlük ibadetlerde de ondan parçalar okunur ve
bunların gündelik işleri kolaylaştırdığına inanılır.51
Bir başka kutsal metin Dasam Grand ise,
az önce ifade edildiği gibi, onuncu guru Gobid Singh’in şiirlerinden oluşur.
Bilindiği üzere o, yazılarını AG’ye dâhil etmemiş; onun yazıları ölümünden
sonra takipçisi olan mistik şairlerce bir araya getirilmiştir. 1428 sayfa olan
bu eserde 2000’den fazla şiir vardır. Tanrı’nın
niteliklerini ele alan ve “Jap” adı verilen ilk
şiir, tefekkür esnasında kullanılır ve Nanak’ın “Japji” şiirini hatırlatır.
İkinci İlâhi olan “Akal Üstat”ta Tanrıya övgüler yer alır. Diğer İlâhilerde ise
Guru ailesinin tarihine, misyon faaliyetlerine ve kahramanlık hikâyelerine yer
verilir. Ayrıca Hükümdar Evrengzîb’e yazılmış Zafernâme isimli bir
mektup da bu eser içerisinde bulunur.52
ı. Tanrı
Anlayışı
Adi Grand’da. Tanrı, her şeyin kaynağı olan yegâne hakikat
olarak tanımlanır ve Ram, Sat, Mohan, Hari, Hûda, Gobind gibi isim veya
sıfatlarla anıhr. Varhğı ve birliği konusunda şüphe olmamakla birlikte o,
kelimelerle tanımlanamaz. O, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, her şeyin
kendisinden ortaya çıktığı yüce varlıktır. Eşi, benzeri yoktur ve bütün
sıfatlardan (nirguna) münezzehtir. Tanrı’yı tasvir için kullanılan
“hakikat” (sat), “zamanın ötesinde” (akalı) ve “yeryüzüne
inmemiş” (ajuni) gibi sözcükler onu tanımlamakta yetersizdir. Tanrı
yaratıcıdır, âlem ondan sudûr etmiştir. Alemin var oluşu ve varlığını
sürdürmesi tamamen onun iradesine (hukam) bağlıdır.53
Adi Grand’a. göre “Tanrı bütün biçimlere, bütün kastlara ve
bütün yüreklere nüfuz etmiştir” (AG 223). Nanak’ın Sultanpûr’da aydınlanmaya
ulaşmasından sonra söylediği şu şiirsel ifade ashnda Sih tanrı inancını
özetlemektedir:
Bir tek Tanrı vardır.
Ezelî hakikat O’nun ismidir.
Her şeyin yaratıcısıdır ve her şeye sinmiş ruhtur.
Korkusuzdur ve öfkeden uzaktır.
Zamanla kayıtlı değildir ve biçimsizd I ir.
Doğum ve ölümün ötesindedir.
Kendi kendine aydınlanmıştır.
Gurunun iradesiyle
bilinir.54
Sihler’in tanrı tanımlamasında Hindular’a ait temalardan da örnekler
vardır: “Tek tanrı brahmayı yarattı, tek tanrı insan zihnini oluşturdu,
tek tanrı dağlan ve çağlan yarattı, tek tanrı Vedalar’ı
yarattı” (AG 929). Ayrıca tanrı için kullanılan Ram, Sat, Mohan, Hari, Go- bind gibi isimler bunun göstergesidir.
Tanrı tecrübe edilebilir, ancak akılla bilinemez; çünkü O, her türlü algının
ötesindedir. Bu konuda “Tanrının nitelikleri idrak edilemez” (AG 1256) denilmektedir. Sihizm’de insan
ve tanrı
arasındaki ayınm, kişinin tanrıyı tecrübe etmesinden sonra dahi varlığını korur.55 Bu yönüyle
Sihizm, diğer mistik geleneklerden ayrılır:
Tanrı her şeyde yaşar.
O, her kalbe yerleşmiştir.
O, hiçbir şeyle karışmış değildir.
O, ayrı bir varlıktır (AG 700)
2.
îİnsan Anlayışı
Sihizm’e göre insan, yaratılışı gereği mükemmeldir. Çünkü insan,
Tanr I ıyı yürekten sevebilecek ve onu diğerlerinden ayırt edebilecek yeteneğe
sahip tek varlıktır. İnsan yaratılmışların efendisi olmakla birlikte aynı
zamanda bencildir (haumai). Onun dünyayı ve kendisini Tanrı’dan ayrı
bir varlıkmış gibi görmesi ve düşünmesine maya hali denir. Bu durum
bireyin Tanr I ıyı bırakıp dünyaya ve fâni şeylere bağlanmasına sebep olur.
Bunun sonucu da doğum-ölüm ve yeniden doğuş
sürecindeki elemli ve sıkıntılı yolculuğu ifade eden samsara çarkıdır. Samsara çarkından kurtuluşun (muk- ti) tek yolu ise, bencilliğin (haumai) üstesinden gelmek, uykudan uyanıp
dünyaya meyletmeye son vermek ve Tanrıya dönerek sadece O’na muhabbet ve hamd ile meşgul (gurmukh) olmaktır. Bu da ancak Tanrının
sabd, guru ve nam olarak
kendi içinde olduğunu
idrak etmekle gerçekleşir. Çünkü kişi onun aracılığıyla bilir, aydınlanır ve kurtuluşa erer. İnsanın temel görevi, ev sahibi (grihastha) sıfatıyla kendini sadece Tanrı’ya hizmete (seva) adaması ve ölünceye kadar bu hal üzere
daim olmasıdır. Sihizm’de diğer Hint geleneklerinde olduğu gibi nihaî kurtuluş için dünyadan
uzaklaşma (samnya- sa) tavsiye
edilmez. Öyle ki insan dünyada
yaşamalı, dünyevî ihtiyaçları için sürekli çaba içinde olmalı, fakat Tanrı’yı bir an bile olsa hatırdan çıkarmamalıdır.56
3.
Karma Yasası
İnsanın yaratılışı, dünyaya gelişi ve ölümü karma yasasına göre gerçekleşir. Bu konuda kutsal metinde şöyle denir: “İnsan doğar ve ölür. O nereden gelir, ne zaman ortaya çıkar ve nereye gider?... İnsan doğal yasaya (karma) göre doğar ve ölür. O, arzuları sebebiyle doğar. Zihnini Tanrıya adayanlar kurtuluşa erer” (AG152). “Birçok
doğuma muhatap olarak bir kurtçuk, güve, fil, balık veya ceylan olabilirsin. Başka durumlarda ise bir kuş, yılan, boyunduruğa koşulmuş at veya öküz olabilirsin. Hatta bir bitki veya taş da olabilirsin.
Azizlerin yolunu izlemek suretiyle mevcut konumumu elde ettim. Bu yüzden Tanrıya hizmet et ve O’nun ismini tekrar et” (AG 176).
İnsanın tenâsüh döngüsüne düşmesinin ana sebebi Tanrı konusundaki cahilliğidir.
Bu hususta, “Ey insanoğlu! Sen insan olarak yaratılmak suretiyle Tanrıyı tanıma fırsatını elde ettin” (AG 378) denilir. İnsan,
içinde yaşadığı çevre sebebiyle elindeki fırsatı çoğu zaman değerlendiremez
ve arzularına yenik düşerek dünyevî eylemlere yönelir. Bu durum kutsal metinde şöyle vurgulanır: “Kişi sadece yaptıklarıyla karşılaşır ve ektiğini biçer”
(AG 662). Bundan dolayı insanın kurtuluşu, Tanrıya
bağlı olmakla, O’nun iradesine (hukam) boyun eğmekle, bencilce istek ve davranışlarından uzak durmakla mümkündür. Çünkü bencillik doğumun ve ölümün
kaynağıdır (AG 466). Bu durum ortadan kalkmadıkça insan yeniden doğum ve kurtuluş
arasındaki ayırımı idrak edemez. Yaşamını acı içinde sürdürür.57
4.
Maya Öğretisi
Sihizm, Tanrı tarafından yaratılan âlemin
gerçek olduğunu kabul eder. Alem insan
için
yaratıldığından ondan kaçmak ve onu kötü kabul etmek doğru
değildir. “Maya” sözcüğü geniş anlamıyla geçici maddî
dünyayı ve insanoğlunun ona bağlanmasını ifade eder. İnsanoğlu
kendisini maya, yani geçici dünya hayatı yerine Tanrıya adamalı
ve ona bağlanmalıdır. Dünyadan Tanr I ıya yönelme sayesinde insanın doğum
süreci tersine çevrilmiş olur. Sihizm’de maya,
klasik Ved.an.ta’da- ki gibi yanılsama anlamına gelmez. O hakikati maddî farzetme ve dünyayı
Tanrı’dan ayrı bir gerçeklik gibi algılamadır. Birey tek Tanr I ıyı yegâne hakikat olarak algıladığı zaman geçici olandan uzaklaşarak
bâki olana dâhil olur ve böylece maya durumu sona erer.58
5.
Kurtuluş (Mukti) Öğretisi
Sihizm’de kurtuluş denilince, doğum-ölüm-yeni-
den doğumdan (kısır samsara çarkı) kurtuluş
ve Tanrı ile bütünleşme kastedilir. Kurtuluş,
aslında Hindu uygulamalarının reddedilmesi ve Tanrı’nm
ismi üzerine tefekkürle gerçekleşir. Nitekim bu konuda şöyle denir:
Kurbanlar, kavrulmuş sunular, inziva hayatı, hatta ibadetlerin tamamı
değersizdir ve beden acı çekmeye devam eder. Tanrının
ismi olmaksızın kurtuluş gerçekleşmez. Gurunun yardımıyla nam üzerine meditasyon yapan kişi kurtuluşa erer. Bunu yapmayan kişi zehir içer, kötü konuşur,
faziletsizce ölür ve bu yüzden yeni doğumlara maruz kalır (A G 1127).
Kurtuluşa ulaşmanın önemli araçlarından birisi “zihnin tamamıyla Tanrı
ile meşgul (gurmukh) olması”dır ve bu durum, “zihni, şahsiyet/benlik ile meşgul (manmukh) etmenin” karşıtı bir haldir. “Tanrı sevgisine sahip olan kimse daha dünyada iken kurtuluşa ermiştir (jivanmukta)” (AG 275).
Zihni Tanrı ile meşgul olan kimse, karmanın
prangasından ve bencillikten kurtularak özgür
hale gelir. Nanak, Kâbir ve diğer azizlerin bu hal için kullandığı sahaj kavramı “ruh göçünün
ötesindeki sükûnet hâlini” ifade eder. Aslında bu, tanımlanamayan ve sadece tecrübe edilebilen bir haldir.59 “Bir kimse, Tanrı’nın ismini kalbine nak- şetmeksizin dört çağ boyunca acı içinde
kıvranır” (AG 1110). “Tanrıdan
ayrılış ne kötü bir ayrılıştır;
Tanrı ile birleşme ne keyifli bir birleşmedir” (AG 989). Guru Nanak’m öğretisini özetleyen bu ifadeler, Sihizm’in yegâne hedefidir. Buna inanan
ve bunu hayatına uygulayan kimse samsara çarkından
kurtularak sonsuz, mutlak ve kelimelerle ifade
edilemeyen hale ulaşır.60
Sihizm’de cennet ve
cehennem anlayışına çok fazla önem verilmez. Tanrı’nm
ikametgâhına ulaşmak isteyen kimse cennet ve
cehennemle ilgilenmemelidir (AG 360). “Tanrısız cennet gerçek bir cennet değildir” (AG 707). Sihizm’de yargılanma inancı vardır ancak bu dâimi bir süreçtir.
Ölümden sonra ruh, Tanrı’mn huzuruna gelir ve onun geleceği, dünyadayken yaptığı
eylemlere (karma yasasına) göre
belirlenir. Buna göre o, ya yeniden doğar, ya geçici bir süre erteleme elde eder
ya da Tanrı’nın huzurunda kalır.61
Kurtuluş, guruların inâyetleri ve bazı
teknikler uygulanması sayesinde elde edilir. Bunlardan en önemlisi Tanrı’nın
ismi ve mahiyeti üzerine meditasyon (nam simran) yapmaktır. Ayrıca
inananlarla birlik beraberlik içerisinde yaşamaya (sangat) iştirak
edilmelidir. Bu konuda kutsal metinlerde değişik anlatımlar bulunmaktadır.
Bunlardan birisinde, “îyi bir birliktelik içerisinde insan daha iyi olur” (AG
414) denilmektedir. Yine bu konuda, “Tıpkı Hint yağı bitkisinin, yakındaki sandal
ağacının kokusunu emmesi gibi, topluluğa katılan kişi de oradakilerin imanı ile
kurtuluşa erer” (AG 861) denilmektedir. Guru Arjun’a göre sangat,
içerisinde Tanrı’nın isminin yer aldığı hazinedir.62
Ajuni, Hindu avatara inancının, yani Tanrı’nın değişik
bedenlerde (insan, hayvan vb.) dünyaya geldiği ve insanlık tarihine müdahale
ettiği düşüncesinin reddini ifade eden bir kavramdır. Çünkü Sihler’e göre
Tanrı, kendisini fiziken değil, hakikat, söz ve isim olarak ifşa eder. Burada
bütün semavî varlıklar, efsanevî-beşerî kahramanlar olarak kabul edilir ve
Tanrı dünyevî işlerini bunlar aracılığıyla yürütür. Yani "Tanrı
kendisinin çok da uzaklarda olmadığını insanlara anlatmaları için kutsal
kişiler görevlendirmiştir” (.AG 933). Bu görevi Tanrı adına genellikle
gurular icra eder.63
Bazı araştırmacılara göre, Gobind Singh
tarafından kurulan askerî karakterli Sih kardeşliği (Khalsa) kurumu,
İslâm’ın Sihizm’e siyasî etkisinin bir sonucudur.64
Bu teşkilâtın esası olan beş “K” kuralı (panc-kakar/kak- ke) şunları içerir:
ı. Keş: Saçları kesmemek. Bu, rişi ve yogilerin öncüsü
kabul edilen Rig Veda X.i3Ö’daki Keşin İlâhisini
hatırlatır.
2.
Kangha: Tarak taşımak. Saç günde iki defa taranmalıdır.
3.
Kırpan: Çakı, hançer veya kama taşımak. Bunlar hem asalet sembolü hem de kişinin kendini ve zayıfı koruması
içindir.
4.
Kara: Çelik bileklik takmak. Koruma görevi vardır.
5.
Kacch: îç don giymek. İffeti
simgeler.65
Khalsa teşkilâtına göre bir Sih, dört büyük,
altı küçük günahtan uzak durmalıdır.66
Büyük Günahlar Küçük Günahlar
Saçlan kesmek Khalsa dışından
biri ile yemek yemek
İslâmî usulle
kesilen hayvandan yemek Çocuğunu maddî
kazanç için evlendirmek
Zina yapmak Prensiplere
uymayan tören yapmak
Tütün kullanmak Uyuşturucu
kullanmak
Bölücü bir Sih
grubuna katılmak
Saçlan griye
boyamak
V. iİb i ad s et, Geçiş1Tiöre:nle'riAve
IFestiv!aller
1.
RMâbet
Sih mâbetlerine gurdwara denir ve Sihler’in yaşadığı her
yerde mutlaka bir gurdwara vardır. Hindular’m bordo veya turuncu
flamalarından farklı olarak buralara yeşil flamalar asılır. Amritsar’daki
Altın Tapmak
(Darbar Sahib, Harmandir) dışındaki gurdwaralar genelde cemaatin sosyal ve dinî ihtiyaçlarını
karşılamak için inşa edilmiş yapılardır. Bazı tapınakların ise Sih tarihindeki
önemli olayların hâtırasına inşa edildikleri görülmektedir. Meselâ Delhi’deki
Sisganj Tapınağı, Teg Bahadur’un şehâdeti anısına, Anandpûr’daki Keshgarh ise
Gobind Singh tarafından Khalsa teşkilâtının kuruluşunu hatırlatmak üzere inşa
edilmiştir.
Sih mâbetlerinde genelde Bâbür mimarisinin özellikleri
hâkimdir ve çoğunlukla beyaz renk tercih edilir.
Amritsar’daki tapınak tipik bir gurdwara değildir. Dikdörtgen bir havuzun içerisinde
kurulmuştur ve Sih kutsal kitabının evi kabul edilir. Bu görkemli mâbette her
gün, gün boyunca kirtan okunur. Langar (yemekhane) ve divan (toplanma
yeri) tapınağın dışındadır. Bu yapı Sih mimarisinin tipik örneklerindendir ve duvar
süslemelerinde Guru Nanak’ın hayatından kesitlerin yer aldığı duvar resimleri
vardır. Bu özelliğiyle o, Delhi’deki Kızıl Kale (Red Fort), Agra’daki Taç
Mahal ve Udaypûr’daki Göl saraylarını hatırlatır.
Sihizm’de ibadetlerin belirli gün ve saati
yoktur. İstenilen zamanda ibadet edilebilir, ayrıca ibadet için yeterli
herhangi bir çoğunluk aranmaz. Toplu ibadetler genelde sabah erken saatlerde
ve akşam yapılır. Gurdwaraya gitmeden evvel banyo yapmak zorunludur.
Sabahleyin “Japji” İlâhisi okunur. Gurdwaraya
girerken
ayakkabılar çıkarılır. Oraya giren bir Sih, gurunun huzurundaymış gibi
davranır. Zaten gurdwara, kelime anlamı itibariyle “gurunun oturduğu yer/
ikametgâhı” demektir. Gurdwaralarda ibadet odasının yanı sıra öğrencilerin
eğitimleri için özel odalar, yemeklerin hazırlanması için mutfak, hatta
revirler yer alır.
Sîhler gurdıvaranm içerisine girdiklerinde ilk
olarak GGS’nin bulunduğu
bölüme yaklaşıp önünde saygı ile eğilir ve secdeye kapanırlar. Mutfakta kullanılmak üzere para veya yiyecek yardımı yaparlar. GGS’ye arkalarını dönmeden geriye çekilerek
kalabalığın içerisinde bir yer bulup
otururlar. Kadınlar ve erkekler genelde ayrı ayrı oturur. İbadet, kutsal kitabın
açılmasıyla başlar ve sükûnet içinde dinlenilmesiyle devam eder. Müzik, kirtan okuma, davul ve diğer enstrümanlar da ibadette önemlidir.
İbadetin belirli bir süresi yoktur, genellikle bir buçuk veya iki saat sürer. Rahiplik ve keşişlik
sistemi olmadığı için mâbetlerde maaş karşılığı çalışan görevliler (grandi) vardır. Onlar kutsal metinleri okumanın yanı sıra, ibadeti organize eder
ve evlilik törenlerini
gerçekleştirirler.67
a. Meditasyon( (NamsSimran)ive Yoga
Nam
öğretisi, Guru Nanak sisteminin temelini oluşturur. Bu konuda Sih kutsal
metinlerinde yer alan bazı ifadeler şöyledir: “Nam, bütün yaratıkları kuşatır
ve onun olmadığı bir mekân yoktur... Nam her şeye biçim verir ve onun
sayesinde erdem ve ışık ortaya çıkar... Bütün mahlûkat nam sayesinde yaşar. O,
külli ve cüz’î bütün âlemi yaşatır” (AG 4; 986; 284). Görüldüğü gibi
burada “Nam”, “Tanrı” mânasmdadırve İslâm’daki Hak kavramına benzetilebilir.
Sih düşüncesinde aydınlanma ve samsara çarkından kurtuluş için Tanrı’nm her
zaman hatırlanması telkin edilir. Kişi Tanrı’yı ve sıfatlarını daima tefekkür
etmelidir. Tefekkür esnasında “vaheguru” (mükemmel efendi) ifadesi
mümkün olduğunca çok ve uzun süre söylenmelidir. “Ey övgüye lâyık vaheguru!
Sen daima haklı ve doğrusun. Mükemmel ikametgâhsın. İlk insansın” (AG
1402).
Hint dinlerinde insanların kendi yetenekleri
nispetinde bireysel kurtuluş vurgulanırken, Sihizm’de birlik ve beraberlik (sangat)
anlayışı kardeşlikten daha öte bir birlikteliği ifade eder. Nam Simran
sadece Tanrının ismini meditasyon anında zikretmek değil, aynı zamanda birlik
beraberlik içerisinde kişiyi dönüştürme planının adıdır.68
Guru Nanak, kendi döneminin ünlü azizleri, mistikleri
ve yogileriyle yoga ve meditasyon teknikleri üzerine tartışmalar yapmıştır. RagRamkali’de
4,5,7-10, 18, 19, 43-46. beyitlerde yogi ile Guru Nanak arasında aydınlanma,
kurtuluş ve yoga uygulaması üzerine karşılıklı bir konuşma zikredilir. Yogi,
Guru Nanak’ı yoga egzersizlerini uygulamaya davet ederken, Guru Nanak ona kendi
sisteminin güzelliği ve ebedîliğini göstermeye çalışır.69 Guru
Nanak yogilerin tabiat üstü güçleri elde etmek için çaba harcamalarını ve bunu
sergilemelerini hoş karşılamaz. Dahası ona göre psikofiziksel yöntemlerle
kurtuluşa ermek mümkün değildir. Gerçek aydınlanma ancak Tanrıya duyulan
muhabbetle, onu sürekli zikretmekle elde edilir; o bütün yogileri buna davet
eder (AG, 17,147).70 Başka bir deyişle Guru Nanak, yoga
egzersizlerine ve bunlar sayesinde mânevi güçler elde edilebileceğine inanmamış
ve bu tür davranışları kınamıştır.71
Bununla birlikte Sihizm, klasik yoganın bazı
unsurlarını benimsemiş ve uygulamaları arasına dahil etmiştir. Nitekim Bhai Gurdas (1551-1636) Patanjali’yi "aydınlanmaya
ulaşmış bir bilge”72 diye tanımlar. Sihler’in kutsal metninde Hatha
Yoganın ele alındığı pasajlar vardır. Sih dinî sistemi için “Gurmukh Yoga,
Gurmat Yoga” veya “Sahaja Yoga” gibi isimler kullanılır. Sih kutsal
metinlerinde Samkhya ve yoganın anahtar kavramları
konumunda olan purusa
ve prakritiye sıkça atıflar yapılır. Hatha Yogaya, ait prana, kundaîini ve nadis gibi
kavram ve uygulamalar da bu metinlerde ele alınır.73
Sihizm’in Hint düşüncesine en büyük katkısı Nam Yoga veya Sehaj (Sahaja) Yoga’dır. Nam Yoga bir yaşam tarzıdır. Bunun anlamı, gurunun öğretilerine uygun bir hayat sürdürmektir.
Tanrı her zaman akılda tutulmalı ve onu öven İlâhiler okunmalıdır. Nam Yoga herhangi bir fizikî gerginlik, zorlama
veya zihinsel bir çaba
gerektirmeyen, fakat insanı huzur ve dinginliğe
götüren doğal bir tecrübe olarak tanımlanır.74 Nam Yoga her yerde ve herkes tarafından kolayca yapılabilir. Onu gündelik ev işlerini yaparken veya ofiste çalışırken uygulamak mümkündür. Dolayısıyla Ganj nehri kıyısında veya Himalaya mağaralarında
bağdaş kurarak uygulanan klasik yoga
egzersizlerine oranla daha kolay ve daha pratiktir. Nam Yoga dünyevî yaşamın koşuşturmaları
arasında huzur dolu bir sığmak gibi görülür.75
3.
Gündelik Yaşam
Sihler güne banyo yaparak başlar
ve günün ağarmasıyla birlikte JapjU6
okuyarak tefekküre dalarlar. Bu, bir tür Mantra yoga uygulaması olarak kabul edilebilir. Kahvaltıdan önce veya sonra tapmakta İlâhiler okunur. Daha sonra işlerine gidenlere, gün boyunca Tanrı’yı
sürekli zikretmeleri ve akıllarından hiç çıkarmamaları tavsiye edilir. Samimi bir Sih’in gündelik yaşamda dört şeyden uzak durması beklenir. Bunlar;
1.
Kul: İyi doğumlardan gurur, kötü
doğumlardan ise utanç duymak,
2.
Karm: Ritüellere önem vermek,
3.
Darm: Evrensellikten
ziyade yerelliğe önem vermek,
3.
Kir Kirt:vİş vergörevkhakkındaayanlışnkanıyaı sa olmak. Buna göre
bir Sih, temizlikçilik işini ibadetten üstün görmelidir. Sihler kumardan,
dansözlükten, fahişelikten vb. uzak durmalıdır; sigara ve alkollü içecek
satışı ve ticareti yapmamalıdır. Ayrıca dilencilik yapmaları da yasaktır.
Bunların yanı sıra şu beş haslete de sahip olması beklenir:77
ı. Tanrıyı övmek,
2.
Kanaatkâr olmak,
3.
Alçakgönüllülük,
4.
Sadaka vermek,
5.
Kendine hâkim olmak.
4.
(Giyim Kuşam
Sih kadınlarının giyim kuşamına dair dinî bir zorunluluk yoktur.
Çoğunlukla bölgeye özgü, rahat ve geleneksel kıyafetler tercih edilir. Kadın ve
erkeği sosyal hayatta ayıran perde (purdah) sistemi Sihizm’de olmamakla
birlikte, Hint gelenekleri çerçevesinde kadınlar ve erkekler yemekhanede (langar)
birlikte yemek yemezler.
Erkeklerin giyiminde en dikkat çekici unsur türbandır. Türbanın
kaynak ve amacına dair farklı görüşler vardır. Bunlardan78 bazıları şöyledir:
1.
Gurular talebelerinin kendileri gibi giyinmeleri ve davranmalarını
istemiştir. Kutsal metinde bu husus “Guru ve talebe aynı olmalıdır” (AG 444)
şeklinde ifade edilmiştir.
2.
Türban bir çeşit üniformadır. Sihler’in toplum arasında kolayca
tanınmalarını ve seçilmelerini sağlar.
3.
Topluluğa olan bağlılığın/sadakatin göstergesidir.
4.
Hiç makas değmemiş saçların oluşturacağı dağınık
görüntüyü önlediği gibi onların korunmasını da sağlar.
5.
İsim Koyma
İsim koyma, evlilik ve
cenaze merasimleri gibi geçiş törenleri Sihizm’de de önemli bir yere sahiptir. Yeni doğan bebek Tanrı’nm hediyesi kabul edilir. Bu sebeple doğumdan sonra şükür için ilk önce gurdwara ziyaret edilir. Doğumla birlikte akrabalar bebeği ve annesini ziyarete
gelir ve çeşitli hediyeler sunar. Misafirlere ve fakirlere sofralar kurulur. İsim koyma töreni genellikle tapmaklarda gerçekleşir. Kızlar ve erkekler için kullanılan ortak isimler olduğu
gibi “-want, -jit, -inder” benzeri sonekler her iki cins için de kullanılır (Kushwant, Amarjit, Harminder vb.). Bunlara çoğu zaman erkekler için
“singh” (aslan), kızlar için de “kaur” (prenses) ifadeleri eklenir.79
6.
Evlilik
Sihizm’de evlilik her şeyden önce ailelerin yakınlaşması
anlamına gelir. Dolayısıyla ataerkil aileye gelen gelin, eşinin bütün akrabalarıyla iyi geçinmek durumundadır. İdeal evlilik, her yerde olduğu gibi çiftlerin ve ailelerin birbirini sevmesi üzerine temellenir. Bir Sih
gencinin başka bir Sih genci ile evlenmesi en uygun evlilik biçimi olarak kabul edilir. Evlilik yaşı konusunda genellikle Hint
geleneklerine uyulur. Buna göre evlilikte doğum sırasına özen gösterilir ve ilk olarak büyük
çocukların evlenmesi söz konusudur. Nişan töreni zorunlu değildir. Düğün
töreni de yılın herhangi bir gününde ve GGS’nin bulunduğu herhangi bir yerde yapılabilir.
Düğün esnasında gelin ve damat kutsal
metnin önünde saygıyla eğilir ve birbirlerine bağlılık
yemini ederler. Bu sırada okunan İlâhiler ve dualarla evlilik töreni kutsanmış olur.80
7.
Cenaze Töreni
Sihler’e göre cenaze olabildiğince
çabuk, eğer mümkün değilse ölümden en geç bir gün sonra kaldırılmalıdır.
Sihler de Hindular gibi ölülerini yakarlar. Denize atma veya toprağa gömme konusunda hüküm olmamakla birlikte, yakmak en geçerli yöntem kabul edilir. Azizlere
ait cenazelerin külleri
genelde gömülür, sıradan insanlarınki ise nehre atılır. Cenazeyi yakma işlemi
ailevî bir törendir. Cenaze, aile üyelerince yıkanır ve kefenlenir. Daha sonra sakin bir biçimde yakma yerine götürülür. Bu sırada kutsal metinden İlâhiler
okunur. Ateş, en yakın akrabadan (oğul, torun veya erkek kardeş) biri tarafından tutuşturu I lur. Daha sonra merhumun evine dönülür ve iki gün boyunca kutsal metin okunur; gelenlere yiyecek içecek ikram edilir.81
8.
Bayramlar
Sihler, Hindular’m üç bayramını benimsemişlerdir. İlk festival olan Vaisakhi/Baisakhi her yıl 13 Nisan’da kutlanır. Güneş takvimine göre
belirlendiği için bu tarih değişmez. Ancak her otuz altı
yılda bir 14 Nisan’da (1975 ve 2011) kutlanır. Bu bayramda Hindular ürünlerini brahminlere sunarken,
Sihler kendi gurularınm
öğretilerine kulak verir ve Tanrı’ya yönelirler. İkinci bayram olan Divali aynen Hindular gibi kutlanır. Mâbetler ışıklarla
süslenir. Bu tören esnasında Guru Hargobind’in başından geçen olaylar anlatılır.82 Üçüncü bayram ise mart ayında
kutlanan Holi bayramıdır. Bu tören esnasında ok atma, güreş, şarkı ve şiir yarışmaları
yapılır.83
VI. Batı Dünyasında Sihizm
Sihizm içerisinde karma, hhakti, mantra gibi yoga türlerine benzer uygulamaların
varlığı iddia edilse bile bu durum, bütün Sihler tarafından kabul edilmez. Öyle
ki yoga benzeri uygulamalar, Hindistan’da
Hindular’la beraber yaşayan
Sihler tarafından ciddi biçimde eleştirilir. Oysa Batı’ya göç
etmiş Sihler’in yoga uygulamalarına ilişkin tutumları daha farklıdır.
Özellikle 1969’da Harbhajan Singh ya da
daha yaygın bilinen adıyla Yogi Bhajan tarafından
kurulan dernek bu uygulamalara aktif katkı ve destek sağlamaktadır. Los Angeles’taki Sağlıklı, Mutlu ve Kutlu Teşkilât (Healthy, Happy and Holy Organization) Amerikalılar’a Sihizm’in mânevi zenginliğini tanıtmakta ve öğretmektedir.84
Yine Yogi Bhajan olarak tanınan Harbhajan Singh Puri (19292004) meditasyon ve kundalini yoga uygulamalarına kendi öğretisinde
büyük yer verir. O, bütün bu uygulamaların amacını tıpkı Hindu meslektaşları gibi bilinç altı da dahil olmak üzere
bireyi arındırmak ve aydınlanmaya ulaştırmak
şeklinde açıklar.85
Yogi Bhajan, Sihizm’in
Batı’da
yerleşmesi için teşkilâtlar kurmuş, Sihizm’e yeni yorumlar
getirmiştir. Yoga egzersizinin farklı dinî uygulamalarla birlikte
icra edilmesi onun Sihizm’e dahil ettiği yeni bir boyuttur. O,
Kundalini yoga öğretisini de benimsemiştir. Bu çerçevede oturuş
biçimlerine, nefes egzersizlerine
ve İlâhiler
eşliğinde derin meditasyona vurgu yapmıştır. Ona göre Kundalini yoga, kişinin
farkmdalığmı geliştirir. Kun- dalini yoga
sayesinde kişi sahip olduğu potansiyelleri öğrenir.
Kundalini, kişinin bilkuvve yaratıcılık gücüne işaret eder.86
Yogi Bhajan’m öğretisinde mantra, merkezî önemi haizdir. Sabır,
canlılık, iletişim kazanmak ve vücuttaki
enerjiyi harekete geçirmek için kutsal isim
olan “sat nam”ın tekrar edilmesini önerir. Bu ifade “sa-ta-na~ ma”
şeklinde telaffuz edilir ve sa: bütün/bütünlük; ta: yaşam; na:
ölüm; ma: yeniden dirilme şeklinde anlamlandırılarak “Hak/hakikatin
ortaya çıkması” biçiminde yorumlanır.87 Mantra, sesli olarak,
mırıldanarak veya sessiz biçimde okunabilir.88 Genelde mantralar okunurken
rahat bir yere bağdaş kurarak oturulması ve belin dik tutulması tavsiye edilir.
Mantranın beş dakika sesli, beş dakika mırıldanarak ve on dakika da içten
okunması, ardından sessizce meditasyona dalınması yaygın bir uygulamadır. Sonra
aynı mantra tekrar beş dakika mırıldanarak beş dakika da sesli okunur. Bunu
müteakip diğer nefes egzersizlerine geçilir. Nefes alınırken kollar açılır ve
yine aynı pozisyonda nefes verilir. Bu birer defa daha tekrar edildikten sonra
gevşenir ve rahatlanır. Bütün bu egzersizler otuz bir dakikada tamamlanır.
Günde iki saat meditasyon yapıldığında kalan yirmi iki saatte Tanrı’nın insanı
düşüneceği ve unutmayacağı inancı cemaat üyeleri arasında önemli bir motivasyon
aracıdır.89
VII.
Sihler’in Diğer Dinlere Bakışı
Guru Nanak’ın Sultanpûr’da aydınlanmaya
ulaştıktan sonra söylediği ilk sözler şöyledir: “Ne Hindu ne de müslüman
vardır. Öyleyse ben kimin yolunu takip etmeliyim? Ben Tanrı’nm yolunu izlemeliyim.
Tanrı ne Hindu ne de müslümandır ve ben Tanrı’nm yolunu takip edeceğim.” Bu
sözler, onun günlük hayatta iç içe olduğu iki büyük dini reddetmesi şeklinde
yorumlanmıştır. Nanak ayrıca tarihî vesikalarda (janamsakhî) geçtiği
üzere döneminde yaygın olan bütün dinî uygulamaları eleştirmiştir.90
Meselâ o, Hindular’ın hayvan kurban etme törenlerini şöyle eleştirir: “Eskiden
Hindular
gergedan öldürür ve onun etini kutsal ateşe sunarlardı. Günümüzde ise brahmin Hindular
insan yemektedir... Zira onlar zalimce ve hoş olmayan bir istismar
ile masum insanların
kanlarını sömürmektedirler” (AG1289).
Yine bir keresinde
Guru Nanak, Puri’deki meşhur Jagganath Tapınağı’nı ziyaret eder. Tapmakta akşam yapılan görkemli ışık törenini (arti) izler. Bütün herkes coşku içerisinde
ayağa kalkarak ibadete iştirak edip İlâhiler okuyarak dans ederken Nanak sessizce yerinde oturmaya devam eder. Puja töreninin sona ermesinin ardından
ibadeti yöneten din adamları ona “Alemin efendisi Jagganath önünde icra edilen ışık törenine niçin iştirak etmedin? Sen nasıl
bir insansın?” diye sorarlar. Guru Nanak şöyle
cevap verir: “Ben Jagganath’dan önce de ışık törenini icra ediyordum. Bu esnada bütün kâinat bana katılıyordu. Sizin kalbiniz ve aklınız ona kapalıdır. Ben mutlak ışığa ibadet ediyorum. Siz ise bir taş parçasına ibadet ediyorsunuz.
Ben ebedî söz (sabd) üzerine tefekkür ediyorum. Siz ise mantraları anlamaksı- zın mırıldanıyorsunuz. Benim zihnim söylenmekte
olan müzikle ve Tanrı’nm varlığıyla doludur. Siz ise tapmak çanlarının sesi, dansçıların coşkusu ve tütsü kokusuyla avunuyorsunuz. Her kalpte aynı ışık, yani Tanrı’nm ışığı vardır. O her ruhu aydınlatır ve herkese ışığını verir. Gürünün
sözleriyle bu ışık ifşa olur” (AG 663).
Guru Nanak Hindular’m başlangıçta doğru yolda olduklarını ancak daha sonra putlara ve zorunlu kabul edilen asalet ipliği takma âdetine
yöneldiklerini söyler. “Hindular yaratıcıdan uzaklaşmış ve yanlış yola sapmıştır. Onlar taşlardan
yapılmış putlara ibadet ediyorlar. Suyun üzerinde kalmaya muktedir olmayan bu taş parçalarının başkalarına nasıl yardım edeceğini hiç düşünmüyorlar”
(AG 556). “Bir Hindu, başka bir Hindu’nun
evine kutsal metin
okumaya ve onun boynuna kutsal ip takmaya gider. Dahası ona göre kutsal ipi takmayan veya bunun için özel tören düzenlemeyen kimse yanlış yoldadır ve bu yüzden Tanrı
tarafından takdir edilmez, onaylanmaz. Dolayısıyla bütün seremoniler ve arınma
törenleri faydasız kalır. (AG 951).
Guru Nanak müslümanlara hitaben de şöyle der: “Sevgi senin camin, iman seccaden, doğruluk ise Kuranın olsun. İffet ve tevazu senin sünnetin,
dürüstlük de orucun olsun. Böylece sen hakiki müslüman olacaksın.”
Şöyle devam eder: “Şayet kişi istekli ve arzulu biçimde TanrIının iradesine teslim olursa, yaratıcının mutlak olduğuna inanırsa kendisini onda kaybeder. Yine o bütün yaratıklara merhametli olursa, müslüman denilen değerli bir kimse olur” (AG 137-143). O, bir sûfî gibi günde beş defa yapılan duanın
önemini vurgular: “Her gün yapılan beş dua vardır ve onlara beş isim tahsis edilmiştir.
Bunlardan birincisi, doğruluk ve dürüstlüktür.
İkincisi, sadakat; üçüncüsü, Tanrı adına insanlara yardım etmektir. Dördüncüsü, zihinsel armmışlık ve iyi niyet; beşincisi
ise Tanr I ıyı sevme, övme ve O’na adanmadır. İyi
ameller senin inancının temelini oluşturur/ göstergesidir. Böylece sen hakikî müslüman
olursun.”91
Nanak’a göre bazıları, yogi veya sanyasin gibi görünme niyetiyle koyu sarı
elbiseler giyerek dolaşırlar. Onlarda giyecek ve yiyecek bulma arzusu vardır ve hayatlarını
boşa harcarlar. Onlar ne aile sahibidirler ne de dünyadan uzaklaşmışlardır; samsara çarkında döner dururlar. Ama onlar yoga uygulamalarını Tanrı adına tefekkürle gerçekleştirirlerse kurtuluşa
ulaşabilirler. Yoga, sadece lâf kalabalığı yapmak değildir, o bütün insanları
şerefli bir varlık kabul etmek ve eşit
görmektir. Guru Nanak yogilere, uyguladıkları teknikler sayesinde
kendi tatmin oluşlarının ötesinde şeyler
kazanmalarını tavsiye etmiştir (AG 730).
Sonraki guruların diğer dinlerle ilgili
tutumları da Nanak’ın görüşleri ile uyumludur. Meselâ altıncı guru Hargobind,
hem cami hem de Hindu tapınağının inşası için para yardımı toplamıştır.
Dönemin meşhur sûfîlerinden olan Mian Mîr, Amritsar’daki Darbar Sahib’in temel
taşını koymuştur. Aynı şekilde Guru Teg Bahadur Hindular’ın özgürlüğü için
canını feda etmiştir.92
Sihizm’in diğer dinlere bakışı ile ilgili Guru
Go- bind Singh’e atfedilen şu sözler de dikkat çekicidir: “HindularTa
müslümanlar birdir. Aynı Tanrı herkesi yaratmış ve herkese rızık vermektedir.
Onlar arasında ayırım yoktur. Tapınak ve cami aynı şeydir. Puja ve
namaz aynı şeydir. Bütün insanlar birdir. Onlar sadece yanlış algılamadan
dolayı farklı zannedilir. Allah ve Ab- hek aynıdır. Kuran ve Puranalar
aynıdır. Bütün hepsi tek âlemin yarattığı şeylerdir” (Akal Üstat). O, tıpkı Rig
Veda’da geçtiği üzere “aslında hakikatin tek olduğunu ancak farklı
şekillerde isimlendirildiğini” vurgulamaktadır. Guruların Vedalar,
Puranalar ve Kuran ile ilgili görüşleri genel olarak saygı üzerine temellenir.
Bu konuda şu ifadeler örnek gösterilebilir: “Vedalar, Şast- ralar ve
kutsal kişiler çağırırlar. Fakat sağırlar onları işitmezler... Vedalar
Tanrıya içten bir şekilde hizmet etmeyi vaaz eder. Her kim ki bu çağrıyı işitir
ve ona inanırsa, Tanrı’nm ışığını elde eder. Şastralar ve Smri- tiler
Tanrı’nm ismine meditasyonu vurgularlar... Nasıl ki lamba yandığı zaman
karanlık sona erer, aynı şekilde dinî kitaplar {Veda ve Kuran) okunduğu
zaman da insanın zihnindeki kötülükler ortadan kalkar” (AG 408, 143. 79*)-
Guru Arcun da bu çerçevede, “Hindu
festivallerine ve müslümanların ramazanına iştirak etmeyeceğim. Ben sadece
nihayetinde beni kurtaracak olana hizmet edeceğim. Dünyanın tek efendisi benim
Tanrımdır. O hem Hindular’a hem de müslümanlara adalet dağıtır. Mekke’ye hacca
gitmeyeceğim ve kutsal yerlerde ibadet etmeyeceğim. Benim bedenim ve ruhum,
müslümanla- nn Allah, Hindular’ın da Rama dedikleri kimseye aittir” (AG 1136)
demiştir.93
Görülüyor ki Sih guruları aslında doğrunun bir
tek olduğunu fakat onun farklı şekillerde anlaşıldığını ve her bir din
içerisinde birtakım hakikat unsurlarının bulunduğunu ifade etmektedir. Bu
açıdan bakıldığında onların diğer dinlere karşı kapsayıcı bir yaklaşım sergiledikleri
söylenebilir. Sihizm; Hinduizm ve İslâm’ın bazı inanç ve uygulamalarına kendi
bünyesinde yer vermiş ama bazan da bu dinlere ait uygulamaları acımasızca
eleştirmiştir. Sihizm’in bu iki dinle ilişkisi bir tablo halinde şöyle
gösterilebilir.
Sihizm ve Hinduizm
Sihizm’in Kabul
Ettiği Hususlar Reddettiği Hususlar
Keş: Saçı
uzatmak. Rig Veda X. 136’da
Keşin İlâhisi yer almaktadır. Avatara (Bunun
yerine ajuni anlayışını
benimser)
İnsanoğlunun
çektiği acının temel sebebi cehalettir. Politeizm (Tek
tanrılı bir inanca sahiptir.)
Karma:
“İnsanoğlu, ancak ektiğini biçer." Kanlı kurban
ritüelleri
Tenasüh:
Görevlerini yapmayan ruhlar başka bedenlerde yeniden dünyaya gelirler. Diğer ateş
sunulan
Ruhun cahil,
salih ve kâmil oluşuna göre gideceği yer değişir. Puja (Arti)
Ölünün
yakılması ve küllerinin suya atılması Kast sistemi
Tapınak
kenarlarında havuzlar bulunması Sati (Kadınların
statüsünü yükseltmiştir.)
Yoga ve
meditasyon Puta tapmak
Festivaller Bireyselcilik
İnziva ve
riyâzet
Dilencilik
Belirli/uğurlu
evlilik tarihleri
Sihizm’in Kabul
Ettiği Hususlar Reddettiği
Hususlar
Tek tanrı
inancı Âhiret anlayışı
Tanrı’nın
sıfatları ve nitelikleri
Tann’ya adanma
ve ihlâslı olma
Cenaze sonrası
kutsal metni hatmetme
Secde etmek
Sadaka vermek
Miraç
İnsanın yaratılmışların
en yücesi olduğu inana
Beşinci Bölüm
GELENEKSEL
ÇİN
DİNLERİ
Giriş
Taoizm ve Konfüçyüsçülük birbirlerine muhalif dinî sistemler olmalarına rağmen, Çin ve Doğu Asya top- lumlarmda birbirini tamamlayan değer sistemleri olarak asırlardır bir arada yaşar. Öyle ki Çin’de insanlar aynı anda bu iki dine de mensup olabilmektedir. Başka bir ifadeyle, bir kimse cenazesini Konfüçyüs öğretisine göre kaldırırken, Taoizm’e göre meditasyon uygulamaları yapabilmektedir. İslâm veya Hıristiyanlık gibi dinler bakımından
imkânsız gibi görülebilecek bu durum, bir Çinli
için sıradan bir olay kabul
edilmektedir. Kısacası Çin
kültürü kendine özgü bir inanç ve değerler sistemine sahiptir. Onun en önemli özelliklerinden biri atalara saygıdır. Özellikle ailenin kurucu atası
ve yeni vefat etmiş olanlar için görkemli cenaze ve yas törenleri düzenlenir. Bu kutsal atalar tapımına li denir.
Çin dinsel geleneğinin ikinci temel özelliği
ise, çok sayıda görünmeyen ruhanî varlığa inanılmasıdır. Öyle ki ağaçlar,
taşlar, ırmaklar, dağlar, yıldızlar gibi doğada bulunan her şeyin
bir ruhunun bulunduğu kabul edilir. Bunlar kişileştirilir ve halktan âdeta birer tanrı gibi saygı ve hürmet görür. Shang hânedanlığı
döneminden (m.Ö. 1600-1064) b» yana ynnpririW VP din
adamları sadece ataları için değil, aynı
zamanda toprakta, suda ve havada yaşayan tanrı/tanrıçalar için de kurban
törenleri icra etmiştir. Hatta bu tanrılar için toprağa şarap dökülmüş,
ırmaklara yeşim atılmış ve açık tapmaklarda onlar için pirinç, tahıl ve kurban
edilen hayvanların etleri yakılmıştır.
Çinliler iyi ruhların yanı sıra kötü ruhların
varlığına da inanıyordu. Onlara göre kötü ruhların bir kısmı, ölümlerinden
sonra yakınları tarafından unutulan ataların hayalete dönüşmüş ruhlarından
başka bir şey değildi. Onların geride kalan yakınlarına verebilecekleri
zararları ortadan kaldırmak için çeşitli tılsımlara ve büyüsel yöntemlere
başvuruluyordu.
Shang hânedanlığı döneminde sıradan insanların
din adına başka ne tür uygulamaları olduğunu söylemek güçtür. Ancak
yöneticilerin dinî hayatta da etkili oldukları âşikârdır. Av partileri ve
askerî seferlerde başarılı olabilmek için kemik fallarına veya değişik kehanet
yöntemlerine başvurulması yaygın bir gelenektir. Ayrıca bu dönemde
tanrılaştırılmış ata ruhlarının yanı sıra toprak, su ve hava ruhları ile
çeşitli kozmik güçlerin üzerinde Shang-ti denilen yüce bir varhğın bulunduğuna
da inanılmaktaydı. O, bu âlemdeki her şeye hükmettiği düşünülen bir tanrıdır.
İkincil tanrıların ve ataların aşkma âlem ve yeryüzü arasındaki dengeyi
sürdürmek onun görevidir.
Shang hânedanlığını yıkarak yerine geçen Zhou
hânedanlığı döneminde de (m.ö. 1046-221) yöneticiler eski gelenekleri devam
ettirmiştir. Ancak bu dönemde vurgu, Shang-ti’den Tien’e (Göktanrı)
kaymıştır. O, âleme hükmettiği düşünülen güçlü ve İnsanî niteliklerden uzak
bir varlıktır. Bu anlayış zamanla gök kültüne dönüşmüş ve yöneticiler
kendilerini onun
yeryüzündeki temsilcileri gibi görmeye başlamıştır. Göktanrı, bütün
işlerinde ahlâkî erdemlere göre hareket eder; yöneticiler kendi sorumluluklarını
bırakıp gayri ahlâkî eylemlere yöneldiklerinde
onlara yardımını keser ve onlar üzerindeki himayesini kaldırırdı. Bu durum yeryüzünde
felâketlerin başlaması, anarşi ve düzensizliğin dünyaya egemen olması anlamına
geliyordu. Bundan ötürü yöneticiler halkın refahını
sağlamanın yanı sıra gök, yer ve atalar için törenler düzenlemeye de mecburdu. Bu inanç ve uygulamalar daha
sonraki dönemlerde
Konfüçyüs sisteminin ayırt edici özellikleri
arasında yer almıştır.
Antik Çin kültürünün bir başka özelliği ise, evrenin (kozmos) ki denilen bir özün tezahürü/tecellisi olarak görülmesidir. Ki, kendiliğinden var olan, İnsanî niteliklerden uzak ve âlemdeki bütün varlıkların ana maddesi sayılan bir cevherdir. Onun birbiriyle ilişkili ve âlemdeki varoluşa imkân veren iki yönü vardır: Yin onun karanlık, alıcı ve dişil yönünü; Yang ise aydınlık, verici ve eril yönünü
temsil eder. Hikmet ise onların sürekli değişen, düzenli ve dengeli yapılarının
tanınması ve onlara uygun hareket
edilmesidir. Evrenin bu yaratıcı ritmine Tao,
yani şeriat/yol denir. Geleneksel olarak Yin ve Yang bir dairenin birbirini tamamlayan iki parçası şeklinde tasvir edilir. Âlemdeki
hiçbir şey bu sürecin dışında değildir.
KONFÜÇYÜSÇÜLÜK
Milâttan önce 551-419 yılları arasında yaşadığı kabul edilen Konfüçyüs’ün
öğretilerine dayanan bir inanç ve uygulama sistemidir. O günden bugüne Çin’de ve Çin kültürünün etkisi altındaki
Uzakdoğu ülkelerinde (Vietnam, Kore, Japonya, Hong
Kong, Tayvan ve Singapur) etkindir. Dindarlıkla ilgili istatistiklerde günümüz dünyasında kendilerini bu sisteme
mensup görenlerin
sayısı 6 milyon civarındadır. Ancak gerçek sayı bunun çok üzerindedir
ve bu durum büyük oranda Çin’deki mevcut siyaset ve din anlayışının bir sonucudur. Çünkü bilindiği gibi bugün Çin’de
kişinin bir dine mensup olduğunu söylemesi suçtur.
Çin’de “bütün zamanların azizi” ve “ilk
muallim” diye tanınan
Konfüçyüs, Çince’de Kong Fuzi (Usta Kong)
diye bilinir. Konfüçyüs kendini yeni bir din kurucusu veya bir yenilikçi değil, gerçek Çin hikmetinin aktarıcısı olarak tanımlamıştır.
Başka bir ifadeyle o, geleneksel Çin kültürünü incelemiş ve döneminde
yaşanan anarşi ve kargaşa ortamının, Çin hikmetinin unutulmasından
kaynaklandığını düşünmüş, kendini bu geleneksel hikmetin yeniden ihyasına
adamıştır. Kendisine “İnsanın
en önemli görevi nedir?” diye soran bir öğrencisine “Herkesi kardeşin olarak görmen ve sana yapılmasını istemediğin
bir şeyi başkasına yapmamandır” diye cevap vermiş ve bunun Çinliler’in
hayatında her zaman geçerli bir altın kural haline gelmesi için gayret sarfetmiştir.
Muhtemelen siyasî karışıklıkların yaygın olduğu
bir dönemde yaşadığı ve bu durumun yarattığı sıkıntıları yakînen
gördüğü için düzen ve uyum fikirlerine önem vermiş ve insanların hem birbiriyle hem de doğa ile uyum içinde yaşamaları gerektiğini
savunmuştur. Ona göre iyi insan, centilmen olan kimsedir. Gerçek centilmen ise, insanlara karşı kibar davranan, cömertlik,
saygı, şefkat ve sadakat gibi
erdemleri özümsemiş ve hayatını bu ilkeler ışığında
yaşayan kimsedir. Yöneticiler de ancak bu prensiplere uygun yönetim sergilediklerinde başarılı olabilirler. Eyleme dönüşmemiş sözlerin hiç kimseye bir yararı yoktur. Konfüçyüs’e
göre herkes, eğitim sayesinde bu özelliklere ulaşabilir. Eğitim kuramlarının
başında aile gelir. Aile, hem ahlâkî eğitimin gerçekleştiği doğal ortam hem de toplum ile birey arasındaki bir köprüdür. Aile ve toplumdaki uyum, bireylerin birbiriyle ilişkisinin yukarıda zikredilen ahlâkî erdemlere uygun olmasıyla
mümkündür. Bunun için üçü aile bireyleri ikisi de toplum fertleri arasında söz konusu olan beş temel ilişkinin her birinin, kendisiyle ilgili erdeme uygun olması gerekmektedir.
Yöneticilerin bilhassa dürüstlük bakımından halka örnek olması
gerektiğini savunan Konfüçyüs şöyle der:
Eğer yönetici kendisi dürüst olursa her şey yolunda gider. Fakat o dürüst davranmazsa, emirleri
uygulanmaz. İyi ve erdemli bir yönetici
çoban yıldızı gibidir. O yerinde
sabit kaldığı halde, diğer yıldızlar
onun etrafında döner.1
“Güçlü bir kral kimdir?” şeklindeki bir soruya
ise, “Halkın güvenini kazanmış, yeterli erzakı ve yeterli askeri bulunan
kimsedir” şeklinde cevap vermiştir. Yöneticilerin halkın güvenini kazanabilmek
için faziletli ve cesaretli olmalarını, örf ve âdetlere (jen) bağlı kalmalarını ve kendilerini eğitmelerini
istemiştir.
Bir genç, anne babasına saygılı, kardeşlerine ise müşfik
davranmalıdır. O her işinde istekli ve samimi olmalı, herkese saygı göstermeli,
örf ve âdetlere bağlı olmalıdır.2 Ayrıca herkes toplumsal rolüne
uygun davranış göstermeli; kral, kral gibi; vezir, vezir gibi; baba, baba gibi;
oğul da oğul gibi davranmalıdır.3
Konfüçyüs düşüncesinde iman ve ibadet esaslarından
ziyade ahlâka vurgu yapılması, Taoizm gibi onun da bir din kabul edilip
edilmeyeceği tartışmalarına yol açmıştır. Konfüçyüs genelde bir eğitimci veya
ahlâk filozofu olarak kabul edilir. Ancak o, teorik tartışmalarla yetinmeyip
uygulamaya önem vermesi bakımından diğer filozof ve düşünce adamlarından
ayrılır. Ruhsal varlıklara ilişkin sorulara cevap vermeyişi veya “İnsanlara
karşı görevlerini lâyıkıyla yapamayan biri, ruhsal varlıklara (melekler) karşı
görevini nasıl gerçekleştirebilir?” tarzında karşılık vermesi, onun klasik
anlamda bir din kurucusu olmadığını gösterir. Üstelik bu sistemin bir
âmentüsü, vahye dayalı bir kutsal metni, din adamları sınıfı ve âhiret öğretisi
de yoktur. Onun yegâne ilgisi insana ve şimdiyedir.
Konfüçyüs, Göktanrı’ya inanmış ve antik Çin dinsel
törenlerini canlandırmaya çalışmıştır. Gökyüzünü, insanın yeryüzündeki
kaderinde etkin bir güç olarak gören Çin kozmik anlayışını aynen benimsemiştir.
Ayrıca Çin kültürünün temel özelliklerinden olan atalar
kültünü de devam ettirmiştir. Milâttan önce 220 yıl- ;!
larında, Han hânedanlığı döneminde devlet dini ol- ' î duktan sonra diğer
birtakım yerli dinsel özellikler Konfüçyüs’ten etkilenmiştir.
Konfüçyüs, düşüncelerini uygulamak
için hemen . ’1
bir okul kurmuş ve öğrenciler yetiştirmeye başlamıştır. Ona göre
eğitimin temel amacı, öğrencileri churı tzu (centilmenler) haline
getirmektir. Kişi eğitimin yanı sıra örf ve âdetlere uygun davranışlarla
centilmen olabilir. Konfüçyüs, bu öğrencilerin zaman içerisinde Çin toplumunu
olumlu yönde değiştireceğine kesin olarak inanıyordu. O, öğrencilerinin dinî
törenler, yazı, müzik, okçuluk, matematik ve at arabası kullanma konusunda
yeteneklerini geliştirerek uzmanlaşmalarını i | istemiştir.
Konfüçyüs’ün aile bağlarının güçlendirilmesi isteği, çalışma
ahlâkına yaptığı vurgu ve eğitime olan sevgisi günümüz Doğu Asya toplumları
üzerinde etkili olmuştur. Özellikle Çin, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur
ve Hong Kong gibi ülkelerdeki ekonomik gelişmeler bu felsefenin meyveleri
olarak değerlendirilmektedir.
I. K[ornEfüjçyüss’ün
Öîğırentcilerii
Konfüçyüs’e ait görüşlerin gelişmesi, sonraki dönemlere taşınması
ve yaygınlaşmasında öğrencilerinin katkısı tartışmasızdır. Bunlardan Mensiyus
(Meng Tzu) ve Hsun Tzu’nun isimlerini özellikle zikretmek gerekir. Çin’de
“İkinci Muallim/Aziz” diye bilinen Men- siyus, Konfüçyüs’ün ölümünden yaklaşık
yüzyıl sonra dünyaya gelmiştir. O da hocası gibi, dönemin sıkıntılı ve anarşik
ortamına ancak geleneksel Çin hikmetine uygun davranılmasıyla son
verilebileceğini savunmuş ve bu uğurda dönemin yöneticileriyle mücadeleden
çekinmemiştir. “Suyun doğası,” der Mensiyus, “yukarıdan
aşağıya akmak olduğu gibi, insan doğası
da iyi ve güzele meyyaldir.” Ancak yöneticiler bu konuda halka örnek
olmalı, bireysel çıkarlarını değil, toplum menfaatini ve insanların genel yararını
önceleyen bir yönetim sergilemelidir. Onlar böyle davrandıklarında, şüphesiz göğün gücü ve yardımı da yanlarında
olacaktır.4
Konfüçyüs’ün diğer takipçisi Hsun Tzu, Mensi-
yus’un bu görüşlerine
katılmaz. Çünkü ona göre insan, doğası itibariyle kötüdür.
Üstelik Göktanrı, zannedildiği gibi insanların istek ve arzularına göre
hareket eden müşahhas bir varlık değildir. Aksine o, doğal yasalara göre hareket eder. Meselâ
Göktanrı, insanlar soğuktan hoşlanmadıkları
için kış mevsimini ertelemez veya vazgeçmez. Doğal haliyle kötülüğe meyyal olan, hemcinslerine karşı
kıskançlık duyan ve haset etmekten çekinmeyen insanoğlu, bu kötü
özelliklerinden kurtulup iyiye yönelmesi için geleneksel örf (yi) ve âdetleri (li) öğrenmeli
ve onlara uygun davranmalıdır. Doğal haliyle kötü ve vahşi olan insan, düzenli
eğitim, sabır ve sâlih ameller vasıtasıyla gök
ve yer ile uyumlu bir varlık haline, yani azizlik statüsüne erişebilir.
Mensiyus ve Hsun Tzu farklı hareket noktalarına sahip olsalar da ahlâkî erdemlerin en büyük değer olduğu ve insanın bu erdemlere ulaşabileceği
konusunda hemfikirdir. Ancak bunun için geçmişin bilgeleri araştırılmalı ve örnek
alınmalıdır. Bu, bireyi, aileyi,
devleti ve kâinatı dengede tutacak yegâne
yoldur.
II. KutsaIl Me I tiinIler
Konfüçyüs’e atfedilen, fakat onun öğrencileri tarafından daha
sonraki dönemlerde derlenmiş oldukları kesin olan Beş Klasik, Çin ve
Uzakdoğu kültüründe
önemli bir yere sahiptir.
Bunlar belirli bir konu veya disipline göre kaleme alınmış eserler değildir.
Meselâ, başlıca ahlâkî erdemler ve onlara
uygun davranmanın faziletlerinden bahseden ifadelerle neler giyilebile- ceğine ve nasıl şiir
yazılacağına dair ifadeler iç içedir. Bütün bu tavsiye ve öğütlerin
gücü, onların geçmişte mutlu bir aile hayatını ve huzurlu bir toplumsal düzeni temin ettikleri inancına dayanır. Bundan dolayı, Han hânedanı
döneminden itibaren bu eserler bütün aydınların ve devlet memurlarının el kitabı
olmuştur.
Beş Klasik şu eserlerden oluşur:
ı. Şiirler/Şarkılar Kitabı (Şi Kinğ): Klasik Çin şiirinin 300 civarındaki
örneğinden oluşur. Bu şiirlerin önemli bir bölümü
bestelenmiştir. Aşk, savaş ve çalışma hayatının zorluklarını anlatan şiirlerin yanı
sıra, bilhassa Zhou hânedanına yazılmış methiyeler de vardır.
2.
Törenler Kitabı (Li King): Zhou hânedanlığma ait doğum, ölüm ve evlenme törenleri ile kurban âyinleri ve okçuluk
yarışlarına ilişkin kuralları ve düzenlemeleri konu alır. Ayrıca evi idare etme, yemek pişirme, araba kullanma ve
bebeklere isim verme gibi farklı konuları içerir.
3.
Tarih Kitabı (Şu King): Çin tarihinin en eski yazıh kaynaklarından biridir. Dokümanlar Kitabı adıyla da tanınır. Çin’e
medeniyet getiren efsanevî Çin imparatorlarının
hayatları ve yapıp ettikleri hakkında bilgi verir.
4.
İlkbahar ve Sonbahar Yıllıkları (Chun Chiu): Milâttan önce 722-481 yıllarında
Konfüçyüs’ün doğum yeri Lu eyaletinde yaşanan olayların kısa tarihidir. Olaylar mevsimler bazında ele alındığı için ilkbahar ve sonbahar yılın dört mevsiminin kısaltmasıd I ır.
5.
DeğıDeğişiklikler Kitabı (Yi-King): Çinliler’in keh I ane bulunmak, doğa olaylarını
veya insanların karakterini anlayabilmek amacıyla el kitabı olarak
kullandıkları bir eserdir. Kitapta her biri birbirini izleyen altısı düz altısı
da kesik çizgilerden oluşan altmış dört “hexagram” yer alır. Metnin orijinal
kısmının Chou hânedanlığı dönemine, yorumların ise Konfüçyüs’e ait olduğu
kabul edilir.
Konfüçyanizm’in diğer önemli kutsal metinleri olan Dört Kitap
ise, XI. yüzyılda Sung hânedanlığı döneminde bir araya getirilmiş eserlerdir.
Bunlar 1313-1905 yılları arasında Çin’de yönetici sınıfın eğitiminin temelini
oluşturmuş ve memur alımları için yapılan sınavların önemli referans kaynakları
olmuştur. Dört Kitap şu eserlerden oluşur:
1.
Konuşmalar (Lun Yü)\ Konfüçyüs’ün konuşmaları, öğretileri ve eylemlerini içerir.
2.
Büyük Bilgi (Ta Hsüeh): Başlangıçta Törenler Kitabıının 42. bölümü olan bu
eser, Konfüçyüs’ün öğrencilerinden Tseng Ts’an’a (m.ö. 505-436) atfedilir.
Konfüçyüs’ün eğitim, ahlâk ve siyaset konusundaki görüş ve düşüncelerine yer
verir.
3.
Orta Yol Öğretisi (Chung-yung): Gerçekte Törenler Kitab ı ının
31. bölümüdür. Eserde aşkın alan, zaman, öz ve hareket olarak tanımlanan
gökyolu üzerinde durulmaktadır.
4.
Mensiyus’un Sözleri (Meng-tzu): Konfüçyüs’ün tanınmış öğrencilerinden Mensiyus
(m.ö. 371-289) tarafından derlenmiş bir eserdir. Ele aldığı konular büyük
oranda Konuşmalar kitabmdakilerle aynıdır. Konular diyalog tarzında
işlenmiştir. Buradaki en önemli öğreti, yukarıda zikredilen, insan tabiatının
doğuştan iyi olduğu görüşüdür.
III. Dinse I l Uygu I lamaIlar
Konfüçyüs’ün düşünceleri, Han hânedanı (m.ö. 220205) döneminden itibaren XX. yüzyıla
kadar Çin eğitim sisteminin temelini oluşturmuş ve Çin halkının
birliğinin teminatı sayılmıştır. Bu süreçte Konfüçyüs bir kurtarıcı
statüsüne yükseltilmiş ve birçok özel tapmakta ona bir tanrı gibi tapmılmıştır.
Halkın elindeki biyografilerin çoğunda, Konfüçyüs’ün özel görevle
yeryüzüne gelmiş bir tanrı veya avatara olduğundan söz edilir. Günümüzde Konfüçyüs’ü merkeze alan başlıca
üç tür tapımdan söz edilebilir. Birincisi,
onun ölümünden itibaren baba ocağı
Qufu’da (Shantung) her yıl kış gün dönümü arefesinde gerçekleştirilen
doğum günü törenleridir. İkincisi, “bütün eğitimcilerin koruyucu azizi” kabul edilmesinden ötürü bütün okullarda ve eğitim merkezlerinde onun adına yapılan kutlamalardır. Üçüncüsü de, görüşlerinin
Çin devlet felsefesi haline gelmiş olması ve Çin’in en büyük bilgesi kabul edilmesi sebebiyle onun adına tertip edilen ayrıntılı devlet törenleridir.
Onuncu asırdaki Sung hânedanı
döneminden itibaren Konfüçyüsçülük’te dinî âyin ve kurban törenlerinin önem kazanmaya başladığı
görülür. Öyle ki bu törenler, insanoğlu, gök ve yer arasındaki denge ve uyumun teminatı
gibi algılanmıştır. Ailevî düzeyde ise, bu uyumun atalar kültüne bağlılıkla gerçekleştirileceği
düşünülmüştür. Devlet görevlileri ateş, su, güneş, ay, dağlar, kuzey yıldızı ve geçmiş liderlerin yanı sıra yer ve gök ruhları
için de gerekli törenleri icra etmekle yükümlüdür, imparator “göğün oğlu”
olduğu için en büyük din adamıdır. Dolayısıyla
kış gün dönümü töreni başta olmak üzere gök, yer, ülke ve tarım ile hânedanlık
ataları için icra edilen şükran törenleri
bizzat Çin imparatoru tarafından
yönetilmiştir. Bilhassa kış gün dönümü törenleri öncesi imparator ve eşi
üç günlük oruç tutar ve uyanık kalırdı. Tören günü bir boğa kurban edilir ve bunlar İlâhiler eşliğinde gök tapmağındaki Shang-ti’ye sunulurdu. Bu İlâhilerden biri şöyledir:
Bu değerli taşları ve ipekleri, ilkbaharda kırlangıçların senin sonsuz lütfunu övdükleri gibi, saygıyla sana sunuyoruz. Ey Ti! İnsanlar ve bütün varlıklar
senin sevginle huzur bulur. Bütün canlılar senin sevgine muhtaçtır.
Senin rahmetin olmaksızın huzur ve mutluluk nereden gelir? Ey rab! Her şeyin gerçek sahibi ve yaratıcısı sensin.5
Bunun dışında özellikle erkek çocukların
doğumu, evlenmeleri ve ölüm anları yoğun dinsel törenlerin
yapıldığı zamanlardır. Yapılan törenler zaman içinde önemli değişimler
göstermiştir. Fakat atalara saygı her zaman önemini
korumuştur.
Çin’deki en önemli Konfüçyüs tapmağı Qufu’da- ki tapmaktır.
Özellikle Ming hânedanı (1368-1644) döneminde,
yaklaşık 20.000 dönümlük bir genişliğe
ulaşmıştır. Konfüçyüs’ün doğum yıl dönümü törenleriyle her mevsim başındaki
törenler burada icra edilir. Pekin’deki
ikinci önemli tapmak ise 1273-1306 yıllarında inşa edilmiş ve sonraki dönemlerde birçok restorasyon görmüştür.
Her kamerî aym ikinci ve sekizinci günlerinde burada Konfüçyüs adına
törenler gerçekleştirilir.
Konfüçyüsçülük’te imparator ülkenin en büyük din adamıdır.
Dolayısıyla bütün ulusal törenleri o yönetir. Aile ortamında
yapılan dinî törenler ise babanın başkanlığında icra edilir. Her tapmakta oranın geçmiş yöneticilerinin isimlerini taşıyan tabletler bulunduğu
gibi, her evin doğu köşesinde de ailenin
atalarına ait bir mekân bulunur. Doğum, ergenlik, nişan ve ölüm gibi önemli
olayların kutlanması veya hatırlanması bu duvarın önünde yapılır. Bütün dinî törenler
Merasimler Kitabı ve Zhu Xi’nin kaleme aldığı Aile Törenleri isimli
eserde yer alan esaslara göre gerçekleştirilir.
TAOİZM (TAOCULUK)
Giriş
Taoculuk, hem felsefî hem de dinî yönü olan Çin kökenli iki temel sistemden diğeridir. Konfüçyüsçülük’le birlikte 2000 yıldan beri Çin’de hayatın her alanını biçimlendirmiş,
ayrıca Çin kültürünün ulaştığı Kore, Japonya ve Vietnam gibi başka Asya ülkelerinde de derin etkileri görülmüştür. Uzun yıllar Çin kültürünün resmî öğretisi
haline gelen Konfüçyüs düşüncesinden farklı olarak Taoculuk, doğayla uyumlu davranışı,
doğallığı, mistik ve metafizik yaşantıyı, yönetimde müdahaleden
kaçınmayı, toplumsal yaşamda basitliği ve sadeliği savunan bir düşünce ve inanç sistemid I ir.
I.
Kutsal Metinler
Bir düşünce sistemi olan Taoculuk (Daojia), “Lao-Zhu- ang felsefesi” diye de bilinir.
Bunun sebebi, onun Tao- te Ching (yol ve erdemi) ve Zhuangzi (m.ö. 365-290) isimleriyle bilinen klasik metinlere dayanmasıdır. Yazarı tartışmalı olmakla birlikte, Taoculuğun kurucusu Lao-tzu’ya
atfedilen Tao-te Ching, aslında birçok uzmana göre bugünkü biçimini m.ö. 350 yıllarında
almış
derleme bir kitaptır. Toplam beş bin Çin yazı karakterinden oluştuğundan “Lao-tzu’nun beş bin sözcüğü” diye de anılır.
Tao-te Ching, bir oturuşta
başından sonuna kadar aralıksız okunabilecek bir kitap değildir. O, iki kısımdan oluşur. İlk
bölüm (1-37), her şeyin kaynağı kabul edilen ve Tao
denilen isimsiz, şekilsiz
varlıktan ve bireyin, onun varlığını hissedebilmesi ve mahiyeti hakkında bilgi edinebilmesi için geçirmesi gereken ruh hali ve dönüşümden söz eder. İkinci bölüm ise (38-81) Te hakkındadır. Te, genelde “erdem”
diye çevrilir. Bazan da Tao’nun tezahürü veya “ona ulaşmanın yolu” ya da “mutlak armmışlık hali” karşılığında kullanılır. Bu anlamda Te, Tao’nun gerçek
varlığının aydınlığa çıkışı veya birey tarafından algılanan biçimi olarak tanımlanabilir.
Tao-te Ching, çoğu
araştırmacının gözünde yöneticiler için tasarlanmış, kısa ve özlü bir el kitabıdır. Burada öngörülen ideal hükümdar/yönetici,
eylemleri emri altındaki insanlar üzerinde baskı ve korku oluşturmayan, hatta işleri büyük bir sükûnet ve doğallık
içerisinde gerçekleştirdiği için varlığı bile hissedilmeyen
bilge bir kimsedir. Böyle
yöneticiler, halka hiçbir sınırlama ve yasak getirmez. Doğallığı, sükûneti ve sadeliğiyle idaresi altındaki bütün
varlıkların huzurlu olmasına, dolayısıyla da barışa yol açarlar.
Yöneticiye doğayla uyumu öneren metin, Çin
düşüncesinin çok eski kavramlarına yer verir. Ama Yin-Yang örneğinde olduğu gibi, bunların bazısını değiştirmeden
kullanırken Tao’ya ayrı bir anlam ve işlev yükler. Nitekim Çin
düşüncesinde evrenin, hükümdarın, insanoğlunun ve her felsefe okulunun bir taosu, yani yolu ve yüce ilkesi vardır. Tao-te Ching'de ise mutlak Tao’yn
kavramak ve evrensel Tao’nun birliğine ulaşmak, toplumsal ve bireysel
bir idealdir. Taoculuk’ta
her varlık mutlak gerçeklik olan Tao’dan
kaynaklanır ve sonunda yine ona döner. Medenîleşme, yaygın kullanımıyla doğal
düzenin bozulması şeklinde yorumlanır ve gerçek toplumsal reform, uzak geçmişe
bir dönüş veya başlangıçtaki saflığa ulaşmak şeklinde tanımlanır.
Diğer bir kutsal metin olan ve hikâyelerden oluşan
Zhuangzi’de ise, kişisel hayat felsefesine yer verilir. Toplumsal
yaşama katılımı tümüyle reddeden Zhuangzi’nin Tao yorumunda, Tao-te
Ching’deki basit ve doğal toplumsal uyum düşüncesinden farklı biçimde
gelişmiş, metafizik bir kadercilik göze çarpar. Hikâye ve mesellerle bütün
değerlerin aslında izâfî olduğunun ortaya konulduğu eserde, hayatla ölüm
arasında ayırım yapılmaz; ölüm halindekiler yaklaşan dönüşümlerini Tao ile
birleşme gibi algıladıklarından ölümü sevinçle karşılarlar. Zhuangzi’de
belki de alegorik olarak “kusursuz” veya “üstün” insandan söz edilir,
insanoğlunun fırtınalı dünyasından ayrı yaşayan, uçarcasına hareket eden bu
ruhsal varlıklar, hiç çaba göstermez, hiç yaşlanmaz, her zaman özgürlüğün ve
doğallığın verdiği mutluluğu temsil ederler. Bu ruhsal varlıklar sonraki
kuşaklar tarafından “ölümsüzler” adıyla anılmış; çeşitli yöntemlerle onların
niteliklerine kavuşmak pratik bir amaç olarak görülmüştür.
Zhuangzi gibi bütün insanlara eksiksiz özgürlüğün
yollarını gösteren bir diğer kutsal metin kabul edilen Lieh-tzi’de
bireyin kendi yaşamını her şeyden üstün tutması ve topluma yarar sağlamak
uğruna hiçbir fedakârlıkta bulunmaması gerektiği belirtilir.
Taoculuğun dinsel yanı ise (Daojia); Tao
kavramı ile ifade edilen panteist bir tanrı anlayışı ve zühde dayalı bir ahlâk
öğretisinin yanı sıra bedensel ve ruhsal ölümsüzlüğe ulaşmaya yönelik
büyücülük, simyacılık
ve psişik dönüşüm uygulamalarından oluşur. Çin
tarihinde Han hânedanı döneminden (m.ö. 206-m.s. 220) başlayarak günümüze
kadar sürdürülen düşünce sistemi ve din ayırımı, Taocu dinin, söz konusu
felsefeden çok sonra ortaya çıktığı, ayrıca mevcut öğreti ve uygulamaların ilk
Taocu mistik filozofların öğretilerinin yanlış anlaşıldığı varsayımlarına dayanır.
Buna göre Lao-Tzu’nun Tao-te Ching, Zhuang’ın Zhuangzi ve
Lieh-tzu’nun Lieh-tzi adlı eserleri saf ve gerçek Taoculuğu anlatır.
Taocu din ise, bu eserlerde ifade edilen gizemli ve derin öğretilerin yüzeysel
yorumlamalarla yanlış anlaşılması ve yararsız uygulamalara dönüşmesiyle ortaya
çıkmıştır. Oysa uzun tarihî süreçte Taocu düşünce ve uygulamalar hep iç içe
gelişmiş; Taocu filozoflar, çileciler, simyacılar ve yaygın kültlerin
rahipleri, neredeyse kesintisiz olarak birbirlerini etkilemiştir. Dolayısıyla
böyle bir ayırım söz konusu sistemi tanıma ve tanımlama açısından yararlı
olmakla birlikte pratikte mümkün değildir. Bu sebeple Taoculuğun temel
öğretilerini beraberce ele almak daha doğru bir yoldur.
Taoculuğun temel kavramı Tao, her şeyin
kaynağı olan mutlak ilktir; tükenmez, yorulmaz, görülmez, işitilmez ve yalnızca
mistik yolla kavranabilir. Tao-te Ching’in ifadesiyle onun tek ismi
vardır; "her şeyin anası”. O, boş bir kap gibidir; içini hiçbir şey
doldurmaz. Dibi yoktur ve her şey varlığını ona borçludur. Her şey ondan doğar.
Tao’dan bir (Tai-chı) doğar, birden iki, Yin ve Yang; ikiden üç,
su, toprak ve hava; bunlar da âlemdeki varlıkları oluşturur.
Tao’nun tezahürü veya yansıması olarak bütün
varlıklarda bulunan Te, görünmez Tao’nun doğadaki her şeyi değiştiren
görünür yanıdır. Varlığındaki bu
yansımayı farkeden kişi, aradığı huzuru yakalamış, eşyanın
gerçek mahiyetini kavramış ve isteksiz görünmesine rağmen her şeyi doğallığı
içerisinde yapabilecek noktaya ulaşmıştır. Kısacası o, bu durumda içinde
yaşadığı kültürün şekillendirmediği ilk haline, (yontulmamış ağaç) pu durumuna geri dönmüştür. Bu durum, zihnin bilgi ve tecrübelerle şekillenmemiş asıl halidir. Her türlü
tanımlama ve nitelemeden uzak salt tecrübe ve bilinç halidir. O, ancak wu-wei yöntemiyle veya Tao örnek alınarak ulaşılabilecek sadelik ve doğallık halidir. İşte bundan dolayı büyük ustalar ve yöneticiler
hiçbir zaman yontmaz yani yöneltme ve yönlendirme yapmaz. Çünkü onlar bilirler ki, evrenin tek yöneticisi Tao’dur. Tao’nun akışını yöneten ise özündeki
doğallık veya kendiliğindenliktir. Dolayısıyla Taocu yaşam tam bir edilgenlik üzerine değil, bu özü ifade eden doğallık/ sadelik üzerine kuruludur.
Sözlük anlamı “eylemsizlik, hiçbir şey yapmamak” olan ve çoğu zaman yanlış yorumlanan wu-wei kavramı da Taoculuk’ta önembdir. Wu-wei, eşyanın hakiki bilgisine ulaştığı için
arzuların esiri olmaktan kurtulmuş Taocu azizin durumunu veya onun eyleme yönelme tarzını tanımlar. O kimse, büyük bir sükûnet
üzeredir ve işin gereğine uygun davranır. Bu yüzden hayal kırıklığı ve hüzün yaşamaz, hatta zorluklarla karşılaştığında bile paniklemez ve
gereksiz eylemlere girişmez.
Lao-tzu, azizin sakin ve dingin halini suya
benzetir. Bilindiği gibi su, yeryüzündeki en yumuşak ve içine girdiği her kabın şeklini alabilen bir maddedir. Bu yumuşakkğma rağmen en sert taşa nüfuz edebilir ve onu sürükleyebilir. Eylem ve davranışlarını Tao’ya uygun hale getirenler de böyledir. Zuangzi ise bu durumu, işinin ehli olan ve bundan dolayı bıçağı hiçbir zaman körelmeyen bir
kasaba
benzetir. Kasap, elindeki karkasın kemik
yapısını
iyi bildiğinden, eti kemikten ayırırken gereksiz
hareketlerle bıçağının körelmesine izin vermez. O, elinin hareketini
eklem yerlerine göre
ayarladığından işini kolayca
yapar. Dolayısıyla
wu-wei, işi oluruna
bırakma,
zor kullanmadan bir işi kolayca
başarabilme
veya işin doğasına uygun davranma yöntemi şeklinde anlaşılma I lıdır.
İnsan-evren benzerliği de Taoculuk’ta önemli yer
tutar. Buna göre insan, küçük bir
evrendir ve bedeninde evrenin düzenini yansıtır; dolayısıyla insanı anlayan, evrenin yapısını da
kavrayabilir. İnsanoğlu
ile doğal düzenin birliği inancı, açıklanamayan
büyülü bir duygudan kaynaklanır; bu birliği kavramanın yolu da meditasyondur. Bunun yanı sıra oruç, riyâzet ve tantra uygulamaları ile simya ve tılsımlara da (fu) başvurulur. Ölümsüzlük iksirini bulmaya yönelik Taocu
simyacılıkla
hem kimyasal deneylere (yvaidari)
hem de içsel simyaya (neidan) önem verilir.
Neidan aracılığıyla
normal yaşlanma sürecinin tersine çevrilebileceği, bunun ise kozmik dişi-erkek, edilgen-etken, karanlık-aydmlık karşıtlıklarını simgeleyen Yin ve Yang güçlerinin insan bedeninde birleştirilmesiyle sağlanacağı düşünülür.
II.
T3arrihsseIl GEelişİim i
Taocu felsefenin kavramları ve kutsal metinleri
Çin hânedanlan arasında şiddetli savaşların olduğu bir dönemde (m.ö. 475-221)
ortaya konulmuştur. Taoculuğun uygulamaları arasında yer alan simyacılık
denemeler ' i de Han hânedanı imparatorlarından Wu Di döneminde (m.ö. 141-87)
başlamıştır. Örgütlü dinsel topluluklar ise ancak milâdî II. yüzyılda
gelişmiştir. Milâttan sonra 184 yılında imparatorluk güçlerince bastırılan
“Büyük Bansın (Taiping) Yolu” adlı hareket, Taocu öğeler içeren bir
tür mesih
hareketiydi. Dolayısıyla
Taoculuğun bir düşünce sistemi
olmaktan çıkıp bir din habne gelişinin başlangıcı, tanrılaştırılan Lao-tzu’dan Zhang Daoling’e m.s.
142’de geldiği kabul edilen vahiy düşüncesine dayandı- rılabilir. Çünkü üstat olarak anılan Zhang’m
kurduğu
Semavî Üstatlar Yolu
(Tianshi Dao), oğlu ve
torununun önderliğinde
bağımsız bir dinî harekete
dönüşmüştür.
“Beş Ölçek Pirinç Yolu”
diye de bilinen bu örgütlenme
sonucunda siyasal ve dinsel güce sahip
ve Tao kavramını
merkeze alan yeni bir topluluk oluşmuştur.
Kendilerine
özgü yeni ibadet biçimleri de
geliştiren
bu topluluğa göre Taocu düşüncenin temeli, ki adı verilen evrensel enerjinin farkına varmak
ve onu koruma yollarını
öğrenmektir. Öyle ki
bütün
hastalık ve sıkıntıların sebebi, insanda sınırlı ölçüde var olan bu enerjinin bedeni
terketmesidir. Kinin kaybını önleyecek ve geri dönüşünü temin
edecek en önemli yol tövbe ve
pişmanlıktır.
Sessizlik hücresinde belli bir süre kalan
ve secdeye kapanan (kowtow) kişi kaybettiği enerjiyi yeniden geri
kazanabilir. Ayrıca belli yiyeceklerin üstat ve
müritlerce
paylaşıldığı ziyafetler
de hem söz konusu enerjiyi kaybetmeme hem de Tao ile birleşme amacına yönelik uygulamalardır. Yine “nefeslerin birliği” (He
Qi) denilen ve bir rahip yönetiminde gerçekleştirilen toplu cinsel ilişki törenleri vardı; ancak sonraki Budist metinlerde
bunlar iğrenç ve ahlâk dışı uygulamalar olarak tanımlanmıştır.
Zhang
Daoling’in torunu Zhang Lu 215’te büyük Han
hânedanına
bağlı komutan Cao Cao’ya teslim oldu. Altı yıl sonra
Kuzey Çin’de Cao Cao’nun başlattığı Wei hânedanı döneminde de (220-265) Taoculuk, bu hânedan tarafından resmen tanınan bir
inanç
durumuna geldi. Semavî Üstatlar Yolu ile Güneydoğu Çin’in
yerel
dinsel gelenekleri arasındaki
en önemli birleşme IV. yüzyılda gerçekleşti.
IX.
yüzyılda
ise, güneydeki Wu
imparatorlarının
sarayında simyacılıkla uğraşan ve
“büyük
saflık” (Taiqing) geleneğinin temsilcisi sayılan Ge
Xuan ve Ge Hong’un akrabalarından
Xu Mi ve oğlu Xu
Hui ile onların
hizmetindeki
YangXi, "Shongqing (yüce saflık) Mao Shan (Mao dağları)” mezhebi
olarak bilinen Taocu ekolün kurucusu
oldu. 364-370 arasında
Yang Xi ve arkadaşları, Taoculuğa bazı Budist kavramlar kattılar. Taoculuk
düşüncesinin
kaynağı Semavî Üstatlar Yolu
akımında
reforma giderekbaşta cinsel törenler olmak
üzere
bazı uygulamaların önemini azalttılar. Bu
ekolün
temsilcileri ayrıca ayrıntılı kutsal metinler de bırakmıştır.
Ge
ailesinin bir başka
üyesi olan Ge Chaofu yaklaşık 397’de
başladığı
Ling Pao Ching (Kutsal Mücevher Klasiği) isimli eserin, atası Ge
Xuan’e gelen vahiylerden oluştuğunu öne sürer. Eserde Tao, ilksel ve yaratılmamış görünümleri olan bir dizi “göksel değer” (tianzun) biçiminde kişileştirilir. Her biri Tao’nun bir yönünü temsil
eden bu göksel
değerlere veya tanrılara tapınmak V. yüzyılda Taocu
uygulamanın
doruğunu oluşturmuş ve
Semavî
Üstatlar Yoluna özgü görece basit eski törenler Ling
Pao âyinleri
içinde tamamıyla eritilmiştir.
Tang
hânedanı
döneminde (608-907) Taoculuk en parlak dönemini yaşamıştır. Hânedanm ilk imparatoru Li Yuan, Laozıhin soyundan
geldiğini
iddia etmiştir. Song
hânedanı
döneminde (960-1279) imparatorlar Tao- cu
metinlerin derlendiği
yaklaşık 5000 ciltten oluşan Dao
Zanğ1 (Tao
yasaları)
bastırmıştır. Daha
sonra ise Taoculu- ğun yer yer Budist mezhepler karşısında gerilediği ve bölünmelere uğradığı görülür. Ming hânedanı döneminde (1368-1644) bölünme sürecini durdurmak için gösterilen
çabalara karşın XX. yüzyılın sonlarında klasik Taocu gelenekle öğreti farklılıklarını yansıtan çeşitli gelenekler arasındaki kutuplaşma hâlâ sürüyordu. Nitekim bu dönemde Taoculuğun merkezi olan Tayvan’da klasik geleneğe bağlı rahipler “siyah başlar”; bu
öğretiden
ayrılan kültlerin kötü ruhları kovan üyeleri ise
“kızıl
başlar” olarak anılıyordu. Son dönemde Taoculuk’ta
görülen en önemli gelişme ise, 1964’te Hollandalı uzman K.M. Schipper’in Taocu rahipÜğe atanmasıdır. Günümüzde Batılı araştırmacılar
Taoculuğun özellikle Çin kültürünün gelişiminde oynadığı büyük rolü ortaya koyma çabasındadırlar.
EKLER
EK - i
Bîrûnî, Tahkiku mâ li’l-Hind isimli
eserinin ilk sayfalarında, okuyucularını, Hindular’ın her bakımdan müs-
lümanlardan farklı oldukları konusunda uyardıktan sonra, Hinduizm’in yabancılar
tarafından anlaşılmasını zorlaştıran sebepleri sıralar. Bîrûnî’ye göre birinci
sebep, Hint kutsal metinlerinin orijinal dili olan Sanskritçe’dir. Bu dil,
grameri ve fonetik yapısı itibariyle öğrenilmesi zor bir dildir. Aynı kavramın
birden fazla anlamda kullanılabilir oluşu ve değişik durumlar için aynı kipin
kullanılması bu güçlüğü daha da arttırır. Öyle ki eğer konuya âşinâ değilseniz,
kök anlamından hareketle herhangi bir kavramı anlayabilmeniz neredeyse
imkânsızdır. Yine, Sanskritçe’de Türkçe’deki bir tek harfe karşılık bazan dört
(meselâ kırk dokuz
harften
oluşan Sanskrit alfabesinde telaffuzları birbirinden farklı dörder adet t, d ve n harfi vardır) bazan
da üç harfin bulunması (meselâ üç ayrı s harfi vardır) söz konusu dilin yabancılar tarafından öğrenilmesi ve konuşulmasında ciddi sıkıntılar ortaya çıkarır.
Ona
göre,
bütün bu zorluklara, manzum eserlere
vezin zaruretinden yapılan
ilâve veya imâleler ile
özellikle yazma eserlerde çok sık rastlanan
yazım
hataları da eklenince, kutsal metinlerin anlaşılması neredeyse imkânsız hale
gelir.
Hinduizm’in
anlaşılmasını
güçleştiren ikinci
sebep, Hindular’m din anlayışlarının bizden tamamen farklı oluşudur. Sanki, diyor Bîrûnî, bizim
inandığımız
hiçbir şeye onlar
inanmaz ya da onların
inandıkları şeylere bizler
inanmayız.
Genelde, din konusunda kendi aralarında şiddetli tartışmalara rastlanmaz. Onların dine
dair tartışmaları
daha ziyade kavramlar üzerindedir.1
Zikredilen
bu güçlükler,
özellikle burada ele alınması düşünülen Hindular’m din anlayışları ve dharma kavramı konusunda
çok
bârizdir. Çünkü her
şeyden
önce Hinduizm, İslâmiyet veya
diğer
Ortadoğu kökenli
dinler gibi antropomorfik Tanrı merkezli
ve böyle bir Tanrı anlayışına dayalı olarak şekillenmiş inanç ve ibadet sistemlerinden oluşan bir
din değildir.
Vedaîar dönemindeki dinî anlayış büyük oranda bu nitelikte olmasına karşın, sonraki dönemlerde monist ve insan merkezli bir din anlayışı Hint
dünyasında
hâkim olmuştur. İkincisi, dharma terimi, her şeyden önce “din” kelimesinin Sanskritçe karşılığı kabul edilmekle birlikte,
bu anlamı
dışında Hindu kutsal edebiyatında on beş farklı anlamı daha bulunan bir kavramdır.2 Bu anlamlar arasında önemli benzerlikler bulunsa veya onları aynı prensibin muhtelif alanlara uygulanmasından
kaynaklanan
önemsiz
farklılıklar şeklinde değerlendirmek mümkün olsa
bile, dharmanm, herhangi bir kutsal metinde hangi anlamda kullanıldığını kavramak pek kolay değildir. Dolayısıyla dharma, Hindular’m önemli kavramlarından biri olmasının yanı sıra, aynı zamanda, özellikle yabancılar tarafından anlaşılması en zor kavramlardan biridir.3
Dharma, Sanskritçe dhr kökünden türeyen “desteklemek, beslemek ve bir arada tutmak”
gibi mânalara
gelen bir kavramdır. Kelime anlamı itibariyle
“din, şeriat, örf-âdet, fazilet,
görev-sorumluluk,
hakikat, İlâhî adalet,
kendini Tanrı’ya
adama, ahlâk, bir
şeyin
doğası veya karakteri, temel niteliği veya
özü, uygunluk, kurban töreni, iyi
arkadaş,
fedakârlık, davranış ve
tarz” anlamlarında
kullanılır. Bunların yanı sıra dharma, aynı zamanda
ölüm
Tanrısı Yamanın ve
Pandu kardeşlerin
en büyükleri olan
Yudhisthira’nın
da unvanıdır.4 Bu kavramın Hindu
geleneğindeki
başlıca anlamları şu şekilde sıralanabilir:
a)
Her şeyden öncö Chdhaa, âlemin
doğdoındı, özünde var olduğu kabul edilen kozmik bir yasadır. O, âlemdeki
dengeyi sağlayan, buradaki çok değişik varlıkları ve olayları âhenk içerisinde
tutan ezelî-ebedî bir prensiptir. Hindular’a göre, bütün kutsal metinler, insanların
bu doğal yasaya uygun hareket ederek mutlak helâktan kurtulmalarını sağlayan
kuralları içerir. Dolayısıyla kutsal literatüre uygun davranışlar dharmayı güçlendirirken,
gayri ahlâkî davranışlar onu sarsar; hem bu eylemlerde bulunan kimselerin hem
de top- yekün âlemin yok olmasına sebep olur. Nitekim Manu Kanunnâmesinde,
kralların kanunlarını bu evrensel kanuna uygun biçimde hazırlamaları tavsiyesinden
sonra şu ifadeler yer alır: “Dharma ihlâl edilirse, o da helâk
eder.
Korunursa, o da sizi korur. Dolayısıyla dharma hiç tahrip
edilmemeli ki sizi helâk etmesin.”5
Yine
Gita’nm şu ifadelerinde de Tanrı’nm enkarne
etmesinin, yani değişik
varlık formlarında yeryüzüne gelişinin sebebi
olarak dharmanm zevâli ve
adharma- nın dharma üzerine hâkim oluşu gösterilir ki, dharma kavramı burada
da “âlemdeki
evrensel denge ve âhenk yasası” anlamında kullanılmıştır:
Ey Arjuna! Her ne zaman ki
dharmada düşüş, adharmada artış olur,
işte ben o zaman enkarne ederim,
iyilerin korunması, kötülerin cezalandırılması ve dhar- manın yeniden
tesis edilmesi için ben zaman zaman yeryüzüne gelirim .6
Bu
anlamı itibariyle dharmanm, Vedalar
dönemindeki rta ve daha sonraki dönemlerde genel nedensellik ve ahlâkî anlamda
enerjinin korunumu yasası
biçiminde tasvir edilen karma anlayışıyla yakından ilgili olduğu dikkat
çeker. Zira Rig Veda İlâhilerinde, hazan Agni, Soma ve Varuna gibi önemli tanrılarla özdeşleştirilen bazan da onlar tarafından konulan ve korunan evrensel
bir kanun olarak nitelendirilen rta, hem ahlâkî hem
de kozmik önemi haiz bir kanundur. Kişilerce o,
âlemde daha hiçbir nesne
yokken var olan bir prensip
olarak tanımlanır.
Mevsimlerin düzeni ve
birbirini izleyişi,
gece ve gündüzün arka
arkaya gelişi,
bütün ırmaklar denizlere
boşaldıkları
halde denizlerin taş- mayışı gibi bütün doğa olaylarındaki düzenin kaynağı rtadır.
Bunun yanı sıra, iyilerin mükâfatlandırılması ve kötülerin cezalandırılmasının sebebi de yine rta yasa- sıdır.7 Kısacası o, âlemdeki her
türlü
düzen ve âhengin kaynağıdır. Buna göre Vedalar sonrası kutsal
literatürde hemen hemen aynı anlamlarda
kullanılan
dharma
terimi, ahlâkî boyutu daha fazla ön plana çıkan
rta yasasını ifade eden bir kavramdır.
Dharma, kozmik ve ahlâkî bir yasa olması bakımından
Hinduizm’deki karma, samsara ve mokşa anlayışlarıyla da çok
yakından ilgidir. Zira o, varoluşla ilgili diğer bütün alanları kuşatan
evrensel bir yasadır, hiçbir şey onun kapsamı dışında değildir. Dolayısıyla
böyle kapsamlı bir yasanın, karma yasasını dışarıda bırakması söz konusu
olamaz. Diğer taraftan, bireysel ruhların iki temel niteliği olan samsara
ve mokşa da yine dharma yasası gereği yaşanan hallerdir. Çünkü mokşa,
dharma yasasına uygun davranış sergileyen bireylerin kavuşacakları mutlak
kurtuluş halini, samsara ise bu yasaya tam mânasıyla riayet etmeyenlerin
karşılaştıkları acılı ve sıkıntılı durumu ifade eden kavramlardır.8
b)
Dharma teriminin bu anlamıyla çok yakından alâkalı
diğer bir mânası da onun, kutsal metinlerde vazedilmiş ve uyulması insan
açısından zorunlu olan kurallar manzumesi anlamında kullanılmasıdır.9 Hindular’a
göre bu kuralların amacı, hem insanların diğer insanlar ve canlılarla
ilişkilerinin düzenlenmesi hem de bireysel ruhun Tanrı ile ayniyetini idrak
etmesidir. Böylece dharma, topyekün âlemi krta-yuga aşamasındaki düzen
ve âhenk durumuna yeniden ulaştırmak veya bu durumu muhafaza edebilmek
amacıyla ortaya konulmuş İlâhî kurallar anlamına gelir. Dharma bu
anlamında Türkçe’deki din veya şeriat kavramlarının Hint
dinlerindeki karşılığı olarak düşünülebilir. Hindular kendi dinlerini “dharma”
veya “sanatana dharma” diye adlandırırken, söz konusu kavramı genellikle bu
anlamda kullanırlar.10 Bu tanım, dharma- nın ilk anlamıyla
yakından ilgilidir. Zira, hem yukarıda sözü edilen kozmik yasa ile bu kutsal
metinlerin
kaynağı aynıdır hem de kutsal metinlerde yer
alan kurallar, insanların bu evrensel yasaya uygun hareket etmelerini sağlamak
amacıyla vazedilmişlerdir. Bundan dolayı “sanatana dharma” denildiğinde
genellikle Tanrı Brahma’dan11sudûr eden âlemin özüne ve doğasına
uygun biçimde, bu âhenk halinin devam etmesini sağlayan kurallar bütünü
kastedilir ki, böyle bir din tanımının bizim “fıtrî din” veya “tabii din”
anlayışımızla büyük benzerlik gösterdiği söylenebilir.12
Hindular’ın “sanatana dharma” diye
nitelendirdikleri bu dinin diğer özellikleri ise şunlardır:
ı. O, her şeyden önce insanın Tanrı ile özdeşliğine
önem verir.
2.
Özellikle Vedalar sonrası kutsal
literatüre göre, Tanrı dışarıda değil, bilakis insanın içindedir. Kişinin,
O’nun varlığını idrak etmesi, ruhsal gelişimin zirvesi kabul edilir.
3.
Böyle bir idrak seviyesine ulaşmak için kişi,
öncelikle kendini aşmalıdır. Kendini aşma, bireyin bedensel, zihinsel ve aklî
değişimi demektir.
4.
Böyle topyekün bir değişimi gerçekleştirebilmek
için birey, geleneksel karma, bhakti ve jnana yöntemlerine
karşılık olabilecek fiziksel gelişim, duygusal gelişim ve entelektüel gelişim
basamaklarından geçmek zorundadır.
5.
Hinduizm tarafından önerilen muhtelif uygulamalar
(yoga egzersizleri), bireyin, böyle yüce bir gayeye hazırlanması veya tanrılık
statüsünü kazanması amacına yöneliktir. Bu uygulama ve temrinler, tıpkı bilimsel
icat ve keşifler için gerekli deneyler gibidir. Nasıl ki deney olmadan bilimsel
ilerleme ve keşifler imkânsız
ise,
dinin önerdiği
pratikler yapılmadan da ruhsal gelişim imkânı olamaz.
6.
Bu Bu bakımdanıHinduizm’de,çgerçeksanlamda;d
ma, kast ve mezhep ayırımı yoktur. Dolayısıyla o, sanatçına dharmadıt
ve modern çağa en uygun dindir.13
Dharma teriminin, özellikle bu anlamı açısından, her
bakımdan bizdeki tasavvufi din anlayışına tekabül ettiği söylenebilir. Ancak
hataya düşmemek için, onun aynı zamanda daha farklı anlamlarda da
kullanıldığını ve dharma teriminin yegâne anlamının bu olmadığını hiçbir
zaman hatırdan çıkarmamak gerekir.
7.
DhaDharma terimininjoldukçaayaygın üçüncüıanl ise, “bireyin sosyal
statüsüne veya içinde bulunduğu duruma uygun davranış”tır. Başka bir ifadeyle dharma,
bireyin toplumsal, ahlâkî ve kanunî yükümlülüklerine delâlet eder. Bundan
dolayı Hinduizm’de kişinin mensubu olduğu kast ve yaşadığı hayat tarzıyla
ilgili bütün sorumluluklarına “varnasrama-dharma” denir. Bunlar kişinin kendi
iradesiyle seçip üstlendiği sorumluluklar olmayıp, ona doğuştan verilmiş İlâhî
kaynaklı yüküm- lülüklerd I ir. Bunlar bireysel hayatın her yönünü ilgilendiren,
dinî ve dünyevî her türlü sorumluluğu kuşatan kurallardır.14
Bunların yanı sıra insanların yaşının, kast
veya sosyal statüsünün belirleyici olmadığı, herkes tarafından yerine
getirilmesi gereken genel görev ve sorumlulukları da vardır. “Sadharana
dharma” adı verilen bu prensipler, aslında “hiçbir canlıyı
yaralamama-öldürmeme” (ahimsa), “doğruluktan ayrılmama” (satya),
“hırsızlıktan kaçınma” (asteya), “zinaya yaklaşmama” (hrah- macharya)
ve “dünya malına karşı tamah göstermeme” (aparigraha) gibi evrensel
ahlâk kurallarıdır.15
Toplumsal
hayatın
düzeni ve bireysel kurtuluşun gerçekleştirilebilmesi bakımından,
bütün bu sorumlulukların mutlaka yerine getirilmesi
gerekir. Ancak “sadharana dharma” adı verilen
genel ahlâki faziletlerin icrası sırasında, bunlarla kasta veya yaşa ait
sorumluluklar arasında bir
çatışma ortaya çıkarsa, birinciden
feragat edilerek ikinci tür sorumluluklar
tercih edilir.16 Zira Bhagavad Gita da., “svadharma” (özel mükellefiyet) adı verilen bu sosyal ve ahlâkî mükellefiyetler, söz konusu kimsenin kişisel konumuna
ve özelliklerine
en uygun davranışlardır. Dahası, kişinin başkasına ait mükellefiyetleri çok iyi eda etmektense, kısmen de
olsa kendi sorumluluklarını
yerine getirmesinin daha doğru olduğu zikredilir17 ve bir kimsenin
kendi aslî
sorumluluklarını yerine
getirirken hiç
tereddüt göstermemesi
tavsiye edilir.18 Aksi halde, hem bireyin günahkâr olacağı ve onurunun zedeleneceği hem de toplumsal çöküntü ve
topyekün
helâkm meydana geleceği kabul
edilir.19
Dharma kavramının Hint Mimamsa ekolünde de
genellikle bu son anlamda kullanıldığı söylenebilir. Burada dharma terimi, karma
kavramıyla
aynı anlamı, yani
dinî ve dünyevî her
türlü
görev ve sorumluluğu ifade eder. Mimamsa ekolüne göre dharma, insanların uymaya mecbur olduğu emir
ve yasakları
ifade eder. Bunlar nitya
(zorunlu), kamya (iradî) ve
pratisiddha (yasaklanmış)
olmak üzere üç gruba
ayrılır.
Nityadharma, genellikle günlük dualar
(sandhya) ve bireylerin özel hayatlarıyla ilgili doğum, ölüm ve asalet ipini takınma törenleri (namakarana, upanayarıa ve
arıyesti
samskara) gibi mutlaka yerine getirilmesi
gereken dinî
mükellefiyetlere delâlet eder.
Kamyadharma ise, İslâm dininde
“nâfile”
veya “müstehap” olarak tanımlananlara benzer
şekilde, daha
ziyade sevap kazanma amacıyla icra
edilen, çoğunlukla dinî niteliği ağır basan davranışlar anlamına gelir. Bazan da insanların belirli bir amaç için icra
ettikleri dinî
törenler anlamında kullanılır. Prati-
siddhad.harma.ya.
gelince, İslâm dinindeki haramın karşılığıdır ve kutsal metinlerce yapılması yasaklanan
eylemler için kullanılır.20 Görüldüğü gibi dharma terimi bütün bu
kullanımlarda
dinî önemi haiz ibadet, dua ve dinî yasakları ifade etmektedir.
8.
Dha
Dharma kavramı,1özellikle Jainizm
ve Budiz daha teknik ve farklı bir
anlamda kullanılır.
Buna göre dharma, âlemin ve
varoluşun
nihaî unsurları veya
prensipleri anlamına
gelir. Nitekim Jainizm’de dhar-
ma, varoluşun
altı ana unsurundan/şartından biridir; yani o, hem pudgala
veji ı va atomlarının hem de eşyanın hareketine
imkân veren ezelî-ebedî prensibin adıdır.21 Dharma,
balıkların
denizdeki hareketine imkân veren
su gibidir. Nasıl ki balıkların ve diğer deniz
canlılarının
varoluşu ve hareketleri suya bağlıdır, tıpkı bunun gibi her türlü fenomenin
varoluşu
ve hareketi de dharma unsurunun varlığına bağlıdır. Zira hem pudgala vejiva atomlarının birbiriyle ilişkiye girerek
dünyevî
varlıkları oluşturmaları hem
de bu varlıkların
fenomenler dünyasındaki hareketleri ancak dharma
unsuruyla mümkündür.
Bununla birlikte atomların hareket
yetenekleri onların özündedir; bu, dharma tarafından onlara verilen bir nitelik değildir. Bu
yönüyle dharma, sadece, atomlara sahip oldukları yetenekleri
kullanma ve sergileme imkânı sağlayan bir vasıtadır.22
Aynı şekilde Budizm’in Sarvastivada ekolünde de
dharma terimi, varoluşun mutlak
unsurları
veya prensipleri anlamında kullanılmıştır. Ancak burada o, muhtelif varoluş unsurlarından herhangi birine değil,
hepsine
delâlet eder. Nitekim “Nikaya” olarak
bilinen kutsal literatürde
550 dharmadan, Mahapari-nibbana
Sutta’da ise 1011 dharmadan söz edilir.
Bu unsurlar “bağımlı
nedensellik/varoluş kanununa”
(pratitya-sa- mutpada) göre fenomenleri
oluşturur
ve onların gelişimini sağlar. Söz konusu ekolde bu unsurlar, görünürler âleminin kurallarına göre hareket edenler-etmeyenler, tanınma süreçleri ve üç boyutlu
Budist kozmolojisindeki hayatın akış süreciyle ilişkilerine göre olmak üzere çeşitli şekillerde tasnif edilirler.23 Görüldüğü gibi,
dharma kavramı burada da, yukarıdakilerden farklı anlamda, varoluşun ana
unsuru yani atom mânasında
kullanılmıştı I
r.
Sonuç olarak
dharma, Hint dinlerinde insanların ilgi alanları, kültürel durumları ve dinî yönelişlerine göre çok çeşitli anlamlarda kullanılmış bir kavramdır. Tanrı’nm varlığına inanan dindar bir Hindu’ya göre dharma, âlemin düzen ve âhengini sağlayan ilâhî bir kanun; bir hukukçunun gözünde ise, doğruyu ve
yanlışı
birbirinden ayırt edebilmeye
ve böylece adaletin ve huzurun sağlanmasına imkân veren önemli bir
kriterdir. Aynı şekilde, bir felsefe öğrencisine göre o, evrendeki
uyumun kaynağı olan kozmik bir prensip, âlemin ve
varoluşun
ana unsuru veya böyle ana
unsurlardan biridir. Kısacası dharma,
bilimsel açıdan
eşyanın niteliklerine; ahlâkî ve
hukukî anlamda görev ve
sorumluluklara; genel anlamda ise, din, şeriat, örf ve âdet gibi
farklı anlamlara delâlet eden
oldukça
kapsamlı bir kavramd ır.
EK - 2
HİNDUİZM’İN DİĞER DİNLERE BAKIŞI*
I. Giriş
Dünyadaki en
eski dinî geleneklerden biri olan Hinduizm, yaklaşık 3500-4000
yıllık bir mâziye sahiptir.
Bu tarihsel süreçte onun diğer dinlere
karşı tutumunu bütün yönleriyle ayrıntılı olarak ortaya koymak, sanıldığından da zor bir iştir. Özellikle teşekkül dönemine ait yazılı belgelerin
azhğı, belli bir kurucusu veya sistemleş- tiricisinin olmayışı ve
bütün
mensuplannı kapsayan
bir dinî
teşkilâtının bulunmayışı sebebiyle
Hinduizm’in bu konudaki tavrını detaylı biçimde ortaya koymak neredeyse imkânsızdır. Bununla birlikte, Hindu kutsal metinlerinin konuyla ilgili ifadelerinden ve günümüz Hin-
dular’mm diğer dinlere karşı tavırlarından yola çıkarak,
Bu yazı, 8-9
Kasım 1996 tarihlerinde Ankara’da yapılan “Türkiye Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumunda bildiri olarak sunulmuş ve
Dinler
Tarihi Araştırmaları fde
(Ankara: Dinler Tarihi Demeği Yay.,
1998, s. 129-145) yayımlanmıştır.
Hinduizm’in
diğer dinlere bakışını kısmen de olsa tespit edebilme imkânı mevcuttur.
Bu bağlamda,
daha ilk bakışta dogmatik,
uzlaşmacı
ve çoğulcu yaklaşım biçimlerinin her üçünü birden
aynı anda Hindular’m diğer dinlere
yaklaşımında
görmek mümkündür denilebilir.
Ancak bu yaklaşım
tarzları Hindu toplumunda hiçbir zaman
eşit oranda temsil edilmemiştir. Genelde dogmatik yaklaşım tarzı, hâkim davranış biçimi olmakla beraber, özellikle İslâm ve Hıristiyanlığın siyasal ve kültürel ağırlığını hissettirdiği dönemlerde
uzlaşmacı ve çoğulcu yaklaşım tarzlarının da Hindu kitleler arasında oldukça revaçta olduğu görülmektedir.
Bu
çalışmada,
özellikle XIX. asrın sonları ve XX. asrın başlarında kısmî bir çoğulculuğu, en azından hayatlarının belirli dönemlerinde savunmuş dinî ve siyasî liderlerin
yaklaşım
biçimleri tasvir edilmeye ve dayandıkları dinî-rasyonel temeller belirlenmeye çalışılacaktır. Ancak bundan daha önce, klasik
Hindu düşüncesinde
dinî çoğulculuğun temeli
kabul edilen “sanatana dharma” anlayışı ile
Rig Veda ’ nm sıkça tekrarlanan “Ekam sad vibhra bahutha vadarıti (Aslında hakikat
tektir, azizler onu farklı isimlerle
çağırırlar)”1
ifadesi ve adhikara kavramıyla ilgili bazı tartışmaları ele almanın konunun
anlaşılması
açısından yararlı olacağı düşünülmektedir.
A.
iSanattana Dh!arma
Hindular, kendi inanç sistemlerine “sanatana
dharma” veya sadece “dharma” adını verirler. Dharma; Hıristiyanlık, İslâm ve
Budizm gibi tarihin belli bir döneminde teşekkül etmiş bir sistem değil,
Brahma’nın nşzler aracılığıyla insanlığa bildirdiği ezelî-ebedî kanundur.
Pratikte yaşanan biçimiyle ise “dharma”, birbiriyle çok
fazla bağlantılı olmayan pek çok mezhebin
hepsine verilen genel bir isimdir.2
Modern dönemde ise dharma, genelde iki şekilde
anlaşılmıştır. îlk olarak, sanatana dharma teriminin sadece birbirinden
farklı özellikler gösteren çeşitli dinî mezheplerin toplamını ifade eden, içi
boş genel bir kavram olmadığı, aksine, kendine has birtakım özellikleri ve
inançları olan bir dinî sisteme delâlet ettiği ispat edilmeye çalışılmıştır.
Bunun için, çeşitli Hindu ilmihalleri yazılmak suretiyle sanatana dharmanın
ayırt edici özellikleri ortaya konulmaya çalışılmış ve bunlar kutsal metinlere
atıflar yapılarak temellendirilmek istenmiştir. P.V. Kane’nin History of
Dharma Shastra’sı ve C. Bose’nin Cathesism of Hindu Dharma’sı bu
amaçla kaleme alınmış son dönem eserlere iki örnektir.
İkinci olarak, sanatana dharmanın
yeryüzündeki bütün inanç sistemlerini kapsayan bir üst yapı, evrensel din veya
din ötesi bir sistem (meta religion) olduğu ispat edilmek istenmiştir.
Özellikle Yeni Hinduizm akımının öncüleri kabul edilen S. Vivekananda, S.
Radhakrişna ve A.K. Banerjee gibi dinî liderler bu nokta üzerinde durmuş;
Sanatana Dharma’nın ne olduğunu açıklamaktan ziyade ne olmadığını göstermeye
çalışmışlardır. Bu anlayışa göre, ister Hint kökenli olsun ister olmasın,
dünyadaki bütün inanç sistemleri ayrı, başlı başına birer din değil, Hinduizm
içerisinde yer alan Şivacılık, Vişnuculuk, Tantrizm gibi birer mezheptir ve
bunlar hiçbir zaman Sanatana Dharma (Hinduizm) ile mukayese edilemezler.
Meselâ, S. Vivekananda’nın şu ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır:
“Hıristiyanlık’la mukayese edildiğinde Budizm, ondan daha eski, daha köklü ve
daha evrensel olan bir dindir. Buna rağmen Sanatana Dharma’nm
kapsayıcılığı ve evrenselliği karşısında o bile ancak bir mezhep konumundadır.”3
Aynı şekilde, Vivekananda’nm çağdaşı S.V.
Ketkar da Avrupa’da kullanılan “din” kelimesinin Sanskritçe karşılığının sampradaya olduğunu; mezhep,
fırka
anlamına gelen bu terimin Hinduizm’i tanımlamada yetersiz kaldığını ileri
sürer.4
Yeni
Hinduizm akımına mensup bütün liderlerin
yazılarında
bu türden pek
çok ifadeye rastlamak mümkündür. Bütün bunlarda ısrarla vurgulanan
nokta, Hinduizm’in sıradan bir din olmadığı ve
başka
hiçbir dinî sistemle
karşılaştırılamayacağı
tezidir. Buna göre, diğer bütün sistemler, Sanatana Dharma’mn
tahrif edilmiş veya yanlış yorumlanmış biçimleridir. Nitekim S. Radhakrişna Hinduiizmle ilgili olarak “O, sadece Hindistan adı
verilen coğrafi bölgeyle sınırlı bir din değil, dünyanın en ücra köşelerine
kadar yayılmış bir inanç sistemidir”5 derken, hem Sanatana Dharma’nm
evrenselliğini hem de onun doğal din olma özelliğini dile getirmektedi i r.
Aynı şekilde Vivekananda’nm 26 Eylül 1893’te
Şikago’da Dünya Dinleri Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada, Budistler’i,
aslında Vişnu’nun bir avatarı olan Buda’nm evrensel mesajını yanlış
yorumlamakla itham etmesi de6yine Sanatana Dharma’nm evrensel din veya
insanlığın doğal dini şeklinde anlaşılması varsayımına dayanmaktadır.
B.
‘ “HakikaIt Tektir...” Öğ!reti ! si
Dinî pluralizm ve dinler arası ilişkiler söz
konusu olduğunda, Rig Veda ’ da. ve diğer kutsal metinlerde yer alan bu
ve benzeri ifadeler,7 Hindu entelektüeller ve din adamları tarafından sıkça
dile getirilir ve bu sayede 240
Hinduizm’in diğer dinlere yaklaşımının ne kadar
hoşgörülü olduğu ortaya konmaya çalışılır. Ancak konu yakından incelendiğinde,
her şeyden önce, özellikle bu ifadenin klasik Hindu geleneğinde ve Yeni
Hinduizm akımında farklı biçimlerde anlaşıldığı ve yorumlandığı dikkati çeker.
Meselâ, buradaki bahutha kavramı, geleneksel anlayışta sadece
Hinduizm’den değişik sebeplerle ayrılmış dinî mezhepler ve felsefî ekoller
olarak yorumlanmıştır. Hâlbuki XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
gelişen Yeni Hinduizm akımında aynı ifade, Hint alt kıtasında gelişen bütün
dinî sistemleri Hinduizm’in içerisinde görmenin ötesinde, dünyadaki bütün inanç
sistemlerini de kapsayacak şekilde anlaşılmıştır. Üstelik klasik düşüncede
Hinduizm’den kaynaklanmış olmalarına rağmen, Vedalar
ın
otoritesini tanımayan ve bu kutsal metinleri güvenilir bir bilgi kaynağı olarak
görmeyen Ajivika, Carvaka, Jainizm ve Budizm gibi ekoller bile, “Hakikat
tektir”8 ifadesinin kapsamı dışında görülmüş ve Nâstika (heretik)
olarak isimlendirilmişlerdir. Nitekim klasik dönem düşünürlerinden
Şankaraçarya’ya göre, akıl yürütme ve tecrübe, yegâne hakikat olan Brahma’nın
mahiyeti konusunda güvenilir ve meşru bilgi kaynakları sayılamaz. Zira bu
konudaki yegâne bilgi kaynağı Vedalar dır. Dolayısıyla bu kutsal metinlerin otoritesini
tanımayan bütün felsefî ve dinî ekollerin, kişiyi aynı gerçekliğe götüren
alternatif yollar biçiminde görülmelerine imkân yoktur. Çünkü tek gerçeklik
olan Nirguna Brahma’nın mahiyetiyle ilgili, birbirinden farklı ve çelişkili
ifadeler söz konusu olamaz.9
Farklı anlayışlar ve inançlar, olsa olsa Saguna
Brahman hakkında söz konusu olabilir. Çünkü avidyanm
esaretinde
hareket eden böyle kimseler, diyor Şankara,
Brahma’nın mutlak bilgisinden mahrum oldukları için, onu, körlerin fil
tarifine benzer biçimde
tanımlarlar. Üstelik sahip
oldukları
kısmî ve göreceli bilgileri
Brahma’nın
mahiyeti konusunda yegâne bilgi
farze- der ve yanılgıya
düşerler.10 Şankara’ya göre, insanların jnanamargayı (mârifet yolu) bırakıp nihaî kurtuluş yolu olarak karmamargayı (amelî yol)
tercih etmelerinin sebebi de yine avidyâ ve
onun sebep olduğu
yanlış inançlardır.11
Başka bir
klasik dönem
düşünürü Kumarila ise, dinî çoğulculuk konusunu Smriti adı verilen
kutsal edebiyatın
Hinduizm’deki yeri ve statüsünü tartışırken ele alır. Ona
göre, Vedik âyinler konusunda
ayrıntılı
bilgi içeren Kalpasutralar
ve Smriti kategorisindeki bütün kutsal
metinler, insanüstü
ve İlâhî niteliği haiz olan ve herhangi bir yazarı bulunmayan
Vedalar’m bir devamı veya
parçası olarak görülemezler. Kutsallık ve dinî otorite bakımından da hiçbir şekilde Sruti ile karşılaştırılamazlar. Ayrıca, bu metinlerde yer alan görüşlerin ve anlayışların dinî açıdan bağlayıcılığı da Vedalar la uyum halinde olmalarına bağlıdır'. Zaten Vedalar’la
çelişen her türlü ifade ve anlayış, dinî açıdan kesinlikle yanlıştır ve
reddedilmelidir.12
Kumarila, Jainist ve Budist sistemlerle ilgili
de şöyle der: “Onlar bünyelerinde pek çok Vedik unsuru bulundurur, fakat bunu
inkâr ederler. Onların bu durumu, ebeveynlerinin kendi üzerindeki haklarını
inkâr eden hayırsız çocukların tutumlarına benzer.” Bunların, diyor Kumarila,
dünyanın diğer sistemlerine nazaran gerçeğe daha yakın olmakla birlikte, vedamûlatva
(gerçeklik konusunda Vedalar ı kriter kabul etme) prensibine
uymamaları sebebiyle hakikatin değişik tezahürleri gibi görülmeleri doğru
değildir.13
Kumarila’nın çağdaşı Jayanta, dinî çoğulculuk konusunda Şankaraçarya ve Kumarila tarafından benimsenen vedamülatva ölçütünü kabul
etmez. Ona göre, geleneksel benzerlik ve ortak
kabuller de dharma ve adharmayı belirlemede
önemli değildir.
Jayanta’ya göre, meşruiyet konusundaki temel ölçüt, “Bir
fikrin insanlar tarafından
benimsenip benimsenmemesi-
dir.”14 Ancak bu toplumsal kabul kriteri, muğlak ve
göreceli oluşu sebebiyle
Hinduizm tarihinde genel kabul görmemiştir.
Diğer bir
klasik dönem filozofu Bhartrhari’nin dinî çoğulculuk konusundaki anlayışı ise
oldukça
ilginçtir ve onun düşünceleri Jayanta’nm aksine, çağdaş plü- ralist düşünürler üzerinde oldukça etkili olmuştur. Bhartrhari’ye
göre
dinî plüralizm, mutlak
olanın
içsel farklılaşması, yani
kendi kendini farklılaştırmasından
kaynaklanır. Ona
göre ilk derunî farklılaşma Vedalar şeklinde ortaya
çıkmıştır
ve bu farklılaşma süreci, dünyada mevcut değişik dinî gelenekler biçiminde devam
etmiştir.
Başka bir ifadeyle, Tanrı’nm Vedalar
daki ilk açılımı, değişik kültürel ortamlardan ve zaman dilimlerinden geçmek suretiyle
bugün
dünyamızdaki farklı gelenekler
biçimine
ulaşmıştır.15 Yine
o, bu açılım
sürecindeki farklılaşmada Vedalar ’ m.
arthavâda16 ile
ilgili ve yoruma açık ifadelerinin
de önemli
payı olduğu kanaatindedir.
C. Adh1ikâra
Sanskritçe adhikr fiilinden türeyen bir
isim olan adhikâra, kelime
anlamı itibariyle “otorite, yetkinlik, görev ve
sorumluluk” gibi anlamlara gelir ve tabiattaki veya toplumdaki hâkim fonksiyon
ve unsurlara delâlet eder. Bu anlamlarının yanı sıra adhikâra, zaman zaman
da
kutsal metinler ve dinî
öğretilerdeki hâkim unsuru
ifade etmek için
kullanılmıştır.17
Pratikte
ise adhikâra, daha
ziyade dinî
törenleri icra edebilme veya onlara katılabilme yetkinliğini belirleyen psikobiyolojik bir teori şeklinde anlaşılmıştır. Bu teoriye göre insanlar,
yaratılışları
itibariyle belirli meslek ve
hayat tarzlarına
daha yatkındır. İnsanların yatkın oldukları bu işlerde istihdam
edilmeleri hem bireysel hem de toplumsal huzur açısından son
derece önemlidir.
Ancak adhikâranm böyle, genel bir sınıflama
teorisi şeklinde
anlaşılması birden
değil, tarihsel süreçte tedricen
olmuştur.
Nitekim Mimamsa-sutra’lzr- da
adhikâra kavramı, Vedalar’da emredilen dinî törenlere katılabilme ehliyeti olarak kabul edilir.
Buna karşılık
Şankara onu, Brahma’yı araştırma ehliyeti veya nihaî kurtuluşa ulaştıran bilgiyi elde etme liyakati şeklinde anlamış ve yorumlamıştır.18
Bu
anlayışın
Hinduizm’in ilerleyen tarihî gelişimi içerisindeki tezahürü, kast sisteminin kutsanarak kurumsallaştırılması ve dinî törenlerin sadece üst kast
mensuplarına
hasredilerek sudralar ve paryalar
gibi diğer sosyal sınıfların dinî ibadetlere katılabilme veya kendi başlarına dinî tören icra edebilme özgürlüklerinin ellerinden alınması şeklinde olmuştur. Öte yandan, Hinduizm dışındaki din
mensuplarının
barbar ve câni (;mleccha)
kabul edilmelerinin temelinde de yine bu anlayışın bulunduğu söylenebilir.
Klasik
Hindu düşüncesinin
diğer inanç sistemlerine karşı tutumunda
etkili ve belirleyici olan bazı temel
kavramlara kısaca
işaret ettikten sonra, modern dönemde
Hinduizm içerisinde
dinî çoğulculuğu savunan
bazı
önemli düşünürlerin ve
din adamlarının
konuyla ilgili görüşleri ele
alınabilir.
II. Ramaktrişna
1836-1888 yılları arasında Bengal’de yaşayan
bir mistik olan Ramakrişna, yeryüzündeki pek çok dinî geleneğin mevcudiyetini,
Tanrı’nm insanlara bir lutfu ve inayeti olarak görür ve her bir geleneğin, tam
anlamıyla uygulanmak şartıyla, insanları Tanrısal varlığın idrak edilmesi
olan en yüce gayeye götüreceğine inanır.19 O, bu düşüncesini birçok örnekle
açıklamaya ve gerçekliğini göstermeye çalışmıştır. Ramakrişna’nm bu konuda sık
sık verdiği örneklerden sadece ikisini zikretmek istiyoruz. Bunlardan ilkinde
o, Tanrı-insan ilişkisini anne ile çocukları arasındaki ilişkiye benzetir ve
şöyle der:
Nasıl ki bir anne bütün çocuklarına aynı yemeği
vermez; henüz küçük olanlarına hazmı kolay sıcak çorba verirken, yetişkinlerine
de, misal olarak, balık ve pilav gibi ağır yemekler verir; Tanrının da
insanlara karşı tavrı aynen böyledir: O da her insana, ruhî durumuna uygun bir
dinî sistem önerir, böylece herkes yaşadığı dinî ve ruhî hayattan zevk alır
hale gelir.20
ikinci örnekte ise Ramakrişna, dinî çoğulculuğu
bir evin çatısına değişik yollardan ulaşma biçimi gibi görür ve şöyle der:
Tanrı her yolla idrak edilebilir. Bütün dinler
doğrudur. Önemli olan çatıya ulaşmaktır. Buraya beton, ahşap veya bambu
ağacından yapılmış merdivenlerle çıkmak mümkün olduğu gibi, biraz zorlanmak
pahasına bir ip parçası yardımıyla ulaşmak da mümkündür.21
Ramakrişna bu iki örnekte ve aynı mahiyetteki
diğer örneklerinde, ısrarla, inanç sistemleri, felsefeleri ve ibadet biçimleri
farklı olsa da bütün dinî sistemlerin ortak amacının TanrIının idrak edilmesi
olduğunu
savunur.
Bunun için de önemli olan,
her dinin öngördüğü
emir ve yasaklara uygun hareket
ederek bir an önce bu gayenin gerçekleştirilmesini sağlamaktır.22
Onun
bu basit ve sade düşünceleri
başta Viveka- nanda olmak üzere kendisinden
sonra gelen pek çok din adamı ve
düşünür
tarafından da örnek alınmış ve geliştirilmiştir. Bununla beraber, dinî çoğulculuk konusunda ortaya çıkan şu iki
olumsuz gelişme de bu me- yanda zikredilmeye değer niteliktedir.
Bunlardan birincisi, bütün dinlerin
hakikat olduğu ve insanları aynı gayeye götürdükleri iddialarına rağmen, dinlerin tasnifi
konusunda, zamanla hiyerarşik
bir yapının oluşması ve böyle bir
yapıda
dinî çoğulculuk düşüncesinin, yerini dinî dogmatizme
bırakmasıdır.
Çünkü bu hiyerarşik yapı içerisinde, temelde Şankaraçarya’nın öğretilerine dayanan Advaita düşüncesi ve
bu sisteme uygun dinî hayat, dindarlar için en
yüksek dereceyi temsil etmektedir. Bunun dışında kalan
diğer
dinî sistemler ise, din- darıAdvaita düşüncesine ve ibadetlerine hazırlayan bir nevi alt basamaklar olarak görülmeye başlanmıştı I r. Bu anlayış öylesine yaygınlaşmıştır ki, S. Vivekananda bile, karmamarga
ve bhaktimargayı, kişiyi mutlak
kurtuluşa
ulaştırmaları bakımından mukayese
ederken, bhakti düşüncesine yer veren Vedalar dininin diğer dinsel
geleneklerden daha üstün olduğunu ve kurtuluşa ulaştıran yolun sadece Hindistan’da bulunduğunu iddia edecek hale gelmiştir.23 Yine böyle bir
anlayışın
sonucu olarak, Hindistan’daki
problemlerin temelinde Budist ve Jainistler’in gerçek din
olan Sanatana Dharma’dan uzaklaşmış olmalarının yattığı düşünülmeye
başlamıştır. Nitekim
Vivekananda bu görüşü
“îsâ Romalılar’ı çökerttiği gibi,
onlar da Hindistan’ı
dinî ve siyasî açıdan çökertmişlerdir” diyerek açıkça dile
getirmişti
i r.
Vivekananda’ya göre, onların hedefleri doğru
olsa bile, hedefe ulaşmak için tuttukları yollar ve vasıtalar yanlıştır.24
Aynı düşünceleri, Vivekananda’dan sonra Ramakrişna teşkilâtının başına geçen Swami Ghena- nanda ve Swami Ranganathananda da savunmuştur. Bunların her
biri Vedalar’ın en doğru yorumu olan Vedânta nırı diğer bütün
dinî sistemlere nazaran daha üstün olduğunu iddia etmiştir.25 Bu
yaklaşım tarzının günümüzde dogmatik bir şekilde sürüp gittiği rahatlıkla
söylenebilir. 6 Aralık 1992 tarihinde Ayodha’daki Bâbür Camii’nin Hindular
tarafından yıkılması ve sonrasında meydana gelen olaylar, Hindular arasındaki
çoğulculuk fikrinin hangi safhada olduğunu göstermesi açısından dikkate değer
bir örnektir.
Ramakrişna’dan sonra dinî plüralizm konusunda
meydana gelen ikinci önemli gelişme ise, yukarıda ifade edilen hiyerarşik yapı
anlayışının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan “din ve dinler” ayırımıdır.
Burada din, Advaita Vedânta düşüncesiyle aynileştirilmiş ve onun en iyi
ifade biçimlerinin Vedalar ve Upanişadlar gibi kutsal metinlerde
bulunduğu iddia edilmiştir. Advaita Vedânta ve Sruti dışındaki
diğer bütün kutsal metinler ve düşünceler insandaki din duygusunun ortaya
çıkmasına yardımcı olan ve kişiyi gerçek dinî hayata hazırlayan alt sistemler
şeklinde kabul edilmiştir.26 Vivekananda’nın şu ifadelerinin başka
hiçbir yoruma mahal bırakmayacak biçimde bu anlayışı yansıttığı görülmektedir:
Bir kilisede veya herhangi bir dine bağlı bir aile içerisinde
dünyaya gelmek insan için bir şanstır ve iyidir; fakat kişinin bu hal üzere
kalması ve aynı anlayış üzere ölmesi, yakaladığı şansı kullanamadığının bir
işaretidir. Başka bir deyişle, belirli bir mezhep veya dinî sistem içerisinde
dünyaya gelmek aklımızı başımıza getirmek açısından
iyi bir başlangıçtır. Ne yazık ki çoğu zaman biz, kabuğumuzdan
dahi çıkamadan yine böyle küçük bir grubun üyesi olarak hayata gözlerimizi
kaparız... Eğer bir genç kiliseye gitmiyorsa, lânetlenmelidir; ama yaşlı bir
kimse hâlâ kiliseye devam ediyorsa, o da lânetlenmelidir. Çünkü artık onun bu
tür oyuncaklarla oynama zamanı geçmiştir. O, kilisenin ve benzeri kuruluşların,
kişiyi daha yüksek dinî tecrübelere hazırlayan kurumlar olmanın ötesinde başka
bir fonksiyonu olmadığı gerçeğini bu yaşına kadar çoktan idrak etmiş olmalıydı.27
III.
Swami
Vivekananda
Vivekananda’nın görüş ve düşünceleri kavranmadan
Hinduizm’in çağdaş yapı ve karakterinin anlaşılması oldukça zordur. Dharmanın
evrensel mesajını, Hindistan’ın dışına, Avrupa ve Amerika Birleşik
Devletleri’ne taşıyarak onun dünyanın bu bölgelerinde de duyulmasını ve
Hinduizm’deki misyonerlik düşüncesinin ortaya çıkmasını sağlayan ilk düşünür,
şüphesiz, Vivekananda’dır.28 Onun başlattığı misyonerlik
faaliyetleri ve evrenselleştirme anlayışı bugün de özellikle Ramakrişna ve
Vedanta teşkilâtları aracılığıyla, bütün hızıyla devam etmektedir.
Vivekananda’ya gelinceye kadar Hinduizm’in
diğer dinlere karşı tutumu ve bunun dile getirilmesi, genelde, çok sık duyulan
bazı kutsal metin ifadelerinin ve basmakalıp sözlerin tekrarlanmasından
ibarettir. Vivekananda, sıkça tekrarlanan bu plüralist formüller ve sözlerin
sadece nazarî düşünceler olmadığını ve bunları pratik hayata uyarlama
yollarını göstermiştir.
Vivekananda’nın diğer dinî sistemlere
yaklaşımı, Hinduizm’deki birbirinden farklı özellikler gösteren mezhep ve
düşüncelere yaklaşımı gibidir. O, dinler
arasında mutlak
anlamda bir farklılık
veya çelişkinin varlığını kabul etmez. Ayrıca mevcut/görünür farkları anlamaya ve uzlaştırmaya çalışırken de Hinduizm’in muhtelif mezhep ve
görüşlerini
uzlaştırırken izlediği yöntemleri aynen
kullanır.
O, bunu yaparken bütün dinî sistemlerin ortak amacının sonsuzun
kuşatılması
ve anlaşılması olduğu düşüncesinden yola çıkar. Tıpkı Ramakrişna’da olduğu gibi, o da ortak bir hedefe farklı yollardan
ulaşmanın
mümkün olduğunu söyler. Her
dindar kişi,
amacı değil, sadece
bu amaca götüren yolu seçme hürriyetine sahiptir. Dolayısıyla bütün dinler
amaçları
yönünden birbiriyle aynıdır. Farklılık ve çeşitlilik, yalnızca bu ortak amacın gerçekleştirilmesi için benimsenen yöntemlerdedi i r. Vivekananda’nm bu
düşüncesini şu satırlarda açık olarak görmekteyiz:
Bütün dinler aslında gerçeklik yolunda birer
basamakt ır. Onların her biri, insan ruhunu Tanrı’ya götüren basamaklar
şeklindedir. Bu sebeple onlardan hiçbiri ihmal edilemez. Onların hiçbiri
tehlikeli veya kötü değildir. Hepsi de iyidir. O basamaklar, bir çocuğun
yetişkin; yetişkin bir kimsenin de yaşlı kişi haline gelmesi gibidir. Yani, bir
gerçeklikten başka bir gerçekliğe gidiş söz konusudur. Ama bu basamaklardan
her biri, daha ileriye gidişe izin vermediği, katılaştığı zamanlarda tehlikeli
ve zararlı hale gelirler.29
Vivekananda’nm bu çoğulculuk öğretisinde biraz
önce sözü edilen hiyerarşik yapının varlığı da gözden kaçmaz. Bu yapıda, her ne
kadar bütün dinler aynı gerçekliğin doğru tezahürleri sayılıyor ve Advaita’nın
ulaştığı aynı sonuçlara ulaştırıyorsa da, gerçekliğe olan mesafeleri bakımından
hepsi aynı durumda değildir. Dolayısıyla aslında bir eşitlik veya ayniyet
yoktur.
Vivekananda,
her bir dinî sistemde var olduğunu iddia ettiği dinsel
gelişimin
safhalarını anlatırken de
aynı tutumunu sürdürür. Zira
ona göre her bir din/dindar, gelişim tarihinde
şu üç
dönemi mutlaka yaşar:
I.
Dönem: Tanrı, her şeyi bilen
ve her şeye
gücü yeten bir varlıktır. Ancak dünyanın dışında, göklerde yaşar. Dolayısıyla dindardan çok uzaktır ve yaklaşılamaz konumdadır.
II.
Dönem: Tanrının her yerde hâzır ve
nâzır
olduğu düşüncesine doğru bir
gelişme
vardır. Tanrı sadece
göklerde
değil, aynı zamanda
yeryüzündedir
de. Daha da önemlisi, Tanrı’nm insanın şahsında da bulunduğu düşüncesinin kabul edilmeye başlanmasıdır.
III.
Dönem: Dinî tekâmülün üçüncü ve son döneminde
ise dindar biri kendi dışında hiçbir Tanrının bulunmadığını, aslında kendisinin Tanrı ile
özdeş olduğunu
idrak eder ve “Aham Brahma Asmi”
diyerek bu idrakini dünyaya haykırır.30
Görüldüğü gibi
burada, Advaita, dinin en gelişmiş biçimi olarak sunulmaktadır ve bunun dinî çoğulculukla hiçbir ilişkisi yoktur. Olsa olsa, “dinî çoğulculuk” adı altında Advaita düşüncesinin propagandası yapılmaktadır denilebilir.
Dinî çoğulculuk konusundaki bu olumsuz tutumuyla
birlikte Vivekananda, bazan evrendeki dinî çeşitliliği ve farklılığı, insanların içinde yaşadıkları muhtelif sosyo-kültürel ortamların doğal sonucu şeklinde ortaya çıkan aynı düşüncenin farklı ifade biçimleri olarak da değerlendirir. Onun bu görüşü temelde,
klasik Hint düşüncesinde
var olan ve Ramakrişna tarafından da dile getirilen adhikârabheda anlayışına dayanır. Ancak buradaki tek farklılık, bu kavramın Hinduizm
bağlamından çıkarılıp kapsamının bütün dünya
dinlerini ihtiva edecek şekilde genişletilmesidir. Buna göre, aynı gerçekliğin
farklı insan karakterlerine uyumundan kaynaklanan bir çelişki ortaya
çıkmıştır. Fakat işin aslında bir çelişki veya çatışma yoktur. Vivekananda bu
iddialarını ispat etmek için, güneşe doğru yolculuk eden bir kimsenin değişik
noktalardan ve açılardan çektiği güneş fotoğrafları arasındaki farldılık ve
çelişkiyi gündeme getirir. “Aynı şekilde,” diyor Vivekananda, “biz de aynı
gerçekliğe değişik açılardan bakıyoruz ve kendi kültürel alt yapımıza göre onu
anlayabildiğimiz kadarıyla tanımlıyoruz. Kültürel alt yapılarımız ve gerçeği
kavrama kapasitelerimiz birbirinden farklı olduğu içindir ki, aynı gerçeklik
hakkındaki ifadelerimiz genellikle birbirinden farklı olabiliyor ve zaman
zaman da çelişebiliyor.”31
Vivekananda, çoğulculuk konusundaki bu görüşünü
somutlaştırarak herkes tarafından anlaşılmasını sağlamak amacıyla aynı
mahiyette daha birçok örnek de vermiştir. Meselâ, suyun girdiği kalıba göre
şekil değiştirmesi; körlerin fili tarif etmeleri ve bütün hayatı kör bir
kuyuda geçen kurbağanın okyanusun genişliğini bir türlü idrak edememesi, bu
bağlamda verilen örneklerden bazılarıdır. O, bütün bu örneklerinde görüş
farklılıklarını, insanların sosyokültürel durumlarının farklılığının bir sonucu
olarak yorumlar.
Yine Vivekananda, insanların görüşlerindeki
farklılığı, düşüncedeki canlılığın işareti ve her türlü gelişmenin bir
dinamizmi olarak da görür. Ona göre, top- lumları ayakta tutan ve onların
gelişmesini sağlayan bu görüş farklılıklarıdır. Dahası, görüş ve anlayışlardaki
yeknesakhk, bir toplumdaki çöküşün ve geriye gidişin belirtisi ve temel
sebebidir.
Vivekananda’ya
göre,
dinî uyuşmazlık ve
çatışmaların
temelinde her bir dinî sistemin
kendi dünya
görüşünü ve anlayışını yegâne doğru sayması ve diğer dinî sistemleri nazarı itibara
almaması
bulunmaktadır. Ona
göre, dinsel çatışmaların önlenebilmesi için her bir dindarın, hakikatin yüz binlerce
değişik
biçimde ifade edilebileceğini bilmesi ve bu ifadelerden her
birinin en az diğeri kadar doğru ve
gerçek
olabileceğini kabul
etmesi gerekir. Ayrıca
hiçbir dinî sistemin,
kutsallık,
temizlik, yardım severlik,
sevecenlik gibi evrensel faziletler konusunda tekelci davranmaya hakkı yoktur.
Çünkü bunlar, her dinde aynı şekilde savunulan evrensel faziletlerdir. Kişinin tekelci
tavır almak yerine, diğer dinî gelenekleri araştırması ve onlar üzerinde kafa
yorması kendi dinini daha iyi anlamasına yardımcı olacaktır.32
Geliştirilmiş adhikarabheda anlayışının dışında, Vivekananda’nm plüralist yaklaşımı Hinduizm’deki şu iki
temel inanca dayanır:
Birincisi, Hinduizm’deki avata-
ra inancıdır.
Bu, Rig Veda ve Bhagavad
Gita’da yer alan ve daha sonra özellikle Puranalar’da detaylı biçimde anlatılan bir inançtır. Temelde
Gita’mn şu ifadesine dayanır:
Tanrı Krişna, Arjuna’ya hitaben şöyle der:
Ben dharma- nm her yalpalayışmda,
her türlü kargaşanın zuhurunda ortaya çıkarım. Ben
iyileri korumak, kötüleri
yok etmek ve düzenin devamını sağlamak için böyle zaman zaman yeryüzüne inerim
.33
Hindular
genelde Tanrı’nın,
özelde de Vişnu’nun değişik formlarda ve bedenlerde yeryüzüne indiğine inanırlar. Tanrı’nm şu ana kadar bilinen on avatara- sı vardır. Bunlardan onuncu avatara
Kalki’nin henüz
gelmediği, dünyanın sonunda,
bozulan düzeni yeniden sağlamak için geleceği kabul edilir. Hindular’m büyük
çoğunluğu tarafından sayıları bazan yirmi ikiye kadar çıkarılan avataraların hemen hepsinin Hindistan alt kıtasında ortaya
çıktıkları
kabul edilir. Vivekananda ve Yeni
Hinduizm akımının
liderleri ise, dünyadaki bütün din kurucularını Tanrı’nm avataraları olarak görürler. Böylece her dini, bizzat Tanrının kendisi
tarafından
oluşturulan bir
sistem olarak görüp
onların aslında birbirinden
farklı
olmadıklarını ve
ayırımların
suni olduğunu ispat
etmeye çalışırlar.
Vivekananda’nın çoğulcu yaklaşımının dayandığı ikinci temel inanç ise,
yine Hinduizm’in benimsediği
ishtadevâta prensibidir.
Kelime anlamı
“seçilen tanrı” olan
bu kavram, pratikte dindar kimsenin ibadet etmek istediği tanrıyı özgürce seçebilmesi demektir ve bu anlayış, Hinduizm’deki
politeist görüntünün
de temel sebebi kabul edilir.
Vivekananda, tıpkı avatara inancında olduğu gibi, ishtadevâta prensibini
de Hindu evrenselliğinin
ve dinî çoğulculuğunun temel bir dayanağı yapar.34
IV. M ah aItma Gandii((1868-1948)
Mahatma Gandi’nin (Gandhi) dinî çoğulculuğu,
içinde yetiştiği sosyokültürel ortam ve onun din anlayışının bir sonucu olarak
görülebilir. Çünkü Gandi’nin babası, Vallabhacharya tarafından kurulan ünlü
Krişna mezhebine mensup dindar bir kimse iken, annesi Hinduizm ile İslâm’ın
uzlaştırılması çabaları sonucunda ortaya çıkan ve “Pranamis” adıyla anılan
uzlaştırmacı mezhebe mensuptur. Ayrıca onun, Jainist ve müslüman arkadaşlarının
sayısı da hayli fazladır. Bunlara ilâveten, Gandi’nin İngiltere’de
hıristiyanların hâkim olduğu bir ortamda eğitim görmesi ve ömrünün yirmi beş yılını,
pek çok etnik ve dinî çatışmanın yaşandığı Güney
Afrika’da
geçirmesi,
ondaki dinî çoğulculuk düşüncesinin kökleşmesinde etkili olmuştur.
Gandi’ye
göre, dinlerin özünde bir
farklılık
söz konusu değildir. Farklılık sadece bu hakikati algılamaya çalışan kişinin gözündedir. Kişi,
özü/temeli yakalamaya çalışmalıdır ki, dinî hayatta
bir gelişme olsun. Kişinin inandığı din
ne olursa olsun -Gandi açısından bunun herhangi bir önemi yoktur-
hangi yöntem,
riyâzet biçimi yahut
dharma benimsenirse benimsensin, önemli olan
ruhun nihaî
kurtuluşa ulaştırılmasıdır.35
Görüldüğü gibi,
Gandi açısından
din, belli bir âmentü veya
credo değildir.
O, ruhun ayrılmaz bir
niteliği,
ruhun kendini gerçekleştirmesi ve idrak etmesidir.
Gandi’ye
göre Hinduizm, özellikle Hint
alt kıtasında ortaya çıkan, bütün dinî ve felsefî sistemlerin
yanı
sıra Jainizm ve Budizm gibi dinleri de
ihtiva eden genel bir kavramdır. O, konuşmalarında daima “Ben ne Jainizm’i ne de
Budizm’i Hinduizm’den ayrı görüyorum...” demek suretiyle bu anlayışını dile getirmiştir. Ona göre Hinduizm,
tekelci olmayan, aksine her bir dinî sistemdeki
ilâhîliği
ve gerçekliği kabul eden, bütün peygamberlere
ihtiram göstermeye
imkân veren ve bütün dinlerin
insanı
nihaî kurtuluşa ulaştırmada yeterli
sistemler olduğunu
kabul eden bir dindir. Gandi,
Hinduizm’deki bu kapsayıcılığm
onun özünden ve
en geniş
hoşgörü temeline dayanan bir inanç olmasından kaynaklandığını söyler. Yoksa bu kapsayıcılığm sebebi, bazılarının iddia ettiği gibi
onun, değişik dinlerden alınmış çeşitli fikirlerden oluşan bir
dinî sistem olmasından kaynaklanmaz.36
Gandi,
Hinduizm’deki geniş
hoşgörü anlayışının anekântavâda ve
syâdvâda inançlarından
kaynaklandığını ileri sürer. Aslında, Jainizm’in temel inançlarından olan, ancak Gandi tarafından Vedânta düşüncesinde de bulunduğu iddia
edilen bu inançlardan birincisi (anekântavâda), hakikatin çok yüzlülüğü anlamına gelir. Hakikat çok karmaşık bir yapıda olduğu için, onun hakkında, birbirinden
farklı hatta çelişik pek
çok kabul edilebilir önerme ortaya
atılabilir.
Hakikatle ilgili bu önermelerdeki çelişki, gerçekte hakikatin kendi yapısından değil, gözlemcinin bakış açısının
farklı olmasından kaynaklanır. Gandi’ye
göre
böyle bir anlayış, nihayette,
mantıktaki
syâdvâda anlayışına yol
açar.37
Syâdvâda prensibine
göre,
bütün önermeler hakikat
konusunda sadece belirli açıdan/kısmî olarak doğru görüşleri dile
getirdiği
için, her önermenin başına “syâd”, yani “bir açıdan” ifadesi
eklenmelidir. Böylelikle
gerçekliğe değişik açılardan bakışları dile
getiren diğer
önermelere de açık kapı bırakılması mümkün olabilir. Gandi, bu konuyla
ilgili düşüncelerini
şu ifadeleriyle açıkça dile
getirir:
Tecrübeyle sabittir ki, ben her zaman kendi açımdan haklıyımdır, ancak benim davranışlarımı tenkit edenler
de kendi açılarından
haklıdırlar. Dolayısıyla her
iki bakış
açısı da kendi açısından doğrudur. Bu bilgi, beni her zaman
muhaliflerimin acımasız
tenkitlerinden ve onun yarattığı sıkıntılardan kurtarmıştır... Ben, ‘gerçeğin çok yönlülüğü’ doktrinini pek çok severim.
Diyebilirim ki, bana bir müslümanı veya
bir hıristiyam
kendi açılarından değerlendirmeyi öğreten bu anlayıştır.38
Gandi,
bütün bu ontolojik ve mantıksal temellendir-
melerin ötesinde,
hoşgörü fikrinin aslında dinin
özünde bulunan bir gerçeklik olduğuna inanır. Fakat dinin
bu
temel özelliği, tarih
içerisinde
en fazla Hinduizm’de tezahür etmiştir; yani Hinduizm, dünya dinlerinin
en hoşgörülüsüdür.
Onun âmentüsü bütün dinleri ihata edecek kadar geniştir. Onu
en üstün yapan da işte bu
özelliğidir.
Gandi, bu üstünlük iddiasını, diğer dinlerde parça parça bulunan unsurların Hinduizm’de topyekün bulunmasına bağlar.39
Gandi,
ömrünün son yıllarında bu üstünlük ve
hoşgörü
iddiasından vazgeçer. Bunun
yerine, bütün
dinlerin eşitliği prensibine
ağırlık vermeye başlar. “Çünkü hoşgörü,” diyor Gandi, “zımnen de
olsa, kişinin kendi inancının diğer sistemlerden üstün olduğu düşüncesinden kaynaklanır.”40 Bu sebeple, daha önceden sıkça vurguladığı, “bütün dinlerin aynı okyanusa
akan ırmaklar
olduğu” benzetmesi yerine, “dinlerin aynı ağacın dalları olduğu” benzetmesine ağırlık vermeye
başlar.
İlk teşbihte, sadece
amaçların
aynılığı vurgulanırken, İkincisinde ise
“dinlerin özündeki
ayniyet ve eşitlik” prensibi
vurgulanmaktadır.41
V.
SarvapaIlIlii Radhaktrişna
Radhakrişna’ya göre dinî çoğulculuk, Vedalar
m ve Hinduizm’in özünde var olan bir özelliktir. Çünkü Veda- lar,
Yaksalar, Nagalar, Ârîler ve Dravidyenler gibi kendi geleneksel tanrılarına
ibadet etmeyi sürdüren muhtelif etnik grupların inançlarına ait oldukça farklı
unsurları ve inançları ihtiva eden bir kutsal kitaptır. Bunun sebebi, Vedalar
dininin, karşılaştığı farklı kültürleri reddeden bir anlayışta olmamasıdır.
Radhakrişna’ya göre bu din, karşılaştığı her kültürü olduğu gibi kabul etmiş,
hatta bu kültürlere ait pek çok güzel ve yararlı unsuru kendi sistemine adapte
etme yoluna gitmiştir. Bugün Hint kültürünün her alanda çok geniş bir
çeşitlilik
arzetmesinin ve günümüz dünyasında mevcut hemen her kültüre ait unsurlara bünyesinde yer vermeyi sürdürmesinin
sebebi de sistemin bu niteliğidir.42
Radhakrişna, Hinduizm’deki her türlü tanrı tasavvurunun, "özüne
nüfuz edilemeyen yüce gerçekliğin” değişik tezahürleri/sembolleri olarak görülmesi anlayışını
da, bu dindeki çoğulcu ve hoşgörülü
yaklaşımın diğer bir dayanağı ve kaynağı kabul eder. Çünkü
böyle bir düşünce, yeryüzündeki bütün dinlerin aynı derecede görülmeleri ve din konusundaki üstünlük iddialarının tamamen yersiz ve geçersiz olduğu sonucunu doğurmuştur.
Böylece dinî fanatizmin ve
dogmatizmin kaynağı
kurutulmuştur. Bu düşüncenin de yine dinin aslından
olduğunu savunan Radhakrişna, bu görüşünü temellendirmek için
Rig Veda ’ nm “Hakikat tektir, ârifler onu farklı isimlerle çağırırlar” ve Bhagavad Gita nm, “Kişi samimi olduğu sürece hangi yolu tercih ederse etsin, yolun sonunda bana ulaşır” ifadelerine atıfta
bulunur. Onun bu bağlamda zikrettiği bir diğer ibare Visnu Purana’da yer alan ve Hindu teslisini oluşturan Brahma, Vişnu ve Şiva’yı, bir tek yüce tanrının
farklı eylemleri gerçekleştirirken aldığı değişik isimler diye niteleyen şu ibaredir:
Aynı mutlak gerçeklik, yaratma eylemini gerçekleştirdiğinde Brahma; canlılığı ve hayata sağladığında Vişnu; yok etm eyi gerçekleştirdiğinde de Şiva diye çağrılır.43
Radhakrişna, Hinduizm’in özünde bulanan bu niteliklerin sadece teoride kalmadığına, Hindular'm binlerce yıllık tarihlerinin her döneminde bu nitelikleri davranışlarında
gösterdiklerine inanır. Ona göre Ramakrişna, Mahatma Gandi ve Ram Mohan Roy bu prensipleri yaşam biçimi haline getirmiş milyonlarca
Hindu’dan sadece birkaçıdır. Üstelik bu hoşgörülü tavır
yalnızca Hinduizm’den ayrılan Budizm ve Jainizm gibi mezheplerin mensuplarına değil, uğradıkları baskı ve zulüm sebebiyle Hindistan’a sığınmak durumunda kalan
herkese gösterilmiştir.44
VI.
Sonuç
Hinduizm’in diğer dinlere bakışı şöyle
özetlenebilir: Hinduizm’de dünya dinleri, genel olarak Hint alt kıtasında ortaya çıkan dinler ve diğerleri
şeklinde iki kategoriye ayrılmıştır. Birinci grupta yer alan Budizm, Ja- inizm ve Sihizm gibi dinî sistemler, müstakil
birer din olarak görülmemiş, Hindu geleneği
içerisinde ortaya çıkan sapık mezhepler şeklinde
değerlendirilmişlerdir. Bunların dışında kalan ve ikinci
kategoriye dahil edilen diğer dinler ise ya hiç
söz konusu edilmemiş ya da insan tarafından oluşturulmuş heretik (adharma) sistemler olarak kabul edilmişlerdir. Genel yaklaşım bu olmakla birlikte, özellikle İslâm ve Hıristiyanlık gibi dinlerle yoğun
siyasî ve kültürel ilişkilerin yaşandığı
dönemlerde, Hindu düşüncede uzlaşmacı ve çoğulcu
yaklaşımlara da rastlanmıştır.
EK - 3
HİNT DİNLERİNDE KÖTÜLÜK ve ŞEYTAN*
“Hint dinleri” terimi,
Hint yarımadasında
doğan ve temel nitelikleri
itibariyle diğer dinî sistemlerden farklılıklar
arzeden Hinduizm, Budizm, Jainizm ve Sihizm için kullanılır. Bu bölümde,
insanlık tarihindeki etkileri göz önüne
alınarak sadece Hinduizm ve Budizm’de,
semitik sistemlerdeki şeytan inancına karşılık olarak düşünülen anlayışlar ve bunların temel nitelikleri üzerinde durulacaktır.
I.
Hiinduiizm’de ŞeyItan
İslâm dinindeki ve Yahudilik’teki şeytan inancının bu dinlerdeki
Tanrı inancıyla yakından ilişkili olduğu bi- linmektedIir. Çünkü şeytan,
öncelikle Tanrı ya baş kaldıran, insanları Ona karşı kışkırtan ve bundan
dolayı onların hem maddî hem de mânevi bakımdan zarar
Bu yazı, daha önce Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde (sy. 17 [2003], s. 47-62) yayımlanmıştır.
görmelerine yol açan bir varlık olarak
tanımlanır. Doğal olarak da Tanrı’nm ve insanların en büyük düşmanı kabul
edilir.
Hinduizm’de ise, uzun tarihsel süreçte çok
tanrıcı (politeist), tekçi (monist) veya tek tanrıcı (monoteist)
anlayışlardan zaman zaman birinin, bazan da aynı anda iki veya üç anlayışın
yan yana var olduğu görülür. Dolayısıyla şeytan veya benzeri güçlerin varlığı
konusundaki telakkiler de Tanrı anlayışlarına göre değişmiştir.
Başlangıç dönemlerine ait kutsal metinlerde
politeist bir Tanrı anlayışı söz konusudur. Vedalar da. günlük hayattan
bilinen şimşek, yıldırım, yağmur, rüzgâr gibi doğa olaylarına veya güneş, ay ve
Samanyolu gibi gök cisimlerine İnsanî birtakım özelliklerin atfedilmesiyle
ortaya çıktıkları düşünülen yüzlerce tanrı veya tanrıça ile karşılaşılır. Temel
görevleri kâinattaki “rta” adı verilen evrensel düzeni korumak olan bu
varlıklar, insan üstü niteliklere sahiptir. Onlar, yağmurun zamanında yeterince
yağmasından muharebe meydanında düşmana galip gelmeye varıncaya kadar,
insanoğlunun ihtiyaç duyduğu her şeyi gerçekleştirmeye muktedir varlıklardır.
Genelde her şeye kadir, her yeri gören ve birden fazla eli, kolu ve ayağı olan
varlıklar şeklinde tasvir edilen tanrıların kendi aralarında bir iş bölümü
olduğu dikkati çeker. Meselâ, Prajapati daha ziyade ilk yaratmadaki etkinliği ile
gündeme gelirken, İndra savaşçılığıyla, Varuna yağmur ve rüzgâr gibi tabiat
olaylarına hâkimiyetiyle, Agni ise insanları ve mallarını koruyan bir tanrı
oluşuyla tanınır.
Muhtemelen böyle bir anlayışın zorunlu bir
sonucu olarak, Vedalar ve dönemin en önemli dinî uygulamaları da bu
varlıklara sunulan kurbanlar ve bu törenler sırasında okunan İlâhi ve
dualardan oluşuyordu.
İnsanlar, tanrıların dinî törenler sayesinde, kendilerinden beklenen yardım ve himayeyi gerçekleştireceğine
inanıyorlardı. Eğer olaylar istedikleri yönde gelişmiyor veya arzu etmedikleri birtakım acı olaylarla karşılaşıyorlarsa, bunları tek bir kötücül varlığa
veya kaynağa da atfetmiyorlardı. Onlara göre, böyle
olayların iki muhtemel sebebi olabilirdi:
Bunlar, ya bir şekilde
insanoğluna öfkelenen iyicil tanrıların ceza mahiyetinde yarattığı durumlardı; çünkü başta Şiva, Kali ve Durga olmak üzere her bir tanrı veya tanrıça, iyiliksever ve yaratıcı
olabildiği gibi aynı zamanda kindar ve yıkıcı da olabilirdi. Yani çelişki gibi görülen her iki durum da tanrılar için aynı derecede mümkündü. Ya da insanları üzen
bu olaylar, “demonlar” olarak isimlendirilen,
mahiyetleri itibariyle zaten kötü olan varlıkların sebep olduğu
felâketlerdi.
Tanrılara ve insanlara düşman olan varlıklar ya dem onlar yani “asuralar”, “dasalar/dayular”, “raksalar",
“aratiler”, “piçalar” isimleriyle anılan
çeşitli gruplar şeklinde ya da “vrtra”, “vala”, “arduba”, “çambara” adıyla anılan bireyler olarak görülmektedir. Bireysel varlıklar daha ziyade savaş
tanrısı İndra’nm baş düşmanları şeklinde tanımlanır. Başka bir ifadeyle onlar, insanlardan ziyade İndra’yı alt etmeye çalışan
varlıklardır. Bu varlıklardan özellikle vrtra fırtına, şimşek ve yıldırım gibi doğal olaylar üzerinde etkili olan ve okyanusların
derinliklerinde gizlenen bir plan şeklinde tasvir edilir ki, bu Eski Ahit’teki Âdem ve Havva ’ yi günaha sürükleyen planı
hatırlatır. Fakat vrtranm
sadece indra’nm düşmanı
olarak sayılması ve sonunda Indra tarafından öldürülmesi dikkate alındığında, onun semitik dinlerdeki şeytandan
oldukça farklı bir varlık olduğu meydana çıkar. İndra’nm
durumu, Yehova’mn Eski Ahit’teki
konumu gibidir ve Rig
Veda’nm yegâne tanrısı
değildir. Ayrıca Vedalar da gerek vrtmnrn gerekse adı geçen diğer kötücül varlıkların insanlara düşmanlığından pek söz edilmez.1
Demonlar şeklinde anılan düşman topluluklar arasında
en önemlisi, asuralar adıyla bilinen gruptur. Vedalar'da ve Brahmanalar’da asuralar, tanrıların baş düşmanı olarak tanımlanır. Kaynaklarda “asura” kelimesinin anlamı konusunda üç farklı görüş
vardır: Birinci görüşe göre “asura”, “tanrısal veya ruhsal varlık”
anlamındaki “sura” kelimesinin
olumsuzudur ve “ilâhî/ruhanî
niteliğini kaybetmiş varlık” anlamına ge- lir.2 İkinci görüşe göre ise, “ruhsal, İlâhî”
anlamlarında kullanılan bu kavram, tıpkı Zerdüştîlik’teki gibi bütün tanrısal
varlıkların sıfatıdır. Fakat zamanla, deva
kelimesinin karşıtı olarak “kötücül,
aşağılık” anlamlarında kullanılmaya başlanmış ve Hinduizm’de daha ziyade bu anlamıyla şöhret bulmuştur. Bu gelişmenin sebebi, aynı kökten
geldiği ileri sürülen Hint ve İran kültürlerinin birbirinden ayrılması
ve zamanla aralarında bir rekabetin ortaya çıkmasıdır. Bu rekabet, “birinin iyi dediğine diğerinin kötü demesi gerekirmiş” gibi bir noktaya tırmanmıştır. Nitekim ahura/asura terimi İran’da “yüce veya ulu” anlamında kullanılmaya devam etmiş, hatta en yüce tanrıları Mazda’mn sıfatı
olmuştur. Buna karşılık deva terimi, insanlara
zarar veren kötücül varlıkları
tanımlamak için kullanılmıştır. Hâlbuki Hint düşüncesinde bunun tam aksi bir gelişme yaşanmıştır.3
“Asura” kelimesinin kaynağına dair üçüncü ihtima I l, onun kökeninin “Assuri” kavramıyla ilişkili olabileceğine dairdir. Assuri veya Asurlular m.ö. 3000 yıllarından m.ö. 600 yıllarına kadar Mezopotamya, Elâm ve Suriye bölgelerinde hüküm sürmüş bir devlettir. Sâmî
ırktan 262
oldukları varsayılan Asurlu I lar, Ârî kökenden gelen İran ve Hintliler’in en korkulu düşmanlarıdır. Hatta Hintliler onları dünyadaki
en zalim ve korkunç kimseler olarak görürler. Dolayısıyla “asura” terimi, muhtemelen başlangıçta Ârîler’in baş düşmanı olan bu devlete delâlet ederken, zamanla insan
üstü nitelikleri haiz kötücül varlıklar için kullanılmaya başlanmıştır.4
İnsanüstü tanrısal varlıklar anlamında asuralar, tıpkı
diğer tanrılar gibi Prajapati’nin oğullarıdır. Fakat birbirleriyle ve söz konusu Tanrı ile sürekli
mücadele halindedirler. Zaten Hinduizm’in
bilhassa ilk dönemlerinde hemen her tanrının
bir asurası/muhalifi vardır. Meselâ Daivya, Tanrı Agni’nin, Aru ve Kutsa ise Tanrı Aditi’nin baş düşmanlarıdır. İnsanoğlu
yapacağı özel törenler ve okuyacağı belirli mantralar ile bu konuda iyi ruhsal güçlere yardımcı olabilir. Düşman ruhsal varlıklar, iyi varbkların aksine, karanlık,
düşman, yalan ve yanlış ile birlikte anılır.
Muhtemelen böyle bir anlayışın sonucu olarak, asura terimi tarihsel süreçte Ârîler’in düşmanları için bir sıfat veya isim haline gelmiştir.5
“Panz'ler” adıyla bilinen demonlar ise, asuralar kadar önemli bir grup değildir. Fakat onlar, ineklerin sütünü tutar ve böylece dinî törenlerin vazgeçilmez
malzemeleri olan süt, yoğurt ve tereyağı gibi temel maddelerin teminini zorlaştırır.6 Bunlar olmayınca, dinî törenler lâyıkıyla
yapılamaz. Böyle bir durum İndra, Agni ve Soma gibi iyicil tanrıların öfkelenmesine, en azından kendilerinden beklenen iyilik ve yardımın gecikmesine ve sonuçta insanların zarar görmesine yol açar. Öyle
görülüyor ki paniler, asuralar gibi doğrudan değil, dolaylı biçimde
kötülüğe sebep olan varlıklardır.
Dasalar/dasyular adıyla bilinen dem onlarm ise, Ârîler’e düşman olan yerli kabilelere delâlet ettiği
kabul edilir. Çünkü Hint destanlarında pek çok das-
yunun Ârîler tarafından dize getirildiğinden söz edilir. Bunlar mitolojik
anlatımlar olmakla birlikte, Arîler’in ele geçirdikleri bölgelerde yaşayan
yerli kabileleri ima ederler.7
Raksalara gelince, Rig Veda'da yaklaşık elli beş
yerde kendilerinden söz edilen ve insanoğlunun en büyük düşmanı kabul edilen
varlıklardır. İki İlâhide8 büyücü ve sihirbaz olarak tanımlanmış
olsalar bile, genelde hem insan hem de hayvan şekline girebilen theriomor-
fik varlıklar olarak kabul edilirler. Onlar ya her an saldırmaya hazır bir
köpek, akbaba, kartal veya atmaca gibi yırtıcı varlıklar şeklinde ya da bir
koca, erkek kardeş veya sevgili suretinde görünürler. İnsan suretinde
oldukları durumlarda, çoğunlukla iki ağızlı, üç başlı, dört kollu, beş ayaklı
korkunç yaratıklar biçiminde tasvir edilirler. Tek başlarına değil toplu halde
yaşadıkları, bazan da iki, üç veya dört kişilik aileler şeklinde bulundukları
ifade edilen bu korkunç yaratıklar, tıpkı insanoğlu gibi ölümlü varlıklardır.
İnsan veya hayvan etiyle beslenir, vampirler gibi insan kanı emerler. İnsanlara
musallat olduklarında onları hasta eder, akıllarını başlarından alırlar yahut
konuşma yeteneklerini yok ederler. Bu korkunç yaratıkların güneş ışığı başta
olmak üzere hiçbir ışıktan hoşlanmadıkları, ıssız, karanlık ve kirli ortamları
sevdikleri ve geceleri dolaştıkları kabul edilir. Onların en büyük düşmanı ateş
tanrısı Agni’dir. Bundan ötürü raksaların şerrinden korunmak isteyen kimselere
“agnihotra” denen törenlerle Agni’nin yardım ve lutfunu temin eden özel tılsım
veya mantralar telkin edilir.9
Hint kutsal literatüründe sözü edilen diğer bir
kötü grup ise pzçakalardır. Temel nitelikleri bakımından
raksalara benzeyen bu varlıkların en ayırt edici vasfı, ölü
ruhlarına musallat olmaları ve onları rahatsız
etmeleridir. Çiğ et ile beslendiklerine
inanılan piçaka
lar, hastaların ve henüz dünyadan ayrılmış ata ruhlarının korkulu rüyasıdır.10
Bütün bu kötü ruhların mezarlıklarda,
kavşaklarda ve karanlık mekânlarda bulundukları kabul edildiğinden, onların
şerrinden korunmak için yapılacak tılsım ve törenlerin de buralarda yapılması
gerekir. Atharva Veda genellikle demonlar
diye bilinen kötü
varlıkların şerrinden korunmak veya onların sebep oldukları sanılan
hastalıklardan şifa bulmak için yapılması gereken tılsımlar veya okunması gereken mantralardan oluşan bir kitaptır. Ayrıca ağaç gövdelerinde
saklandıkları düşünülen kötücül ruhlar için de Agni ve İndra’ya
mahsus törenler yapılır ve onlardan bu ağaçları, içinde sakladıklarıyla birlikte yok etmeleri istenir.11
Özetle ifade etmek gerekirse,
Vedalar döneminde
kötülük, birçok bakımdan tanrısal varlıklarla ortak özellikleri
paylaşan ve genel olarak “demonlar” adı verilen insan üstü
yaratıklara atfedilir. Bunlar
insanlar gibi ölümlü varlıklardır,
mahiyetleri gereği insanlara veya tanrılara zarar verirler. Vrtramn İndra tarafından öldürülmesi hikâyesinde olduğu gibi, zaman zaman tanrılar tarafından öldürülmüş olsalar bile iyicil tanrıların bunlar üzerinde mutlak hâkimiyet
kuramadıkları ve insanları her zaman onların
kötülüğünden koruyamadıkları açıktır. Ayrıca bu varlıkların kendi aralarında bir iş bölümü
yaptıkları da görülmektedir. Nitekim yukarıda da ifade edildiği gibi, «şuralar
tanrıların, raksa- lar insanların, piçakalar
da öncelikle ölü ruhlarının baş düşmanlarıdır. Ancak bütün bu isimlerin, Arîler’in
söz konusu dönemde istilâ ettikleri topraklarda yaşayan
ve oraların sahipleri olan yerli Dravidyen
kabilelerin mecâzi anlatımları olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek
gerekir.
Upanişadlar, tıpkı Vedalar gibi ilhamla yazıldıkları
kabul edilen eserlerdir. Günümüzde sayıları 400’e kadar çıkarılmış olsa da
büyük çoğunluğunun son dönemlere ait felsefî risâleler olduğu açıktır. Ancak
bunlardan on üçü veya on biri temel Upanişadlardır ve m.ö. 800-400
yılları arasında ortaya çıktıkları var sayılır. Burada, temel Upanişadlar
& dayanarak bunlardaki kötülük problemi ve şeytan inancıyla ilgili
anlayışlar ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Kelime anlamı itibariyle “bir öğretmenin öğrencisine
aktardığı özel ve gizemli bilgi” anlamına gelen upanişad ifadesi, Hint
düşüncesinde Tanrı, insan, tan- rı-insan ilişkisi ve nihaî kurtuluş gibi
metafizik konuları ele alan eserler için kullanılır. Mistik ve felsefî bir
anlatım tarzına sahip Upanişadlar, gerek konuları gerekse üslûpları
bakımından Vedalar’dan oldukça farklıdır. Bununla birlikte, bazan Vedalar’ın
sonu veya özü anlamında Vedanta şeklinde de ifade edilirler. Temel
Upanişadlar sayılan bu eserler Hint yarımadasında m.ö. IV. asırdan sonra
ortaya çıkan her türlü fikrî akıma kaynaklık etmişlerdir.
Tanrı’yı “âlemin kendisi” veya “âlemin özü”
kabul eden Upanişad düşüncesine göre, O her şeydir, hareket eden ve etmeyen
hiçbir şey O’ndan ayrı değildir. Dünyayı, gök katlarını ve yer altı âlemini O
doldurmuştur. Âlemdeki yegâne gerçeklik O’dur, O’nun dışındaki her şey bir
yanılsamadır. Bir başka ifadeyle O, hem hardal tanesinden daha küçük hem de
bütün âlemlerden daha büyüktür. Fakat O’na söz, göz ve akıl ile ulaşılamaz. İnsanların
yeryüzünde karşılaştığı sıkıntı ve kötülüklerin
sebebi, onların Tanrıyı lâyıkıyla
kavrayamayışları ve bireysel ben ile tanrısal ben arasındaki
özdeşliği idrak edemeyişleridir. Bu durumdaki insanlar gerçek gayelerini unutup birtakım dünyevî kazançların
peşinden koşmaya başlar ve bu da onların acı-ıstırap çekmesine sebep olur. Hâlbuki
bu yüce gerçeği idrak eden kimse, dünyadaki her şeyin bir görüntüden ibaret olduğunu anlayacak ve sonuçta
her türlü dünyevî sıkıntıdan kurtuluş anlamına gelen mokşaya ulaşacaktır.12
Şu örnekler bunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:
Bütün dünyevî
arzularını terkeden
kimse her türlü arzusunu gerçekleştirmiştir. Dünyevî mutluluk peşinde koşmayı
bırakıp sadece
atmana (nefsine) yönelen kimse, her şeyi elde
etmiştir. Kendini bilme halinin gerçekleşmesi, bireyin oğul, servet
ve dünyevî güç arzularını tamamen terketmesine bağlıdır.13
Ahlâkî bir varlık olan
insan, kötülüklerden tamamen sıyrılmadıkça
Tanrı’nm büyüklüğünü idrak edemez.14
Tıpkı erimiş
tereyağının üzerindeki ince zar gibi, Tanrı âlemdeki her şeyi hem kuşatmakta hem de bütün varlıkların özünde
bulunmaktadı r. Bunu idrak eden kimse her türlü dünyevî bağdan,
dolayısıyla esaretten kurtul- muştur.15
Sonuç olarak Upanişadlar’da. dünyadaki kötülük ve insanların karşılaştığı
olumsuz durumlar Vedalar’da olduğu gibi insanüstü bir varlığa/varlıklara
atfedilmez. Bunların insanın gerçeği bilmeyişinden kaynaklandığı ifade edilir. Buna göre Upanişadlarda insanı felâkete sürükleyen şeytan
mâyadır. Fakat mâyâ burada Vedalar daki gibi antropomorfik veya therio- morfik
nitelikleri olan bir varlık değil, insanın gerçek
konusundaki
bilgisizlik ve yanılgısına
delâlet eden bir kavramdır. Yani bu dönemde, tıpkı Tanrı
kavramı gibi kötülüğün sebebi de soyut bir kavrama indirgenmiş bulunmaktadır.
Milâttan önce 200-m.s. 200 arasına tarihlenen Ra- mayana ve Mahabharata destanları ile mitolojik nitelikteki Puranaîar’da konumuzun ele alınış
şekline bakıldığında ise, büyük oranda Vedalar dan esinlenen, ancak Upanişadlar m bakış açısını da yansıtan bir kötülük ve şeytan
anlayışıyla karşılaşılır. Başka bir deyişle, bu dönemde dünyadaki
kötülüğün veya insanların karşı karşıya kaldığı
açlık ve sıkıntıların sebebi, bazan Ravana, Mâra veya Yama gibi insan üstü nitelikleri haiz oldukları düşünülen efsanevî
varlıklar bazan da Gzta’da olduğu gibi insanın iradî eylemleri olarak görülür. Meselâ; Ramayana destanı,
dünyayı kötülüklerden tamamen kurtarmak için savaş kahramanı Rama şeklinde tecelli eden Tanrı
Vişnu ile Ravana arasındaki bitip tükenmez mücadeleyi hikâye eder. Destandaki anlatıma göre Ra- vana, güneş ve ayı tutmak suretiyle dünyayı zifirî karanlığa gömecek kadar güçlüdür. Onun olduğu yerde ne güneş doğar, ne rüzgâr eser ne de denizler dalgalanır. Rama suretindeki Vişnu, sonuçta Ravana’ya galip gelir, ama bunu başta maymun formundaki
Hanuman olmak üzere daha birçok tanrısal
varlığın yardımıyla gerçekleştirebilir. Kısacası Ravana bu dönemde, bırakın
insanlara, tanrılara bile meydan okuyabilen
kötücül bir varlıktır. Budist gelenekte daha çok öne çıkan Mâra da aynı şekilde ölüm ve kötülük tanrısı
olarak tanımlanabilir.
Mahabharata destanında da dünyayı iyi insanlara zehir eden birçok güçten söz edilir. Bunların başında insan suretindeki Kuru oğulları (Kauravas)
gelir.
Zaten destan bunlarla
ipl I iği temsil eden Pandu oğulları (Pandavas) arasındaki mücadeleyi anlatır.
Destanın bilhassa Bhagavad Gita adıyla bilinen bölümünde ise, didaktik bir anlatımın yanı sıra Upanişad düşüncesine yakın bir kötülük anlayışı dikkati çeker. Zira burada insanların
dünyada karşılaştığı sıkıntılar, insan üstü mitolojik varlıklara
değil, karma yasası
çerçevesinde ve bireyin iradî eylemlerine göre
açıklanır. Örnek olarak şu cümleler zikredilebilir:
Arzularının esiri olan kimse helâk olur
ve hiçbir zaman mutluluğu yakalayamaz...16
Sadece cahil, imansız ve şüpheci kimseler helâk olur. Çünkü şüphe eden ruh için ne bu dünyada, ne dünyanın ötesinde ne de başka bir
yerde huzur vardır.17
Mutlak kurtuluşu isteyen kimse, hiçbir zaman
dünyevî gayelerle eylemde bulunmaz.18
Kısacası, Hint destanlarında, kötülük ve şeytana dair anlatımlarda Vedalar ve Upanişadlar’m karışımı bir anlayış göze
çarpar. Bir yandan insanların karşılaştığı kötülüklerin
kendi eylemlerinden kaynaklandığı görüşü benimsenmek suretiyle Upanişad anlayışının devam ettirildiği görülürken, diğer taraftan Ravana’nm şahsında kötülüğün kaynağı kişileştirilmekte, böylece Vedalar’m mitolojik anlatımına yaklaşılmaktadır.
II.
Budiizmde ŞeyItan
Bilindiği gibi Budizm’in dört temel hakikatinden ilki, sarvam
dukham yani beşeri hayatın bütünüyle acı ve ıstırapla dolu olduğunu kabul
etmektir. Buna göre doğum, çeşitli hastalıklar, ayrılık, yaşlılık ve ölüm gibi
hayatın bütün gerçekleri, aslında insan için acı ve endişe sebebidir. Ancak
bu, Buda’nm dünyada mutluluğun
varlığını tamamen inkâr ettiği anlamına gelmez. Aksine o, dünyayı maddî ve mânevî hazların
yaşandığı bir yer olarak kabul eder. Fakat
ona göre, dünyevî hazlar geçicidir ve değişmeye
mahkûmdur, fâni olan her şey, acı ve ıstırabı da bünyesinde
taşır.19
Buda’ya göre, insanın dünyada çektiği bütün bu acı ve sıkıntıların sebebi de yine kendisinde bulunan “susuzluk”tur. Dünyaya karşı eğilim, arzu ve istek anlamında
kullanılan susuzluk, hem eşyaya hem de ideoloji ve inançlara karşı duyulan istek ve
arzuyu kapsar. Bu da son noktada, insanın gerçek konusundaki cehaletine dayanır.20
Görülüyor ki Budizm’de dünyadaki kötülükler tamamen insanın kendisinden kaynaklanan ve yine ona zarar veren olgular olarak kabul
edilmektedir. Bu süreçte,
herhangi bir insanüstü gücün etkisinden söz edilmez. Fakat daha sonraki dönemlerde, dünyadaki pek çok dinde görülen
kötülüğün kaynağına dair mitolojik anlatımların Budist kutsal yazılarında
da yer almaya başladığı dikkati çeker.
Bu konuda anılmaya değer ilk isim Mâra’dır. Hint mitolojisinde Mâra bazan Tanrı Vişnu’nun bazan da Brahma’nın oğlu
olarak zikredilmekte, zaman zaman da “Kâmadeva” isimli kötücül
varlığın unvanı olarak görülmektedir. Sözlük anlamı itibariyle “yaralayıcı”
veya “yaralayan” anlamlarına gelen mâra terimi, genellikle insanın başını sıkıntıya sokan her türlü dünyevî arzu, istek veya bunları ortaya çıkaran güç anlamında kullanılmıştır.
Zaten onun “cinsel arzu ve istek” anlamındaki kâma terimiyle ilişkilendirilme
sebebi de budur.
Mâra’nm Budizm’deki mahiyetini
ifade etmek için kutsal yazılarda sıkça
zikredilen şu iki hikâyeyi nakletmek yerinde olacaktır.
ı. Hikâye: Buda’nın Mâra’yı Mağlûp Edişi
Bir ağacın altına oturmuş haldeki Bodhisattva’mn -Buda, henüz mutlak aydınlanmaya kavuşmamış olduğu için “nirvana adayı” veya “nirvana yolcusu” anlamındaki bu isimle anılmaktadır- gözlerinden Mâra’nın
ikametgâhına doğru uzanan bir ışık yaydır. Bundan rahatsız olan Mâra, Bodhisattva’nm nirvanaya/mutlak aydınlanmaya kavuşmasının kendinin dünyadaki hâkimiyetinin sona ermesi anlamına
geleceğini bildiği için onunla mücadeleye karar verir. Oğlu Su-mati bu konuda kendisini uyarmasına rağmen o, üç kızını etrafına toplar ve planından
onları haberdar eder. Bunun üzerine Yuh-yen (şehvet), Nang- yueh-gin (haz veren) ve Ngai-loh (haz duyan) isimli kızlar en güzel elbiselerini giyerler. Babalarının 500 taraftarıyla birlikte Bodhisattva’nm bulunduğu yere varırlar. Önce Mâra Bodhisattva’yı
sözle iknaya çalışır. Bu çabası netice vermeyince kızlar,
güzelliklerini ve cazibelerini kullanarak Bodhisattva’yı yolundan vazgeçirmeyi denerler. Ancak Bodhisattva, onları bir tek sözle yaşlı kadınlara
dönüştürüverir. Buna çok öfkelenen Mâra, hemen kötü ruhların
kralını yanma çağırır ve ondan binlerce kötü ruhu derhal toplamasını ister. Her biri aslan, ayı, fil, kaplan, köpek, maymun vb. suretinde binlerce kötü ruh, söz konusu ağacın etrafına
toplanır ve ağızlarından ateş ve duman püskürterek
Bodhisattva’yı korku ve dehşete düşürmek isterler. Bütün bunlara rağmen Bodhisattva hiç
kıpırdamaz, yoluna devam eder.
Bunun üzerine Mâra bizzat devreye girer ve daha başka yollarla onu vazgeçirmek için çaba sarfeder. Bodhisattva, bütün bu teşebbüslere tebessümle
karşılık verir. Sonunda Mâra pes eder ve bütün
ordu dağdır. Böylece Buda, artık Brahma veya başka hiçbir varlığa
ihtiyaç duyulmayan mükemmel hikmet derecesine ulaşır ve amacını da gerçekleştirmiş
olur.21
Görüldüğü gibi bu hikâyeden hareketle, “Mâra
kimdir?” sorusuna üç farklı cevap vermek mümkündür:
ı . Mâra, bilhassa Yeni Ahit’te22 sözü edilen ve Hz. îsâ’yı çöldeki kırk günlük orucundan vazgeçirmeye
çalışan îblis’in Budist kutsal yazılarındaki adıdır. Zira tıpkı İblis gibi o da kendini insanları iyi işler yapmaktan alıkoymaya,
vazgeçirmeye adamış biridir. Dahası bu amacını
gerçekleştirmek için çeşitli yollar denemekten geri kalmaz. Meselâ,
İnciller’deki anlatıma göre İblis, Hz. îsâ’ya önce açlığı hatırlatarak, sonra dünyevî mal ve servet vaat ederek, daha sonra da onu korku ve endişeye sevketmek suretiyle orucundan vazgeçirmeye çalışır. Tıpkı bunun gibi söz konusu hikâyede Mâra da Bodhisattva’ya önce yaptığı işin sosyal statüsü ve görevlerine uygun olmadığını
söyleyerek, daha sonra şehevî arzularını harekete geçirerek en sonunda da korku ve endişeye sevketmek suretiyle
onu nirvana yolundan alıkoymaya çalışır. Bu sebeple “Mâra kimdir?” sorusuna, Hıristiyanlık’ta
şeytan veya İblis kim veya ne ise Budizm’deki “Mâra da odur” şeklinde cevap vermek pekâlâ
mümkün görünmektedi i r.
2.
MârMâra,dBuda’nm aksineegelenekseliinançu ve uy lamaları savunan
bir Hindu din adamını temsil eder. Çünkü onun Buda’ya ilk hitabı ilginçtir.
Mâra burada şöyle der:
Ey Kşatriya! Çabucak
ayağa kalk, korkma, ama ölümün çok yakındır. Kendi dinine göre hareket et. Şu
anda yaptığın işi başkalarını kurtardıktan sonra yerine getir ve mücadeleni
hayır yolunda sürdür. Gürültülü dünyayı sakinleşti r. Ancak böylelikle
arzuladığın hedefe ulaşabilirsin.23
Görülüyor ki, Mâra burada Buda’ya “Varnaasrama- dharma” diye
bilinen geleneksel Hint dinî hayatına
uygun hareket etmesini
tavsiye etmektedir. Zira geleneksel anlayışa göre Buda, kşatriya
kastına mensup bir kimsedir ve asıl görevi, diğer sınıfların
güvenliğini sağlamak ve toplumda adaleti
temin etmektir. Buda buna uygun davranmayıp riyâzet ve mücahede hayatını tercih etmiştir. Oysa bu tutum, bir kşatriya mensubu için doğru değildir. Gzta’da Krişna, şu
sözleriyle bunu açıkça ifade eder:
Sen bir kşatriya olarak sorumluluklarını düşün ve savaştan vazgeçme! Çünkü bir kşatriya mensubu için savaşmaktan daha önemli bir görev
yoktur... Ey Kuntioğlu! Kalk ve savaşa başla! Elem ve haz, kazanç ve kayıp, başarı ve başarısızlığı aynı şekilde gör. Sen sonucu düşünmeden savaşa giriş. Çünkü sorumluluktan ancak böyle kurtu- labilirsin.24
3.
MâlMâra,t antropo ı morfik veya theriotmorfik özel leri olan
insanüstü bir varlık değil, insandaki nefret, şehvet, hırs ve öfke gibi
niteliklerin sembolik bir ifadesi olabilir. Nitekim özellikle hikâyede adı
geçen üç kızının isimleri “şehvet, haz duyan, haz veren” anlamlarına gelir.
İkincisi, Buda telkinlerinde daha ziyade rasyonalist ve hümanist bir tavır
sergiler. Metafizik konularla uğraşmayı boş bir uğraş sayar. Bu sebeple Mâra’yı
insanüstü bir varlık olarak tanımlamak Budist anlayışa uygun düşmez. Üçüncüsü;
başta “Mâra’nm Dhaniye’yi Kandırması” hikâyesi olmak üzere, Budist kutsal
yazılarında Mâra’ya atfedilen nitelikler de bu görüşü destekler.
2. Hikâye: Mâra’nın Dhaniye’yi Kandırması Rivayete göre, Dhaniye
zengin ve mağrur bir çobandır. Budizm’de, sadece Mâra’yı dinleyen ve sonunda
onun kandırdığı bir kimse olarak bilinir. Bir defasında
Buda ile onun arasında şöyle bir konuşma geçer ve Dhaniye’nin buradaki sözleri Mâra’nm insanlara tipik
vesveseleri kabul edilir.
Dhaniye:
— Pirincimi kaynattım, ineklerimi sağdım, evimin çatısı pek, karnım da
tok, yağmur yağarsa yağsın.
Buda:
— Öfkeden ve inatçılıktan âzâdeyim . Evimin çatısı uçtu, arzuların ateşi de söndü, ey yağmur! İstersen yağabilirsin.
Dhaniye:
— Sığırlarımı rahatsız edecek sinekler yok; meralarda ot da
çok. Yağmur yağsa da hoş yağmasa da.
Buda:
— Kendime iyi bir sal yaptım. Onunla nirvanaya doğru yöneldim. Karşı sahile ulaşmak üzereyim; arzu-istek selini de geçtim. Artık sala da gerek yok. Ey yağmur! İstersen yağ.
Dhaniye:
— Eşim itaatkâr, ahlâksız değil. Uzun zamandır beraberiz, onun hiçbir kötülüğünü görmedim.
Yağarsan yağ, ey yağmur!
Buda:
— Zihnim her türlü dünyevî arzudan kurtuldu. Uzun zamandır vicdanıma tâbi oluyor, kötülük etmiyor. Ey yağmur! İstersen yağ.
Dhaniye:
— Kazancım bana yeter. Çocuklarımın da sıhhati yerinde. Ayrıca kötülüklerini de görmedim. Yağarsan yağ, ey yağmur!
Buda:
— Hiç kimsenin kulu kölesi değilim. Ne kazandıysam o da yanımda. Onlara hizmet etmeye de gerek yok.
Ey yağmur!
Yağarsan yağ.
Dhaniye:
— İneklerim, buzağılarım , gebe hayvanlar, düvelerim de var. Boğa da onlar arasında. Yağarsan yağ, ey yağmur!
Buda:
— İneğim de yok, buzağılarım da; danam da yok düvem de. Onların efendisi boğayı da hiç arama.
Ey yağmur! Yağarsan yağ.
Dhaniye:
— Hayvanlarımı sarsılmayan sağlam kazıklara bağladım.
Yularlarını en sağlam urgandan ördüm. Dolayısıyla onları kuramazlar. Yağarsan yağ, ey yağmur!
Buda:
— Yulara mahkûm boğa veya semere mahkûm fil
olmak istemiyor ve bundan dolayı yeniden var olmak istemiyorum. Ey yağmur! İstersen yağ .25
Âniden bastıran sağanak yağmur sonrasında her şeyi sulara gömülen Dhaniye tutumunun yanlış olduğunu anladı. Ancak iş işten geçmişti. Sonunda Buda’ya sığınmak zorunda kaldı.
Hikâyenin sonunda mal, mülk ve evlâtla övünmenin, Mâra’nın vesvesesiyle ortaya çıkan bir durum olduğu, hâlbuki dünyada mutlu olmak isteyen kimsenin bunlara eğilim göstermemesi gerektiği
vurgulanır. Dolayısıyla burada Mâra, dünyevî isteklerin mecâzi
bir ifadesi gibi görünür.
Birinci Bölüm
ı Eliade,
Dinsel
İnançlar, 1,123.
2
Bîrûnî, Alberuni's India, s. 50.
3
Mundaka Upanişad, II.2.8.
4
Başak, “The Hindu Concept of the Natural World”,
s.
92-93.
5
Joshi, “On the Meaning of Yoga”, s. 64.
6
Rahdakrishnan, Indian Philosophy, II, 337-338.
7
“Brahminler onun (Purusa’nın) ağzından, rajanya
(idareciler) kollarından, vaisya (esnaf-üretici) uyluklarından, sudra
ise bacaklarından yaratılmıştır” (Rig Veda, X, xc, 12).
8
The Laws
ofManu, I, 87-98’den özetlenerek.
9
Müller, The Vedas, s. 17.
10
Bu konuda bk. Rig Veda, I, 32; II, 28; IX, 15.
11
Rig Veda, 1,169; yine bu konuda bk. X, 121.
12
Müller, The Vedas, s. 27; yine bu konuda
bk. A Dictionary of Comparative
Religions, s. 324.
13
Rig Veda, X, 21.
14
Wilkins,
Hindu
Mythology, s. 4.
15
Dowson,
Hindu Mythology
and Religion, s.
349-350.
16
Hymns of the Atharva Veda.
17
The Upanishads, I, s. LXVI.
18
Dasgupta, A History of indian Philosophy,
1,13; Budda, Dinler Tarihi, s. 18.
19
Dasgupta, A History of Indian Philosophy, 1,13; A Dictionary of Comparative Religions, s. 151; Dowson,
Hindu
Mythology and Re- ligion, s. 61.
20
The Laws of Manu, s. 198.
21
Dowson,
Hindu
Mythology and Religion, s. 21.
22
A Dictionary of Comparative Religions, s. 630; The Upanishads, I, s. LXVII. Şah Cihan’m büyük oğlu Dârâ Şükûh, 1657 yılında
“Deryâ-yı Tevhid” diye nitelendirdiği Upanişadlar’dan elli tanesini
"Sırr-ı Ekber” adıyla Farşça’ya çevirtmiş ve Kur’an’da Vâkıa sûresinde
(56/78) zikredilen "kitâb-ı meknûn” ifadesinin bu metinlere delâlet
ettiğini ileri sürmüştür.
23
The Upanishads, I, s. LXVII.
24
The Upanishads, I, s. LXXXI.
25
Dasgupta, A History of indian Philosophy,
I, 38.
26 ADictionary of Comparative Religions, s. 630-631; The Upanishads, I ve XIV;
Hume, Thirteen Principal Upanishad.
27 Pancheli,
“Hinduism”, Comparative Religions, s. 38-40; K. M. Sen, Hinduism, s.
72-77’den özetlenerek.
28 The Religion ofthe Hindus, s. 176-177.
29 Rig Veda, III, 62,10.
30 The Religion ofthe Hindus, s.
176-178.
İkinci Bölüm
1
Bk. Walpola,
What the
Buddha Taught, s. XV-XVI.
2
Bu konudaki anlatımlar, genelde milâdın ilk
asırlarında Kuşan Kralı Kanişka’nın saray şairi olan Asvaghosha’nın eserine dayandırılır
(bk. “The Buddha-carita of Asvaghosha”, s. 1-206).
3
Keown,
Dictionary
ofBuddhism, s. 66.
4
Keown,
Dictionary
ofBuddhism, s.
353-354.
5
Keown,
Dictionary
ofBuddhism, s.
158-159; Radhakrishnan, indian Philosophy, 1,585.
6
Mahayana kutsal literatürüne ait bu bilgiler
büyük ölçüde Radhakrishnan, indian Philosophy, 1,585’ten alınmıştır.
Ayrıca Joshi, “Historical Survey”, s. 11-14’ten de yararlanılmıştır.
7 Evans, What Men Believes, s. 149’dan naklen.
8 “Dhamma-kakka-pravattana Sutta”, s. 146-155.
9 A World Religion Reader, s. 121-125.
10 Evans, What Man Believes, s. 150’den naklen.
11 The Dhammapada, s. 3-5.
12 The Questions of King Milinda, II, 181-195’ten özetlenerek.
13 Cole, Six Religions, s. 143.
14 Cole, Six Religions, s. 143-148.
15 Cole, Six Religions, s. 149.
16 Cole, Six Religions, s. 149-150.
17 Cole, Six Religions, s. 151-152; Parrinder, Worship in the
World’s Religions, s. 106-107.
18 Cole, Six Religions, s. 258-260; Parrinder, Worship in the
World's Religions, s. 108-110.
19 Cole, Six Religions, s. 155; Parrinder, Worship in the
World's Reli- gions, s. 107.
20 Cole, Six Religions, s. 155-157.
21 Cole, Six Religions, s. 157-158.
22 Tiwari, Comparative Religion, s. 67-69.
23 Suzuki, Mahayana Buddhism, s. 17-18.
24 Stcharbatsky, The Conception of Buddhist Nirvana, s. 22-24; Bur- ke, The Major
Religions, s. 68-69.
25 Bk. Stcharbatsky, The Conception of Buddhist Nirvana, s. 24-26.
26 Stcharbatsky, The Conception of Buddhist Nirvana, s. 30; Suzuki, Mahayana
Buddhism, s. 15,24-27.
27 Stcharbatsky, The Conception of Buddhist Nirvana, s. 30-33; Suzu- ki, Mahayana
Buddhism, s. 15.
28 Stcharbatsky, The Conception of Buddhist Nirvana, s. 33.
29 Stcharbatsky, The Conception of Buddhist Nirvana, s. 33-34.
30 Bk. Stcharbatsky, The Conception of Buddhist Nirvana, s. 46-49; Suzuki, Mahayana
Buddhism, s. 16-17.
31 Bk. Suzuki, Mahayana Buddhism, s. 17-19.
32 Dumoulin, “Chan”, III, 184.
33 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Sümer, Lotusun İçindeki İnci: Lamaizmle Nirvanaya Yolculuk; Anuruddha, An Introduction
into Lamaism.
Üçüncü Bölüm
Jaiiniizm
ı Bk. Gopalan, Outlines of Jainism, s. 4.
2 Ling, A History of Religion East and West, s. 99-101.
3 Fisher-Luyster, Living Religions, s. 94-95.
4 Jainist kutsal metinlerine ait bu bilgiler için bk.
Jaina Sutras I, s. XXXVTI-LIII; Gopalan, Outlines
of Jainism, s. 28-36; Jacobi, “Jainism”,
VII, 467.
5 Caillat, “Jainism”, VII, 508.
6 Basham, The
Wonder That Was India, s. 293.
7 Tiwari, Comparative
Religion, s. 74.
8 Tiwari, Comparative
Religion, s. 81-82.
9 Bk. Chatterjee-Datta, An Introduction, s. 80-86.
10
Jainizm’de karma
anlayışı konusunda bk. Yitik, Hint
Kökenli Dinlerde Karma İnancının Tenasüh İnancıyla İlişkisi, s. 160-170.
11 Manastır yaşamına dair bu kurallar için bk. Jacobi,
“Jainism", VII, 471.
12
Jaina
Sutras, I, 298-301.
13 Fisher-Luyster, Living Religions, s. 100-101.
14
Bk. Jacobi, “Jainism”,
VII, 471-472; Caillat, “Jainisim”, VII, 511.
Dördüncü Bölüm
S ih i z m
1
“Sihizm”, bu dine
Batılı araştırmacılar tarafından verilmiş bir isimdir. Sihler kendi
geleneklerini ifade etmek için “Gurunun öğretisi/yolu” anlamına gelen “Gurmat”
sözcüğünü kullanırlar. Ayrıca, “topluluk/cemaat” anlamına gelen “Panth” (guru panth: Guruya bağh topluluk
ve Nanak Panth: Nanak’a bağlı topluluk) kelimesinin de nâdiren kullanıldığı görülmektedir.
2
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 1-2.
3
Dördüncü Guru Ram Das,
bu bağlamda şöyle der: “Benim hakikî Gurum ezelî ve ebedîdir. O, doğmamıştır ve
ölmeyecektir. O, ölümsüz ruhtur. O her yeri kuşatandır” (Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 333).
4 Cole-Sambhi, The
Sikhs, s. 169.
5 Hindistan’daki monoteist eğilimin temel
kaynaklarından biri olan Bhakti geleneği, aynı zamanda rta anlayışının ve
Müller’in
henoteizm veya katenoteizm anlayışlarının da köküdür (Ko-
now-Tuxen, The Religions of India, s. 158).
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 11
Singh, Essentials of Sikhism, s. 14, 67, 69.
McLeod, Who is a Sikh?, s. 7-8.
McLeod, Who is a Sikh?, s. 152; McLeod, Historical Dictionary
of Sikhism, s. 187.
Singh-Kaur, “The Myth of the Founder”, s. 342.
McLeod, Historical Dictionary, s. 78-79.
McLeod, Historical Dictionary, s. 147.
McLeod, Historical Dictionary, s. 179.
Feuerstein, The Shambhala Encyclopedia of Yoga, s. 142-143.
McLeod, Guru Nanak and the Sikh Religion, s. 156; Grewal, The Sikhs of the
Punjab, s. 27; Bhargava, Fundamentals of Hinduism, s. 23; Feuerstein, The Yoga
Tradition, s. 292.
“Guru” sözcüğü iki heceden oluşur. “Gu” hecesi karanlık, “ru” hecesi de yok eden, kaldıran anlamına gelir. Dolayısıyla “guru” sözcüğü kelime olarak "karanlığı ortadan kaldıran” anlamındadır. Terim olarak ise, “insana içinde bulunduğu cehaletten kurtulma noktasında rehberlik eden yüce şahsiyet”
mânasmdadır. Zaehner, Hinduism, s. 140-141; Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 7.
Singh, The Message of Sikhism, s. 54-71; McLeod, Guru Nahak and
the Sikh Religion, s. 197-199.
Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 334.
Janamsakhi, Guru Nanak’m hayatını sıra dışı bir şekilde resmeder. Oradaki anlatımlar onun dinî ve ahlâkî öğretilerini halk arasında kolayca anlaşılır tarzda yansıtır. Genç yaşlı bütün Sihler bu hikâyeleri sürekli okurlar. Janamsakhi de anlatılan bir hikâyeye göre Guru Nanak bir gün sığır otlatırken yere oturmuş, tabiatın güzelliği
karşısında kendinden
geçmiş ve derin medi- tasyona dalmıştır (Singh-Kaur, Sikhism, s. 25).
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 8.
Sih gelenekte Guru Nanak’m hayat hikâyesi hakkında bilgi için bk. Singh-Kaur, “The Myth of the
Founder”, s. 329-343; McLeod, Historical Dictionary, s. 148-150.
Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 334.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 9-10; Feuerstein, The Yoga
Tradition, s. 333-334
Cole-Sambhi, The Sikhs, s.
10-12.
McLeod, Guru Nanak and the Sikh Religion, s.
216-217.
Singh-Kaur, "The Myth of the
Founder”, s. 332-333.
Grewal, The Sikhs ofthe
Punjah, s. 7.
Nesbitt, Sikhism, s. 9.
Grewal, The Sikhs ofthe
Punjab, s. 25.
Singh, The Message of Sikhism,
s. XVII.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s.
12.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s.
16-18.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s.
18-19.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s.
20-21.
Guru Amar Das’tan itibaren gurular Bâbür hükümdarlarını şahsen tanıma fırsatı elde
etmiştir (Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 21-22,101).
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 22-23.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 22-24.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 25.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 26-27.
Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 334.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 29-31.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 32.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 33.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 33-34.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 35.
Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 334.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 44-49; Rose, “Granth", VI, 389-390.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 49-50.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 51-52,189.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 54.
McLeod, The Evolution ofthe Sikh Community,
s. 79-81.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 67-68.
McLeod, Guru Nanak and the Sikh Religion, s.
163-177; Cole- Sambhi, The Sikhs, s. 68-69.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 70-74.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 68.
Singh, The Message of Sikhism, s. XIII-XIV; Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 75-78;
McLeod, Guru Nanak and the Sikh Religion, s. 177-181.
58 McLeod,
Guru Nanak and the Sikh Religion, s. 185-187; Cole- Sambhi, The
Sikhs, s. 82-85.
59 Cole-Sambhi, The Sikhs,
s. 86.
60 McLeod, Guru Nanak and the
Sikh Religion, s. 148.
61 Cole-Sambhi, The Sikhs,
s. 87.
62 Cole-Sambhi, The Sikhs,
s. 88.
63 Cole-Sambhi, The Sikhs,
s. 95-97.
64 Guru Nanak’ın başlangıçta dünyaya karşı tutumunun
edilgen/ pasif olduğu ve bu anlayışın Gobind Singh’in askerî Khalsa teşkilâtını
kurması ile değiştiği söylenir. Ancak dönüşüm Hargo- bind’in babasının
tavsiyesine uyarak taraftarlarını silâhlandırmasıyla başlamıştır (bk.
Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 42,138).
65 Feuerstein, The Yoga Tradition, s.
334.
66 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 127.
67 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 60-65.
68 McLeod, Guru Nanak and the Sikh Religion,
s. 195-196; Cole- Sambhi, The Sikhs, s. 89-94.
69 Coward,
Neufeldt-Neumaier,
Readings in Eastern Religions, s. 251-254.
70 Grewal,
The
Sikhs of the Punjab, s. 32.
71 Sidhu, Sikh Religion and Hinduism, s.
256.
72 Singh, “Sikhism and Yoga”, s. 296.
73 Chapple, Yoga and the Luminous, s.
13.
74 Singh, The Message of Sikhism, s. XVIII-XIX.
75 Singh, The Message of Sikhism, s.
XIX.
76 “Bir tek tanrı vardır. O, Hak, yaratıcı,
korku ve nefretten uzak, ölümsüz, doğmamış, kendiliğinden var olan, yüce ve
merhametli olarak adlandırılır. Hak başlangıçtaydı, Hak geçmişteydi, Hak şu
andadır ve ey Nanak, Hak aynı zamanda gelecektir” (bk. Gündüz, “Sih Dini”, s.
378-379).
77 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 111.
78 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 109-111.
79 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 112-113.
80 Hinduizm’de evlilik için kutsal ve uğurlu
zamanlar söz konusudur. Sihler, Hindular’ın bu anlayışlarını benimsemezler.
81 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 119-120.
82 Altıncı guru olan Hargobind, babasına
kesilen para cezasını ödemediği için Şah Cihan’ın askerleri tarafından
Gevâliyâr
(Gwalior) Kalesi’nde hapsedilir. Zira yöneticiler onun askerî birlik kurarak devlete ihanet etmesinden
şüphelenirler. Şah Cihan’m yerine geçen Cihangir
ise sorunun kişisel sebeplerden kaynaklandığını
düşünür ve
onu serbest bırakır. Fakat Hargo- bind bunu ancak kendisi ile birlikte hapiste olan elli
iki Hindu prensinin salıverilmesi şartıyla
kabul edeceğini bildirir. Ona kendi elbisesinden tutup dar bir tünelden geçmeyi başaranların serbest bırakılacağı söylenir.
O da bunun üzerine uzun püskülleri olan bir şal ister
ve prensler tıpkı tren katarları gibi ona tutunarak dar geçitten geçip kurtulurlar (bk. Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 131).
83 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 130-131.
84 Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 336-337; Kalsi, Sikhism, s. 13.
85 Nesbitt, Sikhism, s. 101.
86 Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 337; White, "Transformations in
the Art of Love”, s. 180.
87 Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 337.
88 Yogiji, The Teaching of Yogi Bhajan, s. 4.
89 Feuerstein, The Yoga Tradition, s. 337.
90 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 145.
91 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 146-148.
92 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 148.
93 Cole-Sambhi, The Sikhs, s. 151.
Beşinci Bölüm
Gelenekselı Çin Dinlerii
1
Fisher-Luyster, Living Religions’tan naklen s. 147.
2
Fisher-Luyster, LivingEReligions, s. 147.
3
Fisher-Luyster, LivingEReligions, s. 148.
4
Fisher-Luyster, LivinggReligions, s. 148.
5
Fisher-Luyster, LivingEReligions, s. 149.
Ek - 1 Bölüm
Hinduizm’de Dharma Kavramı1
1 Bîrûnî, Alberuni’s India, s. 18-20.
2 Bk. Thakur, Christian, s. 112; Mohany,
“Hindu Dharma”, IV, 329-332.
3
Dharma terimini tercüme konusunda çekilen sıkıntılar için bk. The Laws ofMamt, s. LXXVI-LXXVIII.
4
Apte, Sanskrit-English Dictionary, s. 268.
5
The Laws ofManu, VHI/15.
6
Bhagavad Gita, IV, 7-8. Bazı Gita
yorumlarında, buradaki dhar- ma ve adharma terimleri “iyilik ve kötülük” veya “adalet ve adaletsizlik” şeklinde tercüme edilir. Ancak biz, dharmayı adalet ve
iyilik prensiplerini de içeren evrensel bir yasa olarak düşündüğümüzden bu beyitlerde zikredilen dharma ifadesinin “doğal âhenk ve ahlâk yasası” şeklinde anlaşılmasının daha isabetli olduğu kanaatindeyiz.
7
Wallis, The Cosmology, s. 91-98; Smart, The Religious
Experience, s. 91-92; Thakur, Christian, s. 58-59.
8
Thakur, Christian, s. 56-59.
9
Dharma, Budizm’de daha ziyade bu anlamda kullanılmıştır. Zira dharma (dhamma), bu dinî sistemde çoğunlukla Buda’nm öğretilerini ifade eder (bk. Skorupski, “Buddist
Dharma and Dharmas”, IV, 332-338).
10
Zeahner, Hinduizm, s. 2-3.
11
Hinduizm’de varoluşun, genelde her türlü kişisel özellikten uzak, mutlak Tanrı Brahma’dan sudûr biçiminde meydana geldiği kabul edilir. Ortadoğu kökenli dinlerde görülen yaratılış
hikâyelerine burada pek rastlanmaz (bk. The Laws ofManu, I, 1-15).
12
Sanatana dharma kavramı, daha ziyade Mahatma Gandhi ve S. Radhakrişna’nm eserleri sayesinde Batı dünyasında
tanınmıştır. M. Gandhi kendini “Sanatana Hindu” olarak tanımlar ve bunun sebeplerini şöyle açıklar; “Çünkü ben,
a)
Vedalar a, Upaniişadlafa, Puranalar’a ve bunlar aracılığıyla bildirilen ilâhı hakikatlere inanırım.
b)
Vamasrama-dharma’yı kabul ederim. Bana göre Varnasrama-
dharma kesinlikle Vedalar’a dayanır ve orada ifade ettiği anlam kesinlikle günümüzdeki anlamlarından
farklıdır.
c)
İneğin kutsiyetini
kabul ederim.
d)
Puta taparlığa karşı
çıkmam” (bk. Bakhle, Hinduism, s.i36’dan naklen).
Dahası, Gandhi’ye göre
Hinduizm, sadece zâhirî ritüellere dayanmayan, bireyi Tanrıyla karşı karşıya
getiren İlâhî bir yoldur
(bk. Bakhle, Hinduism, s.133). S. Radhakrişna ise “sanatana
dharma’yı çoğunlukla
doğal veya evrensel
din anlamında kullanmıştır. Ona göre insanoğlunun gerçek dini budur. Böyle bir din, günümüzdeki mevcut hiçbir dinî sistemle özdeşleştirilemez. Sanatana dharma, Vedalar m önerdiği gerçek dindir (bk. Bakhle, Hinduism, s. 156-158).
Bakhle, Hinduism, s. 185.
Manu KanunnâmEesine göre dharmanm (hem din hem de sosyal sorumluluk anlamında) kaynağı dörttür:
a)
Vedalar,
b)
Vedalar
1 bilenlerin örf ve âdetleri,
c)
Bilge ve faziletli
kimselerin eylemleri, d) Onların hoşnut olduğu davranışlar.
Burada söz konusu
edilen sosyal görevler, bu dört kaynağa dayanılarak belirlenmiştir. Bunları
yerine getiren kimselerin hem dünyada hem de ölümden sonra sözle anlatılamaz
bir mutluluk yaşayacakları kabul edilir (geniş bilgi için bk. The Laws of Manu, 11, 6-9).
Arthasastra ve Dharmasastra adıyla anılan kutsal yazılarda bu kuralların sayısı bazan beş bazan da on
olarak zikredilir (bk. The
Laws of Manu, VI, 91-92; Tiwari, Comparative Religion, s. 33; Mohany, “Hindu Dharma”, IV, 330).
Mohany, “Hindu
Dharma”, IV, 330-331.
Bhagavad
Gita, III/35; XVIII, 47.
Bhagavad
Gita, II, 31.
Bhagavad
Gita, II, 32-39.
Singh, Dictionary, s. 82-83; Weigtman,
“Hinduism”, s. 215-217.
Jainizm’de yaratıcı
bir tanrının varhğı kabul edilmez. Alem ve oradaki varoluşun şu altı unsur veya
prensip sayesinde gerçekleştiği kabul edilir: Pudgala (maddî unsur), jiva (ruh veya canlılık
unsuru), akasa (mekân), dharma (hareket) ve adharma (durağan- lık/sükûnet) . Her türlü varoluş bu unsurlar sayesinde
gerçekleşir ve tabiat kendi kanunlarına göre işlemektedir. Bu işleyişe Tanrı
veya benzeri bir varlığın müdahalesi söz konusu değildir (ayrıntılı bilgi için
bk. Chatterjee-Datta, An
Introduction, s. 96-100).
Chatterjee-Datta, An Introduction, s. 99.
Geniş bilgi için bk.
Skorupski, “Buddist Dharma an Dharmas”, s. 332-337.
Ek - 2 Bölüm
Hinduizm’in Diğer Dinlere Bakışıı
ı Rig Veda, s. 164. Söz konusu
ifadede farklı isimlerle çağrılan varlık
Garûtman, yani
gökyüzünde parıldayan güneştir. Ancak Surya veya Garûtman aynı zamanda bir tanrı gibi algılandığı için Rig Veda’nm bu ifadesinde söz konusu
edilen gerçeklik, genelde Tanrı kabul
edilmiş ve burada farklı isimlerle çağrılan objenin güneş olduğu gerçeği neredeyse unutulmuştur (bk. The Hymns ofRgveda, s. 113).
2
Halbfass, , Tradition, , s. 51.
3
Halbfass, , Tradition, s. 52.
4
Halbfass, , Tradition, , s. 52.
5
Radhakrishnan, , Religion, , s. 102.
6
Vivekananda, Chicago Addresses, s. 40-42.
7
Rig Veda, VIII, 58.2. Burada ateşin, güneşin ve ışığın gerçekte tek olduğu hâlde değişik form ve biçimlere girmesinden söz edilmektedir.
Aynı şekilde, 10.114.5’te de bir/mutlak gerçekliğin filozof şairler tarafından Agni, Yama ve Matarisvan gibi farklı biçimlere
girdiği ifade
edilir. Ayrıca bu tür ifadelerin hepsi de Visvedevah ismini taşıyan İlâhilerde zikredilir ki bu da konumuz bakımından oldukça
ilginçtir. Çünkü visvedevah kavramı, Sanskritçe’de “bütün tanrıların tanrısı” anlamına gelir ve yüce Tanrı için kullanılır (bk. Bhagavad Gita, 4.11; 9.23). Kabaca “Kişi hangi
yolu izlerse izlesin, samimi olduğu sürece sonuçta beni bulur” şeklinde tercüme edilebilecek bu metinlerde işaret edilen yollar Sankara tarafından karmamarga ve jnanamarga şeklinde anlaşılmış ve buna göre yorumlanmıştır
(krş. Bhaga- vad Gita, s. 182-183).
8
Rig Veda, 1.164.46.
9
Halbfass, Tradition, s. 55-56.
10
Halbfass, Tradition, s. 56.
11
Halbfass, Tradition, s. 57.
12
Halbfass, Tradition, s. 60-61.
13
Halbfass, Tradition, s. 61-62.
14
Halbfass, Tradition, s. 64.
15
Halbfass, Tradition, s. 64-66.
ı6 Arthavâda: Hinduizm’de iki hayat tarzı vardır: Bunlardan ilki, sıradan hayat tarzı, diğeri de olağanüstü hayat tarzıdır. Sıradan hayat tarzını benimsemiş bir kimsenin, trivarga adı verilen
üç amacı olduğu kabul edilir. Bunlar; dharma, artha ve kâmadır. Dharma, sözlük anlamı itibariyle ahlâk, sosyal açıdan benimsenmiş hayat tarzı veya kişinin diğer insanlar ve canlılarla ilişkisi anlamına gelir. Istılahta ise, ferdin dinî ve ruhî açıdan başarılı olmasını ifade eden bir terimdir. Artha ise, kelime anlamı itibariyle kâr, maddî avantaj ve başarı demektir. Bu durumda arthavâda, kişinin dünyevî
hayatında başarılı olması için uyması gereken kurallar, izlemesi gereken yollar veya bunları ihtiva eden kutsal literatüre verilen isimdir. Kâmaya, gelince, bu kavram
cinsel arzu anlamındadır ve bireyin cinsel açıdan başarılı
olmasını ve
bunun kurallarını öğreten dinî literatüre verilen isimdir. Olağanüstü hayat tarzının ise bir tek gayesi vardır. O da, nihaî kurtuluş olan mokşamn gerçekleştirilmesidir
(bk. Ed-
gerton, “Dominant Ideas”, s. 30-32).
17 Halbfass, Tradition, s. 66-67.
18 Bk. Edgerton, “Dominant Ideas”, s. 31; Halbfass, Tradition, s. 69-71.
19 Neufeldt, “The Response”, s. 66-67.
20 Gupta, The Gospel, II, 540.
21 Neufeldt, “The Respons”, s. 67-69.
22 Gupta, The Gospel, II, 547-549; Neufeldt, “The
Respons”, s. 69-70.
23 Neufeldt, “The Respons”, s. 75.
24 Neufeldt, “The Respons”, s. 76.
25 Neufeldt, “The Respons”, s. 76.
26 Neufeldt, “The Respons”, s. 77.
27 Vivekananda, Addresses on Vedanta Philosophy, s. 67.
28 Rambachan, “Swami Vivekananda”, s. 9-10; Sharma, "Ancient
Hinduism”, s. 175-192.
29 The Complété Works of Swami Vivekananda, II, 500.
30 Rambachan, “Swami Vivekananda", s. 12
31 Rambachan, “Swami Vivekananda”, s. 12-13; Neufeldt, “The
Respons”, s. 77.
32 Vivekananda, Chicago Addresses, s. 6-7; Rambachan, “Swami
Vivekananda”, s. 13.
33
Bhagavad Gita, IV, 6-8.
34
Ayrıntılı bilgi için bk. Rambachan, “Swami Vivekananda”, s. 16.
35
Jordens, “Gandhi and Religous Pluralism”, s.
7-8.
36
Jordens, “Gandhi and Religious Pluralism”, s.
8.
37
Jordens, “Gandhi and Religious Pluralism”, s.
8.
38
Jordens, “Gandhi and Religious Pluralism”, s.
8-9.
39
Jordens, “Gandhi and Religious Pluralism”, s.
10.
40
Jordens, “Gandhi and Religious Pluralism”, s.
11.
41
Jordens, “Gandhi and Religious Pluralism”, s.
11-13.
42
Radhakrishnan, Eastern Religions, s.
307-308.
43
Radhakrishnan, Eastern Religions, s.
310.
44
Radhakrishnan, Eastern Religions, s.
310-312.
Ek - 3 Bölüm
Hint
Dinlerinde Kötülük ve Şeytan
1
Keith,
The Religion, I, 234.
2
Wilkins,
Hindu
Mythology, s. 437.
3
Keith, The Religion, I, 231-232; Wilkins, Hindu Mythology, s. 238-240.
4
Wilkins,
Hindu
Mythology, s. 240.
5
Keith, The Religion, s. 233-235.
6
Keith, The Religion, s. 234.
7
Keith, The Religion, s. 234.
8
Rig Veda, VII, 104; X, 87.
9
Keith, The Religion, s. 233-236.
10
Keith, The Religion, s. 238-239.
11
Keith, The Religion, s. 239.
12
Tripathi, Indian View, s. 94-98’den
özetle.
13
Brhadaranyaka Up., III.5.1.
14
Katha Up., I.2.20.
15
Svetasvatara
Up., IV.16.
16
Bhagavad Gita, II, 70.
17
Bhagavad Gita, IV, 40.
18
Bhagavad Gita, II, 51; XII, 12.
19
Rahula, What the Buddha Taught, s.
17-18.
20
Rahula, What
the
Buddha Taught, s.
29-31.
21
The Fo-Sho-Hing-Tsen-King, s. 147-156’dan özetlenerek.
22 Matta, 4/1-11; Luka, 4/1-13.
23 The Fo-Sho-Hing-Tsen-King, s. 148.
24 Bhagavad Gita, 2, 46-53.
25 “Dhaniyasutta”, s. 3-5.
Sözlük
adho: Hinduizm’de kötülerin sürekli veya geçici olarak
kalacakları kabul edilen yer altı dünyası,
anatannça kültü: Çok eski dönemlerden itibaren birçok politeist inanç sisteminde
görülen ve yaratıcılığı, bereketi, doğurganlığı, çocuk büyütmeyi ve gelişmeyi temsil eden analık sembolü tanrıçalara inanç ve tapım etrafında oluşan dinsel sistem,
apavarga: Hint dinlerindeki nihaî kurtuluşu ifade etmek için kullanılan kavramlardan biri,
arhat: Ermiş veya eren. Budizm’de eşyanın/varlığın hakikatini kavrayarak nirvana derecesine ulaşmış ve doğum-ölüm ve yemden doğuş döngüsünden ebediyen kurtulduğuna inanılan
kişi. Hinayana
mezhebi mensuplarına göre sadece kendini rahipliğe adayan ve manastır hayatı
yaşayan kimseler
arhatlık derecesine ulaşabilir.
ashrama-dharma: Hinduizm’de Manu-smriti ve benzeri eserlere göre ilk üç üst sınıfı oluşturan bireylerin dinsel sorumluluk ve gayelerinin, bulunduğu kasta/sosyal sınıfa göre
değiştiğini savunan sistemin adı. Buna göre bilhassa
brahminler, hayatlarını öğrencilik, aile hayatı, orman veya ıssız yerlerde tefekkür dönemi ve dilencilik dönemi olmak üzere dört devreye ayırmalıdır. Hayatın gayeleri de ilk iki dönem için, geleneksel dinsel inanç ve pratikleri öğrenme ve uygulama (dharma), ailesini geçindirmek için bir
meslek öğrenme (artha) ve evlenip bir aile kurmak suretiyle atalarına ve tanrılara karşı sorumluluklarını yerine getirme {kama) iken, son iki basamak için tek
gaye nihaî kurtuluş (mofeşa) olarak belirlenmiştir.
Asoka: Milâttan önce 272-232
yılları arasında Hindistan'ın kuzey ve orta bölgelerine hâkim ve Budizm’in yayılmasında etkili olmuş bir hükümdardır. Onun kitâbeleri bugün Budizm’in ilk tarihsel dokümanları olarak kabul edilir,
aşrama: Hinduizm’de geçici keşişlik yaşantısının yanı sıra çeşitli Hindu mezheplerinde manastır veya topyekün manastır hayatım ifade etmek için kullanılan bir terimdir,
atman: Sanskritçe “nefes” ve “ruh” anlamlarına gelen kavram, Hint felsefesinde evrenin öz ruhu
ve “ilk prensip” anlamında kullanılan bir terimdir,
avatara: Sözlük anlamı “iniş”
anlamına gelen
avatara, Hinduizm’de bir tanrının (özellikle
Vişnu) kötülüğün arttığı dönemlerde kötüleri yok etmek amacıyla insan veya hayvan şeklinde bedenle- şerek yeryüzüne inmesini ifade eder.
Boddhisattva: Kurtuluşu yalnızca kendisi için aramayıp, sevgi ve bilgelik erdemiyle acı çeken herkesin kurtuluşa ulaşmasına çalışan ve bunun için nirvanaya girmekten kaçman Budist
azizi.
Bön dini: Tibet’in yerli dini. Bu inanç sisteminde,
göktanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak görülen yöneticilere ve bir tür “şaman” diyebileceğimiz din adamı ve keşişlere saygı göstermek, muhtelif yeryüzü ve yer üstü tanrılarına inanmak ve onlar için kurban törenleri düzenlemek ve takdimeler sunmak başlıca dinsel pratiklerdir.
chun tzu: Konfüçyanizm’de Jen ideali ile yaşayan ve kibir, öfke ve intikam gibi dünyevî ihtiraslardan kurtulduğuna inanılan kimsedir. Bu insanların en önemli özelliği, herkese karşı kibar
davranmalarıdır,
çakra: Tekerlek veya dönüş anlamına gelir. İnsanda bulunduğu kabul edilen enerji merkezleri de
girdap şeklinde dönen enerji alanından oluştuğu için onlara da bu isim verilmiştir,
deva: Hint Vedik geleneğinde melekler/iyi ruhanî varlıklar anlamında kullanılan bir terimdir. Zerdüştlük’te ise aynı kavram, kötülük tanrısı Ehrimen ve onun meleklere karşı savaşan yardımcılarını
ifade eder.
devaraja kültü: Güneydoğu Asya’da krallara tanrısal özellikler atfeden bir tapım biçimidir.
Dravidyen: Ârîler’in bölgeye göçü
ve istilâsı döneminde Hindistan’daki yerli halk.
Durga: Hinduizmdeki en yaygın tanrıçadır. Bir aslan üzerine oturmuş biçimde, bir elinde yılandan bir kırbaç, diğer ellerinde ise farklı silâhlar
taşıyan veya
mudra işareti yapan bir tanrıça olarak tasvir edilir. Tanrıçanın bu formu, dişil ve yaratıcı enerjinin vücut bulması olarak tanımlanır.
fenomen: Somut, algılanabilir ve denenebilir olay ya da nesne
demektir. Aynı zamanda bir nesne, olay ya da sürecin nesnel gerçekliğini vurgulayan bir ifadedir.
Gelugpa: Gelug, Tibet Budizmi’nde dört ekolden
birisidir. Liderleri Dalai Lamadır. Bu ekole mensup olanlara da
“gelugpa” adı verilir.
go-loka: Hinduizmde bereketli, doğal güzelliği korunmuş ve semi- tik dinlerdeki Aden Bahçesi’nden (cennet) yüzlerce milyon kat daha büyük olduğuna
inanılan semavî âlem.
Gotra: Hindu geleneğinde aile veya sülâlelere verilen isim. Özellikle Hindu brahminler, soylarının, isimlerini aldığı efsanevî bilge ki- şilere/rişilere büyük değer verirler.
guru: Mürşit, mânevî rehber. Hinduizm ve Sihizm’de “öğretmen, hoca, rehber”; talebelerine yol gösteren, onları irşat eden kişiler için kullanılan bir unvandır.
Hanuman: Hindu mitolojisinde maymun/maymun yüzlü tanrı. Rüzgâr Pavana’nın oğlu olan ve havada uçabildiğine inanılan Hanuman, özellikle Ramayana ve bundan kaynaklanan dinsel inanç ve
pratiklerde önemli yer tutar.
Harappa: Kuzey Hindistan’daki İndus vadisinde yer alan eski bir yerleşim merkezi.
Helenizm, Helenistik dönem: Büyük
İskender’in istilâlarıyla başlayan Antik Dünya’da Grek etkisinin doruğa ulaştığı dönemi ifade etmek için kullanılan bir terimdir.
hierogami: Kutsal evlilik.
İndra: Hinduizm’de hava ve savaş tanrısı. Bu tanrı aynı zamanda “swargaloka”nm da (semavî âlem/cennet) yöneticisidir.
jen: Çin düşüncesinde iyilik, aşk, insanlık ve güzellik ilkesi; kısaca iyilik
severlik.
jiva: Hinduizm ve Jainizm’de, canlı varlık veya ölümsüz ruh için kullanılan bir terimdir.
jnana: Sanskritçe'de “bilgi” anlamına gelir.
ka: Eski Mısırlılar’ın
inancında ruh
ya da İlâhî ruh.
Kali: Siyah ve kan içmeye düşkün Hindu tanrıçası. Aynı zamanda Tanrı Şiva’nm da eşi olduğuna inandır.
Kamadhenu: Surabhi olarak da bilinir. Hindu mitolojisinde "İneklerin anası/bütün istekleri karşılayan” olarak da tanımlanan tanrıçadır.
Kathenoteizm: Çok tanrıcı bir yapı içerisindeki her bir tanrının, aynı ve tek tanrının farklı isimlerle çağrılması veya bu tanrılardan her birinin farklı zaman ve ortamlarda yüce tanrı algılanmasıdır.
Keltler: Tarih öncesinde Avrupa’da yaşayan bir kavim,
khalsa: Sihizm’de dine giriş töreni.
lama: Tibet Budizmi’nde genellikle başrahip için kullanılan bir sıfattır. Günümüzde ise neredeyse bütün rahipler
haline gelmiştir,
11:
Çin dinlerinde kutsal atalar tapımına verilen isim,
loka: Hindu geleneğinde üç loka (tri-loka); hava, su ve topraktan oluşur. Yedi loka ise tanrdar ve azizlerin mekânını içerir,
madhya: Sanskritçe’de “orta” anlamına gelir.
Mahadeva: Hinduizmde Tanrı Şiva’nın, Budizm’de ise Buda’nın isimlerinden biridir.
mahasiddhi: Sanskritçe’de “büyük, yetkili” anlamlarına gelen terim, aynı zamanda
Hint ve Tibet geleneklerinde birtakım me- ditasyonlarla siddhalık makamına ulaşan büyük yogilere denir.
mandala: Hindu ve Budist âyinlerinde kullanılan
ve üzerindeki şekil ve desenlerle evreni, İlâhî âlemleri, ruhsal tabakaları ya da tanrıları sembolize eden dairesel bir kült objesidir,
mantra: Meditasyon amacıyla sürekli tekrarlanan dinsel nitelikli
herhangi bir cümle, söz ya da formüldür.
Maruta: Vedik rüzgâr tanrısıdır.
meditasyon: “Derin düşünme” anlamına gelen terim, “kişinin iç huzuru, sükûnet, değişik şuur halleri elde etmesine ve öz varlığına ulaşmasına imkân veren, zihnini denetleme teknikleri ve deneyimlerine verilen ad”
olarak tanımlanır.
Mohenjo-Daro: Pakistan-Sindh’te yaklaşık milâttan önce 2600’de inşa edilen
arkeolojik bir sit alanıdır. İndus vadisinde kurulan en büyük medeniyetlerden
biri olduğu düşünülmektedir,
monizm: Her şeyi bir tek ilkeyle açıklamaya çalışan felsefî sistem; tekçilik.
mukta: Kurtuluşa ermiş kişidir.
nama-karana: Hinduizm’de doğumun altıncı veya on ikinci gününde yapılan, çocuğa isim verme töreni.
Nyingma(pa): Tibet Budizmi’nin dört büyük ekolünün en eskilerinden biridir.
om: Hint dinlerinin hemen hepsinde çok önemli bir kelime olup Sanskritçe bir mantra ve mistik bir sestir,
pandit: Hinduizm’de Vedik metinler, Hindu ritüeller, şeriat, İlâhîler vb. konularda yetkin olan din bilgini,
prajapati: Hinduizm’de yaratılışın efendisi; bir baba figürü. Tanrıların ve şeytanların onun çocukları olduğu düşünülür,
prakrti: “Doğa” anlamına gelen Sanskritçe kelimedir. Bhagavad G ita 'da “temel itici güç” olarak
tanımlanır,
prithi: Hindu mitolojisine göre egemen bir kuvvettir. Adı Vedik
metinlerde zikredilen bu tanrının, Tanrı
Vişnu’nun avatarası olduğu düşünülür,
pudgala: Jainizm’de altı “dravya”dan biri ve yaşadığımız dünya gerçekliğinin görünüşlerinden biridir,
puja: Hindular tarafından tanrılara, kutsal kişilere ve misafirlere yönelik düzenlenen
dinî bir âyindir,
purdeh: Sosyal hayatta kadın ve erkeği ayıran mahremiyet perdesi.
Purusa: Hinduizm’de bir mistik cüce tanrı; ezelî kişi ya da kozmik adam. İnanışa göre onun gözleri yoktur, ama görür; ayakları yoktur, ama hareket eder; her şeyi bilir.
Rama: Hinduizm’de Vişnu’nun avatarası
olduğuna inanılan savaş tanrısıdır.
Ratri: Aynı zamanda Ratridevi olarak da anılır. Vedalar'da ve Hint mitolojisinde zikredilen gece tanrıçalarından biridir.
Ravana: Hint mitolojisinde Tanrı Rama’ya karşı savaşan Lanka’nm şeytan kralıdır.
rişi: Hint geleneğinde tanrıların oğulları, kurbanları yöneten meleklerdir. Vedalar’m onlara vahyedildiğine inanıbr.
rta: Vedalar dönemi dinsel anlayışta, evrendeki denge ve âhenk prensibini
ifade eder. Upanişadlar dönemindeki “karma yasasının Vedalar’daki adıdır.
Rudra: Rig Veda tanrılarından biri olup fırtınayla
özdeşleştirilen ve birçok özelliği Tanrı Şiva ile ortak olan tanrı.
sadhu: “İyi, kutsal” anlamına gelen kelime, Hindistan’da kutsal kişiler için kullanılan genel bir isimdir. Bu isim, aşırı asketiklerden gezginlere kadar birçok kişiye atfedilir.
sakti: “Güç ve güçlenmek” anlamına gelen kavram, ilksel kozmik enerjiyi ifade eder.
Sarvastivada: Budizm’in tarihteki ilk ekollerinden biridir.
Savitri: Rig Veda’da adı geçen güneş tanrısı ve Adityalardan biridir.
semitik: Ortadoğu kökenli tek tanrı inancına dayalı Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’a atıf yapan çatı bir kavramdır. Kelime aynı zamanda Arapça, İbrânîce, Habeşçe gibi günümüz dillerinin yanı sıra Akkadça, Ârâmîce, Asurca gibi antik dillerin köken birliğini de ifade eder.
siddha: Aydınlanmaya ulaşmış ve tabiat üstü birtakım güçler kazanmış kimse, ruhanî lider.
soma: Hinduizm’de bazı bitki köklerinin ezilerek suyunun çıkarılması ve sonra da fermantasyona tâbi tutulması sonucu elde edilen kutsal içecek. Antik Hindistan’da soma, tanrılara takdim edilir.
sradha: Hint din ve öğretilerinde önemli olan kavram genel olarak “inanç” anlamında kullandır.
Sthaviravâdinler: Literal anlamda “büyüklerin öğretileri” anlamına gelen kelime, aslında ilk kurulan Budist ekolerinden
biridir.
Surya: “Phar Athit” adı da verilir. Başlıca güneş tanrısıdır. Kelime genellikle ilk anlam olarak güneşe de
atfedilir.
Şiva: Brahma ve Vişnu ile
birlikte Hindu panteonunun zirvesinde yer alan önemli bir tanrısal varlıktır. Kendisine aynı zamanda Mahadeva, Mahayogi ve
Nataraja gibi adlar da verilir.
Şiva-lingam: “İşaret ve sonuç” gibi
anlamlara da gelen kelime, tapmaklarda bir tapım aracı olarak kullanılan Tanrı Şiva’nın temsillerinden biridir ve bu tanrının potansiyelini simgeler.
Talmud: Yahudilik’teki sözlü geleneği temsil eden Mişna ile bunun yorumuna dayalı Gemara’yı ihtiva eden
eser.
Tantra: Literal olarak “sistem, kural” anlamına gelen kelime, Hindu dinsel ve sihirsel metinleri ve bunlardan çıkarılan uygulamalarla ilişkili bir ekol ismidir.
tirthankara: Kelime, kişinin kendi sorunlarına çözüm bulması anlamının yanında Jainizm’de kişinin “arhant” olarak aydınlanmasını ve kurtuluşa ermesini sağlayan beşerî
varlığını ifade
eder.
Trimurti: Yeryüzündeki birçok
inanç, gelenek
ve mitolojide bulunan üçlü ilâh grubuna (üçleme) Hinduizm ve Hint mitolojisinin çeşitli ekollerinde verilen addır. Bu üçlü ilâh grubu Hindu geleneğinde Brahma, Vişnu ve Şiva’dan oluşur.
Triratna: Budizm’in temel inanç esaslarım
oluşturan üç esastır. Buda, Dharma ve Sangha’ya imandan müteşekkildir.
Upanayana: Hinduizm’de ilk üç kasta mensup (Brahmin, Kşatriya ve Vaisya) olan olan erkek çocukların dine giriş törenidir. Bu törende erkek çocuğa hiçbir zaman çıkartmaması gereken ve dine bağlılığı sembolize eden asalet ipliği takılır.
vairagya: Hint felsefesinde kullanılan ve maddî dünyadan {maya) vazgeçmeyi ifade eden Sanskritçe bir terimdir.
Varuna: Antik Hint mitolojisinde gök tanrısı ve âlemlerin kralı olarak tasvir edilir.
Vişnu: Hinduizm'in en önemli tanrılarından birisi olarak tanrıça
Lakşmi/Shri’nin eşi ve âlemin koruyucusu kabul edilir. Vişnu’ya tapanlar, onun tek tanrı olduğunu, diğer
tanrıların ise aslında onun bir tezahürü olduğunu
söylerler.
Vratya: Eski Hindistan’ın Magadha bölgesinde yerleşik olan etnik bir mezhebin gezgin, asketik üyelerine verilen addır.
ZendAvesta: Antik İran’ın eski dini olan Zerdüştîliğin kutsal kitabıdır. Ayrıca Zend, kutsal kitap Avesta’nın metniyle
beraber bu metne yapılan bütün yorumlan da içerir.
Zerdüştâlik: Eski İran’da Zerdüşt’ün öğreti ve uygulamalarına dayanan dinsel sistemin adıdır. Mecûsîlik de denir.
Kaynakça
A Dictionary of Comparative Religion, ed. S. G. F. Brandon, New York:
Scribner, 1970.
A Handbook of Living Religions, ed. John R. Hinnels, Harmonds-
worth, Middlesex: Penguin Books, 1985.
A World Religions Reader, ed. Ian S. Markham, Oxford:
Blackwell Pub., 1997.
Anuruddha, R.P., An Introduction into Lamaism: The Mystical Budd-
hism of Tibet, Hoshiarpur: Vishveshvaranand Vedic Research Institute, 1975.
Apte, Vaman Shivram, Sanskrit-English Dictionary, Delhi: Motilal Banarsidass, 1988.
Bakhle, S. M., Hinduism Nature and Development, Patna: Sterling Publishers Private,
1991.
Basak, Radhagovinda, “The Hindu Concept of the Natural World”, The Religion of
Hindus, ed.
K.W. Morgan, Delhi: Motilal Banar- sidass, 1987.
Basham, A. L., The Wonder That Was India, New Delhi: Rupa Co., 1992.
Bayur, Y. Hikmet, Hindistan Tarihi, I-III, Ankara: TTK Basımevi, 1987.
Bhagavad Gita, with Commentary of Sankaracharya, trc. Swami Gambhirananda, Calcutta:
y.y., 1991.
Bhargava, P. L., Fundamentals of Hinduism: A Rational Analysis, New Delhi: Munshiram Manoharlal, 1982.
Birunî, Ebu Reyhan, Alberuni’s India, ed. Edward Sachau, New Delhi: S.
Chand & Co., 1964.
Budda, Hilmi Ömer, Dinler Tarihi, İstanbul: Vakit Gazete Matbaa Kütüphane, 1935.
Burke, T. Patrick, The Major Religions, Cambridge: Blackwell Pub- lishers, 1996.
Caillat, Colette, “Jainism”, Encyclopedia of Religion, ed. M. Eliade, New York: The
Macmillan Co., 1987, VII, 507-514.
Chappie, Chistopher Key, Yoga and the Luminous: Patanjali’s Spiri- tual
Path to Freedom, New York: State University of New York Press, 2008.
Chatterjee, Satischandra - Dhirendramohan Datta, An Introducti- on
to Indian Philosophy, Calcutta: University of Calcutta, 1984.
Cole, W. Oven, Six Religions in the Twentieth Century, Great Britain: Hulton Educational
Pub., 1984.
Cole, W. Owen - Piara Singh Sambhi, The Sikhs: Their
Religious Beli- efs and Practices (The Sikhs), New Delhi: Vikas Pub., 1978.
Cooper, J. C., Taoculuk Nedir? Eski Çin Bilgelik Öğretisine Giriş, trc. İsmet Zeki
Eyüboğlu, İstanbul: Omega Yay., 2003.
Coward, Harold, Ronald Neufeldt, Eva K. Neumaier, Readings in
Eastern Religions, ed. Wilfrid Laurier, Ontario: University Press, 2007.
Dasgupta, S. N., Yoga Philosophy in Relation to other Systems of
Indi- an Thought, Delhi: Motilal Banarsidass, 1979.
Dasgupta, Surendranath, A History of Indian Philosophy, I-V, Delhi: Motilal Banarsidass, 1975.
“Dhamma-kakka-pravattana Sutta”, Buddhist Suttas, trc. T. W. Rhys Davids, SBE serisi:
XI. c., Delhi: Motilal Banarsidass, 1968, s. 146-155.
“Dhaniyasutta”, The Dhammapada, trc. F. Max Müller, SBE serisi: X. c., Delhi: Motilal Banarsidass, 1968.
Dhyansky, Yan Y., “The Indus Valley Origin of a Yoga Practice”, Ar- tibusAsiae, LXVIII/1-2
(1987), s. 89-108.
Dowson, John, A Classical Dictionary of Hindu Mythology and
Religi- on, New Delhi: Manu Publications, 1987.
Dubois, Abbe J. A., Hindu Manners Customs and Ceremonies, New Delhi: Rupa Co., 1992
.
Dumoilin, Heinrich, “Chan”, The Encyclopedia of Religion, ed. M. Eliade, I-XVI, New York: The
Macmillan Co., 1987.
Edgerton, Franklin, “Dominant Ideas in the Formation of Indian
Culture”, Traditional India, ed. O. L. Chavarria-Aguilar, Engle-
wood Cliffs: Prentice-Hall, 1964 , s. 29-37.
Eliade, Mircea, Dinsel İnançlar
ve Düşünceler
Tarihi, trc. Ali Berktay, I-III, İstanbul: Kabalcı Yay., 2003
.
Eliade, Mircea, Yoga: Immortality and Freedom, trc. Willard R. Trask, London:
Arkana, 1989.
Evans, Allan S., What Man Believes: A Study of the World’s Great
Faiths,
Toronto: McGraw-Hill Ryerson, 1973.
Farquar, J. N., A Primer of Hinduism, New Delhi: Bharatiya Book Cor., 1976.
Feuerstein, G., The Shambhala Encyclopedia of Yoga, Boston: Shambhala Publications, 1997.
Feuerstein, G., The Yoga Tradition: Its History, Literature,
Philosophy and Practice, Arizona: Hohm Press, 2001.
Fisher, Mary P. - Robert Luyster, Living Religions, New Jersey: Pe- arson Prentice
Hall, 2008.
Gopalan, S., Outlines of Jainism, New Delhi: Wiley Eastern Private
Ltd., 1973.
Grewal, J. S., The Sikhs of the Punjab, Cambridge: Cambridge Uni- versity
Press, 2008.
Guenther, Herbert V., Buddhist Philosophy: In Theory and Practice, Great Britain: Penguin Books, 1971.
Gupta, Mahendranath, The Gospel of Sri Ramakrishna, trc. Swami Nikhilananda, Madras:
y.y., 1985 .
Güç, Ahmet, Dinlerde Mabed ve
İbadet, Istanbul: Düşünce Yay., 2011.
Gündüz, Şinasi, “Sih Dini”, Yaşayan Dünya Dinleri, ed. Şinasi Gündüz, Ankara: DİB Yayınlan, 2007, s. 373-381.
Halbfass, Wilhelm, Tradition and Reflection, Delhi: Sri Satguru Publications, 1992.
Hinduism Reconsidered, ed. Günther D. Sontheimer - Hermann Kulke, New Delhi: Manohar Publications, 1991.
Hopkins, E.W., The Religions of India, New Delhi: Munshiram Ma- noharlal, 1970.
Hume, R. E., Thirteen Principal Upanishads, New Delhi: Oxford University Press,
1990.
Humphreys, Christmas, Buddhism, Great Britain: Penguin Books, 1952.
Hymns of the Atharva Veda: Together with
Extracts from the Ritual Books and the Commentaries, trc. Maurice Bloomfield, SBE serisi: XLII. c., Delhi: Motilal Banarsidass, 1964.
Jacobi, Herman, “Jainism”, Encyclopaedia of Religion and Ethics, ed. James Hasting, Edinburgh: T.
& T. Clark, 1940, VII, 465-474
.
Jaina Sutras, trc. Herman Jacobi, I-II, SBE
serisi: XXII, XLV. c., Delhi: Banarsidass, 1968.
Jordens, J.RT., “Gandhi and Religious Pluralism”, Modern Responses
to Religious Pluralism, ed. Harold G. Coward, New York: State University of New York
Press, 1987.
Joshi, K.S., “On the Meaning of Yoga”, Philosophy East
and West, XV (1965), s. 53-64.
Joshi, L. M., “Historical Survey”, Buddhism, ed. K. L. Seshagiri Rao, Patiala:
y.y., 1969.
Kalsi, Sewa Singh, Sikhism, Philadelphia: Chelsea House
Publish- ers, 2005.
Kane, P. V., History of Dharmasastra, I-V, Pune: Bhandarkar Orien- tal
Research Institute, 2007.
Keith, Arthur Berriedale, The Religion and Philosophy of the Veda and
Upanishads, I-II, Delhi: Motilal Banarsidass, 1989
.
Keown, Damien, Dictionary of Buddhism, Oxford: Oxford Univer- sity Press, 2003.
Konow, Sten - Poul Tuxen, The Religions of India, Copenhagen: G. E. C. Gad Publisher,
1949.
Kulke, Hermann - Dietmar Rothermund, A History of India, Calcut- ta: Rupa Co., 1986.
Küçük, Abdurrahman - Günay Tümer, Dinler Tarihi, Ankara: Beri- kan Yay., 2009.
Ling, Trevor, A History of Religion East and West, London: Macmil- lan Press Ltd., 1974.
McLeod, W. H., Guru Nanak and the Sikh Religion, New Delhi: Ox- ford University
Press, 2004 .
McLeod, W. H., Historical Dictionary of Sikhism, New Delhi: Oxford University Press,
2004.
McLeod, W. H., The Evolution of the Sikh Community, New Delhi: Oxford University Press,
2004 .
McLeod, W. H., Who is a Sikh?, New Delhi: Oxford University Press,
2004.
Mohany, William K., “Hindu Dharma”, Encyclopedia of
Religion, ed. Mircea Eliade, New York: The Macmillan Co., 1987, IV, 329332.
Müller, M., The Vedas, Calcutta: Susil Cupta (India)
Limited, 1956.
Nesbitt, Eleanor, Sikhism: A Very Short Introduction, Oxford: Ox- ford University Press, 2005
.
Neufeldt, R.W., “The Response of Ramakrishna Mission”, Modern Responses
to Religious Pluralism, ed. Harold G. Coward, New York: State University of New York
Press, 1987.
Pancheli, Nila, “Hinduism”, Comparative Religions: A Modem Text- book, ed. Douglas Charing, Dorset:
Blendford Press, 1982.
Pande, G. C., Buddhism, Patiala: Punjabi University, 1969.
Parrinder, Geoffrey, Worship in the World’s Religions, London: Faber and Faber, 1961.
Radhakrishnan, S., Eastern Religions and Western Thought, Delhi: Oxford University Press, 1975.
Radhakrishnan, S., Indian Philosophy, I-II, New Delhi: Oxford Uni-
versity Press, 1999.
Radhakrishnan, S., Religion and Society, London: y.y., 1948.
Rahula, Walpola, What the Buddha Taught, London: Gordon Fraser, 1978.
Rambachan, Anantanand, “Swami Vivekananda: The Hindu Model for
Interreligious Dialogue”, Hinduism Reconsidered, ed. G.D. Sontheimer, New Delhi:
Manohar Publications, 1991, s. 9-19.
Rose, H. A., “Granth”, Encyclopaedia of Religion and Ethics, ed. Ja- mes Hasting, Edinburgh: T.
& T. Clark, 1937, VI, 389-390.
Sen, M. K., Hinduism, London: Penguin Book, 1978.
Sharma, Arvind, “Ancient Hinduism as a Missionary Hinduism”, Numen, XXXIX/2
(1992), s. 175-192.
Sharma, Chandrahar, A Critical Survey of Indian Philosophy, Delhi: Motilal Banarsidass, 1987.
Sidhu, G. S., Sikh Religion and Hinduism, London: Guru Nanak Cha- ritable
Trust, ts.
Singh, B. N., Dictionary of Indian Philosophical Concepts, Varanasi: Asha Prakashan, 1988.
Singh, Daljeet, Essentials of Sikhism, Amritsar: Singh Brothers Pub., 1994
.
Singh, Dharam Vir, Hinduism, Jaipur: Travel Wheels, 1991.
Singh, Harbans, The Message of Sikhism, Delhi: Gurdwara Parband- hak
Committee, 1968.
Singh, Nikky - Guninder Kaur, Sikhism, New York: Chelsea House Pub., 2009.
Singh, Nikky - Guninder Kaur, “The Myth of the Founder: The
Janamsakhis and Sikh Tradition”, History of Religions, XXXI/4, Sikh Studies (1992), s. 342
.
Singh, Trilochan, “Sikhism and Yoga: A Comparative Study in the
Light of Guru Nanak’s Encounter with the Yogis”, Perspectives on
Guru Nanak: Seminar Papers, ed. Harbans Singh, Patiala: Guru Gobind Singh Department of
Religious Studies, 1975.
Skorupski, Tadeusz, “Buddist Dharma and Dharmas”, Encyclope- dia of
Religion, ed. Mircea Eliade, New York: The Macmillan Co., 1987, IV 332-338.
Smart, Ninian, The Religious Experience of Mankind, London: Fontana, 1971
.
Stcharbatsky, Thedore, The Conception of Buddhist Nirvana, Delhi: Motilal Banarsidass, 1989.
Stutley, Margaret, Hinduism: The Eternal Law, New Delhi: Harper- Collins, 1993.
Suzuki, Beatrice L., Mahayana Buddhism: A Brief Outline, London: George Allen 8c Unwin Ltd.,
1959.
Sümer, İbrahim, Lotusun İçindeki İnci:
Lamaizmle Nirvanaya Yolculuk, İstanbul: Kara Kutu Yay., 2003.
Tatia, Nathmal, Studies in Jaina Philosophy,
Banaras: Jain Cultural Research Society, 1951.
Thakur, Shivesh Chandra, Christian and Hindu
Ethics, London: Ailen & Unwin,
1969.
“The Buddha-carita of Aşvaghosha”, Buddhist
Mahayana Texts, trc. E. B. Cowell, ed. E Max
Müller,
SBE serisi: XLIX.
c.,
Delhi: Mo- tilal Banarsidass, 1968.
The Complete
Works ofSwami Vivekananda, I-VIII, Calcutta: Advaita Ashrama, 1964-71.
The Dhammapada, trc. E Max Müller, SBE serisi: X. c., Delhi:
Moti- lal Banarsidass, 1968.
The Fo-Sho-Hing-Tsen-King, SBE serisi: XIX. c., Delhi: Motilal Banarsidass,
1965.
The Hymns ofRgveda, trc. Ralph T. H. Griffith, ed. J.L. Shastri,
Delhi: Motilal Banarsidass, 1973.
The Laws
ofManu, trc. Wendy
Doniger
- Brian K. Smith,
New Delhi:
Penguin Books, 1991.
The Questions
ofKingMilinda, trc. T. W.
Rhys
Davids, I-II, SBE serisi: XXXV-XXXVI.
c.,
Delhi: Motilal Banarsidass, 1965.
The Religion of the Hindus, ed. Kenneth W. Morgan, Delhi: Motilal Banarsidass, 1987.
The Upanishads, trc. E Max
Müller,
I-II, Delhi: Motilal Banarsidass, 1965.
Tiwari, Kedar Nath, Comparative Religion, Delhi: Motilal Banarsidass, 1990.
Traditional India, ed. O. L. Chavarria-Aguilar, Englewood Cliffs: Prentice-Hall, 1964.
Tripathi, B. N., Indian View ofSpiritual Bondage, Varanasi: Aradha- na Prakashan, 1987.
Tzu, Lao, Öğretiler, trc. İsmail
Taşpınar, İstanbul: Kaknüs Yay., 2007.
Vivekananda, S., Chicago Addresses,
Calcutta: Advaita Ashrama Publication, 1992.
Vivekananda, S., Addresses on Vedanta Philosophy, vol. II. Bhakti
Yoga,
London: y.y., 1896.
Wallis, H.W., The Cosmology of the Rigveda, London: Williams and Norgate, 1887.
Weigtman, M. Simon, “Hinduism”, A Handbook of
Living Religions, ed. John R. Hinnels, Harmondsworth/Middlesex: Penguin Bo- oks, 1985.
White, David Gordon, “Transformations in the Art of Love: Kama-
kala Practices in Hindu Tantric and Kaula Traditions”, History of
Religions, XXXVIII/2 (1998), s. 180.
Wilkins, W.J., Hindu Mythology, Bombay: Rupa 8t Co., 1986.
Wong, Eva, The Shambala Guide to Taoism, New Delhi: Rupa and Co., 1997.
Yaşayan
Dünya Dinleri, ed. Şinasi Gündüz, Ankara: DİB Yay., 2007.
Yitik, Ali İhsan, Hint Kökenli Dinlerde Karma İnancının Tenasüh İnancıyla İlişkisi, İstanbul: Ruh Madde Yayınları, 1996.
Yogakanti, Swami, Sanskrit Glossary of Yogic Terms, Bihar: Yoga Publications Trust, 2007.
Yogiji, Sri Singh Khalsa, The Teaching of Yogi Bhajan: A Practical De-
monstration of the Power of the Spoken Word, New York: Haw- thorn Book, 1977.
Zaehner, R.C., Hinduism, London: Oxford University Press, 1966.
Abhidhamma Pitaka 87,93,96 abhyasa 40, 41
Adhikâra 243 adhikârabheda 250
Adi Grand/Adi Grand Sahih 28, 261,164,167,171,173, 175-177
Aditi 26
Advaita hareketi 32
Advaita Vedanta 30, 247 ahimsa 135,139,148,150,153, 154,156,157,
233
Aitareya Aranyaka 36, 61
Aittereya Brahmana 60
Aitareya Upanişad 61
ajuni 177,196
akali 177
Altın Tapınağı (Harmandir) 172
Amar Das 171,172,176 amitabha 111,112,129,131
Amritsar 172,183,184,195
Ananda 85
ana tanrıça kültleri 23
Anatman 105
Anavatapta gölü 83 anekântavâda 254 Angad 171,176
Anğalar 143,144,146
Anguttra-Niyaka 95
Apadâna 95 aparigraha 154, 233 apavarga 30 Aranyakalar 33,
60,61 Arcun 172,173,176,196 arhat 85,127 Arya/Aryalar 22, 25, 26 Arya Samaj 72,
76 arti 193 asana 43 ashrama-dharnıa 48
Asoka 84, 86-88, 90, 92,114,122 astanga-yoga 45
Astasahasrikaprajnaparamita 97 asteya 150,154,233 Asvina 71
ataerkil 25,189 Atalar Diyarı 68 Atharva 36,265
Atharva Veda 38,57 atman 31, 91,125 Avalokisvara 135 Avalo-kiteşvera 111,112
avatara 35,129,162,163,165, 182, 212, 252, 253
Avidyâ inancı 27
AzizAsita 83
AzizValmiki 63
Bağımlı Varoluş Yasası 100,125 bahudha 241
Banerjee 239
Beas 161
Benaras 69
Beş Ölçek Pirinç Yolu 221
Bhadrapada 71
Bhagavad Gita 39, 63, 64,74,162, 230, 234, 252, 257, 268, 269, 273
Bhagavata Purana 33,36 bhajan 66,74
Bhakti hareketi 13,32, 34, 44,75, 143,162-165, 232, 246
bhakti-yoga 34, 44, 45, 64,163, 191
Bhikhunivibhanga 93
Bihar 139,140
Bîrûnî 29
Blyth, R.H. 133
bo/bodhi (aydınlanma) ağacı 11, 114,119,120,122,136
Bodh Gaya 69,114,115,119,122, 123,131,136
bodhisattva 96, 98,131 Boddhisattva bk. Buda Bos e 239
brahmacârin 48 brahmacarya 154 Brahman 31, 241 brahmanik 91
Brahmanizm 65
Brahma Samaj 32, 35,72, 76 brahmin 46
Brihadaranyaka 36
Briharanyaka 28
Buda 11, 81, 82-84, 86-88, 90-95, 98-102,111,112,114-116,
118,119,122-125,127-131, 134-136,141, 240, 269-275 budalık 98,127
Budda; dharma 81; - sasana 81;
- vacana 81 Buddhavamsa 95 Budizm 11,12,14,15, 27, 81, 82, 84-90,
92, 93, 96, 97, 99,100,104,106,111-115, 117,119,121-124,126,130, 133>
134.139. MO, 148,151> 152. 235, 238, 239, 241, 254, 258, 259, 269-273; ilk ~
dönemi 84
Burma 87, 89, 90
Büyük Bansın (Taiping) Yolu 220
Cariyapitaka 96
Carvaka 28,151, 241 caturaşrama 60 Celum 161
Cenab 161
Chaitanya 73
Chakra 92, 94
Ch’an 130
Christmas Humprey 133 Chullavagga 94 chun tzu 208
Çakra 119
Çandogya 36
Çin 11,12,14,15, 82, 89, 90,
97,124,130,133,136, 201, 203, 205, 207-213, 215, 216, 218, 220,
221, 223; ~ Budizmi 82,124
Çişti tarikatı 164
Dada 77
Dalai Lama 90,134,136 dalit 171
dana 168
Dasabhumisvara 98 Dasam Grand 175,176 Değişiklikler
Kitabı (Yi-King) 211 demon 261
Destanlar 65; ~ Dönemi 33 deva 174, 262 Devlet Han 168
Dhammapada 95,105 Dhammasamgani 96 Dhaniye 273, 274,275 Dharamsala 90,136
dharana 43 dharma 21, 96,119,120,127-129, 148, 228-236, 238, 239, 243, 254, 272
Dharmaguptaka 87 dharma-kaya 111,129 Dharma-şastralar 64
Dhatukatha 96 dhyana 43,130 Digha-Niyaka 94 dişil/feminen 74 Divali 71,190
diyaspora 88 dosa 29 Dört Temel Hakikat 100 Dravid kültürü 26 Durga 24, 71,171,
261
Ekber 13,171,172 Elâm 262 eril (erkek) tanrılar 26
fenomenler âlemi 28 Ferîd 162,164,176
Gandavyuha 98
Ganj 12, 66, 83, 84,139,165,169, 187
Garutman 51
Gautama 81, 82, 84,129
GeChaofu 222
Gelugpa 134
Gita bk. Bagavad Gita
Gobind Singh 167,174,182,184, 295
Gorakhnath 162,170 göçebe-çoban kültürü 25 göğün oğlu 212 gök
tapınağı 213
Göktanrı 133, 202, 207, 209
grhasthya 48
Guayin 131
gurdwara 35,183,184,189
GuruAngad 171
Guru Nanak 35,162,167,169, 170,174,175,181,184-186, 192-194
Guruluk 165
Güney Hindistan 34, 90
hakikat 28, 240, 241, 255, 257
Harappa 23
Harbhajan Singh 191
Hargobind 173,190,195
HarKrishan 174
Har Rai 173,174
Hatha-yoga 45 haumai 178 Helen dünyası 81 Himalayalar 83,161
Hinayana Budizmi 84
Hindu teslisi 73
Hinduizm 11,14,15, 27, 89, 91, 92, 99,104,129,141,151,
152,162,165,169,172,196, 227, 228, 231-233, 237, 239- 244, 248, 250, 252-254,
256- 260, 262, 263
Hindukuş dağları 161
Hint; »düşüncesi 26; - filozofları 72; —Avrupa 25 Kane 239
Kanişka 84, 88
Hiranya-Garbha 51, 52 Kanjur 97
Holi 71,190 karma 27,99,104,140, 249, 252,
Homeros 63 152,179, 282, 292, 230, 231,
232, 234, 269
Itivuttaka 95 karmamarga 92, 246 karma-tenâsüh 26
İlkbahar ve Sonbahar Yıllıkları karma-yoga 34, 44
(Chun Chiu) 210 Karttika 71
İndra 50, 99, 260, 261, 263, 265 kast sistemi 46
tndus vadisi 37 Kasyapa 85
İpek yolu 12, 89 katenoteizm 52
îsâ 36 Katha 36
ishnan 169 Katha Upanişad 39
ishtadevâta 253 Kathavatthu 96
İskitler 88 Kaushitaki Brahmana 36, 60
iyilikler diyarına (svarga) 27 Kaushitaki Aranyaka 36, 62
Kaushitaki Aranyaka 62,62
Jainizm 27 Kelt kültürü 25
Jap 177 Keşmir 22, 81, 88
Japji 177,184,187 Khalsa 275, 282-184
Japonya 82, 89, 90,118,124,130, Khandaka 94
205, 208, 215 Khuddaka-Niyaka 95
Jataka 95 Khuddaka-Patha 95
Jayanta 243 Kızıl Kale 184
JeTsongkhapa 134 kirtan 74,168,184,185
jiva 140,148,149, 235; - koan 132
atomu 29 Konfüçyüs 201, 203, 205-223, 215
jivanmukti 31,170 Konfüçyüsçülük 14, 201, 212,
jnanamarga 91, 92, 242 213, 225
jnana-yoga 34, 44, 45, 64 Kore 89, 224,130, 205, 208, 215
Jodo Shinshu mezhebi 90 kötüler diyarı (loka veya narakaloka) 27
Ka 52 Krishna Janamashtami 70
Kabir 35,162, 264,165 Krişna 36, 69, 70, 73, 74, 252,
Kagyu 134 253> 273
Kaivalyapada 42 Krişnacılık 72
Kali 24, 262 Krişnalila 74
Kalpa Sutralar 33, 242 kşatriya 46,141,166, 273
kâma 49, 58, 270 Kumarila 34, 72, 242, 243
kundalini 74,187,191 Kushinagar 122,123 Kuşhanlar 88 mahayogi 73
Majjhima-Niyaka 94
Mandala 53
Mandukya 36
Lalitavistara 99 lama 133
Lamaizm 97,124,133 langar 171,188
Lankavatara 98
Laya-yoga 45
li 12, 85,201,209,227
Lieh-tzi 217, 218
Ling Pao âyinleri 222
Ling Pao Ching 222
lobha 29
Lodi hânedanlığı 168 lotus çiçeği 112 Lumbini 122 Manjusri 98,131,135 mantra 32,119,163,191
Mantra-yoga 45
Manu Kanunnâmeleri 33
Mâra 268, 270-273, 275
Margasirsha 71
Marshall, J. 23
Maruti 50
Matsyendranath 162
Maurya Krallığı 88, 90 maya 27,148,162,178,1 1 80 meditasyon 23,77, 98,111-11 1 5, 117,120-123,1 1 31-134,155, 156,166,168,170,171,1
1
81,
182,186,191,192,197, 201
Ma 24
Madhva 73
Madhyamika 97,127
Magha 71
Mahabharata 33, 268
Mahabodhi 122
Mahadeva 86
Mahamaya 83
M aharişi Maheş Yogi 77
Mahasanghika 85, 86 mahasiddhi 170
Mahatma Gandi 76, 253, 257
Mahavagga 94
Mahâvibhanga 93
Mahayana 12, 82, 84, 85, 88, 89, 90, 92, 97,98,
99,112,1 1 1ı5, 117,118,124-126,129-131, 133.134
Mahayana Budizmi 12,82, 84, 88,98,130,131
Mahayana Kanon 97 Mahayanist 97 Mensiyus 208, 209, 211
Mezopotamya 262
Milarepa 90
Milinda 96,106-110
Milindapanha 96,106
Mimamsa 234, 244
Ming hanedanı 213, 222 mir 173
Mohenjo-Daro 23, 24 mokşa 27,99,162,231 monist 34,228, 260
monoteist 260
Mundaka Upanişad 31,36, 62 mutlak ruh 46
Müller, Max 50
Nagarjuna 90
Nagasena 97,106-110
Nam Simran 185,186 nama karana 68
Namdev 162,164,176
Nath Geleneği 162
neem 24
nefeslerin birliği 221
neidan 220
Nepal 82, 89,122,133,136
nibbana 30, 236
Nichiren 90, 99,124
Niddesa 95
nirguna 177
nirvana 27, 99,103,106-110,127,
128, 271, 272
niyama 42
Nyingma(pa) 134
om 66
Om mani padme hum 120
Orta Asya 81, 87, 88, 89
orta yol 82, 90, 99
Pali 84, 85, 87, 89, 92, 96, 97,
117,126
Pali dili 90
Pali Kanon 84, 92, 93,126
Pali metinleri 84, 89
panchaklesa 40
Pani 263
Panini 39
Paravairagya 41
Parivara 94
parya 47
pashupati 23
Pataliputra Konsili, I. ve II. 86,
87.144
Patisambhidamagga 95
Patthanapakarana 96
Pausa 71
peepul 24
Pencap 12,81,161,162,164,172
Petavatthu 95
Phalguna 71
piçaka 264
Pîr 173
Politeist 65
Politeizm 196
Pragapati 51
Prakirnalar 146
Prakrit dili 161 prakriti/prakrit dili 28, 40,143, 161
pranayama 43
prasada 41
Pratimokşa 93
pratyahara 43
Pravattana 92, 94
Proto-Şiva 23
pudgala 29,127,148,149,152, 235
Puggalapannatti 96 puja 66,112,115,116,193,195, 196
Puranalar 34,145,195, 252, 268
Puranalar Dönemi 34
purdah 188 purusa 28,187 Purusa-sukta 54
Purvalar 144
Radhakrişna, S. 76,239, 240
Raghuvamsa 38
Raja-yoga 45
Rajgir/Rajagrha Konsili 84, 90
Rama 70,196, 268
Ramakrişna 35, 245, 247-250, 257; ~ hareketi 76
Ramananda 73,165
Ramanuja 34,73,165
Ramayana 33, 268
Ram Das 172,176
Ramlila 74
Ram Mohan Roy 33, 257
RamNavami 69
Ratri 26
Ravana 63
Ravi 161
Ravidas 162,164,176 reenkarnasyon 99,104
Revata 85
Rig Veda 28,36,183,195,196, 230, 238, 240, 252, 257, 262, 264
rişi 50,183
riyâzet 82,
91,100,140-143,145, 150,153,154,158,197, 220, 254. 273
Rudra 72
ruh göçü 29
rupa-kaya 128,129
Saddharma-Pundarika 98
sadhu 46
saguna 163
Sağlıklı, Mutlu ve Kutlu Teşkilât (Healthy, Happy and Holy
Organization) 191
Saivizm 36
Sakta/Sakti mezhebi 36
sakti 23, 24, 74
Sakti mezhebi/Saktizm 36,72
Sakya mezhebi 134
Sakya Krallığı 82
Sakyamuni 82
Sama 36,167
samadhi 40, 43,121,165
Samadhipada 42
Samadhiraja 98
Samantabhadra 131
Sama Veda 57
Samhita 57
Sâmî 262
samkhya felsefesi 42
samnyasa 179
samsara 27, 91,102,106,114, 119,126,140,157,162,163,
179-181,185,194, 231
Samyutta-Niyaka 95
sanatana dharma 21, 231, 232, 238, 239, 240
sangha 93,112 Sankhya 28 sannyâsa 49 sannyasin 49 Sanskritçe 49,
89, 97,113,161, 167, 227-229, 240, 243
Sant Hareketi 163 Sarnath 90,122,123,136; ~ vaazı 23, 90
sarvamdukham 269 Sarvastivada 87, 235 sastra 41 sat 163,169,177,192 sa-ta-na-ma
192 Satapatha Brahmana 36, 60 Sati 197 satya 150,153, 233 Schipper, K.M.
223 sekiz dilimli yol 82,102,129 Semavî Üstatlar Yolu 221, 222 semitik 15, 27,
259, 261 sesshin 131 seva 169,179 Shang hânedanlığı 201, 202 Shang-ti 202, 213
Siddharta Gautama
Sakyamuni 81-84 Sih 161,163-166,170,172,173, 175-177,182-189,196
Sihizm 15, 27,35,161-165,167,
168,170-175,177,178,180- 182,184,186,187-189,191, 195-197, 258, 259
Sih Kutsal Metinleri 175 sikh 161 simran 169,182 Siri Chand 168,171 Smriti
63,242 soma 25,57
Soma 230, 263 Şiirler/Şarkılar Kitabı (Şi
Son Darsana Dönemi 34 King) 210
Song hanedanı 222 Şiva 24,163, 257, 261
sradha 26,151 Şivacılık 36,72,239
sramanik 91 Şiva-lingam tasvirleri 72
Sravana 70 Şri Lakşimi 73
Sri Aurobindo 76
Sri Lanka 87, 89, 93,113,124,1 1 69 Taç Mahal 184
Srongtsen Campo 134 Tagore, R. 76
sruti 49, 59 Tahkik 227
Sruti 242,247 Tahkik mâ li'l-Hind 29
Sthavira/Theravâda
86 Taittiriya 36, 57, 60-62
Sthaviravâdinler
85 TaittiriyaAranyaka 36, 61
stupa 113 Taittiriya Brahmana 36, 60
sudra 46 Taittiriya-Samhita 57, 60
sukla 57 Taittiriya Upanişad 62
Sultanpûr 168,177,1 1 92 Talmud 56
Sunga 88 Tanghânedanı 222
Sunga hânedanlığı 88 Tantralar 74
Sung hanedanı 211, 212 tantrik yoga uygulamaları 164
Sunyata 98 Tao 203, 215-219, 221, 222
sunyavada 90,148 Taoizm 14,1 1 30, 201, 207
sura 25, 262 tapas 54
Surya 50 Tarih Kitabı (Şu King) 210
Sutlej 161,1 1 64 tathagatha-garbha 111
Sutralar Dönemi 33 Tathagata-garbha-sutra 99
Sutta-nipata 95 Teg Bahadur 173,174 ,176,1184,
Sutta Pitaka 84, 87, 93, 94 195
Suttavibhanga 93 Tenjur 97
Suvamaprabhasa 99 thangka 112
Suzuki, D.T. 133 Theragatha 95
Svetasvatara 39 Theravâdinler 85
Swadhyaya hareketi 76 Therigatha 95
Swami 247, 248 Tibet 89, 90, 92, 97,112,11 1 3,120,
swastika 24 124,1 1 33-136,163,169
syâdvâda 254 Tibet’in Ölüler Kitabı 135
Tien 202
Şah Cihan 174 tirthankara 140-142,144,1148-
Şankara/Şankaraçarya
34,72, 150,153,156-158
241-244,246 Törenler Kitabı (Li King) 210
Şeytan 259, 269 Transandantal Meditasyon 77
Tri-pitaka 84, 93 triratna 149,153
Tulsidas 63
Tusita cenneti 83 turban 188
Udana 95
Ugadi bayramı 69
Uma 24
Upali 85
upanayana 68,167,234
Upanişad 30,
33,44,46, 49, 59-62, 65,151, 247, 266-269 uposatha 93,115,117
vairagya 40
Vaisakhi/Baisakhi 190
Vaisali 85,90,93,141
Vaishnath Athevale Shastri 77
Vaisnavizm 36
vaisya 46
Vajrayana/Mantrayana 89
Vallabhacharya 253 vânaprastha 48
Varuna 50, 230,260
Vassa 118
vayu 56
Veda metinleri 25,167
Vedalar 27, 33, 38, 46, 49, 53, 55, 56,
59, 63, 65, 67,72, 73, 140,142,1I51,178,195,228, 230,232, 241-244, 246, 247,
256, 260, 262, 265-269; - Dönemi 33,
73
Vedanta topluluğu 76
Vibhanga 96
Vibhutipada 42
Vihara 111
Vimanavatthu 95
Vinaya
Pitaka 84, 87, 93,147
Vipassana 121
Viraj 55
Visisthâdvaita felsefesi 34
Vişnu 24,
240, 252, 257, 268, 270
Vişnuculuk 36, 72,163, 239
Vivekananda 35, 76
Vrjiputrakas 85
Visak festivali 118
Watts, Alan 133
Wu Di dönemi 220
wu-wei 219
Yajnavalkya 33
YajnavalkyaVagasaneya 57
Yajur 36
yama 42
Yamaka 96
Yang 203, 216, 218, 220, 222
Yin 203, 216, 218, 220
yoga 37.185,186,187,191,1 1 94,
197; ~ egzersizleri 32, 232
Yogacara 97, 98
yogacılık 72
yoga-prajna 42
Yoga-sutra 42
yogi 23,167,170,186,194
yujir 38
yüce kudret
29
Zafernâme 177
Zen Budizmi 82, 90,124,130-132
Zerdüştîlik 27
Zhou hânedanlığı 202
ZhuXi 214
İSAM YAYINLARII
TEMEL KÜLTÜR DİZİSİ
ı. Bekir
Topaloğlu,
Allah
İnana
2.
M
ehmet Paçacı, Kurana
Giriş
3.
Casim
Avcı
(editör), Son
Peygamber
Hz. Muhammed
4.
Murteza
Bedir, Sünnet
5.
Şinasi Gündüz, Hıristiyanlık
6. îlyas Üzüm, Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevîlik
7. Alparslan Açıkgenç, İslâm Medeniyetinde Bilgi ve Bilim
8.
İbrahim Kaim,
İslâm ve
Batı
9.
Ömer M
ahir Alper, İbn Sînâ
10. Turan Koç, İslâm Estetiği
11. Ekrem Demirli, Nazarî Tasavvufun Kurucusu Sadreddin Konevî: Hayatı, Eserleri, Düşünceleri
12.
Yaşar Aydınlı, Fârâbî
13.
Selçuk Mülayim, İslam
Sanatı
14.
M
uhsin Demirci, Tefsire
Giriş
15.
Kasım Küçükalp - Ahm et Cevizci, Batı
Düşüncesi -Felsefi
Temeller-
16. İlyas Çelebi, İslâm
'ın İnanç Esasları
17. Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları 1302-1481
18. Feridun Emecen, İmparatorluk Çağının Osmanlı Sultanları
23. Selçuk Mülayim, Sinan bin Abdülmennan
24.
Ulvi
Murat Kılavuz-Ahmet Saim Kılavuz, Kelâma Giriş
25. Sönmez Kutlu, Türkler ve İslâm Tasavvuru
26.
H üseyin Sarıoğlu, İbn Rüşd
27. Ram azan Şeşen, Eyyûbîler (1169-1260)
28.
Ömer Faruk
Akün, Divan
Edebiyatı
29.
M
ehmet Özdemir,
Endülüs
30. Burhanettin Tatar, Din, İlim ve Sanatta Hermenötik
31.
Salime
Leyla Gürkan, Anahatlanyla
Yahudilik
32.
Nahide Bozkurt, Abbasiler
[*] Bu yazı, 20-21 Kasım 1998 tarihlerinde Konya’da düzenlenen “Din
ve Din Anlayışları” konulu sempozyumda bildiri olarak sunulmuş ve Dinler
Tarihi Araştırmaları ITde (Ankara: Dinler Tarihi Derneği Yay. 2000, s.
309-319) yayımlanmıştır.
« Prev Post
Next Post »