Önde Gelen Uzmanlar Beyin, Hafıza, Kişilik ve Mutluluğu Tartışıyor
| |
EDITOR: JOHN BROCKMAN
Steven Pinker. George Lakoff. Joseph Ledoux, Geoffrey Miller.
Steven Rose. Frank Sulloway, V. S. Ramachandran, Nicholas Humphrey,
Martin Seligman, Stanislas Dehaene. Siman Baron-Cohen, Robert Sapolsky, Philip
Zimbardo.
Alison Gopnik, David Lykken, Jonathan Haidt
Çeviri: Beyza
Bilal, Zeynel Gül
İçindekiler
Giriş, 7
John Brockman
V. S. Ramachandran
8 Sahip Olmaya Değer Bir Benlik Nicholas Humphrey
9 Bir Sirke Fıçısında
Taze Bir Salatalık Olamazsın Philip Zimbardo 144
10 Kendinin Farkında
Olmanın Nörolojisi V. S. Ramachandran 164
11 Ôdömoni: İyi Yaşam
Martin Seligman 171
12 Sayılar Gerçekte Nedir? Sayı Algısında
Beyinsel Bir
Temel Stanislas Dehaene 187
13 Sınıflandırıcı
Çiftleşme Kuramı Siman Baron-Cohen 199
14 Toksa: İnsan
Davranışını Yönlendiren Parazit Robert Sapolsky 208
15 Hayret Verici Bebekler
Alison Gopnik 217
16 Bilincin İşaretleri
Stanislas Dehaene 232
17 Eğitimli İnsanlar Radikal Çevreciler Olmaya
Nasıl Devam
Edebilirler?
David Lykken 254
18 Dinin Yanlış
Anlaşılması ve Ahlak Psikolojisi Jonathan Haidt 266
GİRİŞ
2009 yazında, İngiltere'nin Bristol kentinde düzenlenen Fikirler
Festivalindeki konuşmasında fizikçi Freernan Dyson gelecekle ilgili bir
öngörüde bulundu. Robert Holmes'ün ilk Romantik Çağın nasıl kimya ve şiir
sanatı üzerinde geliştiğini anlattığı yeni yayınlanmış kitabı The Age of Wonder'a
[Harikalar Çağı) atıfta bulunan Dyson, hesaplamalı biyolojinin hakim olduğu
yeni bir "Harikalar Çağı"nın geldiğine işaret etti. Genomik bilimci
Craig Venter, rnedikal mühendisi Dean Karnen, bilgisayar bilimcileri Larry Page
ve Sergey Erin ile yazılım mimarı ve matematikçi Charles Simonyi bu dönemin
liderleri arasında yer alıyor. Bu entelektüel faaliyetin buluşma yeri, Dyson'a
göre, Edge (ww .edge.org) internet sitesidir.
Dyson hayal ettiği biyoloji çağını şöyle açıklıyor: "Blake ve
Byron'ın şiir dizeleri kadar akıcı gen haritaları yazan yeni kuşak sanatçılar,
gezegenimizin ekolojisini zenginleştirecek yeni çiçekler, meyveler, ağaçlar ve
kuşlardan oluşan bir bolluk yaratabilirler. Bu sanatçıların çoğu amatör olsa
da, erken dönem Harikalar Çağı şairleri gibi bunlar da bilimle yakın ilişki
içinde olacaklardır. Yeni Harikalar Çağı, gezegenimizi verimli olduğu kadar
güzel ve insanlara olduğu kadar sinek-kuşlarına da kucak açan bir yer yapmak
için çalışan Venter ve Karnen gibi zengin girişimcileri. .. ve dünyadaki
bahçıvan, çiftçi ve hayvan yetiştiricileri gruplarını bir araya
getirebilir."
Aslında Dyson, Edge'in Ağustos 2007'deki "Yaşam: Kavram
Olarak" konulu toplantısında katılımcılardan biriydi. Dyson, genomik
bilimciler Craig Venter ve George Church, biyolog Robert Shapiro, dünya dışı
canlıları inceleyen biyolog ve gökbilimci Dimitar Sasselov ve kuantum fizikçisi
Seth Lloyd, biyolojik bilimler alanında, yeni ve kimi zaman da şaşırtıcı olan
kendi araştırmalarını ve/veya fikirlerini sundular. "Toplantı", önde
gelen Alman gazetesi Sueddeutsche Zeitung'a göre, "gelecekteki insanların
tarihte önemli bir an olarak görecekleri, hatırlanmaya değecek olaylardan biri
oldu. Hepsinden de öte, biyolojinin yeniden doğuşunun resmi olarak ilan
edildiği bir toplantıydı."
Peki, Edge nedir?
Her şeyden önce, Edge insanlardır.
Yakın zaman önce kaybettiğimiz sanatçı James Lee Byars ve ben bir
defasında şöyle yazmıştık: "Olağanüstüyü başarmak için olağanüstü
insanlara ihtiyaç duyarsınız." Edge'in her yayını ve etkinliğinin
merkezinde olağanüstü insanlar ve fikirler var. Edge, günümüzün entelektüel,
teknoloji ve bilim çevrelerinin merkezinde yer alan bilim insanları,
sanatçılar, felsefeciler, teknoloji uzmanları ve girişimcilerden oluşur.
İkincisi, Edge etkinlik demektir. Özel konferansları, Mas-ter Classes
(Uzman Dersleri) ve California, Londra, Faris ve New York'taki yıllık
yemekleriyle Edge, sanayi sonrası çağın konularını ele alan
"üçüncü-kültür" bilimsel entelektüelleri ile teknoloji öncülerini bir
araya getirir. Bu bağlamda, 2008 yılı Edge Uzman Dersi "Davranış
Ekonomisine Kısa bir Giriş"i yorumlayan bilim tarihçisi George Dyson şunu
yazdı:
2008 ortasında Sonoma'nın konforuna gömülerek ekonomi kuramları
tartışmak. Roma yanarken karşısında lir çalmayı çağrıştırıyor. Microsoft,
Amazon, Google, PayPal ve Facebook kurucularının davranış ekonomistlerine
öğretecekleri -ve onlardan öğrenecekleri-bir şey var mı? Varsa ne? Yeni olan
ne? Oysa sonunda görülüyor ki, her şey yeni. Son birkaç yıl içinde bütünüyle
yeni ekonomik yapılar ve patikalar ortaya çıktı.
Önde gelen beyinlerin olağanüstü bir toplantısıydı. Bunlar, küresel
medeniyetimizi yeniden tanımlayan insanlar.
Üçüncü olarak, Edge söyleşi demektir.
Edge, Algonquin Yuvarlak Masa Toplantısı ya da Blo-omsbury Gruptan
farklıdır, fakat aynı kalitede entelektüel yolculuk sunmaktadır. Royal
Society'nin [Kraliyet Topluluğu] öncülü olan 17. yüzyılın başındaki Invisible
College [Görünmez Üniversite] en yakın benzeridir. Robert Boyle, John Wallis ve
Robert Hooke, Invisible College'ın üyeleri arasında yer almışlardı. Ortak
teması deneysel araştırma yoluyla bilgi edinmekti. Diğer bir ilham kaynağı ise
James Watt, Erasmus Darwin, Josiah Wedgwood, Joseph Priestley ve Benjamin
Franklin gibi yeni endüstriyel çağın önde gelen kültür şahsiyetlerini barındıran
gayri resmi bir kulüp olan Lunar Society of Birmingham [Birmingham Hilal
Derneği] oluşumudur.
Edge.org'un internet sitesi, son on beş yılın Edge tartışmasını
gösteren milyonlarca kelimeden oluşan ve yaşayan bir doküman görevi görüyor.
Site, kamunun erişimine ücretsiz olarak açıktır.
Edge. org, 1981 ile 1996 yılları arasında Çin restoranlarında, sanat
mekanlarında, Rockefeller Üniversitesi toplantı salonlarında, New York Bilimler
Akademisinde, yatırım bankası firmalarında, balo salonlarında, müzelerde, oturma
salonlarında ve başka yerlerde buluşan entelektüellerin gayri resmi olarak bir
araya geldikleri Reality Club'ın [Hakikat Kulübü] internet versiyonu olarak
1996 yılında kuruldu. Buluşma mekanı şimdilerde sanal alem olsa da, Reality
Club'ın ruhu, bugünün tartışmasını sürükleyen çok önemli fikirler üzerine
hararetli tartışmalarda yaşamaya devam ediyor.
Romancı lan McEwan, Edge.org'un "açık görüşlü, serbestçe dolanan,
entelektüel olarak canlı... merak duygusunun verdiği sade bir keyif, canlı ve
cansız dünyaya karşı duyulan hayranlığın ortak bir ifadesi... devam eden ve
heyecan veren bir buluşma yeri" olduğunu söylüyor.
En İyi Edge Serileri'nin bu ilk cildinde, "zihin" üzerine
fikirlere odaklanıyoruz. Edge. org sitesinden alınan, çoğuna video kayıtlarının
eşlik ettiği görüşme kayıtları, sipariş denemeler ve kaydedilmiş konuşmaları
içeren orijinal çalışmalardan oluşan on sekiz parçayı sunmaktan dolayı
mutluyuz. İnternet üzerinde yapılan sunumların değeri konusunda şüphe olmasa
da, ister ciltli ve basılmış isterse elektronik olarak sunulsun, önemli
düşüncelerin sunulmasında kitaplar hala paha biçilmez önemdedir. Bu nedenle bu
kitap serisini halka sunabildiğimiz için mutluyuz.
İlk cilt için, üstün kuramsal psikologlar, bilişsel bilimciler,
nörobilimciler, nörobiyologlar, dilbilimciler, davranışsa! genetikçiler ve
ahlak psikologları "zihin" üzerine düşünmenin yeni yollarını
inceliyorlar.
"Hesaplama Organları"nda (1997) Harvard psikoloğu Steven
Pinker, "zihin üzerine mevcut tartışmaların temelini oluşturan çoğu varsayımın
on yıllar önce güncelliğini yitirdiğini" ileri sürüyor. Pinker, insan
zihninin dikkate değer bir biçimde karmaşık bir işlemci, Darwin'in ifadeleriyle
"olağanüstü kusursuzluk ve karışıklık organı" olduğuna dair temel
anlayışın entelektüel yaşamın ortak görüşü haline gelemediği fikrini sunuyor.
"Bedendeki Felsefe"de (1999) Berkeley bilişsel bilimcisi
George Lakoff, "Bizler nöral varlıklarız. Beyinlerimiz, verilerini
bedenlerimizin geri kalanından alır. Bedenlerimizin nasıl olduğu ve dünyada
nasıl işlediği düşünmek için kullandığımız birçok kavramı yapılandırır.
Herhangi bir şeyi değil, sadece bedene bağımlı beyinlerimizin müsaade ettiği
şeyleri düşünebiliriz" fikri üzerinde duruyor.
New York Üniversitesi nörobilimcisi Joseph Ledoux, "Paralel
Hafızalar"da (1997) "duyguları beyne yeniden koymayı ve bilişsellik
ile birleştirmeyi" öne sürüyor: "Duyguları ya da bilinci, soyut,
birbirlerinden ayrı bir biçimde çalışmamalı-yız, zihnin bu iki kısmını da beyin
üzerinden çalışmalıyız" savını tartışıyor.
New Mexico Üniversitesi psikoloğu Geoffrey Miller, "Cinsel Seçilim
ve Zihin"de (1998) zihinlerimizin sadece hayatta kalma makineleri olarak
değil, kur yapma makineleri olarak evrildiğini söylüyor: "Evrimin sadece
hayatta kalmak için doğal seçilimle değil, eşit derecede önemli bir süreçle,
Darwin'in eş seçimi aracılığıyla cinsel seçilim diye adlandırdığı sürece göre
ilerlediğine" dikkat çekiyor. İnsan zihninin en etkileyici ve şaşırtıcı
yeteneklerinin cezbetmek ve cinsel partnerini eğlendirmek için evrimleşen kur
yapma araçları olduğunu öne sürüyor. Evrimin hayatta kalma merkezli görüş
açısından kur yapma merkezli görüş açısına geçişle^ zihnin gizemlerini nasıl
anlayabileceğimizi göstermeye çalışıyor.
Open University [Açık Üniversite) emeritus· profesör ve nörobiyolog Steven
Rose, zihin ve beyin arasındaki ilişkiye kafa yoruyor. "Hafızayı
Kurtarmak"ta (1999) bir şekilde fizyoloji ve biyokimyadaki değişimler ve
beynin yapısındaki, yani biyolojik olarak çalışabileceğimiz süreçler
içerisindeki değişiklikler üzerinden bazı yolların eşleşebileceği davranış,
düşünme ve hareketteki değişiklikleri yerleştirebileceğimiz yollar arama
şekline bürünen bu ilişkiyi anlama ile ilgili yaklaşımının ana hatlarını
çiziyor. Rose, hayatının çoğunu kaplayan araştırmalarında iki şeye odaklandı:
Öğrenme ve hafıza.
.Evrim kuramcısı Frank Sulloway, "Kişilik Nasıl Oluşuyor?"da
(1998) şunları söylüyor: "Son 20 yıl boyunca, kariyerimin ilgi alanı
konusunda temel bir değişiklik yaşadım. Kariyerime bilim tarihçisi olarak
başladım ve öncelikle insanların entelektüel hayatlarıyla ilgili tarihsel
sorularla ilgilendim. Bilimde yaratıcı başarıların kaynaklarını anlamaya
çalışırken, aşama aşama insanlığın gelişimi ve özellikle de Darwiııci kuramın
kişiliğin gelişimini anlamada bize nasıl yardımcı olabileceği konusuyla
ilgilenmeye başladım. Şimdi tarihçi olmanın yanında kendimi psikolog olarak da
görüyorum."
Onursal -çn.
San Diego'daki California Üniversitesinde nörobilimci olan V. S.
Ramachandran'ın çokça alıntı yapılan "İnsanın Evriminde 'İleri Doğru Büyük
Sıçrama'nın İtici Gücü Olarak Ayna Nöronlar ve Taklit Yoluyla Öğrenme"
(2000) isimli makalesi "maymunların frontal loblarında ayna nöronların
keşfedilmesi" ile ilgilidir: "Bu nöronların insan beyninin evrimiyle
olası bağlantısı -bu makalede bu hususlar üzerinde duracağım- son on yılın en
önemli "anlatılmamış" (ya da en azından halka duyurulmamış)
hikayesidir. DNA'nın biyolojide üstlendiği rolü, ayna nöronların psikolojide
üstleneceğini tahmin ediyorum: Bu nöronlar birleştirici bir çerçeve sunacak ve
şimdiye dek gizemli kalmış, deneylere kapalı olan bir sürü zihinsel beceriyi
açıklamada yardımcı olacaklardır."
Landon School of Economics'ten [Londra Ekonomi Okulu) kuramsal psikolog
emeritus profesör Nicholas Hump-hrey, "Sahip Olmaya Değer Bir Benlik"
(2003) adlı makalesinde şunları yazıyor: "Şu anki düşüncem -daha fazla
çalışma gerektirse de- fenomenal olarak zengin öznel bir varlık olmasının
benlik için yeni bir saha açıyor olduğudur. 20. yüzyılın başlarındaki büyük
mantıkçı Gottlob Frege, aşikar; ama hayli önemli şu değerlendirmeyi yaptı: Bir
birinci şahıs öznesi bir şeyin öznesi olmalıdır. Hangi durumda 'Ne çeşit bir
şey özneleştirme görevini yerine getiriyor?' diye sorabiliriz. Ne gibi bir şey,
bir benliğin deneysel alt katmanını ya da her koşulda kendinin bir değerine
sahip olmayı sağlayacak metafizik bir yeterliliktedir? Ve şimdi önerdiğim yanıt
şu: Fe-nomenal deneyimden -içgüdüsel derinlik ve zenginliği olan, fiziksel bir
şeyin olabileceğinden daha fazla niteliklere sahip bir fenomenal deneyimden-
daha aşağı olmayan bir şey."
Standford psikoloğu Philip Zimbardo, "Bir Sirke Fıçısında Taze Bir
Salatalık Olamazsın"da (2005) şunu savunuyor: "Bu dehşet çalışma
koşullarını ve dış faktörleri bir araya getirdiğinizde, ortaya şeytani bir fıçı
çıkıyor. Esas itibarıyla herhangi birini bu fıçıya koyduğunuzda, bu şekilde
şeytani davranışlar elde edeceksinizdir. Pentagon ve ordu, Ebu Gu-reyb
skandalının aslında iyi olan bir fıçıda birtakım çürük
elmaların işi olduğunu söylüyor. Bu, yaradılışa dayandırılan bir
analizdir. İçimdeki sosyal psikolog ve deneysel sosyal psikolojideki çoğu
meslektaşımın fikir birliği, bunun yanlış bir analiz olduğunu söylüyor.
İnsanları yoldan çıkaran çürük elmalar değil, çürük fıçılardır. Bu Irak
hapishanesindeki kötü muameleleri anlamak, 'bu küçük dehşet pazarında' gece
vardiyasında çalışan askerler üzerinde işleyen koşullara bağlı, sistematik
güçlerin analiziyle başlar."
İkinci makalesi "Kendinin Farkında Olmanın Nörolojisi"nde
(2007) V. S. Ramachandran, şunları yazıyor: "Benlik nedir? Nöronların aktivitesi
bilinçli bir insan olma duygusuna nasıl yol açar? Bence, bu en eski felsefi
problemler bile deneysel bilim yöntemlerine katkıda bulunacaktır. Gitgide
benliğin tüm beynin bütünsel bir özelliği olmadığı, birbiriyle bağlantılı beyin
devrelerinin belli bir kümesinin aktivitesinden kaynaklandığı görülüyor. Fakat
bizim hangi devrelerin ciddi derecede sürece dahil olduğunu ve muhtemel
fonksiyonlarının neler olabileceğini bilmeye ihtiyacımız var. Bu, benliğe özgün
paradoksal niteliğini kazandıran, benliğin "içe dönme" durumu yani
yinelemesidir."
"Ödömoni: İyi Yaşam" (2004), Pennsylvania Üniversitesi
psikoloğu Martin Selignıan'ın "mutluluğun üçüncü biçimi" için
kullandığı bir terim. "Mutluluğun anlamlı olan üçüncü biçimi, yine en
güçlü yanlarımızın ne olduğu bilmek ve onlara sizden daha büyük olduğunuz bir
şeyin hizmetinde başvurmaktır. Bunun da kısa yolları yok. Hayatın kendisi bu.
Keyfin farmakolojisinin olması muhtemel. Genelde pozitif duyguların da
farmakolojisi olabilir, ama akışın ilginç bir farmakolojisinin olması muhtemel
değil. Anlamın farmakolojisi de imkansız."
College de France deneysel bilişsel psikoloğu Stanislas Dehaene'nin
"Sayılar Gerçekte Nedir? Sayı Algısında Beyinsel Bir Temel"i (1997)
sayıların renklere çok benzer olduğunu gösteren bir araştırma sunuyor ve
şunları ifade ediyor: "Pek çok ayrık ve hareketli nesneyle dolu bir
dünyada yaşadığımız için sayılara ayırabiliyor olmak bizim için çok
kullanışlıdır.
Bu durum en açık örnekleri vermek gerekirse, yırtıcı hayvanları takip
etmek ya da en iyi otlama alanlarını seçebilmek konusunda yardımcı olabilir.
Evrim tam da bu nedenle bizim beynimizi ve pek çok hayvan türünün beynini basit
sayısal mekanizmalarla donatmıştır. Hayvanlarda mekanizmalar oldukça
sınırlıdır, aşağıda da göreceğimiz üzere: Yaklaşık değerlerle uğraşırlar,
temsiliyetleri büyük sayılar söz konusu olduğunda gittikçe bulanıklaşır ve
yalnızca basit aritmetik işlemleri (toplama ve çıkarma) yapabilirler. Biz
insanlar ise dil ve sembolik notasyon konusunda yeteneklerimizi geliştirmek
bakımından çok şanslıyızdır. Bu durum hassas hesaplamalar için algoritmalar
oluşturmak kadar büyük sayılar için de zihinsel simgeler kullanabilmemizi
sağlar."
"Sınıflandırıcı Çiftleşme Kuramı"nda (2005) Cambridge
psikoloğu Siman Baron-Cohen, "Cinsiyet farklılıkları ile ilgili tezim
gayet ılımlı, çünkü çevresel faktörleri göz ardı etmiyorum; sadece biyolojiyi
unutmayın diyorum. Bence bu gayet ılımlı bir görüş. Ama cinsiyet çalışmaları
alanındaki bazı insanlar için bu çok uç bir fikir gibi görünüyor. Tüm meselenin
çevreye bağlı olmasını, biyolojinin işin içine karışmamasını istiyorlar. Bunu l
960'larda toplumu değiştirme çabaları dahilinde politik anlamda önemli bir
duruş olarak anlayabilirsiniz. Fakat bu, bilimsel olarak neler olduğunun doğru
bir açıklaması mıdır? Siyaset ve bilimi birbirinden ayırmanın ve sadece
kanıtlara bakmanın zamanı geldi" diyor.
Standford biyoloğu Robert Sapolsky, "Toksa: İnsan Davranışını
Yönlendiren Parazit"te (2009) şunları not ediyor: "Laboratuvarımda
üzerinde durduğum parazit, memelilerde davranış değişikliğine yol açtığından
dolayı memeliler dünyası için eşsiz bir parazit. İlgilendiğimiz bu tek
hücreliye toksoplazma deniyor. Hamileyseniz ya da hamile olan birinin etrafında
bulunduysanız, kedi dışkısı, kedi yatağı, kediyle ilgili her şeyden hemencecik
tedirgin olmalarının nedeninin kedilerin toksa taşıyor olması olduğunu
bilirsiniz ve bir ceninin sinir sistemine toksoplazmayı karıştırmak
istemezsiniz. Bu bir felaket olur."
Berkeley psikoloğu Alison Gopnik, "Hayret Verici Bebekler"de
(2009) "Çocukların, evrenin en iyi öğrenme makineleri olduğunu uzun
zamandır biliyoruz" diyor ve ekliyor: "Fakat bu daima sinekkuşlarının
gizemi gibi bir şey oldu. Uçtuklarını biliyoruz, ama bunu nasıl
yapabildiklerini bilmiyoruz. Bebeklerin öğrendiğini söyleyebiliyoruz, ama nasıl
olduğunu söyleyemiyoruz."
Stanislas Dehaene, "Bilincin İşaretleri"nde (2009) son
araştırmasının sonuçlarını sunuyor. Son 12 yıldır "Bilince dair beyin
mekanizmalarını açıklığa kavuşturmaları için, fonksiyonel MRI'dan elektrik ve
magnetik ensefalografi ve hatta insan beyninin derinliklerine yerleştirilen
elektrotlara kadar tüm beyin araştırma aletleri araştırma ekibimin elinin
altında. Şimdi iyi bir çalışma hipotezi elde etmiş olduğumuzu bildiriyor
olmaktan mutluyum. Defalarca gerçekleştirilen deneylerde, bilincin ortak
işaretlerini gördük: Bir kişi bir parça bilginin (örneğin bir sözcük, bir rakam
veya bir ses) farkına vardığında, büyük çapta değişiklikler sergileyen
fizyolojik işaretlere rastladık."
"Eğitimli İnsanlar Radikal Çevreciler Olmaya Nasıl Devam
Edebilirler?"de (1998) yakın zaman önce kaybettiğimiz psikolog ve
davranışsa} genetikçi, Minnesota Üniversitesi eski emeritus profesörü, David
Lykken şunları yazıyor: "İdeolojik önyargılara sahip değilse, her mantıklı
insan bu kanıtlara bakıp yeteneklerini, kişilik özelliklerini, çoğu ilgisini ve
kişisel duyarlılığını, hatta bazı sosyal tutumlarını %30 ile %70 oranında
genetik farklılıklara borçlu olduğunda hemfikir olur. İdeolojik bariyer, bu
gerçekleri kabul etmenin biyolojik belirlenimciliği, sosyal Darwinizmi,
ırkçılığı ve diğer tüm şeytani şeyleri kabul etmek anlamına geleceği kanısını
içeriyor gibi görünüyor." İnsan psikolojisindeki genetik ve çevresel
etkenleri karşılaştırmada faydalandığı 4000 ikizle ilgili ünlü çalışmasına
dayanıyor. "Genetik etkiler güçlüdür ve çoğumuz temel olarak kişisel
genetik rehberimiz tarafından belirlenen bir patika boyunca gelişiriz"
argümanını ge-
liştiriyor ve "genetik aracılığıyla çevre, genetiğe karşı çevreden
daha iyi bir formüldür" iddiasında bulunuyor.
Virginia psikoloğu Jonathan Haidt, "Dinin Yanlış Anlaşılması ve
Ahlak Psikolojisi"nde (2007) şunları ifade ediyor: "Size sözleşmeli
toplumlar iyi, modern, yaratıcı ve özgür görünürken; arı kovanı toplumları
feodalizmin, faşizmin ve ataerkilliğin yaydıkları kötü kokular gibi gelebilir.
Laik bir liberal olarak, Batı Avrupa tipi sözleşmeli toplumların, artan
farklılıklara sahip modern uluslarımızda bize barış içinde birlikte yaşamada en
iyi umudu sundukları fikrine katılıyorum (Avrupa'nın kendi farklılıklarını
çözüp çözemeyeceğinin beklenilip görülmesi gerekliliğine rağmen). Yine de
yalnızca bir noktaya parmak basmak istiyorum. Sözleşmecilerden bir dakika durup
düşünmelerini istemeliyim: Araştırmalar ABD'de dine inananların, laik
insanlardan daha mutlu, sağlıklı, uzun ömürlü ve birbirine ve topluma karşı
daha cömert olduklarını göstermiştir."
John Brockman
Editör ve Yayıncı
Edge.org
1
HESAPLAMA
ORGANLARI
Steven Pinker
Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Johnstone Family kürsüsünde
Profesör;
The Language Instinct [Dil İçgüdüsü), The Blank Slate [Boş Sayfa] ve
The Stuff of Thought [Düşünmenin Nesnesi] kitaplarının yazarları.
EDGE: Biri, insan zihni kadar karmaşık bir şeyi açıklamaya nasıl
başlar?
STEVEN PINKER: Bence zihni anlamanın yolu, doğal seçilimin
evrimleştiğimiz çevrede başarılı olması için onu ne şekilde tasarladığını
kavramak adına "tersine mühendislik"" yapmakla mümkün. How the
Mind Works [Zihin Nasıl Çalışır) kitabımda zihni, atalarımızın nesneleri,
hayvanları, bitkileri ve birbirlerini anlamalarına ve zekalarıyla üstesinden
gelmelerine yarayan "hesaplama organları" olarak sundum.
EDGE: Bu yaklaşım entelektüellerin şu anda inandıklarından ne kadar
farklı?
PINKER: Zihin üzerine mevcut tartışmaların temelini oluşturan çoğu
varsayım on yıllar önce güncelliğini yitirdi. Freud'un hidrolik modelini ele
alalım. Bu modele göre ruhsal baskı zihinde gelişir ve uygun patikalara
yönlendi-
Bir sistemin çıkarımcı akıl yoluyla analizi (reverse engineeringl -çn.
rilmezse patlayabilir. Bu düpedüz yanlış. Zihin, basınç altındaki
sıvıyla veya enerji akışıyla çalışmaz; bilgiyle çalışır. Ya da uzmanların ve
toplumsal eleştirmenlerin insan ilişkileri hakkındaki yorumlara bakın. Bizim
bunu yapmak için "şart-landırıldığımızı" veya şunu yapmak için "beynimizin
yıkandığını" ya da şuna buna inanmak için
"sosyalleştirildiğimizi" söylüyorlar. Bu fikirler nereden geliyor?
1920'lerin davranışçılığından, 1950'lerin kötü soğuk savaş filmlerinden,
davranışsa! genetiğin yanlışlığını ispatladığı çocuk yetiştirmenin etkileriyle ilgili
halk geleneğinden geliyor. İnsan zihninin dikkate değer bir biçimde karmaşık
bir işlemci, Darwin'in ifadeleriyle "olağanüstü kusursuzluk ve karışıklık
organı" olduğuna dair temel anlayış, entelektüel yaşamın ortak görüşü
haline gelemedi.
EDGE: Zihnin bu denli bir karmaşık bir sistem olduğu kanısına nasıl
ulaşıyorsunuz?
PINKER: Zihinde bizi etkilemesi gereken şey, Mozart ya da Shakespeare
ya da Einstein'ın başarıları gibi nadir sı-radışı beceriler değil;
kanıksadığımız günlük becerilerdir. Renkli olarak görmek, annenizin yüzünü
tanımak, bir karton sütü kaldırıp ve düşmeyeceği, ama aynı zamanda
buruşmayacağı sıkılıkta tutarken, parmak uçlarınızdaki titremeler sayesinde
içinde ne kadar süt kaldığını ölçmek için ileri geri sallamak, dünya hakkında
fikir yürütmek: Buzdolabı kapağını açtığınızda ne olacak veya olmayacak. Tüm
bunlar çok sıradan veya sıkıcı geliyor olabilirler, ama olmamalılar. Örneğin
bunlardan herhangi birini yapacak bir robotu prog-ramlayamıyoruz! Tabakları bir
kenara bırakacak veya basit getir götür işlerini yapacak bir robota çok para
verirdim, ama yapamam; çünkü bunu yapacak bir robotu üretmek için çözmeniz
gereken küçük problemlerin hepsi -örneğin nesnelerin tanınması, dünya hakkında
fikir yürütmek, elleri ve ayakları kontrol etmek- çözülemeyen mühendislik
sorunlarıdır. Bunlar birini aya göndermekten veya insan genomunu dizmekten çok
daha zor şeyler. Fakat dört yaşındaki bir ço-
cuk annesinin söylediğini yapmak için odaya her koştuğunda bu işleri
gerçekleştiriyor.
Zihni zarifçe düzenlenmiş bir alet olarak görüyorum: Kelime anlamıyla
düzenlemek değil elbette; ama doğada gördüğümüz düzenlemenin, doğal seçilimin
taklidi yoluyla tasarlanmış olan bir düzenleme. Hayvanların bedenlerini uçma,
yüzme ve koşma gibi beklenmedik becerileri gerçekleştirmek üzere
"düzenleyen" doğal seçilim olduğu gibi, zihni beklenmedik
becerilerini gerçekleştirmek üzere "düzenleyen" de yine doğal
seçilimdir.
EDGE: Aslında bu yaklaşımda, sizi zihnin nasıl çalıştığını araştırmaya
çeken ne?
PINKER: Bu yaklaşım size, psikolojide araştırmanın ne olması
gerektiğini söylüyor: Bir çeşit tersine mühendislik. Bir antika dükkanını
karıştırıp iç içe geçmiş parçalardan oluşan tuhaf bir aletle karşılaştığınızda,
bu parçaların bir amaç doğrultusunda birleştirildiğini varsayarsınız. Sadece bu
amacı anladığınızda, parçaların neden var oldukları şekilde düzenlendiklerine
dair bir içgörünüz olur. Her ne kadar bir tasarımcı tarafından değil de, doğal
seçilim tarafından tasarlanmış olsa da, bu, zihin için de geçerlidir. Bu
anlayışla, zihnin dolambaçlarına bakabilirsiniz ve atalarımızın dünyayla baş
etmede karşılaştıkları bazı problemlere sunduklarını çözümler açısından nasıl
bir anlam ifade ettiğini sorgulayabilirsiniz. Bu, zihnin farklı bölümlerinin ne
yaptıklarını anlamada bir fikir verebilir.
Zihnin irrasyonel görünen bölümleri -kıskançlık, intikam, delicesine
aşık olma, gurur gibi güçlü tutkular- bile atalarımızın birbirleriyle
uğraşırken karşılaştıkları sorunlara çok iyi çözümler oluşturabilir. Örneğin
insanlar eski aşıklarının izini bulmak ve onları öldürmek gibi çılgınca şeyleri
neden yaparlar? Birisini öldürerek onu nasıl geri kazanabilirsiniz? Bu,
zihinsel yazılımımızda var olan bir bozukluk gibi görünüyor. Ancak çeşitli
ekonomistler bir alternatif sundular: Zihnimiz belli şartlar altında bizi,
maliyetine bakmaksızın bir tehdidi üstlenmeye zorlar şekilde çalışırsa, tehdit
inan-
dırıcı hale gelir. Birisi açık ya da kapalı bir şekilde "Beni terk
edersen, izini bulup yakalarım" diyerek sevgilisini tehdit ettiğinde,
tehdit edilen sevgili karşısındakinin anlamsız da olsa söylediklerini yapacak
kadar çılgın olduğuna dair bir kanıya sahip değilse blöf yaptığını
düşünecektir. Bu yüzden birbiriyle etkileşim içinde olan canlılarda
caydırıcılığın inandırıcı olması, irrasyonel davranışları rasyonel çözümler
haline getirebiliyor. Bu, genlerimizin kendi kopya sayılarını maksimuma çıkarma
"amacı" bakımından "mantıklı". Ancak tabi ki insanların ve
toplumların mutluluk ve adaleti maksimuma çıkarma amaçları bakımından
"mantıklı" değil.
Diğer bir örnek garip bir kavram olan mutluluktur. Neden
"mutluluk" denen psikolojik bir durum var? Doğal seçilim bizi saf iyi
niyeti yüzünden, her zaman iyi hissetmemiz için tasarlamış olamaz. Büyük
olasılıkla, mutlulukla ilgili beyin devrelerimiz biyolojik olarak formumuzu
artıracak şeyler yapmamız için bizi motive ediyor. Bu basit anlayışla, bilge
adam ve bilge kadının binlerce yıldır işaret ettiği mutluluk bilmecelerinin
bazıları anlamlandırılabilir. Örneğin doğrudan mutluluğu kovalamak sık sık
mutsuzluk doğuran bir reçete olabilir; çünkü bizim mutluluk algımız her zaman
diğer insanlara göre ayarlanır. İbranice bir deyim vardır: Bir kambur ne zaman
sevinir? Daha büyük kamburu olan birini gördüğünde.
Belki de bunu, kendimizi doğal seçilimin ardındaki hayali mühendisin yerine
koyarak anlamlandırabiliriz. Mutluluk devresi neye yarıyor olabilir? Büyük
ihtimalle hayattaki mevcut uğraşınızda ne kadar başarılı olduğunuzu ölçmeye
yarıyor: Hayatını değiştirip başka bir şey başarmayı mı denemelisin, yoksa
halihazırda başardıklarınla -örneğin iyi besleniyorsan, rahatsan, eşinle
birlikte bir çocuk yapmaya uygun bir ortam kurabildiysen vb- yetinmeli misin?
Ama bunu önceden değerlendirecek bir beyin nasıl tasarlanabilir? Refahın mutlak
bir standardı yoktur. Yontma taş devrindeki bir avcı-toplayıcı, koşu ayakkabısı
veya merkezi ısıtma veya penisilinin olmayışından dolayı üzüntü duymamış olsa
gerek. Bir beyin, uğrunda mücadele etmeye değer bir şey olup olmadığını
nasıl bilebilir? Pekala, etrafına bakabilir ve diğer insanların ne kadar iyi
durumda olduğunu görebilir. Onlar bir şeyleri başarıyorlarsa, o zaman belki sen
de başarabilirsin. Diğer insanlar senin refah düzeyini belirler ve sana makul
bir düzeyde neleri başarmayı umabileceğini söyler.
Maalesef bu, çoğu insanı mutsuz edecek bir mutluluk özelliği doğuruyor;
yani etrafınızdaki herkesten biraz daha iyi yapıyorsanız mutlu, daha kötü
yapıyorsanız mutsuzsunuz. Maaş çeki zarfını aldığınızda %5 zam aldığınızı fark
ederseniz heyecanlanırsınız; ama diğer tüm iş arkadaşlarınızın % 10 zam aldığını
fark ettiğinizde de harap olursunuz.
Mutluluğun diğer bir paradoksu şudur: Kayıplar kaza-nımlardan daha
keskin hissedilir. Jimmy Connors'ın dediği gibi "kaybetmeye olan nefretim,
kazanmaya olan sevgimden daha fazla." Maaşınız artarsa sadece biraz mutlu
olursunuz, ama maaşınız aynı oranda azalırsa gerçekten çok mutsuz olursunuz. Bu
da elde edilebilir olan kadarını -fazlasını değil- elde etmek için tasarlanmış
olan mekanizmanın bir özelliği olabilir. Eski kötü alışkanlıklarımıza geri
döndüğümüzde, bunu keskin bir şekilde hissederiz. Çünkü bir zamanlar sahip
olduklarımız, elde edebileceklerimizin iyi bir tahminidir; ama daha çok
kazandığımızda, gelip gelebileceğimiz en iyi yere vardığımızı bilebilmemizin
bir ölçütü olmaz. Evrimci psikolog Donald Campbell bunu "mutluluğun koşu
bandı" diye adlandırıyor. Ne kadar ün, refah ve benzeri edinirsen edin,
başladığın kadarki mutlulukla sona gelirsin; ama bir derece aşağı gitmek
berbattır. Belki de doğal seçilim bizi, kavrayışımızı aşmaya yönelik programladı;
ama sadece biraz fazlasına.
EDGE: Dan Dennett, John Searle, Noam Chomsky, Gerald Edelman ve Francis
Crick gibi zihin üzerine yazan diğer insanlardan nasıl ayrılıyorsunuz?
PINKER: Öncelikle ben kendimi, doğrudan beyne bakarak zihni
anlayamayacağımızı düşünenlerin arasında görüyorum. Hayvanlar aleminde çokça
ortak nöron, nöro-iletici
ve diğer donanım özelliklerine rastlamak mümkün; ama türlerin çok
farklı bilişsel ve duygusal hayatları var. Fark, 100 milyonlarca nöronun
bilgiyi işlemek üzere birbirine bağlanma biçimlerinden kaynaklanır. Ben, beyni
bir çeşit bilgisayar olarak görüyorum: Tabi ki silikondan yapılmış diğer ticari
bilgisayarlar gibi değil; ama zekayı bir bilgisayarın gerçekleştirişiyle, yani
bilgi işleme gerekçesiyle çalışan bir bilgisayar gibi. Bu beni, Dennett ve
Chomsky ile aynı yere koyuyor (her ne kadar üçümüz büyük oranda an-laşamasak
da) ve beynin bir bilgi işlemci olarak anlaşılabileceğini reddedip, sadece
fizyoloji bağlamında anlaşılabileceğinde ısrar eden Searle'dan de ayırıyor.
Edelman ve Crick, fikirlerini Searle'nın ifade ettiği aşırılıkla ifade
etmezler, ama onlar da zihnin hesaplamalı kuramına bütünüyle sıcak bakmıyorlar.
Dennett ve Searle'a paralel ve Chomsky'den farklı olarak doğal
seçilimin, zihnin yapısını açıklamada anahtar rol oynadığı kanaatindeyim: Doğal
seçilim ışığında tersine mühendislik, düşüncelerimiz ve duygularımızın neden bu
şekilde yapılandırıldıklarını anlamada temel bir yerde duruyor.
Ben de zihnin jambon etinden yapılmadığını; karmaşık, heterojen bir
yapısı olduğunu düşünüyorum. Zihin; görme, el ve ayakları kontrol etme, akıl
yürütme, dil, sosyal etkileşim ve sosyal duygular gibi farklı şeyleri
gerçekleştirmek için uzmanlaşmış zihinsel organlardan oluşur. Vücudun fiziksel
organlara bölünmesi gibi zihin de zihinsel organlara ayrılır. Bu beni Chomsky
ile aynı yere koyarken, bir tek nöral ağ türünün uygun şekilde eğitildiğinde
yaptığımız her zihinsel beceriyi gerçekleştirebileceğini uman birçok nöral ağ
modelleyici ile anlaşmazlığa götürüyor. Benzer nedenlerle, düşüncelerimizin çocukken
yaşadığımız sosyalleşme biçimi, medya görüntüleri, rol modeller ve şartlanma
yoluyla toplumsal olarak kurgulandığını savunan modern entelektüel hayattaki
baskın tutuma katılmıyorum.
EDGE: Ama beynin bilgisayar metaforuna itirazlar gelmemiş miydi?
PINKER: Bazı eleştirmenler bunun son teknolojiyi kuramlarımızla
akılsızca birleştirmenin bir örneği olduğunu savunuyorlar. İtiraz şöyle
geliyor: Telefon santralleri ilk ortaya çıktığında insanlar, zihnin bir telefon
santrali gibi olduğunu düşündüler; bundan önce süslü, su kuvvetiyle çalışan
mekanik oyuncaklar coşkunun odağıydı, insanlar zihnin hidrolik bir makine ve
benzeri bir şey olduğunu söylediler. Elbette metaforları ilk anlamlarıyla
düşünmek tehlikeli; fakat dikkatli olduğunuzda mekanik metaforlar kavrayışımızı
gerçekten güçlendirir. Kalp ve kan damarları, pompa ve boruları düşünerek daha
iyi anlaşılabilir ve telefon santrali metaforu ise sinirlerin ve omuriliğin,
daha önceki modellere göre daha net bir şekilde kavranılmasını sağlar.
Hesaplama kuramının ve bazı durumlarda gerçek bilgisayarların zihnin
nasıl çalıştığının anlaşılmasına temel prensipler sunduğunu düşünüyorum.
Buradaki fikir, zihnin ticari bilgisayar gibi olduğu değil; zihinlerin ve
bilgisayarların bazı noktalarda aynı prensiplerle çalışması. Mühendislerin ilk
defa uçak tasarlama işine giriştikleri sırada uçmayı anlamaya çalışmaları,
kuşların nasıl uçtuğuna dair bir kavrayışı da beraberinde getirdi; çünkü uçak
kanadının şekli, kalkış ve hava direnci gibi aerodinamik prensipler uçaklar
için olduğu gibi kuşlar için de geçerlidir. Bu uçakların, kuşların iyi bir
modeli olduğu anlamına gelmiyor. Kuşların pervaneleri, kulaklık girişleri ve
içecek servisleri yoktur örneğin. Fakat herhangi bir aletin uçmasını sağlayan
yasalar anlaşılırsa, doğal aletlerin nasıl uçtuğu da anlaşılır. İnsan zihni pek
çok noktada bilgisayardan farklıdır; ama bilgisayar hesaplamasının ardındaki
püf noktası düşüncenin de ardındadır: Dünyanın hallerini yansıtmak. Yani
dünyadaki gerçeğin taklit ilişkileri ve istatistik olasılıklarının kurallarına
göre bilgiyi kaydetmek ve işlemek.
EDGE: Sahiplendiğiniz biyolojik yaklaşıma politik itirazlar da gelmedi
mi?
PINKER: Çoğu insan, insanlar arasındaki farklılıkların doğuştan gelmek
zorunda olduğu fikri ile zihnin doğuştan
gelen bir yapı olduğu fikrini aynı yere koyuyor. Fakat bu fikirler
tamamıyla farklı. Gezegendeki her insan, doğuştan zihinsel yapıların ve
insanlar arasındaki tüm farklılıkların da içinde bulunduğu muazzam bir
katalogla donatılmış olabilir: John'u Bill'den farklı kılan şey, deneyimden,
yetiştirilmeden veya büyürken başlarına gelen rastgele şeylerden kaynaklanıyor
olabilir. Türlerin her bir üyesinin doğuştan zengin bir yapısı olduğuna
inanmak, insanlar veya farklı gruplar arasındaki farklılıkların doğuştan gelen
yapısal farklılıklardan kaynaklandığını söylemekten farklıdır. İşte bir örnek:
Bacak sayısını inceleyin -insanlar türünün altı bacaklı böceklerle veya sekiz
bacaklı örümceklerle veya dört bacaklı kedilerle karşılaştırıldığında iki
bacağa sahip olması doğuştan bir özellik- öyleyse iki bacağa sahip olmak
doğuştan geliyor. Fakat bazı insanların neden bir bacağa sahip olduğuna veya
hiç bacağı olmadığına bakarsanız bu tamamen çevreden kaynaklanıyor; ya bir
kazadan ya da bir hastalıktan dolayı bacaklarını kaybettiler. Öyleyse iki soru
ayrıştırılmalı. Bacaklar için geçerli olan zihin için de geçerli.
EDGE: Bildiğiniz üzere internetin ivme kazanarak yayılmasına ve
entelektüel hayat üzerindeki etkilerine olan ilgim giderek arttı. Zihin
hakkında bildiklerimizin, bilgisayar teknolojisinin dünyamızı değiştirme
konusundaki hızına dair herhangi bir olası sonucu olduğunu düşünüyor musunuz?
PINKER: Bilgisayar teknolojisi zihnin işleyişini göz ardı ettiği sürece
asla dünyayı değiştirmeyecektir. İnsanlar neden birden faks makinelerini kullanmaya
başladı ve elektronik posta kullanmak daha mantıklıyken neden hala faks
kullanmaya devam ediyorlar? Bilgisayarlarındaki metinleri bir kağıt parçasına
basan, faks makinesine bu kağıtları yerleştiren, öteki faks makinesindeki
kişiye metni kağıda basmaya, okumaya ve buruşturmaya veya daha da kötüsü, yine
baytlardan oluşan bir dosya haline gelecek şekilde tarayıp bilgisayarına
yüklemeye zorlayan milyonlarca insan var. Bu, teknolojik açıdan bakıldığında
tamamen saçmalık, ancak insanlar bunu yapıyor. Bunu yapıyorlar; çünkü zihin
fiziki nesnelerle uğra-
şacak şekilde gelişti ve hala alıp bir kutuda muhafaza edebileceğin
fiziki nesneler olarak insanların sahip olduğu ve birbirine aktardığı
varlıkları kavramsallaştırmayı sever. Bilgisayar sistemleri, elektronik posta,
video kameralar, VCR'lar vs zihnin gerçekliği kavramsallaştırma yönteminden,
yani bir yerde var olan ve kuvvetlerin etkisi altında bulunan fiziki nesneler
olarak kavramsallaştırma yönteminden faydalandığı sürece insanlar, makineleri
tarafından şaşkınlığa uğratılacak ve bilgisayar devrimi vaadi
gerçekleşmeyecektir.
Sorunun bir kısmı, en iyi teknolojinin Japonya'dan geliyor olmasından
ve kullanım kılavuzlarının Japonca yazıldıktan sonra tercüme ediliyor
olmasından kaynaklanıyor olabilir, ancak Japonya'da insanların VCR'larını
programlamada en az bizim kadar zorlandıklarına dair bir tahminim var. Sorun
sadece kılavuzlarla ilgili değil; bizzat makinelerin tasarımı bir sorun, mesele
de bu zaten. Bu makineler insan zihninin nasıl çalıştığını düşünmeye alışkın
olmayan mühendisler tarafından tasarlanıyor. Kendi standartlarına göre zarif
makineler tasarlamaya alışkınlar ve kullanıcının makineyi dünyada bulunan başka
bir nesne olarak nasıl kavramsal-laştıracağını ve 100 binlerce yıl boyunca
nesnelerle ilişkimiz nasıl olduysa makinelerle de öyle olacağını düşünmüyorlar.
EDGE: Soruyu tersinden sorayım. İnternetin ve günümüzdeki iletişim
devriminin zihnin evrimi açısından ne gibi bir önemi var?
PINKER: Muhtemelen pek bir önemi yok. "Evrim" kelimesinin iki
anlamını birbirlerinden ayırmak lazım. Benim, Dawkins'in, Gould'un ve başka
evrimci biyologların kullandığı anlam, bizi günümüzde olduğumuz türden bir
organizma haline getiren biyolojik yapımızdaki değişimlere göndermede bulunur.
Bir sürü başka insanın kullandığı anlam, süreklilik arz eden bir gelişime veya
ilerlemeye göndermede bulunur. Biyolojik evrimimizin bizi belli bir aşamaya
getirdiği ve kültürel evrimimizin bundan sonraki süreci şekillendireceği yaygın
bir kanıdır; burada söz konusu olan evrim iki durumda da "ilerleme"
olarak tanımlanmıştır. Bu fikirden
uzaklaşmamızı istiyorum; çünkü beynimizi inşa eden genleri seçen süreç,
imparatorlukların yükselişi ve düşüşünü, teknolojinin ilerleyişini harekete
geçiren süreçten farklıdır.
Katı biyolojik evrim açısından bakıldığında, türümüzün nereye gittiğini
-ki bir yere gidiyorsa- bilmemiz imkansız. Doğal seçilimin herhangi bir ilginç
sonuç ortaya çıkartması genelde 100 binlerce yıl zaman alır ve durumumuzun 1 O
bin hatta bin yıl sonra bile neye benzeyeceğini bilmiyoruz. Aynı zamanda
seçilim, bir organizmayı bir mekana uygun duruma getirir ki, bu genellikle
yerel bir alandır; ancak insan tüm ortamlarda dolanır ve evrimin zaman
tablosunda baş döndürücü bir hızla yaşam tarzından yaşam tarzına bürünür. İnsan
hayatındaki tarım, sanayi ve bilgi devrimi gibi devrimler o kadar hızlı
gerçekleşiyor ki, kimse yapımız üzerinde ne gibi bir değişime yol açacaklarını,
hatta bir değişimin olup olmayacağını öngöremez.
İnternet, beynin farklı parçalarının kendi aralarında bilgi alışverişinde
bulabilmesine benzer bir şekilde gezegendeki herkesin hızlıca bilgi
alışverişinde bulunabildiği bir çeşit insanüstü bir zeka yaratıyor. Bu, yeni
bir süreç değil; dili geliştirdiğimizden bu yana var olan bir şey. Sanayiye
dayanmayan avcı-toplayıcı kabileler bile dili kullanarak bilgilerini ortak bir
alana akıtırdı. Bu onlara, hayvanlara tuzak kurmak, zehir kullanmak, acı
toksinleri yok etmek için bitkilerden alınan gıdaların kimyasal olarak işlemek
vs gibi dikkate değer yerel teknolojiler kazandırdı. Bu aynı zamanda, yapılan
keşiflerin nesiller boyunca biriktirilmesinden ve bir grup insan arasında ortak
bir alana aktarılmasından kaynaklanan kolektif bir zekadır. O zamandan bu yana
olup bitenler; yazmak, matbaa makinesi ve şimdi de İnternet, türümüzün zaten
nasıl yapıldığını bildiği bir şeyi -yani iletişim vasıtasıyla uzmanlıkların
aktarılmasını- büyütmenin yollarıdır. Biyolojik evrimimizdeki asıl yenilik
dildi; o zamandan bu yana olup bitenler, sadece kelimelerimizin daha uzaklara
gitmesini veya daha kalıcı olmasını sağladı.
2
BEDENDEKİ FELSEFE
George Lakoff
California Üniversitesi, Bilişsel Bilimci ve Dilbilimci, Bilişsel Bilim
ve Dilbilimi Richard ve Rhoda Goldman Üstün
Profesörü, Berkeley; Don't Think of an Elephant [Bir Fil Düşünmeyin] ve
The
Political Mind [Politik Zihin] kitaplarının yazarı
EDGE: Beden nedir?
GEORGE LAKOFF: Bu ilginç bir soru. Pierre Bourdieu bedenlerimizin ve
bedenlerimizle yaptıklarımızın kültürden kültüre önemli şekilde değiştiğine
dikkat çekmişti. Fransız-lar Amerikalılar gibi yürümezler. Kadınların bedenleri
erkeklerin bedenlerinden farklıdır. Çinli bir beden Polonyalı bir beden gibi
değildir. Postmodernlerin de sıkça belirttiği gibi, bedenin ne olduğuna dair
anlayışımız da zaman içinde oldukça değişti.
Ama yine de bedenlerimizin ortak çok noktası var. İki gözümüz, iki
kulağımız, iki kolumuz, iki bacağımız, dolaşımda olan karnınız, nefes almak
için kullandığımız ciğerlerimiz, iç organlarımız vb ortaklıklarımız var.
Kavramsal sistemlerimizin gelenekselleşmiş ortak yönleri, bedenlerimizin hayli
fazla olan ortak noktaları tarafından yapılandırılmaya eğilimlidir.
EDGE: Ama bir makine olmaktan çok bir bilgi sistemine doğru gidiyoruz
ve sonuçta bu sınırlayıcılar konuşmanın bir parçası olmayabilir.
LAKOFF: Beyin ve bedeni bilimsel olarak çalışmaya başladığınızda, ister
istemez metaforları kullanmayı bırakırsınız. Söylediğin gibi zihin için
kullanılan metaforlar da zaman içinde makinelerden elektrik santrallerine,
santrallerden bilgisayarlara evrimleşti. Bilimde metafordan kaçınma yoktur. Biz
laboratuvarımızda, nörobilimde yaygın olan nöron devreleri metaforunu
kullanıyoruz. Nöral hesaplama üzerinde çalışıyorsanız, bu metafor bir
zorunluluktur. Nöral hesaplamanın detayları üzerinde günlük araştırmada
biyolojik beyin arka planda kalırken, nöron devreleri metaforu kişinin
çalışırken kullandığı metafor haline geliyor. Fakat bir metaforun ne denli
yaygın olduğu değil, o metaforun neyi gösterip neyi göstermediğini takip etmek
önemlidir. Bunu yapmazsanız, beden ortadan kaybolur. Bütün bilim insanlarının
olması gerektiği gibi biz de kullandığımız metaforlar konusunda dikkatliyiz.
EDGE: 35-40 yıl önce bilgi işlem metaforları yoktu; öyleyse beden
gerçek mi yoksa icat mı edildi?
LAKOFF: Beden ile onu kavramsallaştırmamız arasında bir fark var. Beden
35 yıl önceki bedenle aynı; ama beden anlayışı çok farklı. Beden için o zaman
sahip olmadığımız metaforlara ve bu metaforlar üzerinde inşa edilen görece
ileri bilime sahibiz. Bu bağlamda nöron devreleri ve diğer bilgi işlem
metaforları çerçevesinde kavramsallaştırılmış aktüel beden ve beyin "icat
edilmiştir". Bunun gibi icatlar bilim için çok önemlidir. Onlar olmadan
zihnin bedenselleşmesine· dair oluşmakta olan anlayışımız mümkün olmazdı.
EDGE: Bu yaklaşım daha önceki çalışmanızdan nasıl ayrılıyor?
LAKOFF: Benim erken dönem çalışmalarım 1963 ve 1975 yıllan arasında,
üretici anlambilim kuramını"" takip ettiğim
Embodiment -çn.
·· Chomsky'nin dilin nasıl işlediğini açıklamak için kullandığı model -çn
dönemlerde gerçekleşti. Bu dönemde, Chomsky'nin dönüşümse! dilbilgisini
biçimsel mantıkla birleştirmeye çalışıyordum. Chomsky'nin dilbilgisi kuramının
ilk detaylarının pek çoğunun çözülmesi konusunda yardımım olmuştu. Noam
(Chomsky) o zaman sentaksın anlamdan, içerikten, arkada plan bilgisinden,
hafızadan, bilişsel süreçten, iletişimse! niyetten ve bedenin her yönünden
bağımsız olduğunu iddia ediyordu; anladığım kadarıyla bugün de iddia ediyor.
Chomsky'nin erken dönem kuramları üzerinde çalışırken, anlambilimin,
içeriğin ve bunun gibi diğer faktörlerin, deyimlerin ve biçimbirimlerin·
sentaktik oluşlarını yöneten kurallara dahil olduğu oldukça az durum tespit
ettim. 1963'te alternatif bir kuramın başlangıcını ortaya attım ve 1960'lar
boyunca Haj Ross ve Jim McCawley gibi mükemmel ortaklarla birlikte bu kuramı geliştirdim.
1963 öncesinde anlambilim, mantık -çıkarımsal mantık yürütme ve model kuramı-
anlamına geliyordu ve bizim grubumuz biçimsel mantık ve dönüşümse! dilbilgisini
birleştiren üretici anlam-bilim kuramını geliştirdi. Bu kuramda anlambilim
(mantık biçiminde olan), anlambilimsel ve pragmatik değerlendirmelerin
sentaktik yapıyı yöneten genellemelere girdiğine dair kanıt göz önüne alınarak
sentaksın önceli olarak ele alındı. Chomsky, 1960'larda ve 1970'lerde şiddetle
mücadele etmesine rağmen bizim getirdiğimiz çoğu yeniliği benimsedi.
1 975'te çeşitli bilişsel bilimlerin beyin ve bedene bağımlı"
zihin kuramına işaret eden belli temel sonuçlarıyla -renkli görmenin
nörofizyolojisi, prototipler ve temel düzey kategoriler, Talmy'nin uzaysal
ilişkiler kavramları üzerine çalışması ve Fillmore'un çerçeve
anlambilimi-tanıştım. Bu sonuçlar beni, üretici dilbilim ve biçimsel mantık
alanlarındaki araştırmalara dair tüm fikir yürütmelerin umutsuz olduğuna ikna
etti. Len Talmy, Ron Langacker ve Gilles Fauconnier ile birlikte bilişsel bilim
ve nörobilimle uyumlu yeni bir dilbilim oluşturmaya giriştim. Bu yeni dilbilim,
bilişsel dilbilim
Morpheme -çn.
Embodied -çn.
diye adlandırıldı ve heyecan verici bir bilimsel girişim oldu. 1978'de
metaforun, şiirde kullanılan basit bir benzetme olmaktan ziyade zihnin temel
bir mekanizması olduğunu keşfettim. 1979'da Mark Johnson, Berkeley psikoloji
bölümünü ziyaret etti ve ayrıntılar ile bu ayrıntıların felsefeye etkileri
üzerinde çalışmaya başladık. 20 yıldır birlikte çalışıyoruz. Mark şimdi
Oregon'da felsefe kürsüsü başkanı.
EDGE: Bilişsel bilimi felsefeden ayırabilir misiniz?
LAKOFF: Bu derin ve önemli bir soru ve Bedendeki Felsefe girişiminin
merkezinde duruyor. Sorunun basit bir yanıtının olmamasının nedeni, bilişsel
bilimin iki biçiminin olmasıdır. Bu biçimlerinden biri, Angloamerikan
felsefesinin varsayımları üzerinde şekillenirken diğeri, söyleyebildiğimiz
kadarıyla, araştırmanın sonucunu belirleyecek belirli felsefi varsayımlardan
bağımsızdır.
"İlk nesil" bilişsel bilim (veya beyin ve bedenden bağım-sız·
bilişsel bilim) diye adlandırdığımız erken dönem bilişsel bilim Angloamerikan
felsefesinin formalist"· uyarlamasına uygun olarak tasarlandı. Yani
bilimsel "sonuçların" içeriğinin önemli kısımlarını belirleyen felsefi
varsayımlara sahipti. 1950'lerin sonuna gelmeden, Hilary Putnam (ünlü ve çok
yetenekli bir filozof) "işlevselcilik" diye anılan felsefi bir akım
kurdu. (Bu arada Putnam bir zaman sonra bu akımı bıraktı.) Bu, apriori bir
felsefi akımdı, hiçbir bilimsel kanıta dayanmıyordu.
Önerme şuydu: Zihin, beyin ve bedenden bağımsız olarak bilişsel
işlevleri -yani gerçekleştirdiği işlemler- bağlamında çalışılabilir. Zihin
tarafından gerçekleştirilen işlemler bir bilgisayar programında yapıldığı gibi
anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonu ile yeterli bir şekilde
modelle-nebilir. Bu felsefi program, zamanında çok sayıda disiplinde var olan
paradigmalara da uyuyordu.
Disembodied -çn.
Biçimci -çn.
Biçimsel felsefeye göre; akıl, anlamsız biçimsel sembollerin
manipülasyonundan yararlanan sembolik mantığın kullanımıyla yeterli şekilde
karakterize edilebilir.
Üretici dilbilime göre; bir dilin grameri, anlamsız biçimsel sembolleri
manipüle eden kurallar üzerinden yeterli bir şekilde karakterize edilebilir.
Yapay zekaya göre; genelde zeka, anlamsız biçimsel sembolleri manipüle
eden bilgisayar programlarına bağlıdır.
Bilgi işlem psikolojisine göre; zihin, bilgi işlemenin bir bilgisayar
programındaki gibi anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonu olarak alınan
bir bilgi işlem aygıtı gibi düşünülebilir.
Tüm bu alanlar biçimsel felsefenin dışında gelişti. Bu dört alan, ilk
nesil bilişsel bilimi oluşturmak üzere l 970'ler-de birbirine yaklaştı. Bu
bilişsel bilim zihni, beyin ve bedenden bağımsız olan anlamsız biçimsel
sembollerin bir mani-pülasyonu olarak görüyordu.
EDGE: Bu deneysel bilimle nasıl bağdaşıyor?
LAKOFF: Bu görüş apriori bir felsefenin içinden çıktığından dolayı
deneyselliğe dayanmıyordu; ancak yine de bu alanı başlattı. Bunun iyi yanı
kesin olmasıydı. Talihsizliği ise bilimsel bir sonuç maskesi takan, gizli bir
felsefi dünya görüşüne sahip olmasıydı. Bu felsefi duruşu kabul ettiyseniz, bu
felsefeyle tutarsız olan bütün sonuçlar sadece saçmalık olarak görülebilirdi.
Bu gelenekle yetişmiş araştırmacılara göre, bilişsel bilim, apriori bir felsefi
akım içinde zihnin çalı-şılmasıydı. Bilişsel bilimcilerin ilk nesli bu yönde
düşünmek üzere yetiştirildi ve çoğu ders kitabı halen bilişsel bilimi bu yönde
tasvir ediyor. Bu yüzden ilk nesil bilişsel bilim, felsefeden farklı değil; "zihnin"
ne olabileceği üzerine sabit kısıtlamalar koyan apriori bir felsefi dünya
görüşünü beraberinde getiriyor. Bu kısıtlamalardan bazıları şunlar:
Kavramlar gerçek anlamlarıyla kullanılmalı. Akıl yürütme geleneksel
biçimsel mantık üzerinden karakterize edilirse, metaforik bir kavram ve
metaforik düşünme diye bir şey olamaz.
İmgeler görme mekanizmalarım kullandıklarından ve anlamsız biçimsel
sembollerin manipülasyonu olarak karakte-rize edilemeyeceğinden dolayı
kavramlar ve kavramlarla akıl yürütme zihinsel imgelemden ayrı olmalıdır.
Beyin ve bedene bağımlı olan duyusal motor sistemi, beyin ve bedenden
bağımsız soyut sembol manipülasyonunun bir formu olamayacağı için kavramlar ve
akıl yürütme duyusal motor sisteminden bağımsız olmalıdır.
Sembol manipülasyon paradigmasına uyacaksa, dil de imgelemden ve
duyusal motor sisteminden bağımsız ve aslına uygun olmalıdır.
Bu açıdan, beyin sadece soyut "zihni" -"zihnin
programlarının" uygulanabilir olduğu merkezi sinir sistemi olarak bilinen
fiziksel yapı ve insan beyni olarak bilinen zihinsel yapıyı- yürütmesi için bir
araç olabilirdi. Bu görüşe göre, zihin beyinden meydana gelmez ve beyin
tarafından şekillendirilmez. Zihin, beyinlerimizin uygulayabildiği beyin ve
bedenden bağımsız bir soyutlamadır. Bunlar, deneysel sonuçlar olmaktan ziyade
felsefi çıkarımlardan yola çıkılarak ulaşılmış şeylerdir.
1970'lerin ortalarında, bilişsel bilime nihayet bir isim verildi ve
topluluk ve bir dergiye kavuştu. Alam oluşturan insanlar sembol manipülasyon
paradigmasını kabul ettiler. İlk başlarda (üretici anlambilim üzerine ilk
çalışmalarım temelinde) ben de onlardan birisiydim ve Cognitive Science
Society'nin [Bilişsel Bilim Topluluğu] ilk toplantısında açılış konuşmalarından
birisini gerçekleştirdim. Fakat alanın resmen tanınmaya başlandığı ve sembol
manipülasyon paradigması etrafında kurulmaya başladığı zamanlarda, deneysel
sonuçlar paradigmanın kendisini de sorgular bir biçimde ortaya çıkmaya başladı.
Bu şaşırtıcı bulgular toplamı zihnin beyin ve bedenden bağımsız -beynin
ve bedenin anlamsız sembollerinin mani-pülasyonu bakımından karakterize
edilemeyen, yani duyusal motor sistemi ve dünyadaki işlevimizden bağımsız
olan-bir şey olmadığı fikrine işaret etti. Tersine zihin, beyinde yürü-
tülebilir olmasının önemsiz olması bakımından değil, aynı zamanda,
hayli önemli bir bağlamda kavramsal yapı ve akıl mekanizmalarının nihayetinde
beynin ve bedenin duyusal motor sistemi tarafından şekillendirilmesinden dolayı
beyin ve bedene bağımlıdır.
EDGE: Bunu kanıtlayabilir misiniz?
LAKOFF: Bu görüşü destekleyen çok sayıda çalışma mevcut. Beni en çok
ilgilendiren temel sonuçlardan bazıları da şunlar: Renk kategorileri sisteminin
yapısı; renkli görmenin nörofizyolojisi, renk konilerimiz ve renklerle ilgili
nöron devrelerimiz tarafından şekillendirilir. Renkler ve renk kategorileri
"halihazırda" dünyada değillerdir. Daha ziyade bu renk ve renk
kategorileri bir yandan nesnelerin ve ışıklandırma koşullarının dalga boyu
yansımalarının etkileşimli ve çözülmesi kolay olmayan ürünleriyken, diğer
taraftan renk konilerimiz ve nöron devrelerimizin ürünleridir. Renk kavramları
ve renge dayalı çıkarımlar bu sebepten bedenlerimiz ve beyinlerimiz tarafından
yapılandırılır.
Temel düzeydeki kategoriler gestalt" algısı, zihinsel imgelem ve
motor şemalar tarafından yapılandırılırlar. Bu yolla beden ve beynin duyusal
motor sistemi, merkezi bir biçimde kavramsal sistemlerimizin içine girerler.
Dünyanın farklı yerlerindeki dillerde (örneğin İngilizcede in, through,
around Mikstek dilinde sini, Cora dilinde mux vbl .. uzaysal ilişki kavranılan
aynı ilkel "imaj şemaları"ndan, yani şematik zihinsel imajlardan
oluşur. Dolayısıyla bunlar görsel ve motor sistemlerin yapısından ileri geliyor
gibi görünürler. Bu da bizim dili ve akıl yürütmeyi, görme ve harekete nasıl
uyarladığıIIlJZın izahının temelini oluşturur.
Görünüşe dair kavramlar (olayların yapısını betimleyen kavramlar),
motor kontrolü sağlayan nöron yapılarından kaynaklanıyor gibi görünmektedir.
Gestalt psikolojisi, bilişsel süreçler içerisinde özellikle
"algı" ve "algısal örgütlenme" konularında yoğunlaşmış
psikoloji kuramı. 20. yüzyılın ilk yarısında, Almanya'da ortaya çıkmıştır. -çn.
Türkçede etrafında, içinde anlamına gelmektedir. -çn.
Kategoriler bir bütün olarak, kategorilere dair akıl yürütülmesi için
çeşitli prototiplerden yararlanırlar. Bu prototipler kısmen duyusal motor bilgi
bağlamında tanımlanır.
Beden hareketleri hakkında akıl yürütmedeki kavramsal ve çıkarımsal
sistem, motor kontrol ve çıkarımı modelleyebi-len nöral modeller tarafından
uygulanabilir. Soyut kavramlar çoğunlukla metaforiktir ve soyut çıkarımları
uygulamak için duyusal motor becerilerimizden yararlanan metaforlara
dayanırlar. Bu sebepten, soyut akıl yürütme büyük oranda bedenden ileri geliyor
gibi görünmektedir.
Bana en çarpıcı gelen sonuçlar bunlar. Bu sonuçlar, insanın akıl
yürütmesi ve dil kullanımı açısından beden ve beynin rolünü kabul etmemizi
gerektiriyor. Dolayısıyla da bu sonuçlar beyin ve bedenden bağımsız bir zihin
kavramına aykırı düşer. Daha önceki üretici anlambilim çalışmalarını bırakıp zihnin
ve dilin aslında beyin ve bedene bağımlı oluşu üzerine çalışmaya başlamam bu
sebeplere dayanıyordu. Bunlar bilişsel bilimin ikinci nesline, yani beyin ve
bedene bağımlı olan zihin üstünde çalışan bilişsel bilime öncülük eden sebepler
arasındaydı.
EDGE: Bilişsel bilim ve felsefe arasındaki farkın ne olduğuna dair olan
soruma dönelim.
LAKOFF: Tamam. Bilişsel bilim, zihnin apriori felsefi varsayımlardan
özgür, deneye dayalı çalışmasıdır. Beyin ve bedenden bağımsız bir zihin fikrini
ortaya atan ilk nesil bilişsel bilim, felsefi bir program yürütüyordu. Zihin
üzerine, doğası nasılsa -beyin ve bedene bağımlı!- o şekilde çalışan ikinci
nesil bilişsel bilim daha evvelki bilişsel bilimin inşa ettiği felsefeyi yenmek
zorundaydı.
EDGE: "İkinci nesil bilişsel bilim" bir felsefeye dayanıyor
mu?
LAKOFF: Bir felsefeye dayanmadığını, basitçe deneysel araştırma
sorumluluğunu koşul olarak gerektirdiğini, en geniş genellemelerin peşinde
olduğunu ve çok sayıda kaynaktan birleşen kanıtlar aradığını tartıştık. Bu
sadece bilimin vaat ettiği şey. Beyin ve bedene bağımlı zihin hakkındaki
bulgular herhangi bir felsefi zihin kuramından ileri gelmez, bu
kuramlara dayanmaz. Aslında ikinci nesil bilişsel bilim, eski felsefenin
bilimden ayrılmasını gerektirdi.
EDGE: Peki bu felsefeyi nereye koyuyor?
LAKOFF: Deneysel olarak sorumlu bir pozisyondan yeniden başlama
noktasına. Genç filozoflar heyecanlanmalı. Felsefe katiyen ölü falan değil.
Sadece beyin ve bedene bağımlı zihne dair deneysel sonuçları hesaba katarak
yeniden düşünülmeli. Felsefe insan varlığının en derin sorularına kafa yorar.
Bu soruları yeniden düşünmenin zamanı geldi ve bu gerçekten heyecan verici bir
umut.
EDGE: Peki ya postmodern ile analitik felsefe arasındaki akademik
savaşlar?
LAKOFF: Sonuçlar gösteriyor ki, iki taraf da bazı açılardan
anlayışlıyken diğer açılardan yanlış anlaşılıyor. Post-modernistler kimi
kavramların zamanla değiştiği ve kültürden kültüre farklılık gösterdikleri
noktasında haklılar; ama tüm kavramların böyle olduğunu ileri sürerken
hatalılardı. Binlerce kavram onların dediği gibi kültürden kültüre veya zamanla
değişmiyor. Dünyada bir kültürden diğerine beden-selliğimizin ortak oluşu
nedeniyle ortaya çıkıyorlar.
Postmodernistler gerçeğe dair geleneksel kuramın geçersiz olduğu birçok
yer olduğuna dair gözlemlerinde haklılar; ama bu geçersizliğin, kavramsal
sistemlerimizi anlamsızlaş-tırdığını ve sistemlerimizi rastgele var ettiğini
iddia ederken hatalılardı. Analitik gelenek, konuşma eylemi kuramına dair güçlü
bir kavrayış sunmuştur. Biçimsel mantık her akıl (ya da çoğu akıl) için
işlemese de, aklın belli sınırlı yönlerini simgeleyen (hayli gözden geçirilmiş)
biçimsel mantığa yakın bir şeye de yer vardır. Fakat analitik gelenek,
gerçeklik uyum kuramı, gerçek anlam kuramı ve aklın beyin ve bedenden bağımsız
doğası gibi esas tezlerinde kesinlikle hatalıydı.
Akademik dünya, şimdi her biri önemli bir şeylere katkı sunmuş ve her
birini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duyan iki duruşu da aşacak bir
pozisyonda.
EDGE: Doğu Amerika ve Batı Amerika ayrımı var mı?
LAKOFF; Dan Dennett, l 980'lerin başlarında sanki beyin ve bedenden
bağımsız zihnin savunucularının hepsi Doğu Amerika'da ve beyin ve bedene
bağımlı zihnin savunucularının hepsi Batı Amerika'daymış gibi "Doğu
Kutbu" ve "Batı Kutbu"na atıfta bulunuyordu. Beyin ve bedene
bağımlı zihin üzerine araştırmalar Batı Amerika'da başlamış gibi olsa da
sonrasında coğrafi sınıflandırma fazla basite indirgendi. An itibariyle, her
iki duruş da her iki yakada ve ülke genelinde temsil ediliyor. Cambridge ve
Princeton geçmişte, en azından belli alanlarda genellikle eski, beyin ve
bedenden bağımsız zihin duruşuna yakın duruyorlardı; ama her iki yakada ve
ülkeye yayılmış biçimde, bugün de var olan coğrafi bölünmelerin uzun
sürmeyeceğini düşünmekte olduğum çok sayıda ilginç düşünür var.
Dennett ilk kez bu ayrımı yaptığında, nörobilim ve nö-ral modellemedeki
büyük devrimler yeni başlıyordu. Bilişsel dilbilimciler yeni yeni ortaya
çıkıyordu. Metaphors We Live By [Metaforlar, Hayat, Anlam ve Dili kitabı daha
yeni yazılmıştı ve Women, Fire and Dangerous Things [Kadınlar, Ateş ve Diğer
Tehlikeli Şeyleri kitabı henüz yazılmamıştı. Ne Edelman'ın Bright Air,
Brilliant Fire [Açık Hava, Parlak Ateşi kitabı, ne Damasio'nun Descartes' Error
[Descartes'ın Yanılgısı] kitabı, ne Regier'in The Human Semantic Poten-tial
[İnsanın Anlamsal Potansiyeli] kitabı, ne de Pat ve Paul Churchland'in çeşitli
kitapları ortada vardı. Son 15 yılda nö-robilim ve nöral hesaplama, bilişsel
bilimin tabiatını değiştirdi ve gelecek 1O ya da 20 yılda daha da değiştirecekler.
Bu değişiklikler bizleri, kaçınılmaz olarak beyin ve bedene bağımlı zihin
fikrinin değerinin daha da artmasına götürecek. Beyninizin nöral sistemini
kullanmadan hiçbir şeyi düşünemezsiniz. Beyindeki nöron bağlantılarının hassas
yapısı, onların bedenin geri kalanıyla bağlantısı ve nöral hesaplamanın doğası
gelişimlerini sürdürecek. Detaylar hakkında ne kadar çok keşif yaparsak, aklın
ve akıl yürüttüğümüz kavramsal sistemlerin nasıl beyin ve bedene bağımlı
olduklarının ayrıntılı doğasını o kadar iyi anlayacağız.
Beyin ve bedenden bağımsız akıl fikri apriori bir felsefi düşünceydi.
2500 yıl sürdü. Ciddi bilimsel dolaşımlarda bir 30 yıl daha varlığını
sürdürmesini hayal edemiyorum.
EDGE: Peki, ne beklemeliyiz?
LAKOFF: Bilişsel bilim ve nörobilim, felsefi bir devrimi tetikliyor.
Bedendeki Felsefe ilk dalganın sadece bir kısmı. Gelecek 1 O ya da 20 yılda
dilin nöral kuramı, eski Chomskyci gelenekte bulunan, anlamsız, beyin ve
bedenden bağımsız sembol manipülasyonu olarak gören dilin eski görüşünün yerini
almak için yeterli derecede gelişmelidir. Fakat değişikliklerin en büyük ve
önemlisi matematik anlayışımızda gerçekleşecektir.
Bu değişimin ilk habercisi Stanislas Dehaene'nin The Number Sense [Sayı
Algısı] adlı çalışmasıydı. Bu çalışma nörobilimden, çocuk gelişiminden ve
hayvanlar üzerindeki araştırmalardan edinilen, bizim (ve bazı belli
hayvanların) beynimizin bir kısmının az sayıda (dört civarı) nesneyi
numaralandırması ve onlarla ilgili basit aritmetiğe ayrılmış olarak
evrimleştiğini gösteren kanıtları gözden geçiriyordu. Rafael Nuiiez ve ben bu
sonuçlarla başladık ve karmaşık aritmetiğin (aritmetik kanunlarıyla birlikte)
nasıl geliştiğini, insan düşüncesi için sıradan kavramsal mekanizmaların
matematiğe nasıl yol açtığını sorduk.
Buna yanıtımız; sıradan beyin ve bedene bağımlı zihnin, imaj şemaları,
kavramsal metaforlar ve zihinsel alanları sayesinde günlük kavramsal
mekanizmalarını kullanarak en kapsamlı matematiği yaratacak kapasiteye sahip
olduğuydu. Dehaene basit aritmetikte durdu. Biz küme kuramının, sembolik
mantığın, cebrin, analitik geometrinin, trigonometrinin, kalkulus ve kompleks
sayıların hepsinin bu günlük kavramsal mekanizmalar aracılığıyla
açıklanabileceğini göstermek amacıyla çalışmalarımıza devam ettik. Dahası,
kavramsal metaforun kompleks matematiğin gelişiminin kalbinde yattığını
gösterdik. Bunu görmek zor değil. Sayı çizgisini düşünün. Bu, "Sayılar Bir
Çizgideki Noktalardır" metaforunun sonucudur. Sayılar bir çizgi üzerindeki
nokta-
lar şeklinde düşünülmek zorunda değil. Aritmetik, geometri bağlamında
düşünülmeden de gayet düzgün işler. Ancak bu metaforu kullanırsanız, çok daha
ilginç bir matematiğe ulaşırsınız. Veya aritmetikteki küme kuramı
temellendirmeleri fikrini alın. Sıfır, boş kümeyi ve bir ise boş kümeyi
kapsayan kümeyi temsil etmek üzere, "Sayılar Kümeler"dir. Bu da bir
metafor. Sayılar kümeler şeklinde düşünülmek zorunda değil. Aritmetik,
sayıların kümeler şeklinde kavramsallaştırılması olmadan da 2 bin yıl boyunca
kusursuzca işledi; ama bu metaforu kullanırsanız ilginç matematik sonuçlarına
ulaşabilirsiniz. Sayılar için daha az bilinen üçüncü bir metafor, tümleşik oyun
kuramında kullanılan "Sayılar Strateji Değerleridir" metaforudur.
Öyleyse sayılar hangisi? Noktalar mı? Kümeler mi? Sayılar temelde sadece
tümleşik oyunlardaki strateji değerleri mi?
Sayıların bu metaforları matematiğin bir parçası ve metafor seçiminizi
kullanmak istediğiniz matematiğe bağlı olarak yaparsınız. Prensip basit:
Kavramsal metafor, her türden kompleks matematikte sayıların
kavramsallaştırılmasında merkezi bir yerde durur. Bu kuşkusuz mantıklı bir
fikir. Kavramsal metaforlar, çıkarımsal yapıyı koruyan bölgeler arası
haritalandırmalardır. Matematiksel metaforlar, matematiğin farklı dalları
arasındaki bağlantıları sağlayan şeylerdir. En ilginç sonuçlarımızdan bir
tanesi sonsuzluğun kavram-sallaştırılmasıyla ilgilidir. Sonsuzluğu içeren
birçok kavram var: İzdüşümsel ve tersinir geometrideki sonsuzlukta noktalar,
sonsuz kümeler, sonsuz birleşimler, matematiksel tümevarım, sonluötesi sayılar,
sonsuz diziler, sonsuz ondalıklar, sonsuz toplamlar, limitler, en küçük üst
sınır ve sonsuz küçük değerlerdir. Nufiez ve ben tüm bu kavramların "Temel
Sonsuzluk Metaforu"nun özel durumlarından biri şeklinde
kavramsallaştırılabileceğini ortaya çıkardık. "Gerçek sonsuzluk"
-sadece durmadan ve durmadan devam eden değil, bir nesne olarak sonsuzluk-
fikri metaforiktir; ama metafor bizim gösterdiğimiz gibi gayet basite
indirgenir ve matematiğin dışında var olur. Matematikçilerin yaptığı şey, bu
me-
taforik fikrin çok çeşitli dikkatlice tasarlanmış özel durumlarını
sunmaktır.
Ulaştığımız sonuç şudur: Bizim bildiğimiz matematik, insan bedeni ve
zihninin bir ürünü; bu veya başka bir evrenin objektif yapısının parçası değil.
Sonuçlarımızın ispatladığı şey, Matematik Romantizmi dediğimiz şeyin,
matematiğin bedenler ve beyinlerden bağımsız bir şekilde var olmadığı ve
matematiğin, evreni diğer beyin ve bedene bağımlı varlıklardan bağımsız olarak
yapılandırmadığı fikridir. Bu elbette matematiğin kimi postmodern kuramcıların
ele aldığı gibi rastgele bir kültür ürünü olduğu sonucuna götürmez bizleri.
Basitçe matematiğin beyinlerimizin, bedenlerimizin, dünyadaki tecrübemizin ve
kültür özelliklerinin sabit bir ürünü olduğunu gösterir. Matematiğin neden
"bu denli iyi işlediğinin" yanıtı basit: Matematik, dünyayı
dikkatlice gözlemleyen ve matematiği gözlemlerine uyarlayan veya yaratan çok
zeki on binlerce insanın ürünüdür. Bu aynı zamanda matematiksel evrimin de bir
sonucudur: Dünyaya ayak uydurmak için icat edilen pek çok matematik işlemedi.
Dünyada işleyen matematiğin biçimleri böyle bir evrimsel sürecin sonucudur.
Matematiği bizim yarattığımızı bilmek ve beyin ve bedene bağımlı zihnin
hangi mekanizmalarının matematiği mümkün kıldığını anlamak önemli. Bu bize
evrendeki rolümüzün daha gerçekçi bir değerini sunar. Fiziksel bedenlerimiz ve
beyinlerimizle birlikte biz, aklın kaynağı, matematiğin kaynağı ve fikirlerin
kaynağıyız. Evrende beyin ve bedenden bağımsız, orda öylece yüzen kavramların,
aklın ve matematiğin salt araçları değiliz. Bu, beyin ve bedene bağımlı insanı
(yani tek çeşit insanı) sonsuz değerli yapar; et parçası değil bir kaynak
yapar. Bedenleri sonsuz değerli kılar; tüm kavramların, aklın ve matematiğin
kaynağı kılar.
Bizler, 2 bin yıldır insan bedenlerinin değerini hafife alarak devamlı
insan hayatını kıymetsizleştiriyoruz. Zihnin beyin ve bedene bağımlı halinin
değerinin anlaşılacağı, daha da insanileştirileceği yeni bir bin yıl
umabiliriz.
EDGE: Sonraki adımda nereye yöneldiniz?
LAKOFF: Kendimi mümkün olduğunca Jerry Feldman ve benim son 10 yıldır
Intemational Computer Science Institute'te [Uluslararası Bilgisayar Bilimleri
Enstitüsü) dilin nöral kuramı hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmaya verdim.
Hayli zamandır teknik araştırma gücümün çoğunu harcadığım şey bu.
Jerry, yapılandırılmış bağlantıcılık" kuramını (Pnt·
bağ-lantıcılığı değil) 1970'lerin başında geliştirdi. Yapılandırılmış
bağlantıcılık, kavramsal yapıların, dilsel yapıların ve böyle yapıların
öğrenilmesinin ayrıntılı nöral hesaplama modellerini oluşturmamızı sağlar.
1 988'den beri ikimizi de içine çeken bir soruyu barındıran bir
araştırma yürütüyoruz: Nöral hesaplama açısından, bir insan beyni belirli
hesaplama özelliklerine göre belli yollarla bağlanan çok sayıda nörondan
oluşur. Beyinlerimizdeki nöronlar böyle bağlanmışken insani kavramların
ayrıntılarını, insan aklının biçimlerini ve insan dillerinin çeşitliliğini bu
birçok nörondan edinmek nasıl mümkün olur? Düşünce ve dili, nöronlardan nasıl
elde edersiniz? Düşünce ve dilin hesaplamalı nöron modeli yardımıyla laboratuvarımızda
yanıtlamaya çalıştığımız soru bu.
EDGE: Beyindeki yapıları mekan hakkındaki düşüncelere nasıl
bağlıyorsunuz?
LAKOFF: Terry Regier, The Human Semantic Potential [İnsanın Anlamsal
Potansiyeli) adlı kitabında bunu şekillendirmek için ilk adımı attı. Belli tip
beyin yapılarının (görsel alanın topografik haritaları, yön-duyu hücreleri vb)
dilbilimcilerin keşfettiği "imaj şemaları" diye anılan ilkel uzaysal
ilişkileri hesaplayabildiği hipotezini kurdu. Benim için büyüleyici olan şey,
sadece belli tipte nöron yapılarının uzaysal ilişki kavramlarını nasıl ortaya
çıkardığı değildi. Srini Nara-
Yapay zekii üretebilmek için izlenen ana metotlardan bir tanesi. Beynin
yapısının taklit edilmesine dayanıyor. Yani basit elemanlardan oluşan ve
onların tıpkı nöronlar gibi birbirine karmaşık şekillerde bağlanmalarından
medet uman bir sistem. (connectionism) -çn.
Paralel Dağılımlı İşlem (Parallel Distributed Processing) -çn.
yanan tarafından yakın zamanda nöral modelleme üzerine yapılan
araştırma benzer şekilde, beyin yapılarının; olayları yapılandıran görünüşsel
kavramları, kavramsal metaforları, zihinsel mekanları, karışık mekanları ve
kavramsal sistemlerin diğer temellerini nasıl hesaplayabildiği hakkında fikir
veriyor. Bence bir sonraki büyük buluş dilbilgisinin nöron kuramı olacak.
Bunlar kayda değer teknik sonuçlar. Bunları zihnin beyin ve bedene
bağımlı oluşu hakkında nörobilim, psikoloji ve bilişsel dilbiliminden gelen
diğer sonuçlarla bir araya koyarsanız, sıradan insanların günlük hayatlarında
önemli olan şeyler (filozofların 2500 yıldan fazla bir süredir üzerine
spekülasyonlar yaptığı şeyler) hakkında çok fazla şey söyleyecekler. Bilişsel
bilimin zaman, olay, nedensellik vb şeyleri kavrayışımız hakkında söyleyeceği
önemli şeyleri vardır.
EDGE: Ne gibi?
LAKOFF: Mark Johnson ve ben bilişsel bilimlerden alınan bu sonuçlara
ayrıntılı bir şekilde baktığımızda, üç temel sonucun neredeyse bütün Batı
felsefesi ile (Merleau-Ponty ve Dewey hariç) çelişkili olduğunu gördük. Bu
sonuçlar şunlardı:
Zihin doğası gereği beyin ve bedene bağımlıdır.
Çoğu düşünce bilinçdışı gerçekleşir.
Soyut kavramlar büyük oranda metaforiktir.
Bunları fark edişimiz bizi Bedendeki Felsefe'de şu soruyu sormaya
yönlendirdi: Zihin hakkındaki yeni sonuçlardan yola çıkarak felsefeyi yeniden
inşa edersek ne olur? Felsefe neye benzer?
Öyle görünüyor ki, felsefenin yeni hali aslında daha öncekinden
bütünüyle farklı bir şey olarak ortaya çıkıyor ve bu farklılıklar hayatımız
açısından önemli olan farklılıklar. Bilişsel anlaınbiliınin sonuçlarından yola
çıkarak. ahlaki sistemlerin doğası, benliğin içyapısını kavramsallaştırdığı-mız
yollar ve hatta gerçeğin doğası ile ilgili birçok yeni şey keşfettik.
EDGE: Bu göze çarpıcı şekilde faklı bir girişime benziyor.
LAKOFF: Felsefeyi bilişsel bilimdeki deneysel çalışmanın bir konusu
haline getirmek ilginç bir girişim. Çoğu filozof felsefeyi zihnin, aklın ve
dilin deneysel olarak çalışmasına gerek görülmediği apriori bir disiplin olarak
ele alıyor. Ang-loamerikan geleneğinde bir filozof gibi düşünmek öğretiliyor ve
sonrasında kendi felsefi eğitiminizi temel alarak diğer herhangi bir disiplin
hakkında beyanlarda bulunabileceğiniz varsayılıyor. Bu yüzden dil felsefesi,
zihin felsefesi, matematik felsefesi vb felsefe dalları var. Johnson ve ben
fark ettik ki, düşünce sistemlerinden oluşan felsefenin kendisi de -özellikle
düşünce sistemlerini deneysel olarak çalışan bilişsel anlambilim
perspektifinden olmak üzere- bilişsel bilimler perspektifinden çalışılmalı.
Amacımız felsefeye bilimsel bir perspektif getirmekti, özellikle de zihin
biliminden bir perspektif.
EDGE: Bu geleneksel felsefe ile nasıl bağlanıyor?
LAKOFF: Batı felsefesinin çoğunluğunun, zihin biliminin temel sonuçları
ile çelişkili olduğunu fark etmek gerçekten hayret verici; ama bu olumsuz bir
şey. Felsefeye saygı duyuyor ve değer veriyoruz. Çalışmalarımız, felsefeye
duyulan derin sevgiden ve felsefenin geçmiş yıllarda ne olduğuna dair hayal
kırıklığından ileri geliyor. Felsefe tarihindeki önemli anlara -Sokrates öncesi
düşünürlere, Platon'a Aristoteles'e, Descartes'a, Kant'a ve hatta analitik
felsefecilere- bakmak ve bilişsel bilimden gelen ışığın felsefenin üzerine
düşmesinin, felsefenin doğasına dair neler ortaya çıkarabileceğini göstermek
istedik.
Keşfettiğimiz şey büyüleyiciydi: Her büyük filozof az sayıda metaforu,
sonsuz ve aşikar doğrular olarak ele alır ve sonrasında özenli bir mantık ve
bütüncül bir sistematikle bu metaforlar nereye yönelirlerse yönelsin,
sonuçlarının gerekliliklerini takip ederler. Bu metaforlar oldukça tuhaf
yerlere yönelirler. Platon'un metaforları, devleti filozofların yönetmesi
gerektiği sonucuna varır. Aristoteles'in metafo-ru, dört element olduğunu ve
boşluk olamayacağını söyler.
Descartes'ın metaforu, zihnin beyin ve bedenden bağımsız olduğunu ve
tüm düşüncelerin bilinçli olduğunu söyler. Kant'ın metaforları, evrensel bir
akıl olduğunu ve bu aklın evrensel ahlak değerlerini belirlediğini söyler.
Filozofların aldığı bu ve diğer duruşlar rastgele düşünceler değillerdir. Bu
çıkarımlar, sıradan metaforları doğrular olarak ele alıp sistematik olarak
sonuçlara doğru yol almanın neticeleridir.
EDGE: Metaforların önceki filozofların çalışmalarının merkezinde
durduğunu kabul etmenin önemi nedir?
LAKOFF: Bu sadece önceki filozoflara ait bir şey değil, günümüz
filozofları için de geçerli. Bizim ahlakımız, onların çalışmalarının metaforik
olduklarından dolayı göz ardı edilmesi gibi bir şey değil. Hatta tam tersidir.
Çoğu soyut düşünce metaforiktir ve öyle olmalıdır, tüm ihtimamlı soyut düşünce
sistemleri, büyük filozofların incelediğimiz düşünce sistemleri gibi olacaktır.
Dahası, herkesin günlük düşünme şekli, nadiren tutarlı olsa da, genellikle aynı
özelliklere sahiptir. Felsefe hakkındaki bir bilişsel perspektif, bize sadece
büyük filozofların nasıl düşündüğünü değiL aynı zamanda hepimizin -en azından
tutarlı ve sistematik olduğumuzda-nasıl düşündüğümüze dair derin bir içgörü
sunar. Aynı zamanda çoğu durum için, insan varlığına dair en derin sorulara
yanıtların daha çok metaforik yanıtlar olacağını da söyler. Bunda yanlış olan
herhangi bir şey yok. Sadece me-taforlarımızın ne olduğunun ve ne gibi
çıkarımlar sunduğunun farkında olmamız gerekiyor.
Peşine düşmek istediğimiz diğer bir pozitif şey ise felsefi kavramların
en temeline bilişsel anlambilim perspektifinden bakabilmekti. Mark, temel
şeylerin bir listesini çıkardı. Gerçeğe ek olarak zaman, nedensellik, olaylar,
zihin, benlik, ahlak ve varlık gibi kavramları detaylı olarak inceledik. Şans
eseri, bilişsel anlambilimde bu konularda makul sayıda çalışma halihazırda
gerçekleştirilmişti. Bu sonuçları bir araya getirdik, birleştirdik ve daha da
derin ayrıntılar üzerinde çalıştık. Beklediğimiz gibi, bu soyut kavramlar
çoğunlukla me-taforikti, her biri farklı bir mantıkla çoklu metaforlar kulla-
nıyordu. Bu yüzden nedenselliğin tek bir kavramı yoktu, her biri
metaforik ve farklı çıkarım yapısına sahip 20 civarında kavramı vardı.
Dolayısıyla sebepler; bağlantılar, yollar, kaynaklar, güçler, korelasyonlar,
özler vb olabilir. Nedensellik için bir metafor seçin, bu metaforla birlikte
farklı çıkarımlar da gelecektir.
Fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin tümü nedensel kuramlardan
yararlanır; ama nedensellik için kullanılan metaforlar oldukça çeşitlenebilir,
dolayısıyla bu metaforlardan çıkaracağınız nedensel çıkarımların türleri de
geniş biçimde farklılıklar gösterebilir. Burada da bir yanlışlık yok. Sadece
nedenselliğin tek bir şey olmadığını fark etmeniz gerekiyor. Nedensellik için
her biri farklı mantıksal çıkarımlara sahip, doğa, sosyal ve bilişsel
bilimcilerin nedensellik için farklı metaforları kullanarak gerçekliği ele
aldığı çok sayıda farklı biçim var. Tabi yine nedensellik için hangi metaforu
kullandığınızı bilmek önemli. Nedensellik için olan metafor seçimi başta olmak
üzere bilim, metaforlar olmadan yapılamaz. En ilginci, felsefe tarihine
bakarsanız, dikkate değer sayıda "nedensellik kuramı" göreceksiniz.
Yüzyıllar boyunca oluşan felsefi nedensellik kuramlarına yakından baktığımızda,
bunların her birinin nedensellik için bizim sıradan metaforla-rımızdan biri ya
da diğeri haline gelir. Filozofların yaptığı şey, nedensellik için en
beğendikleri metaforu alıp ebedi bir doğruymuş gibi ortaya koymalarıdır.
EDGE: Ahlak, tüm bunların içinde nereye denk düşüyor?
LAKOFF: En tatmin edici sonuçlardan biri, ahlaki düşünceyi yöneten
metaforların toplamıdır. Tüm bu metafor-ların, refah biçimlerinden -sağlık,
varlık. dürüstlük, açıklık, bütünlük, temizlik vb- beyin ve bedene bağımlı bir
şekilde doğal olarak ortaya çıktığını bulduk. Ahlaki sistemlerin bir bütün
olarak alternatif aile modelleri etrafında düzenlenmiş gibi görünmesi de
özellikle ilginç sonuçlardan biri. Aslında neyi ahlaki davranış olarak
aldığımızı ailelerimizde öğrendiğimizden bu çok da şaşırtıcı olmamalı.
Şimdi, çeşitli ahlaki sistemlerin metaforik yapısını çalışabilecek bir
pozisyondayız. Bilişsel bilimin metaforik sistemler konusunda, daha önce
erişilememiş, daha ayrıntılı ve derin analizlere ulaşmaya olanak sağladığını
düşünüyoruz. Örneğin Kant'ın ahlak
kuramı üzerine yapt1ğ1m1z çahşmada, bu büyük entelektüel yapının dört temel
metafor üzerinde kurulu olduğu tartışırız. Bu da bize Kant'ın ahlak kuramının
çeşitli yönlerinin birbirine nasıl uyduğunu gönne olanağı sağlıyor.
Bilişsel bilim sadece ahlaki sistemlerin yapısına ışık tutmakla kalmaz,
aynı zamanda politik ve toplumsal meselelere de ışık tutar. Bazı meslektaşlarım
ve ben, bu bilişsel analiz yöntemlerini gündelik politik ve toplumsal
meselelere uygulamak için politik bir düşünce havuzu oluşturma aşamasındayız.
Belki de en akla yatkın sonuç en temel olanıydı. Bizler nöral
varlıklarız. Beyinlerimiz, verilerini bedenlerimizin geri kalanından alır.
Bedenlerimizin nasıl olduğu ve dünyada nasıl işlediği düşünmek için
kullandığımız birçok kavramı yapılandırır. Herhangi bir şeyi değil, sadece
bedene bağımlı beyinlerimizin müsaade ettiği şeyleri düşünebiliriz.
Metafor, soyut aklın biçimlerini oluşturmak için duyusal motor
faaliyetlerde kullanılan nöron sistemleri uyarlamamıza yarayan sinirsel bir
mekanizma gibi görünüyor. Bu doğruysa -ki öyle görünüyor-, bizim duyusal motor
sistemlerimiz, gerçekleştirebileceğimiz soyut akıl yürütmeyi sınırlıyor
demektir. Düşünebileceğimiz veya anlayabileceğimiz her şey bedenlerimiz,
beyinlerimiz veya bizim dünyadaki beyin ve bedene bağımlı etkileşimlerimiz ile
şekilleniyor, mümkün kılınıyor veya sınırlanıyor. Kuramsallaştırmamız gereken
şey bu. Dünyayı bilimsel olarak anlamak yeterli mi?
Beyin ve bedene bağımlı kavramsal kaynaklarımızın bilimin tüm görevleri
için yeterli olmadığını düşünmek için sebepler var. Fizikten örnek olaylar
alıyoruz, zaman ve nedensellik üzerine bölümlerimizde tartışıyoruz. Genel
görelilik buna iyi bir örnek.
EDGE: Peki, buradaki büyük değişiklik ne?
LAKOFF: Einstein uzayzamanı betimlerken, kendinden önceki Newton gibi,
zamanın uzaysal bir boyut olarak kabul edildiği yaygın olan metaforu kullandı.
Benim şimdiki zaman ve yerim metaforik olarak, şimdiki zamanın, zaman ekseninde
bir nokta gibi ele alındığı dört boyutlu bir uzayda bir nokta gibi
kavramsallaştırıldı. Uzayzamanda bir eğrilik olması için zaman ekseninin
uzatılması gerekir, şimdiki zaman sadece bir nokta olamaz. Şimdiki zamana ek
olarak, kavisli bir uzayzaman yaratacak yeterli zaman ekseni varsa, zaman
ekseni, gelecek ve geçmiş olarak okunabilecek kısımlar da içermelidir. Bu,
filozofların tekrar ve tekrar incelediği gibi, gelecek ve geçmişin bir kısmının
şimdiki zamanda bir arada var olduğu anlamına gelecektir ve gelecek, şimdiki
zamanda var oluyorsa, evren belirlenimcidir. Dürüst olmak gerekirse; geçmiş
zaman, şimdiki zaman ve geleceğin aynı anda bir arada var olduğunu söylemek
çılgınca; ama uzay-zaman eğrisi bunu demeye itiyor.
EDGE: Sorun fizik kuramında mı, yoksa bunu ifade eden matematikte mi?
LAKOFF: Sorun, Einstein'ın fiziksel evrenin matematiksel kuramını
anlamak için genel olarak kullanılan "Zaman Uzay-sal Bir Boyuttur"
metaforuyla ilgili. Belirlenimciliğin felsefi gerekliliği matematiksel fizikten
değil, matematiksel fiziğe uygulanan metaforlardan gelir. Bu metaforu baştan
savma-ınız gerektiği veya savabileceğimiz anlamına mı gelir?
Sonuçları ister iyi ister kötü olsun, bu metaforu, çılgın bir
gerekliliğe sahip olsa da, başımızdan savamayız. Fizik bir şeylerle ilgilidir.
Göreliliğin matematiği ile uzay ve zaman anlayışı arasında bağlantı kurmamız
lazım. "Zaman Uzaysal Bir Boyuttur" metaforu bu görevi yerine
getiriyor. Beyin ve bedene bağımlı zihnimizden başka, bunun yerine
kullanabileceğimiz daha iyi bir metafora veya sözlü kavrama sahip değiliz.
Sıradan bir metafor çılgın bir mantıksal sonuca sahip olma konusunda mükemmel
olmasa da, insanın beyin ve bedene bağımlı kavramsal sisteminin elinden gelen
en iyi
şey. Bu demek oluyor ki, matematiksel fiziği onu anlamak için
kullandığımız sıradan metaforlardan ayırmamız önemli ve bu metaforları, durum
bize hiçbir gerçek anlam bırakma-sa da, harfiyen ele almamak son derece önemli.
Zamanı düz anlamıyla uzaysal bir boyut olarak ele almamalıyız. Ortak bir
metafor kullandığımızı ve bu metaforun istenmeyen bir belirlenimcilik yükünü
-şimdiki zamanın, geçmiş ve geleceğin bir arada var olması gerekliliği-
taşıdığını kabul etmeliyiz.
Çıkarılacak ders şu ki, kavramsal sistemleri göründüğü gibi kabul
edemezsiniz. Ne şeffaftırlar, ne basittirler, ne de tamamen gerçek
anlamlıdırlar. Zihin bilimi perspektifinden, bilimin kendisi de yaygın olarak
düşündüğümüzden çok farklı bir şey gibi görünüyor. Bilimsel kavrayış, tüm insan
kavrayışı gibi, beyinlerimiz ve bedenlerimiz tarafından şekillendirilen
kavramsal sistemi kullanmalıdır.
3
PARALEL HAFIZALAR:
DUYGULARI BEYNE YENİDEN YERLEŞTİRMEK
Joseph Ledoux
New York Üniversitesi, Nörobilimci; The Synaptic Self [Sinaptik Benlik)
kitabının yazan
EDGE: Duygular ve beyin? Bilim insanları için bu yeni bir şey değil mi?
JOSEPH LEDOUX: 20 yıl önce duyguları ve beyni umursayan kimse yoktu,
ama görünen o ki, son birkaç yıldır bu alanda bir faaliyet telaşı söz konusu.
Böyle olmasının bir nedeni b elki de bu konunun çok uzun süre görmezden
gelinmiş olması ve bu boşluğun şimdi dolduruluyor olmasıdır. Buna rağmen diğer
bir neden, soruna yaklaşım konusunda belirli başarılar elde edilmiş olması ve
bu başarılar, beyindeki duyguları incelemenin olabilirliliği noktasında
insanların fikirlerinin de değişmesine neden oldu.
En başarılı girişimler, korku çalışmalarından geldi. Korku, tespit
edilmesi zor olan sevgi ve umut gibi duyguların aksine, nispeten kolay
izlenebilir bir duygudur. Açık biçimde tanımlanmış uyarıcı ve tepkileri
kapsayan beyin fonksiyonlarını incelemek, bu özelliklere sahip olmayan beyin
fonksiyonlarını incelemekten her zaman daha kolaydır. Korku söz konusu
olduğunda, tehlikenin yaklaşmakta olduğu ikazını
veren basit bir uyarıcı başlangıcının, hayvanlarda, örneğin farelerde,
birtakım kalıplaşmış tepkilerin oluşmasına yol açtığı deneysel koşullan
kolaylıkla oluşturabilirsiniz; ki bu tepkiler, insanların tehlikeyle yüz yüze
geldiklerinde verdikleri tepki türleriyle oldukça benzerdir. Beyindeki uyarıcı
iletimini, uyarıcı işleme yollarından tepki kontrolü ağlarına doğru takip
ederek ortaya çıkan temel nöron döngülerini saptamak mümkündür. Korku duygusu
için bunu başardık.
EDGE: Bu konuyla nasıl ilgilenmeye başladınız?
LEDOUX: Tamamen farklı bir alanda çalışma yaptığım sıralarda duygularla
ilgilenmeye başladım. Doktora öğrencisi olduğum sırada Mike Gazzaniga'yla
birlikte, aynk beyin üzerine araştırma yapıyordum. Mike'la, bu hastaların beyin
yanmküreleri arasında bilginin nasıl aktarıldığını araştırıyorduk. Sorduğumuz
sorulardan biri de, sağ yarımküreye bilgi ilettiğimizde ne olduğuydu.
Hatırlarsanız, normalde konuşmayı sağlayan sol yanmküredir, bu yüzden sağ
yarımküredeki bilgiler bu hastalar tarafından genelde ifade edilemez. Biz, sağ
yarımküreye duygusal bilgiler ilettik ve sol yanmküre bize ne gördüğünü
anlatamadı; ama bu iletim hakkında ne hissettiğini anlatabildi. Bu da bizi, bir
uyarıcının ne olduğuyla ilgili duygusal bilginin ve içeriksel bilginin, beyinde
farklı yolları izleyerek işlendiği sonucuna ulaştırdı. Bu bana çok ilginç
göründü ve bu konunun peşine düşmeyi istediğime karar verdim.
O zamanlarda da, duygusal işlem yollarını araştırmanın yegane
yönteminin, hayvan modellerine başvurmak olduğu yönünde bir hisse kapıldım; bu
modeller üzerinde deneysel doku bozulmaları yaratabilir, hücre kayıtlan
tutabilir ve yol izlerini takip edebilirsiniz. Böyle bir çalışmayı
gerçekleştirmek istemenizin nedeni, bazı indirgemeci arzuları tatmin etmek
değildir; bu çalışmalar duyguların beyinde nasıl bir araya geldiğini anlamanıza
yardımcı olabilir ve bu da size fonksiyonun kendisinin çalışma biçimini
açıklayabilir. Günümüzde, fonksiyonel görüntüleme gibi, insan beynini
araştırmak için çok daha gelişmiş yöntemler mevcut. Bu yöntem-
ler size, beynin bazı duygusal durumlardaki görüntüsünü verebilir; ama
bir sonraki soruyu sormanızı mümkün kılmaz. Aktif bölgenin, daha geniş sisteme
nasıl uyum sağladığını bilmek istersiniz. İnsanlar üzerinde çalışmalarda bu
tarz soruların yanıtlarına gerçek anlamda ulaşamazsınız; bu yüzden cevaplar
için hayvan modellerine başvurmak zorunda kalırsınız. Hayvan çalışmaları, başka
bir deyişle, insan beyni görüntüleme çalışmalarından elde ettiğimiz kareleri
yorumlamamız için bize bir taslak sunar. Hatta hayvan çalışmaları olmasaydı,
pek çok insan araştırması muhtemelen hiç yapılamazdı; yapılsalardı bile bu
çalışmalar kolayca açıklanabilir türde olmazdı.
Böylece doktoramı ve kısa süreli doktora sonrası araştırmamı
tamamladıktan sonra, insan nöropsikolojisi dünyasını terk ettim ve hayvan
araştırmaları alanına yöneldim. Mike ve ben, Cornell Medical School'a [Cornell
Tıp Okulu] girdik ve yaklaşık bir yıl sonra okulun nörobiyoloji
laboratuvarın-da, Don Reis'le çalışmaya başladım. Laboratuvarın görevi, beynin
otonom nöron sistemi üzerindeki kontrolünü araştırmaktı ve bana, kan basıncı
kayıtlarını tuttuğum sürece ne istersem yapabileceğimi söylediler. Böylece
koşullandırılmış korku üzerine bir kan basıncı modeli geliştirdim.
Koşullandırılmış korkuyu kullandım; çünkü nispeten basit bir teknik gibi
görünüyordu: Deneğe birkaç kez, hafif şokların ardından anlamsız bir ses
iletilir ve sonrasında ses denekte bir kan basıncı tepkisi oluşturur. Bu, önce
verilen sese duygusal bir tepki göstermeyen ve sesten korkmayan bir hayvanda,
sese karşı duygusal bir tepki oluşturmanın da iyi bir yoluydu. Ses, beyne
işitme sistemi yoluyla ulaştığı ve tepki otonom sinir sistemi aracılığıyla
ortaya çıktığı için, bize düşen işitme sisteminin otonom sinir sistemine nasıl
bağlandığını anlamaktı. Beyin doku bozulmalarının, nöral kayıtların ve sinirsel
yolları takip etme tekniklerinin bir kombinasyonunundan faydalanarak, bunu
çözmeyi başarabildik. Kısacası, amigdalanın işitme sistemi ile otonom sinir
sistemi arasındaki gerekli ve yeterli bağı oluşturduğu
ortaya çıktı. Aslında daha genel bir anlamda amigdala, tüm duyu
sistemleriyle tüm korku tepki sistemleri arasındaki bağı oluşturur. Amigdala,
uyarıcıların beyne iletiminden ve tepkinin ortaya konuluşundan bağımsız olan
bir beyin bölümüdür.
EDGE: Araştırmaya başladığınız ilk duygunun korku olmasını ilginç
buldum.
LEDOUX: 1980'lerin başında, bu işe ilk koyulduğum zamanlar, korku
koşullama tekniklerini elverişli oldukları için kullanıyordum. Dediğim gibi,
bir uyarıcıyı bir ya da iki kez tekrarlayan bir şokla birleştirebilir ve sonuç
olarak, hayvanlarda nispeten yoğun olan duygusal bir reaksiyon
yaratabilirsiniz. O zamanlar bunun, beyinde evrensel bir duygu sistemini
-limbik sisteme benzer bir şeyi- tanımlamaya yarayacak bir yöntem olacağını
düşünüyordum. Artık böyle düşünmüyorum. Limbik sistem araştırmalarının ya da
daha genel anlamıyla beyinde bir duygu sistemi olduğu yönündeki fikrin yanlış
bir yola sevk edildiğini düşünüyorum. Bu sonuca deneysel yöntemlerle ulaştım.
Korku tepkilerine dönük nöral devreleri genel hatlarıyla ortaya çıkardığımızda,
lim-bik sistemin bu nöron devreleriyle çok az ilişkisinin olduğu aşikar hale
geldi. Limbik sistem denilen bölgeyle ilişkili tek şey amigdalaydı. Limbik
sistemin orta bölgesi, yani hipo-kampüs, hafıza ve mekansal davranış gibi
duygusal olmayan süreçlerden sorumluydu. Limbik sistem, gerçekten varsa, en
azından açık bir biçimde sistematik olarak ilişkili değildi. Beyinde korkunun
nasıl çalıştığını düşünmek için limbik sistem kavramına ihtiyacım olmadığına
karar verdim; ama bu yine de hala diğer duyguları es geçerek korkuya
odaklanmamı bütünüyle açıklamıyor.
Duyguların, tehlike karşısında savunma, eş ve yiyecek bulma vb hayatta
kalma problemlerini çözmek üzere evrim-leşen farklı sistemlerin ürünleri
olduğunu düşünmeye başladım. Bu sistemler hayatta kalmanın davranışsa!
problemlerini çözer. Tehlikeyi algılamak ve tepki vermek, eş ve yiyecek
bulmakta kullanılandan farklı türde duyusal ve bilişsel sü-
reçlere, motor becerilere, geribildirim ağlarına vb ihtiyaç duyar. Bu
benzersiz gereklilikler nedeniyle, bence beynin farklı sistemleri farklı
duygularla bağlantılı olacaktır.
Bununla alakalı bir konu da, korku gibi duygu sistemlerinin hisleri
(tehlike anındaki endişe hissi gibi) meydana getirmediğidir. Bence hisler çok
daha sonra evrildi. Sahip oldukları bilişsel mimariye bakmaksızın, bütün
hayvanlar tehlikeyi tespit edebilmek ve tepki verebilmek durumundadır. Bu durum
arılar, kurtlar ve salyangozlar için geçerli olduğu gibi, balıklar, kurbağalar,
kuşlar, fareler ve insanlar için de geçerlidir. Bu arada, korkuyu koşullandırma
tüm hayvanlarda gerçekleştirilebilir ve amigdalaya sahip olan bütün hayvanlarda
amigdala bunun anahtarıdır. Amigdalaya sahip hayvanlar listesi sürüngenleri,
kuşları ve insanlar da dahil olmak üzere çoğu memeliyi kapsar. Bence evrimde
korku davranışının, korku hissinden önce geldiğini söylemek doğru olur. Durum
böyleyse hisler, duyguların araştırılmasına odaklanmak için muhtemelen yanlış
bir noktadır. Bu anlamda hayvanlar bilinçli, hislere sahip ve dilsel olmadan
önce bilinçsiz, hislerden yoksun ve dilsel değildiler. İnsan beynini simgeleyen
inkar süreci olarak daha temel bir süreci tanımlıyor olmamız oldukça
talihsizdir. Bilinç ve hissiyatın evrim sürecinde ortaya çıkmasının ardından
pek çok yeni duygunun da bunlara bağlı olarak oluşmuş olması mümkündür. Ama
ben, duyguları beyin üzerinde çalışabilmek amacıyla, insanların ve diğer
hayvanların duyguları açısından benzer olanı anlamaya çalışıyorum.
Beynin mimarisine fiziksel olarak bağlı olan temel duyguların olduğunu
söyleyen ve aşırı büyük bir kortekse sahip olmanın avantajlarından biri olan
kavramanın da önemli rol oynamasıyla, farklı duyguları harmanlayarak daha hafif
duygular yarattığını düşünen kuramcılarla hemfikirim. Örneğin bir tehlikeyi
algılama ve ona yanıt verme beyinde halihazırda varken, aşık olmaktan korkma
kapasitesi, eş bulma sistemi ve avcılardan korunma sisteminin bilişsel bir
uyumunu da gerektiren bir şey. Temel duygular görüşü
karşısında ılımlı olsam da, bu görüşe aslında bağlanmıyorum. Farklı
duyguların ne olduğunu belirtmiş olmanız gerekiyor. Bu beraberinde sadece
tartışmaları getiriyor. Şu veya bu zihinsel sürecin duygu olup olmadığı üzerine
kavga etmek yerine, zamanımı iyice kabul görmüş bir duyguyla ve bu duygunun
beyindeki işleyişiyle ilgili çalışmaya harcamayı yeğlerim.
EDGE: Peki ya hisler? Onlar nedir?
LEDOUX: Duygular üzerine çalışmalar neredeyse, diğer tüm şeyleri dışlar
bir biçimde bilinçli hisler üzerine yoğunlaştı. Duygu araştırmacıları, kimi
nedenlerle omuzlarında zi-hin-beden problemlerinin yükünü taşıyor gibi
görünüyorlar. Diğer bir deyişle, hisler sorunu bilinçlilik sorunu ile bir ve
aynı. Duygu araştırmacılarının bu sorunu çözmedeki sorumlulukları da diğer
insanlardan ne fazla ne de eksik. Görmeyi ele alalım: Felsefeciler bir elmayı
gördüğümüzde kırmızılık deneyimimizin nerden geldiğini merak ediyorlardı. Ama
görme araştırmacıları, kırmızıyı daha önce hiç deneyimlemeden kırmızıyı nasıl
işlediğimizi araştırabileceklerini ortaya çıkardılar. Aynısı duygu
araştırmalarında da yapılabilir. Tehlikeyi nasıl deneyimlediğini bilemesek de,
beynin tehlikeyi nasıl tespit edip yanıt verdiğini araştırabiliriz. Bu yüzden
tehlikeli durumlarda ortaya çıkan korku hissi, bir anlamda diğer bilinçli
deneyimlerden farklı değil. Aralarındaki tek fark bilincin ilgilendiği -tehlikeyi
işleme sistemi, renk işleme sistemi, dil işleme sistemi vb- sistemde. Öyleyse
duygusal hisler, işinin çoğunu bilinçdışı gerçekleştiren duygusal bir sistemin
işlemlerinden bilinçli bir biçimde haberdar olduğumuzda meydana geliyorlar.
EDGE: Duygusal hafıza ve bilişsel hafıza arasındaki fark nedir?
LEDOUX: Bilişsel hafıza derken açık bilinçli hafızayı, yani günlük
hayatta "hafıza" sözünü kullandığımızda zihnimizde şekillenen türden
bir hafızayı, kastettiğinizi varsayacağım. Duygusal hafıza ve açık hafıza aynı
zamanda, ama ayrı bir şekilde meydana geliyorlar. Örneğin amigdala duy-
gusal hafızaya aracılık ederken, temporal lob açık hafızaya aracılık
eder.
Örneğin yokuş aşağı araba sürerken bir kaza geçirdiğinizi düşünün.
Kafanızı direksiyona vurdunuz ve korna takıldı. Bir yerleriniz kanıyor, canınız
yanıyor. Berbat bir durum. Bir zaman sonra bir korna sesi duyarsınız, ses
amigdalınıza gider ve otomatik sinir sisteminizi harekete geçirir (kan
basıncınızı ve kalp atışlarınızı hızlandırır, terlemenizi sağlar), vücut
kaslarınız kasılır, kanınıza stres hormonları yayılır vb. Ses aynı zamanda
temporal lob sisteminize de gider ve size kazayı, kimle olduğunuzu ve nereye
gitmekte olduğunuzu hatırlatır. Aynı zamanda size berbat bir durumun varlığını
da hatırlatır. Fakat tüm bunlar durum hakkındaki gerçeklerdir. Bunlar duygusal
hatıralardan ziyade, duygusal bir deneyimin hatıralarıdır. Genel olarak,
duygusal ve bilişsel işleyiş arasındaki bir fark; duygusal işleyiş bedensel
tepkilere yol açarken, bilişsel işleyişin daha fazla bilişsel işleyişlere yol
açmasıdır. Bilişler nadiren belirli türde tepkiler tarafından tanımlanırken,
duygular çoğunlukla bu türden tepkiler tarafından tanımlanır. Bu sistemlerin
biyolojisi hakkında öğrenebileceğimiz kadarını öğrenmemiz çok önemli.
Birçok insanın duygusal hatıralarıyla ilgili sorunları var;
psikologların ofisleri, öncelikli olarak duygusal hatıralarıyla ilgilenmek ve
bu hatıralarını değiştirmek, kontrol altında tutmak ve onlardan kurtulmak
isteyen insanlarla dolu. Duygusal hafıza, açık bilinçli hafızamızdan daha temel
bir yerde duruyor. Örneğin duygusal hafıza daha erken bir yaşta şekillenir.
Aslında bir çocuk çok küçük yaşlarda kötü muameleye maruz kalabilir ve temporal
lob hafıza sistemi henüz faaliyete geçmeden önce amigdala aracılığıyla
bilinçdışı duygusal hatıralar oluşturulabilir. Bu doğruysa, duygusal hatıralar
bilinçli olarak asla anlaşılamayacak şeyler için oluşturuluyorlar; çünkü
bilinçli hafızaya aracılık eden sistem, tecrübeyi kodlamak için henüz
gelişmemiştir ve bu sistem asla bunları telafi edemez.
Bilinçdışı duygusal hatıralarımızın nasıl oluştuğunu anlamaya
ihtiyacımız var. Sadece çocukluğun erken dönemlerinde ortaya çıktıkları için
değil, bu hatıraların yaşamımız boyunca oluşmasından dolayı anlamaya
ihtiyacımız var ve öyle görünüyor ki, bu hatıralar silinemiyor. Laboratuvar
ortamında bastırılabilirler veya bir psikiyatrın ofisinde tedavi edilebilirler;
ama genellikle geri getirilebilirler. Son yıllarda amigdalada bundan sorumlu
olabilecek bir mekanizma tespit ettik. Biraz karışık olabilir; ama bulgular şu
şekilde: Koşullanmadan önce ve sonra amigdaladaki nöral faaliyetleri kaydettik.
Hücrelerde, sonrasında verilen sese karşı daha büyük oranda yükselme
gözlemledik. Sönme ile birlikte yükselme oranı normale döndü. Uyaranın tetiklediği
bu tepkileri ölçmenin yanı sıra farklı hücrelerin birdenbire yükseldiği zaman
dilimindeki (hiçbir uyarıcı yokken) bağlantıyı da ölçtük. Koşullanmadan sonra,
bağlantılı olmayan bazı hücreler bağlantılı hale geldiler. Bazı hücrelerdeyse
sönme durumundaki haliyle kalır. Diğer bir deyişle; korkutulan uyarıcı,
amigdalada daha fazla faaliyete yol açmasa da, amigdala hücreleri işlevsel
olarak bağlı kalmaya devam ederler. Yani koşullamayı tersine çevirme (ve
terapi) hafızayı silmez, sadece uyarıcının hafızayı faaliyete geçirme
kabiliyetini zayıf-latıyorrnuş gibi görünüyor. Bu yüzden uyarıcının tekrardan
etkili olması için yapmanız gereken şey hafızayı yeniden yaratmak değil,
uyarıcı ve hafıza arasındaki bağlantının sinap-tik gücünü arttırmaktır.
Bu, fobilerle bağlantılı. Bu durumda fobinin belirtilerinde geçici bir
iyileşme (yılan görmenin artık felç edici bir kaygı uyandırmaması gibi)
olabilir; ama sonra hastanın annesi ölür ve yılanlar korku üretme eğilimlerini
yeniden edinebilirler. Fobiler aynı zamanda, bir duygunun bilişsel hafızası ve
duygusal hafıza arasındaki farkı göstermenin de güzel bir yolu. Biz fobilerle
beraber doğmuyoruz. Bir şekilde tecrübeler aracılığıyla ediniliyorlar ve
beyinde uyaranlar (yılanlar veya yükseklik gibi) ve korku tepkileri arasındaki
bağlantılar olarak depolanıyorlar. Bir fobi başarılı bir şekilde tedavi
edildiği takdirde (yılanın kişide artık aleni korku tepkilerine yol
açmaması) hasta, halen yılan fobisine sahip olmuş olduğunu hatırlatan bir açık
hafızaya sahiptir. Diğer bir deyişle tedavi, amigdalanın yılan gördüğü zaman
verdiği patolojik tepkiyi engellemiştir; ama temporal lobdaki hafıza sisteminin
yılan fobisine sahip olmuş olma durumuna dair ürettiği hafızayı ortadan
kaldırmamıştır.
EDGE: Bilinçdışı duygusal hatıralar hakkında ne diyebiliriz? Bunun
"bastırılmış hatıralar" gibi bir kavram ortaya atmaktan ne farkı var?
LEDOUX: Bastırılmış hatıralardan bahsetmiyorum, çünkü bilinçli bir
erişime kapalılar. Size basit bir örnek vereyim. Temporal lob sistemi zarar
gören hastalar, beş dakika önce ne olduğunu hatırlayamazlar. Bu hastaları alıp
onlara bir ses verseniz ve beraberinde bir şokla birleştirseniz, sonra
tekrardan sesi verdiğiniz zaman otonom sinir sistemi yanıt verecektir; ama buna
yol açan deneyimin bilinçli hafızasına sahip değiller. Hafıza beyindedir,
otonom ve davranışsa! sistemler de dahil ölçebildiğimiz sistemler üzerinde
etkisi sürmektedir; ancak hastanın bilinçli bir hafızası yoktur. Günlük dilde,
"hafıza" terimi genellikle bilinçli hafızaya atfen kullanılır, ama bilim
insanları olan bizler, bu terimi geçmiş deneyimleri yansıtan sinir sistemindeki
değişiklikleri ifade etmek için daha geniş bir anlamda kullanıyoruz. Bu tanım
gereği, bilinçli bir karşıtı olmayan tüm hafıza türlerini de ele alıyoruz.
Beyin sisteminde olan ancak bilince yansımayan örtülü veya yöntemsel hafıza
fikri budur.
Bu yüzyılın ilk günlerinden bu noktayı güzel bir şekilde anlatan ünlü
bir olay vardır: Kişinin hayli şiddetli amnezisi' vardı. Her gün doktoruyla
tekrar tekrar tanıştırılmasına rağmen doktorunu tanımıyordu. Bir gün doktor
avucuna bir çivi yerleştirdi ve yürüyüp hastanın elini sıktı. Tokalaştıklarında
çivi hastanın parmağına battı. Doktor odadan dışarı çıkıp geri geldi ve hastaya
kendisini daha önce görüp görmedi-
Hafıza kaybı. unutkanlık -çn.
ğini sordu. Hasta görmediğini söyledi; ama doktor tokalaşmak için elini
uzattığında kadın geri çekildi. Beyinde neler olduğunu bilmesek de, öyle
görünüyor ki, el sıkışmanın tehlikeli olduğuna dair örtülü hafıza amigdalaya
kazındı ve bu da hastanın kendisini tekrar el sıkışmaktan çekinmesine yol açtı.
Bu davranışının nedenini örtülü olarak biliyordu; ama bunu dillendiremezdi,
çünkü bu davranışına yol açan deneyimi hatırlayamıyordu. Amigdala yeni
hatıralar oluşturuyordu; ama temporal lob hafıza sistemi bunu yapamıyordu.
Normal olarak, bu sistemler duygusal deneyimlerimizle ilgili bilinçli
hafızalarımızın ve bilinçdışı duygusal hafızalarımızın ortaya çıkmasını
sağlamak için birbirine paralel çalışırlar. Bu bağlamda duygusal hafızalar
tanımı gereği bi-linçdışıdır; ama bastırılmış olduklarından dolayı bilinçdışı
değillerdir. Bilinçdışıdırlar; çünkü bilinçli hafıza sistemleri tarafından
oluşturulmuyorlar. Bilinçli hafıza sistemi duygular hakkında hatıralar
oluşturur; ama duygusal tepki sistemlerine doğrudan erişimi olan duygusal
hatıralar oluşturmazlar.
EDGE: Araştırmanızın sizi nereye götüreceğini bekliyorsunuz?
LEDOUX: Şu anda çalışmalarım duyguların öğrenilip depolanmasını
sağlayan hücresel-moleküler olayların derinliklerine doğru yol alıyor.
Yapabildiğimiz kadarıyla hafızaların hücresel düzeyde nasıl oluşturulduklarını
anlamaya çalışıyoruz ki, bu bizi sinaptik plastisite çalışmalarına götürüyor.
Aynı zamanda bu çeşit bir öğrenme gerçekleştiğinde sinap-tik boyutta
değişikliklerin nasıl gerçekleştiğini de idrak etmeye çabalıyoruz. Uzun vadede
bu hafızaların dengelenmesi için nöro-ileticilerin neyi içerdiğine ve ne çeşit
moleküler değişikliklerin gerçekleştiğine dair sorular soruyoruz. Bu çalışmalar
daha sadece başlangıç ve bizi 21. yüzyılda da meşgul edecekler. Aynı zamanda
önemli davranışsal sonuçları ile birlikte psikolojik sorunlarla uğraştığımız
gerçeğini unutmamak önemli. Hem davranışları hem molekülleri çalışmalıyız.
Bütün bu seviyeleri çalışmayı deniyoruz. Davra-
nışsal düzeyde olduğu gibi hücresel ve moleküler düzeyde de hafıza
problemini anlamaya çalışıyoruz.
EDGE: Sizin çalışmanızın açığa çıkarttığı şey nedir?
LEDOUX: Beynin duygusal tepkilerimizi ürettiği yöntemler vardır ve bu
yöntemler, bizim o sırada meşgul olduğumuz, hakkında konuştuğumuz ya da düşündüğümüz
şeylerle çok az ilişkilidir. Diğer bir deyişle, duygusal tepkiler, bilinçli
düşünme süreçlerimizden bağımsız olarak oluşabilir. Örneğin bir bilginin tam
olarak ne olduğunu çözmek ve bilincine varmak için öncelikle onun neokortekste
işlenmesi gerekirken biz, neokortekse uğramadan amigdalaya bağlanan bilgi
aktarım yolları keşfettik. Yani duygular bilinçdışı bir düzeyde
gerçekleşebilir, hatta muhtemelen, büyük oranda bilinç-dışı bir düzeyde
gerçekleşirler. Bunun bilincine varmamız ve farkında olmamız bu durumdan sonra
gerçekleşir. Bu yüzden bilinçli korku, hisleri, tehlikeli bir uyaran ile
duygusal tepkiler arasındaki bağlantıda zaruri bir basamak teşkil etmez.
Muhtemelen, duygularımız üzerinde zannettiğimiz ya da dilediğimiz kadar kontrol
sahibi değiliz.
Bu hızlı ve bulanık yöntemle meydana gelen duygusal tepkiler, hayatta
kalma mücadelesi verdiğimiz anlarda çok önemli olan tepkilerdir. Bunun
avantajı, evrimin ilk anda sizin yerinize düşünmesine izin vererek, aslında
durum üzerine düşünmek ve en mantıklı şeyi yapmak için gereken zamanı
kazanmanızı sağlamasıdır. Örneğin ani tehlikeler ortaya çıktığında, insanların
ve pek çok hayvanın ilk olarak yaptığı şey donup kalmaktır. Yırtıcılar harekete
tepki gösterir; bu yüzden, tamamen donup kalmak muhtemelen ilk anda yapılacak
en iyi şeydir; en azından uzun zaman önceki atalarımız için öyleydi. İlk
yapacakları şeyin ne olacağını düşünmek zorunda olsalardı, düşünce sürecine
kapılıp ortalıkta kıpırdanır ve yırtıcılara yem olurlardı.
Atlanta Olimpiyat Parkının bombalanması bunun güzel bir örneğidir.
Bomba patlar ve birkaç saniye boyunca herkes donma pozisyonunda eğilir, sonra
koşmaya başlar. Onlar donmuş haldeyken, bilişsel dişlilerin döndüğünü neredey-
se görebilirsiniz. Bilinçdışı duygusal tepkilerin seri olarak oluşumunun
kontrolüne doğrudan sahip olmasak bile bunların insanlar tarafından bir
cinayet, bir tecavüz ya da bu minvaldeki başka bir ayrıntılı suç işleme durumu
karşısında yasal savunma olarak kullanabileceğini düşünmüyorum. Bu hızlı ve
bulanık sistemler, hayati tehdit içeren durumlar sırasında görece basit ve ani
tepkiler üretir (donup kalma gibi). Bunlar faillerin değil, kurbanların
kullanacağı türden tepkilerdir.
EDGE: Peki ya tedavi hakkında ne düşünüyorsunuz?
LEDOUX: Amigdalanın neokorteksle bağlantısı simetrik değildir.
Amigdalanın neokortekse aktarımı, neokorteksin amigdalaya aktarımından çok daha
kuvvetlidir. David Ama-ral, bu kanıya primat beyinleri üzerine çalışarak
varmıştır. Bu, amigdalanın korteksi kontrol etme kabiliyetinin, kortek-sin
amigdalayı kontrol etme kabiliyetinden çok daha fazla olduğunu ima etmektedir.
Bu da, korkudan kurtulmamızın niçin bu kadar zor olduğunu açıklayabilir;
duygular bir kez devreye girdiğinde, onları devre dışı bırakmak çok zordur.
Duygular esnasında hormonlar ve diğer etkileri uzun süren maddeler vücuda
salınır. Bunlar beyne döner ve sizi o esnada hangi ruh halindeyseniz, o halde
tutma eğiliminde olurlar. Bir kez o ruh haline girmişseniz, korteksin
amigdalayı etkisiz hale getirmek için bir yol bulması çok güçtür.
Muhtemelen, tedavinin bu kadar uzun ve zor bir süreç olmasının sebebi
budur; çünkü neokorteks amigdalaya ulaşmak, kavramak ve kontrol etmek için
sorunlu iletişim kanallarını kullanıyor. Bu, New York'tan Boston'a otoyolları
değil, tali yolları kullanarak ulaşmak için çalışmaya benzer. Amigdala,
neokorteksi kolaylıkla kontrol edebilir, çünkü tek yapması gereken, belirli
olmayan yollarla pek çok bölgeyi uyarmaktır. Fakat korteksin bütün bu uyarılan
bölgeleri devre dışı bırakması çok güç bir iştir. Beynin evrimi, geldiği bu
noktada, bilişsel sistemlerin duygularımızı daha etkin bir biçimde kontrol
etmesi için gerekli olan bağlantıya sahip değil. Fakat durumun böyle olmasının
iyi bir şey olup olma-
yacağından emin değilim; çünkü Mr. Spock tam olarak benzemek isteyeceğimiz
ideal insan tipi değildir.
Tasarlanmış ilaçlar gerçekten kullanışlı hale gelebilir; bu yüzden,
ilaç şirketlerinin kullanımda olan ilaçlara nazaran daha belli amaçlarla
kullanılabilecek ilaçların nasıl üretileceğini bulmak için kapımı çalmamasına
şaşınyorum. Korkunun ortaya çıktığı beyin devrelerini ve bu devrelere dahil
olan belirli noktaları biliyoruz. Korkunun ortaya çıkışında rolü olan
nöro-ileticileri tanımlamaya başladığımızda, amig-dalada meydana gelen korkunun
kimyasal profilini çözebileceğiz gibi görünüyor. Bu profili etkileyebilecek
hususi bir ilaç üretilebilir. Örneğin Valium alırsanız korkunuzu azaltır, ancak
beyninizdeki tüm GABA iletimini etkilediği için, ayrıca cinsel dürtülerinizi
azaltır ve uykunuzu getirir. Fakat yalnızca amigdala içerisinde etkili olacak
bir Valium üretirseniz, sadece korku sürecinde yer alan belirli alanlarda işe
yarayacak bir ilaç elde etmiş olursunuz. Bu şimdilik boş bir vaat; ama en
azından üzerinde düşünülmesi gerekiyor.
EDGE: Çalışmalarınız bugün nasıl karşılanıyor?
LEDOUX: Psikolojinin hemen her alanı yalnızca olumlu karşılamakla
kalmadı; aynı zamanda, hem benim hem de benim gibi insanların çalışmaları sıkı
bir biçimde takip etti. Bu durum beni büyüledi. Bunun psikanalize kadar
uzanması gerçekten şaşırtıcı. Psikanalitik gruplara konuşma yapmak ve onların
duygusal beyin hakkındaki kavramları ve psikanalizin 21. yüzyıla girerken
değişmek zorunda olduğunu anlamalarına yardım etmek amacıyla yapılan
toplantılara katılmam için davetler alıyorum. Psikanaliz şu anda görece kötü
bir durumda. Genç psikiyatrlar bu alana girmiyorlar, bu yüzden de eskiler,
alanı daha çekici hale getirmeye çalışıyorlar. Bence, onlar nörobilimini
muhtemel bir köprü olarak görüyorlar.
EDGE: Başka kimler?
LEDOUX: Gelişim psikologları ve sosyal psikologlar duygusal beyin
üzerine yapılan çalışmalara karşı çok açık görüşlü oldular. Amigdalanın erken
gelişimi bilinçli hatıralardan
önce devreye girdiği için gelişim psikologları bu konuyla ilgililer.
Sosyal psikologlar ise amigdalanın çalışma sürecinin bilinçdışı olması
nedeniyle ilgililer. Koskoca bir sosyal psikoloji endüstrisi, bilinçdışı
duygusal algılamayla, farkında olmasanız bile dışarı gönderdiğiniz üstü kapalı
ipuçlarını nasıl kullandığınızla, bunların sizin bilinçdışı zihniniz tarafından
nasıl seçildiğiyle, böylelikle de sizin bilinçdışı zihniniz ve benim bilinçdışı
zihnimin, bizim bilinçli zihinlerimiz hiçbir şeyin farkında değilken
birbirleriyle nasıl karşılıklı konuştuklarıyla ilgileniyor. Amigdala hakkındaki
tüm bu çalışmalarla ve amigdalanın bilinçdışı bir duygu işlemcisi olma ihtimali
ile ilgileniyorlar.
Bilişsel psikologlar önceleri duyguları kendi çalışma alanları
içerisinden çıkarmışlardı; ama iş böyle olunca bir zihin bilimiyle
uğraşmadıklarını, yalnızca zihnin bir kısmının bilimini yaptıklarını anlamaya
başladılar. Artık, duyguyu ve bilişi tekrar biraraya getirmeye çalışıyorlar; bu
da iyi bir şey. Ayrıca duygular üzerine pek çok YZ (Yapay Zeka) mo-dellemesi ve
bazı bağlantıcılık modellemeleri de yapılıyor.
EDGE: Dan Dennett veya Steve Pinker sizin çalışmalarınızla ne açıdan
ilgililer?
LEDOUX: Pinker'in konuşması Hesaplama Organları'nda, onun duygular
üzerinde durduğunu fark ettim. Tutkuların zihinde yerinin ne olduğunu
anlatıyordu. Bence birçok noktada benzer şeyler düşünüyoruz, örneğin duyguların
evrimsel tarafları ve zihindeki süreçler olarak bilinçdışı doğaları
konularında. Ben daha çok evrimin nasıl duygusal sistemleri insanlarda ve diğer
hayvanlarda aynı tuttuğu ile ilgilenirken, Pinker daha çok neyin insan beyninin
dil kapasitesini diğer türlerde görülmeyen özgün bir özellik kıldığı ile
ilgili. Belki de ayrıştığımız en büyük nokta soruna nasıl yaklaştığımız. Ben
soruna beyin üzerinden yaklaşmak istiyorum ki, böylece kuramlarım biyolojik
bakımdan daha makul bir yerden beyin donanımıyla bağlantılı olacak; ama bence
Pinker bunu beyne fazla yaslanmadan yapmak istiyor. Kanımca her iki yaklaşımın
da güçlü ve zayıf yönleri var ve her ikisine de ihtiyaç duyulacak.
Söylediğim şeyler Dennett'in görüşleriyle bazı bakımlardan uyumlu; çünkü
duyguları bilinçli hisler olarak değil, onun yerine sinir sisteminin bilişimsel
fonksiyonları olarak ele alıyorum. Duygular üzerine konuşma biçimim, duyguları
bilişsel bilimdeki bazı insanların alt-sembolik seviye diye adlandırdıkları
seviyeye indiriyor. Bu bağlamda duygu sistemleri, bilinçdışı seviyede paralel
biçimde işleyen birçok sistem arasındadır. Dennett'in görüşüne göre tüm bu
alt-sembolik sistemlerin üzerinde bulunan sembolik bir sistem vardır. Kabaca
söylersek, bilinç buradan gelir.
Sembolik sistemin diğer algılama sistemleri ve alt-sembolik sistemlerin
ürettiklerine erişimi olduğu kadar bi-linçdışı duygu sistemlerinin üreWklerine
de bir miktarda erişimi vardır ve tam da şu anda sembolik sistemin erişim
sağladığı alan bizim bilincinde olduğumuz şeyi belirler. Bu sayede duygusal
olayların ya da gündelik olayların bilincinde olabiliriz. Bu nedenle duygusal
deneyimlerin diğer bilinçli deneyimlerden ayrılabilecek özel bir sistem
olmadığım söyleyebilirim. Bilincin tek bir mekanizması vardır ve bu mekanizma
gündelik olaylarla ya da çok yüklü duygularla meşgul olabilir. Sanırım, benim
zihin üzerine görüşlerim Dennett'in görüşleriyle çelişkili değil. Bu,
Dennett'in "açıklanmış bilinç" görüşüne katıldığım anlamına gelmez.
Bunun yerine, zihnin çoğunlukla bilinçlilik üzerinden işlemediğini
söyleyebilirim.
EDGE: Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
LEDOUX: Son dönemlerde nörobilimci kılığına girmiş radikal bir
davranışçı olarak adlandırıldım. Bu çarpıtmanın ilginç olduğunu düşünüyorum.
Duygularla bilinçdışı süreçler olmaları bakımından yapabildiğim kadar
uğraştığım doğrudur, ancak bilincin önemini de reddetmiyorum. Sadece duyguların
çalışılmasının önünde engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Gerçekte radikal
davranışçı falan değilim. Duygular üzerine benim çalıştığım gibi çalışmanın
basite indirgeme ve hatta fazla basite indirgeme olduğunun farkındayım, ancak
karmaşadan daha basit süreçlere erişmeye, anlam çıkarmaya çalışmaktansa basit
meselelerin oluşturacağı sağlam
bir temelden karmaşık meselelere ulaşmaya çalışıyorum.
EDGE: Bastırılmış hafıza ve alt-sembolik sistem arasındaki fark ile ne
kastettiğinizi biraz daha açabilir misiniz?
LEDOUX: Bu konuyla ilgili söylenebilecek pek çok önemli şey var.
Bunlardan bir tanesi stresin hafıza üzerindeki etkilerine dair bulunan yeni
veriler. Temel bulgulara göre, şiddetli stres dönemlerinde temporal lobdaki
hafıza sisteminin açık hafıza işlevleri bozulabiliyor. Stres, genellikle
fizyolojik olarak böbreküstü bezlerinin salgıladığı stres hormonları olarak
adlandırılan hormonların miktarıyla tanımlanır. Bu hormonlar salgılandığında,
kan dolaşımınıza girer ve beyne ulaşırlar. Hedefleri, hipokampüs ve
amig-daladır ve bu hormonlar hipokampüsü kötü yönde etkilerler. Hipokampüste,
örneğin uzun süreli potansiyel artışını güçleştirirler ve dolayısıyla
hipokampüs fizyolojik olarak kapanmaya başlar. Aynı zamanda mekansal öğrenme de
engellenir. Stres devam ederse, dentritler buruşmaya başlar, stres daha uzun
süre devam ederse hücreler ölür ve hipo-kampüs küçülmeye başlar. Bruce McEwen
ve Robert Sa-polsky, stres ve hipokampüs üzerine pek çok çalışma yürüttüler.
Aynı zamanda, travma sonrası stres bozukluğu olan hastalar -örneğin
hipokampüsleri büyük oranda küçülmüş ve hafıza kaybına uğrayan Vietnam
gazileri- üzerinde yürütülen çalışmalar da mevcut.
Buna karşılık stres, amigdalanın yoğunluğunu artıyor gibi
görünmektedir. Stres amigdalanın yaptığı şeyi daha iyi yapmasını sağlayacaktır.
Soyuldunuz ya da tecavüze uğradınız diyelim. Stres sistemi tüm hormonlarını
salgılar (büyük olasılıkla amigdalanın tehlikeyi sezmesi ve stres hormon
sistemini aktive etmesiyle). Hormonlar beyne ulaşır ve hi-pokampüs, bilinçli
bir şekilde bu deneyimin hafızasını oluşturamayacağı seviyeye kadar ters
biçimde etkilenir. Ancak amigdalanız güçlenir ve bu nedenle artık sadece bilinçdışı
hafıza oluşturmaz, bunu daha önce yaptığından çok daha iyi biçimde yapar.
Böylece hipokampüsün hafıza zayıflığı (bilinçli bir hafıza oluşturama
yetersizliği) getiren koşullar,
amigdala aracılığıyla bilinçdışı duygusal hatıraların daha güçlü biçimde
oluşturulmasına yol açar.
Şimdi diyelim ki, travmaya dair bilinçli hafızası olmayan bir
insansınız ve sokakta yürüyorsunuz. Olayın gerçekleştiğini söyleyen insanlar
var, ancak siz bunu inkar ediyorsunuz; bu gibi durumlarda inkarla sıklıkla
karşılaşılır. Bilinçdışı travmatik hatıralarınız vardır, ancak ne olduğuna dair
bilinçli bir kavrayışınız yoktur. Böyle bir şeyin gerçekten olup olmadığını
bilmiyorum, ancak biyolojimiz buna uygun. Bu biçimde travma yaşamış birinin
bilinçli bir hafızaya sahip olmaması tamamen akla yatkındır. Buna inanıyorum ve
bu durum, elimizdeki tüm bilimsel verilerle de örtüşmektedir.
O zaman, bir sonraki soruya geçersek, psikolojik numaralarla,
rahatlamayla, tedaviyle, her neyle olursa olsun bu hatıraları, bir insanda hiç
üretilmemiş olmalarına rağmen geri getirilebilir misiniz? Bunun yanıtı açıkça
hayırdır. Hi-pokampüs tarafından kodlanmayan bir hatırayı hipokam-pal bir
hatıraya dönüştürmek mümkün değildir. Bu nedenle, amigdalanın kendi hafızası
vardır; bunu hipokampüs ile paylaşmaz; çünkü ikisi farklı işlerler. Amigdala
kendi işini yapar, hipokampüs kendi işini yapar. Birbirleriyle iletişim
kurarlar, ancak kodlamaları ve simgeleme biçimleri farklıdır. Bu nedenle
amigdaladan bilgi alıp, onu hipokampüsün anlayabileceği bir içeriğe çeviremezsiniz.
Bu tarz çalışmalar, bize sadece biyolojik detaylar vermekten ibaret olmadığını
aynı zamanda hafızanın ve duygunun psikolojisi hakkında da çok fazla şey
anlatmaktadır.
EDGE: Gelecek beş yıl içerisinde nelere ulaşmayı :!:ıedef-liyorsunuz?
LEDOUX: Bugün duyguların, hakkında çok az şey bildiğimiz yönlerini
anlamak istiyorum. İlk kısmı, yani duygusal tepkilerin başlangıç aşamasının
nasıl meydana geldiğini gayet iyi biçimde kavramaya başladık. Diğer bir
deyişle, yaklaşan bir otobüsün önünden kendinizi nasıl atmış olduğunuzu,
atlamış olduğunuzun bilincine atladıktan sonra vardığınızı ve ancak o zaman
korktuğunuzu. Tepkisel sistemi oldukça
detaylı biçimde kavramış durumdayız. Ancak duygusal hareket sistemini
anlayamadık. Böylesi bilinçdışı bir tepki verdikten sonra isteyerek nasıl karar
verirsiniz, duygusal davranışlarınızı nasıl kontrol edersiniz. Psikologların
başa çıkma olarak adlandırdıkları duygusal uyarıları ve duygusal uyarılarla
uğraşma çabalarını sağlayan bilişsel ve davranışsa! etkiler beynin hangi
devreleriyle çalışır? Büyük olasılıkla bazal gangliya ve korteks çalışmaktadır.
Beni aslen ilgilendiren soru, bizi duygusal tepki vericiler kadar duygusal
aktörler yapanın ne olduğudur.
Bu bizi başka bir meseleye, bilinçli hislerin duygulara nerede dönüştüğü
sorusuna götürür. Duygusal hisleri nasıl daha derin bir şekilde anlarız?
Hepimiz, hislerimizin nereden geldiğini ve nasıl işlediklerini bilmek isteriz.
Geçmişte yapılan çalışmaların büyük bir kısmı hislerle işe başladı, meseleyi
çözmeye çalıştı, ancak hiçbir sonuç elde edilemedi. Tam da bu nedenle ben
tabandan başlıyorum ve hislere ulaşmaya çalışıyorum. Aynı zamanda duygusal
hafıza hakkında da daha çok şey öğrenmek istiyorum. Bizi duygusal yapan
şeylerin büyük bir kısmı deneyim yoluyla öğrenilmiştir. Bu nedenle, duygu
sisteminin anahtar bileşeni, onun bilgileri nasıl kodladığı ve depoladığıdır.
Sonuç olarak, tüm bunları sadece bilişsel-duygusal etkileşimleri daha iyi
anlamak istiyorum diyerek özetleyebilirim. Duyguları beyne yeniden koymalıyız
ve bilişsellik ile birleştirmeliyiz. Duyguları ya da bilinci, soyut,
birbirlerinden ayn bir biçimde çalışmamalı-yız, zihnin bu iki kısmını da beyin
üzerinden çalışmalıyız.
4
CİNSEL SEÇİLİM VE
ZİHİN
Goeffrey Miller
New Mexico Üniversitesi, Evrimsel Psikolog; The Mating Mind [Sevişen
Beyin] ve Spent: Sex, Evolution and Consumer Behavior [Tüketimin Evrimi:
Cinsiyet, Statü ve Tüketimi kitaplarının yazarı.
Bu noktada, amacım evrimsel psikolojiyi bir sonraki aşamaya taşımak ve
baştan sona insan zihnini, duygularını, toplumsal yaşantısını ve cinsel
davranışlarını açıklamak için standart evrim kuramını mümkün olduğunca
kullanmaktır. Özellikle standart evrimsel psikolojide şimdiye kadar görece yok
sayılmış veya gözden kaçmış alanlarla ilgileniyorum. Örneğin Steven Pinker'ın
kitabı How the Mind Works'te [Zihin Nasıl Çalışır) görme, hafıza ve duygular
hakkında oldukça iyi tartışmalar bulunmaktadır; fakat insan zihninin en ilginç
yönlerinden bazıları, örneğin sanat, müzik, mizah anlayışı ve din kısmen hafife
alınma eğilimindedir ve bunlar için henüz çok iyi bir açıklamamızın olmadığı
ortadadır. O alanlardan bazılarını açıklamak için cinsel seçilim fikrini
kullanmaya oldukça eğilimliyim; ama insan doğasının daha önce göz ardı edilmiş
yönlerini ciddiye alan her türlü yeni fikre de açığım.
Şu anda ilgili olduğum bir diğer şey ise, özellikle zihni anlamak ve
zihnin, herkesin aynı yapıya sahip olduğu tamamen evrensel bölümlerine karşın,
insanlar arasında önemli değişkenlik gösteren ve bu değişkenliklerin
bazılarının genetik olduğu bölümlerini birbirlerinden ayırt edebilmek amacıyla
evrimsel psikoloji ile davranış genetiği arasında daha fazla birliktelik
yaratmaya çalışmaktır. Davranış genetiği ve evrimsel psikoloji arasında çok
fazla düşmanlık, çok fazla karşılıklı yanlış anlama oldu.
Evrimsel psikoloji insanın evrensel olan yapılarını, insan zihninde
herkesin aynı şeylere, aynı yetilere sahip olduğu yapıları ve adaptasyonları
inceler. Davranış genetiği ise geleneksel olarak insanlar arasındaki
farklılıkları, örneğin zekadaki veya kişilikteki farklılıkları araştırır. Aynı
zamanda iki alanın hedefleri de farklıdır.
Davranış genetiği, insanlar arasındaki farklılıkların, genetik
farklılıklardan mı yoksa çevresel farklılıklardan dolayı mı olduğunu anlamaya
çalışır ve şimdiye kadarki cevap, söyleyebildiğimiz kadarıyla şaşırtıcı bir
şekilde, genetik farklılıkların çok güçlü olduğu yönündedir. Evrimsel psikoloji
henüz bu durumla başa çıkamadı ve genetik biliminin güçlü yeni DNA araştırma
yöntemlerini de yeterince kullanamıyor. Aynı zamanda insan zekasının doğası
hakkında cevaplanmamış ciddi sorular da mevcut. Zeka araştırmalarından
bildiğimiz gibi, insanların eğitim ve yaşamdaki başarı gibi oldukça önemli
şeylerini belirleyen genel zeka -G faktörü-denilen bir şey var ki, bu boyutta
farklılık gösteriyor ve geniş bir sözcük dağarcığına sahip olma gibi bazı
zihinsel işlevlerde başarı gösteren insanların aynı zamanda matematik veya
mekansal yön bulma gibi diğer zihinsel işlerde de iyi olma eğiliminde
olduklarını biliyoruz. Peki, zihinsel yetenekler arasında neden böyle
korelasyonlar var?
İnsanlar, zeka araştırmalarında ele alındığı anlamıyla genel zekanın
nedense evrimsel psikolojinin görüşlerine aykırı olduğuna dair yanlış bir
düşünceye sahipler. Evrimciler zihnimizin farklı şeyler yapmak için farklı adaptasyonların,
farklı kapasitelerin bir bütünü olduğunu söylerler. Bu açıdan
bakıldığında, bu kapasiteleri kapsayan ya da en tepede her şeyi yönlendiren
genel zeka diye bir şey yoktur. Aslında bu, zeka araştırmacıların düşündüğüyle
çelişmiyor. En iyi zeka araştırmacıları, genel zeka gibi bir yetinin olmadığını
kabul ediyorlar. Bu G faktörü sadece istatistiksel bir çıkarımdır. Bu sadece,
bir şeyde iyi olan insanların aynı zamanda başka şeylerde de iyi olduğunu
gösterir. Şu anda, zeka araştırmaları ile evrimsel psikoloji arasında, hiç var
olmaması gereken bir savaş var. Bunu çözmek kolay, umarım yakında buna dair bir
konferans gerçekleştirebiliriz ve her iki alan da bu karışıklığı çözerek daha
iyi bir yere gelebilirler.
Steve Pinker, Leda Cosmides ve John Tooby gibi bazı önde gelen evrimsel
psikologlar, zihnin yapısını çok iyi kavramış durumdalar. Fakat bazen, zeka
araştırmaları ve bireysel farklılıklar hakkında günümüz ihtiyaçlarına yanıt
veriyor gibi görünmüyorlar.
Diğer taraftanArthur Jensen, lan Deary ve Robert Plomin gibi bazı önde
gelen zeka araştırmacıları, zihnin farklı kapasitelerin bir toplamı
olabileceğini anlıyorlar; aynı zamanda farklı insanların, farklı verimlilik
derecelerinde işleyen farklı beyinlere sahip olduğunu ve bu verimlilik farklarından
bazılarının genetik farklılıklardan kaynaklandığını gösteren güçlü bulgulara
ulaşmaya başladılar.
İnsan zekasının araştırılması ideolojik, politik ve sosyolojik olarak
gerçekten patlamaya hazırdır. Erken dönem evrimsel psikologlar için genetik
bilimine, bireysel farklılıklara ve zeka araştırmalarına olabildiğince mesafeli
durmak iyi bir stratejiydi; çünkü bütün bu konuları çevreleyen politik
sorunlardan sakınıp ve insan doğasının tanımlanması, ner-den geldiği. nasıl
çalıştığı ve neden orada olduğu meseleleri üzerinde çalışmaya devam
edebilirlerdi. Fakat şimdi, evrimsel psikoloji gelişti ve biz aynı hataları
yapmak zorunda değiliz. Ayrıca biz, bu tartışmaya yol açan konuların
bazılarından kaçınma konusunda tedbirli ve utangaç olmak zorunda da değiliz.
Bireysel farklılıkların çalışılmasında dikkate alınması gereken ciddi
hususlar, ciddi dezavantajlar var. Evrimsel psikoloji, şimdiden insanlara
cinsiyet farkları üzerine düzgün bir şekilde nasıl kafa yorulacağını -ki bu
alan gerçekten tartışmalı bir alandı- göstermede başarılı oldu. Şimdi insanlar,
özellikle toplumsal ve cinsel davranış açısından erkek ve kadın psikolojisi
arasında önemli farklılıkların olabileceği düşüncesiyle olumlu yönden uğraşmaya
başlıyorlar. Aynı zamanda bu alan tamamen bir tabuydu ve cinsiyetler arası
evrimsel ya da genetik farklar hakkında konuşmak kural dışıydı. İnsanların
cinsiyet farklılıkları hakkındaki karmaşıklığı, bilimi etkilemeye başlıyor.
Bireysel farklılıklar alanında, bu alandaki araştırmaları ve genetik
bilimini tam olarak anlamak için ihtiyaç duydukları kavramları ve davranışları
topluma öğretmek gerçekten zor bir mücadele olacak.
Anlaşılması gereken bir şey de özellikle ebeveynler için, genetik miras
ve bireysel farklılıkların öneminin bazı pozitif yönleridir. Eğitimsel gereç
satıcıları ve oyuncak üreticileri, aileleri, çocuklarının entelektüel gelişimi
için en uygun ortamı sağlamak zorunda olduklarına ve bunu yapmazlarsa
-oyuncaklar, doğru çocuk bakımı, doğru özel okullar ve doğru üniversiteler için
para harcamazlarsa- çocuklarının başarısız olacaklarına ikna etmek konusunda
iyi bir iş çıkartıyorlar. Sanki aileler, çocuklarını zorlamazlarsa, motive
etmezlerse ve çocukların büyüme zamanı boyunca onların ne olacakları hakkında
endişelenmezlerse, bu çocuklar başarısız olacaklarmış gibi. Bu tamamen yanlış
bir tutum. Robert Plomin'in çok iyi biçimde belirttiği gibi, genetik bilimini
ne kadar fazla anlarsanız, o kadar fazla rahatlayabilirsiniz. Çocuklarınızı şu
an oldukları gibi veya ileride bir gün olacakları şey gibi sevebilir, ilgi
alanlarını takdir edebilirsiniz. Çocukların boş bir tahta olarak doğduğunu ve
sizin, onların bütün isteklerini ve kapasitelerini şekillendirmek zorunda
olduğunuz düşüncesinden vazgeçebilirsiniz. Bu, ailelerin bazı yüklerini ve
kaygılarını giderebilir.
Ayrıca eğitim politikaları açısından bireysel farklılıkları anlamak
kesinlikle gereklidir. Britanya'da liselerin sıralaması için kullanılan
sıralama tablosu denilen bir şey var. Liseler, A seviyesi denen lise
sınavlarının sonuçlarına göre sıralanıyorlar. Her zaman, ücreti daha fazla olan
özel okullar, tablonun en üstlerinde yer alırlar. Tabi ki, orada yer alırlar;
çünkü daha parlak öğrencileri alıyorlar ve daha parlak öğrencilerin durumları
daha iyi. Bu başarının, öğretimin kalitesi ile hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
Eğitimin ve öğretimin kalitesini uygun bir şekilde ölçebilmek için,
öğrencilerin okula ilk başladıklarında ve okuldan ayrıldıklarında nasıl
olduklarını ölçmek zorundasınız. Bir katma değer ölçümüne sahip olmalısınız.
Bunun yapmanın tek yolu, okula başladıklarında öğrencilerin kapasitelerini ve
bilgilerini birtakım testlerle ölçmektir. Şu anda Britanya'da hiç kimse bunu
yapmıyor, Amerika'da ise çok az insan bunu yapıyor. İnsanlar için bu
düşüncelerle uğraşmak zordur. Sadece onların zekalarını değil, kişiliklerini de
tanımlayan sadece birkaç ölçüm var ve bu farklılıklardan bazıları onların yaşam
süreleri boyunca göreceli olarak değişmeden kalabilir ve bunu değiştirmek
oldukça zor olabilir; ama bir anlamda zaten hepimiz bunun farkındayız; özellikle
de çekicilik, boy gibi bir takım fiziksel özellikler açısından. Çocuklar
büyüyorlar ve her türden şeye dayalı olan küçük toplumsal hiyerarşiler içinde
kendilerini bir yerlere koyuyorlar. Biz de, sahip olduğumuz bu özellik ve
yetilerle -entelektüel kapasitemizin ne olduğu ve kişiliklerimizin nasıl olduğu
kadar fiziksel olarak ne kadar çekici, ne kadar uzun, ne kadar atletik
olduğumuz gibi- baş etmeyi öğrenmek zorundayız. Evrimsel psikoloji ve yeni
genetik araştırmaları arasındaki bu yeni evlilikle uğraşmamız gereken yeni
hiçbir şey olmayacak. Bu sadece kendimiz hakkında uzun bir süre olumlu şekilde
umut besleyip yüzleşmekten kaçtığımız alanlarda gerçekçi olmayı öğrenme
meselesidir.
Cinsiyet konusuna gelince, biyoloji bilimindeki gelişmeler harikulade
ve sosyal bilimlerde çok az insanın bundan
haberi var. Bir yüzyıldan fazla bir süre önce, Darwin'in eş seçme
yoluyla cinsel seçilim fikri, onun en iyi kitabı olan The Descent of Man and
Selection in Relationto Sex'te [İnsanın Türeyişi) -kitabın tam adı buydu- yer
aldı. Kitapla birlikte mükemmel bir fikir olan dişilerin eş seçimi fikri de
ortaya çıkmış oldu: Birçok türün dişi hayvanları, eşlerini sadece fiziksel
görünüme göre değil pek çok farklı özelliğe, örneğin davranış özelliklerine,
seslerine, danslarına ve kur yapma davranışlarına göre tercih ederler. Bu
harika bilimsel kuram için Darwin yüzlerce sayfalık kanıt ileri sürdü ve
fırtınalar koptu. Dişinin seçimine dayalı psikolojik sürecin evrimde
belirleyici bir güç olduğu fikri muhafazakar biyologlar tarafından büyük ölçüde
reddedildi.
Bu eş seçimi kuramı, bir çeşit bilimsel belirsizlik içinde yüzyıldan
fazla bir süredir durgunlaştı ve sadece son 15 yıldır biyoloji biliminde
yeniden canlandı, fakat yükselişi çok hızlı oldu. Kuram, en iyi evrim ve
hayvansal davranış dergilerinde hakim düşünce oldu ve eş seçimi konusu, bir
biyoloji bölümünde çalışan herkes için hayvan davranışları çalışmaları içinde
gündemdeki en sıcak konu haline geldi. Bu devrim, psikoloji ve sosyal bilimi
neredeyse tamamen geride bıraktı. 20. yüzyıldaki psikolojinin, antropolojinin,
beşeri bilimin, siyaset biliminin ve iktisadın hepsi, cinsel seçimin insanın
davranışını nasıl şekillendirebileceğini bilmeden gelişti.
Bu, basitçe düşünce olarak gündemde değildi. Olduğumuz her şey, insan
doğasının her yönü hayatta kalma yoluyla seçilim -doğal seçilim- ile açıklanmak
durumundaydı ve bu durum, neyi açıklayabileceğimiz konusuna büyük kısıtlamalar
getirdi; alet yapımını açıklamak kolay, müziği açıklamak ise zor görünüyordu.
Ebeveynliği açıklamak için kolay, fakat kur yapmayı açıklamak için zor
görünüyordu; ama şimdi bunların hepsi değişti. Cinsel seçilim hakkında biyoloji
biliminden elde ettiğimiz, insan doğasına uygulanmak için zamanı gelmiş, güçlü
yeni kaynaklara sahibiz. Bu benim yapmaya çalıştığım şey; birçok başka insan da
bunu
yapıyor ve şu anda bu psikolojide çalışılabilecek en heyecan verici
alan da bu.
Cinsel seçilimin biyolojide yeniden canlandırılması, tabi ki George
Williams, E. O. Wilson, İsrailli dahi bir biyolog olan Amotz Zahavi ve cinsel seçilim
kuramının, Darwin'in düşündüğü şekilde gerçekten işe yaradığını gösteren
matematiksel formülleri kağıda dökerek ofislerinde çalışan birçok kuramcı
tarafından güçlü bir şekilde desteklenmesiyle gerçekleştirildi.
Şimdilerde ortaya çıkan heyecan verici yeni fikirlerden biri de, bir eş
seçerken seçtiğimiz özelliklerin birçoğunun, sadece nedensiz seçilmiş
özellikler olmaması. Bu özellikler rastgele ve anlamsız değildir. Aslında
bunlar, üremede önemli olan şeylerin güçlü göstergelerdir. Güzellik gerçekten sağlığın
ve doğurganlığın bir göstergesidir. Şefkat, samimiyet, yaratıcılık, zeka ve
hayal gücü gibi psikolojik olarak bize çekici gelen birçok özellik de rastgele
değildir; aslında bunlar bir kişinin dünyaya, sadece fiziksel dünyaya da değil
aynı zamanda sosyal dünyaya uyum sağlama yeteneğinin göstergeleridir. Bu
psikolojik nitelikler ile eş seçerken, yapıcı bir ilişki kurabileceğimiz,
başarılı çocuklar yetiştirebileceğimiz ve ortalamanın üstünde olan genlerini
çocuklarımıza aktarabileceğimiz bir hayat arkadaşına sahip olmayı garanti
altına almaya çalışıyoruz. Burada bizim gördüğümüz insanların eşlerini nasıl
seçtiğidir, sadece fiziksel görünüm için değil, aynı zamanda, tüm bu zengin
psikolojik özellikler için. Bu, evrimsel biyolojinin, kişilik kuramının ve
evrimsel psikolojinin muhteşem bir birleşmesidir ve bu, benim için çok heyecan
verici bir şey.
Eş seçimi konusunu çalışan öncü evrimsel psikologlardan biri olan David
Buss için büyük sürprizlerden bir tanesi, l 980'lerin sonunda, muhteşem
çalışmasını farklı gelenekleri ve tarihleri olan, farklı dilleri konuşan,
dünyanın dört bir yanından 37 ayrı kültürden 16 bin kişiye anket yaparak
gerçekleştirdiği, cinsel seçim yapılırken partnerde en çok arzu edilen iki
özelliğin kibarlık ve zeka olduğunu tespit etmesiy-
di. Seçimde esas olan fiziksel görünüm değildi, para değildi, statü
değildi, bu psikolojik özelliklerdi ve bunlar evrensel düzeyde önem
taşıyorlardı. Bunlar ayrıca Darwin'in türümüz hakkında açıklamaya çalıştığı iki
özellikti: Neden birbirimize karşı kibar davranıyoruz ve neden akıllıyız? Diğer
primatlarla karşılaştırıldığında nispeten kibar davranıyoruz. Bizi diğer
primatlardan ayıran bu iki özelliğin, eşlerde aranan özelliklerle aynı olması
büyüleyici bir şey ve bunlar halen cinsel seçilimin en güçlü iki faktörü. Benim
hipotezim ise bunların, sadece günümüzde cinsel seçilimin altında yatan
faktörler olmadığı, fakat çok uzun bir zamandır, belki 100 binlerce yıldır
böyle oldukları. Çok akıllı olmamızın ve görece birbirimize iyi davranmamızın
sebebi de, ortalamadan daha akıllı ve daha nazik olan atalarımızın, daha fazla
ve daha nitelikli eşleri cezbetmesidir.
Bir başka ilginç konu ise dil. Dil gerçekten dikkat isteyen bir mesele;
çünkü Steven Pinker'ın belirttiği gibi, dil birçok fonksiyon için aşırı derece kullanışlı.
Arkadaşlarınıza bir hayvanı nasıl yakalayacağınız ve izlerini nasıl takip
edeceğiniz hakkında işbirliği yapmak için konuşabilirsiniz. Kadınlar, bu mevsim
en iyi köklerin, meyvelerin ve sebzelerin nerede yetiştiğini anlatabilir.
Aileler, çocukları büyürlerken her türlü yararlı bilgiyi anlatabilirler. Tabi
ki en temel konu olan insanların kur yapması da dil sayesinde gerçekleşir.
İnsanların kur yapması, çoğunlukla karşılıklı konuşma yoluyla gerçekleşir.
Cinsel seçilimin, dili biçimlendirmedeki tek kuvvet olduğunu söylemek aptalca
olur; şüphesiz, doğal seçilim ve birçok diğer kuvvet de dili biçimlendiriyor.
Fakat dilin bazı gizemli yönlerinin, dilin kur yapmada nasıl kullanıldığı
üzerine düşünerek anlaşılabileceğini iddia ediyorum.
Şu anda beni çok heyecanlandıran bir proje, insanların neden bu denli
geniş kelime dağarcığına sahip olduklarını anlamak. Ortalama bir insan,
yetişkinliği sırasında 1 00 bin kelime biliyor. Bu, sesi anlamla ilişkilendiren
rastgele şablonların ezberlenmesini gerektiriyor. 18 aylıkken başlayıp 18
yaşına kadar günde 10 kelime ezberlemeyi gerektiriyor
ve bu büyüleyici bir öğrenme becerisi. İnsanın bu yapabildiğine benzer
başka bir örnek yok. Kelime dağarcığı hakkında komik olan şey ise sıradan
konuşmalarda bu dağarcığın çok azını kullanıyor oluşumuz. Konuştuğumuz
kelimelerin %95'i günlük konuşmamızda kullandığımız birkaç bin kelimeden
ibaret.
Sık sık kullanmadığımız, ama ezberleme zahmetine girişip öğrendiğimiz
muazzam sayıda kelime mevcut. Bu kelimeler günlük hayatta pek kullanışlı
görünmüyorlar. Fakat yine de çok kullanılan 5000 kelimenin dışında bazen, süslü
95 bin kelimeyi de -açıklamak istediğim kelimeler de bu kelimeler-
kullanıyoruz. Tahminim, insanların bu kelimeleri çoğu zaman kur yapmada
kullandıkları yönünde. Bunları aslen şov yapmak için, ne kadar zeki
olduklarını, öğrenme kabiliyetlerinin ne kadar iyi, hafızalarının kelimeler
konusunda ne kadar iyi olduğunu göstermek için kullanıyorlar. Beyinde bu
sözcüklerin hatırlandığı yerin sol yarımkürenin belirli bölgelerinde bir yer
olduğunu ve kısmen Wernike alanı olduğunu biliyoruz; bu kelimeleri öğrenmek
için, beynin özel bir mekanizmasının olduğunu biliyoruz; kelime dağarcığının
büyüklüğünün zekanın güçlü bir göstergesi olduğunu da biliyoruz. IQ testlerinde
kelime bilgisi seçeneklerinin de olması bu sebepten. Birkaç dakikalık bir
sohbet sırasında karşımızdaki insanın kullandığı kelimeleri onun ne kadar zeki
olduğunun bir göstergesi olarak kullanırsınız. Dolayısıyla kelime dağarcığı eş
seçiminde kullanılmak için gayet iyi bir araç. Buradaki hipotez şu: Kelime
dağarcığı büyüklüğünün kendisi de cinsel seçilim tarafından şekillendiği ve
bildiğimiz kelimelerin çoğunun yaşam sürdürme amaçlı değil, kur yapma amaçlı
öğrenildiği.
Diğer bir gizem, müziği neden bu kadar sevdiğimizdi; bu Nicholas
Humphrey'nin Edge forumunda sorduğu sorulardan birisiydi. Müzik çok güçlü bir
duygusal etkiye sahip ve hiç kimse müziğin hayatta kalma açısından iyi bir
fonksiyonunu bulmuş değil. Müziğin evrimine dair ilk ciddi konferans geçtiğimiz
yıl, İtalya'nın Fiesole isimli mükemmel ve
küçük şehrinin Floransa'ya bakan tepelerinde gerçekleşti. Bu
konferansta kafam şu konuda fazlasıyla netleşti: İnsan müziği ile kuş sesi,
balina sesi ve hayvanların, hatta jibon türü maymunların bile diğerlerine
gönderdiği karmaşık akustik sinyaller arasında büyüleyici bir paralellik var.
Müzik konusunda en yetenekli maymunlar, mükemmel düetler yapan, birbirlerine,
özellikle de seks partnerlerine uzun çağrılar yapan jibonlardır. Doğada, bir
hayvan karmaşık bir akustik sinyal oluşturuyorsa bunun bir kur yapma sinyali
olduğu, cinsel seçilimde kullanıldığı neredeyse kesindir. Bunun kuş sesi,
balina sesi ve jibon sesi için geçerli olduğunu biliyoruz.
Darwin bunun aynısının insan müziği için de geçerli olduğunu, insan
müziğinin büyük oranda kur yapmanın bir sonucu olduğunu düşünmüştü. Bu ciddiye
alınmamış olsa da, mükemmel bir kuram ve insanların bir yüzyıl boyunca didinip
müziğin işlevine dair, bir grup içerisinde birbirine daha yakın hissetme ve
grup işbirliğini kolaylaştırması (ki bu favori fikir) gibi her türden aptalca
hipoteze ulaşmış olması şaşırtıcıdır. Londra'da, New York'ta, Berlin veya
Tokyo'da herhangi bir gece kulübüne giderseniz, müziğin işlevini anlamak için
uygun ortamı görebilirsiniz. Gruplar halinde yapılsa da, mesele kişisel
gösteridir.
Müzik tam olarak evrimci bir biyoloğun tahmin edeceği gibi, bir bireyin
yaratıcılığını, motor kontrolünü, kendine güvenini ve kur yapmada önemli olan
diğer birçok özelliği ortaya çıkartır. Müzik, ritim ve tonlamanın kesin
prensiplerine göre karıştırılan temel unsurlar ve notalar sistemidir ve pek çok
farklı müzik tarzı olsa da ritim, tonlama ve melodinin temel prensiplerinin
evrensel ve kültürlerarası olduklarını biliyoruz. Bu insanlar hem müzisyen hem
de dansçılar olarak basmakalıp temel birimleri olan bu sistemi kullanarak
koordinasyon ve ustalıklarını sergileyebilirler. Ritim hakkındaki başlıca şey;
birisinin ritmik olup olmadığını, koordine olup olmadığını görebilmenizdir.
Ritim olmasaydı, birisinin düzenli tempo tutup tutmadığını, bedenlerinin ve
müziksel hareketlerinin düzenli bir tempoya göre koordine olup
olmadığını söylemek zor olacaktı.
Birisinin bir şeyde iyi olup olmadığını söylemek için kimi kurallar,
kimi düzenlemeler olması gerekir; ama ne kadar yaratıcı olduklarını, ne kadar
yenilikçi olduklarım göstermek için de bu temel unsur ve kurallarla
oynayabilmesi gerekiyor. Müzik aynı zamanda melodik yenilik, doğaçlama,
yenilikçi şarkı sözleri üretimi, şarkı söylerken veya bir müzik aleti çalarken
eşi görülmedik tınılar üretmeniz için de muazzam kapsamlar sunar. Cinsel
seçilim kuramcıları için bu gerçekten mükemmel bir sunuştur. Sanat, dil ve
sahip olduğumuz diğer birçok gösteri biçimi aynı kuralları takip ediyor;
yenilikçi yönlerden basmakalıp olan temel unsurları harrnanlarız ve bu olası
bir cinsel partnere niteliğinizi göstermeye yönelik bir reçetedir.
Tüm bu gelişigüzel hikayelerden, bu evrimci hipotezlerden, bu niye
evrildi, şu niye evrildi diye konuşmak güzel. Evrimsel psikoloji bu kuramların
bazılarını test etmek için kullandığı yöntemler, deneyler ve gözlemler
bakımından daha da gelişiyor; eş seçimi hakkında harikulade olan şey,
halihazırda biyologların hayvan eş seçimi çalışmalarını yürütmek için rutin
olarak kullandığı çok sayıda yöntemin, insanların eş seçimi çalışmalarında yeni
yeni uygulanmaya başlanması. Ama aynı derecede önemli olarak, bu kur
gösterilerini çalışmak için de çok sayıda yöntem mevcut. Bu yöntemlerdeki amaç,
kur gösterilerinin özelliklerinin onları üreten insanın özelliklerini gösterip
göstermediğini ya da nasıl gösterdiğini ortaya koymaktır.
Bundan sonrası için yapmak istediğim şey, gerçekten sanat, müzik, dil
ve ideoloji için ortaya attığım hipotezleri kur gösterileri olarak
ayrıntılarıyla anlatabilmek, kur gösterilerinin bir cinsel partner için
gösterilmesi gereken zorunlu şeyleri gerçekte barındırıp barındırmadığını
görmeyi denemek. Bu, esasında birçok korelasyonun -Kelime dağarcığı büyüklüğü
gerçekten zekanın iyi bir göstergesi mi?- ölçülmesini gerektirecek.
Niteliğinizi ortaya koyan değerli bir
gösterge mi? Fark ediliyor mu, insanlar buna dikkat ediyorlar mı?
Fikirlerimi şimdi evrimsel psikolojide ve genel halk tarafından bilinen
fikirler haline getirme çabamın sebebi, bunun gibi büyük hipotezleri test
etmenin bir kişi için büyük bir iş olması, düzinelerce veya yüzlerce insanla
işbirliği gerektirmesi. Darwin'in cinsel seçilim fikrini üretmek bir kişinin
işiydi, ama bu kuramın gerçek hayatta işlediğini göstermek, yüzlerce ve
yüzlerce kuramcı ve hayvan deneycilerine düştü. Aynı şey, insan doğasını
anlamak için Darwin'in cinsel seçilim hakkındaki fikirlerinin uygulanması için
de geçerli.
Maalesef, evrimsel kuramı insan zihninde denemekten çekinen çok sayıda
biyolog var. Bunun sebebi büyük oranda, sinirlerin yıpranmasına dayanıyor.
Biyologlar, hayvanlar hakkında araştırma yapmak için sermaye bulmak bakımından
rahatlar ve toplum, hayvanlar için kullanılan bu kuramın insanlar için de
geçerli olduğunu ve insanlar için düşünce provoke eden sonuçları olduğunu
anlarsa, bu sermaye tehdit altına girer veya azalır. Stephen Jay Gould veya
Steven Rose gibi biyologlar için genel anlamda evrim ve genel anlamda hayvanlar
hakkında yazmak kolay; fakat insan zihni hakkında kalem oynatmak ve onu
analizden muaf tutmayı denemek, gerçekte bilimin kendi boyutları dışında
tutmaya çalışmak zor.
Ben bilimin birliğine inanan birisiyim, herhangi bir şeyin etrafında
yapay sınırlar olması gerektiğine inanmıyorum. Evrim kuramı çalışmasını mutlak
bir biçimde, zihnin en derin kuytularına, bilince, yakınlığa, romantizme, bizim
benlik kavramımıza ve bizim için gerçekten önemli olan şeylere kadar götürmekle
ilgiliyim. Aynı zamanda evrim kuramını politik olarak hayli tartışmalı, ancak
sosyolojik olarak fazlasıyla önemli olan zeka gibi boyutlara taşımakla da
uğraşıyorum.
Büyümemizin zamanı geldi; müzikle yüzleşmenin ve bu meselelerle karşı
karşıya gelmenin zamanı geldi. Daha önce insanların bu denli popüler bilim
okuduğu, bilim kanalları izlediği veya bilime olan ilgilerini ifade ettiği,
kamu kavrayışının gerçekten yükselişe geçtiği böylesine bir zaman olma-
mıştı. İnsanlar bunlarla yüzleşmeye hazır ve bazı biyologlar için
entelektüel konumlarının getirdiği çıkarlarla zihni yasak bölge ilan etmek ve
bilimin dışında tutmayı denemek, küçümsemeden başka bir şey değil.
Bilim, ilginç bir şey yaptıkları konusunda iddialı; ama insanlar ona
çok çok ideolojik önem atfediyorlar. Esasında insanlar siyasal açıdan inanmak
istediklerine inanıyorlar. Hatta davranış genetiğinde, insanların siyasal
ideolojilerinin çoğunlukla genetik olarak miras kaldığı yönünde kanıtlar var.
Nasıl bir çevrede büyürseniz büyüyün, belli bir dereceye kadar siyasal ve
toplumsal meseleler konusunda sahip olduğunuz davranışlarınız ve tutumlarınız,
maruz kaldığınız entelektüel çevreden büyük ölçülerde etkileniyormuş gibi
görünmüyor; insanlar kendi yerleşmiş fikirlerine uyan fikirleri benimserken
uymayanları reddediyorlar. Bilime, insanların diğer insanlara, hükümet
politikalarına, toplumsal önceliklere karşı davranışlarını şekillendirmesi
açısından fazla değer atfetmek büyük bir hata. Bir kere hangi sosyal
önceliklerin peşinden gitmeniz gerektiğini bulduğunuz zaman, bilim bunların
peşinden gitmenin etkili yollarını sunma noktasında oldukça yardımcı. Fakat
bilimi, ideoloji ile karıştırmak büyük bir hata. İdeologlar, bilim nasıl
görünürse görünsün, her zaman davalarına uygun olanı alırlar, aldıklarını
çarpıtırlar, sunarlar, desteklerler ve bunlarla diğer insanları ikna etmeye
çalışırlar; ama bu bilim insanlarının, fikirlerinin yanlış insanlar tarafından
kullanılmaması için kendilerine sansür uygulamalarını gerektirmemelidir. Yanlış
insanlar her zaman için yanlış şekilde kullanmak isteyecekleri fikirleri alıp
kullanacaklardır. Halihazırda iyi şeyler yapacak iyi insanlar için ve kötü
şeyler yapacak kötü insanlar için ortada çok sayıda fikir mevcut.
Daha kışkırtıcı bir araştırmayı ele alalım: Şimdi davranış genetiğinin
ortaya koyduğu bazı kanıtlar var; ama biraz, çok değil, az biraz. Bu kanıtlara
göre mutluluk bir şekilde kalıtsal. Aşırı şekilde gerici ve muhafazakarsanız,
"İşte gördünüz mü, insanlar için hiçbir şey yapamazsınız, mutlu olacaklar
ya da olmayacaklar; insanların yaşamlarını düzeltmeye çalışmanın hiçbir
manası yok" diyebilirsiniz. Diğer taraftan radikal bir sosyalist
olabilirsiniz ve bu düşünceyi kapitalist tüketimciliğe karşı temel bir eleştiri
olarak alabilirsiniz; "İnsanlar daha fazla şeye sahip olduklarında daha
fazla mutlu olacaklarına inanmaları yönünde aldatılıyorlar"
diyebilirsiniz. Fakat deneysel olarak durum bu değil. İki tarafa da
yönelebilirsiniz. Hatta pragmatik bir açıdan konuşacak olursak, mutlu
çocuklarınız olsun istiyorsanız, mutlu birileriyle evlenin diyebilirsiniz.
Herhangi bir bilimsel keşif, bin tane farklı niyet için bin tane farklı
ideolojik tarafa çekilebilir.
5
HAFIZAYI KURTARMAK
Steven Rose
Open University [Açık Üniversite], Yaşam Bilimleri Bölümü, Emeritus
Profesör, Biyolog; Lifelines: Biology Beyond
Determinism [Yaşamsallık: Determinizm Ötesindeki Biyoloji] ve The 2Jst
Century
Brain (21. Yüzyılda Beyin] kitaplarının yazarı.
ROSE: Arka bahçede ilkokul çocuğuyken kimya deneyleri yapmakla başladım
bu işe ve üniversiteye kimya okumaya gittim. Orada, biyokimya denilen inanılmaz
derecede heyecan verici bir alan olduğunu keşfettim ve 1950'lerin sonunda
Gambridge'ten biyokimyacı olarak mezun oldum. 1950'le-rin sonu, Watson ve Crick'in
kendilerini gösterdiği, Fred Sanger'in de iki Nobel ödülünden ilkini aldığı, bu
yüzden de bölümde şampanyanın bol olduğu zamanlardı. Oldukça kibirliydim, bu
nedenle tüm ilgi çekici biyokimyasal ve genetik soruların yanıtlandığına,
sıradaki sınırın beyin olduğuna karar verdim. Böylece ayrıldım, önce lisansüstü
çalışmalarımı Londra'da Psikiyatri Enstitüsünde, devamında doktora sonrası
çalışmalarımı Oxford'ta nörobilim alanında tamamladım. Nihayetinde, Open
University'de son 30 yılımı geçirdiğim laboratuvarımı kurdum.
Bilimin her türlüsünde hayati olan şey, üzerine çalışabileceğiniz
güvenilir bir model bulmaktır. Eski akıl hocalarımdan biri, büyük biyokimyacı
Hans Krebs derdi ki: Tanrı, her bilimsel sorun için üzerinde çalışılacak doğru
bir organizma yarattı. Beyin ve hafıza çalışmamda benim için doğru organizma
civciv oldu. Çünkü henüz bir günlük civcivler çevrelerini hızla öğrenmede
muazzam bir kapasiteye sahip. 1970'lerde, Patrick Bateson ve Gabriel Horn'la
birlikte, civcivleri damgalama üzerine yaptığımız bir dizi deney, bu tip
çalışmalar için bir çeşit standart oluşturdu.
Yakın bir zamanda daha basit bir modele geçiş yaptım. Bir civcive
gagalaması için boncukvari parlak küçük bir nesne verdiğinizde onu durmaksızın
gagalayacaktır; çevresini, neyin iyi yiyecek, neyin kötü yiyecek olduğunu vb
şeyleri keşfetmeye çalışmaktadır. Boncuğun tadını acı yaparsanız, bir defa
gagalayacak ve başını sallayıp gagasını silerek onu gerçekten sevmediğini
gösterip bundan sonra bir daha benzer bir boncuğu gagalamayacaktır. Bir
denemede 10 saniye içinde bu hayvan, ömrü boyunca kullanacağı bir şey öğrenmiş
oldu.
Bu koşullar altında beyinde neler olup bitmektedir? Bunun üzerinde
çalışmak; elektriksel, hücresel, moleküler özellikleri incelemede kullanılan
tüm mevcut teknikleri uyum içinde kullanmanızı gerektiriyor. Beyin bağlantıları
değişti mi? Bunları mikroskop kullanarak inceleyebilir miyiz? Değişimde yer
alan molekülleri tanımlayabilir miyiz vb.
Şimdi, civciv bu testi öğrenirken meydana gelen işlemin moleküler
kademelerini oldukça iyi bildiğimiz bir noktadayız; sonunda meydana gelen şey,
civcivin, beyin hücreleri ve sinapslar arası bağlantılarda bazı yeni
yapılandırmalarla birbirine tutunan bir dizi yeni protein ürettiğidir. Bu sınıf
proteinleri tanımladık, şimdi yapılarını çeşitli biçimlerde analiz ediyoruz.
Bu, benim 30 yıldır entelektüel uğraşım ve oldukça büyüleyici.
Her zaman bunun bir saf bilim arayışı olduğunu ve öncesinde olduğu gibi
yine kendimizi ve nasıl işlediğimizi öğ-
renmek dışında bir karşılığı olmayacağını savundum. Fakat son 3 ya da 4
yıl içinde yaşananlar gerçekten çok ilgi çekici; çünkü hatıraların bir araya
getirilmesi sürecinde kilit noktada duran moleküller arasında Alzheimer
hastalığında işlev bozukluğuna yol açan bazı maddelerin de var olduğu ortaya çıktı.
Bu nedenle son 2 ya da 3 yılda laboratuvardaki işimizin çoğu; bu
molekülleri gözlemlemek, bu moleküllerin hafıza üretim sürecinde hücrelerin
birleşmesine nasıl yardımcı olduklarını, moleküllerin dış bölümleri azıcık
bozulduğunda nasıl yanlış çalıştıklarını ve son derece heyecan verici olan
bunun olmasını engellemek ya da tersine çevirmek için neler yapabileceğimiz
konusunu anlamaya çalışmak oldu. Cold Spring'de yaptığım şeylerden biri;
keşfettiğimiz yeni bir molekül hakkında, Alzheimer proteinleri bozukluğunda
ortaya çıkan hafıza kaybını giderme yetisine sahip görünen beş aminoasit
büyüklüğünde küçük bir peptit hakkında konuşmaktı. Bütünüyle entelektüel bir
heyecan olarak başlayan bu şeyin insanlık açısından da kayda değer bir getirisi
olacak gibi görünüyor ve bu iyi bir haber.
EDGE: Bunu nasıl keşfettiniz?
ROSE: Oldukça klasik bilimsel bir yöntemle ortaya çıktı. İlk olarak
yaptığımız şey, uzun süreli hafıza için -yani bir buçuk saat ve ötesi olan
hafızalar- yeni birtakım proteine ihtiyaç olduğunu göstermekti. Ardından,
standart biyokimyasal teknikleri kullanarak, bu proteinlerin hangi tür
proteinler olduğunu saptayabildik. Hücre adezyon molekülleri adı verilen bir
grup molekül oldukları ortaya çıktı. Yani bunların işlevi, sinaptik
bağlantının· her iki ucunu birbirine bağlayan moleküller oldukları ve bunun bir
hücreyle diğeri arasındaki iletişimin sonu olduğu ortaya çıktı. Bu tek başına
ilgi çekici bir şey; bu moleküllerin nasıl çalıştıklarını keşfedebilir, onları
ne şekilde birbirinden ayırmak ve hangi yeni düzenlerde yeniden birleştirmek
zorunda olduğunuzu görebilirsiniz.
Bir hücre ile diğeri arasında ilişkiyi sağlayan kısım -çn.
Buna bakıyordum ve aniden Alzheimer hastalığı için temel risk faktörü
olan kilit roldeki proteinlerden birinin hücre adezyon molekülü olduğunu fark
ettim. Soru, bu molekülün ayrıca hafızayla da ilgili olup olmadığıydı ve ortaya
çıktı ki, bu molekülün nonnal işlev görmesi, uzun süreli hafızanın üretimi için
gerekli. Molekülün işlev görmesini durdurursak, -moleküle bağlanan bir antikor
ya da sentezlenmesini durduran belirli bir RNA parçacığını beyne koyarsanız- o
zaman uzun süreli hafıza üretilemez.
Ayrıca molekülün, amiloid prekürsör· proteinin yapısına bakarsanız, bu
yapının, sadece birkaç aminoasit büyüklüğünde ve çok belli bazı özelliklere
sahip küçük bir bölümünün var olduğu anlaşılır. Bunlar öyle özellikler ki, suni
bir peptitle taklitlerini yapabilir ve aksi takdirde yitirilecek olan hafızanın
kurtarılmasını sağlayabilirsiniz. Açık ki, henüz Alzheimer hastalığından
koruyacak ya da onu iyileştirecek bir ilaca sahip olmaktan uzağız. Fakat yine
de bu şekilde hafızayı kurtarabilmek bana potansiyel olarak doğru yönde atılmış
bir adım gibi geliyor.
EDGE: İnsanların bunu kullanmasını mümkün kılmak için hangi adımlar
gerekli?
ROSE: Her şeyden önce, hayvanlarda yapılması gereken daha çok iş var.
Hayvanlar üzerinde standart ilaç geliştirme prosedürleri uygulanmak zorunda ve
sonrasında bir dağılma olmadan ağız yoluyla alınabileceğini gösterıneniz
gerekiyor; şu an enjekte etmek zorundayız. Ya da beyne girmesini sağlamak için
ilacı koruyacak başka bir yol bulmak durumundasınız. Sonrasında peptit
kontrollerinin çeşitli ıvır zıvır işleriyle uğraşmamız lazım ve bu böyle sürüp
gidiyor. Birkaç yıldan bahsediyorsunuz, ama bu yönde ilerliyorsunuz.
EDGE: Bilim insanları arasında tepki ne oldu?
ROSE: Bununla ilgili insanlar oldukça heyecanlı. Bilimsel resmi makale,
tam bu aralar baskıda.
Metabolik bir reaksiyon serisiyle bir molekülün sentezlenebilmesi için
gerekli olan öncül moleküller (amyloid precursor) -çn.
EDGE: Ne zaman yayınlanacak?
ROSE: Zannedersem birkaç ay içinde. şu ana kadar yapmadığımız şey onu
patentlemek.
EDGE: İdeolojik nedenlerle mi?
ROSE: Evet, sanıyorum ki, öyle.
EDGE: Öyle ise birileri çıkıp onu patentleyecek.
ROSE: Hayır yayınlandıktan sonra yapamazlar. Yeni ise
patentleyebilirsiniz sadece. Avrupa'da patent yasası biraz farklı. Söylemek
zorundayım ki, çok sayıda moleküler nö-robilimci arkadaşımın pek çoğu,
özellikle işin bu tarafında olanlar, bu çeşit molekülleri geliştirmeye çalıştıkları
şirketlere sahipler. Bu iyi bir şey, fakat ben bilimsel yayıncılığı ve işlerin
bu yoldan geliştirilmesini tercih ediyorum.
EDGE: Arnold Schwarzenegger'in Total Recall [Gerçeğe Çağrı] filmini
izlediniz mi? Hafıza nakline başlamanız ne kadar zaman alacak?
ROSE: Bu başka bir hikaye. Hafıza-geliştirici ilaçla neyi kast
ettiğimiz konusunda insanlar tam bilgi sahibi değil. San Francisco'da akıllı
barlara gider ve akıl hapı ya da hafıza hapı {söylemek zorundayım ki, hiçbiri
işe yaramıyor; onlar sağlıklı beslenme mağazaları ve barlar için sadece iyi
birer pazarlama aracı) satın alırsanız, alacağınız şey, ne başkasının
hafızasını sizin beyninize yerleştirecek, ne de sadece birkaç yıl önce
yitirdiğiniz hatıralarınızı geri getirecek. Bu hapların işlevi, yalnızca kısa
süreli hafızanın uzun süreli hafızaya aktarımına yardımcı olmaktır.
Alzheimer hastası birini ele aldığınızda ilk fark edeceğiniz
problemler; arabasının anahtarını nerede bıraktığını, bu sabah alışveriş yapıp
yapmadığını, evinin kapısını çalan kişiyi tanıyıp tanımadığı bilip bilmediği
tarzı şeylerdir. Hastalığın ilk evreleri, bir şeyleri birkaç dakikalığına
hatırlayıp sonrasında unuttuğunuz evrelerdir. Yapmamız gereken şey, bakımda
olmak zorunda olmalarının önüne geçip Alzheimer hastalığının ilk evrelerinde
olan insanlara toplum içinde kalmaları için yardımcı olmanın bir yolunu
bulmaktır. Bunun için, kısa süreli hafızalarını kaybetmemeyi başarabili-
yor olmaları lazım. Akıl hapı denen ilaçların çoğu bunu yapma
arayışındalar.
Dahası, temel bir soru, insanların neden Alzheimer hastası
olduklarıdır. Nörokoruma yoluyla yapabileceğimiz bir şey var mı? E vitamini ya
da aspirin kullanır gibi, aldığınızda sizi bir biçimde koruyacak bir şeyler var
mı? İlginç bir şekilde, nörokorumaya dair en iyi kanıtı laboratuvar değil.
epidemiyoloji sağlıyor. Ortaya çıktı ki, menopoz sonrası, HRT (hormon replasman
tedavisi) gören kadınların Alzheimer hastalığına yakalanma ihtimalleri, HRT
görmeyen kadınlara göre çok daha az, beyindeki östrojenin kendisiyle alakalı
olmasa da bu östrojenle ilgili olmak zorunda.
Olan şey, seks hormonlarının ve steroidlerin, beyinde nö-rosteroidler
ve beyin steroidleri denen şeylere dönüştürülmesidir. Tahminim odur ki,
nörokorumaya doğru ilerlersek, incelediğim bu peptitler, nörosteroidlerle beyindeki
diğer bazı büyüme faktörleri arasında karşılıklı bir etkileşim meydana
gelecektir. Böylece bu bağlamda bir nörokoruma sağlayacak süreçler kokteyli
elde etmek mümkün olacaktır. Uzun süreli amaç bu olacak.
Alzheimer hastalığı için çok sayıda risk faktörü mevcut. Bunlardan
bazıları genetik ya da risk faktörü olan sahip olduğunuz genlerin var olduğu
başka durumlar ve çevredeki şeylerle etkileşiyorlar. İncelemekte olduğumuz
proteinler, Alzheimer hastalığının risk faktörleridir. Bunlar presenilin
denilen, amiloid prekürsör proteini vb proteinlerdir. Bir şekilde, bu
proteinlere sahip olup olmamak ile bazı problemlere sahip olup olmamak arasında
bir etkileşim var. Örneğin küçükken beyin sarsıntısı geçirdiyseniz, bir futbol
maçında başınızı çarptıysanız, trafik kazası geçirdiyseniz veya genel anestezi
olduysanız, yaşlandığınızda Alzheimer olmanız, bunların hiçbirini yaşamayan
birine göre daha muhtemel. İşte, buna benzer onlarca çevresel risk faktörü
mevcut ve bunların nasıl ortaklaşa çalıştığını kimse bilmiyor.
EDGE: Bu araştırma zinciri, Darwinci fikirlere nasıl katkı sunmaktadır?
ROSE: Bu, Darwinci fikirlerle ne kast ettiğinize bağlı; ki
problemlerden biri bu. Darwin'in temel fikri çok açık. Tartışma götürmez şey,
evrimin olmakta olduğudur. Sorun, evrimsel değişimin mekanizmasıdır. Darwinci
evrim kuramı inkar edilemez bir şeyi daha söylüyor; tüm organizmalar,
çeşitlilikteki soylar gibi, erginliklerinde sağ kalıp erişkinliğe
ulaşabilecekleri sayıdan daha fazla ürüyorlar. Sağ kalma yetisi en iyi olan
çeşitlilik, muhtemelen yetişkinlikte ve soyda da sağ kalacaktır; böylelikle
buna benzer bir evrimsel değişim ortaya çıkmaktadır. Bu konuda sorun yok. Bu,
evrimsel değişimin en temel mekanizmalarından biridir.
Fakat Darwin'in kendisini okursanız, başka mekanizmaların var olduğu da
açıktır. Cinsel seçilim bunlardan biri, rastgele değişimler diğerleridir ve
şans -Steve Gould'un olumsallık olarak adlandırdığı sorun- burada çok önem
kazanıyor. Darwinci mekanizmalar, türler açısından yapmakta olduklarını daha
iyi yapmada çok iyi, fakat yeni türler oluşturmakta iyi değil. Darwin'in
kendisi de bunu çok iyi anlıyordu, bu nedenle Galapagos bu kadar önemli hale
geldi. Birbirine çok benzer türlerin yerleşim bölgeleri haline getirdiği bu
adalar birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen türler arasında adadan adaya
belirgin farklara sahiptiler.
Çok sonra başka başka adalardan edindiği numunelere, özellikle de
farklı adalarda 13 türü olduğu konusunda genel bir fikir birliği bulunulan
ispinozlara bakarken Darwin, bu ispinozların orijinal ebeveynlerinin ana
karadan, yaklaşık 650 km doğudaki Ekvator'dan adalara gelmiş olduğu sonucuna
ulaştı. Bir kez adalara geldikten sonra yavruladılar ve merkezden çevreye doğru
yayıldılar. Farklı adalarda farklı yiyecek potansiyelleri vardı ve ispinozlar bununla
bağlantılı olarak özelleştiler. Bazıları kaktüs yiyicileri, bazıları böcek
yiyicileri bazıları kara ispinozları; ağaçkakan ispinozları da var, böcekyiyen
çalıbülbülü ispinozlar da. Bu böyle sürüp gidiyor. Hepsi belki de aynı
orijinden geliyor. Türlerin ürediği yollardan biri de bu, bakir bir alana
ulaşıyorlar ve oradan
dışarı yayılıyorlar. Sonuç olarak, tüm bu mekanizmalar evrim söz konusu
olduğunda önemli hale gelir.
Şimdi sorduğunuz soruya geliyoruz ki bu soru, tamamen insanların
evrimi, beynimiz ile beynimizin işlevleri ve evrimsel mekanizmalar arasındaki
ilişkiyle alakalı. Bizler evrimin ürünleriyiz. İnsanları meydana getiren şey
belirli bir evrimsel zincirdir. Sürekli daha büyük beyi;nler geliştirerek, tür
olarak başarımızı sağlayan şey bu evrimsel zincirdir. Ama beyin gelişimi
evrimsel başarının tek ve mutlak yolu değildir. Bakteriler (Lynn Margulis,
proctista derdi) sayıca bizden üstün ve büyük olasılıkla dünya üzerinde bizden
daha fazla hayatta kalacaklar. Fakat beyine götüren evrimsel zincir bir kez
başladığı zaman, bir kez hem etçil hem otçul olduğunuz zaman, avınızı avlamak
ya da ondan kaçmak zorundasınız. Bu da, daha akıllı olma doğrultusunda evrimsel
bir baskı oluşturur. İnsanları meydana getiren rota budur.
Evrimimizin bize verdiği şey; çok karmaşık sosyal durumlarda yaşamamızı
sağlayan, kendi tarih ve teknolojimizi yaratmamıza olanak veren, devasa güç ve
adaptasyon yetisine sahip beyinlerdir. Özgür irade konusunda,
aşırı-Darwin-cilerin ortaya attığı çok sayıda tartışma var.
Richard Dawkins, kitaplarından birini yalnızca insanların gücünün
bencil genlerimizin tiranlığından kaçabilmeye yeteceğini söyleyerek bitiriyor.
"Özgür irade bizi bir şekilde, genlerimiz tarafından verilen
belirlenimcilikten kurtaracaktır" diyor. Bence durum öyle değil.
Ben özgür iradeyi çok ciddiye almıyorum. Ben olsam başka bir şey
söylerdim ve bu, insanın doğası ve çevresi arasında ikilem yaratma
girişimlerinden bütünüyle kurtulmak zorunda olduğumuz olurdu. Beyin gelişimimiz
ve organizma olarak gelişimimizle ilgili esas gerçek; doğa ile çevre koşulları
arasında değil de, özgüllük ile esneklik arasında ya da belki de süreç ile
sonuç arasında bir ikilem olduğudur. Gerekli olan şey, bir ölçüde çevrece
ayarlanmayan ve bir ölçüde ona karşılık verebilen gelişimsel bir sistemdir.
Niçin çevre tarafından ayarlanmamalı? Çok basit bir örnek verirsek,
yeni doğan bir bebeğin gözleri, başka bölgeler yoluyla beynin arka bölgesinde
olan gönne merkezine bağlıdır. Çocuk geliştikçe gözler büyür, beynin farklı
bölgeleri ve görme merkezi de büyür, fakat farklı oranlarda. Yapmak zorunda
olduğunuz şey, gözlerden gelen girdilerle en nihayetinde görme merkezine giden
girdiler arasında kurallı bir ilişki kurmaktır. Aksi takdirde, görme ya da
gördüğünüz şeyleri anlamlandırma yetimizi kaybederiz ve bunun gerçekten çevre
koşulları tarafından bozulmasını istemeyiz. Bu nedenle, bu tesisatı taşıyan ve
bağlantıların muntazam bir şekilde oluşu ve parçalanışını teminat altına alan
belirli gelişim mekanizmalarına sahip olmak zorundayız. Bu, özgüllüktür.
Diğer yandan, esnekliğe, deneyime bağlı olarak çevresel koşullara
verdiğimiz cevapları değiştirme yetisine de sahip olmak zorundayız. Bir kez
daha, görme sistemini örnek alalım, görme sisteminin ince ayarı, siz küçük ve
gelişmekte olan bir çocukken büyük ölçüde deneyimlediğiniz şekil ve yapılara
bağlıdır. Öğrenmek zorunda olmamız da eşit derecede önemli. Öğrenme; her an
beynimizdeki bağlantıları yapma, yıkma ve tekrardan biçimlendirme zorunluluğu
anlamına gelmektedir.
Gelişim süreçlerini anlamanın temel teşkil ettiği bu yoğun dinamizm,
aşırı-Darwincilerin genle soytür arasında, çevresel değişimlerin ayarlayamadığı
hemen hemen dolaysız bir ilişki olduğu tartışmalarında kaybolur gider. Deneysel
ve kuramsal olarak anlamamız gereken ya da bir bilim insanı olarak benim
anlamak istediğim şey, bu etkileşimin, gelişim süreci içinde nasıl ortaya
çıktığıdır. Bu, bir bakıma hafızayı özel yapan şeydir. Pat Bateson da bunu yeni
kitabı Design Far a Life'da [Hayat İçin Tasarım] bir ölçüde tartışıyor.
EDGE: İzin verirseniz Pat'le çıktığınız Galapagos gezinizi konuşalım.
ROSE: Aslında fikrin asıl sahibi eşim Hilary'dir. Kendisi bilim
sosyoloğudur. Bana bir gün dedi ki: "Marx ve Freud'un yaşadıkları ve
fikirlerini geliştirdikleri yerleri gördük, artık modern fikirlerin diğer
sıradışı kurucularına bakma zama-
nı gelmedi mi?" Ki bu Darwin oluyordu. Elbette Darwin'in
Londra'nın hemen dışında yaşadığı eve gidebilirsiniz, bunun kendisi bile
yeterince ilgi çekici; fakat açık ki gidilmesi gereken yer, Galapagos'tur. On
biyolog ve sosyal bilimciyi davet ederek, bir grup oluşturduk ve Beagle lif
adında bir bot kiraladık. Beagle !, Darwin'in Beagle'ıydı. Beagle II ise,
Galapagos'ta Charles Darwin Araştırma Merkezine aitti ve birkaç yıl önce
batmıştı. Beagle II, en yenisiydi. Ve Ekvador' a uçtuk. Grup; bir parti
Angloamerikan-İtalyan biyologdan ve aralarında ben ve Hilary'nin, Pat Bateson
ve sığırcıklar üzerine çalışan kızı Melissa'nın; Harvard'tan genetik
belirlenimcilik ve gen teknolojileri eleştirmeni biyokimyacı Ruth Hubbard'ın
bulunduğu sosyal bilimcilerden oluşuyordu. Pat Bateson, yıllardır civciv
damgalamada beraber çalıştığım bir meslektaşım. O ve ben, hayatımızın çoğunu
birlikte çalışarak ve birçok konuda fikirlerimizi paylaşarak geçirdik. Ama o,
bir etolojist ve hayvan davranışları araştırmacısı olarak vahşi yaşam konusunda
muazzam derecede bilgili; benden çok daha fazla.
Pat, kuşların yaşamları konusunda olağanüstü derecede bilgi sahibi.
Ayrıca Charles Darwin Araştırma Merkezinden genç ve parlak bir doğabilimci
rehberin bize eşlik etmesini sağlamayı başardık. Araştırma Merkezi, Santa
Cruz'da Galapagos'taki en büyük adalardan biri üzerine kurulu. Galapagos'ta
iskan edilmiş olan sadece üç ada var. Elbette ekolojisi çok narin. Darwin orayı
ziyaret ettiğinde hayvanlar inanılmaz derecede evcildiler. Kuşların nasıl gelip
şapkası üzerine oturduğunu anlatıyor. Bir atmaca gelmiş ve tüfeğinin ucuna
konmuş örneğin. Darwin o günlerde elbette şimdi olabileceği manada ekolojik
olarak hassas değildi. O ve meslektaşları, hayvanları öldürüp yeme konusunda pek
başarılılardı. Kara kaplumbağalarını öldürüp yeme konusunda çok iyi bir iş
başardılar, örneğin.
Yerli nüfus şimdi bazı adalarda tehdit altında, özellikle keçiler,
çiftçilik, köpekler, vahşi kedi ve domuzlar benzeri nedenlerden. Geçen seneki
El Nifio, daha büyük adalardan birinde, çok geniş bir lav alanıyla birbirinden
bölünmüş iki ve-
rimli araziye sahip Isabella'da belirgin bir felakete yol açtı. Keçiler
verimli arazilerden birine hapsedilmişti ve genel inanış onların lav alanını
geçemeyeceği şeklindeydi. Çünkü verimli arazinin diğer yanındaki yanardağ alanı
kara kaplumbağalarının beslenme alanıydı. El Nifio sırasında kuraklık
yaşanınca, keçiler fiilen lav alanını geçtiler ve şimdi en az 10 bin tanesi,
kaplumbağaların bağımlı oldukları bitki örtüsüne zarar veriyorlar. Şimdi ise
keçilerin köklerini kurutma teşebbüsü var. Şöyle çok ilgi çekici bir sav var:
Kaplumbağalara neden keçilerden daha fazla ayrıcalık tanıyoruz? Fakat bir
şekilde tanıyoruz, çünkü kaplumbağalar sadece orada yaşıyorlar ve zaten çok sayıda
keçi var. Yine de tek bir keçi yahut da tek bir kaplumbağa açısından
tartışmanın biraz daha karmaşık olduğunu düşünüyorum.
Ekolojiyi korumak için, adalarda uyunmasına izin verilmiyor.
Yapabileceğiniz şey, bir kılavuz eşliğinde belirli yolları takip etmek.
Hayvanlara bir metre kadar yaklaşabilirsiniz, ama elbette onlar daha yakınınıza
gelecektir, çünkü hala insanlardan pek korkmuyorlar. Burası kuşları, deniz ve
kara iguanalarını, denizaslanlarını ve küçük lav kertenkelelerini izlemek için
gerçekten bir cennet. Fregat kuşlarının erkekleri, dişileri etkilemek için
şişirdikleri büyük kırmızı torbalara sahipler. Bu durum, dolayısıyla onlar için
göğüslerine asılı bir çeşit büyük kırmızı balonla uçmak gibi bir şey. Tropik
kuşlar, dalgalı albatroslar, maviayaklı sümsükkuşları, parlak kırmızı renkte
sinekkapanlar ve elbette küçük ve oldukça gösterişsiz, ama yine de son derece
ilgi çekici olan Darwin ispinozları.
Gezimiz hem ekoloji -üstelik daha bitki örtüsüyle ilgili bir şey
söylemedim bile sadece hayvanlardan bahsettim- hem de orada bulanan grup
sayesinde büyüleyiciydi. Evrim sürecinin doğasıyla ilgili aralıksız bir seminer
ve tartışma ortamı -Darwin'in yazdıklarının, şimdiki aşırı-Darwincilerin
savlarıyla ne kadar alakalı olduğu konusunda tartırmalar-vardı. Seçilimin
doğası, adaptasyonun doğası vb konular da tartışıldı. Güzel olması dışında,
büyüleyici bir deneyimdi bu.
Geceleri yol almaya baktık. Çünkü biri, doğudan batıya ya da kuzeyden
güneye, en ötedeki uçlarına ulaşmak için adanın bir ucundan öbür ucuna botla
gitse bu yaklaşık 20 saat tutardı. Bazıları çok küçük, yalnızca birkaç hektar.
Bazıları ise çok daha genişler. Çoğunlukla volkanikler. Hatta bazıları
neredeyse bütünüyle çıplak lavla kaplı ve esas itibariyle hiçbir bitki örtüsüne
ya da canlılığa sahip değiller. Bazı adalardaki volkanlar hala aktif. Jeolojik
açıdan bu adaların oluşumu çok yeni; burada 3 milyon yıl civarı bir şeyden
bahsediyoruz. Adalar aynca belli sayıda deniz akıntılarının, Humboldt
akıntısının, Cromwell akıntısının ve diğerlerinin kesişme noktasında
bulunuyorlar. Bu yüzden deniz ekolojisi de çok ilgi çekici.
EDGE: Dünyanın önde gelen bazı biyologları hattaydı. Bu grup, şeyleri
Darwin'den farklı olarak nasıl gördü?
ROSE: Pat'in ve benim aklıma takılan mesele -genlerle gelişim
arasındaki ilişki meselesi- Darwin'den beri biyolojinin problemi. Biyolojinin
trajedisi şu ki, yüzyılın başında genetik ve gelişimsel biyoloji aynı bilimin
parçaları iken, Darwinizm ve Mendelizmden sonra bu durum değişti, böylelikle
genetik ve gelişimsel biyoloji birbirinden ayrıldılar. Bununla ifade etmek
istediği şey şu: Gelişim, benzerliklerin bir çalışması haline geldi. Nasıl
oluyor da, hepimiz iki kola, her elde beş parmağa, aşağı yukarı bir buçuk iki
metre boya vb özelliklere sahibiz. Bu gibi sıradışı evrensel özelliklere
sahibiz. Bunu doğuran gelişimsel sürecin doğası nedir?
Halbuki tam tersi bir biçimde genetik, farklılıkların bilimi haline
geldi. Yani beni senden farklı kılan şey ne? Neden bir kişinin gözleri
kahverengi, diğerininki mavi vesaire? Bu iki soru aslında, aynı madalyonun iki
yüzü. Fakat tarih içinde bilim geliştikçe iyice kutuplaştılar. Zannediyorum ki,
Pat'in bir gelişim biyoloğu olarak ilgi duyduğu şey, gelişim kurallarının
doğasıdır. Yeni kitabına göz atarsanız, içinde yemek pişirme metaforunu kullanıyor:
İşlenmemiş malzemelerinin yemek pişirme sürecinde nasıl dönüştüğünü ve yemek
pişirmenin aslında gelişim olduğunu görürsünüz.
Fakat sonrasında, tamamen pişirilen mamulü, "X oranında şu ya da Y
oranında bu" şeklinde ayrıştıramazsınız. Ruth Hubbard ve ben yola
biyokimyacılar olarak başladık. Ben, bizim açımızdan sorunun, genlerin, gelişim
süresi içindeki hücrelerle yaptığı moleküler dansta ne yaptığını anlamaya
çalışmak olduğunu zannediyorum. Ama bizim biyokimyacı-lar olarak genden
anladığımızla, kuramsal biyologların ya da Richard Dawkins ve John Maynard
Smith gibi evrim biyologlarının anladıkları birbirinden çok farklı.
Onlar için genler -her ikisinin de, özellikle de John'un buna
katılacağını düşünüyorum-- hayvanların nasıl davrandıklarının neredeyse
kuramsal önermesi olan genlerdir; evrimsel başarıyı getirecek etkileşimlerinin
matematik modellerine sahip olursun. Sonra X yapan geni ya da Y yapan geni öne
sürersin. Bu bağlamda sizin için gerçekten böyle bir genin, X veya Y yapan bir
DNA parçacığı olup olmadığı önemli değildir. Demek istediğim bu, denkleme bir
şekilde uydurduğunuz bir parçacıktır. John'un kendi başına geliştirdiği
istikrarlı evrim stratejilerine veya diğer modellere bakarsanız -ki hepsi çok
çok önemlidir- görürsünüz ki, bunlar matematiksel yapılardır.
Farklı bir alandan örnek verirsek; Roger Penrose ve Step-hen Hawking
arasında, çalışmalarında kullandıkları fiziksel modellerin gerçekliği konusunda
ilginç bir tartışma var. Penrose ele aldığı yapıların gerçekliğine inanıyor.
Hawking hayır diyor, şu ana kadar alakalı olduğu ölçüde mesele, denklemlerin
işe yarayıp yaramadıklarıdır. Başka bir takım denklemler kurabilir ve onlar
aynı biçimde çalıştırabilirseniz o zaman sorun yoktur; önemli olan şey,
denklemlerdir. "Gerçekliği", -masaları, sandalyeleri, molekülleri vs-
yansıtmaları önemli değildir.
Bu anlamda, şu anda problemin bu bölümü, evrim biyolojisi içindeki
savaşla birlikte felsefi ayrımlara kadar uzanıyor. Fakat bir biyokimyacı ya da
daha özelde benim gibi bir nöro-bilimciyseniz ve gerçek DNA parçacıkları ile
gerçek hücresel etkileşimlerle uğraşıyorsanız -laboratuvarda DNA'yla çalı-
şıyorum- o zaman meseleye çok başka bir biçimde yaklaşırsınız. Sizin
için önemli olan, gerçek süreçlerdir. Yalnızca sürüp giden kuramsal
matematiksel modeller olmaları yetmez. Esas mesele bu. Bir bölümü ideolojik,
diğerbölümü felsefi vb olan bu çekişmeye tamam; ama eli yapış yapış olmuş,
hakikaten araştırma yapan bir biyolog ile oturup şeylerin modellerin oluşturan
biri arasında temel bir fark var.
EDGE: Adalarda ne öğrendiniz? Darwin'e ne derdiniz?
ROSE: Bu ilginç bir soru. Darwin'le konuşacağımız şey, hayatının sonuna
doğru üzerine düşünmeye başladığı şeyler, özellikle de gelişim olurdu. Örneğin
kendisi, çocuklarının gelişimiyle çok ilgiliydi. Çocuklarının belirli el
hareketleri, yüz mimikleri ve daha pek çok şeyi ne zaman yaptıkları konusunda
fevkalade tanım ve tariflere sahipti. Tüm bu gelişim ve öğrenme süreçleri,
bence Darwin'le yapılabilecek çok zengin ve ilgi çekici bir tartışmanın konusu
olurdu.
Daıwin; bu süreçler konusunda, Wilson gibi günümüz
aşırı-Daıwincilerinden ve evrimsel psikologlardan çok daha açık fikirliydi.
İnanıyorum ki, benim onların genetik belirlenimciliği diye açıkladığım şeye
katılmazdı.
Pat'in, Melissa'nın ve benim alakalı olduğumuz, tartışmalarımızda her
daim geri dönmeyi sürdürdüğümüz şeylerden biri, belirli bir biçimde davranan ya
da davranışları içinde bulunduğu çevreye göre şekillenmiş bir hayvan
gördüğümüzde bunu nasıl anlamlandıracağımızdır; bu bir öğrenme mi, doğuştan
gelen gelişim kurallarının bir dışavurumu mu bu? Ve aynı zamanda bu davranışın
ne kadarı uyarlanabilir?
Tropikal balıklarda muazzam bir renk çeşitliliği görürsünüz, örneğin.
Bunların her birinin gerçekten seçildiğini varsaymamız gerekiyor mu? İzin verin
size klasik bir örnek vereyim. Pat bu örneği hem kitabında hem de kitabın
Hilary ve benim editörlüğünü yaptığımız bir bölümünde kullanıyor: Adaların
bazılarında, güzel pembe renkte flamingolar var. Şu anki çekişmelerden önce bu
yüzyılın başında, Amerikalı bir doğabilimci ve çizimci olan Thayer,
flamingoların pembe renginin gün batarken yırtıcı hayvanlara daha az görünür
olma amaçlı bir uyum olduğu önermesinde bulunmuştu.
Fakat gerçekte pembe renk yeme biçimlerine bağımlı. Daha fazla karides
yediklerinde daha fazla pembe hale geliyorlar. Karides yemediklerinde pembeleri
soluklaşıyor. Dolayısıyla yeme biçimlerinin bir sonucu olduğunu değil de
yırtıcılara karşı Darwinci bir uyum olduğunu iddia etmek çok zor. Biyolojide
gerçekten son derece önemli meselelerden biri şu: Uyum sağlamış ve sağlamamış
olan şeyler hangileri; hangisi kaza eseri olmuş, hangisi uyum sonucu. Ve
flamingolar bunun çok güzel bir örneğini oluşturuyor.
Pat ve ben ayrıca başka bir örnekten bahsediyorduk. Ben kedi bakıyorum,
o yetiştiriyor ve kuşlardan ayrı olarak kedi genetiği ve yetiştiriciliği
konusunda pek çok şey biliyor. Hepimiz biliyoruz ki, kediler kucağınıza oturur
ve mırıldar. Bu mırıldama bir uyum mu? Kediler neden mırıldarlar?
Birileri bunun bir çeşit sosyal işaret mekanizması olduğunu düşünse de,
buna ilişkin en ufak bir fikir sahibi değiliz. Fakat nasıl biri bunun üzerinde
deneysel olarak çalışabilir? Doğal çeşitleri mırıldama ölçüsünde değiştirebilir
ve sosyal davranışın cevabı olabilecek korelasyonlar arayabilirsiniz. Ya da
kedileri mırıldaroadan arındıracak kaba cerrahi müdahalelere başvurabilirsiniz,
büyütülürken küçük kardeşleriyle annesinin kulaklarını sağır etmek zorunda
kalacaksınız. Bu durumun kedinin davranışları ve sosyal organizasyonları
üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu bu şekilde inceleyebilirsiniz. Kimse böyle
bir deney yapmak istemez.
Fakat kedilerin neden mırıldadığını sorar ve bu soruyu
aşırı-Darwincilere yöneltirseniz, onlar muhtemelen bunun evrimsel bir uyum
olduğunu söyleyeceklerdir. Alternatifi, Steve Gould'un eks-adaptasyon dediği,
evrim süresince başka nedenlerle ya da kazara ortaya çıkan ve devamında
halihazırdaki amaçlarla sistemin bir parçası haline gelen şeyler olabilir.
Burada iş, doğada yaşananlar konusunda çok daha eklektik ve çoğul açıklamalara
çok daha açık fikirli olmakta. Açıklamaların var olduğu şüphesiz, ama yalnızca
bencil genlerin boyunduruğuna indirgenemezler.
6
KİŞİLİK NASIL
OLUŞUYOR?
Frank J. Sulloway
School of Personality and Social Research [Kişilik ve Sosyal Araştırma
Okulu), Misafir Hoca; Born to Rebel: Birth Order. Family Dynamics, aııd
Creative Lives [İsyan için Doğmak: Doğum Sı.rası, Aile Dinamiği ve Yaratıcı
Hayatlar] kitabının yazarı.
FRANK SULLOWAY: Son 20 yıl boyunca, kariyerimin ilgi alanı konusunda
temel bir değişiklik yaşadım. Kariyerime bilim tarihçisi olarak başladım ve
öncelikle insanların entelektüel hayatlarıyla ilgili tarihsel sorularla
ilgilendim. Bilimde yaratıcı başarıların kaynaklarını anlamaya çalışırken,
aşama aşama insanlığın gelişimi ve özellikle de Darwinci kuramın kişiliğin gelişimini
anlamada bize nasıl yardımcı olabileceği konusuyla ilgilenmeye başladım. Şimdi
tarihçi olmanın yanında kendimi psikolog olarak da görüyorum.
EDGE: Bu sıçramayı nasıl yaptınız?
SULLOWAY: Bu sıçrama, sorduğum sorular tarafından belirlendi. İlk başta
bilim insanlarının yeni fikirleri neden kabul ettikleri problemine kapılmıştım.
Bilim tarihini gözden geçirirseniz, radikal yenilikleri kabul edenlerin çoğunun
bunu, diğerlerinin farkında olmadığı bazı kanıtların olduğunu bildiklerinden
dolayı kolayca kabul etmediğini görür-
sünüz. Darwin bu anlamda iyi bir örnek. Beagle yolculuğundan geri geldi
ve ünlü Galapagos numunelerini Londra'da sergiledi. Geri dönüşünden sonraki 6
ay içinde, Britanya'da çoğu üst düzey doğabilimci, Darwin'in Galapagos
ispinozlarını ve sürüngenlerini, bu yüzden de Darwin'e fikrini değiş-tirten ve
onu evrime döndüren (bu şimdi faal olan evrimin tipik bir örneği olarak
değerlendiriliyor) hayati kanıtları da görmüşlerdi. 19. yüzyılın en büyük
kuşbilimcilerinden biri olan John Gould, Galapagos kuşlarıyla ilgili Darwin'in
bildiğinden daha fazla şey biliyordu. Gould, Beagle yolculuğunda Darwin'in
yaptığı çeşitli hataları düzeltti. Bunlardan biri, Galapagos adalarındaki çoğu
ispinozun biyolojik evrim aracılığıyla taklidin birer formu haline geldikleri
düşüncesiydi. Ya da örneğin Darwin, bülbül ispinozunu bülbülkuşu ile
karıştırmış ve kaktüs ispinozunun İcteridae familyasından olduğunu düşünmüştü;
tümüyle farklı bir kuş familya-sıydı. Gould bu hataları düzeltti ve Darwin'e
ayrıca ispinoz olduklarını fark etmediği bazı kuşların ispinozlarla yakinen
ilgili tekil bir grubun parçaları olduklarını gösterdi. Dar-win, Mart 1837'de
Gould'dan aldığı bu ve diğer hayati bilgiler nedeniyle afallamıştı. Hemen bir
evrimci haline geldi. Garip olan şey Gould'un evrimci olmamasıydı. The Origin
of Species [Türlerin Kökeni] basıldıktan sonra bile yaradı-lışçı olarak kaldı.
Dolayısıyla daha çok bilen daha az gördü; daha az bilen daha fazla gördü.
Entelektüel tarihin mizaç, karakter ya da kişilikle alakalı olan bu şaşırtıcı
hikayesi beni etkiledi. Kendi başına bilimsel kanıtlarla kesin olarak hiçbir
ilgisi yoktu bunun. Darwin, Gould ve diğer çağdaş doğabilimcilerin hepsi aynı
kanıtlara sahiptiler. Bu, bilimde ve diğer alanlarda yaratıcı sıçramalar yapan
insanların bunu bir dereceye kadar kişilikleri ve özellikle de yeni,
alışılmadık biçimlerde düşünme yetileri nedeniyle yaptıkları çıkarsamasına
götürüyor. Özetle, psikolojiyle ilgilenmeye başladım.
EDGE: Bu salt aklın sezgisel bir sıçraması mıydı?
S.ULLOWAY: Bu sıçramada kesinlikle bolca sezgi vardı. Şans eseri
sezgisel sıçramayı hipotez testi izledi ki, bu hepimizi astrolog ve psikanalist
olmaktan korumaktadır.
EDGE: Bu fikir bilincinize nasıl girdi?
SULLOWAY: Bir parça sezgiydi. Aynı zamanda sadece bir parça kesin
kanıttı. 1970'lerin başında kişilik psikolojisi ile ilgili bulabildiğim her
şeyi, özellikle de bilişsel literatürü okumaya başladım. Aynı zamanda bu alanda
araştırmalar da yapmaya giriştim. Neticede, daha sonra yirmi yılımı üzerinde
araştırma yapmakta harcadığım doğum sırası konusuna tesadüfen denk geldim.
Doğum sırası, yine de bu araştırma projesinde buzdağının sadece tepesiydi. Aile
dinamikleri ile uğraşmaya başladığınız dakika, aynı zamanda kişiliğin olduğu
şekliyle gelişmesini sağlayan diğer önemli faktörlerle de karşı karşıya
geliyorsunuz.
EDGE: O sıralardaki eğitiminiz neydi?
SULLOWAY: Bilimsel yaratıcılıkta derinleşmeye yönelik ilgim
başladığında, lisansüstü birinci sınıf öğrencisiydim. Bilim tarihi için
hazırlık derslerine daha yeni başlıyordum. Darwin'in hayatı üzerine doktora
tezi yazmayı umuyordum. Darwin'in üzerine oldukça fazla araştırma yapmıştım.
Örneğin Güney Amerika çevresindeki Beagle gezisinin kaynağına kadar gitmiş ve
gezi ile ilgili bir dizi film yapmıştım. Darwin'in dönüşümü ve evrimi savunmaya
başlama süreci -bu değişimi yaratan belli nedenler de dahil- konusunda da bir
hayli şey biliyordum. Bu konular üzerine çeşitli makaleler yazmaya başlamıştım.
Bu makaleler daha sonra basıldı. Şimdi geriye dönüp baktığımda, kariyerimi
tamamen değiştiren bir problem üzerine -Darwin'in dönüşümü- rastgele atladığımı
görüyorum. Bir noktada, ciddi ciddi aynı anda psikolojide çift anada! yapmayı
gözden geçirdim ve bu alanda gerekli çoğu dersi tamamladım. Çift anada!
yapmasam da, bir çeşit karma kariyer yoluna giriş yaptım. Psikolojide hayli
okuma ve araştırma yaptım, evrimsel biyolojiyle ilgilenmeyi sürdürdüm. Bilim
tarihi araştırmalarım da devam etti; özellikle de bilimde devrim konusunda.
EDGE: O sıralar neredeydiniz?
SULLOWAY: Harvard Üniversitesinde. Harvard mezunu olarak lisansüstü
çalışmalarına başlamıştım. İki yıllık lisansüstü çalışmaları döneminde Society
of Fellows'ta [Akademisyenler Topluluğu] asistan· oldum ve bu muhteşem bir
deneyimdi. Asistan olmak, istediğim her alanda çalışmakta beni özgür kıldı. Bölümde
artık kimsenin gözetiminde değildim. Bu müthiş bir deneyimdi, sağladığı
bağımsızlık sayesinde başardım.
EDGE: Sizi Bom to Rebel kitabını yazmaya götüren tezinizi biraz
konuşalım.
SULLOWAY: Esasen 1970'te rastgele daldığım ve sonraki 20 yılda deneysel
olarak doğruladığım şey, kişiliğin ortam kontrolü altındaki yönlerinin güçlü
şekilde ailenin konumundan etkilendikleridir. Doğum sırası bu anlamda özellikle
önemli, çünkü o, aile ortamdaki farklılıkların sistematik bir kaynağıdır. Fakat
doğum sırası bizatihi bir neden değil. Daha ziyade, aslında kişiliği kalıba
döken aile dinamikleri modellemeleri için bir başkasının yerini tutan şey ya da
vekildir. Örneğin ilk doğanlar, küçük kardeşlerinden her anlamda daha büyükler
ve daha fazla statü sahibi olmaya eğilimliler. Kardeşleri ile rekabette, büyük
çocuğun başvurup küçük çocuğun başvuramayacağı belirli stratejiler söz konusu.
Küçük çocuk büyük kardeşine vurmayı kararlaştırabilir, ama bu genellikle
akıllıca bir fikir değildir; çünkü büyük olan küçüğe daha sert vurabilir.
Genelde ilk çocuklar daha saldırgan olmaya eğilimliler; fiziksel
büyüklüklerinin avantajlarını değerlendirecek strateji ve taktikler
kullanırlar.
Doğum sırasına göre kayda değer farklılıklar gösteren kişiliğin
"uzlaşmacılık/uzlaşmazlık" -Büyük Beşten biri- denen önemli bir yönü
var. Doğum sırası farklılığı, ilk doğan çocuklarla kardeşlerinin tipik olarak
işgal ettikleri konumların farklılığını yansıtmaktadır. İlk doğan çocuklar
vekil ebeveyninin konumunu işgal ederler. Vekil ebeveyn gibi
Junior Fellow -çn.
davranmak -Yani çocuk büyütme görevlerinde yardımcı olmak- ailenin
gözüne girmenin en iyi yolu. İlk doğan çocuklar bu nedenle ebeveynleri ile daha
fazla özdeşleştirme eğilimi gösteriyorlar. Aynı zamanda, ailelerinin değer
verdikleri şeylerle özdeşleşme eğilimi de gösteriyorlar. Aileler çocukların
okulda başarılı olmalarına değer verirler, ilk doğan çocuklar bu nedenle
itinalılar, ödevlerini yaparlar, genellikle okulda başarılılar; akademisyen
olarak ve Who's Who'da [Kim Kimdir] temsil olunmaya eğilim gösterirler. Sorumlu
ve başarılı bir kişi konumu, özellikle büyük çocuk için daha çok muhtemeldir.
Bu konum bir kez benimsendi mi, küçük kardeşlerin sık sık deneseler de bu konum
için etkin bir rekabet sergilemeleri zordur. Kardeşlerin stratejisi tipik olarak
ahi ya da ablalarıyla işgal ettikleri konum için başarılı bir şekilde rekabet
edip edemeyecekleridir. Başarılı olamazlarsa, bundan sonra en iyi strateji,
dallanıp budaklanmak -deneyimlere daha açık hale gelmek- ve büyük kardeşleriyle
doğrudan kıyaslanmayacakları bazı alternatif konumlar bulmaya çalışmaktır. Ahi
büyük bir mızrak atıcısıysa ve kardeş bunu aşa-mıyorsa, ok ve yay alabilirler.
Ok ve yayda ustalaşmış başka bir ahi varsa, tetikli yayı icat etmeyle
ilgilenir. Öyleyse genel kural, bir bütün aile birimine değer katacak farklı
bir şey yapmaktır. Küçük kardeşler, Darwin'in ünlü ispinozları gibi
çeşitlenmekle meşguller: Kendilerinden yaşça daha büyük ahi ve ablalarının
temsil ettikleri her ne ustaca beceri varsa, uyarlamalı olarak onlardan uzaklaşmaya
ve yayılmaya çalışmaktadırlar.
Kardeşler arası bu "karşıt etkiler", doğum sırası ve
yaratıcılığın belli türleri arasındaki ilişkiyi açıklamaktadır. Küçük
kardeşlerin bilimde ve sosyal düşüncede radikal yenilikleri benimsemeleri daha
olasıdır. Aileleri içinde egemenlik hiyerarşisinin en dibinde bulunmaktadırlar.
Bu yüzden ezilenlerle özdeşleşme ve eşitliği sağlama çabalarını destekleme
eğilimi göstermektedirler. Protestan Reformunun ve sonrasında Aydınlanmanın ilk
destekçileri küçük kardeşlerdi. Tarihte amacına ulaşmamış çabalar küçük
kardeşlerce des-
teklenmiş, büyük kardeşlerce karşı konulmuştur. Bu tarihsel farklılık,
doğrudan aile kümelenmesi içinde kardeşlerin işgal ettikleri stratejik
konumların psikolojik farklılıklarına kadar uzanmaktadır.
EDGE: Küçük kardeşlerin büyük kardeşlerinden daha çok akranlarıyla
ortak özelliklere sahip olduğunu ifade ediyorsunuz.
SULLOWAY: Ortalama olarak ilk doğan çocuklar küçük kardeşlerinden daha
çok başka ailelerin ilk doğan çocukları ile daha benzer kişilik özellikleri
gösteriyorlar. Benzer bir şekilde, bir ailenin en küçük çocuğu abi ve
ablalarından çok, sıklıkla başka ailelerin en küçük çocuğu ile benzer. Daha
sonra doğanlar, hala ilk doğanlara göre ortalama olarak birbirine daha
benzerler.
EDGE: Bu hipotezi nasıl test ettiniz?
SULLOWAY: Bunu test etmenin çeşitli yolları var. Bom to Rebel kitabımda
bu sorun üzerinde iki temel deneysel saldırıyla uğraştım. İlk saldırı yöntemi
tarihsel kanıtları içermektedir. Bilimde, politikada, sosyal düşüncede başlıca
devrimlere katılan 6500 kişiye ilişkin veri topladım. Ek olarak, her
anlaşmazlıkta her bireyin pozisyonunun doğrulanması için yarım düzine ya da
fazla usta tarihçiye başvurdum. En nihayetinde 11O tarih uzmanından, önceden
hazırladığım devrimlere katılanların listesini incelemelerini ve bu listenin
tüm katılımcıları yansıtıp yansıtmadığını değerlendirmelerini istedim.
Uzmanlardan istenen bir diğer şey de, üzerinden atladığımız bireyleri aday
göstermekti. Her katılımcıyı kabul ve red ölçeğinde oranladılar. Bu uzman değerlendirmeleri
devasa bir emek içermektedir, çünkü bir dereceye kadar bunları bizzat ben
yaptım. Bu uzman değerlendirmelerini toplamak için İngiltere'den Fransa'ya,
Almanya'dan Amerika'ya dünya genelinde neredeyse yarım milyon km uçtum.
Araştırmamın ikinci aşaması, doğum sırası literatüıinü tümüyle yeniden gözden
geçirmek ve değerlendirmekti. Bu konu üzerine 2000'den fazla yayın var. Bu
yüzden ihtiyacını duyduğumuz şey, meta-analizdi. Çünkü
hangileri şans eseri, hangileri anlamlı bulgular buna karar vermemiz gerekiyordu.
Meta-analizimde kardeş stratejileriyle ilgili belli hipotezleri test ettim.
Bunun için Büyük Beş kişilik ölçümünü kılavuzum olarak kullandım. Yani ilk
doğanların -daha sonra doğanlara göre- daha itinalı (1), daha saldırgan (2),
daha geleneksel (3), baskın olma anlamında daha dışadönük (4) (sonra doğanlar
baskın olma anlamında daha sosyaller) ve hızla öfkeye kapılmak anlamında
duygusal olarak daha değişken (5) olmalarını bekliyordum. Bu beş hipotez de,
sosyal sınıf ve kan bağı kontrolü yapılan 196 doğum sırasının istatiksel
incelemesini kapsayan meta-anali-zimle doğrulandı.
EDGE: Ne tür bir hibe desteğiniz var?
SULLOWAY: 110 tarihi uzmanla söz konusu işbirliği, ben MacArthur
Fellows'a· [MacArthur Akademisyenleri] bağlı çalışırken yapıldı. Bu burs,
projemi desteklemekte uygun bir kaynaktı. MacArthur Fellows üyelerinden biri
olmak, bu proje için gerekli çok sayıda deneysel araştırmayı sürdürmekte ve ona
en bariz itirazlardan birinin üstesinden gelmekte gerekliydi, yani: Tarihi
örneklemleri seçseydim, neden birileri elde ettiğim sonuçlara inansın? İşin
esası, tarihi katılımcılarımın radikal değişimin taraftarı veya aleyhtarı
olarak sı-
MacArthur Fellows dört program üzerinden burs verir: İnsan ve Toplum
Geliştirme Programı sağlıklı bireylerin ve etkin toplulukların gelişimine
destek verir. Mahalli gelişim, bölgesel politika, kamu eğitimini geliştirme
erken eğitim ve bakım, çocukların adil yargılanması, akıl sağlığı politikası ve
programın kapsamına giren seçilmiş araştırma konulan hibe yapma stratejilerinin
ilgi odağını oluşturur. Küresel Güvenlik ve Sürdürülebilirlik Programı
uluslararası barış ve güvenlik, koruma ve sürdürülebilir kalkınma, nüfus ve
doğum sağlığı, insan hakları, küreselleşmenin ekonomik sonuçlarına yönelik yeni
yönetişim düzenlemeleri programın ana temalarını oluşturur. MacArthur Fellows
Programı, istisnai nitelikleri ve sürekliliği olan yaratıcı çalışma vaadi
taşıyan her yaş ve alandan kişilere 5 yıllık sınırsız burs sağlar. Bu burs,
bireylerin yaratıcı vizyonlarını desteklenmesi ve kendi çalışma koşullarını
oluşturmalarına fırsat tanınması halinde en üretken hale gelecekleri
düşüncesiyle sağlanmaktadır -çn.
nıflandırılmasının benden başkası tarafından yapılmasıydı. MacArthur
Fellows üyesi olarak, kullandığım fonun her kuruşunu araştırmaya ve yaşam
giderlerime harcadım.
EDGE: Sonuçları topladıktan sonra hangi prosedürleri kullandınız?
SULLOWAY: Çalışmama konu olan 121 tarihi olayın her biri ile ilgili
örneklemleri bir araya getirdikten sonra her bireyi 256 farklı arka plan değişkenine
kadar kodladım. Bom to Rebel kitabının en alışılmadık özelliklerinden biri,
radikal düşüncenin 100 potansiyel nedeninden öte bir incelemesi ve bu etkileri
genel etki anlamında derecelendirme girişimi olması. Sosyal sınıf, radikalizmin
iyi bir habercisi mi? Bu değişken benim veri tabanımda mevcut, o yüzden bu
soruyu yanıtlayabilirim: Sosyal sınıf, iyi bir haberci değil. Yaş, iyi bir
haberci mi? Sosyal tutumlar ve doğum sırası kadar olmasa da evet, tıpkı Max
Planck ve diğerlerinin düşündüğü gibi. Kardeşlerin stratejileri ve aile
dinamikleri ile ilgili özel alt-küme değişkenleri de test ettim ve bunların
çoğu radikalizmin önemli habercileri çıktı. Örneğin kardeşler arası yaş farkı,
önemli bir haberci: Erkek ve kız kardeşler arası geniş yaş aralıkları doğum
sırası etkilerinde dağılmaya yol açıyor. Ebeveynlerle çatışma da radikalizmin
önemli habercilerinden biri ve bu, özellikle ilk doğanlar için çok önemli.
Sonra doğanlar, radikal olmak için Wicked Witch of the West'te [Batının Kötü
Cadısı] anne olarak görünmeye ihtiyaç duymuyorlar: Onlar, bu davranışsa!
tercihe sevk etmek için büyük kardeşlere sahipler. Fakat mutlu ailelerde
büyüyen ilk doğanlar, tipik olarak kendilerini ebeveynleri ve otoriteyle
özdeşleştiriyorlar. Aileyle belirgin bir çatışma, özdeşleşmenin bu kalıbını
çürütme ve ilk doğanlarda ezilenlerle özdeşleşmeye neden olma eğilimi
gösteriyor. Bu birbirinden farklı değişkenleri aynı anda test ettiğimde
radikalizmin en iyi habercisi doğum sırası çıkıyor. Fakat doğum sırası, nadiren
tek önemli haberci. Sıradaki iki haberci, sosyal tutumlar ve yaş. Onları
ebeveyn-çocuk çatışması izliyor.
EDGE: Radikal devrimler örnekleminin katılımcıları, tarihi figürler
olmalarına yetecek kadar üst derecede başarılar göstermiş insanları kapsıyor
görünüyor. Örneklemin ortalama kişileri kapsasaydı aynı sonuçları verir miydi?
SULLOWAY: Bu soruyu iki biçimde yanıtlayabiliriz. İlki, 6500 tarihi
figürden oluşan örneklemimi alıp onları şöhretlerine göre sıralamaktır. Bunu 18
farklı şöhret ölçüsü kullanarak yaptım. Daıwin ve Newton gibi, özellikle
şöhretli olan bazı insanlar var. Fakat şöhret anlamında, listede alta doğru
gittikçe, sıra gözlerden ırak öyle insanlara gelir ki, onların hakkında Newton
ya da Daıwin uzmanları bile bir şey duymamışlardır. Bireyleri şöhretleri ölçüsünde
katmanlara böldükten sonra sorabileceğimiz soru, aşağı ya da yukarı gittikçe
genel doğum sırası etkilerinde seyrelme olup olmadığıdır. Başka bir deyişle,
daha büyük etkiler, şöhretle özdeşler mi? Ortaya çıktı ki, doğum sırası
etkisinde örneklemimin en gözden ırak insanları, en şöhretlilerle hemen hemen
aynı etkileri gösteriyorlar. Çalışmamın, haklarında biyografik bilgi olmayacak
kadar gözlerden ırak insanları kapsamadığı doğrudur. Fakat çalışmamda beni
şöhretli figürleri seçmeye mecbur eden temeller varsa, örneklemler şöhretlerine
göre katmanlaştırıldıklarında bilinen verilerden uyarlama yoluyla bunların
boyutlarını tespit edebiliyor olmalıyız.
Bu sorunla baş etmenin ikinci yolu, sıradan insanlar üzerinde
çalışmaktır. Neyse ki, bu araştırma zaten yapılmış durumda. Daha önce de
değindiğim gibi, doğum sırası konulu 2000 tane yayınlanmış çalışma var. Born to
Rebel kitabında katkım, bu kapsamlı literatürden anlam çıkarmaya çalışmaktı. Bu
literatür, çalışmaların çoğu iyi tasarlanmadıklarından ve önemli arka plan
değişkenleri üzerinde kontrol sağlanmadığından tekrar tekrar eleştiri konusu
yapılmıştır. Bu problemleri çözmenin en basit yolu, iyi tasarlanmamış tüm
çalışmaları bir kenara bırakmaktır. Geri kalan 196 çalışmayı ele alırsak,
-tümünde sosyal sınıf ve kan bağı kontrolü yapılmıştır- bu 196 çalışma
kümesinde kaç tane önemli bulgu olduğunu sorabiliriz. Ortaya çıktı ki, orada 86
önemli
bulgu var. Öyleyse kilit soru şu, bu anlamlı bulguların şans eseri
ortaya çıkma sıklığı nedir? Bu soruyu yanıtlamakta kullanılan yönteme
meta-analiz denilmektedir. Yanıt şu ki, 86 önemli bulgunun şans eseri olma
olasılığı milyarda birdir. Aslına bakarsanız doğum sırası literatürü,
psikolojinin çoğu diğer araştırma alanıyla karşılaştırıldığında şaşırtıcı
derecede iyi durumda.
EDGE: Önemli entelektüel isimlerle ilgili konuşalım biraz.
SULLOWAY: Doğum sırası ve kişilik üzerine ve elbette toplumsal cinsiyet
ve ebeveyn-çocuk çatışması da dahil Born to Rebel kitabında çalıştığım başka
birçok değişken konusunda muazzam bir literatür var. Örneğin Freud, kişiliğin
gelişimi kuramını ebeveyn-çocuk çatışması üzerine kurdu. Üzerinde çalıştığım
ailenin dinamikleri de birçok yönüyle kapsamlı bir şekilde başka insanlarca
çalışıldı. Bana göre, bu kitabın en yararlı katkılarından biri, Freud'tan günümüze
kuramcıların önemli buldukları farklı etkileri eşzamanlı değerlendirme
çabamdır.
EDGE: İki soru: Yalnız çocuklar ve kadınlara ilişkin ne demeli?
Hakkında konuştuğunu duyduğum tüm örnekler erkekler hakkında gibi görünüyor.
SULLOWAY: Kitabımın bir bölümü kadınlarla ilgili. Bu bağlamda,
kadınların azımsanmayacak oranda katıldıkları radikal olay örneklemlerini
tespit etmekte özel bir çaba sarf ettim; bu yüzden kesin olarak cinsiyetle (ve
cinsiyet farklılıklarıyla) ilgili önemli şeyler söyleyebilirim. Genel anlamda,
tarih kitaplarında radikal olayların destekçileri şeklinde yer bulan kadınlar,
sıradışı bir grup olma özelliği gösteriyorlar. İlk olarak, nüfustaki ortalama
erkekten daha liberaller. Aileleri ile kayda değer bir çatışma yaşamış olmaları
daha muhtemel. Ayrıca sonradan doğan (ve genellikle en son doğan) olmaları da
daha muhtemel. Başka bir deyişle, tarih kitaplarına giren kadınlar, tipik
olarak ailenin isyancılarıdırlar. Sınırları aşan ve erkeklerin dünyasına
cesurca giren kadınlar onlar; çünkü oturmadılar, 20. yüzyıldan önce kadınlardan
genellikle yapmaları beklenen şeyi yapmadılar.
Onların ilk "devrim"i, örneklemime girmeleriydi. Sonrasında
katıldıkları ve onları ilgi alanıma sokan tarihsel devrim, onlar için ikinci
devrimdi. Çünkü çalışmama konu olan belirli radikal hareketlerde kadınlar epey
büyük bir orandalar; örneğin Protestan Reformunda ve Amerikan tarihinde çalışma
konusu yaptığım 196l'deki sosyal reform hareketlerinde, gayet emin bir şekilde
söyleyebilirim ki, doğum sırası radikal mizaçta erkeklerde olduğu gibi
kadınlarda da geçerli.
Başka bir ilginç soruyu, tek çocuklar ortaya atıyor. Tek çocukları,
ideal kontrollü deneyler olarak görüyorum. Doğum sırası etkilerinden tamamen
azade gibi bir şeyler: Kardeşlere, dolayısıyla kardeşler arası rekabete sahip
değiller. Bu koşullardan iki öngörü çıkıyor: Biri, yalnız çocukların çoğunun
kişisel özelliklerde ortalama olmaları gerektiğidir. Bu böyle, çünkü daha küçük
kardeş tarafından özellikle itinalı ya da saldırgan olmaya doğru itilmiyorlar;
daha büyük kardeş tarafından da özellikle atak ve geleneksel olmaya doğru
itilmiyorlar. Dolayısıyla tek çocuklar davranışsa! olarak orta bir yerde
olmalılar ve anlaşıldığı üzere oldukları yer de burası. İkinci olarak, tek
çocuklar çocuklukta istedikleri konumu işgal etmekte özgürler; örneğin boş
bıraktıkları konumu kimin işgal edip dolduracağını dert etmek zorunda değiller.
Bu nedenle ortalıkta aylak aylak dolaşmakta özgürler. Sonuç olarak, kişisel
özellik ve ilgilerde ortalamadan daha değişken olmak durumundalar ve öyleler.
Tek çocuklar en az tahmin edilebilen gruplar. Davranışlarını kesin bir şekilde
tahmin zor; çünkü çocukluktaki seçenekleri, kardeşleri ile büyüyenlerden daha
fazla.
EDGE: Kitabınız nasıl tepkiler aldı?
SULLOWAY: Kitaba çeşitli tepkiler oldu. Bazılarına katılıyor,
bazılarına katılmıyorum. En şaşırtıcı tepkilerden biri "belirlenimci"
olduğum suçlamasını içeriyor. Bu suçlama iki biçim alıyor: Biri genel anlamda
belirlenimciliği, diğeri özel olarak genetik belirlenimciliği içeriyor. Suçlamanın
iki biçimi de beni hayrete düşürdü. Kitabımı dikkatle okuyan biri, kardeş
stratejilerinin katı bir şekilde "belirlenmiş" olmaktan
ziyade kendi kendine-belirlenmiş olduğunu açık olarak görecektir.
Bireyler aile yaşamında hangi stratejiyi benimseyeceklerini seçme şanslarına
çok büyük ölçüde sahipler. Örneğin küçük kardeşler -ortalama olarak- ahi ve
ablalarından daha az saldırganlar, ama her zaman saldırgan olma opsiyo-nuna
sahipler. Hiçbir şey onları, büyük kardeşlerinin burunlarının ortasına yumruk
atmaktan alıkoymuyor. Fakat böyle-sine saldırgan eylemler genellikle
düşüncesizce yapılabilir; çünkü büyük kardeşler onlara daha sert yumruk
atabilirler. Küçük kardeşler bu dersi erkenden öğreniyor ve buna göre
davranmaya başlıyorlar. Kardeşlerin gelişimleri süresince yaptıkları
tercihlerin çoğu istemlidir. Dolayısıyla tercihler kendinden belirlenmişlerdir.
Bu eylemlere "belirlenmiş" demek gerçekten sözün kıyımıdır. Hepimiz
biliyoruz ki, dev bir Mack kamyon üzerimize gelirken sokaktan karşıdan karşıya
geçmek akılsızcadır. Çoğumuzun adam akıllı uyduğu bu gerçek, tüm
davranışlarımızın önceden belirlenmiş olduğu anlamına gelmiyor. Özetle, hayatta
bazı şeyler belirlenmiştir, bazıları değil; ama bu koşulları, hakkında
düşünülecek bir şey olarak görmekte zorlanıyorum.
EDGE: Olasılıklar hakkında konuşuyorsunuz, her ilk doğan çocuğun bu
karakteristik özellikleri gösterdiğini iddia etmiyorsunuz ki.
SULLOWAY: Doğru, kişiliğe etkide bulanan toplumsal cinsiyet,
ebeveyn-çocuk çatışması, doğum sırası ve kitabımda not düştüğüm daha pek çoğu
da dahil olmak üzere o kadar çok değişken var ki, benimki, bir dereceye kadar
davranışların "olasılıksal" hesabı. Biri çıkıp gayet meşru bir
şekilde beni çoklu-belirlenimci olmakla suçlayabilir. Kitapta çok karmaşık bir
hikaye anlatılıyor ve bu hikayede, bireysel tercihler için çok sayıda yer söz
konusu.
Kitabıma yöneltilen ikinci belirlenimcilik suçlaması, beni genetik
belirlenimci olarak resmetme çabalarını içerdi. Bu nokta üzerinde durmaya
çalışan az sayıdaki kişi, safi genetik sav ile gelişimsel sav arasındaki farkı
anlamadı. Born to Rebel kitabının bayağı Darwinci bir kitap olduğu doğru, ama
genetik belirlenimci olma iddiası ile bu oldukça farklı bir şey.
Kitapta yaptığım tartışmanın en göze çarpmayan özelliklerinden biri, birinin
çıkıp hayli çevreselci bir Darwinci iddia ileri sürebileceğidir. Normalde bu
tipte iddialan duymayız; çünkü insanlığın gelişim hikayesinin bu yönü iyi
anlaşılabilmiş değildir.
İşte kısaca bu savda, Darwinci kurama dayanarak, ebeveyn yatırımı için
çocukların (genetik olarak) rekabete yatkın olduklarını savundum. Ortamın
etkisi kaçınılmaz olarak burada devreye giriyor; çünkü bireyler -doğum sırası,
cinsiyet ve yaş farkı olasılıklarına bağlı olarak- aile içinde farklı konumlar
işgal etme eğilimi gösteriyorlar. İddianın bu bölümü tümüyle genetik
belirlenimciliğe dayalı değil. İlk doğan ya da sonradan doğan olma genleri diye
bir şey yok. Kardeşler çok geniş bir alanda çok farklı hale gelebilirler; çünkü
aile ortamları -ya da isterseniz konumları- çocukluktan sağ çıkma çabalarında onları
başka stratejiler benimsemeye götürüyor. Kardeşlerinden daha büyük
olduklarından dolayı ilk doğanlar için daha sonra onların kişilik
özelliklerinden biri haline gelecek olan saldırgan ve inatçı taktiklere
başvurmak daha kolay. Kuramın bu bölümü çok çevreselci ve etkileşimci bir
tartışma. Bom to Rebel kitabımdaki akıl yürütme biçimim, Pinker'ın The Language
Instinct [Dil İçgüdüsü] kitabındaki tartışmasına benziyor. Şüphe yok ki
insanlar, sözlü iletişime kalkışma konusunda diğer maymunsuların sahip olmadığı
değişmez bir kapasiteye sahipler. Fakat içinde doğup büyüdüğümüz ülke bizim
hangi dili konuşmayı öğreneceğimizi belirliyor. Aynı şekilde kardeşlerimizle
ebeveynlik yatırımı konusunda rekabette de Darwinci anlamda değişmeziz; ama her
kişinin belirli kişisel yönleri, tıpkı bir ülkede Almanca, diğerinde Fransızca
konuşmanın aynı dil içgüdüsünün ürettiği uygun dilsel farklılıklar olmaları
gibi, içinde büyüdükleri aile ortamının karakteristik özelliklerinin
ürünüdürler. Özetle, tartışmam ne yalnızca doğa ne de yalnızca çevre ile
ilgili; çoğu psikolojik detayın çevresel safta olduğu bir doğa-çevre bileşimi
tartışması bu.
Kitabımın pek çok okuyucusu bu noktayı doğru şekilde anlamış
bulunuyorlar. Nightline [Gecekuşağı) programında Ted Koppel'le söyleşide
Stephen Jay Gould doğum sırasının çevrenin gücünün en iyi göstergelerinden
birini sağladığını söylerken, bu genel mantığa vurgu yaptı. Bu anlamda bu, The
Bell Curve'de [Çan Eğrisi) desteklenen bu türden genetik belirlenimci iddialara
muhteşem bir panzehir. Bazı insanlarca genetik belirlenimcilikle suçlanmayı
ironik buluyorum. Bu fikirlerin önde gelen savunucularından biri tarafından
kamuoyu önünde savunulmayı da.
EDGE: Çoğu zaman aynı fikirde olmayan Gould ve Pinker'ın, fikirlerinizi
desteklemeleri ilginç. Adaptasyoncu-lar -John Maynard Smith, George Williams,
Richard Daw-kins- kitabınız için ne söylediler?
SULLOWAY: Maynard Smith ya da George Williams'ın ne düşündüklerini
bilmiyorum. l995'te Human Behavior and Evolution Society'de [İnsan Davranışları
ve Evrim Topluluğu) Richard Dawkins'in açılış konuşmasını yaptığı bir konferans
verdim. Kendisi, tartışmamdan etkilenmiş görünüyordu. Konferansın sonunda,
kapanış konuşmasını yaparken sunumuma çeşitli kereler atıflarda bulundu.
EDGE: Dan Dennett'ten ne haber?
SULLOWAY: Bom to Rebel kitabının basılmasından sonra Dan, bana kitabımı
okuduğuna ve genel anlamda fikirlerime katıldığına ilişkin dostane bir mektup
gönderdi. Şaşırmadım, çünkü Dennett gibi görmüş geçirmiş bir Darwinci için
kitapta gerçekten tartışmalı pek bir şey yoktu. Çocuklar ebeveyn yatırımı
konusunda rekabete tutuşuyorlarsa, bu rekabeti lehlerine sonuçlandıracak
stratejileri akıl etmeleri gayet mantıklı geliyor.
EDGE: Saldırıyı tırmandıran belirli insanlar var mı?
SULLOWAY: Eleştirmenler tek bir disipline bağlı değiller. Kitabıma en
ilgi çekici tepkiler şimdi bulgularımın bazılarını test etmek ve aynısını
yapmakla meşgul olan psikologlardan geliyor. Bu, şu nedenlerle potansiyel
anlaşmazlıkların ilginç bir kaynağı haline geliyor. Şimdiden doğum sırası
konusunda 2000'i aşkın araştırma var ve bu çalışmaların yarısından çoğu
önemli bir bulgu sergilemiyor. Doğum sırası kişiliğe önemli bir etkide
bulunuyorsa, bu nasıl mümkün olabilir? Yanıt, iki yönlü. Yanıtın ilk bölümü,
kendini değerlendirmeye dayalı verilerin bu denli güvenilir olmadıklarıdır.
Robespierre'in zalim ve intikamcı biri olup olmadığını sorabilecek olsam bunu
doğrulayan tarzda yanıtlayacağını sanmıyorum. Darwin'in sadık Amerikan muhalifi
Louis Agassiz'e kendisini yeni fikirleri benimsemekte isteksiz bulup
bulmadığını sorabilecek olsam haklı olarak şunu söyleyecekti: "Hayır, yeni
fikirlere çok açık biriyim. Buzullaşma kuramının gelişimine öncülük
ettim." Agassiz'in buzul çağı kuramına açık oluşu, yine de evrime ateşli
karşıtlığıyla tutarsızlık içinde değil. Buzullaşma kuramı kıyamet kuramına
göbekten bağlı bir çeşit tutucu bir yenilikken, evrim radikal bir yenilikti.
Agassiz, daha sonra buzullaşma kuramını evrime karşı bir kavramsal silah olarak
kullandı, her buzul çağının dünya üzerinde yaşamın sonunu getirdiğini, bu
yüzden de dünya üzerinde yeniden çoğalmak için Tanrı tarafından yaradılışın
gerekli olduğunu iddia etti. Birisi, birine "Yeni fikirlere açık biri
misin?" gibi bir soru sorduğunda çoğu insan bu soruyu sahip olduğu belli
değerlere ve yargılara göre yorumlar. Biz hepimiz bazı şeylere açığız. Anlamak
istediğimiz şey, doğum sırasının ve kişilik üzerindeki diğer etkilerin deneyime
belli biçimlerde açık olma yatkınlığımızla nasıl bağlantılı olduklarıdır.
Kişilik testleri bu içeriğe duyarlı etkileri yakalamakta iyi değil.
Bom to Rebel'de üzerinde çalıştığım her yeniliğin sosyal ve entelektüel
içeriğini tanımlamakta dikkatli davrandım. Üzerinde çalıştığım her bilimsel
devrimin sosyal içeriğini, yeniliğin ideolojik olarak ne kadar radikal olduğu, çözülmesinin
ne kadar sürdüğü ve "radikalizmin" çeşitli diğer ölçütleri açısından
işlevselleştirdim. Tartışmanın işaretlerinin doğum sırası etkilerinin
boyutlarının mükemmel haberciler oldukları kanıtlandı. Ek olarak, bu içeriksel
işaretler de yaş, ebeveyn-çocuk çatışması ve sosyal tutumlar gibi diğer
açıklayıcı yapıların etkilerinin kayda değer habercileridir. Kitabımda,
devamlı kişi-durum etkileşimlerinin etkileriyle uğraşıyordum. Psikologlar şimdi
içeriği dert etmeden bulgularımın aynısını yapmaya çalışıyorlar. Bu
çalışmalarla ilgili bir diğer sorun, kendini değerlendirmeye dayalı verilerin
epey küçük doğum sırası etkileri verme eğilimi göstermesi. İstatistiksel
düşüncenin gücünden biliyoruz ki 500 ile 1000 birey arası örneklemeye ihtiyaç
var. İhtiyaç duyulan diğer bir şey de, örneklem hatası yüzünden birinin doğru
etkiyi kaçırmadığı konusunda emin olması. Psikolojide ortalama bir çalışma 250
bireyi kapsamaktadır. Psikologlar iddialarımı test etmek için 200-400 özneli
örneklemlere dayalı çalışmalar tasarlıyorlar. Bu çalışmalar genellikle
araştırmacıların sorduğu, zaman ve emek israfı olan sorunun yanıtını vermekte
yetersizler. Ne yazık ki psikologların çoğu -bu güne kadar- istatistiksel güç
meselesini takdir etmiyorlar.
Geçenlerde, istatistiksel güç ve kendini değerlendirme yanlılığının bu
iki yönlü sorunlarına zaman ayırmak için kendi başıma bir çalışma tasarladım.
Örneklem şimdiden 3500 özneyi kapsıyor ve sorduğum soruların bazıları
davranışların nesnel göstergelerini kayda almayı amaçlıyor. Örneğin bireylerden
ne kadar empati kurabildiklerini dokuz aşamalı bir ölçüyle söylemelerini
istediğimde, biliyorum ki her zaman gerçekçi değerlendirmeler almayacağım. Ek
olarak, çoğu insan gerçekten empatinin nesnel ölçüleri konusunda, ne zaman
yalan söylediklerini bilmiyorlar. Ortalama insandan daha yüksekte olduklarını
biliyor olabilirler, ama %60 ya da %70'te olup olmadıklarını bilmiyorlar.
Etrafta bizi erkekler ve kadınlar gibi tanımlayan "empati yaka
kartları" ile dolaşmıyoruz. Bu nedenle bu tarz soruların yanıtlarında çok
sayıda beklenmeyen durum söz konusudur. Küçük etkiler, doğum sırası ve aile
dinamiklerinin diğer yönleri için olanlar da dahil, kolayca gözden kaçırılıyor.
Bu yüzden çalışmalarımda yaptığım şey, yanıt verenlerden kendilerini;
arkadaşları, eşleri ve kardeşleri ile karşılaştırma içinde oylamalarını isteyen
ikinci bir sorular kümesi içermektir.
Doğrudan kardeş kıyaslaması istenen yaklaşımı göz önüne alın. Çoğu
kişisel özellikte kardeşimizden altta mı üstte mi olduğumuzu genellikle
biliyoruz (ya da bildiğimizi düşünüyoruz). Böylelikle doğrudan kardeş
kıyaslaması yöntemi, her kişilik ölçeğinde referans noktasını somut bir
kıyaslamayla belirlemeye hizmet ediyor. Böyle bir ölçekte kendimizi yanlış bir
yere yerleştiriyor olabiliriz -mutlak veriler ışığında- ama bizle kardeşlerimiz
arasında bağıl farklılıkları değerlendirmekte muhtemelen gerçeğe yakınız.
İnsanlar kendilerini kardeşleri ile kıyaslarken doğum sırası ve kişilik
arasındaki ilişki, özneler kendilerini hiç kimseye atıfta bulunmadan
değerlendirmelerine göre en az iki kat fazla çıkıyor.
EDGE: İstatistiksel sonuçlarla ilgili konuşuyorsunuz, ama çok sayıda
insan kitabınızı okuduğunda bunu kişisel düzlemde algılıyor, düşünüyor.
SULLOWAY: Bu iki yaklaşım birbiriyle tutarsız değil. İstatistiksel
tekniklere ve geniş örneklemlere, üzerinde çalıştığım ilişkilerin doğru
olduğundan emin olmak için başvuruyorum. Araştırmacı bir kez bu yöntemle doğru
yanıta ulaştı mı, bulgular benimki gibi bir kitapta alaylı okuyucuların aradığı
kişisel gerçekler düzeyini yansıtacak şekilde anekdotlar kullanılarak
resmedebilirler. Anekdotlar duygusal gerçekleri iletmekte muhteşem bir güce
sahipler. Fakat anekdotsal kanıtları herhangi bir şeyin kanıtı olarak
görmüyorum; bu kritik noktada, bir hikaye anlattıklarında bir şeyi kanıtladıklarını
düşünen çoğu tarihçiden ayrılıyorum. Bir hikaye, hiçbir şeyi kanıtlamaz;
yalnızca insanların hipotezlerine uyacak deliller bulmakta yeterince akıllı
olduklarını gösterir. Kitapta kullandığım yaklaşım, geniş istatistiksel
örneklemleri kullanmayı ve daha sonra belgelemiş olduğum çeşitli ilişkileri
hayata taşıyan bir ya da iki hikaye anlatarak resmetmeyi içermektedir. Örneğin
sonra doğanların statüyü zorlamaları daha muhtemeldir. Olmayacak şeyler yaparak
ebeveynlerinin durumlarının kötüleşmesine neden olmaları da daha olasıdır. Bu
eğilimi örnekleyen kişi Voltaire'dir; ailesi Voltaire'i ve abisini eğlenmek
için
şiir yarışmalarında sokarken şair olarak başladı hayatına. Aile, çok
geçmeden Voltaire'in hiciv şiirinde dehşet saldığını keşfetti; muhtemelen dokunaklı
manilerinin çoğu, özellikle sevmediği abisini hedef alıyordu. Aile, bu şiir
yarışmalarına son verdi. Baba, sonrasında küçük oğlunun hayatım edebiyat gibi
faydasız bir meslekle harcayacağından kaygılanmaya başladı. "Açlıktan
öleceksin" diye uyardı oğlunu. Fakat şair doğmuştu. Voltaire alaycı şiir,
oyun ve kitaplarının satışları sayesinde 18. yüzyıl Avrupa'sının en zengin
edebi figürü haline geldi. Bu arada abisi Armand, dini bir fanatiğe dönüştü.
Voltaire en çok ne ile ünlü? Katolik kilisesine dokunaklı eleştirileriyle!
Voltaire'le ilgili anlatmaktan kendimi alamadığım bir diğer hikaye şu:
Voltaire bir keresinde babasının bahçıvanıyla hararetli bir tartışmasına
tanıklık eder. Voltaire'in babası inatçı bir adamdır. En son bahçıvanı şunu
diyerek kovar: "Umarım benim kadar bağışlayıcı ve kibar bir işveren
bulursun!" Voltaire bu ihtarın -tanıdığı en fevri insanlardan biri olan
babasının, daha yeni işten kovduğu işçisine kendisi gibi sakin işveren bulması
durumunda şanslı olacağını söylemesinin- saçma olduğunu düşünür. Kısa bir süre
sonra Voltaire bir tiyatro oyununu izlemeye gider. Tiyatroda babası ile
bahçıvanı arasında tanık olduğunun bir benzeri sahne olduğu ortaya çıkar.
Voltaire oyun bitince piyesin yazarına gider ve ona gelecek temsilinde oyuna
babasının ihtarına yakın birkaç cümle ekleyip ekleyemeyeceğini sorar. Voltaire
sonrasında eve gider ve babasını oyuna davet eder. Babası kabul eder ve oyunu
izlerken sonunda bahçıvan sahnesi gelir. Voltaire bu hadise ile ilgili şöyle
yazar: "Babam oldukça kepaze oldu." Bu hikaye hicvin bıçak ağzı gibi
kullanılışını ve kurbanlarına yöneltilişini yansıtmaktadır; Voltaire kariyeri
boyunca bunu düşmanlarına yapıp durdu. Bazı soylular, Voltaire'in hicivsel
sözlü saldırılarından o kadar öfkeye kapıldılar ki, onu ya dövdürdüler ya da
Bastille'de uzun ve hoş bir zaman geçirmesini sağladılar. Her durumda, bu tarz
biyografik hikayeler, Voltaire gibi .figürleri canlı kılıyorlar ve
aynı zamanda küçük kardeşlerin tarih boyunca afişe ettikleri
alışılmadık ve saygısız meziyetleri de resmediyorlar.
EDGE: Doğum sıranız sizin kişiliğinizi ve hayatınızı nasıl etkiledi?
SULLOWAY: Dört çocuğun üçüncüsüydüm, ama fonksiyonel olarak en küçük
çocuktum; çünkü kardeşim Brook benden 9 yaş küçüktü (ve ikinci evliliktendi).
Bu yüzden 9 yıl boyunca küçük kardeşim olmadan büyüdüm ve Brook'un kişiliğim
üzerinde çok fazla etkisi olduğunu sanmıyorum. Fakat benden büyük iki
kardeşimin benim üzerimde etkileri var; her birimiz arasında iki, iki buçuk yıl
fark ve çok fazla kavga söz konusuydu. Oldukça tipik sonradan doğma kişilik
özelliklerine sahip olduğumu düşünüyorum. 20 yıldan uzun bir süre için resmi
bir işi bile olmadan yaşayan bir akademisyen olarak, oldukça alışılmadık bir
kariyere sahibim.
EDGE: Judith Harris'in çevre konulu çalışmasına aşina mısınız?
SULLOWAY: Evet, akran gruplarının çocuklar üzerindeki etkilerine
odaklanıyor. Davranışsal genetikçilerin çevresel etkilerin çoğunun aile üyeleri
tarafında paylaşılmadığı şeklindeki bulgularına karşılık olarak, o ve az sayıda
psikolog ailenin kişilik üzerinde sınırlı etkilerde bulunduklarını
savunuyorlar. Alternatif bir bakış açısı ki buna ben de katılıyorum, ailelerin
paylaşım ortamını temsil etmedikleridir. Dolayısıyla kardeşleri farklı
biçimlerde etkiliyorlar ki bu, hiç etkilememekle aynı şey değil. Harris'in
akran grupları vurgusunda haklı olduğuna inanıyorum, ama aile içi sistematik
farklılıkların önemini reddederken fazlasıyla tek yöne şartlanmış. Aslında her
iki yaklaşım (aile konum kuramı ve akran grupları etkisi) önemli ölçüde
örtüşüyorlar. Örneğin bazı aile bireyleri muhtemelen akran gruplarından
diğerlerine göre daha fazla etkileniyorlar. Bu durumun esasında küçük
kardeşlerde ortaya çıkmasını bekleriz; çünkü deneyime daha açıklar. Öyle
görünüyor ki, bilhassa ortanca çocuklar aileden ziyade akran gruplarıyla
özdeşleşiyorlar. Bu iddia, Catherine Salman'ın yakın tarihli McMaster
Üniversitesi doktora te-
zinde yaptığı gibi çok basit bir şekilde test edilebilir. Biri,
insanlardan on kez "Ben kimim?" sorusunu yanıtlamasını istesin.
Ortanca çocuklar muhtemelen bu soruya kayda değer bir şekilde ilk ya da sonra
doğanlardan farklı olarak dikkate değer derecede daha az
"Brockman'ım" ya da "Sulloway'im" yanıtını vereceklerdir;
Yani ortanca çocuklar kendilerini aile etiketi ile tanımlamamaktadır. Bu neden?
Darwinci bakış açısından, ortanca çocukların dezavantajlı olduklarını
biliyoruz; ilk doğanlar, üreme yaşına yakın olduklarından dolayı daha büyük
ebeveynlik yatırımı getiren ilk doğan olmanın yararlarına sahip olmadıklarını
biliyoruz. En küçük çocuk, ailenin en küçük çocuğu olmanın yararlarını görüyor.
Aileler bu yüzden bu çocuklara çocuklukta ölmemeleri için epey yatırımda
bulunuyorlar. Elden ele dolaşırken kaybolma eğilimi gösterenler genellikle
ortanca çocuklardır. Buna nasıl tepki veriyorlar? Akran yönelimli oluyorlar.
Kişi ailesinde kollanmazsa, desteğin diğer kaynaklarına köprüler kurması
akıllıca bir stratejidir.
EDGE: Bir anne veya baba, çocuk yetiştirmek anlamında kitabınızdan
hangi sonuçları çıkarmalı?
SULLOWAY: Kitabımda doğrudan çocuk yetiştirme meselesini irdelemiyorum.
Buna rağmen okurlar bu konuda bir hayli sonuç çıkartabilirler. Halka dönük
konferanslarda yine de bu mesele üzerinde duruyorum. Araştırmalarımın bariz
çıkarımlarından biri, kardeşler arası rekabetin patolojik olmadığıdır. Çok sayıda
insan, çocuklar arasında rekabet söz konusu ise ebeveynler mutlaka yanlış bir
şeyler yapmış olmalı diye düşünüyorlar. Bu bir hata: Kardeşler arası rekabet
dinozorlardan bile eski. Kardeşler arası çekişme yaratıcılığı şekillendiriyor;
çocukların sevimli küçük kapışmalarını biledikleri ve hayata hazır hale
geldikleri sürecin bir parçası bu. Bu noktayı anlamak, aileler için kayda değer
bir rahatlamaya sebep oluyor. İkinci olarak, ebeveynler kardeşlerin neden
rekabet ettiklerini anlamalılar; böylesi çekişmeler aile içinde özel olduğunu,
ayrımcılığa tabi tutulmadığını hissetme çabasının bir parçasıdır. En
nihayetinde kardeş çe-
kişmesi, tümüyle ebeveynlik yatırımını en iyi şekilde kullanmakla
ilgili bir şeydir. Her kardeşin istediği, her ebeveynle özel zaman geçirmektir.
Ebeveynler böylesine anları sağladıklarında çocukları mutlu ediyorlar. Aslına
bakarsanız, aileler henüz keşfetmedilerse, bu uygulamaya dönük bilginin yararlı
bir bölümü. Her kardeş farklı olmakla ebeveynlerinin kendilerine ve sadece
kendilerine ilgilerini arttıracak özel bir konum ve özel tipte ilgiler kümesi
geliştirmeye çalışıyor.
EDGE: Gelecek araştırmanız ne odaklı olacak?
SULLOWAY: Kitaptaki bulgularımı, şimdi kişiliğin gelişimini anlamaya
çalışırken karşılaştığımız çok sayıda problemin yalnızca ana hatlarının
başlangıcı olarak görüyorum. Kitap aynı zamanda, çocukluğun tüm öğrenilmiş
adaptasyonlarını anlamakta Darwinci kuramı nasıl kullanacağımız konusuna ancak
bir giriş. Çocukluktaki adaptasyonlar birer rastlantı değiller sadece; bir amaçla
ortaya çıkıyorlar ve bu amaç, bir geni yeni kuşağa aktarmaktır. Gelecekte
potansiyel olarak bu meselede çalışma yapılabilecek bir sürü konu var. Bu
çalışmalar evrimsel biyoloji ve gelişim psikolojisi arasında her zamankinden
daha güçlü ilişkiyi gerekli kılmaktadır. Araştırmanın bu alanı gelecekte çok
heyecan verici olacak, buna inanıyorum.
Gelecekte araştırmam tarihsel verileri kullanarak yanıtlayamadığım bazı
soruları yanıtlayabileyim diye tarihsel olmaktan çok psikolojik olacak. Kitapta
doğum sırasının, ebeveyn-çocuk çatışmasının, mizacın ve tarihsel figürlerin
radikal, sosyal ve entelektüel değişim zamanlarında gerçekte ne yaptıklarını
açıklayan diğer değişkenlerin kestirimci etkisini birleştiren istatistiksel bir
model geliştirdim. Bu anlamda yaşayan bfreylerle bunun çok daha iyisini
yapabiliriz, çünkü onlara gelişim tarihleriyle ilgili belli sorular
sorabiliriz; örneğin kardeşlerin hakkından gelirken başvurdukları stratejilerin
doğalarını ve bu stratejileri (ve ilgili kişisel özellikleri) hangi ölçüde yetişkinin
davranışlarını önceden bildirdiklerini. Yaşayan özneleri araştırmaya sıçramak,
birinin başarmayı umabileceği çok yönlülük anlamında 19. yüz-
yıl lokomotifinden 20. yüzyıl jetlerine geçiş gibi bir şey. Şu ana
kadar çok az araştırma bunu yapabilmiştir.
İhtiyacını duyduğumuz ailelerin bir tür kavrayışına ulaşmak, aile
bireylerinin eşzamanlı çalışma konusu kılındığı araştırmaları gerektirmektedir.
Psikologlar geçmişte doğum sırası gibi etkileri çalışmak istediklerinde,
değişik ailelerden seçilen ilk doğanlarla sonra doğanlarının verilerini
toplu-yorlardı. Bu yaklaşımla çok fazla şey kaçırdık. Size aynı ailede büyüyen
bireyleri neden çalışmak istediğimize ilişkin bir örnek vereyim. Farz edin siz
ailenin ilk çocuğusunuz. Sizin küçük kardeşlerinizi kontrol etmekte
kullanacağınız olağan stratejiniz inatçı Clint Eastwood gibi hareket etmek
olacaktır (ki kendisi, aklıma gelmişken, Hollwood'ın tüm diğer maça tipleri
gibi -John Wayne, Sylvester Stallone, Bruce Willis ve James Bond'u canlandıran
tüm aktörler- ilk doğandır). Fakat ilk doğanın utangaç olduğunu farz edin.
Utangaç insanlar genellikle güç kullanarak sindirme taktiklerine başvurmayı
seçmezler, ürkek ve çekingen olma eğilimi gösterirler ve bu utangaç davranışsa!
eğilim, tipik ilk doğan konumunu işgal etme becerilerini baltalamaktadır. Bu
yüzden utangaç bir ilk doğanın, kardeşlerinin haklarından gelmek için
geliştireceği birtakım stratejilerinin farklı olmaları muhtemeldir. Böylesine
bireyler küçük kardeşlerini huysuzlukla yerlerinde tutmaya çalışabilir. Diğer
bir yöntem, kendilerini inciten kardeşlere soğuk davranmaktır. Güç kullanarak
sindirme taktikleri yerine başvurulabilecek çok sayıda başka strateji söz
konusu. Biri, birtakım stratejileri diğerlerine yeğlediği dakika, küçük
kardeşe, başvurulmayan stratejileri benimseme günü doğmaktadır. Biri, farklı
ailelerden iki bireyi karşılaştırırken, bu tip "birlikte uyumları"
kaçırmaktadır. Kişilik gelişimin bir tür satranç tahtasında vuku bulduğu akılda
tutulmalıdır. Bir aile ferdinin hareketi, aynı tahta üzerinde başka bir aile
ferdinin halihazırda yaptığı bir hareket tarafından dikte edilmektedir.
Olağanüstü gibi gözükse de kişilik gelişimi konusunda bu bakış açısından çok az
çalışma yapılmıştır. Sezgisel bir psikolojik bakış açısından -fakat aynı
zamanda Darwinci bir bakış açısından- bu, insan gelişimi üzerine
çalışmanın en iyi yoludur.
EDGE: Bu çalışmalar Batılı ülkelerde yürütülecekler mi?
SULLOWAY: Psikologların çoğu Batı dünyasında yaşadıklarından dolayı bu
çalışmaların çoğunun yapılacağı yerler buralar. Fakat psikologlar her zaman
kültürlerarası tekrarlamaları görmek istediklerinden Afrika ve Kuzeydoğu Asya
gibi yerlerde yapılan çalışmalar da görmeye başlayacağız. Er ya da geç bu
çalışmalar dünya genelinde yapılacak. Bu yüzden bir kültürden diğerine geçtikçe
insanlığın gelişimi hikayesinde bazı ilginç düğüm noktaları görmeyi kesinlikle
beklemeliyiz.
EDGE: Son sözleriniz neler?
SULLOWAY: Söylemeliyim ki, kitabı ortaya çıkaran projeye dalarken neyin
içine girdiğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Şimdi 26 yıl sonra geriye
dönüp baktığımda diyebiliyorum ki bu, muhtemelen yapmış olduğum en ilginç
şeydi. İnsanı anlamaya çalışmaktan asla sıkılmadım ve bu projede 20 yılın
sonunda Darwinci kuramın insanların bireysel farklılıklarını anlamada en önemli
oyuncu olduğunu görmüş olmak da çok heyecan verici. İnsani gelişimin gizemi,
hayatımı adayabileceğim en muhteşem konuydu. Bu konuyla ilgilenmeyi ve bu
sorunları çözümlemeyi sürdürmeyi umuyorum.
7
İNSANIN EVRİMİNDE "İLERİYE DOGRU BÜYÜK SIÇRAMA"NIN İTİCİ GÜCÜ
OLARAK AYNA NÖRONLAR VE
TAKLİT YOLUYLA ÖGRENME
V.S. Ramachandran
Nörobilimci; California Üniversitesi
Beyin ve Biliş Merkezi Direktörü, San Diego; Phantoms in the Brain
[Beyindeki Hayaletler] ve The Tell-Tale Brain [Muhbir
Beyin] kitaplarının yazarı
Maymunların frontal loblarında ayna nöronların keşfedilmesi ve bu
nöronların insan beyninin evrimiyle olası bağlantısı -bu makalede bu hususlar
üzerinde duracağım- son on yılın en önemli "anlatılmamış"(ya da en
azından halka du-yurulmamış) hikayesidir. DNA'nın biyolojide üstlendiği rolü,
ayna nöronların psikolojide üstleneceğini tahmin ediyorum: Bu nöronlar
birleştirici bir çerçeve sunacak ve şimdiye dek gizemli kalmış, deneylere
kapalı olan bir sürü zihinsel beceriyi açıklamada yardımcı olacaklardır.
İnsan zihninin ve beyninin evrimine ilişkin birçok kafa karıştırıcı
soru var:
1. Hominid' beyni şu anki ölçülerine ve hatta belki
de şu anki entelektüel kapasitesine, neredeyse 250 bin yıl
İnsangiller -çn.
önce ulaştı. Lakin insana özgü olduğunu varsaydığımız çoğu özellik çok
sonra ortaya çıktı. Neden? Beyin, uzun "kuluçka döneminde" ne
yapıyordu? Neden oldukça geç bir zamanda ortaya çıkmış olan alet kullanımı,
ateş, sanat, müzik ve dile ilişkin tüm bu gizli potansiyele sahipti? Doğal
seçilimin sadece dışa vurulan becerileri seçtiği göz önüne alındığında, bu
gizli yetenekler nasıl ortaya çıktı? İlk ortaya atanın Victoria döneminden
do-ğabilimci Alfred Russel Wallace olması sebebiyle, bunu "Wallace
problemi" diye adlandıracağım.
2. Düzensiz bir uç yaratmak amacıyla işlenmemiş taşa
vurulan birkaç darbeyle yapılan basit "Oldavan" aletler 2,4 milyon
yıl önce ortaya çıktı ve muhtemelen beyin hacmi modern insan (1300 cc) ve
şempanzelerin (400 cc) ortasında olan Hama habilis (700 cc) tarafından
yapılmıştı. Evrimci durgunluğun hakim olduğu 1 milyon yılın ardından, estetik
olarak hoş "simetrik" aletler, üretim teknikleri ve eser biçiminin
standardizasyonu ile birlikte görülmeye başladı. Bu, alet yapımında pürüzlü ve
düzensiz bir uç yerine düzgün bir ucu temin etmek için sert çekiç kullanımından
daha yumuşak, tahminen ağaçtan yapılmış çekiçlerin kullanımına geçiş
gerekiyordu ve son olarak, sıradan saplı "seri üretim hattı"
(karmaşık, simetrik ve iki tarafı keskin) aletlerinin icadı sadece 200 bin yıl
önce gerçekleşti. İnsan zihninin evrimi neden bu teknolojik değişimin görece
ani ve büyük çıkışlarıyla, "kesintili bir şekilde" ilerledi?
3. Beynin şu anki "modern" ölçülerine
neredeyse l milyon yıl kadar önce erişmesine rağmen bu ani patlama (sık sık
"büyük sıçrama" diye anılır) teknolojik ilerilik, yaygın mağara
sanatı, elbiseler, basmakalıp yapılar vb neden sadece 40 bin yıl önce
gerçekleşti?
4. Dil, Chomsky'nin öne sürdüğü gibi birdenbire mi
ortaya çıktı? Yoksa önceden var olan daha ilkel bir işaret dilinden mi
evrimleşti?
5. İnsanlar, diğer insanların davranışlarını tahmin
etmek ve onları zekaca alt etmelerini sağlayan "zihinleri okuma"
becerilerine atfen sık sık "Makyavelci Primat" diye adlandırılırlar.
Maymunlar ve insanlar, diğer bireylerin niyetlerini okumada neden bu denli
iyiler? Yüksek primatlar Nick Humphrey ve Simon Baron-Cohen'in ortaya attığı
gibi "diğer zihinler kuramı"nı' oluşturmak için kullandıkları özel
bir beyin merkezine veya yapısal öbeğe sahipler mi? Öyleyse, bu devre nerede,
nasıl ve ne zaman evrimleşti?
Bu gizemlerin çoğunun çözümü, beklenmedik bir kaynaktan geliyor:
Maymunların beyinlerindeki nöronlarla ilgili tek çalışmadan. Giacamo
Rizzolatti'nin son keşfi, maymunların ventral premotor bölgesindeki "ayna
nöronlar"ı düşündüğünüzde soruların daha az kafa karıştırıcı olacağını
düşünüyorum. Bu nöronlar kümesinin, insan evriminin birçok esrarengiz tarafını
anlamanın anahtarı olduğunu öne sürüyorum. Rizzolatti ve Michael Arbib
halihazırda bu nöronların keşfinin dil evrimindeki belirginliğine işaret
ettiler; ama ben onların bulgularının insanın evriminin eşit derecede önemli
diğer taraflarının anlaşılmasındaki değerinin göz ardı edildiği
düşüncesindeyim. Benim bakış açımdan bu, son 10 yılın anlatılmamış en önemli
"hikayesi".
Dilin Ortaya
Çıkışı
Mizah, sanat, dans veya müzik gibi diğer insan özelliklerinden farklı
olarak, dilin hayatta kalma değeri aşikar; çünkü dil. düşüncelerimizi ve
niyetlerimizi iletmemize yardımcı olur. Ancak böyle sıradışı bir becerinin
gerçekte nasıl evrim-leştiği sorusu en azından Charles Darwin'den bu yana
biyologların, psikologların ve felsefecilerin kafalarını karıştırdı. Sorun şu
ki, insanın ses aparatmın tüm maymunlardan çok
Zihin felsefesinde başka insanlarda da zihnin olup olmadığını ortaya
çıkarma -çn.
daha karmaşık; ancak beyindeki karmaşık dil bölgeleri olmasaydı tek
başına ses ekipmanı hiçbir işe yaramazdı. Peki, birçok karmaşık, birbirine
bağlı bölümler içeren bu iki mekanizma beraberce nasıl evrimleşti? Darwin'in
gösterdiği yolu izleyerek, ses ekipmanımızın ve sesi ayarlamamızdaki dikkate
değer becerimizin temelde kur yapma esnasındaki duygusal seslenişler ve müzikal
sesler üretmek ("bir melodi mırıldanmak") için evrimleştiğini ileri
sürüyorum. Beyin -özellikle de sol yarımküre- evrimleşirse dil de
evrimleşe-bilirdi.
Ancak daha büyük bir bilmece olduğu gibi duruyor. İnsana özgü,
incelikli ve hayli uzmanlaşmış "dil organı"nın oluşturduğu dil,
Chomsky'nin iddia ettiği gibi hiç yoktan mı ortaya çıktı? Yoksa halihazırda var
olan ve konuşma dilinin ortaya çıkması için iskele işlevi gören daha ilkel bir
işaret iletişim sistemi mevcut muydu?
Rizzolatti'nin keşfi, bize bu çok eski bilmeceyi çözme konusunda yardım
edebilir. Rizzolatti, maymunların frontal loblarının ventral premotor
bölgelerinden kayıtlar aldı ve bir maymun eliyle çekme, itme, asılma, yakalama,
tutup kaldırma ve ağza bir fıstık parçası koyma vb tek ve hayli belirgin bir
hareket sergilediğinde belli hücrelerin ateşlendiğini ve farklı davranışlar
karşısında farklı nöronların ateşlendiğini ortaya koydu. Kimileri bunların kasların
belli hareketleri yapmalarını sağlayan "motor" komut nöronları
olduklarını düşünmeye yeltenebilir; öte taraftan hayret verici gerçeklik şu ki,
söz konusu maymun aynı davranışı sergileyen, örneğin bir fıstık tadan diğer bir
maymunu (hatta deneyciyi bile) izlediğinde de bahsi geçen ayna nöronlar
ateşlenecektir! Bu nöronların bilgisiyle, insan zihninin "zihin
okuma" empatisi, taklit yoluyla öğrenme ve hatta dilin evrimi gibi bir
sürü esrarengiz yönünü anlamak için bir dayanağa sahipsiniz. Başka bir şey yapan
(hatta bir şey yapmaya başlayan) birini izlediğiniz zaman, buna karşılık gelen
ayna nöron beyninizde ateşlenebilir, dolayısıyla sizin diğer kişinin
niyetlerini "okumanızı" ve anlamanızı, ardan doğru karmaşık bir
"diğer zi-
hinler kuramı" geliştirmenizi sağlar. (Ayrıca bu ayna nöronların
kaybının -çocuklara ıstırap veren hastalık- otizmi de açıklayacağını iddia
ediyorum. Bu nöronlar olmadan çocuk diğer insanları anlayamaz ya da onlarla
duyusal anlamda empati kuramaz ve bu yüzden de dünyadan sosyal anlamda
bütünüyle elini çeker.)
Ayna nöronlar, aynı zamanda diğer insanların hareketlerini taklit
etmenizi sağlarlar. Böylece türlerimizi simgeleyen eden karışık Lamarckçı veya
kültürel miras için zemin oluşturur ve türümüzü salt gene dayalı evrimin
kısıtlamalarından kurtarıp özgürleştirir. Dahası, Rizzolatti'nin belirttiği
gibi, bu nöronlar diğerlerinin dudak ve dil hareketlerini taklit etmenizi -ve
büyük olasılıkla anlamanızı- mümkün kılarlar ki, bu da dilin evrimleşmesine
olanak yaratır. (Yeni doğan bir bebeğe dil çıkardığınızda karşılık vermesinin
sebebi de budur! Bu küçük taklidin, primat beyin evriminin yarım milyon yılını
sarmalamış olması ne ironik ve üzücü.) Bu iki beceriye -birinin niyetlerini
okuma ve seslendirmelerini taklit etme- sahip olduğunuz zaman, dilin evrimini
harekete geçirmiş olursunuz. Bundan sonra özgün bir dil organından
bahsetmezsiniz ve sorun artık çok gizemli gözükmez.
(Bilmecenin diğer bir önemli bölümü Rizzolatti'nin ventral premotor
bölgesinin insanlarda dilin anlatımsal ve anlamsal yönleriyle bağlantılı beyin
merkezi, "Broca bölgesi"nin benzeri olabileceğine dair gözlemiydi.)
Bu savlar hiçbir şekilde insanlarda dil için uzmanlaşmış beyin
bölgeleri olduğu fikrinin aksini ispatlamıyor. Biz burada böyle bölgelerin
nasıl evrimleştiğiyle ilgiliyiz, onların var olup var olmadıklarıyla değil.
Ayna nöronlar, maymunlarda keşfedildi; fakat insan beyninde var
olduklarını nereden biliyoruz? Bunu öğrenmek için anosognozi" adlı tuhaf
bir rahatsızlığı olan hastaları inceledik. Sağ yarımküre felci olan çoğu
hastanın bedeninin
Kişinin kendi hastalığının ya da uğradığı işlevsel yetenek kaybının
farkında olmaması -çn.
sol tarafı tamamıyla felç olur ve beklendiği üzere bundan yakınırlar.
Ancak bu hastaların yaklaşık %5'i zihnen aklı başında ve zeki olsalar bile
hararetli bir şekilde felçlerini inkar ederler. Buna inkar sendromu veya
anosognozi deniyor. Şaşırarak, bazı hastaların sadece kendi felçlerini değil,
aynı zamanda kolunu hareket ettirememesi, kendileri ve diğerleri tarafından
açıkça görünür olan öteki hastaların da felçli olduğunu inkar ettiklerini
tespit ettik. Birinin kendi felcini inkarı yeterince tuhaf; ama bir hasta,
diğerinin felcini neden inkar etsin ki? Bu tuhaf gözlemin en iyi izahının,
Rizzolatti'nin ayna nöronlarına zarar gelmesi olduğunu ileri sürüyoruz. Sanki
birisinin hareketleri hakkında bir değerlendirmede bulunmak istediğiniz anda
beyninizde sanal gerçeklik" simülasyonu işletmek zorundasınız gibi ve ayna
nöronlar olmadan bunu gerçekleştiremezsiniz.
İspatın ikinci kısmı, insanlarda beyin dalgaları (EEG) çalışmasından
geliyor. İnsanlar ellerini hareket ettirdiklerinde, mü adını verdiğimiz bir
beyin dalgası bloke olup tamamen ortadan kayboluyor. Eric Altschuler, Jamie
Pineda ve ben 1998'de Society far Neurosciences'a [Nörobilimler Topluluğu] bu
bastırmanın Rizzolatti'nin ayna nöron sisteminden kaynaklandığını ifade
etmiştik. Bu kurama uygun olarak böyle bir bastırmanın, aynı zamanda birisinin
başka birini izlerken de gerçekleştiğini; ama aynı hareketin cansız bir
nesneden izlerken gerçekleşmediğini ortaya koyduk. (Otizme sahip çocuklar
ellerini kendi kendilerine hareket ettirip başka birini izlerken hareket
ettirmiyorlarsa, bu çocukların bastırma sergilediklerini tahmin ediyoruz. Şimdi
laboratu-varımızda hayli yüksek oranda faaliyetler gösteren otizme sahip bir
çocuktan bunun doğru olabileceğine dair ön ipuçları alıyoruz. [Social
Neuroscience Bildiri Özetleri, 2000])
Virtual Reality (VR) -çn.
İnsanın Evriminin
Büyük Patlaması
Hominid beyni yaklaşık 200 bin yıl önce şu anki 1500 cc'lik ölçüsüne
artan bir hızla ulaştı. Ama hayli karmaşık "standart" çok parçalı
aletlerin keşfi, dikişli elbiseler, sanat, dinsel inanış ve belki de dil
yaklaşık 40 bin yıl önce gayet hızlı bir şekilde ortaya çıktı. Zaman zaman
insanın zihinsel becerileri ve kültüründeki bu ani patlama "büyük
patlama" diye anılır. Beyin tam insan potansiyeline -yahut en azından
ölçülerine-200 bin yıl önce ulaştıysa, neden 150 bin yıl başıboş durdu? Çoğu
bilim insanı, büyük patlamanın beyin yapısındaki bilinmeyen bir genetik değişimden
dolayı meydana geldiği yönünde kanaate sahip. Örneğin arkeolog Steve Mithen
yakın zamanda, büyük patlamadan evvel insan beyninde "sosyal veya
Makyavelci zeka", "mekanik zeka" veya alet kullanımı ve
"doğal tarih" (bir sınıflandırma eğilimi) üzerine uzmanlaşmış üç
beyin modülü olduğunu iddia ettiği yeni bir kitap yazdı. Bu üç modül
birbirinden izole kaldı; ancak yaklaşık 50 bin yıl önce beyindeki kimi genetik
değişiklikler aniden bu üç modülün birbiriyle iletişime geçmesini sağladı. Bu
da insan zihnine devasa bir esneklik ve çok yönlülük getirdi.
Mithen'in yaratıcı iddiasına katılmıyorum ve bu soruna çok başka bir
çözüm öneriyorum (bu Mithen'in görüşüyle uyumsuz değil; ama farklı bir fikir).
Büyük patlama denen şeyin gerçekleşmesinin nedeninin başka sebeplerden büyüyen
bir beyinde belli kritik tetikleyicilerin harekete geçmesi ve bu yüzden bizi
insan olarak özgün kılan bu kültürel yenilikler için "ön adaptasyon"
gerçekleştirmesi olduğunu düşünüyorum. (Ön adaptasyonlardan birisi de ayna
nöronlardır.) Alet kullanımı, sanat, matematik ve hatta dilin özellikleri gibi
keşifler, bir yerde "kazara" keşfedilmiş ve insan beyninin ayna
nöronları sayesinde gerçekleşen taklit yoluyla öğrenme ve zihin okumadaki
hayret verici kapasitesiyle çok hızlı bir biçimde yayılmış olabilirler. Belki
de çevresel etmenlerin -genellikle tek bir yerde ve zamanda- tesadüfi
çakışmasından ileri gelen hiçbir büyük "yenilik" olmadı. Ancak
türlerimizin
taklit etmedeki dikkate değer eğilimini göz önüne alırsak, böyle bir
yenilik ortaya çıktıktan sonra nüfus içinde çok hızlı yayılma eğilimi göstermiş
olabilir.
Açık ki, ayna nöronlar evrimin tüm bu gizemlerine tek yanıt olamazlar.
Tüm rhesus maymunları ve maymunsular ayna nöronlara sahipler. Ancak (yakm
zamanda şempanzelerin vahşi doğada bile kültür esaslarına sahip oldukları
gösterilmiş olmasma rağmen) bu hayvan türleri insanların kültürel karmaşasından
yoksunlar. Ayna nöronların zorunlu, ancak yeterli olmadıklarını savunuyorum:
Hominidlerde ortaya çıkışları ve daha da gelişmeleri belirleyici bir adımdı.
Bunun nedeni şu ki, elverişli "taklit yoluyla öğrenme" ve
"kültür"e belli minimum düzeylerde sahip olduğunuz zaman, bu kültür
bizi insan yapan ek zihinsel özelliklerin geliştirilmesi için seçilim baskısı
uygulayabilir ve bu gerçekleşmeye başladığında modern insan bilincinde doruğa
çıkan otoka-talitik" süreci harekete geçirirsiniz.
Benim iddiamla ilgili ikinci sorun şu; büyük patlamayı oluşturan çoğu
insan yeniliklerinin neden görece kısa bir zamanda gerçekleştiğini açıklamıyor.
Bulguların hızlıca yayılması şans eseriyse neden hepsi aynı zamanda
gerçekleşsinler ki? Bu itiraza üç yanıt var: İlk olarak, bunların hepsinin aynı
zamanda gerçekleştiğinin kanıtları güçlü değil. Müzik, barınak, saplı aletler,
dikişli elbiseler, yazma, konuşma ve benzerlerinin keşfi 100 bin ile 5 bin yıl
arasına yayılmış olabilir ve adı geçen büyük sıçrama arkeolojik kazının
örnekleme eseri olabilir. İkincisi, herhangi bir yenilik (örneğin konuşma veya
yazma veya aletler) diğerleri için bir katalizör işlevi görmüş ve bu yüzden
kültürün hızını tümden arttırmış olabilir. Üçüncüsü, gerçekten de bir genetik
değişiklik olmuş olabilir; ama bu değişiklik yenilik bulma becerisinde bir
artış (Mithen'in ileri sürdüğü gibi modüller arasındaki bariyerlerin çökmesi de
değil) değil, ama ayna nöron
Tepkime sonucunda elde edilen ürünün yeniden tepkimeye girmesi
(autocatalytic) -çn.
sisteminde ve böylece "öğrenilebilirlik"te bir artıştır.
Taklit etme ve öğrenme ive öğretme) becerisinde ortaya çıkan artış, sonrasında
insanın evriminde "ileri doğru büyük sıçrama" veya "büyük
patlama" diye adlandırdığımız kültürel değişim patlamasını da
açıklayacaktır. Bu iddia tüm "doğa-beslenme tartışması"nın insan söz
konusu olduğunda anlamsız olduğuna işaret eder. İnsan beynini betimleyen,
genetik olarak belirlenmiş öğrenilebilirlik olmadan, Homo sapiens,
"sapiens" (akıllı, bilgili) unvanını hak etmezdi. Ancak bu
öğrenile-bilirlik avantajını kullanan bir kültürün içinde yer almadan da, unvan
aynı düzeyde yersiz olacaktı. Bu bağlamda insan kültürü ve insan beyni
karşılıklı mecburi parazitlere doğru birlikte evrim geçirdiler. Bunlardan
birisi olmasaydı, insan da olmayacaktı. (Parazitik mitokondrisi olmayan bir
hücreniz olamaz.)
İkinci Büyük
Patlama
Bu nöronların insanlarda "denetimsiz" beyin/kültür evrimi
için ilk itici gücü sağladığı iddiam kulağa geldiği kadar tuhaf değil. Marslı
bir antropoloğun bundan 1 milyon yıl önce insan evrimini araştırdığını düşünün.
Onun da (Wallace gibi) karmaşık alet kullanımı, ateşin kullanımı, sanat ve
"kültür" gibi belli zihinsel vasıfların görece aniden ortaya çıkışı
karşısında kafası karışacaktır ve o da (çoğu antropoloğun şimdi yaptığı gibi),
onları beyin ölçüsünde görülen değişiklikler ve mutasyonların neden olduğu
anatomiyle ilişkilendirmeye çalışacaktır. Ama onların tersine, aynı zamanda
(diyelim) 19. yüzyıldan sonraki -bilimsel/sanayi devrimi diye adlandırdığımız-
devrimler ve değişimler karşısında da şaşkınlığa uğrayacaktır. Bu devrim
(örneğin nükleer gücün birden ortaya çıkması, otomobiller, hava yolculuğu ve
uzay yolculuğu) birçok yönden 40 bin yıl önce gerçekleşen "ileri doğru
büyük sıçrama"dan çok daha dramatik!!
Genetik bir değişiklik olduğunu ve beyin anatomisinde ve davranışta
karşılık gelen değişikliğin bu ikinci ileri doğru
sıçramanın sorumlusu olduğunu ileri sürmeye yönelecektir (Birçok
antropoloğun bugün ilk ileri sıçrama için genetik bir açıklama arayışı gibi).
Ancak mevcut sıçramanın sadece rastlantısal çevresel koşullardan dolayı
gerçekleştiğini biliyoruz, çünkü Galileo, kraliyet himayesi ve matbaanın icadı
ile bilimsel devrimi başlatan "deneysel yöntemi" keşfetti. Onun
deneyleri ve daha önce de milattan sonraki ilk bin yılda Hindistan'da matematik
denilen karmaşık yeni bir dilin keşfi (sıfır ve ondalık sistemine dayanarak
basamak değeri gösterimi) Newton mekaniği ve kalkulus için zemin hazırladı ve
söylediğimiz gibi "gerisi de tarih''.
Şimdi akılda tutulacak şey bu ihtiyaçların hiçbirisinin gerçekleşmemiş
olması. Bunlar kesinlikle Rönesans sırasında insan beynindeki genetik
değişimden dolayı gerçekleşmedi. En azından kısmen taklit yoluyla öğrenme ve
bilginin hızlı "kültürel" aktarımından dolayı gerçekleşti. (Gerçekten
de birisi, neredeyse 18. yüzyıl öncesi ve 20. yüzyıl sonrası insanlar arasında
Hama erectus ve antik Hama sapiens arasındaki farktan daha büyük bir davranışsal/bilişsel
farklılığın var olduğunu iddia edebilir. Daha iyi bilse de Marslı etolojistimiz
ilk iki grup arasında sonraki iki tür arasında-kinden daha büyük bir genetik
farklılık olduğu sonucuna ulaşabilir!)
Bu analojiye yaslanıp daha da ileri giderek ilk ileriye doğru büyük
sıçramanın büyük oranda taklit ve benzeme ile mümkün kılındığı görüşündeyim.
Wallace'ın sorusu kusursuzca mantıklı; bir dizi sıradışı becerinin "hiç
yoktan" ortaya çıkıyor görünmesi çok kafa karıştırıcı. Fakat onun çözümü
de yanlış: sanat veya incelikli aletler gibi şeylerin görünürdeki ani
değişiklikleri Tanndan veya "ilahi müdahaleden" kaynaklanmadı. Bunun
yerine Galileo'nun ve Gutenberg'in tek (veya iki) keşfi hızlıca yayıldı ve
(önceden genetik değişim olmamasına rağmen) evrenin yüzeyini dönüştürdü; ateş,
dikişli elbise, "simetrik aletler" ve sanat ve benzerinin keşfi tek
bir yerde tesadüfen gerçekleşmiş ve sonra da hızlıca yayılmış olabilir. Böyle
keşifler daha evvelki hominidler tarafın-
dan da yapılmış olabilir (hatta şempanzeler ve orangutanlar dikkate
değer düzeyde yaratıcıydı: kim bilir Homo erectus veya Neandertaller ne kadar
yaratıcıydı?), ancak önceki ho-minidler basit bir şekilde fikirlerin hızlı
dönüşüm ve dağıtımını sağlayacak yeteri kadar gelişmiş ayna nöron sistemine
sahip değillerdi. Bu yüzden fikirler hızlı bir ^ekilde "mem·
havuzu"nun dışına düştüler. Bu hücre sistemleri, asteroit etkinin
memelilerin sürüngenler karşısındaki üstün gelişinde yaptığı gibi, bir kere
alet kullanımında ve diğer hominidlerin zihinlerini okumada
"yetiştirmek" için kullanıldıklarında insan bilincinin ortaya
çıkışındaki (ve Neandertaller'in Homo sapiens'lerle yer değiştirilmesi gibi)
aynı öncü rolü oynamışlardır.
Bu yüzden "Beyin tüm gerekli gizli beceriye 100 bin yıl önce sahip
olmuşken, incelikli alet kullanımı ve sanat neden 40 bin yıl önce ortaya
çıktı?" sorusunu sormak, "Beyinlerimiz Cro-Magnonlara·· dek uzay
yolculuğu için ön adaptasyon sağladıysa, neden uzay yolculuğu sadece birkaç 1 O
yıl önce gerçekleşti?" sorusunu sormaktan daha anlamlı olmayacaktır. Soru
beklenmedik bir olayın veya insanın evrim tarihindeki eski talihin rolünü göz
ardı ediyor.
Bu yüzden Rizzolatti'nin keşfine -ve onların evrimimizdeki anahtar rolü
üzerine tamamen saf spekülatif tahminlerime- son 10 yılın en önemli anlatılmamış
olayı olarak yaklaşıyorum.
Richard Dawkins'e göre kültürel aktarım birimi -çn.
Evrim şemasında Homo sapiens'ten önceki basamaklardan biri -çn.
8
SAHİP OLMAYA DEGER
BİR BENLİK
Nicholas Humphrey
Landon School ofEconomics [Londra Ekonomi Okulu], Psikolog; Seeing Red
[Kırmızı Görmek) ve Soul Dust [Ruh Tozu) kitaplarının yazarı.
Kırk yıl önce bilinç sorununu çözmek istedim. Bu sorunu bir sonraki
kuşağa bırakmak ve mükafatı onların alması bir utanç olacak gibi geliyordu
bana. Bilinç, bilimin en büyük zorluklarından birisi; öylesine büyük ki, bir
yanıt bulamazsak bilimin kendisi değerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kalacak. Bilinç, -fenomenal deneyim- çoğu açıdan doğru olmak için fazla iyi
gibi görünüyor. Dünyayı deneyimlememiz gereksiz yere güzel, zengin ve tuhaf.
Soruna farklı açılardan -nörofizyolojiden, hayvan davranışlarından,
sosyal bilimlerden, zihin felsefesinden- yaklaşmak gibi, bununla ilgili birçok
yolum vardı. Tahminim, bilincin gerçekten ne olduğunu ve neye yaradığını
anlamak için tüm bu yaklaşımlara ve fazlasına ihtiyaç duyacağız.
Son zamanlarda yaşamlarımızdan neden bilinçli qualia" olgusuna
sahip olduğumuza dair daha büyük bir fikirle uğraşıyorum. Düşüncem o ki,
onlara, ne kadar önemli ol-
Deneyimin, yönelimsel olmayan fenomenal özelliklerine verilen ad,
algılanan özneye ait olmayan, algılayana ait özellik -çn.
duğumuzu fark etmek için ihtiyaç duyuyoruz. Bilinçli olma deneyimimiz,
bizi başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde kendimizi, kendimiz olarak ciddiye
almamız konusunda cesaretlendiriyor. Çarpıcı biçimde ait olduğumuz insan
çeşidine karşı davranışlarımızı etkiliyor. Kendi yaşamlarımızda ve aynı şekilde
başkalarının hayatlarında yeni değerler buluyoruz.
Bu noktaya, hissetmenin doğası ile ilgili fikirlerimin ardından geldim.
Bir zaman önce algılamaların nasıl işlediği ve neden nitelikli özelliklere
sahip olduklarıyla ilgili bir kuram ortaya atmıştım. Hissetmenin karakteristik
fenomenolojile-rini -evrimsel kökenlerinde- değerlendirici bir tepkiyle beden
yüzeyindeki uyarıcılara gitme de dahil bir tür bedensel faaliyet oldukları
gerçeğinden sağladığını ileri sürmüştüm. Bilinçli hissetmenin kayda değer bir
"bilerek yapma" türü olduğunu iddia etmiştim. Hisler bilincimize
bizim başımıza gelen olaylar olarak değil, kendimizin meydana getirdiği ve
katıldığımız aktiviteler olarak girerler.
Örneğin bir insan bir gülü kokladığında, bu kişinin burun delikleri
gerçekleşenlere "sanal eylem yapısı" ile karşılık verir: Evrim
tarihinin hayli başlarında beden yüzeyindeki çeşitli dürtülere karşı verilen
değerlendirmeci tepki -kabul ya da red kıpırtıları- olarak ortaya çıkan bir
dizi eylem yapısından birisi. Modern insanlarda bu tepkiler halen dürtü alanına
doğrudur ve halen orijinal fonksiyonlarının izlerini ve hedonik havayı
taşırlar. Ama bugün, açıkça davranışları gerçekleştirmek yerine, bu tepkiler
beynin iç devrelerini tıkamışlardır; aslında artık taşıyıcı sinyaller sadece
duyusal kortekse kadar yansır. Bu kortekste de anında öz dolaşım, yineleme ve
döngü yaratmak üzere duyu organlarından içeri gelen sinyallerle iletişime
geçerler. Benim kuramım şuydu: İnsanın duyusu, yani kendisine olanı yansıtış
şekli ve olanla ilgili ne hissettiği, eylem yapısına dair kendi sinyallerini
izlemesi sonucunda -bu yineleme ile genişletilmiş biçimde bilinçli şimdiki
zamanın "yoğun anı"na- yayılır.
Şimdi, bunun halen güzel bir fikir olduğunu düşünüyorum. Özellikle bu
kuramın fenomenal deneyimin -duyuların öznel anında yaşamanın "nasıl bir
deneyim" olduğunun- altında yatan işlevsel mimariyi -hatta
nörofizyolojiyi- açıklama potansiyelinden dolayı güzel bir fikir. Tanımladığım
duyusal döngüler bir "-mış gibi" zaman boyutu yaratabilir. Böylece
bilincin her anı -paradoksal bir biçimde- gerçekten fiziksel zamanda
sürdüğünden daha fazla sürebilir.
Ancak kenara ittiğim bir bilmece vardı. Beyinde, belki bilincin
fenomenolojisinin temelini verebilecek yeniden girişli devrelerin bir modelini
oluşturmuştum. Bu devrelerin bedensel bir aktivitenin bir türü olarak nasıl
ortaya çıktığına dair evrimci bir hikaye öne sürmüştüm; ama doğruyu söylemek
gerekirse evrimin neden böyle tuhaf seyir izlediğini açıklamak için hiçbir şey
yapmamıştım. En azından duyusal devrelerdeki faaliyetlerin kendilik rezonansı
haline geldiği son kritik aşamayı kesin bir şekilde açıklamamıştım.
Açık olmak gerekirse; bu son aşamanın kaza sonucu oluşması çok zor.
Gerçekte devrelerin doğru geri bildirimi ortaya koyabilmesi -yani geçici bilinç
yoğunlaşmasının doğru derecede ve nitelikte üretilmesi- için çok hassas bir
ayara ihtiyaç duyması gerekiyor; ama sorun nedir? Doğal seçilim ne diye yoğun
bir öznel hediye için böylesine bir aksiliğe bulaşmış olsun ki? Bilinçli
zamanın fiziksel zaman gibi akmasına neden müsaade etmiyoruz? Bizim için
dünyadaki kendi varlığımızı büyülü zengin biçimiyle deneyimlemenin biyolojik
avantajı ne olabilir?
İşte şimdi benim üzerinde çalıştığım şey bu ve şimdi esasında -daha
fazla çalışma gerektirse de- fenomenal olarak zengin öznel bir varlık olmasının
benlik için yeni bir saha açtığını düşünüyorum. 20. yüzyılın başlarındaki büyük
mantıkçı Gottlob Frege, aşikar; ama hayli önemli şu değerlendirmeyi yaptı: Bir
birinci şahıs öznesi bir şeyin öznesi olmalıdır. Hangi durumda "Ne çeşit
bir şey özneleştirme görevini yerine getiriyor?" diye sorabiliriz. Ne gibi
bir şey, bir benliğin deneysel alt katmanını ya da her koşulda kendinin
bir değerine sahip olmayı sağlayacak metafizik bir yeterliliktedir? Ve
şimdi önerdiğim yanıt şu: Fenomenal deneyimden -içgüdüsel derinlik ve
zenginliği olan, fiziksel bir şeyin olabileceğinden daha fazla niteliklere
sahip bir fenomenal deneyimden- daha aşağı olmayan bir şey.
Fenomenal deneyim, kesinlikle bir kendilik değerini yaratmanın temelini
sunabilir ve sunar da. Ve bir kez bu yeni benlik yerini bulduğunda nelerin
mümkün -hatta doğal- olduğuna bir bakın! Öylesine gizemli ve tuhaf bir şeyin
özneleri olarak, biz insanlar kendi yaşamımızı sürdürmede yeni güven ve ilgi
ediniriz ve tabi diğer insanlara karşı da yeni bir güven kazanırız. Gelecekle,
ölümsüzlükle, ortak bilinçle yapılacak olan konularla ve bilincin bizi çevremizde
nerelere taşıyabileceğiyle ilgili tüm meselelerle ilgilenmeye başlarız.
Bu hem belirli hem de çözümü zor yollar bizim biyolojik
elverişliliğimizi besler. Bizi daha yaşam dolu, daha büyüleyici ve daha
büyülenmiş, yaşamımız her nereye giderse peşinden koşmada daha kararlı olmamızı
sağlar. Kısacası, insanların ne olduklarına dair ortaya daha harika şeyler
çıkacak. Lord Byron: "Hayatın müthiş şeyi duyudur; acı içinde de olsa ne
olduğumuzu hissetmektir" demişti. Bu duyunun işlenmemiş hali. Ama daha açıklayıcı
bir düzeyde, bizim yürümemizi sağlayan, bize cesaret veren, kendimiz ve
çocuklarımız için büyük şeyler hedeflettiren şey, kendimiz olarak korumamız
gereken çok özel bir şeye sahip olduğumuz duygusudur.
Beyindeki duyusal devreler kendine özel kendilik rezonanslarını
geliştirmiyor olsaydı -ki bu gelişme de doğal seçilimle el ele yürümüştür-
bunların hiçbirisi mümkün olmazdı. Bir keresinde (Rousseau'nun ünlü pasajını
taklit ederek) belirttiğim gibi: "Dünyanın hakikatinin birazını teninin
içine kapatmış olan ve 'Bu benim' diyen ilk hayvan belki de bireysel yaşamın
ilk gerçek kurucusuydu. Ama öznel varlığın gerçek kurucusu, birazcık zamanı
beyninin içine kapatmış olan ve 'Bu benim şu anım' diyen ilk hayvandır."
Bilinç sorununa farklı kapılar açabilen üç alana -nöropsi-koloji,
etoloji" ve estetik- dahil olan bir araştırmacı olduğum için şanslıydım.
Cambridge'de 1960'larda bir doktora öğrencisiyken müthiş bir keşif
-sonradan "kör bakış""" diye adlandırılan fenomen- yapmak
için doğru zaman ve doğru yerdeydim. Larry Weiskrantz'ın laboratuvarında
beyninin arkasındaki birincil görme korteksi ameliyatla tamamen alınan Helen
isimli bir maymun vardı. Operasyon birkaç yıl önce yapılmıştı ve maymun
neredeyse tamamen kördü.
Öte yandan, anlatılanın hikayenin tamamının bu olmaması için nedenler
vardı ve bu sebepten, benim zamanımın olduğu ve maymunun Weiskrantz'ın
araştırmasına dahil olmadığı bir haftada daha fazla sonuca ulaşmaya karar
verdim. İkimizin de yapacak işi yoktu. Birkaç gün kafesinin yanında oturdum ve
maymunla oynadım. Birden olağandışı bir şey oldu. Bu kör maymunun benimle
gözlerini kullanarak etkileşim kurduğunu fark ettim. Bir parça elma tuttum ve
onun önünde salladim. Uzandı, parmağıma dokundu ve elmayı benden almaya
çalıştı. Birkaç gün içinde umursamazca etrafta oturup boş boş uzaklara bakan
bir maymundan birdenbire görmeyle ilgilenmeye başlayan ve tekrardan gören bir
maymuna dönüştü.
Larry'i, Helen'le çalışmama izin vermesi için ikna ettim. Sonraki 7
yıl, Helen'i Cambridge'den Oxford'a götürdüm ve sonradan tekrar Cambridge'e
getirdim. Maymun ve ben dikkate şayan bir ilişki geliştirdik. Ben onun
eğitmeniydim ve o da benim çırağımdı. Onu cesaretlendirdim, ikna ettim ve
aslında kör olmadığını fark etmesi için her yolu denedim. Cambridge'ın
yakınında olan Madingley'deki laboratuvann civarında tarlalarda ve korularda
yürüyüşlere çıkardım. Yavaş ama kesin bir biçimde, ona yeniden görmeyi
öğrettim. Sonunda odanın etrafında koşup yerdeki ekmek kırıntılarını
Hayvan davranışlarını doğal çevreleri içinde izleyen hayvanbilimi -çn.
Blindsight -çn.
alabiliyor, yanından geçen bir sineği yakalayabiliyordu. Eğer bu
maymunun görsel korteksinin olmadığını bilmeseydiniz maymunun tamamen normal
bir görme yetisine sahip olduğunu düşünürdünüz.
Ama aslında onun görme yetisinin normal olmadığının farkındaydım. Onu
çok iyi tanıyordum, onunla bu tuhaf etkileşimde saatler geçirdik ve ben onun
yerinde olmanın nasıl bir şey olduğunu merak ediyordum. Sorunun nerede olduğuna
parmak basamasam da, hissim maymunun halen gerçekten görebildiğine inanmadığı
yönündeydi ve görme yetisinin farkında değildi. Davranışlarında bunu ele veren
ipuçları vardı. Örneğin üzgünse ya da korkmuşsa sanki karanlıktaymış gibi
tökezliyordu. Sanki sadece kendini zorlayan durumlar olmadığında görebiliyor
gibiydi.
New Scientist dergisine l972'de popüler bir makale yazdım. Derginin dış
kapağında Helen'in portresinin altına "her şeyi gören kör bir maymun"
manşetini atmışlardı. Ama bu elbette doğru değildi. Her şeyi görmüyordu.
Başlığını "Görme ve Bilinçsizlik" koyduğum makalemde bunun esasen
daha önce hiç bilmediğimiz türden bir görme türü olduğunu savunuyordum. Buna
eşlik eden bir algılama, fenomenal bir deneyim var olmayabilir miydi? İç
dünyasını tasvir edemeyen bir maymunla emin olmanın yolu yoktu.
Ardından birkaç yıl sonra Weiskrantz, Helen'le bulduklarımızdan
esinlenerek görsel korteksinde derin bir zedelenme olan hasta bir insanın
benzer şekilde belli düzeyde görme yetisini yeniden kazanabildiğini göstererek
araştırmayı başka bir boyuta taşıdı. Fakat şimdi insan olan hastanın araştırmacılara
görme yetisinin ne durumda olduğunu söylemesi mümkündü ve herkesi hayretler
içindeydi, evet bu gerçekten bilinçsiz görmeydi; kör bakıştı. Hasta kör
olduğuna inanıyordu ve hiçbir görme duyusu olmadığını söylüyordu; ama buna
rağmen görme alanının kör kısmında kalan nesnelerin yerlerini ve şekillerini
tahmin edebiliyordu.
Dediğim gibi, şanslıydım. Genç bir öğrenci için harikulade bir şanstı
ve aynı zamanda benim bilimsel ve kişisel ba-
kımdan şekillenmeme yardımcı oldu. Günden güne Helen'in "imkansız"
kapasitesinin ortaya çıkışını izlemek, dönüştürücü bir deneyimdi. Bir mucizenin
doğuşuna sebep olmak gibiydi. Kendimi iyi hissetmemi sağladı; ama bu 7 yıl
bende farklı bir iz de bıraktı. Bu pek rastlanmayan samimi deneyimden sonra,
maymunlardaki beyin doku bozukluklarıyla ilgili araştırmalarda yer almak
istemiyordum. Bu tür işleri yapanlara halen saygı duyuyorum ve onları takdir
ediyorum; ama ben kendim başka bir yönde ilerlemek istedim.
Dian Fossey'le 1974'te Ruanda'daki Virunga Dağlarına gitme ve dağ
gorilleri üzerine çalışma şansını yakaladım. Dian, Madingley'de Robert
Hinde'yle birlikte Cambridge'de doktora programındaydı ve ben sözde onun
üzerinde otoritesi olan bir pozisyondaydım; çünkü o zaman laboratuvarın
direktör yardımcısıydım. Üç aylığına onun kampında kalacak ve ona
araştırmasında yardımcı olacak, kimi sorularını yanıtlayacak ve yapabilirsem de
tavsiyelerde bulunacaktım. (Her ne kadar Dian Fossey'e tavsiyelerde bulunmak
bana düşmese de.)
Pek rastlanmayan bir pozisyondaydım: Laboratuvar odaklı bir deneysel
psikolog, vahşi doğadaki maymunların davranışlarını gözleme şansını edinmişti.
O günler, bugünlerden daha rahattı. Tek başıma belli bir grubun peşine düşüyor,
onlarla günü geçiriyor ve hatta bazen gece de onlarla kalıyordum.
Dağların heybetinde, goril ailesine yarı kabul edilmiş olarak, onlarca
siyah gözü izleyerek ve onlar tarafından izlenerek, herhangi bir insandan uzak
kendi düşüncelerimle kalmıştım. Beni oldum olası büyüleyen bir mesele üzerine
kafa patlatmaya başladım: Bir goril için, goril olmak nasıl bir şey? Bir goril
ben olmanın nasıl bir şey olduğu hakkında ne biliyor? Zihinleri nasıl okuruz?
Diğer insanlarla etkileşirken ne düzeyde bilinç okuyabildiğimizi
güçlükle fark ediyoruz. Bunu pek de önemsemi-
yoruz. Ama aynı şeyi insanlara benzer, belki de pek benzemeyen,
hayvanlarla yaparken bulduğunuzda mesele daha keskin bir noktaya geliyor.
Zihinleri doğru okuyup okumadığınızı bilmek gerçekten zorlu bir şey halini
alıyor.
Ormanda bir goril ailesi ile yaşayarak goril olmanın nasıl bir şey
olduğunu anlamaya çalışıyordum. Belki goriller de ben olmanın nasıl bir şey
olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Aramızda olanlar konusunda kafa
karışıklığıyla beraber, içgözlemin ve dönüşlü bilincin özel rolünü merak etmeye
başladım.
Diğer bir insan olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal ettiğimizde,
duygularımızı, algılamalarımızı, inançlarımızı ve arzularımızı onların
zihinlerine yansıtıyoruz. Ama tabi ki, sadece bunu yapabiliyoruz; çünkü bu
zihin durumlarının hepsini kendimiz deneyimlemiş durumdayız. Peki, öyleyse bu,
içgözlem yapıyor oluşumuzun neden bu kadar önemli olduğuna dair bir ipucu
sunabilir mi? İç gözlemin biyolojik fonksiyonu -kapasitenin evrimleşme sebebi-
net bir biçimde bizim kendi zihnimizin nasıl çalıştığını göstererek
diğerlerinin zihinlerini okumak olabilir mi?
Bunun, insan evrimi hakkında özel bir şeylere yanıt olabileceğini
kavradım. Biz insanlar -belki daha az düzeyde goriller ve şempanzeler de-
"doğal psikologlar" olarak ev-rimleştik. Çevremizdeki en çok umut
vaat eden; ama aynı zamanda en tehlikeli unsurlar kendi türümüzün üyeleridir.
Atalarımızın başarısı, birlikte yaşadıkları insanların zihin-lerindekilerine
ulaşmaya, akıllarından geçenleri kestirmeye, nereye yöneleceklerini bilmeye,
ihtiyaçları varsa yardım etmeye, onları zorlamaya veya değiştirmeye bağlı olsa
gerek. Bunu yapabilmek için diğer bir insan olmanın nasıl bir şey olduğunu
içeriden anlayacak bir hikaye üretecek beyinlere sahip olmaları gerekirdi.
Daha sonra yansıtıcı bilincin bu organını "iç göz" olarak
adlandırdım.
Öğrencilik günlerimden beri, estetik ve değerle ilgilenirim. Aslında,
Helen'le gerçekleştirdiğim araştırmayı bitirdikten sonraki laboratuvar merkezli
çalışmam, maymunların estetik tercihlerinin olup olmadığını araştırmak
üzerineydi. Nasıl olacağından emin olmasam da, öyle inanıyordum ki, bir şekilde
değer üzerine çalışmalar bilinci anlamaya yarar sağlayacaktı.
İşte üzerinde düşünülmeye değer bir şey. Duyusuz bir
"zombi"ye dönüştüğünüzü varsayın. Fenomenal bilince (ve bununla
birlikte gelen şeylere) sahip olmanın dışında her bakımdan normal birisi, öznel
varlığın asla aydınlanmadığı birisisiniz. Hayat artık yaşamaya değer olur
muydu?
Kariyerimin ilk zamanlarında bu soru üzerine beklenmedik ve trajik bir
ışık tutan diğer bir harikulade vaka çalışmasında yer aldım. 27 yaşındaki bir
kadın, 1972'de gözlerindeki kataraktı aldırmak için başka bir ülkeden Londra'ya
gelmişti. Üç yaşından beri kördü. Ameliyatı gerçekleştiren doktor, kadına
yeniden normal görebilme yetisine kavuşma şansının yüksek olduğunu söylemişti.
Operasyondan sonra birkaç ay içinde kadınla buluştum ve onu büyük bir
umutsuzluk içinde gördüm. Operasyonun tamamıyla başarısız geçtiğine ikna
olmuştu; daha önce gördüğünden daha iyi göremiyordu.
Maalesef durum tamamen böyle görünüyordu. Yıllarca kullanmamanın bir
sonucu olarak, kadının görsel korteksi aslında körelmişti. O yüzden aslında
neredeyse maymunum Helen'in durumundaydı ve ayrıca durum öyle olsaydı, belki de
görmenin hepsi kaybedilmemişti. Belki de Helen'in daha önce yaptığı gibi
görmeyi yeniden öğrenebilecekti.
Bazı benzer şeyleri onunla da yapmayı denedim. Onu, St. James parkında
ve Londra civarında gezdirdim. Bahçelerde onun elinden tutup yürürken etrafta
gördüklerimi tasvir ediyordum ve gerçekten bir zaman sonra kadının görme
kapasitesinin olduğu; ama bunun farkında olmadığı gerçeği ortaya çıkmaya
başladı. Çimdeki bir güvercini işaret edebiliyor, bir çiçeğe uzanabiliyor ve
bir engelle karşılaştığında adımını yukarı kaldırabiliyordu.
Tüm bunlardan sonra öyle görünüyordu ki, operasyon tamamen başarısız
değildi: Gözleri belli bir düzeyde yine çalışıyordu; ama umduğu şey bu kadar
mıydı? Hayır, bu sadece daha travmatik bir durumu ortaya çıkardı. Acı gerçek şu
ki, kadın görme yetisinin -kör bakışta olduğu gibi (ve bu, bir tür kör bakışa
çok benziyordu)- nitelikli boyutundan mahrum olduğunu açığa vuruyordu. 20 yıl
boyunca diğer insanları görmenin nasıl heyecan verici bir şey olduğu fikriyle
yaşamıştı. Görmenin kerametleri üzerine birçok anlatı, hikaye ve şiir
dinlemişti; ama şimdi rüyasının bir kısmı gerçek olsa da görme yetisini
hissedemiyordu. Umutsuzca hayal kırıklığına uğradı, neredeyse intihar edecek
gibiydi. En sonunda yeniden koyu renkli gözlüklerini takarak durumu kabul etti.
Beyaz değneğini aldı ve eski kör olma durumuna geri döndü.
Bu mesele -unutursam diye bana bilincin ne kadar önemli rol oynadığını
hatırlatmak üzere- benimle kaldı. Ne kadar önemli olduğu, belki bilincin neden
var olduğu hakkında temel nedenlerden biridir. Ya her gün kalkmamız ve
gökkuşağının qualia'sını, gün batımını, müziği, arkadaşlarımızla etkileşimi,
seksi ve yemekleri deneyimlemek üzere dünyaya dalmamız için bir neden sağlayan
şey bilinçse? Ya bilinç insanlar olarak o olmadan yaşamayacağımız -ve büyük
olasılıkla yaşayamayacağımız- bir dürtü sunuyorsa?
Elbette insanlar çok farklı düzeylerde anlamlar çıkarıyorlar; ama
anlamlandırmaya çalıştıkça daha çok aynı yere geliyorum: Biz bilinci kendi
başına mükemmel derecede güzel bir şeymiş gibi hesaba katmak üzere evrimleştik
ki, bunun da tek sebebi bilincin kendi başına mükemmel derecede güzel bir şey
olmasıdır!
Bana bir bilim insanı olarak nasıl geliştiğimi sordunuz. İtiraf
etmeliyim ki uzunca bir zaman farklı bir şey ortaya koyma hırsım vardı; böylece
dünyayı bensiz olacağından daha farklı bir yer olarak terk edecektim; ama bu
komik bir şey: Bu şekildeki kişisel hırslar aslında bir bilim insanı olma
merakına yol açabilir. Sorun şu ki, bilimsel doğrular baştan aşağı
kişisel değildir. Aslında bilim insanlarının sorduğu soruların yanıtları
halihazırda doğa kitabının içindedir, birisinin -herhangi birisinin- onları
okuyarak anahtarı bulmasını beklemektedirler. Belli bir bilimci bu yanıtları
bugün bulamazsa, yarın yahut öbür gün -bilimin ilerleyişi göz önüne alındığında
belki çok daha çabuk- başka bir bilimcinin bu yanıtları bulabileceğinden gayet
emin olabiliriz. Dürüstsek, yanıtı bulmaktan, belki yanıta ulaşan ilk kişi
olmanın muazzam başarısından ve ününden çok büyük keyif alsak da, en
nihayetinde bizim kişisel katkımız nadiren dikkate alınır. Daha da kötüsü,
belki yapacağımız şey diğer bilim insanlarını da kötüleştirınektir.
Bu, bilimi kültürümüzün diğer büyük girişimlerinden çok daha farklı bir
girişim kılar. Örneğin resim yapmayı, yazmayı veya müzik yapmayı düşünün. Tüm
bunlarda kesinlikle her bir yaratının kişisel bir çalışma olduğu, üzerinde onu
yaratan kişinin ve kişiliğin etiketinin olduğu iddia edilebilir. Shakespeare
Hamlet'i yazmasaydı, hiç kimse Hamlet'i yazmayacaktı. Picasso yapmasaydı, hiç
kimse Demoiselles d'Avignon [Avignonlu Kızlar] tablosunu yapmayacaktı.
Metallica heavy metal müziğini bestelemeseydi, hiç kimse bes-telemeyecekti.
Her şeye karşın bilim, sanatta olmayan bu avantajı taşıyor: Sorduğumuz
soruların önemli olduğundan şüphelenmek durumunda değiliz. Bilinç bilmecesinin
veya evrenin kökeninin çözümünün cevabını herkes bilmek istiyor. Buna karşın
Metallica'nın yapmak istediği şeyin yanıtını herkes bilmek istemiyor ya da
hatta Picasso ve Shakespeare'in yaptıklarını da. Tabi belki de Shakespeare
başka bir ligde olabilir. Herkes Hamlet'teki problemlerin yanıtlarını bilmeyi
tabi ki istiyor.
Belki de ideal yaşam, büyük sanatın niteliklerinden bazılarını ortaya
koyan bir tarz ve yolla bilimi yaratmak olacaktır. Fakat buna rağmen büyük
sorunlara doğrulanabilir yanıtlar sunmanın güvencesiyle bunu
gerçekleştirecektir. Biri, bilimin Metallica'sı olabilir mi? Belki bu
sunulabilecek en
iyi model değil; ama şunu söylemek isterim ki, biri kesinlikle bilimin
Dostoyevski'si olabilir.
Ama öyleyse katkınızın kişiye ait bir etiket taşıyıp taşımaması
gerçekten önemli mi? Hiç kimsenin fark yaratanın sen olup olmadığına
balanayacağı yollar -belki de daha asil yollar- olduğu fikrine ilk katılan ben
olurdum. Bilim insanları olarak, pratik etkileriyle dünyayı daha iyi bir yere
çevirecek şeyler yapmanın eşsiz fırsatlarını elimizde bulunduruyoruz. Üzülerek
belirtiyorum ki, benim kendi çalışmamda da bu pratik unsur hayli eksik.
İnsanları düşünceler konusunda heyecanlandırıyorum; ama onların hayatlarını
maddi anlamda değiştirecek yeterli şeyler yaptığımı iddia edemem.
Belki çok geç değil. Son zamanlarda plasebo etkisine felsefi ve evrimci
bakış açılarını birleştirerek yaklaşan bir çalışmaya dahil oldum. Plasebo
etkisi tüm tıbbın çok önemli bir yanı. Tıbbi iyileştirmelerin büyük bir kısmı,
çözümüne katlanmak için kendi alternatiflerini getirmeye müsaade edilen
hastaların kendi çabalarından besleniyor. Klasik plasebo durumunda, şekerden
bir hapı hastaya verirsiniz ve bu hastanın iyileşmesinde bir bahane olur; ama
plasebolar aslında her tür tıbbi tedavide mevcuttur. Hasta tedavinin işe
yarayacağına inandığı oranda, başka türlü yapmayacağı bir şeyi yapar ve
kendisine iyileşme kaynaklarını harekete geçirmek için izin verir.
Bunu nasıl anlamalıyız? Plasebo etkisi bilimi nasıl sorular sormalıdır?
Elbette bu etkileri belirleyen beyin mekanizmalarını araştırmak önemli ve
birçok araştırmacı çoktan soruna nörofizyoloji ve bağışıklık bilimi düzeyinde
eğilmeye başlamış durumda. Ama büyük resme bakıp şunu sormak da daha az önemli
değil: İşlevsel bir noktadan, orada ne oluyor? Plasebo insanlara kendilerini
tedavi etme yeteneği kazandı-rıyorsa, neden sadece plaseboyla idare etmiyorlar?
Ne diye insanlar kendi kendine iyileşmelerine izin vermesinler ki? Hasta
olduğunuzu düşünüyorsanız, hemen iyileşmeyi düşünürsünüz; bir doktordan,
şamandan yahut psikoterapistten sizin kendi iyileşme yollarınızdan yararlanmak
için müsaade beklemezsiniz.
Sorunun bu kısmı beni, kimi olası evrimsel açıklamalar aramaya
yönlendirdi. İnsanlar ve diğer hayvanlar iyileşme kaynaklarını neden yedekte
tutsunlar ki? Aslında yapabili-yorken iyileşmemenin faydası ne olabilir ki?
Daha da araştırdığımda, bunun birçok örneğini tespit ettim.
İnsanlar, kansere karşı kullanılabilecek bağışıklık kaynaklarını
yedekte beklettikleri halde kanserden ölüyor olabilirler. İnsanlar, frenler
yeterince tutmadığı için araba çarpışmalarında doğrudan ölebiliyorlar. Atletler
maratonda koşarken yapabileceklerinin en sonuna gelip, aslında kasları yeterli
düzeyde yedek enerjiye sahipken, yorgunluktan yere çökebilirler.
Ne oluyor?
Şununla yapmak istediğim şeyi tahmin edeceksiniz: Düşüncem şu ki, doğa
bizi, oyunu güvenli oynamamız için ve sahip olduğumuz her şeyi asla
kullanmamamız için tasarladı. Çünkü asla köşeden ne çıkacağını halıl
bilmiyoruz. Belki maratonun sonuna ulaştığımızda bitiş çizgisinde avını
kovalamak üzere bekleyen bir aslanla karşılaşacağız. Bir enfeksiyondan hasta
olduğumuzda ve bağışıklık tepkisiyle yanıt verdiğimizde, diğer gün daha fazla
enfeksiyona maruz kalabiliriz. Akıllı ve aptal bakireler ve lambalarının
hikayesini hatırlayın: Bir şeyi yedekte tutmak her zaman akıllıcadır.
Şu anda "doğal sağlık yönetim sistemi" dediğim bu kısım
üzerinde düşünüyorum. Ki bu kısım kendimizi iyileştirmenin ne gibi fırsatları
ve maliyetleri olacağının bir tür ekonomik analizini yapıyor; elimizde ne
kaynaklar var, durum tam şu anda ne kadar tehlikede ve gelecekte ne olacağına
dair ne gibi tahminlerimiz var. Bu, kaynaklarını şu ya da bu soruna karşı
kullanıp kullanmamayı, geride kalan kaynakların ne kadarını saklayacağını, bu
ya da şu bölgeyi desteklemesi gerekip gerekmediğine karar vermeyi -temelde
ileride doğabilecek sıkıntılara karşı yeteri kadar kaynak ayırarak soruna en
iyi çözümü üretmeyi denemeyi- ve tüm bunlar gerekliyse ne zaman yapılacağını
seçmek durumunda kalan iyi bir hastane müdürü gibi.
Doğruysa, bu plasebonun homeostazi ve sağlık yönetiminde daha büyük bir
yer tutmasını sağlar. Aynı zamanda bu, hayli farklı disiplinlerden gelen
araştırmacıların geliştirdiği düşüncelerle de örtüşüyor. Özellikle Güney
Afrikalı fizyolog Timothy Noakes'un çalışmaları karşısında şaşırıp kaldım. Noakes,
beyinde "merkezi yönetici" diye adlandırdığı bir şeyin olduğunu ve bu
şeyin bedenin aşırı egzersiz taleplerini karşılama noktasında ne kadarına izin
verileceğini düzenlediğini söylüyor.
Bu fikirler, büyük fikirler; çünkü bizim ve diğer hayvanların iç iyileşme
kaynaklarımızın sınırı geçmesini yönetmek için nasıl evrimleştiğimiz üzerine
yeni bakış açıları üretiyorlar; ama zaten halihazırda salt kuramı aşıyor.
Spor fizyologlarının ve atletlerin çok iyi bildiği "aralıklı
eğitim" diye bir fenomen vardır. Bir atlet olarak hünerlerini geliştirmek
istiyorsan bunun etkili bir yolu şu şekilde güçlendirmeler yapmaktır: Örneğin
bir kısa mesafe koşucusu iseniz, iki dakika hızlı koşarsınız, sonra dinlenir ve
beş dakika yavaş tempoda koşarsınız. Bunu tekrar ve tekrar yaparsınız. Sonuç
şudur ki, önceki koştuğunuzdan %15 daha iyi koşarsınız.
Bu neden işe yarıyor? Tim Noakes'e göre olan şudur: Uç performansı
geliştirmek için sizin merkezi yöneticinizi kendinizin koyduğu sınırları aşmaya
ikna edersiniz, ta ki "uyarıcı yorgunluk" işin içine girip
"Artık yeter!" diyene kadar ve bunu yapmanın bir yolu, merkezi
yöneticinize risklerin neticede çok da büyük olduğunu öğretmektir. Aralıklı
eğitim yoluyla beyninize yapabileceğinizden daha ileri bir noktaya gitmenin sizi
sıkıntıya sokamayacağını öğretebilirsiniz.
Noakes'un kuramı atletik performansın sınırlarının nasıl
genişletileceğini incelemenin zekice bir yolu; ama ya aynı fikirlerin diğer
alanlara uygulanması nasıl olacak? Özellikle, aralıklı eğitimi, bağışıklık
sistemine uygulama olasılığı ne olurdu? İnsanlar bağışıklık kaynaklarını son
raddeye kadar kullanmıyorlarsa ve böylece yapabilecek olmalarına rağmen
iyileşmiyorlarsa, onlara bağışıklık sistemi için benzer
bir egzersiz programıyla bağışıklık kaynaklarını maksimum noktaya kadar
kullanmalarını öğretebilir miyiz?
İşte deney. İnsanlar üzerinde denemeden önce farelerde deneyelim.
Fareye bir bakteriyel enfeksiyon veriyoruz. Fare hastalanıyor ve enfeksiyona
karşı bağışıklık kaynaklarını harekete geçiriyor; ama sadece yapabildiği kadar.
24 saat sonra antibiyotiğe devam ediyoruz ve fare iyileşiyor. Farenin sağlık
yönetim sistemi en azından bu düzeye kadar çıkmanın güvenli olduğu mesajını
alıyor. Şimdi, bir hafta sonra, arkasından antibiyotiğin verildiği bu
enfeksiyon kalıbını bir kez daha uyguluyoruz. Sonra bunu tekrar ve tekrar
yapıyoruz. Farenin sağlık yönetim sisteminin kaynaklarını yapabileceğinden daha
fazla kullanabilmeyi öğrenebileceğini beklerim; çünkü kendi koyduğu sınırlara
doğru attığı her adımın güvenli bir düzelme olduğunu keşfedecektir.
Şimdi bu sistem içerisinden geçirilmiş bir fareyi ve sistemin dışında
bırakılmış bir fareyi ele alın. Her ikisine de kanserojen enjekte edin. Tahmin
ediyorum ki, bağışıklık sistemi aralıklı eğitimden geçirilmiş olan farenin
yaşam için kansere karşı koyuşu, eğitimden geçirilmemiş fareden daha etkin
olacaktır.
İnsanlar üzerinde çalışırsa, bunun tıbbı nasıl altüst edeceğini hayal
edin! Belki de modern tıbbın gerçekleştirmek istediği temel amaçlarından birine
-insanların genellikle yaptıklarından daha fazla ve daha iyi bir düzeyde kendi
iyileşme kaynaklarını kullanmasını sağlama- ulaşmanın en iyi yolu olabilir.
Söylemeliyim ki, bu fikri gerçekten seviyorum. Belki bu röportaj,
fikrin ilk duyurusu olacak. (Umarım!)
9
BİR SİRKE FIÇISINDA TAZE BİR SALATALIK
OLAMAZSIN
Philip Zimbardo
Stanford Ünivesitesi, Psikolog; The Lucifer Effect: Understanding How
Good People Turn Evil [Lucifer Etkisi: İyi İnsanlann Nasıl Kötü Olduğunu
Anlamak] kitabının yazarı.
Yıllarca kötülüğün psikolojisi diye adlandırdığım durumla ilgili temel
bir soruyla uğraştım: Neden iyi insanlar kötü şeyler yaparlar? Küçük yaşlardan
beri bu soruyla ilgilendim. Güney Bronx'ta bir kenar mahallede büyürken iyi
olduklarını düşündüğüm, fakat bir şekilde yolu ciddi belalara çıkan birçok arkadaşım
vardı. Hapse düştüler, uyuşturucu kullandılar veya diğer insanlara korkunç
şeyler yaptılar. Tüm yetişme dönemimde, onları yanlış yola saptıranın ne
olduğunu anlamaya çalıştım.
Ayrıcalıklı bir çevrede büyüdüğünüzde etrafınızda gördüğünüz başarılar
için övgü almak istiyorsunuz ve kalıtımcı oluyorsunuz. Meseleleri açıklamak
için karakter, gen veya aile mirası arıyorsunuz; çünkü babanızın iyi şeyler
yaptığını, sizin iyi şeyler yaptığınızı ve çocuklarınızın iyi şeyler yapacağını
söylemek istiyorsunuz. İlginç biçimde, yoksul biri olarak büyüdüyseniz tuhaf
davranışlara anlam vermeye
çalışırken çevresel faktörleri vurgulamaya eğilimli oluyorsunuz.
Etrafınıza bakıp babanızın çalışmadığını, arkadaşlarınızın uyuşturucu sattığını
veya onların kız kardeşlerinin fahişelik yaptığını gördüğünüzde, onlara bunları
yaptıranın içlerinde bir şey olduğunu söylemek istemiyorsunuz. Çünkü bu
yapılanlar sizin de yolunuzdadır. Psikologlar ve sosyal bilimcilerin çoğu,
çoğunlukla görece yoksul ve göçmen geçmişlere sahip değillerdir; ama ben
buradan geliyorum.
Yıllar boyunca bu soruyu daha da ayrıntılandırarak sordum. Birisine iyi
ve kötü arasındaki sınırı geçirtebilen belli durumsal değişkenlerin veya süreç
türlerinin ne olduğunu incelemeye başladım. Hepimiz bu sınırın geçirgen olmadığını
-cinayet işlemek, ihanet etmek veya adam kaçırmak gibi şeyler yapan insanların
sınırın diğer tarafında olduğunu-ve bizim sınırın diğer tarafına asla
atlamayacağımızı düşünmekten hoşlanırız. İyi insanlarla bir arada olduğumuza
inanmak isteriz. Benim çalışmam "Hayır, sınır geçirgendir" diyerek
başladı. Bazı insanların sınırın iyi tarafında olmasının nedeni daha önce hiç
test edilmemiş olmalarıdır. Bu insanlar hiçbir zaman gerçekten sınırı geçmeye
yeltenmeyecekleri ya da ayartılmayacakları sıradışı koşullara maruz kalmadılar.
Son 30 yıldaki araştırmam, laboratuvarlarda veya saha düzeneklerinde iyi,
normal, ortalama, sağlıklı insanların -çoğu zaman üniversite öğrencilerinden
daha sağlıklı olmayan insanların- ele alındığı ve bu türden düzeneklerin onlara
uygulandığı durumlar yarattı.
örneğin William Golding'in Lord of the Flies [Sineklerin Tanrısı]
kitabını düşünün. Bu kitapta kilise çocuk korosu üyesi Jack Merridew'in
domuzlarla birlikte aynı zamanda bilge Domuzcuk'u öldüren bir çocuğa
dönüşmesindeki anahtar değişken çocuğun görünüş değiştirmesidir. Elbiselerini
çıkarır ve kendisini gizlemek için böğürtlen türü meyveler kullanır ve diğer
çocuklara da bunu yaptırır. Daha sonrasında yasaklanmış olan bir şeyi yaparlar;
yani yemek için domuzları öldürürler. Öldürme kısıtlaması bir kez ortadan
kalkınca çocuklar rahatça öldürebilirler. Bu, romancının fik-
ri miydi yoksa psikoloji bakımdan geçerli bir kavram mıydı?
Bunu araştırmak üzere bir deney yaptım. New York Üniversitesinden (NYÜ)
adları açıklanmayan kadın öğrenciler aldım. Bu öğrencilere kapşonlar giydirerek
karanlığa koyduk. İsimlerini ortadan kaldırdık ve küçük gruplara ayırarak
onlara numaralar verdik. Ve gerçekten de yarım saat geçmeden bu şirin kadınlar
deneysel bir düzenek içerisinde diğer kadınlara şiddetli elektrik şokları
vermeye başladılar. Bu deneyi yine kimlikler açıklanmadan Belçika ordusunda da
gerçekleştirdik. Çeşitli formatlarda gerçekleştirilen deneyde aynı sonuçlara
ulaştık. Adınızın bilinmediği ve size saldırı izninin verildiği herhangi bir durum,
çoğu insanın içindeki canavarı ortaya çıkaracaktır. Bu, iyi insanların hiç
yapmayacaklarını söyledikleri şeyleri nasıl yapacaklarını göstermekteki ilgimin
başlangıcıydı.
Aynı zamanda vandalizm üzerine de araştırma yaptım. NYÜ'de hocayken
şehirde yüzlerce ve yüzlerce kırılıp dökülmüş araba olduğunu fark ettim.
Brooklyn'de yaşıyordum ve Bronx'taki NYÜ'ye banliyö ile gidip geliyordum.
Sokakta tahrip edilmiş bir araba gördüğümde polisi arıyor ve "Biliyor
musunuz? Sedgwick Caddesi, 167 numaralı binanın önünde kullanılamaz hale
getirilmiş bir araba var. Bu bir kaza mıydı?" diyordum. Polis bunun
vandalların işi olduğunu söylediğinde "Kim bu vandallar? Onlarla görüşme
yapmak isterim" diyordum. Polis de bana bunu yapanların varoşlardan gelip
her şeyi kırıp döken, duvarlara graffiti yapan, camları kırıp ortadan kaybolan
küçük, siyah Porto Rikolu çocuklar olduğunu söyledi.
Bu yüzden etolojistlerin "dağıtımcı işaretler" dedikleri şeyi
yarattım. Kullanılmış arabalar satın aldım, plakalarını çıkardım, kaportayı
açık bıraktım ve olup biteni fotoğrafla-dım. Ortaya çıktı ki, arabaları kırıp
dökenler küçük, siyah Porto Rikolu çocuklar değil, sokaktan arabasıyla geçen
orta sınıf Amerikalılardı. Bronx'ta NYÜ'nün yanında bir arabamız vardı. 10
dakika içinde yandan geçen ilk arabanın sahibi durdu, kriko yardımıyla arabanın
bir tekerleğini aldı. 10
dakika sonra küçük bir aile geldi. Baba radyatörü aldı, anne bagajı
boşalttı ve çocuk da torpido gözüyle ilgilendi. 48 saat içinde bu arabaya
yönelik 23 yıkıcı temas saydık. Bunlardan sadece birinde çocuklar da işe
karıştılar. Stanford Üniversitesinin olduğu Palo Alto'daki bir blokta bir
arabayı dışarı bırakarak karşılaştırma yaptık. Arabaya bir hafta dokunulmadı.
Yalnızca son gün yağmur yağınca birisi gelip kaportayı aşağı indirdi. Tanrı
korusun, motor ıslanır diyeydi.
Bu, bir toplumun ne olduğuna dair size bir şeyler sunar. Bir toplumun
algısı, insanların karşılıklı bir alaka olmasından kaynaklı kendi semtlerindeki
mülkler veya insanlar konusunda ilgili oldukları anlamına gelir. Varsayım şu:
Seninle ilgileniyorum; çünkü sen de ben ve mülkümle ilgileniyorsun. Bilinmeyen
bir çevrede benim kim olduğumu kimse bilmez ve kimse buna aldırış etmez ve ben
de başka birileri hakkında bir şeyler bilmeyi umursamam. Çevre, dışarıdan
tanımlanamaz olarak ifade edilebilir veya Ku Klux Klan kıyafetleri gibi
giyinilebilir.
Ve bu yüzden ben ve diğer meslektaşlarım, insanlıktan uzaklaşma üzerine
araştırma yapmaya başladık. Kendinizi değiştirip saldırgan olmak yerine diğer
insanlar hakkındaki psikolojik anlayışınızı değiştirip onlara karşı
düşmanlaşmanın yolu nereden geçiyor? Onları kıymetsiz hayvanlarmış gibi
düşünüyorsunuz. Bu tam da klişelerin gücünü kırmaktır.
Tüm bunları 30 yıl önce Stanford hapishane deneyinde yaptığım
araştırmayla birleştirdim. Oradaki soru şuydu: İyi insanları kötü yerlere
koyarsanız ne olur? Sıradan üniversite öğrencilerini Stanford'da psikoloji
bölümü bodrumunda hapishaneye benzer şekilde düzenlenmiş, çok gerçekçi yerlere
koyduk. Mahkumları kişiliksizleştirdik, onlara numaralar verdik ve kimliklerini
ortadan kaldırdık. Aynı zamanda gardiyanların da kişiliklerini ortadan
kaldırdık ve onlara Bay Islah Memuru diye seslendik, haki üniformalar giydirdik
ve onlara Cool Hand Luke [Parmaklıklar Arkasında] filmindeki gibi gümüş
yansıtmalı gözlükler verdik. Esasında, Lord of
the Flies'taki kimlik gizliliğini, anve an ne olduğunu
gözlemleyebileceğimiz bir düzeneğe uyarladık.
Bu deney hakkında ilginç olan şey, deneyin gerçekten kurumsal güç ve
kişisel direnme arzusu arasındaki bir yarışın çalışması olmasıdır. Buna eş bir
çalışma Bronx'taki James Monroe Lisesinde sınıf arkadaşım olan Stanley
Milgram'dan geldi. (Bir kez daha ikimizin de aynı çevreden gelen iki du-rumcu
olmamız ilginçtir.) Onun çalışması bireysel bir otoritenin gücünü
araştırıyordu: Beyaz laboratuvar önlüğü giymiş birisi size deneğin çığlık
atmasına ve bağırmasına rağmen şok vermeye devam etmenizi söylüyor. Bu
kötülüğün otoriteye körü körüne itaat şeklinde yaratılmasının bir yolu; ama
çoğunlukla, birisinin size bir şey yapmanızı söylemesine gerek de yok. Sadece
etrafa baktığınız ve diğer herkesin de aynı şeyi yaptığı bir düzenekte
oturuyorsunuz. Gardiyan olduğunuzu ve mahkumlara zarar vermek istemediğinizi
söylüyorsunuz; çünkü bir yerde onların üniversite öğrencisi olduğunu biliyorsunuz,
ama sizin ekibinizdeki iki gardiyan dehşet şeyler yapıyor. Size ekibin bir
parçası olmanız için izlemeniz gereken sosyal modeller sunuyorlar.
Bu deneyde biz, gazete ilanları aracılığıyla bulduğumuz normal,
sağlıklı, iyi çocuklar seçtik. Denekler, Stanford Üniversitesi öğrencileri
değil, ülkenin dört bir yanından, Bay Area'da" yaz okulunu bitiren
çocuklardı. Yüz çocuk başvurdu, onlarla görüşmeler yaptık ve kişilik testleri
verdik. Aralarından en normal, en sağlıklılarından iki düzine çocuk seçtik. 1971
yılıydı bu yüzden denekler barış aktivistleri, insan hakları aktivistleri ve
savaş karşıtı aktivistlerden oluşuyordu. Uzun saçlı, hippi çocuklardı ve
gardiyan rolü verilirse, günler içerisinde ağzı bozuk, magandavari hapishane
gardiyanlarına dönüşüyorlardı.
Her geçen gün mahkumlara karşı düşmanca davranışların, kötü muamelenin
ve aşağılamanın düzeyi daha da kötü bir hale geldi. İlk 36 saat içinde bir
mahkum duygusal bir
Körfez Bölgesi -çn.
çöküntü yaşadı; ağladı, çığlık attı ve mantıksızca düşünmeye başladı. Onu
salıvermek zorundaydık ve her gün aşın stres tepkilerinden dolayı bir mahkumu
daha serbest bırakmak durumunda kaldık. Çalışmanın 2 hafta sürmesi
bekleniyordu; ama 6 gün sürdü, çünkü gerçekten kontrolden çıkmış durumdaydı.
Normal ve sağlıklı diye seçtiğimiz çocuklar kendini kaybediyordu. Pasifist olan
çocuklar sadistçe davranıyor, mahkumlara karşı gaddarca davranmaktan, kötü
cezalandırmalar uygulamaktan zevk alıyorlardı.
Irak'taki Ebu Gureyb hapishanesindeki özellikle son dönemlerdeki kötü
muamelelerden kaynaklı çalışma bugün de sürüyor, ama çalışma daha önceleri daha
popülerdi; çünkü realite TV'ye ön ayak oluyordu. Bir grup öğrenciyi
alıyorsunuz, bir düzenek içine yerleştiriyorsunuz ve her saat videoyla
kaydediyorsunuz. Elimizde bu sıradan çocukların dramatik bir şekilde vahşi,
sadistik canavarlara veya patolojik zombilere dönüşmesinin Quiet Rage: The
Stanford Prison Experiment [Sessiz Öfke: Stanford Hapishane Deneyi] başlıklı
DVD formatında görsel kayıtları var. Hapishanede kalan ve çöküntü yaşamayan mahkumlar,
gardiyanların kendilerine her istediklerini yapmalarına müsaade ettiler. Bu bir
deneyden ziyade daha çok bir Yunan draması gibiydi; çünkü iyi insanları kötü
bir yere koyduğunuzda neler olacağının hikayesiydi. Yer mi kazanacak, insanlar
mı? Cevap: Yer l, İnsanlar O.
Çalışmayı çok dramatik hale getirdik. Gözaltına almalar sirenler
eşliğinde, devriye arabalarıyla gelen şehir polisi tarafından gerçekleştirildi.
Mahkumlar gerçek polisler tarafından karakola getirildi ve suç kayıt işlemine
tabi tutuldular. Anne babalar için görüş günleri ayarladık. Katolik rahipleri
ve şapel papazları vardı. Kamu avukatları vardı. Stanford Üniversitesinin
bodrumunda gerçekleştirilen bir deney olsa da cezaevindeki tüm şartlar
mevcuttu. Cezaevine kapatılma algısının psikolojik bakımdan işlevsel bir
dengini yarattık. Kısa zamanda büyük bir etkiye yol açmasının nedeni de budur.
Stanford hapishane deneyi ve görüntülerde mahkumların soyulduğu,
kafalarına torbalar geçirildiği, zincirlendiği ve cinsel açıdan aşağılayıcı
hareketler yapmaya zorlandığı Ebu Gureyb hapishanesinde olanlar arasında
çarpıcı paralellikler var ve her iki hapishanede de en kötü muameleler gece
vardiyasında açığa çıktı. Bizim gardiyanlarımız çok az kötü fiziki muamele
uyguladılar. İkinci gün bir cezaevi isyanı çıktı ve gardiyanlar fiziki kötü
muameleye başvurdular ve ben hem hapishane müdürü ve hem de deneyin baş
araştınnacı-sıydım; bu büyük bir hataydı. Bu rollerin ikisini birden
oynayamazsınız; sürekli bir biçimde, gardiyanlara fiziki kötü muameleye
başvuramayacaklarını söyledim. Ama sonra tamamen psikolojik denetlemelere ve
psikolojik hakimiyete başvurdular. Mahkumlardan itiraflar almak için
uyguladıkları üçüncü derece kötü muameleleri bırakmaya zorlanan polis
dedektiflerinin psikolojik taktiklere başvurarak, sorgudan sonra aynı derecede
etkili bir şekilde itiraflar aldıkları durumlarla benim l960'larda belgelenen
çalışmam arasında enteresan bir karşılaştırma var.
Gardiyanlarımız mahkumlara "Sen Frankenstein'sın. Sen de Bayan
Frankenstein. Frankenstein gibi yürü. Bayan Frankenstein'i kucakla. Ona, onu
sevdiğini söyle" gibi şeyler söylüyorlardı ve sonra mahkumları
birbirlerine doğru ittiriyorlardı.
Gerçek hapishanelerde gardiyanların yaptığı şeylerden birisinin, egemen
olan erkekliği zayıflatmak olduğunu öğrendik; çünkü mahkumlar gardiyanların
güvenliği karşısında bir tehdittir. Bu yüzden Standford'da mahkumlar kadın
elbiseleri gibi, külotsuz, uzun gecelik elbiseler giydiler. Onları feminize
etmek için kasıtlı olarak yaptık bunu. Gardiyanlar birdirbir oynayacak şekilde
sıraya dizilmelerini söylüyorlardı. Bu basit bir oyun aslında; ama burada
diğerinin üzerinden atlayan mahkumun cinsel organları alttakinin kafasına şak
diye çarpıyordu. Sonrasında gardiyanlar "Eğilin. Dişi develersiniz
siz" diyorlardı ve eğildiklerinde arka kısımları görünüyordu. Sonra da
diğerlerine "Siz erkek develersi-
niz. Bunların arkalarına geçin. Tamam, şimdi onların üzerine
çıkın" diyorlardı. Elbette bunlar komik kelime oyunları; ama mahkumları
eşcinsel gibi gösteriyordu.
Bunlar, 30 yıl önce Stanford bodrumunda olanlar ile gardiyanlar, onları
eşcinsel gibi davranmaya zorlarken çıplak bırakılan, başlarına torbalar
geçirilen veya maskelenen mahkumların görüntülerini gördüğünüz Ebu Gureyb
hapishanesinde yaşananlar arasındaki kesin benzerlikleri temsil ediyor. Soru,
burada bizim iyi gönüllülerimizi yaratıcı kötü gardiyanlara dönüştüren
mekanizmalardan öğrendiklerimizin iyi Amerikan ordusu personelinin Ebu
Gureyb'deki "zafer hatırası fotoğraflarında" gördüğümüz insanlara
dönüşmesini anlamakta kullanılıp kullanılmayacağıdır. Benim cevabım:
"Evet, çok sayıda doğrudan paralellikler mevcut."
Düşünmek durumunda kaldığım rahatsız edici şeylerden birisi, geniş bir
şekilde yazdığım araştırmamın sonuçlarının Pentagon'un çeşitli programlarında
kullanılıp kullanılmadığı. Araştırmamın, kötülüğün basitçe izahı yerine bu
kötülüğü yaratmada kullanılmasını düşünmekten iğreniyorum. Ama şimdi ordu,
Pentagon ve yönetim bu "zafer hatırası fotoğraflarında" görülen belli
gardiyanlar üzerindeki etkilerini reddetmeye çalışıyor. Bu kötü muameleler
karşısında açılan birçok soruşturmadan birinde (Schlesinger raporu) açık bir
şekilde, Stanford hapishane deneyinin Ebu Gureyb hapishanesini işletenler için
böyle mekanlarda gardiyanların taşkınlıklarının yol açacağı potansiyel tehlikeler
konusunda bir ön ikaz olarak kullanılması gerektiği belirtiliyor.
Bu muamelelere imza atan askerlerin, bu "zafer hatırası
fotoğraflarını" çekerken ne düşündüklerini kavramak zor. Bunlara
"zafer hatırası fotoğrafları" diyorum; çünkü büyük oyun avcılarının
kara ve deniz hayvanları üzerindeki zaferini sergilemesiyle analoji yapıyorum.
Ama daha etkili bir benzerlik, 10 yıldan fazla bir süre zenci kadın ve
erkeklerin linç edilişini gösteren zafer hatırası fotoğraflarıdır.
Amerikalılar'ın yüzyıl boyunca Güney Amerika ve Ortabatı Amerika'daki zenci
kadın ve erkekleri linç etmekle kalmayıp
aynı zamanda yasadışı linçlere katılan tüm insanları
fotoğ-rafladıklarını gösteren No Sanctuary [Mabetsiz) isimli bir kitap vardır.
Bunlar sadece linci gösteren fotoğraflar değil, aynı zamanda vahşi
kırbaçlamaları ve zencilerin diri diri yakıldığını da gösteriyorlar. Bazı
fotoğraflarda küçük çocuklar bu manzarayı izlerken görüntüleniyor. Dehşeti daha
da kötü bir hale getirmek için, bu fotoğraflar kartpostallara konuluyor ve insanlar
bu kartpostalları birbirine gönderiyor veya çerçeveleyip oturma odalarına
asıyorlar. Canavarlıktan mı bahsediyoruz! Birisini linç etmek veya diri diri
yakmak yeteri kadar korkunç; ama bu yaşananların fotoğrafını çekip, kendinizi
bu karelerde görüntületmek ve daha sonra fotoğrafı annenize gönderip "Ben
soldan üçüncüyüm" demek bir canavarlıktır işte.
Bu korkunç fiiller, Amerika için enteresan bir benzeştirme oluşturuyor;
çünkü Ebu Gureyb hakkında merak ettiğimiz iki şey var: Birincisi bu askerler
nasıl böyle çığırlarından çıktılar? İkincisi bu askerler kendilerini yasal
bakımdan suçlu bir pozisyona itecek bu fotoğrafları neden çeksinler? Daha fazla
insanın çeşitli yollardan bu meseleye dahil olduğu açık olmasına rağmen şu an
mahkemeye verilenler, sadece fotoğrafta çıkanlar. Böyle yapmalarının sebebini
yalnızca Stanford hapishane çalışmasındaki temel sosyal-psikolojik süreçleri
uygulayarak değil ve aynı zamanda Ebu Gureyb'de özgün olan şeyleri analiz
ederek de anlayabiliriz.
Çeşitli konular var: Birincisi, her iki durumda da kimlik-sizleştirme
süreçleri ve kimlik gizleme algısı var. CIA ajanları, sivil sorgu yargıçları
asla üniforma giymediler ya da kimlik göstermediler. Tüm fotoğraflarda tipik
bir biçimde askerler üniforma giymiyorlardı. Kimilerinin başları görünmüyordu.
Bu aslında askeri protokolün ihlal edilmesi anlamına geliyor; çünkü hapishanede
olsanız bile üniforma giymek zorundasınız. l970'lerde, Vietnam Savaşına karşı
öğrenci eylemleri karşısında polis aynı şeyi yapıyordu. İsimlerinin ve kimlik
numaralarının yazılı olduğu ceketlerini çıkarıyorlardı. Columbia
Üniversitesinde bir eylemde, Stanford Üni-
versitesinde de başka bir eylemdeydim. Polislerin ilk yaptığı şey
kimliklerini gösteren her şeyi Üzerlerinden çıkarmak ve gaz sıkmamalarına
rağmen kimlik gizlemek amaçlı gaz maskeleri takmalarıydı.
Ebu Gureyb'de birisinin bir şeyde öncülüğü ele aldığı sosyal modelleme
söz konusuydu. İnsandışılaştınna, diğerlerini daha kötü, daha değersiz gösteren
etiketler vardı. Sorumluluğun hiç kimseden hesap sorulamayacak şekilde
dağıtılması söz konusuydu. Stanford hapishane çalışması bu düzenlemede tamamen
uygulanabilecek bir dizi prensibi ortaya koydu.
Elbette bir diğer mesele de, bu zor ve yeni işte nasıl
dav-ranılacağının öğrenildiği "özel görev" eğitimi almayan düşük
düzeyli ordu personeline sahip olmanız. Onlar üzerinde geceleri çok az denetim
vardı ya da hiç denetlenmiyorlardı. Yani gerçek bir hesap verme zorunluluğu
yoktu. Bu aylarca böyle sürdü ve kötü muameleler zamanla hızlandı. Bu benim
çalışmamda da yaşandı. Her geçen gün durumlar daha da kötüleşti.
Ve bir de gizli can sıkıntısı faktörü var. Can sıkıntısı faktörü,
hapishanelerdeki kötülük, şiddet ve düşmanca davranışlarda önemli bir yer
tutuyor. Aslında bizim hapishanelerimizde yaşanan en kötü şeyler gece vardiyaları
sırasında yaşandı. Gardiyanlar saat 10.00'da geliyorlardı, hiçbir şey
ol-muyorken öldürmek için 8 saat zamanları vardı. Mahkumları oyun nesnelerine
dönüştürerek bir şeyler olmasını sağladılar. Kötü dürtülerle değil, ama elde
varolan ve can sıkıntısını kırabilecek tek şey buydu. Ayrıca Ebu Gureyb'de
gardiyanlar arasında askerleri ve mahkumları öldüren daimi havan saldırıları ve
firar girişimlerinden kaynaklı aşırı bir korku vardı.
Aynı zamanda insandışılaştınna, mahkumlara giyecek elbise sağlanmaması
veya mahkumların aşağılama taktiği olarak askeri polis ve üst düzeylerince
soyunmaya zorlanmaları yoluyla da gerçekleştirildi. Çok fazla mahkum vardı.
Başlarda 400 olan sayıları birkaç ay içinde lOOO'i aştı.
Düzenli duş alamıyorlardı, İngilizce konuşmuyorlardı ve leş gibi
kokuyorlardı. Bu koşullar altında gardiyanların mahkumları hayvan gibi
düşünmesi kolaydır ve insandışı-laştırma devreye girer.
Bu dehşet çalışma koşullarını ve dış faktörleri bir araya
getirdiğinizde, ortaya şeytani bir fıçı çıkıyor. Esas itibarıyla herhangi
birini bu fıçıya koyduğunuzda, bu şekilde şeytani davranışlar elde
edeceksinizdir. Pentagon ve ordu, Ebu Gu-reyb skandalının aslında iyi olan bir
fıçıda birtakım çürük elmaların işi olduğunu söylüyor. Bu, yaradılışa
dayandırılan bir analizdir. İçimdeki sosyal psikolog ve deneysel sosyal
psikolojideki çoğu meslektaşımın fikir birliği, bunun yanlış bir analiz
olduğunu söylüyor. İnsanları yoldan çıkaran çürük elmalar değil, çürük
fıçılardır. Bu Irak hapishanesindeki kötü muameleleri anlamak, "bu küçük
dehşet pazarında" gece vardiyasında çalışan askerler üzerinde işleyen
koşullara bağlı, sistematik güçlerin analiziyle başlar.
New York'tan geldiğimden, bir şarküteriye uğrayıp taze bir salatalığı
sirke fıçısına koyarsanız, salatalığın "Hayır, ben tazeliğimi muhafaza
etmek istiyorum" diyebileceğini biliyorum. Ama bu umutsuz vakadır. Varil,
taze salatalığı bir turşuya çevirecektir. Sirke fıçısında taze bir salatalık
olamazsınız. Düşüncem o ki, bizim içine bu hapishanenin şeytani varilinin -ve
aslında tüm askeri hapishanelerin de benzer türden kötü muamelelere ev
sahipliği yaptığı anlaşılıyor- yerleştirildiği bir şeytani savaş varilimiz oldu
ve buradan da ortaya çıkan şey, başka türlü iyi insanlar olabilecek insanların
yoldan çıkmasıdır.
Yakın zamanda, Ebu Gureyb hapishanesi gece vardiyası gardiyanlarından
birisinin savunması için askeri mahkemedeki yargılamasında bilirkişi olarak
görev yaptım. Bu durumda, resmi soruşturma raporlarıyla birlikte çeşitli
askerlerin yüz kızartıcı fiillerini gerçekleştirdiği sırada çektikleri
fotoğraflara erişebildim. Davalı ve eşiyle bir gün geçirdim, çeşitli psikolojik
değerlendirmelerde bulundum ve davalının arka planını ve ordu personel
kayıtlarını inceledim.
Daha önceki çalışmalarımın davalının ve diğer gece vardiyası
askerlerinin üzerinde etkili olan kimi güçleri anlamaktaki önemini fark etmenin
yanında, bu askerin de ordunun zorla yaptırdığı kötü muamelelere maruz kaldığı
ortaya çıktı. 40 gün boyunca hiç izin alamadan, haftanın 7 günü 12 saat gece
vardiyasında çalışmanın getireceği toplam stresi hayal edin! Ayrıca bu asker,
işi sabah 4.00'te bittiğinden dolayı nadiren ayrıldığı hapishanenin başka bir
bölümündeki hücresinde uyurken, sürekli kahvaltı ve öğle yemeklerini
kaçırıyordu. Çocuk mahkumların yetişkin mahkumlarla ve akıl hastası veya
bulaşıcı tüberkülozu olan mahkumlarla aynı yere konulduğu için yakındığında
azar işitmiş; ama bir mahkumu itiraf ettirebilmek için yıprattığında
ödüllendirilmişti. Bel bağlayabileceği hiçbir resmi idare yetkilisi olmadı. Yeterli
sayıda gardiyan yoktu. 1000 tutsağa 8 gardiyan düşüyordu ve gardiyanların
hiçbirisi bu sıkı iş için uygun şekilde eğitilmemişti. Psikolojik testler ve
görüşmem, bu hapishaneden önce tek bir patoloji belirtisi olmayan bir genç
adamın ve içinde bulunduğu patolojik durumun bileşenlerinin akıl ve kararlarını
bozduğuna işaret ediyordu. Aslında birçok taraftan bu asker iyi bir Amerikan
ikonu; iyi bir koca, baba, işçi, vatansever, inançlı, birçok arkadaşa sahip,
normal ve ahlaklı kasabada uzun bir yaşam geçmişi var.
Askerin tahrif edilmiş grup zihniyetini etkileyen tüm bu duruma bağh ve
sistematik etkilerle ilgili detaylı mahkeme tanıklığıma rağmen hakim onu suçlu
buldu ve başka cezalarla birlikte 8 yıl hapse mahkum etti. Hakim, birçok resmi
soruşturmanın açıkça ortaya koyduğu gibi, "bir hata ya da yönetim
boşluğunun" yaşanmaması halinde Ebu Gureyb'deki kötü muamelelerin
engellenebileceği gerçeğini kabul etmeyi reddetti. Bazı raporlar, isim isim
yaşananlardan sorumlu yetkilileri ve birimleri de listeledi; ama bu yetkililer
ve birimler asla çürük elmalar olarak düşünülmediler; onlar sadece bazı
kusurları olan bir varilin emanetçileriydi. Bu askeri kurul mahkemelerinde,
hakimler ve kurul üyeleri bu genç adamları ve kadınları içine çeken güçlü
durumsal ve
sistematik faktörleri minimuma indirgediler. Onların faaliyetleri, hür
irade, rasyonel seçim ve kişisel sorumluluğun sonuçlarıymış gibi muamele gördü.
Kimlik gizlenmesi, grup zihni ve bolca stres, yorgunluk, uyku mahrumiyeti ve
diğer psikolojik durumlar göz önünde bulundurulduğunda bu muamelenin doğru
olmadığını savunuyorum. !yi niyetli melek Lucifer gibi onlar da şeytana
dönüştürüldüler. Durumlar çoğu insanın farkında olduğundan veya kabul
edeceğinden çok daha fazla etkilidir.
Parlak üniversite öğrencilerine 50 yıldan fazla bir süredir ders
veriyorum ve çocukların durumcu psikologların kötülük, önyargı veya diğer
patolojik davranış türlerine dair analizlerini takdir etmelerini beklemek zor;
çünkü tüm toplumu-muz, yaradılışçı bakış açısına saplanıp kalmış: İyi insanlar
iyi şeyler yaparlar, kötü insanlar kötü şeyler yaparlar. Bu kurumsal
düşünmemizin bir parçasıdır. Tüm psikiyatri bundan ibarettir. Tüm tıp bundan
ibarettir. Tüm yasal sistemler bundan ibarettir. Ve tüm inanç sistemleri bundan
ibarettir. İyiyi insanların içine yerleştiriyoruz, kötüyü insanların içine
yerleştiriyoruz. Düşünme biçimimize çok fazla kazınmış; ama durumcu perspektif,
tüm bunlar bazen doğru olsa da verili düzenlemelerde üzerimizde potansiyel
olarak dönüştürücü etkileri olan, ama hemen göze çarpmayan toplumsal güçlerin
varlığını kabul etmemiz gerektiğini söylüyor.
Lord of the Flies kitabının bu kadar çok etkili olmasının nedeni de bu.
Sadece görünüşünüzü değiştirmek nasıl olur da, daha önce size yabancı olan bir
şeyi yapmanıza veya öldürmenize sebep olabilir? Bu halen yanıtı kolay
bulunamayacak bir soru. Milgram deneyinde öğrencilerin son raddeye kadar
gittiklerini söyleyebilirsiniz. Peki, siz ne yapardınız? Öğrenciler
"Hayır, ben öyle bir insan değilim" derler. Pekala, benim çalışmamdaki
çoğu gardiyan gaddarca şeyler yaptılar. Siz bir gardiyan olsaydınız ne
yapardınız? "İyi bir gardiyan olurdum" cevabını verdiler.
Bu aslında kısmen kendi kendine hizmet eden bir önyargı. İyi
olduğumuza, farklı olduğumuza, daha iyi veya daha
üstün olduğumuza inanmak istiyoruz. Ama bu türden sosyal psikolojik
araştırmalar -şurası kesin ki benim ve Milgram'ın deneyleri dışında daha birçok
deney var- çoğu iyi, sıradan, normal insanın kolayca yoldan çıkabileceğini ve
daha önce hiç yapmayacaklarını söyledikleri şekilde davranmaya girişeceklerini
veya başlayacaklarını gösteriyor. 30 dakikada sınırın öte yanına geçtiklerini
gördük. Bilmiyorum; ama daha kolektivist toplumlara, birim olarak birey yerine
topluluğa ya da gruba odaklanan toplumlara giderseniz, bu toplulukların durumcu
yaklaşımı daha özgürce benimseyebileceğini iddia edebilirim.
Diğer bir önemli şey, bunu bir ilerleme olarak görmek. Stanford
hapishane çalışması üç ay sürseydi, insandışı-laştırma ve aşağılama düzeyindeki
düzenli artış Ebu Gu-reyb'deki kötü muamelelerle yarışabilirdi.
Tüm bunlarda önemli olan bir değer şey de "tepkisizliğin
şeytaniliği". Suçun faillerine odaklanıyorum, ancak araştırmamda ve
gelecek yazılarımda odaklanmak istediğim iki önemli grup var. Peki ya olanları
izleyip hiçbir şey demeyen insanlar? Doktorlar, hemşireler ve teknisyenler
vardı. İki askerin mahkumları bir piramit şeklinde üst üste koyduğu ve diğer 12
insanın izlediği bir fotoğraf var. Olanları izleyip "Bu yanlış! Kes şunu!
İğrenç!" demiyorsanız gizli şekilde onay veriyorsunuzdur. Siz, bir şeyleri
kabul edilebilir kılan sessiz çoğunluksunuz. NewYork'ta bir taksiye bindiğimde
taksi şoförü ırkçı veya cinsiyetçi bir şaka yaparsa ve ben onu durdurmazsam bu,
müşterilerinin sevdiğini düşündüğü bu şakayı durmadan yapacağı anlamına gelir.
Benim sessizliğimi, kendi ırkçılığının onayı kabul eder. Sadece hapishanedeki
insanlar arasında tepkisizliğin şeytaniliği yoktur. Aynı zamanda genel toplumun
içindeki insanlar da şeytaniliği gözler ve karşı çıkmayarak devam etmesine izin
verir.
Bizim hapishanemizde, hapishaneyi idame ettirenler "iyi
gardiyanlar"dı. Bu gardiyanlar mahkumlara karşı en kötü
muamelelerin gerçekleştirildiği vardiyalarda yer alıyorlardı ve
mahkümlara hiçbir kötü şey yapmamışlardı; ama hafta boyunca bir kez olsun kötü
gardiyanlardan birine gidip "Ne yapıyorsun? Kendimizi yormadan biz de aynı
parayı alıyoruz" veya "Hey, bunların üniversite öğrencileri
olduklarını unutma, mahküm değil onlar" demediler. Hiçbir iyi gardiyan,
kötü gardiyanların yaptıklarına bir defa olsun müdahale etmedi. Hiçbir iyi
gardiyan ne bir dakika önce geldi, ne bir dakika sonra çıktı ya da aleni olarak
şikayette bulundu. O zaman bir anlamda bunların olmasına müsaade eden iyi
gardiyanlardır. Bu, eşinin çocuğuna kötü muamele yapmasına karşı çıkmayarak
izin veren iyi ebeveyndir. Bu gerçekten üzerinde durulması gereken önemli bir
şey.
Bilinmesi gereken bir diğer önemli grup aramızdaki kahramanlar. Durumcu
bir yaklaşımı benimsediğinizde bu düzenlemelerdeki çoğu insanın yolun sonuna
kadar gideceğini ve sınırın öbür tarafına geçeceğini düşünürsünüz. Çünkü
kötülük büyüleyicidir, kötülüğü yapanlara bakmaya kafaya takmışızdır. Peki,
yolun sonuna kadar gitmeyenlere ne demeli? Onları görmezden geldik; ama onlar
tanımı yerindeyse kahramanlardır.
Kahraman, bu gibi durumsal baskılara direnebilmek için iç nitelikleri,
iç zenginlikleri, karakteri, gücü veya erdemi -ya da Marty Seligman'ın pozitif
psikoloji bakış açısından bakıldığında her ne denilirse ona sahip^ olan
insandır ve bu insanlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Hiçbir zaman için
kahramanlığın psikolojisi yapılmadı. Örneğin Yahudi Soykırımından sonra birinin
Yahudilere yardım edip etmediğini sorması 30 yıl aldı. Nazilerin kötülüğü ile o
kadar meşguldük ki, bu soru sorulmadı. Sorduklarında yanıt evet idi! Her ülkede
Yahudilere yardım eden insanlar vardı. Yahudileri ambarlarında ve çatı
katlarında saklamak için kendi canı ve potansiyel olarak ailesindekilerin
canlarını ortaya koyan insanlar vardı. Yakalansalardı öldürüleceklerdi. Bunlar
kahramanca fiiller. Yıllar sonra bu insanlarla görüşmeler yapıldığında,
genellikle yaptıklarının büyük bir şey olmadığını
söylediler. Diğer insanların neden böyle yapmadığını anlayamıyorlardı.
Daha inançlı gibiydiler, ancak dahil olmaya -olmasına izin vermek veya
direnmek, itaat etmek veya karşı çıkmak gibi- karar vermeleri üzerine yürütülen
araştırmalar mevcut değil. Bu gerçekleştirilmesi heyecan verici bir psikolojik
araştırma.
Tüm bu araştırmalar bir kez daha yapılamaz; çünkü artık bunların etik
olmadığı düşünülüyor. Ama Ebu Gureyb'de bir kahramanımız vardı. Bir personel
uzmanı, düşük rütbeli bir adam, bu fotoğrafları arkadaşının kendisine verdiği
CD'de görüyor. Hemen bunların etik dışı olduğunu, Amerikalılar için bunun
yapılmasının yanlış olduğunu fark ediyor. İlk başta resimleri içeren CD'yi üst
düzey bir yetkilinin kapısının altından atıyor. Daha sonra diğer gün ilginç bir
şekilde yaptığı şeyi sahipleniyor. "CD'yi oraya koyan bendim. Bence bu
yanlış bir şey. Buna karşı bir şeyler yapmalısınız" diyor. Bazı askerlerle
görüştüğümde, böyle bir şey yapmanın büyük bir cesaret istediğini, çünkü böyle
bir düzenleme içinde askeri poliste bir ordu ihtiyatı olarak ordudaki en alt
hayvan türü olduğunuzu söyledi. Kişisel olarak fotoğrafları göstermesinin tek
nedeni, deneseler bile kötü muamelenin olduğunu inkar etmelerinin önüne
geçmekti.
Paradoks şu ki, bu asker şimdi saklı olan inanılmaz bir kahraman. Şimdi
koruyucu gözaltında. Kendi taburundan askerler onları rezil ettiğini
söylüyorlar. Açık bir şekilde, ona yönelik ölüm tehditleri var; ama bunu su
yüzüne çıkaran kişinin yaptıkları, kötü muameleye son verdi. Şüphe yok ki,
devam edecekti. Bu yapılanların ne denli korkunç olduğuna dair grafik görsel
kanıtların olmasından dolayı kötü muamele sona erdi ve beraberinde yarım düzine
soruşturma getirdi. Yine burada beni büyüleyen biriyle karşı karşıyayız; çünkü
o hepimizin yerinde olmak istediği nadir bir insan.
İyi insanlar olduğumuzu düşünmeyi seviyoruz ve içerlerde bir yerlerde
hepimiz "Kahraman olacağım. İfşa eden ben olacağım" diyoruz. Durumcu
yaklaşımın sınırı bu kahramanları gördüğümüzde geliyor; çünkü çoğunlukta
olmayan bir
şeyler var bu insanlarda. Bu özgün niteliğin ne olduğunu bilmiyoruz.
Kesinlikle üzerine çalışmak istediğimiz bir şey. Onu tanımlayabilmeyi
istiyoruz; böylece zenginleştirebilir, çocuklarımıza ve toplumumuzdaki diğer
insanlara öğretebiliriz.
* * *
Uzun bir zaman hapishanelerle ilgilenen ben gibi biri için diğer bir
önemli şey de, Ebu Gureyb'i böyle korkunç şeylerin olduğu tek yer, egzotik bir
Ortadoğu hapishanesi olarak görmüyor oluşum. O kadar aşırı olmasa da, böyle
korkunç şeyler kendi ülkemizdeki hapishanelerde de oluyor.
Şu anda Kızılderililere ayrılmış bölgelerde Kızılderililerin
ölmeleriyle ilgili bir soruşturma var. Çok sayıda, medyanın "tuhaf' diye
adlandırdığı ölüm koşulları var. California Youth Authority'de [California
Gençlik Otoritesi] gardiyanların daha kolay kontrol etmesi amacıyla hayvan
kafeslerine konulup uzun zaman ilaç verilen ergenlerle ilgili başka bir
soruşturma var. California'nın yüksek güvenlikli hapishanesi Pelican Bay'de·
mahkümlar 5 veya 10 yıl boyunca her gün 23,5 saatliğine, hiçbir insanı
göremeyecekleri yoğun tecrit hücrelerine konuluyorlar.
Toplumun yüzleşmesi gereken konulardan birisi de, bu insanların dışarı
çıkmasına izin verilse, toplum için içeri girdiklerinden daha az mı zararlı
olacaklar, yoksa daha çok mu? Yanıt aşikar. Çocukları hayvan kafeslerine koyar
ve onlara ilaç verirseniz, dışarı çıktıklarında daha çok hayvana
benzeyeceklerdir. İnsanları hiç kimse ile etkileşim kuramayacakları tecrit hücrelerine
koyarsanız, dışarı çıktıklarında nasıl normal temellerde etkileşim
kurabilecekler? Hapishaneler rehabilitasyon yerleri olmaktan çıktılar.
Cezalandırma ve kötü muamele yerleri oldular.
Toplum, hiçbir zaman gardiyanlara veya hapishane yöneticilerine böyle
şeyler yapma iznini vermez. Toplum, "Birisi
Pelikan Körfezi -çn.
bir kanunu çiğnerse, onu belli bir süre topluluktan ayırmak
isteriz" diyor. Cümle bu. Sadece mühim durumlarda bir adım öteye gider ve
onu öldürürüz. Mahkumların kötü muameleye maruz bırakılmaları veya aşağılanıp
insanlıktan çıkarıldığı yerlere konulmaları gerektiğini söylemiyoruz; çünkü
onların dışarı çıkıp yeniden hapishanelere girmemelerini istiyoruz. Çoğu
hapishanede tekrardan suç işleme oranının %60 ve daha yüksek oranlarda olması bu
sistemin işlemediğini gösteriyor. Ek olarak, ikinci suç genellikle birinciden
daha şiddetli oluyor. Bu, hapishanelerin suç ve kötülüğü doğuran yerler
olduklarını gösteriyor. Bu toplumun istediği bir şey değil.
Uzun lafın kısası hiç kimse hapishanede olanlarla ilgilenmiyor. Hiç
kimse bilmek istemiyor. Hapishaneler her toplumun ihmal edilen değeridir.
Suçluları oraya tıkıp geri çıktıklarında iyi insanlar olmalarını bekliyoruz.
Sadece tecavüzcüler ve çocuk tacizcileriyle ilgileniyoruz; bu sebepten
çıktıklarında da izlerini sürüyoruz. Geriye kalanlar hakkında hiçbir şey bilmek
istemiyoruz. Hapishaneye gittikten sonra orada rehabilite edilip topluma geri
döndüklerinde normal olarak topluma ayak uyduracaklarını varsayıyoruz; ama
bildiklerimden şunu çıkarıyorum ki, çoğu hapishane mahkumları daha da
kötüleştiren kötü muamele hapishaneleri. Onları nefret ettiriyorlar ve
deneyimledikleri hukuksuzluğa geri dönmelerini istetiyorlar.
Tüm hapishaneler bir gizlilik perdesiyle saklanırlar. Hiç kimse bir
hapishanede neler yaşandığını bilmez ve hapishane dışındaki hiç kimse olanları
bilmiyor derken şunu kastediyorum: Belediye başkanları, valiler, devlet
başkanları ve kongre alt komisyonları orada neler yaşandığını bilmiyorlar.
Hapishaneler büyük yerler, içlerine girdiğinizde ne göreceğinizi bilemezsiniz.
Sizi her şeyin temiz, gül gibi ve hoş olduğu, mahkumların sizin ziyaretinizden
dolayı biftek yediği yerlere yönlendirebilirler. Hapishaneler, gizlilik
perdesini kaldırmalıdır. Medya ve avukatlar hapishanelere erişebilme-lidirler.
Ebu Gureyb'de bunların hiçbirisi geçerli değildi. Bir zaman sonra Kızıl
Haçın hapishaneye girmesi yasaklandı; çünkü Kızıl Haç birkaç ay önce
skandalların bir kısmını rapor etmişti. Gizlilikle kaplanmış bir cezaevi
olduğunda hapishanedeki herkes, dışarıda hesap verme zorunluluğu olmadığını
bilir ve bir kez daha, benim Bronx'taki vandalizm üzerine çalışmamda olduğu
gibi hiç kimse ilgilenmez. Bir defa bir gardiyan veya bir hapishane müdürünün
zihniyetine sahip oldunuz mu "Aşırıya kaçmadıkça aslında hapishanede neler
olduğuyla ilgilenmiyoruz. Mahkumların öldürülmesini istemiyoruz. Aşırı şekilde
işkenceye maruz kalmalarını istemiyoruz ve yemeğimizi yerken, akşam
haberlerinde baskı altında kalmış yüzlerimizin fotoğraflarını görmek
istemiyoruz. Kısacası..." dersiniz.
Ve bu doğru. Şimdi Ebu Gureyb'e yönelik karşı tepkilerden birisi de,
bizi bu olanları görmeye zorladığı için ifşa edenin neredeyse suçlu hale
gelmesidir. Bir düzeyde işkence olduğunu biliyorduk ve bu kötü insanlardan
bilgi almanın önemli olduğunu biliyorduk; ama durumun ne kadar kötü olduğunu,
askerlerin ne kadar ileri gittiklerini, sınırın ne kadar öte yanına
geçtiklerini bilmek istemiyorduk.
Bu gerçekten her Amerikan vatandaşının düşünmesi gereken bir şey.
Hapishaneler bizim mülkümüz. Bu hapishanedeki her şeyin parasını bizler
ödüyoruz. Gardiyanların, idarecinin, muhafızların maaşlarını bizler ödüyoruz.
Her şey bizim vergiye yatırdığımız dolarlardan geliyor ve bununla ilgilenmek
durumundayız. Para, mahkumları rehabilite etmek için kullanılmıyorsa bu, bu
insanların dışarı çıkmaları halinde saldırmaya, cinayet işlemeye, bize ait olan
şeyleri çalmaya devam edecekleri anlamına geliyor. Kim böyle bir şey için para
ödemeye devam etmek ister?
Sadece Amerika'daki hapishanelerle değil aynı zamanda dünyanın herhangi
bir yerinde Amerikalıların denetiminde olan hapishanelerde olanlarla da
ilgilenmeliyiz; çünkü bu sadece siyasi bir mesaj değil, ahlaki bir mesaj da
taşıyor. Ebu Gureyb'deki en kötü şeylerden birisi de Amerika'nın
daima sahip olduğu ahlaki üstünlük algısının tamamen yok olmasıdır.
Gelecek yıllarda bu fotoğraflar dünyanın aklında olacaktır. Dünyaya özgürlük ve
demokrasi getirdiğimizi söyleyebiliriz; ama bu fotoğraflara baktıklarında
"Peki, başka ne getiriyorsunuz?" diyeceklerdir.
10
KENDİNİN FARKINDA
OLMANIN NÖROLOJİSİ
V.S. Ramachandran
Nörobilimci; California Üniversitesi
Beyin ve Biliş Merkezi Direktörü, San Diego; Phantoms in the Brain
[Beyindeki Hayaletler] ve The Tell-Tale Brain [Muhbir Beyin] kitaplarının
yazarı
Benlik' nedir? Nöronların aktivitesi bilinçli bir insan olma duygusuna
nasıl yol açar? Bence, bu en eski felsefi problemler bile deneysel bilim
yöntemlerine katkıda bulunacaktır. Gitgide benliğin tüm beynin bütünsel bir
özelliği olmadığı, birbiriyle bağlantılı beyin devrelerinin belli bir kümesinin
aktivitesinden kaynaklandığı görülüyor. Fakat bizim hangi devrelerin ciddi
derecede sürece dahil olduğunu ve muhtemel fonksiyonlarının neler olabileceğini
bilmeye ihtiyacımız var. Bu, benliğe özgün paradoksal niteliğini kazandıran,
benliğin "içe dönme" durumu yani yinelemesidir.
Horace Barlow, Nick Humphrey, David Premack ve Mar-vin Minsky (başkaca
isimlerle birlikte) tarafından bilincin en başta toplumsal düzlemde evrimleşmiş
olabileceğini ileri sürüldü. Minsky, insanda erken simgelerin temsilini yarat-
İngilizce sel/ sözcüğünün yerine kullanılan bu ifade, kendilik olarak
da çevrilebilir -çn.
mak için evrimleşmiş ikinci bir paralel mekanizmadan bahsetti ve
Humphrey, iç gözlem yapabilme yeteneğimizin özellikle davranışlarını tahmin
etme amacıyla diğer insanların zihinlerinin anlamlı modellerini kurmak için
evrimleşmiş olduğunu iddia etti. "Başkalarında kıskançlığın ne
hissettirdiğini anlamak için kıskanıyorum" demek başkasının davranışını
tahmin etmenin kısa yolu.
Burada bu tartışmaları daha da ileri taşıyorum. Daha ilerisini görmede
başarılı olursam bu "büyük isimlerin omuzlarına basarak" olur.
Özellikle ilk olarak "diğerinin farkındalığı"nın evrimleştiğini ve
daha sonra evrimde sıkça olduğu gibi akla aykırı bir şekilde aynı becerinin
birinin zihnini şekillendirmekte istismar edildiğini savunuyorum ki, bu da
kendinin farkında olma diye adlandırılıyor. Ayrıca ayna nöronlar denilen özel
bir grup nöron sisteminin bu yeteneği ortaya çıkarmada rol oynadığını iddia
ediyorum. Son olarak bazı klinik örnekleri bu fikirleri açıklamak için
tartışacağım ve bazı test edilebilir tahminlerde bulunacağım.
Benliğin birçok yönü vardır. Çoklu duyu izleri ve inanışlara rağmen
bütünlüklü bir algılamayı içerir. Dahası, zaman içerisinde bir süreklilik.
kendi eylemlerinin kontrolü ("hür irade"). bir bedene demirli olma,
kendi değerine sahip olma, saygınlık ve ölümlülük (ya da ölümsüzlük) gibi
algılamalara da sahiptir. Benliğin bu yönlerüıin her biri, beynin farklı
bölgelerindeki farklı merkezlerce yöneltilebilir ve onları tek bir kelimede bir
araya toplamamızın sebebi kolay olmasını sağlamaktır.
Daha önce belirtildiği gibi benliğin diğer tüm yönlerinden daha garip
görünen bir tarafı vardır: Kendisinin farkında olması. Ayna nöronlar denilen
bir grup nöronun bu beceride ciddi derecede rol aldığını önermek isterim.
Ayna nöronlar, hedefe yönelik istemli faaliyetlerde bulunan maymunların
beyinlerinden kayıt alınırken Giacomo Rizzolatti, Vittorio Gallase ve Marco
Iaccoboni tarafından keşfedildi. Örneğin maymun bir fıstığa uzandığında premo-tor
korteksteki (ön loblardaki) belli bir nöron ateşlenir. May-
mun bir düğmeye dokunduğunda diğer bir nöron, kolu çektiğinde üçüncü
bir nöron ateşlenecektir. Bu şekilde istemli hareketleri kontrol eden komuta
nöronların varlığı yıllardır biliniyordu. Şaşırtıcı bir biçimde, bu nöronların
bir alt grubu ilaveten özgün özelliklere sahipti. Ateşlenen nöron sadece maymun
fıstığa uzandığı sırada değil, aynı zamanda diğer bir maymun bir fıstığa
uzandığında da ateşleniyor!
Bunlar "ayna nöronlar" ya da "maymun gördüğünü
yapar" nöronları diye adlandırıldılar. Bu sıradışı bir gözlemdi; çünkü
demek ki nöron (ya da daha net biçimde nöronun parçası olduğu ağ) sadece son
derece belirli bir komut ("fıstığa uzan") üretmiyor, aynı zamanda
diğer bir maymunun bakış açısını da uyarlayabilir hale getiriyor. Bu, diğer
maymunun yaptığının bir çeşit içsel sanal gerçeklik simülasyonuydu. Böylece
kendisinin de ne kadarını "yapabileceğini" görmüş olacaktı. Kısacası,
bu nöron "zihin okuma" nöronuydu.
Anterior singulattaki nöronlar, iğneyle dürtülen bir hastaya yanıt
verecektir; bu nöronlar sık sık duyusal acı nöronları olarak anılırlar. Toronto
Üniversitesindeki araştırmacıların, bu nöronlardan bazılarının hasta başka
birisinin de iğneyle dürtüldüğünü gördüğü takdirde de aynı derece güçlü şekilde
ateşleneceğini ortaya koyması dikkate değer. Bu nöronları kendisiyle diğerleri
arasındaki bariyeri aştıklarından dolayı "empati nöronları" veya
"Dalay Lama· nöronları" diye adlandırıyorum. Bunu söylüyor olmanın
metaforik bir şey olmadığına dikkat edin; söz konusu nöron temelde kendisi ve
diğerleri arasındaki farkı bilmiyor.
Primatlar (insanlar da dahil) oldukça sosyal yaratıklardır. Birisinin
"ne kadar yetenekli olduğunu" bilmek -ötekinin zihninin içsel bir
simülasyonunu yaratmak- hayatta kalmak için çok önemlidir ki; bu bize
"Makyavelci Primat" unvanını kazandırır. Edge için yazdığım
"Ayna Nöronlar ve İleri Doğru Büyük Sıçrama" (2001) başlıklı bir
makalede, (Rizzolatti'nin grubunun belirttiği gibi) diğer kişilerin niyetlerini
anlama-
Tibette dini liderlere verilen ad -çn.
da nöral bir alt katman sağlamanın yanında, hominidlerde ayna
nöronların ortaya çıkmasının ve ardından gelişmelerinin özü gereği empati,
taklit yoluyla öğrenme (deneme ve yanılmadan ziyade) ve "kültür"
dediğimiz şeyin hızlı aktarımında hayati rol oynadığını ileri sürmüştüm. (Ve
"ileri doğru büyük sıçrama" -"kazara" keşfedilmiş olanın
hızlı Lamarckçı aktarımı, bir tür müdahele.)
Şimdi bu makalenin temel meselesine -benliğin doğasına- döneyim. Kendi
benliğinizi düşündüğünüzde, aklınıza ne geliyor? Sanki kendinize bir başkasının
bakış açısından bakıyormuşsunuz gibi, kendi düşünce ve duygularınız üzerinde
"iç gözlem" ve işinizin gidişiyle ilgili kendinizi "izleme"
algınız vardır. Bu nasıl olabilir?
Evrim sık sık, tamamen yeni beceriler geliştirmek için önceden var olan
yapılardan yararlanır. Örneğin retina üzerinde görsel "dikey düzlem"
ve ayna nöronların hominidlerde ortaya çıkması için zemin yaratan kaslarla
(ağaçlara tutunmak için) işaret edilenfotoreseptif "dikey düzlem"
arasında modaliteler arası soyutlamaya meşgul olma becerinizin ortaya çıktığını
öne sürüyorum. Ayna nöronlar ayrıca -büyük kuyruksuz maymunlarda ve daha sonra
insanlarda büyük bir genişleme yaşayan bir yapı olan- alt paryetal lobülde de
bol miktarda bulunur. Beyin daha fazla evrimleştikçe lobül, iki girusa··
bölündü: Kendi beklenen davranışlarınız üzerine "yansıtmanızı"
sağlayan supramarjinal girus ve bedeniniz (sağ kısım) ve belki de kendinizin
öteki sosyal ve dilbilimsel yönleriniz (sol yarımküre) üzerine "yansıtmanızı"
sağlayan angular girus. Başka bir yerde ayna nöronların temelde görsel ve motor
haritalardaki aktivite karşısında bir tür çıkarım sergilediğini ileri sürdüm.
Dolayısıyla bu örneğin metafor gibi ("kendi durumunun farkına var")
daha kavramsal çıkarım türlerine zemin hazırladı.
Işığa duyarlı -çn.
Serebral korteksteki bombeler -çn.
Tüm bunlar nasıl kendinin farkında olmaya yol açar? Kendinin farkında
olmanın basitçe "kendime sanki başka biri bana bakıyormuş gibi
bakmak" için ayna nöronları kullandığını savunuyorum. (Aynı şekilde
"bana" sözcüğü bazı beyin süreçlerini de kapsamaktadır.) İlk başta
başka birinin görüş açısını benimsemenizi sağlamak için gelişen ayna nöron
mekanizması -aynı algoritma- kendi benliğinize bakmanız için içe doğru döndü.
Bu, özünde "iç gözlem" gibi şeylerin temelidir. Diğerlerinin sizin
farkınızda olduğunun farkında olduğunuzu belirtmek istediğinizde "kendinin
bilinci" gibi ifadeler kullanıyor olmamız tesadüfi değildir ya da kendi
düşünmenizin bilincinde olduğunuzda "yansıtıyorum" demeniz de
tesadüfi değildir. Başka bir ifadeyle iç gözlem veya düşünmek için içe dönme
becerisi, ayna nöronların diğerlerinin zihinlerini okuma becerisinin bir tür
metaforik uzantısı olabilir. Çoğunlukla üstü örtülü bir biçimde insana özgü
"diğer zihinler kuramı"nı yani "DZK"yı· (dünyayı
diğerlerinin bakış açısından görmek. "zihin okuma", bir insanın ne
kadarını yapabileceğini görmek vb) ortaya çıkarma becerisinin halihazırda
varolan bir benlik algısından sonra gelmesi gerektiği varsayılıyor. Ben bunun tam
tersinin doğru olduğunu savunuyorum. Toplumsal ihtiyaçlara cevaben ilk olarak
DZK evrimleşmiştir ve daha sonra bunu, beklenmedik bir bonus olarak, kendi
düşünceleriniz ve niyetleriniz üzerine iç gözlem yapabilme yeteneğiniz
izlemiştir. Bu fikirlerin çok büyük bir özgünlüğü olduğunu savunmuyorum, onlar
da zeitgeist'in·· bir parçası. Özgünlükler, fizyoloji ve bizim nörolojideki
çalışmalarımızdan sıralayacağım birçok kanıt, bu tutumdan geliyor. Dikkat
ederseniz ayna nöronların benliğin ortaya çıkması için yeterli olduğunu iddia
etmiyorum. Bu nöronlar sadece kilit rol oynamış olsa gerek. (Öbür türlü
maymunlar kendilerinin farkında olurlardı ama değiller.) Daha önceki
fonksiyonları (DZK) kritik düzeyde belli bir kapsama
Theory of Other Minds (TOM) -çn.
Zamanın ruhu -çn.
ulaşmaları gerekebilir ve bazı öteki beyin devreleriyle, özellikle de
Wernicke bölgesi ("dil kavrayışı") ve ön lob kısımlarıyla bağlantılı
hale gelebilirler.
Benliğin ayna nöron kuramı başkaca tahminler de üretir mi? Otistik
çocukların ayna nöronlarında eksiklik ve buna denk olarak eksik DZK'ları
olduğuna dair keşfimiz göz önüne alındığında, benlik algısı eksiklikleri (TMM)
olduğunu ve iç gözlem yapmada zorlandıklarını tahmin edebiliriz. Aynı şey
nörolojik rahatsızlıklar için de geçerli olabilir; alt paryetal lobül!TPO
bağlantısında (ki bunun ayna nöronlar içerdiği biliniyor) ve ön lobların bazı
bölgelerindeki hasar da kendinin farkında olmanın belli yönlerinde eksikliğe
yol açıyor olabilir. (Aklıma gelmişken, Gallup'un ayna testi -siz aynaya bakarken
yüzünüzden bir boya lekesinin silinmesi- her ne kadar öyleymiş gibi pazarlansa
da, kendinin farkında olmanın için yeterli bir test değil. Gallup testini
geçmelerine rağmen şiddetle aynadaki yansımanın "başka biri" olduğunu
ileri süren hastalar gördük!)
Yakın zamanda, bilinçli uyanık bir hastanın beyin cerrahisi sırasında
paryetal lobu uyarıldığında, sanki tavana yakın bir yerden kendi bedenini
izleyen ayrı bir bünyeymiş gibi yer yer "beden dışı" bir tecrübe
edineceği ortaya konuldu. Bunun gerçekleşmesinin nedeninin paryeto-artkafa lobu
bağlantı noktasındaki ayna nöron sisteminde uyarıcı bir elektrotun yol açtığı
bir işlev bozukluğu olduğunu savunuyorum. Bu nöronlar genellikle (daha önce bu
makalede belirtildiği gibi) biz, kısa süreliğine beden ve zihnimizle ilgili
başka birisinin "bakış açısını" takındığımızda faaliyete geçiyor; ama
diğer sinyaller (hem duyusal hem de merkeze iletici/komuta sinyalleri) aslında
gerçekte kendinizin dışına hareket etmediğinizi söylediği için, her zaman bunu
kısmen yaptığımızın farkındayız. (Size bakan başka bir insanı istemsiz taklit
etmenizi durduran ön kısıtlayıcı mekanizmalar da olabilir.)
Bu ayna nöronlarla alakalı mekanizmalar uyarıcı elektrot tarafından alt
üst ediliyorsa, net sonuç beden dışı de-
neyim olacaktır. Birkaç yıl önce sağ paryetal lobunda doku bozulması
olan ve bu felci hayret verici şekilde inkar eden bir anosognozi hastamız
vardı. Dikkat çekecek bir biçimde hasta yanındaki tekerlekli sandalyede oturan
(ve doktorun isteğine rağmen kolunu kıpırdatamayan) diğer bir hastadaki felci
de inkar etti. Yine burada da benliğin görünüşte çelişkili iki yönünün
-bireyselleştirme ve yoğun mahremiyet karşısında sosyal karşılıklılık-
birbirini tamamlayabileceği ve aynı nöral mekanizmadan yani ayna nöronlardan
ileri geldiğine dair kanıt vardı. Mobius şeridinin iki tarafı gibi, bunlar
-bölgesel iç gözlemde- temelde farklı gibi görünseler de gerçekte aynılar.
Benlik sorununu çözdük mü? Açık ki hayır; sadece yüzeyini kaşıdık.
Fakat umut verici şekilde filozofların aslında çözmekte yol alamadığı benliğin
gelecekteki modellerinin ve benliğin doğası üzerine deneysel çalışmaların
yolunu açtık. (Filozofların çaba harcamamasından dolayı da değil, 3 bin yıldır
faal olarak benlikle uğraşıyorlar.) Sonuç olarak bizim çabalarımız beyin araştırmasının
geleceği için bir iyimserlik oluşturuyor; özellikle bilimin tartışmalı bir
şekilde en büyük bilmecelerinden birisini çözmek için.
11
ÖDÖMONİ:" İYİ
YAŞAM
Martin Seligman
Pennsylvania Üniversitesi, Psikolog; Authentic Happiness [Gerçek
Mutluluk] kitabının yazarı
Tutkularımın neler olduğu ve ne yapmak istediğim konusunda sorulara
yanıt vermek için, psikolojinin ne yaptığı ve neyden gurur duyabildiğini
araştırmak çok değerli. İçinden geldiğim psikoloji alanı -klinik psikolojisi ve
sosyal psikoloji- göğsünde madalyaların en önemlilerinden birini taşıyor:
Geriye dönüp 1 945 ile 1950 arasına bakarsanız hiçbir temel zihinsel hastalık
tedavi edilebilir değildi. Her şey tamamen bir göz boyamaydı. National
Institute ofMental Health [Ulusal Zihin Sağlığı Enstitüsü] esasen zihin
hastalıklarının tedavisi meselesine 20 ile 30 milyar dolar arasında bir
yatırımda bulundu. Bu arada, o hiçbir zaman National Institute of Mental Health
olmadı, her zaman National Institute of Mental Illness [Ulusal Zihin Hastalığı
Enstitüsü] idi. Benim hesaplarıma göre 50 yılda 20 milyar dolar yatırım, şu
büyük başarılan üretti.
İlki, artık 14 ana zihinsel hastalık tedavi edilebilir durumda.
Onlardan ikisi, hem belli psikoterapi formları hem
Psikolojide mutlu, sağlıklı ve refah içinde olma durumu -çn.
de belirli ilaçlarla iyileştirilebiliyor. Bu iki iyileştirilebilir
rahatsızlık -insanlar her zaman soruyor- muhtemelen panik bozukluğu ile kan ve
yara fobisi. Bu yüzden psikolojinin ve psikiyatrinin zamanımızda yaptığı ilk
büyük şey, muazzam miktarda rahatsızlığa çare bulabilmesiydi.
İkinci şey, -bu şu anda üzerinde bulunduğum noktadan çok daha iyi-
zihin hastalıkları biliminin şizofreni, alkolizm ve üzüntü gibi hatları
belirsiz durumları psikometrik kesinlikte ölçebilmemizi sağlayacak kadar
gelişmesiydi. Londra ve Philadelphia'da insanların çift kutuplu depresif birini
gördükleri konusunda anlaşabilecekleri bir sınıflandırma, bir DSM geliştirdik.
Üçüncüsü, zihinsel hastalıkların nedensellik yumağına bakabiliyor ve hem
boylamasına -zaman içinde aynı insanla- hem de deneysel çalışmalarla bu yumağı
açabiliyoruz; bu, üçüncü değişkenden kurtulmak anlamına geliyor. Dördüncüsü,
tedaviler -ilaçlar, psikoterapi- geliştirme ve hangisinin gerçekten işe yarar,
hangisinin yararsız olduğunu bulmak üzere rastgele tahsise dayalı plasebo"
kontrol çalışmaları yapabiliyoruz. Bu sıradaki şunu da getirdi: Psikoloji ve
psikiyatri, ızdıraplı insanları daha az ızdıraplı yapabilir. Bu çok büyük bir
şey ve ben de bunun için yaşıyorum.
Rahatsızlık modelinin satılmasının üç ciddi bedeli vardı ve bu, bu
arada tasfiye satışıydı ve parasaldı. l 946'da Veterans Administration Act
[Gaziler İdaresi Yasası] geçti ve pratisyen hekimler zihinsel hastalıklar
üzerine çalıştıklarında iş sahibi olabileceklerini keşfettiler. Pratisyenler
topluluğuna olan şey buydu. 1947'de National Institute of Mental Health kuruldu
ve benim gibi akademisyenler zihinsel hastalıklar üzerine çalıştıklarında
ödenek alabileceklerini gördüler. Psikoloji biliminde yaşanan şey de, %90
oranında buydu.
Fakat rahatsızlık modelinin bir parçası olmanın üç bedeli vardı: İlki
ahlakiydi. Mağdur bilimcisi ve patolojikçiler haline geldik. İnsan doğasına
ilişkin görüşümüz, zihinsel hastalıkların biri üzerine bir tonluk bir tuğla
gibi düştü. Se-
İlaçmış gibi verilen fonksiyonsuz madde -çn.
çim, sorumluluk, tercih, irade, karakter ve benzeri kavramları unuttuk.
İkinci bedel, sadece zihinsel hastalıklar üzerine çalışarak nispeten daha
sorunsuz insanların yaşamlarını daha mutlu, üretken ve tatminkar yapmayı
unutmamızdı ve tümüyle unuttuğumuz bir başka şey, kirli bir kelime haline gelen
dahilikti. Üçüncü bedel, patolojiyi geri almaya çalıştığımızdan dolayı
insanları daha mutlu kılacak müdahaleler geliştirmemekti. Ancak insanları daha
az ıstıraplı kılacak müdahaleler geliştirdik.
Bu işin arka planı. Gözden kaçırılan soru, psikologların insanları
kalıcı bir şekilde mutlu kılıp kılamayacaklarıdır? Yani aynı tipte bilimsel bir
yöntemi, yenilenebilir ve biriken müdahaleler elde etmekte kullanabilir miyiz?
Ben psikolojik olanlarla ilgiliyim, ama aynı bariz soru farmakolojiye de
uygulanabilir; insanları -B'den -5'e çekmek için değil, +2'den +6'ya çekmek
için. Psikoloji ile ilgili en büyük tutkum ve umuyorum bunda bir rol oynarım,
önümüzdeki 10-15 sene içinde mutluluk konusunda paralel iddialar
üretebilmektir; Yani psikoloji ve psikiyatri, dünyada acı çekmenin tonajını
nasıl düşürdüyse, benim amacım ve iddiam da psikolojinin ve belki de
psikiyatrinin aynı biçimde dünyada mutluluğun tonajını yükselteceğidir.
Mutluluk, diğer şeyler için umutsuzca belirsiz bir stenografi.' Bu
nedenle pozitif psikoloji üzerinde çalışmaya başladığımda ilk görevim,
insanların mutluluktan ne anladıklarının bileşenlerini ölçülebilir bir biçimde
söyleyecek buğday/ saman göreviydi. Üzerinde çalışılabilir parçaları nelerdi?
"Mutluluk" kelimesi, "biliş" kelimesi gibi bilişsel kuramda
bir rol oynamıyor. Biliş; hafıza, algı vb ile ilgili. Mutluluğun alanı başka
şeylerle ilgili. "Mutluluk" kelimesi yaptığımız şeyi etiketlemede rol
oynuyor sadece.
Mutlulukta çalışılabilir olan şeyler üç tipte yaşamdır: İlki, keyifli
yaşam ki bu, olabildiğince çok pozitif duyguya
Söylenen sözleri söylendiği kadar çabuk yazmaya elverişli, kısa ve
yalın işaretlerden oluşan yazı yöntemi -çn.
sahip olmak ve bunları arttırabilecek becerileri öğrenmektir. Buna
benzer, akla yatkın bir şekilde iyi-belgelenmiş yarım düzine beceri söz konusu.
Bu mutluluğun Hollywood, Debbie Reynolds bakış açısı. Gülen yüzlü, kıkır kıkır
gülen bir mutluluk bakış açısı. Pozitifbir duygu bu. Fakat biri sorabilir, bu
pozitif psikolojinin son bulduğu nokta değil mi? Keyif, yaşamın pozitif yanı
değil mi? Keyif kavramının basit görüldüğünü keşfetmeniz için yalnızca felsefe
tarihine, Aristoteles'e Seneca'ya ve Wittgenstein'a üstünkörü bakmanız yeter.
Mutlu yaşamların başka başka iki kaynağı söz konusu. Bunlar, Hollywood/Amerikan
kavramının ilan panolarında geçmektedir. İşimin bir parçası da onları
diriltmek.
İkinci şey ödönomi, iyi bir yaşam. Bu, Thomas Jefferson ve
Aristoteles'in mutluluğun peşinden koşmakla kastettikleri şeydir. Onlar
mutlulukla bol bol gülmeyi ve kıkırdamayı kastetmediler. Aristoteles, düşünceye
dalmanın ve iyi bir sohbetin keyfinden söz eder. Aristoteles yeni bir his
hakkında, heyecan, orgazm hakkında konuşmaz. Aristoteles'in hakkında konuştuğu
şey, Mike Csikszentmihalyi'nin üzerinde çalıştığı şey. Bu da birinin
düşüncelere ve iyi bir sohbete dalması zamanlarıdır. Biri ödönomide olunca,
zaman durur. Tamamen evde hissedersiniz. Kendinin bilinci tıkanır. Kendinizi
müziğe kaptırırsınız.
İyi bir yaşam, akıntıya sebep olan köklerden oluşur. İyi bir yaşam, ilk
olarak ayırt edici güçlü yanlarınızı bilmekten ve sonra yaşamda onları daha
fazla kullanacak şekilde ustalaşmaktan oluşur: İşte, aşkta, arkadaşlıkta,
dinlencede ve ebeveynlikte en iyi olduğunuz şeyleri harekete geçirmek için
ustalaşmak. Bundan elde ettiğiniz şey, bol bol kıkırdama eği-liıni değil; elde
ettiğiniz şey, akıştır.· Sonuçta güçlü yanlarımızı harekete geçirdikçe, hayatta
akış daha fazla artar.
En üst düzeyde yoğun ilgi ve duygu. Mihaly Csikszentmihalyi'nin
kuramına göre "akış" bir işe veya konuya kendini tam olarak vermek,
tam olarak yoğunlaşmak, o aşamada gözün başka bir şey görmemesi ve sonunda
haşan gelince de müthiş mutlu olmak, bulutlarda uçmaktır. (flow) -çn.
Bu ay DSM'nin bir parçası olarak ortaya çıkan, güçlü yanların ve
erdemlerin sınıflandırılmasıdır. Bu deliliklerin sınıflandırılmasından farklı
bir şey. Baktığımızda gördüğümüz şey, kültürlerarası aktarıldıklarını
keşfettiğimiz 6 erdemdir ve bunlar 24 güçlü yana bölünürler. Bulduğumuz bu 6
erdem rastgele seçilmiş değiller: !lki, bilgi ve bilgelik demeti; ikincisi,
cesaret demeti; üçüncüsü, aşk ve insanlık gibi erdemler; dört, adalet demeti;
beşincisi, ölçülülük ve özdenetim demeti ve altıncısı, ruhanilik ve aşkınlık
demeti. Yukarıya, Kuzey Grönland'a ve aşağıya, Masai'ye' insanlar gönderdik ve
70 ulusu kapsayacak şekilde aynı anda birçok alanda bulunma durumlarına baktık.
Gerçekten de, iki ayaklı olmak insanlığın nasıl doğası ise, bu 6 erdemin de
öyle oldukları görüşüne sahip olmaya başlıyoruz.
Ayırt edici güçlü yanlarını kullanarak yaşamda ustalaşmak ve akışı
yakalamakla neyi kast ettiğimi anlatmak için size bazı örnekler vereceğim.
Beraber çalıştığım insanlardan biri, Genuardi'de çalışan bir paketçiydi.
Paketçiliği sevmiyordu, bu yüzden ayırt edici güçlerini test ettirdi. Ortaya
çıktı ki, en güçlü yanı, sosyal zekasıydı. Bu yüzden her müşteri, gününün en
ilgi çekici sosyal olayıyla karşılaşsın diye işinde ustalaştı. Bariz bir
şekilde başarısız oldu, ama sadece en iyi olduğu şeyi harekete geçirerek işinin
niteliğini değiştirdi. Zaman artık ağır ağır değil, hızla akıp geçiyordu.
Yalnızca şu ana kadarki bölümü özetlemek için: Keyifli yaşam var. Bu
olabildiğince fazla keyfe ve onları çoğaltacak becerilere sahip olma hali. Bir
de iyi yaşam var. Bu ise, ayırt edici özelliklerin ile güçlerini bilmek ve
onları olabildiğince fazla kullanmakta ustalaşmak. Fakat yaşamanın bir üçüncü
hiçimi var. Benim gibi briç oyuncusuysanız ya da pul koleksiyoncusuysanız,
ödönorniye sahip olabilirsiniz; Yani akış halinde olabilirsiniz. Ancak herkes
bunu büyüdükçe keşfeder ve aynaya baktıkça ölene kadar huzursuz oluyorlar diye
Tanzanya ve Kenya sınırındaki Masai Mara bölgesinde yerli halk yarı
göçebe hayat sürmektedir. -çn.
üzülür. Bu böyle, çünkü insanların kaçınılmaz olarak peşinde oldukları
üçüncü bir mutluluk formu var. Bu da anlam peşinde koşmaktır. Edge
izleyicilerine gösteriş yapacak kadar anlam kuramı anlatmaya çalışmayacağım,
ama anlam hakkında bildiğimiz bir şey var: Anlam kendinizden daha büyük olan
bir bağlantıya dayandığıdır. Benlik anlam için iyi bir alan değil. Kendinizi
ilişkilendirebileceğiniz şey makul olarak ne kadar büyük olursa, siz de
yaşamdan o kadar fazla anlam çıkartırsınız.
Bizden muazzam ölçüde büyük olan şeyler var. Bazıları önceden
hazırlanmış olan bu şeylere kendimizi adayabilir ve parçası haline gelebiliriz.
Ortodoks bir Yahudi ya da cumhuriyetçi olmak gibi şeyler. Yaşamını gençlerin
eğitimine adayan bir öğretmen olmak ise önceden hazırlanmamış bir şey. Bir
şeyin organizatörü olmak da öyle. Kendinizi gezegenin en zeki insanları
olduklarına inandırdığınız kişilerin hizmetinde geçen bir yaşam bu. Çünkü bu
insanlar organizatör olmadan yaptıkları şeyi yapamayacaklardır. Organizatörlüğü
"Bunu yalnızca para için yapıyorum" fikrine de dönüştürebiliriz. O
zaman bu, anlamlı bir yaşam olmaktan çıkar. Sabahları daha fazla para kazanmaya
can atar şekilde uyandığınızı sanmıyorum; bu daha da ötede, entelektüel salonun
büyük amacına hizmet etmek meselesi. Avukat olmak, yalnızca yılda yarım milyon
dolar kazanmaya hizmet edecek bir iş de olabilir. Bu durumda anlamlı değildir
ya da iyi öğüt, hakkaniyet ve adalet hizmeti de olabilir. Bu anlamın önceden
hazırlanmış bir biçimi değildir.
Aristoteles en saygıdeğer iki mesleğin öğretmenlik ve politika olduğunu
söylemiştir. Buna ben de katılıyorum. Çocukları büyütmek ve onlar aracılığıyla
insanlığın pozitif geleceğini korumak yaşamanın anlamlı bir biçimi. Balinaları
korumak anlamlı bir yaşam biçimi. Irak'ta savaşmak ve Arap bir terörist olmak
da öyle.
Fark ediyor musunuz, iyi ve kötü arasında bir fark değil bu. Bu, bunun
bir parçası değil. Bu, her şeyin kuramı değil. Bu anlamın kuramı. Bu kurama
göre, sizden daha büyük ol-
duğunuza inandığınız şeylere katılırken ve ona hizmet ederken en güçlü
yanlarımızı kullanmak, anlamın bir reçetesidir. İnsanların kuramımla ilgili
beğenmedikleri şey, intihar bombacıları ile başkalarının hayatlarını
kurtarırken ölen itfaiyecilerin her ikisinin de anlamlı bir yaşama sahip
olmalarıdır. Birini kötü olarak kınarken diğerini iyi olarak överim, ama tabii
ki anlam bakımından değil.
Psikoloji topluluğu içinde, bunun kendisini sonuna kadar gösterdiği iki
tür yol var. İzin verin önce terapötik' modelle koçluk modelini kıyaslayayım.
Terapötik model kırılan şeyleri birleştirip oturtmayı kapsamaktadır. 1 O yıl
kadar önce, bir uçakta koltuk arkadaşım ne iş yaptığımı sordu ve ben kendimi
tanıtıp psikolog olduğumu söylediğimde benden uzaklaştılar. Bu gerçekte doğru
fikre, psikoloğun yaptığı işin kişide gerçekten sorunlu olan şeyi bulmak olduğu
fikrine sahip olmalarından kaynaklıydı. Şimdi pozitif psikolojiyle
ilgilendiğimi söylediğimde insanlar bana yaklaşıyorlar. Bunun nedeni, pozitif
psikoloğun işinin kişi ile ilgili gerçekten doğru olan şeyi -belki ayırdında
olmadığınız bir şeyi- bulmak olmasından ve bunu giderek daha fazla
kullandırmalarından kaynaklı.
"Paradigma değişimi" kelimesini, "okul" ya da
"hareket" kelimelerini kullanmakta isteksizim, ama deneysel olarak
söyleyebileceğim şey şu: Bu yaklaşımın gelişiminin birkaç biçimde göstergesini
çıkarttım. Bu, 7 yıl önce ABD'de pozitif psikoloji dersi olmaması nedeniyle bir
girişim olarak başladı; şimdi belli başlı çok sayıda üniversitede 200 kadar
ders var. Giriş düzeyinde pozitif psikoloji öğretiyorum. Son birkaç yılda
pozitif psikolojinin bilimsel altyapısı için 30 miJyon dolar topladım. Yaşamımı
çoğu bilim insanı gibi bir ajanstan diğerine diz çökmüş yalvarırken harcadım,
ama hayatımda para toplamak, hiçbir zaman bu kadar kolay olmadı. Daha önce
insanların hiç konuşmamdan sonra gelip çek yazarak
İyileştirici, tedavisel (therapeutic) -çn.
"Bununla iyi bir şeyler yap!" dedikleri durumlarla
karşılaşmamıştım. Bu durum, destek devam ettiği sürece alışılan bir şey.
Bir yıl kadar önce bunun bir kısmını yaygınlaştırma zamanının geldiğine
karar verdim. Ardımızda 6 ya da 7 yıllık iyi bir bilimsel keşif vardı. Bu
yüzden onu, haber yayıcılara yaymaya başladım. Şimdi 550 profesyonele her
çarşamba telefonda ders veriyorum. Bu, şu ana kadar gerçekleştirilmiş en geniş
konferans bağlantısı. 20 ülkeden ve hemen hemen her eyaletten klinik
psikologların, koçların, CEO'ların ve personel müdürlerinin katıldığı 6 aylık
bir kurs bu. Haftada bir telefonda bir araya geldiğimizde ben onlara bir
saatlik uzman dersi veriyorum. Her dersin sonunda ya minnettarlık vizitesi, ya
ayırt edici güçlü yanlar testi yapma ya da insanlığın pozitif geleceğiyle
ilgili görüşünüzü yazma gibi bir müdahale' veriyorum. Sonra siz egzersizi
kendinize ve müşterilerinize yapıyorsunuz. Öncesinde ve sonrasında mutluluk
düzeylerini ölçüyor ve ardından haftada bir kez 15 kişilik gruplar halinde bir
uzman klinikçiyle telefonda bir araya geliyor ve sonuçları gözden
geçiriyorsunuz.
Bir yılda bu meseleyi kendi pratiklerinde uygulayan insan sayısı O'dan
550'ye çıktı. Tutkum hangisinin çalışıp hangisinin çalışmadığım ortaya çıkarmaktır.
Yani rastgele tahsise dayalı plasebo kontrol yöntemlerinin üzerinden geçiyoruz.
Buddha'dan Tony Robbins'e kadar insanları daha mutlu ettiği iddia edilen lOO'ü
aşkın müdahale topladım. Tahminim bunların %90'ının etkisiz oldukları yönünde.
Websitem Authentichappiness.org'u ziyaret edip çeşitli mutluluk ve
depresyon testlerini uygularsanız, müdahaleler (lnterventions) denen linke
gidebilirsiniz. Bu link gerçekten işe yarar olan şeyleri bulmak istediğimizi ve
sizi rastgele bir müdahaleye tabi tutatcağımızı söylemektedir. Plasebo olup
olmadığını bilmeyeceksiniz ve sonra bu müdahaleyi gerçekleştirecek ve
haberleştireceksiniz. Biz de bundan sonraki bir
Intervention -çn.
yıl boyunca sizi takip edeceğiz. Şimdiye kadar bunu 6 farklı
müdahaleyle yapmış bulunuyoruz. Plaseboyu ele vermeyeceğim, ama işte plasebo
olmayanlardan biri:
Yaklaşık 300'e yakın insan minnettarlık vizitesinden geçmiş bulunuyor.
Minnettarlık vizitesinde -bunu okurken herkesin uygulamasını istiyorum-
yaşamınızda muazzam derecede pozitif bir değişiklik yaratan birini
düşünüyorsunuz. Ama hala hayatta olacak ve siz ona hiçbir zaman hak ettiği gibi
teşekkür etmiş olmayacaksınız. Sizin için böyle biri var mı? Bu arada bunu
yapabilmek önemli, çünkü minnettarlığın miktarı deneysel olarak mutluluğun
temel düzeyleriyle ilgili. İlginç bir şekilde, hayatınızda ne kadar daha az
minnettarlık varsa, o kadar da mutsuzsunuzdur.
Minnettarlık vizitesi gerçekleştirecekseniz, şunu yaparsınız: İlk
olarak bir kişiye minnetarlığınızı belirten iyi yazılmış açık ve net 300
kelimelik bir takdirname yazacaksınız. Bu yazıda ne yaptıklarını, hayatınızda
nasıl bir farklılık yarattıklarını ve sonuçta şimdi hayatınızın neresinde
durduklarını anlatacaksınız. Sonra arayıp ona: "Ziyaretine gelmek
istiyorum" diyeceksiniz. Size "Neden?" diye soracak, siz de
"Telefonda söylemek istemiyorum. Sürpriz" diyeceksiniz. En
nihayetinde kapısına gidecek, oturacak, minnetarlığınızı ifade eden yazıyı ona
okuyacaksınız -bu durumda kimsenin gözyaşlarını tutamadığı ortaya çıktı- ve bir
hafta sonra, bir ay sonra, bir yıl sonra biz size testler grubu verecek ve
plase-bo kontrolüyle alakalı soruyu soracağız: "Daha mutlu musunuz? Daha
az depresif misiniz?" Ortaya çıktı ki, minnettarlık vizitesi, beni
şaşırtacak şekilde, insanları daha az depresif ve daha fazla mutlu kılıyor.
EST'yi, Tony Robbins'i ya da Maharishi'yi düşünürseniz, onlar aptal
insanlar değiller. Bir sürü müdahale buldular. Tony Robbins ateşte yürüyen
insanlara; EST, 24 saat tuvalete gitmeyen ve benzeri insanlara sahip. Bunların
bir kısmı gerçekte çalışıyor, bir kısmı hayır. Zorluk, onları bilimin hınzır
başparmağına boyun eğdirmek. İşimin büyük bölümü şimdi tüm bu müdahaleleri alıp
onları kitapçık haline getir-
ınek, insanları rastgele onlara tabi tutmak ve uzun vadede insanları kalıcı
olarak daha mutlu kılıp kılmadıklarına bakmak. 15 yılı aşkındır psikoloji
konusundaki tutkum ve iyimserliğim, insanları daha mutlu kılacak birtakım
müdahaleler bulacağımızdır. Tabi, bunların çoğunu kendi başlarına
yapabileceksiniz. Bunun için terapistlere gitmeniz gerekmeyecek. Neyin işe
yaradığını bulma yöntemi hala eski yöntem; Yani tümüyle önce ızdırap konusunda
yaptığımız rastgele tahsise dayalı plasebo kontrol çalışmaları. Bu, tam olarak
insanları daha mutlu yapına sorunuyla aynı sorun.
Plaseboyu geçeceğim; ama izin verin hakkında sadece iki şey söyleyeyim.
Ortaya çıktı ki, yıllardır ileri sürülen bazı şeyler -Buddha'dan Tony
Robbins'e- işe yaramıyor. Bunu halihazırda bulmuş durumdayız. Web sayfasında
var bunlar, insanlar bunları yapıyorlar. Kalıcı olarak ne depresyonu
azalttıkları ne de mutluluk seviyesini arttırdıkları saptandı. Fakat onlar
inandırıcılar; onlar sizin de benim de işe yaradıklarını düşünebileceğimiz
şeyler. İzleyicilerinizden bir kısmı şimdi Authentichappiness.org'a tıklayıp
plasebo deneyeceklerinden dolayı plaseboların hangileri olduklarını söylemek
istemiyorum. İlginç olan, bu gibi şeylerden bazılarının kalıcı olarak insanları
daha mutlu yaparken bazılarının yapmamaları. Bilimin amacı, aktif malzemeleri
ortaya çıkarmaktır.
Kariyerimin ilk 30 yılını ızdırap konusu üzerine çalışarak geçirdim.
İlk önce üzerine çalıştığım şey, öğrenilmiş çaresizlikti. Aciz köpekler, aciz
sıçanlar, aciz insanlar buldum ve neredeyse 40 yıl önce bu sıralar acizlikten
nasıl kurtulabileceğimizi sormaya başladım. Bunun nörobilimi neydi? Hangi
ilaçlar işe yarıyordu? Acizlik üzerine çalışırken her zaman halının altına
süpürdüğüm bir bulgu vardı. Bu bulgu, kontrol edilemez olaylarla
karşılaştıklarında insanların ve hayvanların yalnızca sekizde beşinin çaresizliğe
düşme-siydi. Yaklaşık üçte birini acizleştiremiyorduk. Onda biri ise
başlarken acizdi, bu yüzden bizim bir şey yapmamıza gerek yoktu.
Yaklaşık 25 yıl önce şu soruyu sormaya başladım: Kim asla acizleşmez?
Yani çöküşe kim direnebilir? Ve tersinden, kolayca acizleşen kim? İyimserlikle
ilgilenmeye başladım; çünkü çaresizliğe kapılmayan insanların karşılaştıkları
olayları kafalarına takmayanlar, olayları geçici, kontrol edilebilir, sınırlı
ve kendisinin suçları olmadığını düşünen insanlar olduğunu keşfettim. Tam
tersine, anında çöken ve çaresizliğe düşen insanların kötü olayları kalıcı,
kontrol edilemez, her tarafa yayılan ve kendi suçları olarak gördüklerini
keşfettim. 25 yıl önce "kötümserliğe karşı iyimserlik" konusunu
araştırmaya başladım ve iyimser insanların kötümser insanlara göre yarı yarıya
daha az depresyona girdiklerini, biri dışında ölçümünü yaptığımız tüm
mesleklerde iyimser insanların daha başarılı olduklarını, daha iyi ve canlı
bağışıklık sistemlerine sahip olduklarını ve muhtemelen kötümser insanlardan
daha uzun yaşadıklarını buldum. Aynı zamanda kötümserleri iyimsere dönüştüren
güvenilir müdahaleler de keşfettik.
Bu 6 yıl öncesine kadar yaptığım şeydi. 6 ya da 7 yıl önce American
Psychology Association [Amerikan Psikoloji Birliği] başkanlığına aday olmaya
karar verdim ve seçimi, birliğin tarihinde en açık ara farkla kazandım. Bu beni
şaşırttı, çünkü politik bir insan sayılmam. Seçildikten sonra bana başkanların
temalara ve inisiyatiflere sahip olmaları gerektiği söylendi. Benimkinin ne
olacağını bilmiyordum. İnisiyatifimin koruyucu hizmetler olabileceğini
düşündüm, çünkü koruyucu hizmetler konusunda çok fazla şey biliyordum. Bu
yüzden dünyanın koruma konusunda önde gelen 12 bilim insanını topladım. Bir
günlük bir toplantı için bir araya geldik ve birbirimize zihinsel
hastalıklardan korunmanın bir başkanlık inisiyatifi olup olamayacağını sorduk.
İtiraf etmeliyim ki, 8 yaşındaki bir çocuğun dikkat kapasitesine sahibim, ama
bu gerçekten çok sıkıcıydı. Temelde söyledikleri şuydu: "Şizofreni üzerinde
etkide bulunan şeyleri alalım ve onları
yaşamda daha öncelikli yapalım." Mihaly Csikszentmihalyi dışarıda
yürürken bana "Marty, bunun entelektüel bir omurgası yok. Bundan daha
iyisini yapmalısın" dedi.
İki hafta sonra birden kafamda şimşekler çaktı. Bu durum yaşamımı
değiştirdi, umarım psikolojinin de yönünü değiştirir. 5 yaşındaki kızım
Nicky'le bahçemdeydim. Size bir itirafta daha bulunmak istiyorum, çocuklarla
çalışmış ve çocuklar hakkında yazmıştım; ama onlarla aram iyi değil, çünkü
dakik ve iş odaklıyım. Ot yoluyordum ve Nicky otları havaya atıp dans ediyor,
şarkı söylüyor ve muhteşem zaman geçiriyordu. Ona bağırdım. Şaşkın bir şekilde
uzaklaştı; ama sonra geri gelip şöyle dedi: "Babacığım, seninle konuşmak
istiyorum."
"Evet, Nicky" dedim.
O da sordu: "Babacığım, 5. yaş günümden öncesini hatırlıyor
musun?" -iki hafta kadar önce 5 yaşını bitirmişti-"Dırdırcının teki
olduğumu, her gün sızlandığımı hatırlıyor musun?"
Dedim ki: "Evet, hatırlıyorum, korkunçtu."
"Doğum günümden beri bir kez bile sızlanmadığımı fark etmedin mi
babacığım?"
"Evet, Nicky."
Ve dedi ki: "Babacığım, 5. yaş günümde bir daha asla sız-lanmamaya
karar verdim. Bu, şu ana kadar yapabildiğim en zor şeydi. Ben sızlanmaktan
vazgeçebildiysem sen de aynı şekilde huysuzluğu bırakabilirsin." O an, bana
üç şey oldu. İlki, Nicky'nin benim hakkımda haklı olduğuydu. 50 yılı aşkın bir
süreyi bir karabulut olarak geçirdim, ama huysuz olmanın neden iyi bir şey
olduğu konusunda bir kuram geliştirmedim. Bazı insanlar depresif gerçekçilikten
bahsediyor. Bu fikre göre, depresif insanlar gerçekliği daha iyi görüyorlar.
Fakat bana öyle geliyor ki, başardığım her ne varsa onlar, huysuz olmamdan
kaynaklı değil; huysuz olmama rağmendi. Böylece değişmeye karar verdim. Beni
yeterince uzun süredir tanımıyorsunuz. Ama tanıyanlar biliyorlar, artık neşeli
bir insanım ve eleştirel zekama daha az başvuruyorum. Neyin
doğru olduğunu daha iyi görüyorum ve neyin yanlış olduğuna dair
içimdeki şahin gibi tetikte olma halimi bastırmakta daha başarılıyım.
İkinci şimşek çakma anı, çocuk yetiştirme konulu kuramlarımın yanlış
olduğunu kavradığım andı. Son iki nesilde psikoloji içinden çıkan çocuk
yetiştirme konulu kuramlar, sağaltıcıdır. Temelde söyledikleri, ailenin işinin
çocuklarının hatalarını düzeltmek olduğudur. Bir şekilde bu hataların
düzeltilmesi aracılığıyla çocuğun büyümesinde örnekler ortaya çıkmasıdır. Fakat
Nicky'i düşünürseniz, o kendi hatasını düzeltti ve benim işim, gösterdiği bu
sıradışı gücü ve ruhunu anlamak, adlandırmak -sosyal zeka- oldu. Nitekim bu güç
ona yaşamasında yardımcı oluyor ve o, onu sorunlara karşı bir koruyucu olarak
kullanıyordu. Kendi yaşamınızdan düşünürseniz, başarınız zayıflıklarınızı
düzeltmenizden değil de gerçekten iyi olduğunuz birkaç şeyi keşfetmenizden ve
bunları sorunlara karşı bir koruyucu olarak kullanmanızdan kaynaklanıyor.
Böylelikle kavradığım ikinci şey, yanlış olanı düzeltme amaçlı herhangi bir
programın, asimptotik olarak başarılı olsa bile ulaşabileceği en iyi şey
sıfırdır ve siz, gece yatağa uzandığınızda -5'ten -2'ye nasıl gideceğinizi
düşünmezsiniz, düşündüğünüz şey genellikle +2'den +6'ya nasıl geçiş
yapabileceğinizdir. Benim ilgimi çeken şey, bunun biliminin yapılmamış
olmasıydı. Bilimin tümü iyileştirme ve olumsuzlukları düzeltme üzerine
kuruluydu.
Bu üçüncü, en sonuncu ve şimşek çakmasının en önemli parçasına yol
açtı. Anladım ki, sosyal bilimdeki uzmanlığım yarım yamalaktı. İyi olduğum
tarafı; kurbanlarla ilgili, acı ve travmayla ilgili, depresyonla, endişe, öfke
ve benzeri ile ilgili olanıydı. Hayatımı buna harcamıştım ve bunun hakkında çok
şey biliyorduk. Göğsümüzdeki madalyanın ızdırap çeken insanları daha az ızdırap
çeken insanlar haline getirebilmemiz olduğunu söylerken kastettiğim şey buydu.
Fakat eksik kalan taraf, hayatı yaşanılır kılandı. Mutluluk nedir? Erdem nedir?
Anlam nedir? Güç nedir? Bunlar nasıl inşa edilir? Bahçedeki o andan sonra,
amacı; güç ve erdemi, pozitif
kurumları, pozitif duyguları anlama ve inşa etme olan pozitif bir
psikoloji yaratmaya yardım etmek, hayatımın amacı haline geldi.
Yaşamımın epey bir bölümünü ilaçlar, psikoterapi ve etkilerine ilişkin
sorular sormaya harcadım. İzin verin, kısaca etkilerini ve pozitif psikoloji
alanındaki anlamlarının neler olduğunu anlatayım.
İlk olarak, iki ilaç tedavisi olduğunu bilmek önemli. Sıtma için kinin
gibi kozmetik hafifleticiler var. Bunları kullandığınızda belirtilerin ortaya
çıkması engelleniyor; kinini kullanmayı bıraktığınızda sıtma tüm gücüyle geri
geliyor. Bir de bakteriyel enfeksiyonlarda kullanılan antibiyotikler gibi
iyileştirici ilaçlar var. Bunları kullanmayı bıraktığınızda bakteri tekrar
etkisini göstermiyor, çünkü ölmüş oluyor.
Biyolojik psikiyatrinin kirli küçük sırrı, psikofarmakolo-jide tüm
ilaçların sadece hafifletici olduklarıdır. Yani hepsi yalnızca belirtileri
bastırıyorlar. Bunları kullanmayı bıraktığınız zaman en başa geri dönüyorsunuz.
örneğin depresyon için genel olarak seratonin ve önceki trisiklik
antidep-resanlar zamanın yaklaşık %65'inde işe yarıyorlar. İlginç bir şekilde,
depresyonun iki temel psikoterapi biçimi -bilişsel ve kişilerarası terapiler-
birbiriyle ilintililer. Zamanın yaklaşık %65'inde işe yarıyorlar.
Farklılıkları, ilginç bir şekilde, hastalığın nüksetmesi ve kötüleşmesi
konusunda. Bilişsel ve kişilerarası terapilerde, aslında hatırladığınız
birtakım becerilerinizi öğrenirsiniz; bu yüzden 3 yıl sonra depresyon geri
geldiğinde yıkıcı düşüncelerle çekişmeye tekrar başlayabiliyorsunuz, ama
seratonin ya da trisiklik antidepresan-lar kullanıyorsanız, rahatsızlık 3 yıl
sonra geri geldiğinde tekrar tüm şiddetiyle kendisini gösteriyor.
Bu ilk bölüm, psikoaktif ilaçların iyileştirici değil sadece
hafifletici olduklarıdır. Tanrı biliyor ya Freudçu değilim; ama Freud'la ilgili
en iyi şey, iyileştirmekle ilgili olmasıydı. Freud antibiyotiklerle
ilgilenmişti. Hafifletmeyle ilgili değildi, ger-
çekten de bu belirtilerin yer değiştirmesi, ilgilendiği şeyin
kendisiydi. Biyolojik psikoloji ve psikiyatrinin iyileşme meselesini yeniden
keşfetmeleri gerekiyor. Pozitif psikolojiyle ilgili olmamın nedenlerinden biri
bu. Nicky'le ilgili hikayeyi anlatırken sorunlara güçlü yanlarımızla karşı
koymaktan bahsediyordum. Bu, bizi %65'lik bariyere kadar çıkaran bir şey. Yani
becerikli klinikçiler bana sık sık insanlara güçlü yanlarını getirmeye
çalıştıklarını, ama bunu lisansüstü öğ-rencisiyken hiçbir zaman öğrenmediklerini
anlatıyorlar. Benim insanları eğitmeye çalıştığım şeyin bir parçası, güçlü
yanlarını sistematik bir şekilde test etmek, güçlü yanlarını inşa etmek ve bu
güçlü yanları koruyucu olarak kullanmaktır.
Pozitif psikoloji için ilaç prospektüsleri ve "terapötik"ler
neler? Sıkıntısız yaşam ve keyif; iyi yaşam, akış ve anlamlı yaşam. Bunların
her birinin olasılıkları bence farklı. Her üçünde de etkili olduğuna inandığım
psikolojik müdahele-ler var; gerçekten de rastgele tahsise dayalı plasebo
kontrol çabasından kastettiğim şey bu. Soru şu; sıkıntısız, iyi ve anlamlı
yaşamın üçünde de işe yarayacak ilaçlar bulmamız muhtemel mi?
Sıkıntısız yaşam için cevap muhtemelen evet. Yani pozitif duygularla
alakalı bir nörobilim söz konusu ve Richard Davidson gibi insanlar beyinde
bunla ilgili bazı lokalizas-yonları saptamaya başlıyorlar. Dinlendirici ve
eğlendirici bazı ilaçlar da var; antidepresanlar keyif sağlamazlar, ama
eğlendirici ilaçlar keyif yaparlar. Hiçbir zaman ekstazi ya da kokain
kullanmadım, ama onların da keyif verdiklerinin verilerine sahibim. Her
halükarda keyfin farmakolojisi bir bilimkurgu değil ve pozitif psikoloji
olgunlaştıkça umuyorum ki, ilaç şirketlerindeki arkadaşlarımız da buna ilgi
duymaya başlayacaklar. Keyfin kısa yolları var. Bunun kısa yollan ilgili nöron
devreleriyle oynamak.
Akışın buna rağmen kısa yolları yok. Ben üniversitede öğrenciyken
öğretmenlerimden biri, Julian Jaynes ki, kendisi acayip; ama muhteşem biridir,
Princeton'da araştırma
görevlisiydi. Bazı insanlar onun dahi olduğunu söylüyordu; ama bunu
bilecek kadar onu iyi tanımıyordum. Kendisine laboratuvar hayvanı olarak Güney
Amerika kertenkelesi verilmişti ve kertenkele ile ilgili problem ne yediğini
kimsenin ortaya çıkaramamasıydı. Bu yüzden kertenkele ölüyordu. Ju-lian sinek
öldürdüğünde kertenkele onları yemiyordu. Julian mango ile papayayı
karıştırdığında kertenkele yemiyordu. Kertenkele, Çin yemeklerine de ilgi
duymuyordu. Julian bir gün geldiğinde kertenkeleyi baygın bir şekilde köşede
yatıyor durumda buldu. Kertenkeleye öğle yemeğini teklif etti, ama hayvan
çavdar ekmeği üzerinde jambona da ilgi göstermedi. Julian, New York Times'ı
okuyup ilk bölümünü jam-bonlu çavdar ekmeğine koyduğunda kertenkele oluşan
şekle bir göz atıp, ayakları üzerine dikildi, avına yaklaşırcasına odayı yavaş
adımlarla bir ucundan diğerine geçti, masanın üzerine atladı ve New York
Times'ı lime lime ederekjambon-lu sandviçi yedi. Kertenkeleler prensip
sahibiydiler, kertenkele erdemlerini ve güçlü yanlarını kontrol etmedikçe
yemiyor ve çiftleşmiyorlardı. Avlanmak, avına yaklaşmak ve lime lime etmek
zorundaydılar. Biz kertenkelelerden daha karmaşıkken, bizim de
zorunluluklarımız söz konusu. Bizi de akışa ulaştıracak kısa yollar yok.
Ödönomiye ulaşmak için en güçlü yanlarımızın gerektirdiği şeyleri yerine
getirmek zorundayız. Peki, kısa yollar olamaz mı? Bunun farmakolojisi mümkün
olamaz mı? Bundan şüpheliyim.
Mutluluğun anlamlı olan üçüncü biçimi, yine en güçlü yanlarımızın ne
olduğu bilmek ve onlara sizden daha büyük olduğunuz bir şeyin hizmetinde başvurmaktır.
Bunun da kısa yolları yok. Hayatın kendisi bu. Keyfin farmakolojisinin olması
muhtemel. Genelde pozitif duyguların da farmakolojisi olabilir, ama akışın
ilginç bir farmakolojisinin olması muhtemel değil. Anlamın farrnakolojisi de
imkansız.
12
SAYILAR GERÇEKTE
NEDİR? SAYI ALGISINDA BEYİNSEL BİR TEMEL
Stanislas Dehaene
College de France, Nörobilimci, Paris; The Number Sense [Sayı Algısı]
ve Reading in the Brain [Beyinde Okuma] kitaplarının yazarı.
Edge'deki sıcak tartışmanın yanı sıra son dönemde basılan bir kitabında
da matematikçi Reuben Hersh "Matematik gerçekte nedir?" diye bir soru
sormuştu. Bu, Antik Yunan'da da · tartışılan çok eski ve 23 yüzyıl sonra
Einstein'ın da kafasını karıştıran bir sorudur. Kişisel olarak benim felsefi
araştırmalarımın tek başına tatmin edici bir yanıt verebileceği konusunda
şüphelerim var (biz aslında sorunun gerçekte ne anlama geldiğine dair bile bir
uzlaşma halinde değilmişiz gibi görünüyor!). Ancak bilimsel bir yaklaşım
sergilemek istiyorsak daha odaklanmış sorular sorabiliriz; örneğin kümeler,
fonksiyonlar ya da rakamlar gibi belli matematiksel nesnelerin nereden geldiği,
onları kimin keşfettiği, orijinal olarak hangi amaçlara hizmet etmek için
kullanıldıkları, tarihsel evrimleri, çocuklar tarafından nasıl öğrenildikleri
vb sorularla yola çıkabiliriz. Bu bağlamda, tarihsel araştırmaları, psikolojiyi
ve hatta nörobilimi kullanarak bilimsel araştırmaya yol açan matematiğin
doğasını daha somut bir yolla tanımlayabiliriz.
Çeşitli ülkelerde küçük bilişsel nöropsikolog gruplarının ve benim,
matematiğin çok basit bir alanında yapmaya çalıştığımız şey tam olarak budur;
biz belki de en temel ve basit alanda, doğal sayılar 1, 2, 3, 4 vs alanında bu
çalışmayı yürütüyoruz. Kelimenin tam anlamıyla yüzlerce deneye dayanan çalışmamızın
sonuçları oldukça şaşırtıcı: Beynimiz doğuştan itibaren sayı algısıyla
donatılmış gibi görünmektedir. Temel aritmetik, türümüzün doğasında olan (pek
çok hayvanla paylaştığımız için yalnızca bizim türümüze özgü bir özellik
değildir) biyolojik olarak belirlenmiş temel bir yetenek olarak görünmektedir.
Dahası, bu özellik hepimizde benzer yerlerde konumlanmış durumda ve sayıların
ve onların ilişkilerinin bilgisini taşıyan bir nöron ağı kümesi olan belli
beyinsel bir substrata sahip. Özetle, çevremizdeki sayıları algılamak,
yarasaların ses yankılanmasını yer belirlemek için kullanması ya da ötücü
kuşların şakıması gibi bir durumdur.
Bu kuramın, matematiğin doğası bağlamında çok önemli ve dolaysız
sonuçlara sahip olduğu nettir. Açıktır ki, bugün ulaştığımız inanılmaz
matematik seviyesi insana özgü bir başarıdır, bizim dille-ödüllendirilmiş
türümüze özgüdür ve büyük oranda kültürel birikime bağlıdır. Ancak buradaki
iddia, matematiğin kurucusu olan temel kavramların, örneğin kümelerin,
sayıların, uzayın, mesafenin ve benzerlerinin beynimizin mimarisinden
kaynaklandığıdır.
Bu anlamıyla, sayılar renkler gibidir. Fiziksel dünyada renk olmadığını
bilirsiniz. Işık çeşitli dalga boylarında gelir; ancak dalga boyları bizim renk
olarak adlandırdığımız şey değildir (yansıttığı dalga boylarının tamamen
değiştiği çeşitli ışıklandırma koşullarında bir muz hala sarı görünür). Renk,
beynimizin V4 alanı tarafından yaratılan bir özelliktir. Bu alan, retinamıza
ulaşan çeşitli dalga boylarındaki görece ışık miktarını hesaplar ve bunu
çeşitli ışın dağılımı bantlarındaki nesnelerin yansıtıcılığını (gelen ışığı
nasıl yansıttığını) hesaplamak için kullanır. Bu bizim renk adını verdiğimiz
şeydir, ancak tamamen beyin tarafından üretilen öznel
bir niteliktir. Yine de dış dünyadaki nesneleri tanımlamak için çok
kullanışlıdır. Çünkü dış dünyanın renkleri farklı ışıklandırma koşullarında
aynı kalına eğilimindedir ve büyük olasılıkla beynin renk algısı yeteneği de bu
nedenle bu şekilde evrimleşmiştir.
Benim iddiam sayıların da renklere çok benzediğidir. Pek çok ayrık ve
hareketli nesneyle dolu bir dünyada yaşadığımız için sayılara ayırabiliyor
olmak bizim için çok kullanışlıdır. Bu durum en açık örnekleri vermek
gerekirse, yırtıcı hayvanları takip etmek ya da en iyi otlama alaniarını
seçebilmek konusunda yardımcı olabilir. Evrim tam da bu nedenle bizim beynimizi
ve pek çok hayvan türünün beynini basit sayısal mekanizmalarla donatmıştır.
Hayvanlarda mekanizmalar oldukça sınırlıdır, aşağıda da göreceğimiz üzere:
Yaklaşık değerlerle uğraşırlar, temsiliyetleri büyük sayılar söz konusu
olduğunda gittikçe bulanıklaşır ve yalnızca basit aritmetik işlemleri (toplama
ve çıkarma) yapabilirler. Biz insanlar ise dil ve sembolik notasyon konusunda
yeteneklerimizi geliştirmek bakımından çok şanslıyızdır. Bu durum hassas
hesaplamalar için algoritmalar oluşturmak kadar büyük sayılar için de zihinsel
simgeler kullanabilmemizi sağlar. Matematiğin ya da en azından aritmetik ve
sayı kuramının gittikçe daha da soyutlaşan zihinsel yapıların bir piramidi
olduğuna ve bu piramidin (1) sembolik notasyon yeteneğimize ve (2) sayısal
nicelikleri anlamamıza ve açıklamamıza yarayan sözlü olmayan yeteneğimize
dayandığına inanıyorum.
Bu kadar felsefe yeter, ancak bu iddiaların gerçek kanıtları nedir?
Psikologlar zihinsel yaşamımızın sınırlı bilgi alanlarına özel olarak akort
edilmiş ve beynimizde evrim aracılığıyla gelişmiş, özelleşmiş ve biyolojik
olarak belirlenmiş zihinsel modüllere dayandığını fark etmeye başladılar (daha
detaylı bilgi için bkz. Steve Pinker'ın How the Mind Works [Zihin Nasıl
Çalışır] kitabı). Örneğin hayvanların, besinlerin, insanların, yüzlerin,
duyguların ve pek çok başka şeyin alanına özgü bilgisine sahip olduğumuz
görülmektedir. Her durumda -ve sayılar bir istisna teşkil etmez- psi-
kologlar bilginin alana özgü sisteminin varlığını aşağıdaki dört
iddiayı kullanarak göstermişlerdir:
- Alanın önsel bilgisine sahip olmanın evrimsel bir
avantaj olduğu ispatlanmalıdır. Temel aritmetik bağlamında, bu çok açık bir
gerçekliktir.
- Diğer hayvan türlerinde yeteneğin öncüllerinin
bulunması gerekir. Bu nedenle, bazı hayvanların tam gelişmemiş aritmetik
yeteneklerinin olduğu gösterilmelidir. Onların yetenekleri ile insanın
yetenekleri arasında sistematik bir paralellik olmalıdır.
- Yetenek, küçük çocuklarda ve hatta yeni doğanlarda,
dil gibi diğer yeteneklerden bağımsız olarak kendiliğinden gelişmelidir.
Yetenek yavaş ve öğrenmenin genel alan mekanizmalarıyla elde edilmemelidir.
- Yeteneğin ayrı bir sinirsel alt tabakası olduğu
gösterilmelidir.
- Kitabım The Number Sense [Sayı Algısı], bu dört
noktanın eğitim ve matematik felsefesi alanlarında ne gibi sonuçları
olabileceğini keşfetmeye olduğu kadar bu dört noktayı ispatlamaya da
adanmıştır. Aslında, somut deneysel kanıtlar yukarıdaki iddiaları kanıtlamakta
ve bu deneyler sayı alanını, biyolojik olarak belirlenmiş olan bilginin alana
özgü sisteminin en güçlülerinden biri yapmaktadır. Burada deneylerden yalnızca
birkaçından örnekler sunabiliyorum.
1. Hayvanların temel sayısal yetenekleri vardır.
Sıçanlar, güvercinler, papağanlar, yunuslar ve elbette primatlar yalnızca
sayılara dayalı görsel kalıpları ya da işitsel dizilimleri ayırt edebilirler
(diğer her bir fiziksel parametre dikkatle kontrol edilmiştir). Örneğin
sıçanlar özellikleri, süreleri, konumlandırılmaları ve işitsel ya da görsel
olup olmamalarından bağımsız biçimde, iki olay için bir manivelaya ve başka
dört olay için bir başka manivelaya basmayı öğrenmiştir. Hayvanların
ayrıca temel toplama ve çıkarma yetenekleri de vardır. Bu temel
yetenekler yalnızca laboratuvarda eğitilmiş hayvanlarda değil, yabani hayatta
da bulunur. Ancak şempanzelerin sayısal sembolleri öğrenmesi için yıllarca
eğitilmeleri gerekir. Bu nedenle, rakamsallığın yaklaşık olarak işlemesi pek
çok türün repertuarında bulunmaktadır, ancak tam sayıların sembolik
güdüm-lemesini yapamazlar; bu, insana özgü bir yetenektir ya da en azından tam
gelişmiş haline yalnızca insanlarda ulaşmıştır.
2. İnsanlarla hayvanlar arasında sistematik
paralellikler vardır. Hayvanların sayısal davranışları giderek artan rakamlar
için gittikçe daha muğlak hale gelir (sayı büyüklüğü etkisi). Aynı şey insanlar
için de ge-çerlidir, günümüz rakamlarıyla uğraşırken bile durum böyledir: 4+5'i
hesaplarken 2+3'ü hesaplamaktan sistematik olarak daha yavaşızdır. Hayvanların
ayrıca 7 ve 8 gibi iki yakın niceliği birbirinden ayırt etme konusunda da
sıkıntıları vardır. Bizim de; normal sayıları kıyaslarken 9'un 8'den daha büyük
olduğuna karar vermemiz, 9'un 2'den daha büyük olduğuna karar vermemizden daha
fazla zaman alır (ve daha çok hata yaparız).
3. Konuşma öncesi bebekler de temel aritmetik
yeteneklere sahiptir. Bu yetenekler hayvanlarınkine çok benzerdir: Yeni
doğanlar yalnızca sayılara dayanarak iki örüntüyü ayırt edebilir ve basit toplama
ile çıkarma işlemlerini yapabilirler. Örneğin 5 aylık bir bebek, bir ekran
arkasına saklanan bir nesnenin yanına bir başkası eklendiğinde, ekran
kaldırıldığı zaman iki nesne görmeyi bekler. Bunu biliyoruz, çünkü özenli
ölçümler bebeklerin bakma sürelerini hesaplamıştır ve farklı sayıda nesnenin
görünmesini getiren bir hile yapıldığında bu süre uzamıştır. Daha uzun bakma
süresi bebeklerin l+l=l, 1+1=3 ya da 2-1=2 gibi imkansız olayları gördüklerinde
şaşırdıklarını göstermektedir.
(Lütfen şüpheliyseniz bile Martin Gardner'ın son kitabımı The Los
Angeles Times'ta tartışırken beni umutsuzluğa sürükleyecek biçimde yaptığı
gibi, bu veriyi elinizin tersiyle itmeyin. Evet, kesinlikle "böylesi
zamanları ölçmek ve ortalamasını belirlemek hiç kolay değildir" ancak bu
deneyler çok sıkı kontrol edilen koşullarda ve çift kör· video kaset kayıtları
ile yapılmaktadır. Orijinal raporları okumanızı tavsiye ederim, örneğin Wynn,
1992, Nature, cilt 348, s. 749-750. Böy-lesi deneylerdeki detayların ve
deneysel kontrolün düzeyinden şaşkına döneceksiniz.)
Hayvanlar ve yetişkinler gibi, yeni doğanlar da özellikle küçük
sayılarda iyidir, ancak yeni doğanlar büyük sayılarla yaklaşık işlemler
yapabilirler. Sırası gelmişken, her biri tekrarlanabilen olan bu deneylerin
Piaget'nin yeni doğanların sayısal değişmezlik bilgisine hiçbir biçimde sahip
olmadan doğdukları fikrini de geçersiz kıldığını unutmayın. Kitabımda,
Piaget'nin ünlü konuşma deneylerinin önyargılı olduğunu ve küçük çocukların
hakiki aritmetik güçleri hakkında bizi yanılttığını gösterdim.
4. Beyin doku bozulmaları, sayı algısını bozabilir.
Çalışma arkadaşlarım ve ben hastanelerde beyin doku bozulmalarından ınuzdarip
pek çok hastayla karşılaştık ve bu hastalar sonuç olarak sayısal işlemleri
yürüte-miyorlardı. Kimi eksiklikler periferaldir ve sözcükleri ya da rakamları
algılamak ya da onları sesli söylemekle alakalıdır. Bununla birlikte diğerleri,
sayısal algının gerçek yitimine işaret eder. Sol paryetal lobdaki doku
Klinik çalışmalarda kullanılan ve çalışmanın bilimsel olarak değerini
artıran bir yöntem. Kullanılan ilacın hangisi olduğunu hasta da, hastayı
izleyen hekim de bilmez !yani ikisi de çalışma ilaçlarına kördür).
Karşılaştınlan ilaçlar maskelenmiş olarak verilir. Kullanılan ilacın bilinmesi
durumunda hem muayene eden hekimin hem de hastanın ön yargıları ya da ilaç
hakkındaki duyumlarının sonuca etki edebileceği düşüncesiyle bu tür bir yöntem
tercih edilir. (double-blindl -çn.
bozulmaları, hastada normal rakamları okuyabilir ve yazabilirken onları
anlamak konusunda sıkıntılara yol açar. Hastalarımızdan biri, 3'ten l 'i
çıkartamamış ya da 2 ile 4 arasında hangi sayının olduğuna karar verememiştir!
Halbuki şubat ile nisan arasında hangi ayın olduğunu söyleyebiliyor ya da
çarşambadan önce hangi günün geldiğini bilebiliyordu. Bu nedenle, sorun tamamen
sayılarla ilgiliydi. Böylesi bir sayısal algı sorunuyla ilgili doku bozulmaları
alanı, dünyanın her yerinde tüm kültürlerde yeniden üretilebilir.
5. Sayısal işlemler yapılırken yürütülen beyin
görüntülemelerinden iç paryetal lobda belirli ve yüksek bir etkinlik
gözlemlenmektedir; aynı bölge doku bozulmasına maruz kaldığında sayısal
işlemlerde sorunlar yaşanmaktadır. Bu etkinlikleri mevcut görüntüleme
tekniklerini kullanarak görebiliyoruz. PET taraması ve fMRI bu bölgeyi sol ve
sağ intraparyetal sulkus-larda· anatomik olarak tam yerini göstermektedir.
Elektriksel kayıtlar, ayrıca bu bölgenin çarpma ya da kıyaslama gibi işlemler
sırasında aktifleştiğini ve ekranda bir sayının görünmesiyle birlikte 200 ms
kadar elektrik ürettiğini göstermektedir. İnsan paryetal lobunda, hesaplama
işlemi sırasında (tedaviye kolay kolay cevap vermeyen epilepsi hastalarının çok
çok özel durumlarında) belli bir artış olduğuna dair tek tek nöronların
kayıtları bile vardır.
Beynimizde sayıların temsiliyetinin biyolojik olarak belirlendiği
gerçeği, kitabımda üzerinde durmaya çalıştığım çok önemli sonuçlara sahiptir.
Bunlardan en önemlisi, elbette, matematik eğitiminin bu temsiliyeti nasıl
değiştireceğidir ve neden kimi çocukların aritmetik ve matematikte beceri
gösterirken diğerlerinin (pek çoğumuzun!) neden beceriksiz kaldığı sorusudur.
Her birimizin yaşamlarına yaklaşık bir sayısal temsiliyetle başladığını
varsayarsak, yalnızca küçük
Bir organ ya da doku üzerindeki oluk -çn.
rakamlar için hassas olan ve 7 ile 8'i birbirinden ayırt etmeye
yetmeyen bir durumdan başladığımızı düşünürsek bu "hayvan"
aşamasından ileriye gitmemiz nasıl mümkün olabiliyor? Sanırım, sayılar için
dilin edinimi hayati önemde ve tam da bu nokta, kültürel ve eğitimsel
farklılıkların ortaya çıktığı noktadır. Örneğin Çinli çocukların saymayı
öğrenme noktasında bir üstünlüğü vardır; çünkü sentaksları çok çok daha
basittir. Biz İngilizce'de önce ilk basamak sonra ondalık kısmı şeklinde
söylerken, "seventeen"; Çince'de önce ondalık kısım sonra ilk basamak
söylenir, "teen-seven"· gibi Bu nedenle onlar çok daha az sözcük ve
daha kolay bir sentaks öğrenmek zorundadırlar. Kanıtlar Çinlilerin rakam
sözcüklerinin büyük kolaylığının, sayma dizilimlerini öğrenmeyi bir yıl kadar
hızlandırdığını göstermektedir! Ancak UCLA ·· psikoloğu Jim Stigler tarafından
gösterildiği gibi, Asya sınıflarında daha iyi organizasyon olduğunu söylemekte
de acele ediyorum. Çocuklar yüksek matematik çalışmalarına geçtikçe,
kestirmelerden tam hesaplamalara doğru ilerledikçe işlerin güçleştiğini ve
bunların yetişkin beyinleri için bile zor olduğunu, aynı zamanda stratejilerin
ve eğitimin hayati etkileri olduğunu gösteren hatırı sayılır ölçüde kanıt
vardır.
Örneğin neden çarpım tablolarını ezberlerken bu kadar zorlanırız? Büyük
olasılıkla beynimiz öncelikli olarak çarpmayı öğrenecek biçimde
evrimleşmemiştir. Bu nedenle, amacı bu olmayan beyin devrelerini zorlamak
zorunda kalırız (çağrışımlı hafızamız 8x3 ile 8+3 kadar 8x4'ü de karıştırmamıza
neden olur). Hesap yapamama, ne yazık ki, bizim normal insani durumumuz
olabilir ve hesap yapabilir hale gelmemiz için büyük emek harcamamız
gerekebilir. Aslında, yatırımın miktarı ve matematik öğrendikleri sıradaki
duygusal durum farkları üzerinden, kimi çocukların okuldaki başarısızlığı ve
kimi idiot dahilerin sıradışı başarıları hakkın-
Türkçede de Çincedeki gibi sayıları okuyoruz. Örneğin on yedi gibi.
-çn.
Los Angeles California Üniversitesi (University of California, Los
Angeles) -çn.
da çok fazla açıklama yapılabilir. Matematiksel yeteneklerde doğuştan
gelen farklılıklara dair kanıtları derledikten sonra, cinsiyet farklılıkları da
dahil olmak üzere, matematik konusunda bireysel farklılıkların pek çoğunun
doğuştan gelen "yetenek"teki farklılıklardan kaynaklandığına inanmıyorum.
Eğitim burada anahtar roldedir ve pozitif etki, matematikteki başarının
arkasındaki motordur.
Matematik dehalarının varlığı bu görüşe karşı çıkıyor gibi görünebilir.
Onların performansı sanki başka bir dünyaya ait olduklarını düşündürtür ve
sanki bizden başka bir beyinleri vardır. Durumun hiç de böyle olmadığını iddia
ediyorum, en azından yaşamlarının başında hiç de böyle değildir, onlar da
bizimle aynı şekilde temel bir sayı algısıyla, sayısal ilişkilere dair bir
seziyle donatılmış olarak hayata başlarlar. Yetişkin beyinlerinde farklı olan
her şey, başarılı eğitimin, stratejinin ve ezberin sonucudur. Aslında tüm
maharetleri, kök almaktan çok basamaklı sayılan çarpmaya kadar, çaba harcayan
herhangi bir insan beyninin öğrenebileceği basit oyunlara dayanmaktadır.
İşte size bir örnek: Ramanujan ve Hardy'nin taksi numaralarına dair
ünlü anekdotu. Dahi Hintli matematikçi Ra-manujan, çalışma arkadaşı Hardy onu
ziyarete geldiğinde tüberkülozdan ölmek üzereydi. Hardy ne söyleyeceğini
bilemediğinden "Buraya gelirken bindiğim taksinin numarası 1 729'du. Bana
sıkıcı bir sayı gibi geldi" dedi. Ramanujan "Oh, hayır Hardy"
dedi. "Aslında oldukça ilginç bir sayı. İki kübün toplamı olacak şekilde
iki ayrı biçimde ifade edilebilen en küçük sayı."
İlk bakışta, bir hastane yatağında böylesi ani bir farkın-dalık
inanılmaz gelmektedir, mümkün olamayacak kadar şaşırtıcı derecede zeki. Ancak
basit bir düşünme Hintli matematikçinin bunu nasıl hesapladığını gösterebilir.
Sayılarla 10 yıllardır çalışan Ramanujan'ın ezberi de çok güçlüydü ve şu
küpleri de ezberlemişti:
Ixlxl =1 2x2x2 = 8 3x3x3 =27 4x4x4 =64 5x5x5 =125 6x6x6 = 216 7x7x7 =
343 8x8x8 = 512 9x9x9 = 729 10x10x10 =1000 llxllxll =1331 12x12x12 =1728
Listeye bakarsanız göreceksiniz (a) 1728 bir küptür; (b) 1 728, l
729'dan 1 eksiktir ve l de bir küptür; (c) 729 da bir küptür ve (d) 1000 de bir
küptür. Sonuçta, Ramanujan'ın eğitiminde biri için l 729'un iki kübün iki
farklı biçimde toplamı olduğunu, yani 1728+ l ve 1000+729, görebilmek çok açık
bir gerçekliktir. Bunun en küçük rakam olduğunu bulmak daha zorludur, ancak
deneme yanılma yöntemiyle bu da başarılabilir. Nihayetinde, bu anekdotun sihri
Ramanujan'ın bu hesabı ergenlik yıllarında defterine yazarak bulduğunu
söylediğimizde tamamen ortadan kalkmaktadır, yani bu hesabı hastane yatağında
bir saniyede yapmamıştır: Hesabı zaten bilmektedir!
Yeterince eğitilirsek hepimizin Ramanujan'ın maharetlerine
ulaşabileceğimizi söylemek zorlama bir ifade mi? Belki de herhangi bir lise
öğrencisinin, hatta çok zeki olduğu düşünülmeyen birinin, ortaçağın en ileri
matematikçileri kadar matematik bildiğini söylemek sizi ikna edebilir. Hepimiz
yaşamlarımıza çok benzer beyinlerle başlarız, hepimiz doğuştan gelen kimi
yapıları olan temel bir sayı algısı ve kültür tarafından şekillendirilmesine
izin veren bir esneklik derecesiyle doğarız.
O zaman matematik felsefesine geri dönelim. Sayılar gerçekte nedir?
Hepimiz beynimizin mimarisine evrim ta-
rafından kazınmış basit sayı algısıyla doğduğumuzu kabul ediyorsak, o
zaman sayılar beyinlerimizin kurgusu olarak görülmelidir. Ancak sanat ve din
gibi pek çok sosyal kurguya zıt biçimde, sayılar ve aritmetik, rastlantısal
zihinsel kurgular değildirler. Aslında sayılar ve aritmetik, dış dünyayla sıkı
biçimde uyumludur. Peki, bu adaptasyon nereden geliyor? Bizim matematiksel
kurgularımızın dış dünyayla tutarlılığı hakkındaki bilmece, iki gerçek
bilinince gizemini biraz yitirmektedir.
- Öncelikle, matematiksel kurgularımızın dayandığı temel unsurlar,
kümeler, sayılar, uzay vb beynimizin mimarisinde uzun evrim süreçleriyle
kökleşmiştir. Evrim, hayatta kalmak için çok önemli ve dolayısıyla dış dünyayı
gerçeğe uygun algılamamızı sağlayan beyin/zihin yapılarımızı birleştirdi.
Deneyimlediğimiz ölçekte, sayılar hayatidir, çünkü biz hareket edebilen ve
sayılabilir nesnelerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Tamamen akışkan bir dünyada
ya da atomik ölçüde yaşıyor olsaydık, her şey çok farklı olabilirdi ve bu
nedenle Henri Poincare, Max Delbruck ya da Reuben Hersh gibi az sayıdaki
matematikçiyle diğer yaşam formlarının bizimkinden çok farklı matematikleri
olabileceği düşüncesi üzerine hemfikirim.
- İkinci olarak, bizim matematiğimiz başka bir evrimi, daha hızlı olan
kültürel evrimi gördü. Matematiksel nesneler, geçtiğimiz 30 yüzyıl boyunca
matematikçilerin zihinlerinde istediği zaman ortaya çıktı (bizim "saf
matematik" dediğimiz şey budur). Ancak tüm bunlardan sonra matematiksel
nesneler, gerçek dünya problemlerini çözmedeki kullanışlılıklarına göre,
örneğin fiziğe göre, seçildiler. Bu nedenle, bizim bugünkü matematiksel araçlarımızdan
pek çoğu bizim dış dünyamıza çok iyi uyum sağlamıştır; özellikle de bu uyum
fonksiyonuna göre seçildikleri için.
Pek çok matematikçi Platoncudur. Evrenin matematiksel maddeden
yapıldığını düşünürler ve matematikçilerin görevinin de bunu keşfetmek olduğuna
inanırlar. Ben bu bakış açısını kesinlikle reddediyorum. Ancak bu yine de
Martin Gardner'ın beni adlandırmayı sevdiği gibi "sosyal yapısalcı"
olduğum anlamına gelmez. Pek çok sosyal yapısalcıya karşı matematiksel
kurguların belli insan kültürlerini aştığı konusunda Gardner'a katılıyorum.
Bana göre bu, tüm insan kültürlerinin aynı matematiksel ezgilerle
"titreşen" aynı beyin mimarisine sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Tanrıya şükür ki, pi sayısının değeri kültürden kültüre değiş-memektedir! (araştırma
için bkz. Sakal meselesi'). Dahası, dış dünyanın bizim matematikle
ilişkilenmemizi sağlayan pek çok yapı sunduğunu da reddetmiyorum. Ben sadece
evrenin yapısının "matematiksel" diye adlandırılmasına karşı
çıkıyorum. Biz dünyanın matematiksel modellerini geliştirdik, ancak bunlar
yalnızca modeller ve asla tamamen yeterli değiller. Gezegenler elips şeklinde
hareket etmezler; eliptik yörüngeler oldukça iyidir, ancak yine de mükemmel bir
model olmaktan çok uzak, iyi bir tahmindir. Madde atomlardan, elektronlardan ya
da kuarklardan yapılmamıştır; tüm bunlar çok iyi modellerdir (aslında çok çok
iyi modellerdir), ancak hepsi de bir gün düzeltilmeye ihtiyaç duyacaktır.
Matematikçiler ve kuramsal fizikçiler modelleme ile gerçeklik arasındaki farka
-bu pek çok biyoloğun çok tanıdık olduğu bir durumdur- daha fazla dikkat
gösterse, pek çok kavramsal zorluğun üstesinden gelinebilirdi.
The Sakal affair -çn.
13
SINIFLANDIRICI
ÇİFTLEŞME KURAMI
Siman Baron-Cohen
Cambridge Üniversitesi Otizm Araştırma Merkezi, Psikolog; The Essential
Difference [En Temel Fark] kitabının yazarı.
Ben otizm sorusu üzerine çalışıyorum. Psikolojik bir perspektiften
otizmi neyin tanımladığını anlamaya çabalıyor ve en nihayetinde beyinde neler
olup bittiğini ve durumun nedenlerini anlamayı amaçlıyorum. Yeni kuramım
otizmin sadece genetik bir durumdan ibaret olmadığını; fakat genlere katkıda
bulunan belli iki ebeveyn tipinin sonucunda oluşuyor olabildiği. Bu tartışmalı
bir şekilde kabul edilebilir. Bunun nedeni bu konuda farklı çok fazla kuram
olması: Bunlardan bir tanesi çevresel kuram; örneğin otizm, aşının (MMR aşısı;
kızamık, kızamıkçık, kabakulak karma aşıl yarattığı zarardan meydana gelir.
Diğer çevresel kuram ise otizmin çocuğun beyninde artan toksik cıva seviyesine
bağlı olarak oluştuğunu açıklar. Fakat genetik kuramın birçok kanıtı var ve
bizim şu an test ettiğimiz şey: İki "sistematikleştirici", çocuk
sahibi olursa, bu durum çocuğun otistik olma riskini artıracak. Bu özetle
böyledir.
Sistematikleştirici, düşünme tarzı çoğunlukla kurallara ve kanunlara
göre anlamlandırma şeklinde olan kişidir. Birçok farklı sistem tipi
düşünebilirsiniz: Matematiksel sistem-
ler (cebir, bilgisayar programları); mekanik sistemler (bilgisayarlar,
arabalar); doğal sistemler (hava, kayalar, jeoloji) ve sosyal sistemler (iş
yerleri, ordu).
Her durumda, yaptığınız şeyi sistematize ettiğiniz zaman, sistemi, onu
yöneten kurallar bakımından anlamaya çalışırsınız. Ekonomi, insanların krizleri
veya borsada neler olup bittiğini öngörmeye çalıştıkları bir sistem örneği
teşkil edebilir. Onlar, olayları kurallara ve kanunlara göre anlamaya
çalışırlar. Bizim test ettiğimiz kuram şudur: Anne ve babanın her ikisi de
sistematikleştirici ise, çocuğun otizme sahip olma riski artmaktadır.
Sistematikleştirme davranışlarda ifade edilir, bu yüzden de, örneğin
hobiniz bilgisayarla oynamak ise gördüğünüz davranış bu oluyor; fakat açıkça o
aktivite sizin sadece davranışınızda değil zihninizde olup bitenlerin
göstergesi olan ilgi alanlarınızı yansıtır. Sistematikleştiricinin zihni
sistemleri anlamak için çalışır. Steven Pinker'ın örümcekler ile ilgili şöyle
güzel bir deyimi var: Örümcekler sadece ağ örmek için programlanmıştır. Pinker,
bu analojiyi büyüyen tipik bir çocuğun dil öğrenmeye nasıl programlandığını
açıklamak için kullanır. Bu programlar %100 belirleyici değillerdir; müdahale
edebilir ve değiştirebilirsiniz. Açıkçası sistemde esneklik vardır. Aynı
şekilde, sistematikleştirme %100 genetik sonuç vermeyecektir. İnsanlarda %100
genetik olan az sayıda davranışsa! nitelik vardır.
Bu kuramı test etmek için beş aşama var: İlki, sistema-tikleştirmenin
aileden gelip gelmediğini saptamalıyız. İkincisi, sistematikleştirme ile
bağlantılı herhangi bir gen olup olmadığını bulmalıyız. Üçüncüsü, otizme sahip
çocukların ebeveynleri kendi algılarındaki tanıma göre sistematikleştirici mi?
Dördüncüsü, her ikisi de sistematikleştirrrıe ile ilgili genleri taşıyorlar mı?
Son olarak, bu genler birleştiği zaman, bu durum çocuklarının otizme sahip olma
riskini arttırıyor mu?
Bu kuram, tartışmaya yol açabilir ve kaygı yaratabilir; ama tartışmaya
yol açacak olması, onu araştırrnamalıyız
anlamına gelmez. Deneysel olarak araştırabileceğimiz yollar var.
Peki, bunu nasıl araştırırsınız? İlk akla gelen zaten otistik olan
çocuğa ve direk olarak ebeveynlerine bakmak. Halihazırda böyle çalışmalar
yürüttük ve genel nüfus içinde otistik çocuğa sahip ailelerde
sistematikleştirmenin erkekler arasında daha yaygınken, böyle çocukların
annelerinin de büyük bir olasılıkla tipik erkek ilgilerine sahip
sistematikleştirici olabileceğini bulduk.
Bunu nasıl test ettiğimizin bir örneği, tamamlayıcı bir parça bulur
bulmaz görsel örüntüyü analiz etmek zorunda oldukları bir test vermekti. Genel
nüfus içinde böyle bir analitik testte erkekler daha hızlı, fakat otizme sahip
çocukların ebeveynleri arasında anneler neredeyse tipik erkek kadar hızlı.
Anneler tipik erkek profili gösteriyor ve bu mantıkdışı; çünkü onların daha çok
tipik kadın profili göstermesini bekliyorsunuz. Sadece bu durum, bu kuramın
araştırmaya değer olduğunu gösteren bir işarettir.
İkinci bir işaret, otizme sahip çocukların baba ve büyükbabalarındaki
mühendislik oranlarına baktık. Mühendislik, -örneğin mekanik sistemleri
anlamak- iyi bir sistematikleştirici olmanız gereken bir meslek. Otizme sahip
çocukların babalarının fazlasıyla mühendislik alanı içinde temsil edildiğini
gördük ve ne ilginçtir ki, büyükbabalarda da tam olarak aynı eğilimi bulduk.
Otizme sahip bir çocuk ile başlarsınız, o, doğanın bu deneyinin son
ürünü. Bir önceki veya iki önceki nesildeki işaretleri ve ipuçlarını görmek
için geriye doğru çalışıyorsunuz. Bu yeni kurama "sınıflandırıcı çiftleşme
kuramı" deniyor. Ailenin iki tarafının da benzer genlere katkıda
bulunduğunun bir işareti, meslekler çalışmamızda anne ve baba tarafından olan
büyükbabaların ikisinin de büyük olasılıkla mühendislik alanı içinde çalışıyor
olmasıdır. Yani güçlü sistematikleştirme ailenin sadece bir tarafından
gelmiyor. Bu kurama sınıflandırıcı çiftleşme kuramı deniyor; çünkü bu kuram,
iki bireyin benzer karakteristik özellikleri nedeniyle bir birlik
oluşturabilir fikrini açıklıyor. Onlar birbirlerini benzer
karakteristik özelliklere sahip olma üzerinden seçiyorlar.
Sınıflandırıcı çiftleşme kuramı, benim diğer büyük ilgi alanım olan
cinsiyet farklılıkları ile bağ kuruyor. Erkekler ve kadınlar arasındaki
farklılıkları anlamaya çalışıyorum. Bu çalışma daha çok Amerika'da yapılan,
örneğin "cinsiyet" kelimesinin "toplumsal cinsiyet" ile yer
değiştirmesi gibi hokkabazlıkları keşfetmek adına benim için ilgi çekici.
Bu, son yüzyılda çok kurnaz bir şekilde .gerçekleşti. Amerika'da kimse
cinsiyet farklılıkları hakkında konuşmaz oldu, herkes toplumsal cinsiyet
farklılıkları hakkında konuşuyor. Herhangi bir kişinin cinsiyetinden söz etmek
istediğin zaman, onun toplumsal cinsiyetinden kastediyorsun. Ben bunu
hokkabazlık olarak adlandırıyorum; çünkü "cinsiyet" daha eski bir
kelime. Cinsiyetin ya erkek ya da kadındır ve biyolojik olarak cinsiyetin iki X
kromozomu veya bir X ve bir Y kromozomuna sahip olman ile tanımlanır. Cinsiyet
kelimesini aklamak için toplumsal cinsiyet hakkında konuşmaya doğru kurnazca
bir değişim yaratılıyor.
Bu neden oldu? Çünkü büyük olasılıkla cinsiyetiniz kromozomlarınız ile
belirleniyor ve Amerika'da şöyle bir düşünce yapısı var: Herhangi bir şeyle
belirlenmemeliyiz, seçtiğimiz herhangi bir şey olabilmeliyiz. Boş sayfa.
Toplumsal cinsiyet, kendini nasıl düşündüğüne -erkeksi veya kadınsı-işaret
ediyor. Çok daha öznel ve genellikle kültürel olarak biçimlendiğine inanılıyor.
İtalyan erkek toplumsal cinsiyet davranışı, İngiliz erkek toplumsal cinsiyet
davranışından farklı şekilde ifade edilir. Bu, insanların biyolojik cinsiyeti
sabit olsa bile kültürlerini değiştirdikçe toplumsal cinsiyetlerinin
değişebileceği izlenimi verir.
Bu yüzden toplumsal cinsiyet hakkında konuşmak, cinsiyet hakkında
konuşmaktan çok daha iyimserdir. Bu, sıfırdan zengin olma düşüncesi gibi, her
şey olabilirsiniz; fakat ben cinsiyetin biyolojik bir nitelik olan orijinal
olgusuna geri dönmesi ve zihinsel olarak kadınlar ve erkekler arasında önemli
farklılıklar olup olmadığını sorgulamayla her zaman
ilgilendim. Ayrıca psikolojik farklılıklar olup olmadığını anlamak için
tüm bunları ortaya çıkaran biyolojik mekanizmalar nelerdir? Genler mi,
hormonlar mı?
Biz kendi işimizde, ilerideki davranışlarda etkisi olup olmadığını görebilmek
için fetal testesterona -fetüsün anne karnında salgıladığı hormon- çok fazla
yoğunlaştık. Mükemmel bir kelimeye sahiptik: "Cinsiyet". Fakat o
kelime ABD'de nerdeyse adi bir kelime haline geldi. Yakın zamanda zihindeki
cinsiyet farklılıkları üzerine bir makale yazdım. Editör "cinsiyet"
kelimesini kullandığım her yeri, "toplumsal cinsiyet" olarak
değiştirdi. Sistematik bir değişim uygulandı ve ben orijinal kelimenin
kullanılmasını istedim. Editörler bunun için iyi bir neden sunmamı istedi;
çünkü Amerika'da tercih edilenin toplumsal cinsiyet kelimesi olduğunu
söylediler. Toplumsal cinsiyetin, cinsiyetten farklı olduğunu açıklamak
zorundaydım. Bu unutulmuş bir ayrım gibi gözüküyor. Bunun kasten mi
yapıldığını, yoksa kendiliğinden mi gerçekleştiğini kestirmek zor.
Hormonlara geri dönelim. Biz rahimdeki amniyotik sıvı -fetüs bu sıvı
içinde rahatça yüzebiliyor- üzerine laboratuvar çalışmaları yürütüyoruz.
Amniyotik sıvı içerisinde erkeklik hormonu olarak bilinen testesteronun ne
kadar bulunduğunu analiz ediyoruz. Açıkçası o bir erkeklik hormonu değil; çünkü
iki cinsiyet de bu hormonu salgılıyor, sadece erkekler kadınlardan çok daha
fazla salgılıyorlar. Çünkü bu hormon testislerden salgılanıyor. Kadınlarda da
böbreküstü bezinden salgılanıyor. Hatta erkek çocukları ve kız çocukları
arasında bu hormonun salgılanma düzeyinde bireysel farklılıklar
gözlemleyebilirsiniz.
Soru şu: Bu çocuklar takip edildiğinde, bu hormon psikolojik bir etkiye
dönüşür mü? Amniyotik sıvıdaki testosteronu ölçtük, bebek doğana kadar bekledik
ve sonra 12, 18 aylıkken ve 2 yaşındayken tekrar kontrol ettik. Bu ileriye
doğru boylamasına bir araştırma oldu.
Bebekteki fetal testosteron seviyesi ne kadar yüksekse, 12 aylıkken o
kadar az göz teması kurabildiğini bulduk. Ayrıca
18 aylıkken dil gelişiminde daha yavaş olduklarını da. Bana göre,
bunlar gerçekten inanılmaz sonuçlar; çünkü biyolojik bir duruma bakıyoruz, bu
durumda büyük olasılıkla beyin gelişimini etkileyen bir hormon hayli belirgin
davranışsa! farklılıklar yaratıyor. Her zaman kız çocukların erkeklerden daha
hızlı konuştuklarını, -dil gelişiminde cinsiyete bağlı farklılıklar olduğu
anlamına geliyor- ayrıca en büyük çeşitliliğin de 18 aylıkken gerçekleştiğini
(bazı çocuklar tek kelime bile konuşamazken, bazıları 600 kelimelik bir kelime
ha-zinesine sahip olabiliyorlar) biliyorduk. Kimse gerçekten bu çeşitliliği
açıklayamadı. Neden bir çocuk nerdeyse tamamen sessiz olurken, diğeri çok
konuşkan olabiliyor?
İnsanlar çeşitli açıklamalar getirdiler: Örneğin ilk doğan çocuklar
daha sonra doğanlardan daha erken konuşmaya başlar. Açıkça görülüyor ki, ilgili
çevresel faktörler var. Büyük olasılıkla ilk doğan çocuklar anne ve
babalarından çok daha fazla ilgi görüyorlar. Fakat doğum sırasından çok, bu
değişkenliği açıklayan etken hormonlar gibi görünüyor. Şu anda bu çocukları
okuldayken gözlemliyoruz, 4 yaşındalar ve hala doğum öncesine ait hormon salgı
miktarının ara çocukluk dönemindeki davranışları etkilediğini görüyoruz. Bu,
zihnin çalışmasındaki farklılıkları açıklamak için biyolojiyi neden göz ardı
etmememiz gerektiğini anlatan sadece bir örnek.
Bütün nedenlerin biyolojiye dayandığını iddia etmiyorum. Fakat uzun bir
süre, sosyal davranış ve dil gelişimi tamamen çevresel faktörler ve öğrenilmiş
tecrübe ile açıklandı. Bu hormon çalışmaları bize hormonların da etkisi
olduğunu söylüyor. Ayrıca tıbbi durumlardan da biliyoruz ki, genetik
nedenlerden ötürü yüksek düzeyde testesteron salgılıyorsanız, bu durum
davranışlarınızda değişime yol açabilir. Bu yüzden genetik nedenlerden dolayı
çok fazla testeste-ron salgılayan, konjenital adrenal hiperplazi" (KAH)
olan kız çocuklarına bakarsanız erkeksi göründüklerini fark edersi-
Doğumla gelen böbreküstü bezi aşırı büyüme sorunu (congenital adrenal
hyperplasia, CAHl -çn.
niz. Tipik kız çocuklarından farklı olarak, onların ilgi alan-lan tipik
erkek ilgileri ile örtüşür; küçük oyuncak arabalarla oynamaktan hoşlanırlar,
ağaç evler inşa etmeyi severler ve mekansal testlerde hızlı bir performans
sergilerler.
iddialarımın kanıtı deneylerimde görülüyor. Benim bütün bu alanlarda
kanıt olmadan bir şeye inanmam mümkün değil.
Burada Cambridge'de, yaptığım deneylerden biri yerel kadın doğum
hastanesindeydi. Temelde, yaşam boyunca gözlemlediğimiz cinsiyet
farklılıklarının doğum anında da var olup olmadığını görmek için başlangıç
noktasının doğuma kadar uzanıp uzanmadığını ortaya çıkarmak istedik. Bu deneyde
lOO'ün üzerinde görebildiklerimiz arasında en genç olan 24 saatlik olan yeni
doğmuş bebekleri inceledik ve her bebeğe bakmaları için bir insan yüzü ve sonra
bebek yatağına asılı mekanik bir telefon gösterdik. Her bebek bu iki nesneyi
gördü.
Açıkçası bu iki nesne ilginç açılardan farklı, çünkü insan yüzü
canlıdır ve duyguları yansıtabilen doğal bir nesnedir. Mekanik telefon ise
insan yapımıdır, canlı değildir ve tabi ki duyguları yoktur. Bu iki nesneyi
bazı önemli noktalardan denkleştirmeye çalıştık. Çocuğun ilgisini çekebilen
özellikleri kontrol etmek ve denemek amacıyla; ilk olarak ikisi de aynı
büyüklükteydi ve ikinci olarak da ikisi de benzer renklere sahiplerdi. Fakat
bizim yaptığımız, bebeklerin her nesneye ne kadar süre baktıklarını filme
almaktı.
Annelerden, bize bebeklerinin cinsiyetlerini söylememelerini istedik,
böylelikle bebeklerin erkek mi kız mı olduğu konusunda tarafsız olabilecektik.
Büyük oranda bu mümkündü. Bazen bebeğin erkek ya da kız olduğunu tahmin
edebilmek mümkündü; çünkü yatağın etrafında "Tebrikler, bebeğiniz
erkek" yazan kartlardan olabiliyordu. Sonrasında bebeğin yüze veya
telefona ne kadar uzun süre baktığını ölçebilmek için video kasetlerini hakimler
heyetine vermemize rağmen bu durum, deneye zarar verebilirdi. Hakimler, video
kasetlere bakarken bebeğin cinsiyetine dair bu tür ola-
sı ipuçlarına sahip değillerdi, çünkü görebildiğiniz tek şey bebeğin
gözleriydi.
Deneyin sonuçlarına dayanarak, biz erkek bebeklerin kızlara göre daha
uzun süre mekanik telefona ve kız bebeklerin erkeklere oranla daha fazla insan
yüzüne baktıklarını gördük. Bunun doğumda ortaya çıkan cinsiyet farklılığı
olduğunu farz edersek, bu durum, farklılığın deneyim ve kültüre dayandırılamayacağı
anlamına geliyor. 24 saatlik bebek. Şimdi diyebilirsiniz ki, bebek tam olarak
yeni doğmuş sayılmaz, onlara 24 dakikalıkken hatta daha küçükken erişmek daha
iyi olabilirdi. Fakat açıkçası ebeveynlerin ve doktorların bebeğin doğumun yarattığı
travmadan kurtulabilmesi için bir süre dinlenmesi yönündeki isteklerine saygı
göstermek zorundaydık ve ebeveynlerin bebeklerini görmesine izin vermek
durumundaydık. Bu yüzden, doğrusunu söylemek gerekirse, bir günlük sosyal
deneyim kazanma süreci olabilir. Fakat yine de bu farklılık o kadar erken
ortaya çıkıyor ki, bu da bize en azından bir kısmının biyolojik olduğunu
gösteriyor.
Sonuçlar 200 l 'de bilimsel bir dergide yayınlandı ve deney henüz
tekrarlanmış değil ve bilimde deneyin bağımsız tekrarı gereklidir. Başka
laboratuvarlarda bunu gerçekleştirmek için özen göstereceğim. Bildiğim
kadarıyla herhangi bir teşebbüs olmadı. Bu, bu işin çok zor olmasından
kaynaklanıyor olabilir.
Yüz tane bebek üzerinde deney yapmak için, çocuk doğumları bekleyen
hastanelerin etrafında beklemek zorundasınız. Bu oldukça basit bir şey; çünkü
her gün bir sürü bebek doğuyor. Cambridge gibi bir şehirde her gün 5 bebek
doğuyor. Bir şekilde bebeklerin çoğu gece yarısında, sabah 2.00 veya 3.00
civarında doğuyorlar. Bunu yapabilmek için beklemeye gönüllü, kendini adamış
bir araştırma ekibiniz olması gerekiyor. Cambridge'de anneler hastanede sadece
bir gün kalıyorlar. Belki bir gece. Sonrasında bir sonraki hamile kadına
yatağın bırakılması için evlerine gönderiliyorlar. Bebekleri test etmek için
fırsat yakalamanız bakımından doğru zamanda orada olmak durumundasınız.
Annelere ebe-
veyn onayı için çalışan iki çalışkan yüksek lisans öğrencimiz vardı.
Belki de, Cambridge gibi bir şehirde, araştırmaların sürdüğü ve ebeveynlerin de
bildiği bir üniversite şehrinde, izin almak daha kolaydır.
Test çok şey isteyen bir test değildi: Bebeğin sadece sırtüstü uzanıp
yukarı bakması gerekiyordu. Her nesne onlara sadece bir dakikalığına
gösteriliyordu; çünkü bebekler çok çabuk rahatsız olmaya meyillidir.
Gerçekleştirilmesi zor bir deney; çünkü bebekler zamanlarının çoğunu uyuyarak,
beslenerek veya ağlayarak geçirirler. Bu üç şeyi yapmadıkları bir zamanı
kollamak zorundasınız. Uyanık ve sakinlerken, uyarıcıları sunmak için sadece
birkaç dakikanız oluyor.
Kamera bir kenarda iyice gizlenir. Bebekler çok uzağı göremezler. Yeni
doğan bir bebeğin görme derinliği 15-20 cm arasında değişir. O yüzden kameranın
bebeğin tepkilerini etkilemesi çok ihtimal dahilinde değil.
Deneyin tartışmalı bir şekilde kabul edileceğini bekliyordum; çünkü
bildiğim kadarıyla doğum sırasında zihindeki cinsiyet farklılıklarının ilk
gösterildiği ispatlardan biriydi. Aslında deneyin sonuçları yaygara
kopartılmadan basıldı. Belki bunun nedeni, iklimin şimdi değişmiş olması ve
insanların zihinde cinsiyet farklılıklarını olduğunu ve bunun kısmen biyolojik
olduğunu kabul etmeye daha yatkın olmasıdır. Bu doğruysa, zihnin nasıl
çalıştığıyla ilgilenen bilim insanları için iyi bir haber.
Benim cinsiyet farklılıkları ile ilgili tezim gayet ılımlı, çünkü
çevresel faktörleri göz ardı etmiyorum; sadece biyolojiyi unutmayın diyorum.
Bence bu gayet ılımlı bir görüş. Ama cinsiyet çalışmaları alanındaki bazı
insanlar için bu çok uç bir fikir gibi görünüyor. Tüm meselenin çevreye bağlı
olmasını, biyolojinin işin içine karışmamasını istiyorlar. Bunu l 960'larda
toplumu değiştirme çabaları dahilinde politik anlamda önemli bir duruş olarak
anlayabilirsiniz. Fakat bu, bilimsel olarak neler olduğunun doğru bir
açıklaması mıdır? Siyaset ve bilimi birbirinden ayırmanın ve sadece kanıtlara
bakmanın zamanı geldi.
14
TOKSO: İNSAN
DAVRANIŞINI YÖNLENDİREN PARAZİT
Robert Sapolsky
Stanford Üniversitesi, Nörobiyolog; A Primate's Memoir [Bir Primatın
Hatırası) ve Zebras Don 't Get Ulcers: A Guide to Stress, Stress-Related Diseases
and Coping [Zebralar Ülser Olmaz: Stress ve Stresle İlgili Rahatsızlıklarla Baş
Etme Rehberi] kitabının yazarı.
Nörologların sahip olduğu cinsten -özgür irade ve belirlenimcilik
bağlamında- sonsuz mücadelede benim hissiyatım, orada bir yerlerde pek de özgür
bir irade olmadığı ve varsa bile onun da en az ilgi çekici yerlerde ve gittikçe
seyrekleştiği olmuştur. Fakat nörobilimde, düşünegeldiğim ve şimdi araştırmaya
başladığım tümüyle yeni bir alan mevcut. Bu alan, davranışlarımızı etkileyerek
devam eden şeylerin diğer unsurlarını yüzeyin altına itiyor. Aynı zamanda
bütünüyle davranışlarımızı değiştiren tuhaf parazitlerle alakalı. Çok şaşırtıcı
da değil bu. Orada, dışarıda, organizmalara girip yerleşen çok değişik
parazitler var ve ihtiyaç duydukları şeyler, organizmaları parazitlendirmek,
çoğalmak, kazançlı olma olasılıklarını arttırmak. Bazı durumlarda ise
konakçının davranışlarını bile değiştirebiliyorlar.
Bunlardan bazıları oldukça hayret verici. Yengecin sırtına binen bir
kaya midyesi türü var örneğin. Yengeç erkek ise, ona östrojenik hormon enjekte
edebiliyor. Bu aşamada erkeğin davranışları feminize oluyor. Erkek yengeç,
kumda yumurtaları için delik kazmaya başlıyor. Tek farkla, kendisi yumurta
sahibi değil, fakat kuşkusuz kaya midyesinin yumurtası var ve kendisi için
yengece yuva yaptırmış oluyor. Eşek arısının tırtılı parazitleştirdiği ve ona
yuvasını korut-turduğu başka örnekler de mevcut. Bunlar hepsi sıradışı
örnekler.
Laboratuvarımda üzerinde durduğum parazit, memelilerde davranış
değişikliğine yol açtığından dolayı memeliler dünyası için eşsiz bir parazit.
İlgilendiğimiz bu tek hücreliye toksoplazma deniyor. Hamileyseniz ya da hamile
olan birinin etrafında bulunduysanız, kedi dışkısı, kedi yatağı, kediyle ilgili
her şeyden hemencecik tedirgin olmalarının nedeninin kedilerin toksa taşıyor
olması olduğunu bilirsiniz ve bir ceninin sinir sistemine toksoplazmayı
karıştırmak istemezsiniz. Bu bir felaket olur.
Toksonun normal yaşam döngüsü, doğa tarihinin şaşırtıcı parçalarından
biridir. Tokso kendisini yalnızca kedilerin bağırsaklarında cinsel olarak
yeniden üretebilir. Kedinin dışkısıyla dışarı çıkar ve dışkı, kemirgenlerce
yenir. Bu noktada toksonun evrimsel zorluğu, kemirgenleri kedinin karnının
içine nasıl alınacağıdır. Bunu herhangi bir inceliği olmayan yoldan da
yapabilirdi, örneğin kemirgenin belini bükerek ya da buna benzer bir şekilde;
ama tokso, bunun yerine kemirgenin doğuştan gelen davranışlarını değiştirmek
gibi şaşırtıcı bir kabiliyet geliştirmiştir.
Ataları 5 bin nesildir laboratuvar sıçanı olan bir laboratu-var
sıçanını alın, ataları gerçek dünyada etrafta koşturduk-lanndan, kafeslerinin
bir köşesine biraz kedi idrarı koyarsanız diğer ucuna doğru hareket edecektir.
Kedi kokusuna, kedi feromonuna· tamamen doğuştan ve fiziksel olarak bağlantı-
Hayvanlarda karşı cinsi uyaran bir salgı -çn.
lı bir reaksiyon bu. Fakat toksa bulaşmış bir kemirgen alın, kendisi
artık kedilerin kokusundan korkmamaktadır. Aslına bakarsanız cazibesine
kapılmıştır. Görebileceğiniz en lanet olası şaşırtıcı şey, toksonun, kedi
idrarını sıçanlar için nasıl çekici kılabileceğini bilmesidir ve sıçanlar,
gidip onu kontrol ettiklerinde artık kedinin midesini boylama ihtimalleri çok
daha fazladır. Toksonun hayat döngüsü tamamlanmıştır.
Bu durum yarım düzine yıl önce Birleşik Krallık'ta bir grup tarafından
rapor edilmiştir. Toksonun beyinde neler yaptığına ilişkin çok fazla bilgi yok,
bu nedenle o tarihten beri laboratuvar araştırmalarımın bir bölümü,
nörobiyolojik yönlerini tespit etmeye çalışmak olmuştur. İlk şey gerçek olmasıdır.
Kemirgenler, sıçanlar ve fareler, toksa bulaştığında gerçekten kedi idrarının
cazibesine kapılıyorlar. Buna "İyi, pekala" diyebilir ve bu acayip
şeyi yapanın kemirgenin kendisi olduğunu söyleyebilirsiniz. Çünkü bu parazit,
beynini İsviçre peynirine ya da başka şeye dönüştürüyor olabilir ya da bu
yalnızca münferit davranışsal bir kaostur. Fakat hayır, bunlar inanılmaz
derecede normal hayvanlar. Koku alma duyuları normal, sosyal davranışları
normal, öğrenmeleri ve hafızaları gayet normal. Bunların hepsi normal. Sadece
cinsine özgü acayip hayvanlar değiller.
"İyi pekala, bu değil" diyorsunuz, fakat toksa korku ve
endişe devrelerini nasıl yıkacağını biliyor gibi görünüyor. Ama sadece bu da
değil; çünkü bunlar, hala parlak ışıklardan doğuştan korkan sıçanlar. Gece
hayvanları. Geniş, açık alanlardan korkarlar. Onları değişik şeylerden korkmaya
şartlandırabilirsiniz. Sistem orada çok düzgün çalışır. Toksa bir şekilde bu
korku kanalını, bu yırtıcı hayvan kokusundan kaçınmayı bir şekilde lazerle
kesip atabilir.
Bunu incelemeye başladık. İlk yaptığımız şey, toksoyu bir sıçanla
tanıştırmak oldu. Bağırsaklarından sinir sistemine göç etmesi yaklaşık 6 hafta
sürdü. Bu noktada, aradığımız şey, beyinde nereye gittiğini bulmaktı. Kistler
oluşturdu, bir çeşit gizli, kapsüllü kistler ve bu beynin genelinde
yaralanmalara yol açtı. Çok derin bir hayal kırıklığıydı.
Fakat daha sonra beynin değişik yerlerini ne kadar sarmaladığına baktık
ve ortaya çıktı ki, toksa, tercihen beynin korku ve endişe ile ilgili bölümünü,
beynin amigdala denen bölgesini nasıl evi kılması gerektiğini biliyor.
Amigdala, korku koşullanmasının yapıldığı yer; amigdala, travma sonrası stres
bozukluğu yaşayan insanlarda hiperaktif olan şey; amigdala, her şeyiyle
yırtıcılardan kaçınma kanallarıyla ilgili. Toksa, amigdalaya nasıl girmesi
gerektiğini biliyor.
Toksonun daha sonra dendritleri, nöronların birbirine bağlandığı kısım
ve iletkenleri tuttuğunu ve amigdalada onları buruşturduğunu gördük. Devreleri
çözüyordu. Orası daha az hücreyle sarmalanıyordu. Beynin korku ve endişeyle
ilgili önemli bölümünde, bu aksanı çözen bir parazitti. Bu çok ilginç. Bize
sadece yırtıcıdan kaçınmasının neden çökertildiğini söylemiyor; çünkü parlak
ışıklardan korkma ve benzerleri hala geçerli. Parazit, bu belirli devre şemasını
nasıl bulacağını iyi biliyor.
Öyleyse bundan sonra ne oluyor? Parazit ne yapıyor? Çünkü sadece
korkudan kaçınma tepkisini yok etmiyor, yeni bir şey de yaratıyor. Kedi
idrarına cazibe üretiyor ve her şeyin bütünüyle tuhaflaştığı nokta burası.
Beynin devreler şemasına bakıyorsunuz ve orada nöronların birbiriyle iletişim
halinde olduğu, metabolik olarak aktif devreler haline gelen nöronları
etkinleştiren gayet akla uygun, iyi şekillendirilmiş bir devre görüyorsunuz.
Yırtıcıdan kaçınmasını içeren iyi anlaşılır ve akla uygun bir işlem bu.
Amigdala, hipotalamus ve beynin diğer uyarılan bölgelerindeki hareketlenen
nöronları içeriyor. Bu çok iyi tasarlanmış bir devre.
Cinsel çekimden sorumlu iyi tasarlanmış başka bir devre de var. Meydana
geldiği gibi, bu devrenin bir bölümü önce amigdaladan -ki kendisi ile oldukça
ilgilidir- akıyor, sonra beynin korku kanalları dışındaki bölgelerine gidiyor.
Normal sıçanlara baktığınızda ve onları kedi idrarına, kedi feromonuna
maruz bıraktığınızda, tam da beklediğiniz gibi stres tepkisi gösterirler: Stres
hormon düzeyleri yükselir ve beynin klasik korku devrelerini etkinleştirir.
Şimdi
toksa bulaşmış sıçanlar alın, tam kedi idrarının kokusunu sevmeye
başladıklarında, onları kedi feromonuna maruz bırakın; göreceksiniz ki, stres
hormonu salgılamayacaklar-dır. Korku devrelerinin normal bir şekilde
etkinleşmediğini, yerine cinsel uyarılmalarının biraz etkinleştiğini
göreceksiniz. Başka bir deyişle, toksa cinsel ödül kanalını nasıl ele
geçireceğini de biliyor. Toksa bulaşmış erkekler alır ve onları yoğun kedi
feromonuna maruz bırakırsanız; göreceksiniz ki. testisleri büyüyecektir. Bu
lanet olası parazit, bir biçimde kedi idrarının kemirgenler için cinsel isteği
arttıracak şekilde kokmasını nasıl sağlayacağını biliyor ve onlar da gidip kedi
idrarını kontrol ediyorlar. Tümüyle şaşırtıcı.
Böylece bu, belirli bir düzeye kadar her şeyi açıklıyor. Aha! Parazit,
cinsel istek devresini ele geçiriyor. Bu tümüyle garip. Bu aşamada, dişilerde
cazibenin temellerinin ne olduğunu bilmiyoruz. Üzerinde çalışmayı sürdürdüğümüz
şeylerden biri de bu.
Birleşik Krallık'ta -Leeds'te-toksa genomu üzerinde çalışan bir grup,
son derece başarılı işler çıkardı. Biz de işbirliği temelinde onları çabucak
öğreniyoruz. Pekala, tokso tek hücreli bir parazit ve toksoyla memeliler ortak
atalara sahipler. Tanrı biliyor ya, en son milyarlarca yıl önceydi bu. Toksa
genomuna baktığınızda göreceksiniz ki, tirozin hidroksilaz diye adlandırılan
genin iki çeşidine sahiptir. Bu noktada, nö-rokimyacı olsaydınız, bu sizi şok
ve heyecan içinde yerinizden sıçratırdı.
Tirozin hidroksilaz, dopamin yapımında kullanılan kritik bir enzim.
Dopamin ise, beynin tümüyle ödül ve ödül beklentisiyle ilgili nöro-iletici.
Kokain, dopamin sistemine etki ediyor; tüm mutluluk verici ilaçlar da. Dopamin
keyif, cazibe ve beklentiyle ilgili ve toksa genomu bu şeyi yapmak için memeli
genine sahip. Saptadığı, hedef aldığı gen üzerinde küçük bir kuyruğu var,
gerçek bir enzime dönüştüğünde toksonun içinde gizlenmeyi bırakıp nöronun içine
giriyor. Bu parazit, nöronları sanki beklentililermişçesine zevkle nasıl
hareket ettireceğini öğrenmeye ihtiyaç duymuyor; kendi başına beyin kimyasını
ele geçiriyor.
Böylece tekrar özgünlük meselesine geliyoruz. Toksoyla yakından
ilintili parazitlere bakın, bu gene sahipler mi? Kesinlikle hayır. Şimdi toksa
genomuna ve diğer beyin habercilerinin genlerine bakın. Seratonine,
asetilkoline, norepinef-rine ve benzerlerine. Düşünebileceğiniz her tekil geni
arayıp tarayın. Sıfır. Toksa bunlara sahip değildir. Toksa, kendisine tüm memeliler
dünyasının ödül sistemine girme izni veren bu tek gene sahiptir. Bu aşamada
bildiklerimiz bu kadar. Bu, tümüyle çok iyi.
Bu noktada, elbette "Peki diğer türlerden ne haber?"
diyorsunuz. Toksa, insanlara ne yapıyor? Burada bazı ilginç şeyler var ve bunlar
kemirgenlerde yaşananları andırıyorlar. Klinik dogma, toksonun size ilk kez
bulaşmasıdır. Hamileyseniz, ceninin sinir sistemine giriyor; bu devasa bir
felaket. Tersi durumda bulaşırsa çeşitli iltihaplaşma safhalarına sahip, fakat
er ya da geç asemptomatik gizli aşamaya ulaşıyor. Bu, beyinde kistlerin
oluştuğu aşamadır. Sıçanda bu, asemp-tomatik gibi sıkıcı bir şey olmaktan
çıktığı ve davranışların görülmeye başladığı zamandır. İlginç bir şekilde, bu
aynı zamanda parazitin tirozin hidroksilazı yapmaya başladığı da zamandır.
İnsanlardan ne haber öyleyse? Şimdi, toksa bulaşmış erkeklere uygulanan
nöropsikolojik testleri rapor eden ve bu insanların bir ölçüde
fevrileştiklerini gösteren küçük bir kaynak ortaya çıkıyor. Kadınlarda daha az
ve bu, görmekte olduğumuz hikayenin testesteron yönüyle birlikte bazı
paralelliklere sahip olabilir. Dahası, gerçek manada parmak ısırtan şey şu:
Birbirinden bağımsız iki grup, toksa bulaşmış insanların araba kazalarında ölme
ihtimallerinin, aşırı hız nedeniyle olanlar da dahil, 3-4 kat fazla olduğunu
bildirdiler.
Başka bir ifadeyle, toksa bulaşmış bir sıçan alın; doğruca kedi
kokusuna gitmek gibi saçma sapan bir şey yapacaktır. Oysa bu konuda doğuştan
ürkek olması gerekiyor. Toksa bulaşmış insanlar alırsanız belki, onlar da doğuştan
çekingenlik gösterdikleri yüksek ivmelerde vücutlarını boşluğa
bırakmak gibi saçma sapan şeylere meyil etmeye başlayacaklardır. Bu,
belki aynı nörobiyoloji. Toksonun, insanları kedilerin midelerine gönderecek
kadar evrimleşmesi gerektiğini söylemek değil bu. Yalnızca tam bir yakınsama.
Bizdeki ve kemirgenlerdeki vida-civata nörobiyolojisi aynı ve aynı şeyi
yapıyor.
Belirli bir düzeyde, bu tek hücreli parazit, korku ve endişe
nörobiyolojisi konusunda birbirinin omzuna yaslanan 25 bin nörobilimciden daha
fazla şey biliyor ve bu nadide bir örnek de değil. Kuduz virüsüne bakın; kuduz,
saldırganlıkla ilgili biz nörobilimcilerden daha fazla şey biliyor. Sizi nasıl
öfkeden kudurtabileceğini biliyor. Sizde, birini ısırma isteğini nasıl
uyandıracağını ve böylelikle kuduz virüsü parçacıkları içeren salyanızı nasıl
başka insanlara geçireceğini biliyor.
Toksa hikayesi, benim için tümüyle yeni bir alan; bu tekil problem
bakımından her şeyiyle çok iyi ve ilginç bir şey. Belki bu, fobi tedavilerinin
her evresiyle ya da mümkün olan en klas ve müthiş şeyden öte bir şey gibi
görünmesini sağlayıp sağlayamamakla ilgili. Fakat Tanrı biliyor, bu sadece
parazitsel şeylerin olduğu dünyadaki buzdağının görünen yüzü. Daha geniş
bağlamda dahi, biyolojinin diğer görünmez alanlarının davranışlarımızı çoğu
insanın düşünmek isteyeceğinden nasıl çok daha az özerk yaptığını Tanrı
biliyor.
İnsanlarda toksa benzeri parazit enfeksiyonları konusunda dünyanın
belli başlı bölgelerinde büyük bir yaygınlık var. İnsanların %50'sinden
fazlasının enfeksiyona yakalandığı tropikal bölgelerde daha yüksek bir
yaygınlık söz konusu. Nedenini anlamadığım ve tahminde bulunmayı tercih
etmediğim bir şekilde daha düşük oranlara ise daha ılıman kuşaklarda
rastlanıyor. Fransa, toksa enfeksiyonunda gerçekten yüksek oranlara sahip.
Gelişmekte olan dünyanın çoğunda, kedilerin üzerinde gezdiği toprak
aracılığıyla paraziti emen şey, çıplak ayaklardır. Parazitin eller aracılığıyla
emildiği, yeterince iyi yıkanmamış bir yiyecek de olabilir bu. Gelişmekte olan
dünyada insanların enfeksiyonlara daha fazla maruz kaldığı bilinen bir hikaye.
Birkaç yıl önce, kadın hastalıkları kliniğinde tokso testi yapan birkaç
tokso doktoruyla oturup konuştuk. Bu davra-mşsal hikayeden haberdar değillerdi.
Ne kadar ilginç ve beklenmedik olduğunu anlatmayı sürdürürken, birden onlardan
biri sıçradı ve 40 yıllık hatıralarının akınına uğramış bir şekilde dedi ki:
"Stajyer doktor olduğum günleri hatırladım, organ nakli yapıyordum. Daha
yaşlıca bir cerrah vardı, kendisi bana bir ara demişti ki, motosiklet kazasında
ölen birinin organlarım başkasına nakledeceksen onları önce toksa kontrolünden
geçir. Nedenini bilmiyorum, ama öyle durumlarda çok miktarda toksoya
rastlanıyor." Bu adamın, 25 yaşlarındaki nostaljik anılarını nasıl birden
hatırladığını görebiliyor musunuz? Tüm bunun nedeni tuhaf, uçuk kaçık
anlatılmış olması. .. Ooh, motosiklet kazasında ölen insanlar daha yüksek tokso
oranlarına sahipler. Tümüyle garip.
Son noktası ne bunun? Bu, pekala bazı kısıtlamalarınızın üstesinden
gelmek isteyip istemediğinize bağlı. Böyle durumlarda sisteminizde toksa
bulunması sizin için çok yararlı olabilir. Laboratuvarda toksa üzerine
çalışmaya başladık başlayalı, şaşırtıcı olmayan bir şekilde her laboratuvar
toplantısında laboratuvarda kimlere tokso bulaşmış olabileceğinin tahminini
yapıyoruz. Çünkü bu birinin dikkatsizlik seviyesinde bile ortaya çıkabilir. Kim
bilebilir? Yine de bu parazit çok ilginç bir şey.
Tümüyle korkunç bir şey öğrenmek istiyor musunuz? Korkunç, ama
şaşırtıcı değil. Tokso ve davranışlar üzerindeki etkileri hakkında bilgi sahibi
olan insanlar, ABD ordusunda bulunuyorlar. Tokso ile bayağı alakalılar. Resmi
olarak meraklılar. Meraklı olduklarını düşünüyorum, çünkü memelilere normalde
kişiliklerinin onlara tehlikeli, saçma ve aptalca diyerek yapmamaları
gerektiğini söylediği şeyleri belki de yaptıran bir parazit üzerinde
çalışıyorlar. Bir memelinin aniden kafada bu parazitle gitmesi ve böyle şeyler
yapması birazcık daha olası. Kim bilebilir? Fakat toksonun farkındalar.
Tokso araştırmalarında işbirliği yapan iki grup var. Biri, bu
davranışsa! olguyu ilk keşfettiğinde Oxford'ta olan Jo-
anne Webster. Sanıyorum şimdi Londra Kolej Üniversitesinde. Diğeri
Leeds Üniversitesinden Glenn McConkey. Bu parazit üzerinde çalışıyorlar.
Webster daha ziyade davranışçı, McConkey ise daha çok enzim biyokimyacısı. Biz
de işin sonunda nörobiyoloji yapıyoruz. Çok fazla sohbet ediyoruz.
Toksa enfeksiyonu ile şizofreni arasında istatiksel bir ilişki olduğunu
kesin bir şekilde gösteren bitmez tükenmez bir literatür var. Büyük değil, ama
somut bir ilişki bu. Şizofreni, tokso bulaşanlarda beklenenden daha yüksek
oranlarda seyrediyor. Diğer ilgili parazitlerde aynı durum söz konusu değil.
Hamileliklerinde evde kedi olan anneler ile şizofreni arasındaki ilişki üzerine
bol bir literatür mevcut. Peki, bu ne anlama geliyor?
Gerçekten ilginç olan iki şey şu: Dopamin ve toksonun memelilerden bir
şekilde çarpıp aldığı daha fazla dopamin yapımına izin veren tirozin
hidroksilaz genine geri dönelim. Şizofrenide dopamin oranları çok yüksek.
Şizofreninin nöro-kimya ile ilgili olduğunun en belli başlı varsayımı bu. Toksa
enfeksiyonu geçiren kemirgenleri alın, beyinlerinin dopa-min düzeyi gayet
yüksektir. Şimdi anlatacağım son uğraş Webster'ın grubuna ait. Toksa
enfeksiyonu bulaşmış ve kedi idrarını cezbedici bulacağı bir aşamada bir sıçanı
alıp, ona şizofreni tedavisinde kullanılan dopamin alıcılarını engelleyici
ilaçlar verin. Böylece kedi idrarının cazibesine kapılmaz. Burada şizofrenik
bir bağlantı mevcuttur.
Toksa ne zaman medyaya konu olsa ve şizofreni konusu buna dahil olsa,
mesele ister istemez apartmanda 43 kedisi ve döküntüleri ile birlikte yaşayan
kedi hastası bir hanımefendiye gelir. Bu, tokso psikiyatrik statü bağlamında
karşı durulmazdır: Kediler. Fakat orada nasıl bir şeyin saklı olduğunu ancak
Tanrı biliyor.
15
HAYRET VERİCİ BEBEKLER
Alison Gopnik
California Üniversitesi, Psikolog, Berkeley; The Philosophical Baby
(Filozof Bebek] kitabının yazarı.
Benim için en büyük soru şu: "Çocuklar, gençler nasıl bu kadar
çok, hızlı ve etkin öğrenebiliyorlar; bu nasıl mümkün oluyor?" Çocukların,
evrenin en iyi öğrenme makineleri olduğunu uzun zamandır biliyoruz. Fakat bu
daima sinekkuşları-nın gizemi gibi bir şey oldu. Uçtuklarını biliyoruz, ama
bunu nasıl yapabildiklerini bilmiyoruz. Bebeklerin öğrendiğini
söyleyebiliyoruz, ama nasıl olduğunu söyleyemiyoruz.
Fakat şimdi yapay zeka ve otomatik öğrenme, nörobilim ve gelişim
psikolojisi arasında, hepsi hu soruyla ve çocukların nasıl öğrenebildikleri
kadar öğrendikleri sorusuyla uğraşmakta olan çalışmalar kesişmekte.
Olan şu ki, yapay zeka (YZ) ve otomatik öğrenme giderek daha fazla ilgi
çekici modellemeler ortaya çıkarıyor. Bilgisayar bilimciler ve felsefeciler;
bilim insanlarının, makinelerin ya da beyinlerin güçlü tümevarımsal öğrenme
gibi görünen şeyi, aslında nasıl yaptıklarını anlamaya başlıyorlar. Son 10 yıl
ya da daha fazladır üzerinde çalıştığımız proje, çocukların hatta bebeklerin bu
tümevarımsal öğrenme tekniklerinin bazılarını üstü kapalı şekilde kullanıp
kullanmadıkları sormaktır.
Bu, son derece heyecan verici; çünkü bir yandan gelişim psikolojisinde
Piaget'den bu yana bulmaca gibi duran şeyleri açıklamaya yardım ediyor. Her
hafta çocukların ve bebeklerin bildikleri, ama bizim öncesinde fark etmediğimiz
bazı yeni ve hayret verici şeyler keşfediyoruz. Sonra ayrıca henüz bilmedikleri
bazı hayret verici şeyleri de keşfediyoruz. Böylelikle, artık çocukların
bilgileri konusunda bir dizi değişikliğin taslağını çıkartmış bulunuyoruz;
çocukların neyi, ne zaman bildikleri konusunda artık oldukça bilgi sahibiyiz.
Fakat büyük gizem, bunları nasıl öğrendikleridir. Hangi hesaplara
başvuruyorlar? Şimdi bunu yanıtlamaya başlıyoruz.
Bu aynı zamanda aydınlatıcı bir şey; çünkü gelişimciler YZ ile
uğraşanlara bir çeşit tersine mühendislik yardımı sunabilirler. Bebekleri ve
küçük çocukları fenomenal öğrenciler olarak kabul edersek, şöyle sorabiliriz:
"Tamam, çocuklar hakkında bildiklerimizi bilgisayar programlamakta bilfiil
kullansak ortaya ne çıkar?"
Araştırma, biri deneysel. diğeri pratik iki soruyla başlıyor; çocuklar
nasıl bu kadar çok öğrenebiliyorlar? Öğrene-bilen bilgisayarları nasıl
tasarlayabiliriz? Fakat devamında, bunun ardında asli bir felsefi soru olduğu
anlaşılıyor. Dünya hakkında öğrenebildiğimiz kadar şeyi nasıl öğrenebiliriz?
Sahip olduğumuz her şey sadece, havanın kulak zarımızdaki küçük titreşimleri ve
retina tabakamızın arkasına çarpan fotonlardır. Yine de insanoğlu, insanları ve
nesneleri biliyor, elektronlara ve kuarklara değinmeye gerek yok. Bu noktaya
nasıl geldik? Buzul çağında evrimleşen beyinlerimiz bizi nasıl retinamıza
çarpan fotonlardan elektronlara ve kuarklara kadar getirebildi? Bu bilginin
büyük ve temel felsefi sorusu.
Çocuk olarak nasıl öğrendiğimizi anlamak, bu daha büyük felsefi soruya
en azından giriş mahiyetinde. Felsefi çakışma şu ki, bu aynı zamanda hoş bir
ahlaki değer de barındırmaktadır; hayli yüksek standartlı öğrenme sistemleri,
bilim insanları ve Microsoft'un üstün kaliteli bilgisayarları, standartları bir
hayli düşük bebekler ve emekleme ya da okul öncesi yaştaki çocuklarla aynı
şeyleri yapmaktadırlar. Küçük
çocuklar; felsefecilerin, psikologların ve bilim insanlarının son 2 bin
yılda pek dikkat ettikleri insanlar değillerdi. Fakat anlaşılıyor ki, yalnızca
bu bebeklere ve ortalıkta koşuşturan bu küçücük çocuklara bakmak bile derin
felsefi sorular hakkında gerçekten bilgilendirici bir şey.
Örneğin bebeklerin ve küçük çocukların halihazırda son l O yılda
hakkında pek bir şey bilmediğimiz istatistiksel veri analizi yaptığı
anlaşılıyor. Bu gerçekten hayli yeni bir buluş. Rochester'da Jenny Saffran,
Elissa Newport ve Dick Aslin, bebeklerin anlamsız hecelerde istatistiksel
kalıplar bulabildiklerini keşfettiklerinde bu yola koyuldular. Şimdi her ay,
bebek ve küçük çocukların koşullu olasılıkları hesap edebildiklerini, Bayesçi"
akıl yürütme yapabildiklerini, rastgele bir örnek alıp bu örnek ile içinden
çekip alındığı genel durum arasındaki ilişkiyi anlayabildiklerini gösteren yeni
çalışmalar çıkıyor. Ayrıca çocuklar yalnızca bu istatistiksel kalıpları
saptamıyorlar; onları dünyanın nedensel yapısını dair anlam çıkarmakta da
kullanıyorlar. Bunu, gelişmiş bilgisayarlarla aynı yoldan yapıyorlar. Ya da bu
meselede, istatistik kalıplarına bakıp kolayca "oh, veri kalıbı bu"
diyemeyen, ama yine de oh çekip bu veri kalıbının bize dünyanın hangi yolu
izlediğini söyleyen her bilim insanıyla aynı şeyi yapıyor.
Bebeklere ve küçük çocuklara istatistikten anlayıp anlamadıklarını
nasıl sorabiliriz gerçekten? Biliyoruz ki, bilfiil yetişkinlerden bir olasılık
probleminin çözümü istendiğinde çöküyorlar. Küçük çocuklardan bunu yapmalarını
nasıl isteriz?
Blicket dedektörü denen bir makine icat ederek başladık. Blicket
dedektörü, üzerine sadece belirli bazı şeyler koyduğunuzda müzik çalan ve ışık
saçan küçük bir makine. Aslında bununla, çocukların bu makinenin
istatistiğinden edindiği bilgileri kontrol ediyorduk. Üzerine değişik her türlü
şeyi koyuyorduk. Bazen kutu ışık saçıyor, bazen saçmıyordu. Bazen
Thomas Bayes'in l 763'te ortaya koyduğu koşullu olasılık teoremi. Bayes
teoremi olarak adlandırılır -çn.
müzik çalıyor, bazen çalmıyordu. Böylece çocuğa, sarı bloğu kaldırırsak
ne olacağını ya da hangi blokla en iyi çalışacağını sorabiliyorduk; çünkü
dedektörü, bir blokta sekizde iki, diğerinde üçte iki kez çaldıracak şekilde
ayarlayabiliyorduk.
Toplama işlemini bilmeyen 4 yaşındaki çocuklar, makineyi üçte iki kez
çaldıran bloğun sekizde iki kez çaldıran bloktan daha güçlü olduğunu
söyleyebiliyorlar. Bu, belirli bir makinenin nasıl çalıştığını anlamaya
çalışmada 2, 3 ve 4 yaşındaki çocukların dahi kullanabildiği bir çeşit gizli
istatistik örneği. Aynı deneyleri çocukların Bayesçi akıl yürütme
yapabildiklerini, karmaşık nedensel yapıları, hatta ve hatta gizli saklı,
görünmez nedensel değişkenleri çıkarsayabildik-lerini göstermek için de
kullandık.
Fei Xu, yaşça daha küçük bebeklerle gösterdi ki, 9 aylıklar bile içinde
bulundukları ortamın istatistiğine dikkat ediyorlar. Fei, bir bebeğe %80'i
kırmızı ve %20'si beyaz pinpon topuyla dolu bir kutu gösterdi ve sonra pinpon
toplarının önüne bir ekran koydu. Sonra, ekranda biri kutudan belli sayıda, 5'i
kırmızı ya da 5'i beyaz pinpon topu seçecekti. Elbette her ikisi de imkansız
değil. Fakat %80'i kırmızı olan kutudan 5 tane beyaz pinpon topu çıkarıp almak,
kuşkusuz daha küçük bir olasılık. Bu durumda 9 aylık bebek bile daha önce
kırmızı kutudan kırmızı pinpon topları çıktığını gördüğü için, çoğunlukla
kırmızı kutudan çıkan beyaz pinpon toplarına uzun uzun bakacaktır.
Fei, güzel bir kontrol koşulu gerçekleşmiştir. Tamı tamına aynı şey
yaşanacaktır; tek farkla, bu kez deneyi yürüten, topları kutu yerine cebinden
çıkartırsa. Deneyi yürüten kişi, topları cebinden çıkartırken bebek deney
sahibinin örneklediği toplamı bilmemektedir. Bu durumda bebek, beyazlar
karşısında kırmızılara karşı herhangi bir tercih göstermez. Bebekler, gerçekten
de belirli bir toplam içinde bazı rastgele örneklemlerin daha olası, bazıların
ise daha az olası olduğu fikrine sahip görünüyorlar.
Önemli olan, hayret verici olsa da, yalnızca bunu bilmeleri değil;
önemli olan, bir kez bildiler mi bunu her türlü çı-
karımın temeli olarak kullanabilmeleri. Fei, Henry Wellman ve eski
öğrencilerimden biri olan Tamar Kushnir, bir süredir bebeklere sembolik olmayan
örneklemlerin gösterildiği araştırmalar yapıyorlar. Biri, çoğunluğu kırmızı
kutudan 5 tane beyaz top çekip alıyor. Masanın üzerinde kırmızı ve beyaz toplar
varken deneyi yürüten elini uzatıp soruyor: "Bana biraz verir misin?"
Örneklem sembolik olmasaydı, o zaman bunu neden yaptığını
düşünecektiniz. Beyaz topları sevmiş olmalı. Aslına bakarsak, örneklem sembolik
olmadığında, bebekler ona beyaz topu veriyorlar. Başka bir deyişle, bebekler
sadece bunun rastgele bir örneklem olup olmadığını anlamakla kalmıyorlar, aynı
zamanda örneklem gelişigüzel olmadığında, aha, bu rastgele bir örneklem değil,
burada başka bir şey olmalı diyorlar ve 18 aylık olduktan sonra, aha, burada,
kırmızıdan ziyade beyaz toplar olmalıydı diye düşünüyorlar.
Bu sadece bebeklerin hayret verici olduğunu göstermekle kalmıyor, aynı
zamanda bilfiil bebeklere dünya hakkında her türlü yeni şeyi öğrenme
mekanizması da veriyor. Çok açık ki, bu çocuklara olasılık ve istatistik
soramayız; çünkü daha 2+2'nin 4 yaptığını bile bilmiyorlar. Fakat bilfiil ne
yaptıklarına bakabilir ve bunu zihinlerinden ne geçtiğini anlamakta
kullanabiliriz. Bu yetiler, doğuştan bilmeye programlanmadıkları her türlü yeni
şeyi öğrenmede bebeklere bir çerçeve sağlıyor ve hepimiz bir zamanlar ortalıkta
dolanan bebekler olduğumuzdan dolayı bu, tüm insanların nasıl bu kadar çok şey
öğrenebildiklerini açıklamada yardımcı oluyor.
Ortaya çıkan bir başka şey de, bebeklerin deney yaptıklarıdır. Bunu her
günkü oyunlarında görebilirsiniz. Dışarı dünyaya çıkıyorlar ve bir oyuncak alıp
düğmelerine basıp tellerini çekiyorlar. Bu rastgele bir oyun gibi görünüyor;
fakat daha dikkatli bakarsanız, bu görünüşte rastgele olan oyunlar, aslında
çocukların bu oyuncağın nasıl işlediğini anlamaya çalıştıkları oldukça
dikkatlice yapılan deneyler dizi-
si. Laura Schulz, MIT'de' bununla ilgili bir dizi güzel çalışma yaptı.
Çocuklar için en önemli şey; bizi, insanları anlamaktır. Ne zaman
etkileşim içinde olsak, bebeklerin kendi yaptıklarıyla bizim yaptıklarımız
arasındaki temasları fark ettiklerini gösterebiliriz. Bunlar, insan sevgisi
istatistikleridir. Ben size güldüğümde, siz de bana gülersiniz. Çocuklar da
diğer kişinin ne yapacağını görmek, ne hissedeceğini ve düşüneceğini anlamak
için insanlarla deneyler yaparlar. Onları küçük psikologlar olarak
düşünürseniz, biz de onların laboratuvar sıçanlarıyız.
Öğrenme problemi aslında, bilişsel bilimin temeli olan Turing'in
orijinal makalesinde ortaya konuyor. Klasik Turing problemi şu:
"Bilgisayarı, insanla arasındaki farkı ayırt edemeyeceğiniz kadar gelişmiş
kılabilir misiniz?" Fakat Turing, bundan bile daha derin bir problem, daha
derin bir Turing testi olduğunu söylemişti. Her insanı, çocukken edindiği
tarzda verilerle yükleyebileceğin ve çocukların öğrendiği gibi öğrenmesini
sağlayabileceğin bir bilgisayar elde edebilir misin?
Chomsky'nin problemi çözme yöntemi şunu söylemekti: Aslında çok fazla
öğrenmiyoruz. Olan şu ki, her şey doğuştan gelmekte. Geleneği Platon'a,
Descartes'a ve benzerlerine kadar uzanan felsefi bir yanıt bu. Bu felsefi
yanıt, bilişsel devrimin ilk periyodunun atmosferini belirlemiştir ve And-rew
Meltzoff, Liz Spelke ve Renee Baillargeon gibi gelişimci-ler bebeklerin
düşündüğümüzden çok daha fazla bildiklerini bulmaya başladıklarında
pekişmiştir.
Doğuştanlığın ikna edici olmasının nedenlerinden biri, Skinnerci teşvik
ve işbirliği gibi geleneksel öğrenme görüşlerinin çok dar olmalarıdır. Bazı
bilişsel bilimciler, özellikle bağlantıcılar ve nöral ağ kuramcıları bu
mekanizmaların çocukların nasıl öğrendiğini açıklayabildiklerini, ama ikna
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (Massachusetts Institute of
Technologyl -çn.
edici olmadıklarını öne sürmeye çalıştılar. Çocukların bilgileri
işbirliği içinde çok soyut ve uyumlu, verilerden bir hayli uzak bir şekilde
öğrenilmiş gibi görünüyor. Piaget elbette iki alternatifi de reddetti ve
"yapısalcılık"tan bahsetti, fakat bu bir isimden fazlası değildi.
Ayrıca 20 yıl kadar önce, aralarında benim, Meltzoff'un, Susan
Carey'nin, Henry Wellman'ın ve Susan Gelman'ın da aralarında bulunduğu Piagetci
gelenekten gelen belli sayıda gelişimci, benim "kuram kuramı" adını
verdiğim bir fikri geliştirmeye başladı. Bu fikir şu: Bebek ve çocukların
yaptıkları, bilimsel tümevarım ve kuram değişimine çok benzemekteydi.
Ama bu fikirle ilgili problem de şuydu. Bilim felsefecileri ile konuşup
onlara, "Tamam, bilim insanları tümevarımın bu problemlerini nasıl
çözecekler ve dünya hakkında, öğrenebilecekleri en fazla bilgiyi nasıl
öğrenebilecekler?" diye sorduğumuzda yanıtları şu olurdu: "Fikrimiz
yok, gidip psikologlara sorun." Çocukların yapmakta olduklarının bilim
insanlarının yaptıklarıyla benzer olduğunu görmek bir çeşit yardımcıydı; fakat
bunun kendisi, gerçek bir bilişsel ve bilimsel yanıt değildi.
On beş yıl kadar önce, bundan oldukça bağımsız bir şekilde, Carnegie
Mellon'da bir grup bilim felsefecisi, Clark Glymour ve meslektaşları, UCLA'de
bir grup bilgisayar bilimcisi, Judea Pearl ve meslektaşları bazı benzer
fikirler üzerinde çalıştılar; bir araya geldiler. Birbirinden bağımsız bir
şekilde, bu Bayesçi nedensel grafik modellerini geliştirdiler. Modeller,
dünyanın nasıl işlediğinin grafiksel temsillerini veriyor ve bu temsili,
olasılık kalıpları üzerinde sistematik bir biçimde haritalandırıyorlar. Bu
resmen büyük bir hesaplama ilerlemesiydi.
Bir kez buna benzer bir hesaplamalı sisteme sahip oldunuz mu, dünyanın
nedensel yapısını öğrenmekte bilfiil bu sistemi kullanan bilgisayarlar
tasarlamaya başlayabilirsiniz. Fakat "İyi de, insanlar aynı şeyi mi
yapıyor?" sorusunu da sormaya başlayabilirsiniz. Clark Glymour'la uzun
zaman-
dır bunu konuşuyoruz. O, bu konuda, ''Oh, nihayet tümeva-rımsal
problemleri nasıl çözeceğimiz konusunda gerçekten bir şeyler bulmaya
başlıyoruz" derdi. Ben, bunun bebeklerin çıkardığı seslerle aynı şey
olduğunu söylerdim. Onun yanıtı; "Hayır, hayır, hadi ama onlar sadece
birer bebek, bunu yapıyor olamazlar" olurdu.
On yıl kadar önce deneysel olarak yapmaya başladığımız şey, aslında
bebeklerin bu hesaplamalı yöntemleri kullanıyor olabilecekleri fikrinin
testidir. Bunu ilk yapan benim laboratuvarımdı, fakat şimdi bu fikir üzerine
çalışan bir düzine genç bilişsel bilimci var. Hesaplamalı tarafı üzerinde
MIT'de Josh Tennenbaum, Berkeley'de Tora Griffiths çalıştı Gelişimsel yanından,
şimdi Berkeley'de olan Fei Xu, MIT'de Laura Schulz ve Brown'da David Sobe! ve
diğerleri çocuklarla gözleme dayalı deneyler üzerinde çalışıyorlar. Bir yanda
bu felsefeciler ve bilgisayar bilimcileri birlikteliği, diğer yanda da deneysel
gelişim psikologları bu fikirleri bir araya getiriyorlar. Rochester'la birlikte
çalışmanın her iki merkezinin, "Doğu Amerika" doğuştancılığının
geleneksel merkezinin MIT ve "Batı Amerika" deneyselciliğinin
geleneksel merkezinin Berkeley olması ilginç. Yeni fikirler gerçekten de
geleneksel bölünmüşlüğü sona erdirip iki yaklaşımı kesiştiriyor.
Çok sayıda fikir, bilişsel bilim genelinde yaşanan -görme biliminde,
nörobilimde, bilişsel psikolojide ve şimdi gelişim psikolojisinde- Bayesçi
devriminin bir türü. Aslen bilim felsefesinden gelen Bayesçi tümevarımla ilgili
fikirler giderek daha ve daha fazla bilişsel bilimin genelinde güçlü ve etkili
olmaya başladılar.
Ne zaman yeni birtakım araçlar bulunsa, beklenmedik kavrayışlar da
beliriyor ve oldukça şaşırtıcıdır ki, bu resmi modası geçmiş hesaplamalı yolla
düşünme, aslında hayal gücünün değeri konusunda bize yeni kavrayışlar sunuyor.
Bu, bebekleri ve çocukları küçük bilim insanları olarak düşünmekle başladı,
doğru mu? Çocukların bilim insanları gibi kuramlar geliştirip onları
değiştirebileceklerini bilfiil göste-
rebiliriz. Resmimiz şöyleydi; şu evren, şuradaki de dünya. Bu dünyanın
nasıl işlediğini nasıl bilebiliyoruz?
Fark etmeye başladığım şey, bunun aslında bundan daha öteye gittiğidir.
YZ'de bu nedensel temsilleri bu kadar güç-1ü ve yararlı kılan şeylerden biri,
dünya hakkında sadece tahminlerde bulunmanızı olanaklı kılmaları değil; aynı
zamanda karşı olgusallıklar inşa etmenizi de sağlamalarıdır. Karşı
olgusallıklar, yalnızca dünyanın şimdi neye benzediğini söylemiyorlar. Onlar,
dünyanın şimdikinden farklı olarak nasıl olabileceğini de anlatıyorlar.
Dünyanın şimdi olduğundan farkh olmasını sağlayacak yol bu diyorlar. Glymour ve
Pearl'ün sahip olduğu en büyük içgörülerden biri, bu karşı olgusal iddiaları
kurmanın yalnızca tahminler yapmaktan bir hayli farklı olduğuydu. Nedensel
grafiksel temsiller ve Bayesçi akıl yürütme çok iyi bir kombinasyon; çünkü
sadece burada ve şimdi olanla ilgili konuşmuyorsunuz, diyorsunuz ki:
"Olasılık bu, izin verin gidip bunu test edeyim."
İnsanlığın evrimi perspektifinden bunu düşünürseniz, en büyük
kapasitemiz sadece dünyayı öğrenmemiz değil. Bizi gerçekten farklı kılan şey,
dünyanın olabileceği başka biçimlerini de hayal etmemizdir. Muazzam evrimsel
temelimizin kaynaklandığı yer burasıdır. Biz dünyayı anlıyoruz; fakat bu, aynı
zamanda dünyanın olabileceği başka hallerini hayal etmemizi ve bilfiil bu
dünyaları gerçek kılmamızı sağlıyor. Yeniliğin, teknolojinin ve bilimin bütün
meselesi de bu.
Şu anda, şu odada bulunan her şeyi düşünün; dik açılı bir masa,
elektrik lambası, bilgisayarlar ve pencere panjurları var. Avcı-toplayıcının
perspektifinden bu odadaki her şey hayalidir. Hayali dünyalarda yaşıyoruz.
Bu şekilde düşündüğünüzde, bebekler ve küçük çocuklarla ilgili başka
birçok şey anlam kazanmaya başlıyor. Örneğin küçük çocukların bu çılgın, bu
canlı, bu inanılmaz hayallere sahip olduklarını biliyoruz. 7 gün 24 saat bu
çılgın taklit dünyalarda yaşıyorlar. Milyon tane hayali arkadaşa sahipler.
Kendilerini ninjalara ve denizkızlarına dönüştürüyorlar. Hiç kimse gerçekten de
bu konuda inatçı bilişsel psikolojiyle
yapılması gereken çok şey var diye düşünmüş değil. Fakat bir kez, dünya
hakkında kuramlar üretme istememizin nedeninin onu olduğundan farklı hayal
edebilmek olduğunu anladığımızda, bu küçük çocukların sadece dünyanın en iyi
öğrencileri olmakla kalmadıklarını aynı zamanda dünyanın en yaratıcı
hayalcileri de olduklarını söyleyebilirsiniz. Taklit oyununda yaptıkları şey bu.
On yıl kadar önce Paul Harris ve Marjorie Taylar gibi psikologlar, daha
önce Freud'dan Piaget'ye kadar psikologların düşündükleri gibi çocukların
hayali, fanteziyi ve gerçeği birbirine karıştırmadıklarını göstermeye
başladılar. Hayal ve gerçek arasındaki farkı gerçekten çok iyi biliyorlar. Tek
mesele, gerçek dünyadan ziyade hayali dünyalarda yaşamayı tercih etmeleri.
Onları bunun için kim suçlayabilir? Bu açıdan daha çok bilim insanları,
teknoloji uzmanları ve yenilikçiler gibiler.
Bebek ve çocuklara bu yeni yoldan düşünmenin beklenmedik getirilerinden
biri, bilinçle ilgili farklı düşünmeye başlamaktır. Elbette bu büyük soru her
zaman vardı... Bilincin büyük B harfi sorusu. Beyin nasıl deneyimliyor? Büyük B
harfi sorusuna tek bir yanıt dahi verebileceğimiz konusunda şüpheliyim. Fakat
belirli tipte bilinçlerin belirli tipte işlevsel ve nöral süreçlere nasıl bağlı
oldukları konusunda söylenebilecek bir hayli belirli şey söz konusu.
Edge, World Question Center'da [Dünya Soru Merkezi] bir süre önce
inandığın, ama kanıtlayamadığın şey ne diye sormuştu? İyice düşündüm;
bebeklerin sadece bilince sahip olduklarına değil, bizden daha bilinçli
olduklarına inanıyorum. Fakat elbette bu, hiçbir zaman kanıtlayabileceğim bir
şey değil. Artık, üzerinde düşünmüş ve hakkında bir süredir araştırma yapmış
olarak hissediyorum ki -bunu pek kanıtla-yamasam da- en azından, bebeklerin bir
şekilde bizden daha bilinçli oldukları ve kesin olarak daha farklı bir bilince
sahip oldukları fikrini bayağı sağlam bir deneysel vaka haline getirebilirim.
Benim gibi gelişim psikologları, uzun zamandır şunu söyleyip
duruyorlardı: "Tamam, bebekler tüm bu fantastik ve hayret verici şeyleri
yapabiliyorlar, fakat tümü bilinçsiz ve gizli kapaklı." Buna rağmen bir
parçam hep kuşkuluydu; sadece sezgisel olarak, bebeklerle bu kadar çok zaman
geçirmiş olmaktan kaynaklı. 7 aylık bir bebeğin karşısına oturup yüzüne bakar
ve gözlerini izlerseniz, gözleri fal taşı gibi açık ifadeyi görür ve
"Kahretsin, elbette bilinçleri var, elbette dikkat ediyorlar" dersiniz.
Dikkatin nörolojisi konusunda pek çok şey biliyoruz. Yetişkinler olarak
bir şeye dikkatimizi verdiğimizde, o şeyle ilgili daha fazla bilgiye açık hale
geliyoruz, fakat beynimizin diğer bölümleri ketleniyor. Psikologların her daim
kullandığı metafor, bunun spot ışığı gibi olduğudur. Dikkatinizi verdiğinizde
olan şey, belli bir yeri ışıkla aydınlatmak gibidir. Beyninizin bu küçük
bölümünü bilgi edinme işlemine elverişli hale getirip düşündüğünüz şeyi
değiştiriyor ve gerisini ona bırakıyoruz.
Bebeklerde dikkatin hem psikolojisi ve hem de nörolojisine baktığınızda
gördüğünüz şey, tepeden tırnağa dar odaklı bu tür bir dikkat yerine dünyada
etraflarında olan her şeye açık olmalarıdır. Dikkatleri, dikkatlerini
verdikleri şeye tabi değil. Etraflarındaki dünyanın bilgi zenginliğine tabiler.
Beyinlerine baktığınızda gördüğünüz şey, yalnızca öğrenmek istedikleri şeyle
ilgili bölümünde biraz nöro-iletici fışkırması değil. tüm beyinlerinin
nöro-ileticilerle dolu olmasıdır.
Bebeklerin gerçekten kötü olduğu şey ketlemedir; zaten hep söyleriz,
bebekler dikkatlerini vermekte kötüdürler. Bununla gerçekte kastettiğimiz şey,
dikkatlerini vermede kötü oldukları değildir. Bizim yetişkinler olarak yapmakta
iyi olduğumuz şey, dikkatimizi, etrafımızdaki tüm dikkat dağıtıcı şeylere vermek
değildir; verili bir zamanda sadece bir şeye dikkatimizi vermektir. Bebekler
bunda gerçekten kötüler. Fakat sonuç şu ki, bilinçleri bir spot ışığından
ziyade bir deniz feneri gibi.
Etraflarında olmakta olan her şeyi deneyimlemeye açıklar.
Yetişkinler olarak ilk kez yeni bir şehre gittiğimizde olduğu gibi,
bebek bilgi işlemini hatırladığımız, bebeklerin bilgi edinme işlemini tekrar
kazandığımız belli durumlar var. Bunu yaptığımızda, bilincimiz genişlemiş gibi
hissediyoruz. Pekin'de geçirdiğimiz ilk üç günün anıları; yürüyen, konuşan,
öğreten, buluşmalara katılan zombiler olarak geçirdiğimiz geri kalan aylardan
daha canlıdır. Bu durumda, bebek bilincinin ne olduğu hakkında gerçekte bir
şeyler söyleyebiliriz. Bu da bize, bilincin kendisinin ne olduğu konusunda
önemli şeyler anlatabilir.
Büyük, kapalı bir aileden geliyorum. 6 çocuktuk. l 950'le-rin ve
1960'ların, savaş sonrası Yahudi yaşamının altın çağının delice sanatsal ve
entelektüel ailesi gibi bir şeydi. Muhteşem zengin, sanatsal ve entelektüel bir
çocukluğum oldu. Fakat aynı zamanda 6 çocuğun en büyük ablasıydım ki bu,
bebeklerle ve küçük çocuklarla çok zaman harcamam demekti.
İlk üç bebeğime daha 23 yaşındayken sahip oldum. Tüm hayatım boyunca
etrafımda bebek ve küçük çocukların bulunmadığı sadece 5 dakika olmuştur. En
başından beri hep, olabilecek en ilginç insanlar olduklarını düşündüm. Diğer
insanların bebek ve çocuklara küçümseyerek, yok sayarak ve baştan savarak
davranmalarına hep birazcık öfkeli olduğumu hatırlarım ki bunu, hayatımın geri
kalanı boyunca da sürdürmeyi başardım.
Aynı zamanda, çok genç yaşlardan beri felsefeci olmak istediğimi
biliyordum. Dünyayla ilgili derin ve büyük soruların yanıtlarını bulmak ya da
en azından dünya hakkında böyle sorular sormak istiyordum. Hayatımı konuşarak
ve tartışarak geçirmek istiyordum. Aslına bakarsak, üniversitede lisans
öğrencisi olarak yaptığım şey de buydu. Bir lisans öğrencisi olarak McGill'de,
felsefe öğrencileri birliğinin başkanı ya da benzeri olarak, felsefe
öğrencilerinin onurlandırdığı seviyenin kesin olarak altındaydım. Oxford'a
gittim
özellikle; çünkü hem psikoloji hem de felsefe yapmak istiyordum.
Fakat olan şey, bu felsefi soruları sormayı sürdürmek oldu ve kendime
söylediğim şey şu oldu: "Tamam, biliyorsun, bu soruların yanıtlarını
bulabilirsin. Dilin nerden geldiğini bulmak mı istiyorsun, çocuklara gidip
bakabilir ve dili nasıl öğrendiklerini çözebilirsin ya da dünyayı nasıl
anladığımızı merak mı ediyorsun? Çocuklara bakabilir ve onların, yani bizim,
dünyayı nasıl anladıklarını çözebilirsin. Ahlaki varlıklara nasıl dönüştüğümüzü
mü merak ediyorsun? Çocuklarda ahlaki sezgilerin ne olduğuna
bakabilirsin." Geçmişte, şu eski kötü günlerde bunu her yaptığımda
çevremdeki filozoflar bana aklımı peynir ekmekle yemişim gibi bakıyorlardı.
Oxford'ta filozoflardan biri, bu konuşmalardan birinin sonunda bana şöyle
demişti: "Biliyorsun, ortalık elbette çocuk dolu. Fakat hiç kimse
gerçekten onlarla konuşmaz." Bu, felsefenin çocuklara ve devamında
çocukluğa olan tipik yaklaşımıydı.
Hala kendimi temelde bir filozof olarak görüyorum. Berkeley'de felsefe
bölümünün bir üyesiyim. American Phi-losophical Association'da [Amerikan
Felsefe Birliği) konuşmalara katılıyor, felsefi makaleler yayınlıyorum. Bu
felsefi sorulara yanıt vermekte kullandığım teknik, çocuklara bakmak ve onları
düşünmek; bu rastlantısal bir şey ve bunda yalnız da değilim. Elbette koltuğun
ötesine bakma ihtiyacı duymayan felsefeciler hala mevcut. Fakat zihin
felsefesinin en etkileyici düşünürlerinin çoğu, deneysel gelişim çalışmalarının
önemini anlıyor.
Aslına bakarsak bu bilişsel gelişim, büyük ölçüde Piaget sayesinde, hep
psikolojinin en felsefi kolu olmuştur. Bu sadece benim yaptığım işe
baktığınızda değil, Andrew Melt-zoff, Henry Wellman, Susan Carey ve Elizabeth
Spelke'nin yaptıklarına ya da bizzat Piaget'nin kendisinin yaptıklarına
baktığınızda da doğru. Piaget de kendisini, her zaman felsefi soruları
çocuklara bakarak yanıtlayan bir filozof olarak görmüştür.
Gelişimi düşünmek aynı zamanda evrimi düşünme biçimimizi de
değiştiriyor. Evrim psikolojisinin geleneksel bakış açısı, beynimizin buzul
çağında evrimleştiği ve dünyayı organize etmede bu doğuştan araçları ya da özel
amaç modüllerini kullandığımızdır. Hepsi oracıkta, genetik kodumuzda mevcut;
sadece olgunlaştıkça ortaya çıkıyorlar. Buna benzer bir evrimsel psikoloji
resmi, gelişim psikologlarının çoğunun bilfiil çocuklarla çalışırken
gördüklerine çok iyi oturmuyor.
Bilfiil çocuklar üzerine çalıştığınızda, kesin olarak doğuştan birçok
yapı görüyorsunuz. Fakat aynı zamanda bu öğrenme, dönüştürme, dünya hakkında
bildiklerinizi değiştirme ve olabileceği diğer biçimleri hayal etme
kapasitesini de görüyorsunuz. Aslına bakarsak, hakkımızdaki en hayati evrimsel
gerçek, bir hayli uzun çocukluğa sahip olmamızdır. Diğer türlerden farklı
olarak daha uzun bir olgunlaşma dönemine sahibiz. Bu, hakkımızdaki temel
evrimsel gerçeklerden biri ve aynı zamanda görünüşte anlaşılmaz olanı. Bebekler
neden bu kadar uzun süre çaresiz? Onları yalnızca hayatta tutabilmek için neden
tam anlamıyla bu kadar zaman ve enerji harcamak zorundayız?
Tamam, türlerin geneline, kuşlara, kemirgenlere ve her türden yaratığa
bakınca, uzun olgunlaşma döneminin yüksek derecede esneklik, zeka ve öğrenmeyle
ilişkili olduğunu görürsünüz. Kargalara ve tavuklara bakın örneğin. Kargalar
alet kullanabildikleri için Science dergisinin kapağına çıkıyor, tavukların
sonu ise çorba kasesi oluyor, doğru mu? Ve kargalar, tavuklardan çok daha uzun
bir olgunlaşma dönemine, çok daha uzun bir bağımlılık dönemine sahipler.
Belirli bir evrimsel niş· için tasarlanmış doğuştan gelen iyi
şekillendirilmiş modüllere sahip olma stratejiniz varsa, doğurduğunuz andan
itibaren onlara sahip olmak bir anlam ifade eder. Fakat daha güçlü bir
stratejiye de sahip olabilirsiniz. Herhangi bir evrimsel niş konusunda iyi tasarlanmış
olmayabilirsiniz; ama onun yerine, yeni ortamları hayal
Organizmanın yaşam sahası -çn.
etme ve yaratma yeteneğini de içeren kendinizi bulabileceğiniz ortamlar
hakkında öğrenme yetisine sahip olabilirsiniz. İnsanlığın stratejisi budur.
Fakat bu stratejinin bir büyük dezavantajı var ve bu, tüm bu öğrenme
işini yaparken çaresiz olacağınızdır. Örneğin şunu hesaba katabilmek daha iyi
olurdu; bu mamuta şu çeşit mi ya da bu çeşit mi bir araçla saldırmalıyım? Ama
mamut size doğru gelirken, oturup bu olasılıkları hesap etmek istemezsiniz.
Evrim bu problemi şöyle çözmüş görünüyor: Bir çeşit bilişsel iş bölümü.
Bebekler ve çocuklar insan türünün ARGE departmanlarıdır. Bebekler ve
çocukların yapması gerekenler, gerçekdışı öğrenme, hayal etme ve düşünmedir.
Yetişkinler ise, üretim ve pazarlama. Her daim etkin bir şekilde işlevimizi
yerine getiremeyebiliriz, ama içinde evrimleştik-lerimizden tamamen farklı bu
tür hayret verici ortamlarda işlevimizi sürdürebiliriz. Bunu yalnızca ve
yalnızca bebek ve çocukken sahip olduğumuz, içinde tüm bu öğrenme ve hayal etme
işini gerçekleştirdiğimiz korumalı dönem sayesinde yapabiliyoruz. Bu gerçekten
bir çeşit dönüşüm. Tırtıl ile kelebek arasındaki farklılık gibi bir şey bu;
fakat tek farkla, kelebekler gibi ortalıkta çırpınan ve keşfedenin daha çok
bebekler olması, tırtıllar gibi yetişkinliğin dar patikası boyunca gayret sarf
edenin ise biz olmamız.
Gelişimi düşünmek sadece öğrenmeyle ilgili düşündüklerimizi değil,
evrimi düşünme biçimimizi de değiştiriyor. Tekrar, şimdi psikolojinin birçok
farklı alanında gördüğünüz şey, tersine ahlaki çekiciliktir. İnsanlar, insanı
yalnızca rekabete dayalı avcı ve savaşçı olarak görmektense artık fark etmeye
başlıyorlar ki, bakıcılık kapasitemiz de birçok manada, hatta daha fazla,
insanın doğasını şekillendirmekte asli bir unsurdur.
16
BİLİNCİN
İŞARETLERİ
Stanislas Dehaene
College de France, Nörobilimci, Paris; The Number Sense [Sayı Algısı!
ve Reading in the Brain [Beyinde Okuma] kitaplarının yazarı.
Kutuyu açıp küçük bir cisim göstererek başlamak istiyorum. Sıradışı
değil, ama onun gibi bir şey. Elbette bu bir beyin. Aslına bakarsanız, 10 yıl
önce nasılsa şimdi de öyle. Gerçek boyutu bu değil elbet. Canlısından küçük ve
alçıdan yapılmış. Bu, hızlı prototiplendirme makinesiyle beyin MRI taraması
esas alınarak çıkarılan bilgisayar şekillerini 3 boyutlu cisimlere dönüştüren 3
boyutlu yazıcı çıktısının ilki.
Bu yalnızca beynin anatomisi. Fakat onu şu büyük soruyu sormak için
kullanıyorum: Bu biyolojik nesne, yani insan beyni, kendi kendini anlayabilir
mi? Beynimin çıktısı alındıktan sonra akıp geçen 10 yıl içinde onun bazı
parçalarını anlamakta epeyce mesafe kat ettik. Laboratuvarda, örneğin sayı
işlemleriyle alakalı olan paryetal lob içinde bir alan üzerinde çalışıyoruz.
Başka bir çalışma da, görsel kelime şekillendirme merkezi olarak adlandırılan
ve okumayı öğrendiğimizde aktivitesi gelişen beynin heceleme ve okuma
bilgisiyle ilgili sol oksipitotemporal bölgesi üzerinde.
Bu Edge olduğundan dolayı fikir, neyin var olduğu ve şu ana kadar neler
yayınlandığını anlatmaktan öte yeni ilerlemeleri tanıtmaktır. Bu yüzden size
son 10 yıldır üzerinde çalıştığımız ve şimdi tam hız ilerleyen, bilincin çokça
tartışmalı biyolojik mekanizmasını tespit etmeye çalışan projemizi anlatmak
istiyorum.
Nörobilimciler, bilinç konusunu ortaya atmak için 60'lı, 70'1i
yaşlarını beklemeye alışmışlardı. Fakat ben, şimdi zeminin uygun olduğunu
düşünüyorum. Çünkü bugün meseleyi felsefi terimlerle konuşmaktan öte, gerçek
verilere dayalı olarak çalışabiliyoruz.
Geçmişte, ana sorun insanların zar zor beyne bakması ve üstten sadece
kendi sezgilerine dayalı bir biçimde bilinçle ilgili kuramlar geliştirmeye
çalışılmasıydı. Örneğin bazı mükemmel fizikçiler, bize beynin bir kuantum
bilgisayarı olduğunu anlatmaya ve bilincin ancak kuantum hesaplama ve kuantum
kütleçekimi anlaşıldığında anlaşılabileceğini göstermeye çalıştı. Bunu daha
sonra tartışabiliriz pekala, ama görebildiğim kadarıyla bu beyindeki bilinci
anlamakla tamamen ilgisiz. Bunun nedenlerinden biri, beynin çalıştığ1
sıcaklıkla kuantum hesaplamanın yapıldığı sıcaklığın aynı olmaması. Bir diğeri,
meslektaşlarım ve ben defalarca MRI taramasına girmiş bulunuyor ve böylece
belki de kuantum durumumuzu değiştirmiş bulunuyoruz, fakat muhakeme edebildiğim
kadarıyla bu deneyim bilincimizle ilgili hiçbir şeyi değiştirmiş değil.
Kuantum fiziği sadece bir örnek. Bilinç konusunda devasa bir kuramsal
zenginlik söz konusu; fakat çok azının geçerli ve hatta faydalı olduğunu
düşünüyorum. Elbette, bilinç dediğimiz şey için özel bir şeye ihtiyaç olduğu ve
bunun beyin meselesine indirgenemeyeceği şeklinde iki taraflı bir düşünce söz
konusu. Benim bak1ş açım açıkçası bu olmayacaktır. Her hücrenin biraz bilinç
içerdiği, hepsini birbirine eklediğiniz durumda artan bir bilinç miktarına
ulaşacağınız şeklinde bir fikir de mevcut. Bu da göreceğiniz gibi, benim fikrim
değil.
İnsanlar, bilinçle ilgili o kadar garip fikirler öne sürmüş oldukları
için bu fikirleri saymaya ara vermeden devam edebiliriz. Fakat soru, gerçek
deneylerle nasıl ilerlenebileceği-dir. Şimdiye kadar bilinç ve bilinçli olmayan
süreçlerini karşılaştırmayı başardığımız oldukça az nörolojik görüntüleme
çalışması yapmış ve sonuçlarından kuramlar üretmeyi denemiş bulunuyoruz. Ben
size bu nedenle, meselenin her iki yönünden de bahsetmek istiyorum.
Son olarak bu konuşmanın sonunda, gelecekle ilgili bazı bakış açıları
sunacağım. Araştırmamın ana motivasyon kaynaklarından biri, er ya da geç bunu
beyin doku bozulması rahatsızlığı yaşayan ve bilinçli olma yetilerini kaybetmiş
görünen hastalarım üzerinde uygulama pozisyonunda olabilmektir. Çünkü böylesine
hastalarda bilinç problemi özellikle belirgin ve öldürücüdür. Kelimenin tam
anlamıyla ölüm kalım meselesi. Bu hastalar komada, bitkisel hayatta ya da
asgari bilinç denen durumda olabilirler. Bazı durumlarda bilince sahip olup
olmadıklarını bile bilmiyoruz. Sadece kilitlenmiş olabilirler; tamamen
bilinçli, ama iletişim kurmaktan aciz; Jean-Dominique Bauby'nin The Diving Bell
and the Butterfly [Kelebek ve Dalgıç Giysisi] kitabında bütün ayrıntılarıyla
irdelediği korkutucu durumdaki gibi. Kitap, zihinlerindeki bilinç problemini
irdelememiz gereken bu tarz hastalarla ilgili. Son kertede bu son derecede
pratik bir sorun. Kuramlar güzeldir, ama bizi kliniğe geri dönmemize izin
verecek yollar bulmak zorundayız.
Bilinç
Durumlarıyla Nasıl Deney Yapılır
Öyleyse bilinçliliğin deneyini nasıl yaparız? Uzun bir süre, bu soruyu
sormanın bir mantığı olmadığını düşündüm; çünkü bu basitçe irdelenemezdi.
Nörobilim ve bilişsel psikolojinin genişçe paylaşıldığı bir gelenekte yetiştim.
Bu geleneğe göre, sadece bu soruyu soramazsınız. Bilinç, onlar için
irde-lenebilecek bir problem değildir. Fakat şimdi bunun yanlış olduğunu
düşünüyorum. Bernard Baars'ın A Cognitive The-
ory of Consciousness [Bilincin Bilişsel Kuramı] kitabını okuduktan
sonra fark ettim ki problem, laboratuvarlarda test edebilecek kadar basit
sorulara indirgenebilir.
Hemen başında söylemek istiyorum; bu, problemi sadeleştirmek
durumundayız demektir. Bilinç birçok farklı anlamı olan bir kelime ve ben tüm
bu anlamlarla ilgili konuşmayacağım. Araştırmam, bilincin en basit anlamını
irdelemektedir. Bazı insanlar, bilinç konusunda konuşurken, ancak
"benliği" -"ben" olmanın ve "bana"nın manasını-
anlayarak ilerleme kat edebileceğimize inanmaktadırlar. Fakat ben bu konuda
konuşmayacağım. Bilinci "üst düzey" ya da "dönüşlü" bir
durum -bildiğimi bildiğim zamanlar- olarak gören bir düşünce de var. Tekrar,
terimin bu anlamının deneysel olarak irdelenmesi çok zor olmayı sürdürüyor.
Bununla ilgili bazı fikirlerimiz var ama bu akşam konuşmak istediğim şey bu
değil.
Bu akşam sadece "bilince erişme" dediğimiz daha basit ve
irdelenebilir problem hakkında konuşacağım. Beyin, aralıksız bir şekilde her
zaman uyarı bombardımanına tabi tutulmaktadır. Biz yine de bunun çok küçük bir
bölümünün bilincindeyiz. Bu odada örneğin bu muhakkak açık. Biz burada bir
öğenin bilincindeyiz, şurada başkasının, diyelim ki John'un kamera arkasındaki
ya da bazı şişelerin bu masadaki varlığının bilincindeyiz. Şişelerin üzerindeki
kırmızı etiketi fark etmemiş olabilirsiniz. Bu bilgi, konuşmamın başından beri
retinanız üzerinde mevcut olsa da, gayet açık ki, siz buna ancak şu an dikkat
ediyorsunuz.
Kısaca, sinir sistemine giren tüm uyarıcılar ile gerçekte bilinçsel
farkındalık yaratan daha küçük bir grup arasında temel bir farklılık söz
konusu. Deneylerimizde yakalamaya çalıştığımız basit farklılık bu. Kavranması
gereken ilk kilit nokta -büyük ölçüde Francis Crick ve Christof Koch sayesinde-
bilinç ve beyin meselelerine hücum etmeden önce, bilince erişme mekanizmalarını
anlama problemine daha basitten, basit görsel uyarılarla başlama
zorunluluğumuzdur.
Kavranması gereken ikinci kilit nokta, bu soruyu irdelemek için asgari
karşıtlıklar tasarlayabilmemizdir. Bu asgari düzeyde karşıtlıklarla kast
ettiğim şey, deneyin içindeki küçücük bir unsuru değiştirerek bilinçsiz bir
şeyi bilinçli bir şeye dönüştürebileceğimiz deneysel durumlar
tasarlayabil-mektir. Şu an bu odada olan Patrick Cavanagh, buna benzer çok
sayıda illüzyon ve uyarım örneği tasarlamıştır. Bu akşam size sadece birini,
üzerine çokça çalıştığımız, sublimi-nal görüntüler diye adlandırılan bir örnek
vereceğim.
Ekrana kabaca 30 milisaniye kadar göz atarsanız kelimeleri kusursuz
görürsünüz. Zaman aralığının kısalığı sorun oluşturmaz. Mesele, uyarıcıda onu
görmenize yetecek kadar enerji olmasıdır. Yine de kelimeden hemen sonra aynı
yere harfler dizisi koyarsanız, kelimeyi değil sadece diziyi görürsünüz. Bu
şaşırtıcı görülmezlik, yaklaşık 50 milisaniyelik ses uyumuna sahip dizi ile
kelime arasında meydana gelen gecikmeler ölçüsünde (maskeleme dediğimiz şey)
ortaya çıkmaktadır. Gecikme 50 milisaniyeden kısa olursa, gizli kelimeyi
göremezsiniz. Maskeleme olarak adlandırılan bu algısal olgu gayet iyi
biliniyor.
Şimdi, gecikmeyi biraz daha uzatırsanız, kelimeyi her defasında
görürsünüz. Öznenin uyarıcıyı zamanın ilk yarısında görebildiği daha belli bir
gecikme de söz konusu olabilir. Böylelikle artık iş üzerindesiniz; çünkü
bilinçte sistematik bir değişim yaratan, laboratuvarda yeniden üretebilecek bir
deneysel manipülasyona sahipsiniz.
Nesnel Performansa
Karşı Öznel Bildirimler
Elbette, deneyimizin koşullarını tanımlamakta gözlemcinin öznel
düşüncelerine güvenmek zorundayız. Bu çok önemli bir noktadır ve yalnızca
uyarıcıda meydana gelen değişimlere güvenmiyoruz. önemli olan, uyarıcıdaki
öznenin algısını bilinçsizlikten bilinçliliğe döndürdüğünü iddia ettiği
değişikliktir. Burada zor bir noktaya temas ediyoruz: Öznenin bilinçli olup
olmadığını nasıl tanımlayacağız? Geçmişte çok
sayıda insan böylesine öznel bir bildirimi kullanmakta epey isteksizdi.
Bazıları, öznel bildirimlere dayalı bir bilim yapmanın çok zor hatta imkansız
olduğunu ileri sürdü. Fakat bana göre -bu bakış açısını başka birçok insan da
paylaşıyor- bilinç bilimini öznel bildirimler tanımlıyor. Bu, üzerinde çalışmamız
gereken nesnenin ta kendisi; özneler bilinç deneyimleri konusunda ne zaman bir
şeyler bildirilebilir, ne zaman bildirilemez?
Başka tanımlamalar da yapılabilir. Bazı araştırmacılar, bilince nesnel
bir tanım getirmeye çalıştılar. Örneğin şunu ileri sürdüler; diyelim ki özneler
kelimeleri hayvan olup olmama ya da sözlükte olup olmama durumuna göre
sınıflandırma yetisindeyse, o zaman ister istemez bilinçlidirler. Ne yazık ki,
yalnızca nesnel kıstaslara dayanan bu tipte bir tanım yine de çok zordur. Defalarca
keşfettik ki, özne hiçbir kelimeyi tam olarak göremediğini bildirip kelimenin
farkında olmadığını iddia etse dahi. bu tipte bir sınıflandırma görevinde hala
şanstan daha iyisini yapıyor. Öyleyse bu yaklaşımdaki sorun, bu testlerin
hangilerinin yalnızca subliıni-nalliğin ya da bilinçdışılığın, hangilerinin
bilince erişmenin göstergeleri olduklarına karar verme ihtiyacıdır.
Sonuç olarak, bilinç konusunda öznel ve nesnel ölçütler arasındaki
rekabet yine de abartılmıştır. Aslına bakarsanız problem bu kadar zor değil,
her iki olgu çok düzenli bir şekilde, en azından geniş ölçekte, sık sık
birbirine bağlı olarak değişir. Örneğin kelimemle maskem arasındaki gecikmeyi
çeşitlendirdiğimde bulduğum şey, tam kelimenin varlığını ve kimliğini
bildirebildiği noktada, öznelerin performansının aniden arttığıdır. Hayli
basit, ama önemli olduğunu düşündüğüm deneysel bir gözlem bu: Özneler kelime
gördüklerini bildirebildiklerinde, aynı anda daha büyük haşan oranıyla diğer
testleri yapılabilir buluyorlar.
Özneler, bu bilinç eşiğinin altında reaksiyon gösteremez demek değil
bu. Birçok testte subliminal işlem gerçekleştiği açık; fakat biri bilinç
eşiğini aştığında, birtakım testler aniden yapılabilir hale gelir. Bunlar,
öznel bildirim görevini de
içermektedir. Araştırma programımızın amacı, bilinç eşiğinin altından
bilinç eşiğinin üstüne kadar ana geçişi tanımlamayı içeriyor.
Size sadece bir maskeleme örneği veriyorum. Fakat bugün artık, asgari
yönlendirme ya da ara sıra sıfır yönlendirmeyle aynı uyarıcının bilince
girmesinde ya da bilinçten çıkartılmasında kullanılabilecek bir sürü deneysel
örnek söz konusu. Bazen beyin kendi başına bir durumdan başkasına geçiyor.
Örneğin iki gözün iki farklı şeyi gördüğü, ama beynin onlara aynı anda asla her
ikisini değil de sadece birini ya da ötekini görme sağladığı binoküler
rekabette olduğu gibi. Beyin burada makas değişimi yapıyor.
Yalnızca maskeleme örneğiyle ilgili konuşacak olmama rağmen
laboratuvarımızda odaklandığımız şey bu olduğu için; bilinç konulu deneysel
çalışmaların alanının neden bu kadar hızla büyüdüğünü ve neden bunca insanın bu
biçimde, beynin bilinç ve bilinçdışı halleri arasında asgari karşıtlıklar
yaratmak suretiyle deneyler yapılabileceğine ikna olduğunu artık anladığınızı
umuyorum.
Bilinçdışından
Bilince Geçişin İşaretleri
Bu gibi asgari karşıtlıklar yaratma kapasitemizi canlı, aktif beyni
görmemizi sağlayan metotlarla birleştirme ihtiyacı elbet duyuyoruz. Beyin
görüntüleme devriminin sonunu görmekten çok uzağız; bu sadece bir başlangıç.
Beyin görüntülemeden öncesini hatırlamak zor olsa da, kafatası şeffafmışçasına
beyni görüntülemenin ne kadar hayret verici olduğunu kabul etmek zorundayız.
Yalnızca beynin anatomisini değil, değişik bölümlerin nasıl etkin hale
geldiğini de, diğer tekniklerle bu etkinleşmenin hangi temporal dinamiklerle
kendilerini gösterdiklerini de biliyoruz artık. Tipik olarak, fonksiyonel
manyetik rezonans görüntüleme (fMRI). sadece bir iki saniye aralığında durağan
bir aktivasyon şablonu olarak görmenizi olanaklı kılıyor. Elektrik ya da
manyetik ensefalografi gibi diğer tekniklerle, yine de bu aktivasyonun
zaman içinde, bir uçtan diğer uca milisaniye milisaniye nasıl
ilerlediğini gerçekten takip edebilirsiniz.
Bu deneyleri yaptığımızda ne görüyoruz? Bulduğumuz ilk şey, subliminal
biçimde sunulduğundan dolayı bir sözcüğü ya da resmi göremediğimizde dahi bu,
korteksinizin onu işlemediği anlamına gelmiyor. Bazı insanlar başlarda
subliminal işlemin, korteks altı işlem -kortekste yapılmayan işlem- anlamına
geldiğini düşündüler. Bu elbette, tamamen yanlış ve bunu bir süredir biliyoruz.
Subliminal bir kelimenin yarattığı çok sayıda kortekse ait aktivite
görebiliyoruz. Korteksin görsel bölümlerine giriyor ve beynin ventral yüzünün
görsel bölgeleri aracılığıyla yol alıyor. Subliminal sözcük, koşullar uygun olursa
işlemin daha yüksek aşamalarına dahi erişebiliyor, anlamsal seviye de dahil. Bu
psikolojide hayli tartışmalıydı, ama şimdi beyin görüntüleme sayesinde çok açık
bir şey hale geldi: Subliminal mesaj, sözcüğün anlam düzeyine kadar tüm yolu
kat edebilir. Beyniniz, başarılı bir biçimde retina üzerinde bulunan şekillerin
şablonlarını çıkarıp onları harfler dizisine dönüştürebilir, kelime olarak
ayırt edebilir ve belirli bir anlam kazandırabilir; tüm bunları herhangi bir
bilinç formu olmadan yapabilir.
Sırada şu soru var: Kelimenin bilincinde olduğunuzda nerede etkinlik
daha fazladır? Bu deneyi fMRI ile yaptığımızda iki temel fark ortaya çıkar. İlk
önce, ilk alanlarda ak-tivite amplifikasyonu· görüyoruz: Tıpatıp aynı alanlar
on misli kadar daha aktifleşiyor, örneğin bizim üzerinde çalıştığımız
sözcüklerin hecelenmesinden sorumlu alan şu: Görse] kelime şekillendirme
merkezi.
İkinci yön, beynin diğer bazı uzak alanlarının aktifleşmesidir. Bu
alanlar arasında, şurada, beynin önünde bulunan prefrontal korteks denen bölgede
bulunmaktadır. Özellikle beynin alt paryetal bölgeleriyle birlikte alt frontal
bölgesinde de aktifleşme gözlemliyoruz. Bulduğumuz diğer bir şey,
Ontojeni ve filogenide yapısal ve görevsel karmaşıklığın gittikçe
ar-tınlması yönündeki değişiklikler -çn.
bu alanların birbiriyle ilişkilenmeye başladığıdır; birlikte etkin hale
gelip koordineli bir tavır takınırlar. Şu an size yalnızca gerçeklerden
bahsediyorum: Uzak alanlara erişim ve amplifikasyon, bilincin işaretleridir.
Şimdi, beyin aktivitesinin zamansal yayılımını tahlil edebilen elektrik
ensefalografi benzeri bir teknikle elde edilen zaman aralığı resmine bakarsak,
çok önemli olan başka bir şeyi görürüz: Bilinçli ve bilinçdışı algı arasındaki
farklılık, işlemede kendini oldukça geç gösteriyor. Kelimenin ekranda belirdiği
ilk ana sıfır anı diyelim ve bu noktadan başlayarak aktivasyonu takip edelim.
Gördüğümüz şey, en iyi koşullarda, bilinçli ve bilinçdışı işlem arasında
herhangi bir fark gözlemenin 270 milisaniyeden 300 milisaniye kadar
tutabileceğidir.
Beyin söz konusu olduğunda oldukça uzun bir süre sayılan saniyenin
dörtte biri, bilinçli olup olmamanızdan bağımsız olarak özdeş aktivasyonlara
sahip olabilirsiniz. Bu çeyrek saniyede, beyin pasif değil, birtakım sözcüksel,
anlamsal erişim örnekleri gözlemleyebiliyoruz (hatta bu noktadan sonra
subliminal işlem bile devam edebiliyor). Fakat deneyimizin 270 ve 300
milisaniye civarlarında bilinç hali ile bilinçsizlik durumları arasında dev
farklılaşmalar başlıyor. Bizim "olay-bağlantılı potansiyeller" diye adlandırdığımız
şeyi ölçmek amacıyla, yalnızca kafatasına elektrotlar yerleştirsek ve onlarla
kayıt yapsak, burada P3 ya da P300 dediğimiz çok geniş bir dalga görüyoruz.
Aslında bu ölçümü yapmak çok kolay ve gerçeği söylemek gerekirse, benim ve
meslektaşlarımın iddialarından biri bilince erişimi ölçmenin de neticede bu
kadar zor olmaması gerektiğidir.
P3 dalgası tipik olarak öznenin uyarıcının bilincinde olduğu koşullarda
görülür. Subliminal koşullarda çok küçük P3 dalgaları elde edebilirsiniz; ama
öyle görünüyor ki, zamanın bu noktasında bilinç ve bilinçdışılık koşulları
arasında doğrusal olmayan çok açık bir farklılık söz konusu. Asgari
karşıtlıklar kullanarak bilinci manipüle ettiğimizde, subliminal uyarıcının
küçük ve hızla azalan bir P3 dalgası
yaratabildiği bulgusuna erişiyoruz. Halbuki aktivasyonda doğrusal
olmayan ve çok büyük bir artış, büyük bir "olay-bağlantılı
potansiyel"e öncülük edecek şekilde, aynı uyarıcı ancak eşiği aşıp
bilinçli hale geldiğinde görülebiliyor.
Yaklaşık olarak 400-500 milisaniye civarında zirve yapan bu geniş
dalgayla aynı anda bilincin iki işaretini daha görüyoruz. ilki, elektrotlarımız
beyinde yüksek düzeyde titreşim aktivitesi tespit ediyor. Yüksek gama bandında
(50-100 Hz) bir titreşim bu. İkincisi, beyin bu yüksek frekanslarda
titreşirken, uzak bölgeler arasında büyük çapta eşzamanlılık gözlemleniyor. Bu
şu demek: Bu işlem, birbirinden bağımsız ama eşzamanlı ve paralel
aktivasyonlarla birlikte en başta, bilinç harekete geçmeden önce esasen
modülerdir. Buna rağmen bilinç erişimi görmeye başladığımız noktada
kayıtlarımız beraber çalışmaya başlayan çok sayıda alanın eşzamanlılığına
işaret ediyor.
Global Nöron
Çalışma Alanı
Size sadece çıplak gerçeklerden, bilincin bulgusuna ulaştığımız, ama
başka birçok insanın da gördüğü, temel işaretlerden bahsettim. Şimdi bu
gözlemlerin ne anlama geldiği konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Burada
biraz daha tehlikeli bir zeminde bulunuyoruz. Üzülerek söylemeliyim ki, burası
biraz bulanık bir zemin; çünkü burada tam bir bilinç erişimi kuramı iddiasında
bulunamıyoruz, ama fikrimiz oluşmaya başladı.
Bu fikir, görece basit ve Daniel Dennett bilinç için "Beyindeki
şöhrettir" dediğinde ileri sürdüğü önermeden çok uzak değil. Benim
önermem, "Bilinç beyindeki evrensel bilgidir." Burada beynin farklı
alanlan arasında paylaşılan bilgiden bahsediyorum. "-dir" diyerek
bunu çok net ifade ediyorum. Çünkü kelimenin tam anlamıyla olduğu şeyin bu
olduğunu düşünüyorum. Belirli bir bilgi parçasının bilincinde olmak derken
kastettiğimiz şey, bu parçanın beyinde paylaşılabileceği düzeye ulaşmış olması
demektir.
Broca alanınız, gördüğünüz şeyin kimliği konusunda bilgilendiriliyorsa
(ya da bir parçası dile getireceğimiz kelimeleri seçmekle uğraşıyorsa) ve
böylece gördüğünüz şeyi isimlendirebiliyorsanız bu, bilginin paylaşılabilir
olmasındandır. Hipokampüsünüz de aynı zamanda, yeni gördüğünüz şey konusunda
bilgilendirilmiş olabilir; böylece siz de bu sembolü hafızanıza
depolayabilirsiniz. Paryetal alanlarınız da, ne gördüğünüz konusunda haberdar
edilir; böylelikle dikkatinizi bu noktaya yöneltebilir ya da dikkatinizi vermek
istemeyeceğiniz bir şeyse buna karar verebilirsiniz. Bu böyle devam edip gider.
Bilgi paylaşımının ölçütü, onu sahip olduğumuz duygusuyla ilgili; bir bilgi
parçası bilinçliyse, onunla şeylerin çok uzun bir sıralamasını yapabiliriz. Bu
mümkün.
Şimdi, beyin düzleminde böylesine evrensel bir paylaşımın ortaya
çıkması özel bir beyin mimarisini gerektirir. Ben ve Jean-Pierre Changeux,
psikoloji bakış açısından çalışan ve onu "evrensel çalışma alanı" olarak
adlandıran Bernard Baars'la uyumlu olarak ona evrensel nöron çalışma alanı
adını koyduk. Dorsal paryetal ve prefrontal korteksin de aralarında bulunduğu
beynin ilişkisel alanlarına -temporal korteks, anterior singulat ve diğer
birkaçına-bakarsanız bulacağınız şey; bu alanların sadece bir yarımküre içinde
değil, her iki yarımküre genelinde korpus kallosum denen uzun mesafeli bağlarla
birbirine bağlı olduklarıdır. Bunca bölgeyi birbirine bağlayan bu uzun mesafeli
bağların yoğun ağ varlığı durumundaki fikrimiz basitçe şu: Bu uzak bağlantılar,
mesajları bir alandan diğerine yaymakla alakalı ve alanların birbirine güçlü
bir şekilde bağlı oldukları bu en üst düzeyde değiş tokuşun yoğunluğu, başta
dağınık ve birden fazla olan sembollerden tek bir zihinsel nesne çıkarmayı
dayatıyor. Eşzamanlılığın doğduğu yer bu.
Eşzamanlılık, muhtemelen beynin farklı alanları arasında bir anlaşma
sinyalidir. Alanlar birbiriyle anlaşmaya başlayınca tek bir zihinsel nesnede
birleşiyorlar. Bu resimde her alan kendi koduna sahip. Broca alanının
seslendirme kaydı vardır ve birazcık ön tarafında kelime kodu bulunmaktadır.
Arka temporal bölgede akustik, fonolojik ve ortografik kodlarımız var.
Fikir, bir kelimenin farkına vardığınızda bu kodların eşzamanlı olmaya
başlaması ve tek bir birleşik zihinsel içerikte birbirine yaklaşmasıdır.
Bu resme göre bilinç, tek başına bir alanın başardığı bir şey değildir.
Bilinci, beynin tek bir alanında ya da bilinç literatürünün tüm görüntülerinin
bileşke hesaplarında bulmaya ve tanımlamaya çalışmak manasız olacaktı. Bilinç,
birçok alan arasında uzun mesafe eşzamanlılığını içeren durumdur ve bu durum
süresince, etkin hale gelenler sadece daha yüksek ortaklık alanları değildir.
Bu kısımlar, duyumsal mesajları en önce alan beynin daha alt kısımlarını da yukarıdan
aşağı doğru kuvvetlendiriyor.
Umarım size, beynin bilinç haline nasıl eriştiğinin zihinsel resmini
çizebilmişimdir. Bu işlemin bilgisayarda si-mülasyonunu yaptık. Artık
transmembran kanal özelliklerine sahip olma anlamında gerçekçi nöral ağların benzerini
yapmak mümkün. Bu transmembran kanallar, epey gerçekçi nöron artışlarından
oluşuyorlar. Karşılığında kendileri, kor-tekste epeyce gerçek nöron sütunları
oluşturuyorlar. Aynı zamanda talamusun, bire bir kortekse bağlı korteks altı
çekirdeğinin bir parçasını da içeriyorlar. Bir kez bu unsurları nöral mimaride
uzun mesafeli bağlarla bir araya getirdiniz mi, size tarif ettiğim çoğu
özelliğini deneyimimizde gözlemlediğimiz bilincin işaretlerini
üretebileceğinizi keşfediyorsunuz.
Böylelikle, bu tipte bir ağın benzerini yaparken, aslında aktivasyonun
periferide ve kortikal hiyerarşide hızla tırmandığını görüyorsunuz. Yeteri
kadar reverberasyon· varsa ve yukarıdan aşağı yeterince bağlantı mevcutsa, bu
durumda yükselmiş aktivitenin ateşlenme haline doğru, doğrusal olmayan bir
geçiş görüyoruz. Bu elbette anlaşılması çok basit bir şey: Girdilerini
kuvvetlendiren kendine bağlı her dinamik sistemde doğrusal olmayan bir eşik
vardır. Sonuç
Çoklu yankı -çn.
ZJH)N
olarak, burada hem aktiviteden ölme (bu aktivite durumunun subliminal
işleme denk düştüğünü iddia ediyorum) hem de kendi kendini kuvvetlendirme ve
yeni bilginin daha uzun bir zaman dilimi için sabit hale geldiği üst düzeye
doğrusal olmayan bir geçiş olacaktır. Bence bu, kayıtlarımızda akti-vasyonun
kuvvetlendiği ve tüm beynin genelinde eşzamanlı olduğu son dönemde
gördüklerimize denk düşüyor. Esas itibariyle, çok basit simülasyonlar bilincin
daha önce gördüğümüz tüm işaretlerini görselleştiriyorlar.
Bilinç Neye Yarar?
Bu tipte bir model, daha önce irdelenmesi zor olan bir sorunun yanıtını
kolaylaştırabilir: Bilinç ne işe yarar? Bu çok önemli bir soru, çünkü bilincin
evrimiyle ilgili. Bu kuram doğruysa, bilincin aslında ne yapmakta olduğuna
ilişkin birtakım cevaplarımız olur. Bir görüntünün en iyi yorumunun çekip
çıkartılması gibi Bayesçi istatistiği doğasının hesaplamaları için gerekli
değil bu. Görsel beyin bunu çok büyük bir ölçekte ve paralel bir şekilde
yapıyor gibi görünüyor. Yeni görüntüye en uygun Bayesçi yorumu sağlayabiliyor,
bu yüzden de yeni görüntünün olası tüm yorumlarının sonraki dağılımına esasında
çözüm yolu bulmuş oluyor. Bu operasyon beyinde tümüyle bilinçdışı bir şekilde
meydana geliyor gibi görünüyor. Bilinçli beyin, organizmanın mevcut amacıyla
alakalı yorumlarından birini seçip kuvvetlendiriyor gibi görünüyor.
Çeşitli deneylerde yalnızca bilinçle yapabileceklerimizi, subliminal
bir biçimde yapabileceklerimizle doğrudan karşılaştırdık. Elde ettiğimiz
sonuçlar, en önemli farklılıklardan birinin, bilgiye tutunabilme zaman aralığı
olduğuna işaret ediyor. Bilgi subliminalse, sisteme giriyor, geçici bir
aktivas-yon yaratıyor, fakat hızla ortadan kalkıyor. Bunu yaklaşık bir saniyede
deneye bağlı olarak belki bir saniyeden biraz daha uzun bir zaman içinde
yapıyor; fakat her halükarda çok hızlı bir şekilde ortadan kalkıyor. Bu bulgu,
subliminal görüntü-
lerin reklamcılıkta kullanılabileceğini düşünen insanlara da bir yanıt
oluşturuyor; bu elbette kocaman bir şehir efsanesi. Bu, subliminal görüntülerin
hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmez, fakat deneylerin büyük çoğunluğunda çok
kısa sürelidir. Bilginin bilincinde olduğunuzda, esasen ona dilediğiniz kadar
tutunabilirsin.iz. Şimdi. sizin işleyen hafızanızda ve yarı kararlı durumdadır.
İddiamız şu; bilinçli bilgi beyninizde yankılanıyor ve bu durum bilgiyi uzun
zaman sabit tutacak şekilde kendinden-kararlı bir döngü içeriyor. Telefon
numarasının tekrarlanmasını düşünün. Ona dikkatinizi vermeyi bırakırsanız onu
unutursunuz. Onu, dikkatinizi verdiğiniz sürece aklınızda tutabilirsiniz.
Modelimiz, bilincin temel işlevlerinden birinin gerçekten bu olduğu
-düşünce deneyi gerçekleştirebileceğiniz, öncesinde olduğu gibi dünya ile
bağlantısı kesilmiş, izole bir halde bir içsel alan sağlamak olduğu-
önermesinde bulunuyor. Dış dünyadan bir uyarıcı seçebilir ve onu bu içsel
evrensel çalışma alanına kapatabilirsiniz. Başka girdilerin içeri girmesini
engelleyebilir ve zihninizde bu zihni sembolle istediğiniz kadar
oynayabilirsiniz.
Aslına bakarsanız ihtiyacını duyduğumuz şey, hangi uyarıcının
girebileceğine ve hangi uyarıcının geçerli düşüncelerle alakalı olmadıklarından
engelleneceğine karar verebilecek bir çeşit kapı mekanizması. Bu mimaride ek
karmaşıklıklar da olabilir, ama siz fikri anladınız: Kendini ayarlamaya
başlayan ve girdileri sadece ara sıra içeri alan bir ağ.
öncesinde kısaca değinmiş bulunduğum bir diğer önemli nitelik, ya hep
ya hiç özelliğidir. Onu bilinçli çalışma alanına dönüştürürsünüz ya da
dönüştürmezsiniz. Girdileri ayrıştıran bir sistem bu. Başta yalnızca olasılık
dağılımı olan şeyden sayısal bir sembol yaratmaktadır. Eşikte bir uyarıcı
sunduğumuz deneylerde özneler, ya bilinç için gerekli tüm bilgilerle birlikte
onu mükemmel bir biçimde ve tümüyle görüyor ya da toplamda hiçbir şey görmüyor.
Buna dair bazı kanıtlarım var. Ara bir durum varmış gibi görünmüyor; en azından
bizim şu ana kadar yaptığımız deneylerde.
Ayrıştıran bir sisteme sahip olmak, John Von Neumann'ın beyinde
karşılaşılan ana sorunlardan biri olarak gördüğü problemlerden birini çözmemize
yardımcı olabilir. Von Ne-umann, The Computer and The Brain [Bilgisayar ve
Beyin] kitabında beynin, tüm diğer analog makineler gibi, ne zaman bir dizi
hesaplama yapsa çok çabuk hassasiyetini kaybettiği ve sonuçta er ya da geç
tümüyle hatalı bir sonuca ulaştığı gerçeğini tartışmaktadır. Pekala, belki bilinç,
başarılı hesaplamalar boyunca hassasiyet kaybolmasın diye bilgiyi
sayısallaştırma ve elinde tutma sistemidir.
Son bir nokta: Bilinç çalışma alam, bilgiyi genişçe paylaşma sistemi
olduğundan dolayı işlem zincirlerinin geliştirilmesinde yardımcı olabilir.
Spekülatif fikir şu: Bilgi bu evrensel çalışma alanında bir kez olası hale
geldi mi, başka işlemlere de devredilebilir. Bir işlemin çıktısı diğerinin
girdisi haline gelebilir, böylece uzun ve bütünüyle zihinsel algoritmaların
düzenlenip yürütülmesine izin verebilir: Tu-ring makinesi olan bir insan.
Beynin genelinde bilgi paylaşımı, evrim boyunca muhtemelen ana sorundu.
Çünkü her alan özel bir amaca sahip. Bilgiyi esnek bir biçimde dolaşımını
sağlama konusunda bu evrensel çalışma alanına benzer bir alete ihtiyaç olduğu
düşüncesindeyim. İnsan aklının son derece niteliksel bir özelliği; bilginin
hangi alanında hangi sonuca ulaşmış olursak olalım onu, bilginin diğer bir
alanında kullanabilmemizdir. Elbette, insan aklının sembolik yetisi ile yapacak
çok iş var. Sembollerimizi aslında her alana uygulayabiliriz.
Bu durumda eğer iddiam doğruysa, ne zaman seri işlem yapsak, bilgiyi
bir işlemden diğerine her seferinde bir adım atarak tümüyle esnek olarak
geçirsek, bu bilinç çalışma alanı sistemine inanmalıyız. Bu hipotez, yavaş seri
işlem ile bilinç işlemi arasında özdeşlik olduğu anlamına gelmektedir; örneğin
bilişsel psikolog Michael Posner'ın yıllar önce not ettiği gibi bir şey.
Bu sonucun lehinde bazı kanıtlarımız var. İzin verin size yaptığımız
küçük bir deneyi anlatayım. Karşılık vermeye zor-
BlllNCIN IŞARETlERI
ladığımızda insanların subliminal olarak ne yapabileceğini görmeye
çalıştık. Bir anlığına size bir sayı gösterdiğimi ve maskelediğimden dolayı bu
sayının subliminal olduğunu hayal edin. Farz edin şimdi size soruyorum:
"5'ten küçük mü, büyük mü?" Biri büyük, biri küçük için iki düğmeniz
var ve sizi yanıt vermeye zorluyorum. Bu deneyi yaptığımda, hiçbir şey
görmediğinizi iddia etmenize ve kendinizi cevap vermeye zorlamanıza rağmen
şanstan daha iyi bir seçenek olduğunu düşünürsünüz. Tipik bir şekilde, şans %50
iken, yanıtların yaklaşık %60'ı doğru. Bu subliminal bir işlemdir. Bazı
bilgiler geçiyor, ama evrensel bir bilinç haline neden olacak kadar değil.
Şimdi, hangi görevlerin bilinç olmadan başanlabileceği-ni görmek için
testi değiştirebiliriz. Farz edin sizden görmediğiniz bir rakamı, yanıtınızı
yapabileceğiniz kadar çabuk bir şekilde söylemenizi istiyoruz. Bu durumda da,
oldukça dikkate değer bir şekilde şanstan daha iyisini yapıyorsunuz.
Dudaklarınız, dört olasılıklı bir durumda şansın %25 olduğu bir yerde, doğru
rakamı %40 oranında telaffuz etmektedir.
Bununla birlikte size şimdi iki adımlı bir seri işlem testi versek,
bunu yapamazsınız. Size, sayı artı iki ne diye sorsam, bunu yapabilirsiniz.
Fakat ilk baştaki sayı artı ikinin hesabını yapıp, bu +2 işleminin sonucunun
5'ten daha mı büyük yoksa daha mı küçük olduğuna karar vermenizi istesem
yapamazsınız. Garip bir sonuç, çünkü baştaki deney subliminal rakam konusunda
pek çok bilgi sahibi olduğunuzu gösteriyor. Onu yalnızca söylerseniz, bu denli
doğrusunu yapmak için -tek başına şanstan daha iyisini yapmaya yetecek kadar-
yeterli bilginiz olacaktı. Halbuki x+2'yi hesaplamak ve elde edilenin 5'ten
küçük mü yoksa büyük mü olduğuna karar vermek zorunda olduğunuz bir işlem
zinciriyle uğraştığınızda, performansınızı şans seviyesine kadar düşüren
birbirini izleyen iki adım vardır. Bu büyük olasılıkla, buna benzer seri
zihinsel kuralları işletmenizi olanaklı kılacak bir çalışma alanı sistemine
erişiminizin olmamasından kaynaklı.
Bir grup meslektaşımla birlikte, "insan Turing makinesi" adı
verilen bir araştırma projesi üzerinde çalışıyoruz. Amacımız, zihinde ve
beyinde bu gibi işlemler serisini yapmamızı ve bilgiyi bir aşamadan diğerine
aktarmamızı olanaklı kılan özel sistemin niteliğini açıklığa kavuşturmaktır.
Evrensel bilinç çalışma alanı büyük olasılıkla bu sistemin kalbinde
yatmaktadır.
Nihai Test
Nihai teste değinerek bitirmeme izin verin. Başta da ifade ettiğim
gibi, bilincin kuramına sahip olduğumuz durumda, onu bilinç ve iletişim
bozukluğu yaşayan beyin doku bozulması bulunan hastalara uygulayabilir
olmalıyız. Bazı hastalar komada, fakat diğer hallerde durum çok daha karmaşık.
Bitkisel durum denen bir hal söz konusu. Bu halde hastanın vijilansı, yani
uyanma kapasitesi korunabiliyor. Normal bir uyku döngüsüne sahip olan bu
hastalarda, bilgi işleme yetisi ve dışsal uyancıyla sözlü komutlara normal
reaksiyonlar verme anlamında herhangi bir bilinç belirmiyor.
Hastanın bilincini kısmen koruduğu farz edilen asgari bilinç durumu
denen durumlar bile var. Bu haldeki hastalar yalnızca ara sıra bazı özel
taleplere ve sözlü komutlara karşılık veriyorlar. Bu da, bilincin kısmen
korunmuş olabileceği fikrini veriyor. Diğer durumlarda da bitkisel hayatta
olduğu gibi, reaksiyon vermiyorlar. Bu yüzden bu, ara sıra reaksiyonların
hastanın bilincinin olup olmadığına ilişkin yeterli bir delil oluşturup
oluşturmadığını gerçekten bilmiyoruz. Sonuç olarak, hepinizin bildiği
"kilitlenme"" sendromu var. Hastanın tamamen bilinçli olması
anlamında çok farklı olan bu koşul, bilinçli olduklarını ifade etme yetisinde
olmayan hastalarda da oldukça benzer bir şekilde görülebilir. Gerçekten de,
hasta uzun süre iletişim kuramama durumunda kala-
Bir insanın şuuru yerinde olmasına rağmen bedenen neredeyse tamamen
felç halinde olması ve böylece kendini dil veya hareketlerle ifade edememesi
durumu (locked-in) -çn.
bilir ve başkaları için onun, kendisini çevreleyen şeylerin tamamen
ayırdında olduğunu fark etmek oldukça zor olabilir.
Lionel Naccache'yle önceki gözlemlerimize dayalı olarak, bilincin
işaretleri testini tasarlamaya çalışmıştık. Bu test, sadece birkaç dakikada ve
çok basit bir şekilde yalnızca beyin dalgalarına dayalı olarak bir bilinç
durumu olup olmadığını söyleyebilecekti. İşitsel uyarıcıyı tercih ettik; çünkü
bu girdi biçimi görsel yöntemden farklı olarak hastayı basitçe, görüntüye bakıp
bakmadığı konusunda herhangi bir endişeye kapılmak zorunda kalmadan uyarmanızı
olanaklı kılmaktadır. Dahası, uyumsuzluk yanıtı denen bir durumu kullanmaya karar
verdik. Özetle bu, beynin yeni olana karşı hem bilinçli hem de bilinçli olmayan
reaksiyon gösterebilmesi demek. İkisini birbirinden ayırmanın çok kolay
olduğunu düşündük. Bilinç-düzeyi sinyal işleme aktivasyonunun geciken dalgası
sağ olsun.
Test konusunda size, bazı çok temel fikirler vermeme izin verin.
Hastayı beş tonla uyarıyoruz. İlk dördü özdeş, fakat beşincisi farklı olabilir.
Böylelikle dit-dit-dit-dit-tat gibi bir şey duyuyorsunuz. Bunu yaptığınızda,
geçmişi 25 yılı bulan çok sıradan bir gözleme ulaşıyorsunuz. Bu, beynin sondaki
farklı tona olan reaksiyonudur. Uyumsuzluk olumsuzluğu denen bu reaksiyon
tümüyle otomatiktir. Bu reaksiyonu uykuda, hatta komada ya da uyarıcıya
başvurmadığınızda dahi alırsınız. Bilinçli olmayan bir karşılıktır bu.
Bunu takiben, burada yine de P3 denen çok tipik bir geç beyin tepkisi
de mevcut. Bu tam olarak, önceki deneyimizde keşfedilen ve bilinçle özel olarak
ilişkilendirilmesi gereken geniş ölçekli evrensel bir yanıt.
Beynin bu iki çeşit tepkisini ayırmak her zaman kolay değil. Tipik
olarak, peşi sıra ortaya çıkıyorlar ve hastalarda, özellikle beyin doku
bozukluğu olanlarda, onları birbirinden ayırmak zor. Fakat işte, tek başına P3
oluşturmakta basit bir yol. Öznenin dört "dit"i takip eden tek
"tat"ı işitmeye alıştığım farz edin. Gördüğümüz şey hala sonunda yeni
bir tepkidir, ama o artık beklenen bir tepkidir. Dört "dit"i takip
eden
bir "tat"ı tekrar tekrar dinlettiğinizden, özne beşinci
unsurun farklı olacağı şeklinde bilinçli bir beklenti geliştirebilir. Bu
durumda beyin ne yapmaktadır? Pekala, hala erken otomatik ve bilinçdışı yenilik
tepkisi oluşturmaktadır; ama ardından onun geciken karşılığını, P3 dalgasını
iptal etmektedir. Çünkü tekrar eden uyarıcı artık bilinci ya da dikkati
çekmemektedir.
Şimdi adaptasyondan sonra hile, beş özdeş tondan oluşuyor:
Dit-dit-dit-dit-dit. Bu sıradan dize yeni bir durum haline geliyor; bu da nadir
ve beklenmedik bir durum. İddiamız şu: Önceki ton serisinin içeriğini yalnızca
bilinçli bir beyin hesaba katabilir ve beş özdeş tonun yeni ve beklenmedik bir
şey olduğunu anlayabHir.
Az ve öz olarak, deneyimimizde ulaştığımız sonuç tam olarak bu.
Belirgin ton serisine uyum gösteren normal öznelerde beş özdeş tona yanıt,
geniş bir P3 oluyor; ama sadece uyarıcıya kulak verip onun bilincinde olanlarda.
Normal öznelerde dikkat dağıtıcı görevin etkisini de test ettik. P3 yanıtı,
yine tam beklediğimiz gibi oldu. öznenin dikkatini dağıtırsanız bu yanıtı
kaybeder, almazsınız. Özne kulak verirse yanıt vardır. Özne, seriye hükmeden
kuralı bildirebilirse P3 görünür. Bildiremediğinde görünmez.
Son olarak, Salpetriere Hastanesinde Lionel Naccache ve şimdi
Cambridge'de olan Tristan Bekinschtein, bu bulguları hastalara uyguladılar. . Ortaya koydukları şey, testin beklediğimiz gibi sonuç veriyor
olmasıydı. P3 tepkisi komadaki hastalarda gerçekleşmiyor. Bitkisel hayattaki
çoğu hastada yok; ama asgari bilinç sahibi hastaların çoğunda mevcut.
Kilitlenme sendromu yaşayan hastalarda ve diğer her türlü bilinçli öznelerde de
daima var.
P3'ün bitkisel hayatta olan bazı hastalardaki varlığı, tek bir şeyi
merak ettiriyor: Hastanın gerçekten bitkisel hayatta olup olmadığını. Şu an
itibariyle bu, çözülememiş bir soru; fakat test süresince bilinçli olup
olmadıklarını dahi merak ettiğiniz, hızla iyileşmekte ve aslına bakarsanız test
anında iyileşmeye yakın olan ve bu tepkiyi veren az sayıda hasta vardır.
Özetle uyumsuzluk testi, türümüzün basit ve çok yararlı bir bilinç
testi olacağı konusunda büyük umutlarımız var. Onu başucunuzda yapabilirsiniz;
10 dakikalık bir EEG sonucundan sonra, zaten bu tipte bir yanıtı tespit etmede
yeteri kadar veriye sahipsiniz.
Nörogörüntüleme
Araştırmasının Geleceği: Bilincin Deşifrasyonu
Bugün geldiğimiz nokta bu. Bir kuramın başlangıç noktala-rındayız,
fakat sizin de görebildiğiniz gibi bu henüz tamamlanmış resmi bir kuram değil.
Az, ama iyi gözlemlere sahibiz. Fakat burada bundan çok daha fazlası yapılmalı.
Bu nedenle izin verin, ben ve meslektaşlarımın bu alanda beyin görüntülemenin
geleceği konusunda ne düşündüğümüze dair birkaç şey söyleyerek bitireyim.
Hissiyatım şu ki; gelecek, beyin sembollerini deşifre edebilmekte
yatıyor, yalnızca onları tespit etmekte değil. Esasen bugün size söylediğim her
şey, bilinç aşamasına kadar giden işlemin ancak tespitiyle ilgili. Çeşitli
laboratuvarlarda daha şimdiden başarılmış olan bir sonraki adım, öznenin
zihninde hangi sembolün alıkonulduğunu deşifre etmektir. Yalnızca bilinçli bir
sembol olup olmadığını değil, bilinçli sembolün içeriğini bilmeye de ihtiyaç
var. Artık bir bilimkurgu değil bu. Yalnızca 2 hafta önce, araştırmalarını
labo-ratuvarımda sürdüren Andreas Kleinschmidt'in takımındaki bir doktora
sonrası araştırmacısı olan Evelyn Eger, insan beyninden işlevsel MRI
görüntüleri alınabileceğini ve sayısal işlemlerle ilgili paryetal kortekste
yalnızca aktivasyon şablonuna bakarak kişinin aklındaki sayının deşifre
edilebileceğini gösterdi. Bu alanda 200 voksel alıp hangilerinin aktif
hangilerinin pasif olduğuna bakarsanız, hafızada hangi rakamın tutulduğunu
deşifre eden otomatik öğrenme aleti üretebilirsiniz.
"Deşifre" fiilinin bu kullanımın bir abartma olduğunu
herhalde söylemeliyim. Şu an tüm yapabildiğimiz şey, ez-
herdeki bir sayı hakkında şanstan daha iyi bir çıkarsama yapmak. Bu her
denemede öznenin zihnini okuduğumuz anlamına gelmiyor. Ancak iki sayıdan birini
seçme şansı %50 iken, %60 ya da %70 oranla başarmak demek bu. Aslında bu, o
kadar da kötü değil. Kayda değer bir bulgu. Anlamı, sayı için beyinsel kod
olduğu ve bu kod hakkında şimdi biraz daha fazla şey bildiğimiz.
Fakat tekrar hastalara dönmeme izin verin. Düşündüğüm şey; gelecekte bu
tip bir deşifrasyon aleti ile hedefi açıkça hastaların zihinsel içeriklerini
deşifre etmek olacak ve hastalara beyin-bilgisayar arayüzü aracılığıyla
kendilerini ifade etme olanağı verecek olan yeni bir araştırma dalgası
başlatmak. Cidden içeriği deşifre edebilirsek, bilgisayara onu uygulamamız ve
bu aracı -hasta artık konuşamasa da- iletişimin bir biçimi olarak kullanmamamız
için bir sebep yok.
Tekrar, bu araştırmaların bazıları zaten başlamış durumda; hem laboratuvarımda
hem de dünyanın diğer çeşitli yerlerinde. Bertrand Thirion'la beynin oksipital
alanlarına baktık. Burası beyne gelen görüntülerin retinatopik haritasının
bulunduğu yer. Bu retinatopik haritada üzerindeki aktivas-yonun şablonuyla
başlanabileceği ve kişinin gördüğü şeyi deşifre etmede bu haritanın
kullanılabileceğini gösterdik. Belli bir noktaya kadar, gerçekte siyah bir
ekrana bakarken bile zihninde olan görüntüyü çıkarsayabilirsiniz. Zihinsel
görüntüler bir gerçekliktir ve bu haritalar üzerinde somut aktivasyon
şablonlarına dönüştürülüyorlar. Jack Gallant gibi diğer araştırmacılar, bi.ı
araştırma programını ABD'de daha geniş boyuta taşımış bulunuyor.
Nörogörüntülemenin geleceğinin zihinsel serilerin deşif-rasyonunda,
William James'in bilinç akımı dediği şeyi görmeye çalışmakta saklı olduğuna
inanıyorum. Tek bir görüntüyü değil, görüntüler silsilesini deşifre
edebilmeliyiz. Bu akımı kelimenin tam anlamıyla görebildiğimiz durumda, özneyi
uyarmadan dahi, beyninde böylesine bir akım olduğundan dolayı bilinçli olduğunu
anlamak daha kolay olacaktır. Yine de beni yanlış anlamayın. Neyi yapabiliyor
olduğumuz
ile -bilincin işaretlerini keşfetmekle- gelecekte yapmayı umduğumuz şey
-bilinç halini deşifre etmek- arasında açık bir farklılık söz konusu. İkinci
olarak, bu hfıia çok spekülatif. Ben yalnızca, er ya da geç oraya varacağımızı
umuyorum. Bununla birlikte, bilinç üzerinde deneyler yapabildiğimiz ve onu
destekleyen beyin durumunun çeşidi konusunda çok sayıda bilgi sahibi olduğumuz
da bir gerçek.
17
EGİTİMLİ İNSANLAR
RADİKAL ÇEVRECİLER OLMAYA NASIL DEVAM EDEBİLİRLER?
David Lykken (1928-2006)
Minnesota Üniversitesi, Davranışsal
Genetikçi; Happiness: The Nature and Nurture ofJoy and Contentment
[Mutluluk: Haz ve Tatminin Doğası ve Çevresi] kitabının yazarı.
Nasıl oluyor da bazı bilim insanları -Leon Kamin gibi psikologlar,
Steven Rose gibi biyologlar, hatta Richard Lewon-tin gibi eşsiz bir genetikçi
veya Stephen Gould gibi mükemmel bir paleontolog- hclla John Locke'la aynı
biçimde bebek zihninin tabula rasa· olduğuna inanmaya devam ediyolar? Bebek
beyninin fabrikadan yeni çıkmış Macintosh bilgisayarlara benzer olduğunu nasıl
varsayıyorlar; gerçekten de, çünkü bilgisayarların bile en azından yüklenmiş
bir işletim sistemi ve çeşitli ROMları·· var. Biri nasıl, evrimin buzul çağının
bir yerinde, esrarengiz bir şekilde sadece memeli familyasının bir alt sistemi
Hama familyasının sinir sistemi için durduğunu düşünebilir
Boş levha. John Locke'ın insanların doğduklarında zihinlerinin boş
olduğunu anlatmak için kullandığı terim -çn.
·· Read Only Memory -çn.
Birisi, atalarımızdan kalma milenyumlar boyunca edindiğimiz
eğilimlerimiz olduğunu kabul etmeden, çocukların neden gerçekte daha tehlikeli
olan silah ve elektrik prizlerinden değil de yılan ve örümceklerden
çekindiklerini nasıl açıklayabilir? Minnesota 'IWins· l 987'de ve 1991'de Dünya
Serilerini kazandığında, yani "bizim çocuklar" Ulusal Ligden
istilacıları yenilgiye uğrattıklarında, neden çoğu bir müsabaka dahi izlememiş
olan yaklaşık 4 milyon Minnesotalı muhteşem bir şey oldu diye düşünüp
gururlanıyorlar? Körfez Savaşı bittiğinde ve "bizim çocuklar" Kuveyt
Sultanının Riviera'dan dönüp sarayını yeniden yapabilmesi için çok sayıda
Iraklıyı öldürdüklerinde tüm ABD Kongresi ayağa kalkıp bazıları koltukları
bazıları masalarının üstünde Başkan Bush'u başarısı için alkışladı. Bu
temsilciler ve senatörler kurucularını etkilemek için rol yapmıyorlardı,
gerçekten gurur duyuyorlardı (fakat neden?).
Romantik aşkın bir ara antropologların ortaçağda Fransız şairlerin
uydurduğunu düşündüğü şeyin neredeyse kayıtlarına sahip olduğumuz her
geleneksel toplumda simge-lendiği artık biliniyor. Diğer büyük maymunlar
delicesine sevdalanmayı yaşamamışlardır, çünkü eş bağına ihtiyaç duymazlar.
Yavru şempanze, annesinin tüylerine sıkıca tutunuyor ve anne, bilinmeyen
babanın herhangi bir yardımına ihtiyaç duymadan ona bakıyor ve besliyor. Fakat
atalarımız geç olgunlaşan, koca kafalı bebekler üretmeye başladıklarında babayı
yardıma ikna edecek bir bağ icat edilmek zorundaydı; çünkü bu bebekler, birkaç
yıla yayılan aralıksız bir bakım ve gözetim gerektiriyordu ve annelerin bunu
tek başına başarması mümkün değildi. Anlaşılıyor ki, boşanmanın serbest olduğu
tüm toplumlarda tipik evlilik süresi, er ya da geç birbirinden ayrılacak bu
çiftler için yalnızca 4 yıl; romantik karasevdanın hızla sertleşen süper
yapışkanı yal-
Minnesota Twins ABlYnin Minneapolis Minnesota şehrinde bulunan ve Major
League Baseball liginin American League Merkez Grubunda mücadele eden beyzbol
takımıdır. Ayrıca Amerikanın ilk profesyonel beyzbol takımlarından biridir.
-çn.
nızca küçüğün ayakları üzerine sağlam durmasına yetecek kadar sürüyor.
Zevkleri her anlamda oldukça benzer olan tek yumurta ikizleri, ikizinin
romantik tercihi tarafından olduğu gibi aynı yaş ve cinsiyette herhangi bir
yabancı tarafından da büyülenebilir gibi görünüyor. Tek yumurta ikizlerinin
eşleri, İkiz A'yı delice sevdiği koşullarda İkiz B'yle karşılaşırlarsa,
sokaktaki herhangi bir erkekten (ya da kadından) daha fazla sevgilisinin
kopyası olan ikiz B'ye, "abayı yakma" eğilimi göstermiyor. Doğal
seçilimin, kartallarda ve kurtlarda eş bağını oluşturması milyon yılları buldu,
ama ilk hominidler için bu gayet hızlı bir işti. Tahminim şu ki, bizim
durumumuzda kullanılan mekanizma, ördek ve kazlarda damgalamayı üretenle benzer.
"iki Steve" (Pinker ve Rose), Londra tartışmalarında, üstü
kapalı bir şekilde ailelerin çocuklarını neden sevdiklerini söylemiş oldular.
Akıllı bir evrimsel psikolog olan Pinker, bunun büyük olasılıkla çocuğuna bakma
ve torun sahibi olma motivasyonu olmayan, bu yüzden de ata olma olasılığı düşük
olan atasal ailelerinden kaynaklı olduğunu düşünüyor. Rose'un ne düşündüğü
konusunda hiçbir zaman emin olmadım. Fakat daha ilginç soru şu: Amerikalılar,
kedi ve köpeklere ve genelde ev hayvanlarına neden her yıl milyarlar
harcıyorlar? Pinker'in haklı olduğunu varsayalım; kendisinin emin olduğu gibi
doğal seçilim, aileler yalnızca kendi genetik çocuklarına şefkat besleyene
kadar çarkı kurcalamayı sürdürecek miydi? Yavruların annelerinden ayrılıp kendi
başlarına dolaşabilecekleri devasa kolektif bakım evleri kuran bazı fok ve
deniz kuşları öyle görünüyor ki, hem anne hem de çocuk birbirilerini tanımak
için kokusal metotlar geliştirmişler. Fakat memelilerin çoğunda, tüysüz iki
ayaklılar da dahil, bir ailenin akraba olmayan bir bebeğe balana çabasını
"harcaması" tehlikesi yeteri kadar düşüktü ki, böylece anne
sevgisinin daha kesin bir hedef saptamasına ihtiyaç
İlk dönem tercihlerin belli bir nesneye odaklanması -çn.
yoktu. Daha seçici anneleri destekleyen seçilim baskısı, tür
değişikliği yaratmak için yeterli değildi. Doğal seçilimin eli, aşın derecede
tutumludur. Yalnızca bir ROM veya evrimsel adaptasyon ortamında gerekli
sonuçları almayı sağlamaya yetecek bir modül oluşturana kadar sürer.
Son haber bültenleri, radyo vericili tasması olan bir köpeğin
kaybolduğunu ve sonunda bir anne ayının ininde tespit edildiğini bildiriyor.
Köpek, sahibinin çağrısına uyup her dışarı çıkmaya çalıştığında ayı, onu
kibarca yeni evine geri çekiyormuş. Ben ve karım, türümüzün diğer milyonlarcası
gibi bu bağlamda foklardan çok ayılara benziyoruz. Komşusunun kedi ya da
köpeğini öldüren kişi çoğu yerde kanun tarafından, çim biçme makinesini
bozmuşçasına muameleye tabi tutuluyor. Kanun yapıcılar evrimsel psikolojiyi (ya
da hayvan sahiplerini) daha iyi bilse, bu suç daha ağır bir muamele görürdü.
Bull teriyerim" -sahip olsaydım- çim biçme makinem gibi değil daha çok
evlat edindiğim bir çocuk gibi olurdu.
Doğal seçilimin tutumluluğuna bir başka örnek, yabancı düşmanlığımız.
Bizlerden farklı görünen insanlara gü-venmemeye, onları sevmemeye ve hatta
onlardan korkmaya eğilimliyiz. Bu, atalarımız zamanında, erkekseniz bir ağacın
arkasından çıkan yabancının sizi öldürebileceği ya da kadınsanız size tecavüz
edebileceği veya kaçırabileceği nedeniyle uyuşuyordu. Daha seçici bir
mekanizma, korku/sevmeme tepkisine yol açması için hem yabancılık hem de
korkutma eylemi gerektirir. Fakat yalnızca "yabancı", yeterli hale
geldi. Modern insanların, hem New Yorklıların hem de Papua Yeni Ginelilerin, grup
üyeliklerini anında tanımlayacak şekilde giyinme ve boyanma eğilimi
göstermelerinin nedeni bu olabilir mi? Ve bizim çağdaş Lockçularımızın tabula
rasa mitolojisine inanmak istemelerinin sebeplerinden biri bu olabilir mi?
"Yabancı düşmanlığımızın doğal olduğunu varsaymayalım; çünkü aksi durumda
nasıl ırksal, dinsel ve sos-
19. yüzyılda İngiltere'de üretilmiş teriyer cinsi bir köpek -çn.
yal hoşgörüyü başarmayı umabiliriz?" Beyaz, Hint-Avrupa tipi,
inançsız olan üç oğlumun bir Katolik, bir Yahudi ve bir Afroamerikan ile mutlu
evlilikleri var. Bana on sevgili torun verdiler. Meslektaşım Tam Bouchard,
çocuklukta birbirinden ayrılan ve ayrı bakılan ikizlerle ilgili ünlü
çalışmasının ilk sonuçlarından bazılarını bildirirken, şuna dikkat çekti:
"Genler, bazen direnilmesi; ama asla göz ardı edilmemesi gereken tarih
öncesi bir şarkı söylüyorlar." Yabancı düşmanlığımıza direnilebilir; tıpkı
oğullarımın örneğinin kanıtladığı gibi, ama göz ardı edilmemeli. Yoksa Bosna'da
ne olduğunu asla anlayamayız.
Göz ardı etmemiz gereken bir diğer atasal özellik, erkeklerin cinsel
kıskançlığıdır. Gloria Steinem'in bile inkar edemeyeceği diğer bir cinsel
farklılık, erkek asla emin olamayacakken kadının taşıdığı bebeğin kendisine ait
olduğunu bilmesidir. (DNA verileri, aslına bakarsanız, çocukların %10'unun
annelerinin kocalarından olmadığını gösteriyor; mavi kuşlarla karşılaştırırsak,
bu oran onlarda %20'lerde).
Doğal seçilimin CEO'su bu gerçeklerin farkında ve türümüzün erkeklerine
dengeleyici eğilimler bahşetmiş. David Buss, çok sayıda kültür üzerinde yaptığı
çalışmalarla gösterdi ki; kadınlar eşinin başka bir kadınla aşk ilişkisi
yaşadığının kanıtlanmasından rahatsızken (kaynaklarını diğer kadına ve çocuğuna
yatırmasını getirebilecek bir bağın rahatsızlığını duyarken), erkekler eşinin
başka biriyle seks yapıp yapmadığı öğrenmeye çalışıyor. Bir defasında,
problemler yaşayan genç bir "hippi" çifte evlilik danışmanlığı
yapmıştım. Savundukları ilkelerden bazıları; Vietnam Savaşına muhalefet,
çevrecilik, psikoaktif ilaçların yasallaşması ve özgür aşktı. Problemleri, genç
adamın daima huysuz ve alıngan olmasıydı. Çözümü ise şu oldu; çoğunun eşleri
başka erkeklerle seks yaşamakta ısrar ederken, erkeklerin huysuz olduğu ve
alınganlık göstermeyi engelleyemediği gerçeğinin kabulü: "Ah, bebeğim, öyle
üzgünüm ki! Umursadığını hiç düşünmemiştim!"
Merak uyandıran bir diğer gerçek; aralarında Steve Pinker'ın akıl
hocaları John Tooby ve Leda Cosmides'in da bulunduğu bazı evrimsel
psikologların dahi, atalarımızın zamanında doğal seçilimin üzerinde çalıştığı
ve bugün olduğumuz şeyi olmamızı sağladığı çeşitli genetik farklılıkların artık
olmadığına inanmalarıdır. "Evet, türe-özel davranışsa! yatkınlıklarla
donanmış olarak geldik. İlk doğduğumuzda beyinlerimiz, yalnızca deneyimlerle
programlanmayı bekleyen genel-amaçlı bilgisayarlar değil; daha ziyade, bize
insan olmamızı sağlayacak şekilde programlanmış modüller içermektedirler. Fakat
doğumda hepsi -belki rahatsız edici yapay kısımlar dışında- birbirine
benzer." Bu insanlar, politik doğruculuğun ana ordularıyla uğraşma işini
davranış genetikçilerine bırakıp yalnızca politik olmakla, yalnızca asgari
düzeyde kendi çıkarlarını takip etme ihtiyacı içinde olduklarını mı iddia
ediyorlar?
Genetik temelli psikolojik farklılıkların inkarı, normalde sadece
doktor· unvanlı insanlara hak tanınan bir çeşit karmaşık hatadır. Doktorlar
bile ikinci çocukları olduklarında radikal çevreselci olmayı bırakma eğilimi
gösterirler. Minnesota'da, 25 yıllık ikiz araştırmamızda, aynı genleri paylaşan
tek yumurta ikizlerinin (TY). ölçümleri neredeyse güvenilir olan her kişisel
özelliklerinde, çokbiçimli genlerinin ortalama yarısını paylaşan çift yumurta
ikizlerinden (ÇY) iki kat (ya da iki kattan fazla) daha benzer olduklarını
keşfettik. Birkaç istisna: Doğum ağırlığı, eğitim durumu, duygusal tercih ve az
biraz da avcılık, kumar ve dini yönelim gibi ilgiler. (Diğer yandan,
dindarlıktaki genel çeşitlilik. katı bir biçimde genetiğe bağlı.) Dahası,
bebeklikte birbirlerinden ayrılan ve ayrı büyüyen TY ikizleri, birlikte büyüyen
TY ikizleriyle çoğu noktada benzer psikokarakteristik özelliklere sahipler.
Birlikte büyüyüp büyümediklerinden bağımsız olarak, orta yaşlı TY ikizleri,
IQ'da %70'in üstünde uyumluluk gösteriyor ve bu durum, IQ hesaplamasının
bilgisayar
Doctor of Philosphy (PhD) -çn.
tarafından yapılan ve puanlanan sözsüz Raven Matrisleri testi ya da
ayrı odalarda ayrı sınav gözlemcileri tarafından yapılan standart 10 testi
sonucu olup olmadığından bağımsız. 10 tek başına bir "zeka" kanıtı
değil, ama çok önemli bir unsuru. IO'su 115'ten azsa çocuğunuzun tıp ya da
hukuk bitiremeyeceği hemen hemen kesin gibi.
Kullandığımız kişilik dökümlerinden biri, geçerli mutluluğu ölçmekte
yararlanılan mutluluk ölçeğidir." Çoğu psi-kokarakteristik özellik (IO'de
bile) gibi mutluluk da sapan ve oklardan dolayı zamandan zamana değişir.
Yetişkin bir ikizde mutluluğu 10 yıl arayla iki kez ölçtüğümüzde, ikizler arası
zamana ya da tekrar testine uyumu sadece %55 (±%0,2) çıkıyor. Mutluluğun
çoğunun "ayar noktası" ya da sabit bileşeninin genellikle belirlenmiş
olduğunu varsayarak, TY ikizlerinde (İkiz A şimdi ve İkiz B sonra vb) zamana
uyum aslında aynı %54 (±%0,3). Tam aksine, ÇY ikizlerinde zamana uyum oranı,
yalnızca %5 (±%0,7).
Mutluluk, benim "beliren" dediğim ilgi çekici karakteristik
özelliklerden biri. ÇY ikizlerinin göz ardı edilebilir benzerlikleri, derin
genetik kökleri olsa da, bu karakteristik özelliklerin güçlü TY uyumundan
kaynaklı aileden gelme eğilimi göstermediğini belirtiyor. Aileden gelme metrik
özellikler, endam gibi, çok genli etkilerin (vücudun uzunluğu anlamına gelen
başın, boynun, gövdenin, ayak ve bacağın uzunluğu) ek kombinasyonlarını
yansıtır. Beliren özellikler, çok genli etkilerin bu ek kombinasyonlardan
ziyade yapılandırma etkilerini içeriyor gibi görünüyor. Bu yüzden küçük gen
değişiklikleri, kişisel özelliklerde büyük değişikliklere yol açabilir. Her
ebeveyn, her çocuğuna genlerinin yalnız yarısını verdiği ve kardeşler
çokbiçimli genlerinin ortalama yarısını paylaştıkları için, birinci derece
akrabaların dış görünüşünün belirlenmesinde yer alan tüm genleri paylaşmaları
olası değil.
Yüz güzelliği, şarkı söyleme ve konuşma sesinin niteliğinin ayırt
ediciliği gibi bir beliren özellik olarak görünü-
Well-Being scale -çn.
yor. TY ikizler, ikiz kardeşiymiş gibi davranarak genellikle telefonda
ailelerini bile kandırabilirler, ÇY ikizleri bunu çok nadiren yapabilirler.
Üniversitemde müzik hocaları, seste uzmanlaşanlar da dahil, çoğunlukla müzik
geçmişi olan ailelerden geliyorlar; fakat çok az sayıda ses hocası şarkı
söyleyen bir aileye sahip. Efsanevi bir at olan Secretariat'ın yarış yetisi,
beliren bir özellik gibi görünüyor. Sadece en gelecek vadeden kısraklarla
çiftleştirilen Secretariat, 400'den fazla tay üretti; ama onlardan sadece biri,
Risen Star şampiyon oldu, o da babasına hiç yaklaşamadı bile.
İdeolojik önyargılara sahip değilse, her mantıklı insan bu kanıtlara
bakıp yeteneklerini, kişilik özelliklerini, çoğu ilgisini ve kişisel
duyarlılığını, hatta bazı sosyal tutumlarını %30 ile %70 oranında genetik
farklılıklara borçlu olduğunda hemfikir olur. İdeolojik bariyer, bu gerçekleri
kabul etmenin biyolojik belirlenimciliği, sosyal Darwinizmi, ırkçılığı ve diğer
tüm şeytani şeyleri kabul etmek anlamına geleceği kanısını içeriyor gibi
görünüyor. Ben, kendim de zaman zaman bu hatanın kurbanı oluyorum. Örneğin
mutluluk verilerini raporladığım makalemde, bizi ayar noktalarımızın üstüne ya
da altına çeken olaylar büyük ölçüde tesadüfi iken mutluluk ayar noktasının
büyük ölçüde genetik olduğunu not düşerek, şöyle yazmıştım: "Mutlu olmaya
çalışmak, belki uzun olmaya çalışmak gibi bir şey." Bu hatayı düzeltmek
için, mutlu olmaya çalışmanın neden uygulanabilir ve eğlenceli olduğunu anlatan
bir kitap (Happiness: The Nature and Nurture of Joy and Contentment) yazmak
zorunda kaldım.
Genlerin zihne etkide bulundukları gerçek mekanizma, Pinker'ın (ve Noam
Chomsky'nin) sade bir problemden ziyade gizem diyeceği bir şey. Dili,
şempanzeler için değil de insanlar için olanaklı kılan beyin modülünün gerçekte
genetik enzim faktörü tarafından nasıl şekillendirildiği konusunda bir ipucuna
sahip değiliz. Tavuğun nispeten basit olan beyninde, başının üstünden bir
atmaca silüeti geçtiğinde tehlike alarmı çalan bir alet var. Atmaca geri doğru
geçtiğinde, onu daha çok bir uçan tavuğa benzetiyor. Bu aletin ne yerini
ne de yapısını tespit ve tarif edebiliyoruz. Tavukta bu adaptasyon için
hangi genlerin uzun zaman önce DNA mutasyonu geçirdiklerini bilmiyoruz.
Genlerin bu şeyi her modern tavuğun beynine nasıl uyarlandığı konusunda da
tümüyle net bir fikre sahip değiliz. Yine de gizmonun varlığı kuşku duyulmaz
bir gerçek.
Yine de insanlığın psikokarakteristik özellikleri söz konusu olduğunda,
mekanizmanın önemli bir kısmı daha bilinir haldedir. Önemli ölçüde biliyoruz ki
genler, sahip olduğumuz deneyim çeşitlerini, diğer insanların bize verdiği
tepkileri, özellikle aradığımız çevre çeşitlerini ve deneyimlerimize
gösterdiğimiz tepkileri etkileyerek dolaylı bir biçimde zihne etkide bulunuyor.
Bazı bebekler daha aksi ve tepkisizken, bazılarının gülümseme ve oynaşma
eğilimi göstermeleri genetik kaynaklı. Farklı davranışlar, farklı ebeveyn
tepkilerine neden oluyor. Yeni yürümeye başlayan, genetik olarak atılgan
çocuklar tırmanır, düşer, keşfeder, devirirler; böylelikle hareketsiz
kardeşlerin nadiren sahip olabileceği fiziksel ve sosyal deneyim edinirler.
Doğuştan parlak ve meraklı çocuk, kuşkusuz zihinsel işlemleri daha yavaş ve
esasında az ümit verici bir çocuğa göre, etraftaki şeylerin daha fazla farkına
varır ve düşünür, daha fazla okur ve sorar, daha iyi yanıtlara ulaşır. Genetik
ürkekliğin normal dağılımının altında bulunan küçük bir çocuk, çoğu ebeveyn ve
akranın davranışlarını düzeltme biçimi olarak gördükleri cezalandırmadan daha
fazla korkar. Bu tarz çocukların aileleri bir yerde mücadeleden vazgeçerler ve
çocuk asosyal, bir tür psikopat olarak kalır. Daha donanımlı ve dirayetli
aileler, cezalandırmadan ziyade ödüllendirmeye, suçlamaktan ziyade gurur
aşılamaya önem verirler. Kendi kaderine bırakılmış korkusuz bir çocuğun önce
bir çetenin lideri, sonra da gözetim altına alınan bir çocuk olması ve en
nihayetinde bir suçluya dönüşmesi muhtemeldir. Fakat aynı çocuk, donanımlı bir
ebeveynlik sonucu tehlike anlarında yanımızda görmek isteyeceğimiz türden bir
insana da dönüşebilir. Ben psikopat ile kahramanın aynı genetik kolun dalları
olduğunu düşünüyorum.
Genetiğin psikoloji üzerindeki etkileri bu yüzden nedensellik
zincirinden uzakken, yakın nedenler tıpkı şu tutucu Lockeçuların her zaman
iddia ettikleri gibi çevreseldirler. Genetik aracılığıyla çevre, genetiğe karşı
çevreden daha iyi bir fonnüldür. Fakat uzak ya da değil, genetik etkiler güçlü
ve çoğumuz temelde kişisel genetik dümenimizce belirlenen bir yolda
gelişiyoruz. Sık sık müdahale etmek mümkün, fakat nadiren kolay. örneğin
genetik olarak ürkek bir çocuğun hassasiyeti, artan stres koşullarına dikkatli
ve ölçülü bir şekilde maruz bırakılarak azaltılabilir. Aynı anda genetik olarak
atılgan bir çocuk, örneğin General Chuck Yeager gibi bir oğlan, aynı şeyi kendi
başına çok daha hızlı bir şekilde yapmaktadır; daha yükseğe tınnanmakta, daha fazla
risk almaktadır, uçmayı öğrenmekte ve savaş uçağı pilotu olmaktadır; önce
uçmayı öğrenmekte, sonra test pilotu olmakta ve en nihayetinde ses duvarını
aşmaktadır.
Judy Harris, kitabı The Nurture Assumption'da [Yetiştirme Varsayımı],
ebeveynlerin çocuklarının yetişkinliklerindeki kişiliklerine, ilgilerine ve
tutumlarına katkılarının, esasen sperm yumurtayla karşılaştığında
tamamlandığını savunmaktadır. Deneyimlerle genomun çocuğun yetişkin geleceğini
belirleyecek olan etkileşim temelde evin dışında, akran grubu içinde ortaya
çıkar. Şükran Gününde genç yetişkinlerin eve gitmekten biraz rahatsızlık
duymalarının sebebi Harris'e göre, çocukken evde başka, akranlarıyla dışarıda
başka davranmayı öğrenmiş olmaları ve yetişkin personala-rında· kişiliklerini
oluşturan değer ve alışkanlıkların dışarıda yaptıkları tarafından belirlenmesi.
Eve ziyarette kendilerini, çocukken evden ayrıldıklarında Üzerlerinden
attıkları ve yetişkin olduklarında sonsuza kadar kurtulduklarını düşündükleri
aile onaylı kişiliği yeniden Üzerlerine geçirirken buluyorlar. Bu radikal
doktrin (burada buna elbette hak veremeyeceğim). gelişim psikolojisinin çoğunu
geri dönüşüm kutusuna atıyor ve çocukları çok iyi yetişmeyenler hariç tüm
aileleri dehşete düşünneye mahkum.
Kişiliğin dış dünya ile ilgili olan bölümü -çn.
Yine de Harris'in iddiaları öyle ikna edici ve zorlayıcı ki, bir
keresinde tekrar değerlendirmek zorunda kaldım. Har-ris, aslında çocukların
sosyalleşme başarılarını Y ekseni, ailelerin donanımlarını X ekseninde
gösterirsek, iki değişkenli işlemi yansıtanın yatay bir çizgi olacağını
söylüyor. Harris eğrinin gerçekte ortadaki geniş menzilde, diyelim ki, ailesel
yeterliliği gösteren X ekseni dağılımının % 10 ile %90 aralığında düz olduğu
(aileler gerçekten misli ile iade edilebilir) konusunda beni ikna etti.
(Harris, bu %80'lik kabulün Clinton'ın kabulünden daha iyi olduğuna işaret
ediyor!) Fakat ben, (kanıtlayamasam da) eğrinin en sağda yükseldiğini,
gerçekten kalıcı farklar yaratabilen süper-ebeveynlerin var olduğunu
düşünüyorum. Örneğin gerçekten zor çocukları sosyalleştirebilen ailelerden
bahsediyorum. Eminim ki, alttaki %10'luk, olgunlaşmamış, sosyalleşmemiş, ağzı
bozuk ya da yalnızca yeterli olmayan ebeveynler (ki geniş oranda artan fakir ve
aşırı yüklenmiş bekar anne eğilimi de dahil onlara). ülkede l960'lardan sonra
ivme kazanan suç salgını ve diğer sosyal hastalıkların sorumlusudurlar.
Küçük düşüşlerin 1993'ten itibaren her yıl yaşanmasına rağmen ABD'de
şiddet suçu oranı şimdi l 960'dakinden %300 daha fazla. Son çöküş büyük ölçüde,
ulusal ya da federal hapishanelerde yatan Amerikalı sayısının 1965'te 180 bin
civarındayken şimdi 1.3 milyon olması gerçeğinden kaynaklı. Ortalama her
mahkum, son tutuklanışından önceki yıl 12 suça meydan vereceğinden dolayı
ekstra 1 milyon insanı daha cezaevine atmak suç oranında küçük, ama kayda değer
bir düşüşe neden olacaktır. Ama bu pahalı ve yetersiz bir çözüm. Suçla
savaşmanın yeri beşiktir. Benim önerim, çocuk psikiyatristi Jack Westman'la
aynı doğrultuda ebeveynlerin lisanslanmasıdır. Bu önerme, Jack Westman'ın aynı
başlığı taşıyan 1994 tarihli kitabında yer almaktadır.
Bir kez daha, evrimsel psikoloji ve davranışsa! genetik rehberlik
hizmeti sağlayabilir. Çocukların daha çok atalarımız gibi yetiştirildiği
geleneksel toplumlarda çok az int-
ramural" suç yaşanıyor. Bu toplumlarda kanun dışına çıkan azınlık,
daha çok doğuştan mizaçlarının onları sosyalleşmekte fevkalade zorladığı, şimdi
psikopatlar olarak adlandı-racaklarımızdan oluşma eğilimi gösteriyor. Biz doğal
seçilim tarafından bilinç geliştirmeye, empati duymaya, fedakarlığa, sorumluluk
taşımaya, hayatta kalmak üzere grup yükünü paylaşmaya ve omuzlamaya
tasarlandık. Sosyalleşme yatkınlıklarımız, dil içgüdümüz gibi çocukluktan
başlayarak temin edilmeyi, şekillendirilmeyi ve teşvik edilmeyi gerektiriyor.
Bu sürecin, avcı-toplayıcı atalarımızın genişletilmiş-aile ortamında, çok
sayıda yetişkin ve daha yaşça büyük çocuğun yardımıyla genellikle başarılı
olduğunu varsayılabili-riz. Deneyimsiz ve eğitimsiz genç modern bir çift, bu
insani sorumlulukların çoğunu kendi başlarına yerine getirmeye çalıştıklarında
başarısızlık oranının daha yüksek olmasını bekleriz. Genelde olgunlaşmamış ve
çok sosyalleşmemiş bekar bir annenin, bir de kendisini toplamak ve doğrulmak
zorunda olduğu koşullarda, başarısız olma oranı gerçekten de çok yüksektir.
ABD'de gözetim altına alınan çocukların, çocuk annelerin, lise terklerin, evden
kaçanların, çocuk yaştaki katillerin üçte ikisinden çoğu babasız büyüyen
çocuklardan oluşuyor.
Evrimsel psikoloji bize suçun biyolojik olarak belirlendiğini değil,
tersini söylüyor. Davranışsa! genetikçiler bazı çocukları sosyalleşme konusunda
zor durumda bırakan insan doğasının kalıtsal mizaç özelliklerini saptamış
olmalarına rağmen henüz herhangi bir "suç geni" saptamış değiller. Araştırmanın
iki yönü, zamanımızın bu en büyük sosyal problemi hakkında kaderciliğin değil,
umudun mesajını dikte ediyor. Amerikan hapishanelerinde çürüyen 1,3 milyon
insan, bir zamanlar masum bebektiler. Bazısı zor, çoğu ortalama bir çocukluk
geçirdi; ama neredeyse tamamı, yetiştiği koşullarda daha şanslı olsalardı vergi
veren yurttaşlar, arkadaşlar, komşular haline getirilebilirlerdi.
Bina, okul, aile, toplum vb içinde yer alan -çn.
18
DİNİN YANLIŞ
ANLAŞILMASI VE AHLAK PSİKOLOJİSİ
Jonathan Haidt
Virginia Üniversitesi, Psikolog; The Happiness Hypothesis [Mutluluk
Hipotezi] kitabının yazarı.
Ahlak konusunda, düşünebildiğim her açıdan çalıştım. Ahlak da beslenme
ve cinsellik gibi, bir iki akademik alana indirge-nemeyecek şekilde insanlığın
en temel yönlerinden biri. Yine de ahlakın, kendisini gizleme konusunda eşsiz
bir büyüye sahip olduğunu düşünüyorum. Ahlakı öyle bir tutkuyla dert ediniyoruz
ki ona çıplak gözle bakmak zor. Hepimiz dünyaya bir çeşit ahlaki lenslerle
bakıyoruz ve akademik topluluğun çoğu aynı lensi kullandığı için birbirimizin
vizyonunu ve çarpıtmalarını doğruluyoruz. Bu problemin, dinle ilgili yeni
bilimsel literatürün bazılarında özellikle vahim olduğunu düşünüyorum.
Penn'de 1987'de yüksek lisans eğitimine başladığımda gelişim
psikolojisi, psikoloji içinde ahlak konusunda hakka sahip gibi görünüyordu.
Herkes, Lawrence Kohlberg'in fikirlerini ya kullanıyor ya da eleştiriyordu.
Çocuklarla ikilemler konusunda (şunun gibi: Heinz karısının hayatını kurtarmak
için ilaç çalmalı mı?) yaptığı görüşmelerde kullandığı genel yöntem konusunda
da benzer bir durum söz konusuydu. Her-
kes, çocuklarda ahlaki kavramların algılanışının, deneyime bağlı nasıl
değiştiği üzerinde çalışıyordu. Fakat l 990'larda, ahlak konusunda
disiplinlerarası bilimsel ilgi patlamasını tetiklediğine inandığım iki kitap
yayımlandı. Bu ilgi patlamasının içinden E. O. Wilson'ın l 975'te tahmin ettiği
doğrultuda yeni bir sentez çıktı.
İlki, 1994'te yayımlanan Antonio Damasio'nun Descartes' Error
[Descartes'ın Yanılgısı) kitabıdır. Bu kitap çok geniş bir okuyucu kitlesine,
ahlakın yeni fMRI teknolojisi kullanılarak çalışabileceğini gösterdi.
Gösterdiği bir diğer şey de, ahlakın ve rasyonalitenin kendisinin, prefrontal
kortekste bulunan duygu devrelerinin düzgün çalışmasına hayati derecede bağlı
olduğuydu. İkincisi, bundan yalnızca 2 yıl sonra basılan Frans de Waal'ın Good
Natured [İyi Huylu] isimli kitabı idi. Bu kitap da yaklaşık olarak aynı sayıda
okuyucuya gösterdi ki, insan ahlakının yapı taşları diğer kuyruksuz maymunlarda
da var ve hepsi yüksek derece sosyal primat soyundaki doğal seçilimin ürünleri.
Bu iki kitap tam da John Bargh, sosyal psikologlara otomatik ve bilinçdışı
süreçlerin bilinçli olarak kontrol ettiğimizi düşündüğümüz (kabalık veya
özgecilik gibi) ahlak yüklü eylemler de dahil, davranışlarımızın birçoğunun
nedeni olabileceğini ve muhtemelen öyle olduğunu gösterirken yayımlandı.
Dahası, Damasio da Bargh da, Michael Gazzaniga'nın yıllar önce yaptığı
gibi, insanların bilinçdışı nedenlerle yaptıkları şey her ne ise o konuda
post-hac açıklamalar yapmaktan kendilerini alıkoyamadıklarını keşfetti. Bu
gelişmeleri bir araya getirince, Kohlbergci ahlak psikolojisi birden bire
"köpek değil de sallanan kuyruğu" üzerinde çalışıyor gibi göründü.
Ahlakın yapıtaşları dil ortaya çıkmadan çok önce doğal seçilim tarafından
şekillendirildiyse ve bu evrimleş-miş yapılar büyük ölçüde davranışlarımızı
otomatik olarak şekillendiriyor duygusu vererek çalışıyorlarsa, neden
insanların varsayımsal ahlaki ikilemlerde kararlarını açıklamakta kullandıkları
sözel gerekçelere odaklanıyor olmalıyız?
Bitirme tezimde ve diğer ilk dönem çalışmalarımda insanlara küçük
öyküler anlattım. Bu öykülerde kişiler tümüyle zararsız; ama iğrenç veya
saygısız şeyler yapıyorlardı (örneğin bir aile, bir araba köpeklerini ezdikten
sonra onu pişirip yiyordu). Bu öykülerle, zarar ve bireysel haklar konusundaki
karşı iğrenme duygusunun altını çizmeye çalışıyordum.
Neredeyse üzerinde çalıştığım tüm gruplarda (Brezilya'da, Hindistan'da
ve ABD'de) iğrenmenin kazandığını gördüm. Tek istisna, politik olarak liberal
olan üniversite öğrenci gruplarıydı, özellikle de Amerikalı olanlar. Onlar,
kendi iğrenmelerinin üstesinden gelebiliyor ve insanların başkalarına zarar
vermedikçe yapmak istedikleri her şeyi yapma hakkına sahip olduklarını
söylüyorlardı.
Bu bulgular gösterdi ki, duygu, bilişsel gelişimcilerin ona
atfettiklerinden daha fazla rol oynuyordu. Bu bulgular aynı zamanda, önemli
kültürel farklılıklar olduğunu da ortaya koyuyordu. Biz -dünyayı bir yana
bırakın- ahlak anlayışları ABD'yi bile temsil etmeyen üniversite öğrencileri,
üniversitelerimizin yakınlarında bulunan özel okullarda okuyan çocuklar gibi
öncelikle kendimize benzeyen insanlar üzerinde çalıştığımızdan dolayı akademik
araştırmacılar da olur olmaz şekilde haklar ve zarar konusundaki gerekçelendirmeye
odaklanmış olabilirlerdi.
Bu yüzden 1990'larda ahlaki kararlarda duygunun rolünü düşünüyordum.
Damasio, De Waal ve Bargh okuyor ve disiplinlerarası sinerji ve bilgi
birlikteliğinden etkilenerek gittikçe heyecanlanıyordum. "Duygusal Köpek
ve Rasyonel Kuyruğu" başlıklı bir derleme yazdım. Derleme 2001 'de, Josh
Greene'in Science'da yayınlanan son derece etkili makalesinden bir ay sonra
yayımlandı. Greene, fMRI'ı insanların "tramvay problemi"nin (bu
problemde bir kişiyi öldürmekle beş kişiyi ölüme terk etmek arasında bir seçim
yapmak zorundasınız) çeşitli formlarını neden ahlaken farklı olarak
düşündüklerini açıklamakta kullandı ve bunu felsefenin soyut ilkeleri değil de
beynin duygusal tepkilerini açıkladığını gösterdi.
Açıkça görüleceği üzere, kavradığım şeyler konusunda önyargılıyım.
Fakat bana ahlak psikolojisinde zeitgeisf 200 l 'den sonra değişti gibi
geliyor. Ahlak üzerinde çalışan insanların çoğu artık akıl yürütme kadar
duygular, beyin, şempanzeler ve evrim hakkında da okuyor ve yazıyor. Bu tam
olarak E. O. Wilson'ın Sociobiology'de [Sosyobiyoloji] öngördüğü şey: Ahlaka
eski tip yaklaşımların, Kohlberg'in-ki de dahil, silinip süpürüleceği ya da
biyolojik adaptasyon olarak beynin duygu merkezlerine odaklı yeni bir yaklaşıma
dönüşeceğidir. Wilson duygu merkezlerinin bize ahlaki sezgiler verdiğini bile
söyledi. Bu ahlaki sezgiler, bizim evrilmiş zihnimizin rastlantısallıklanndan
bağımsız sezgisel gerçekler gibi görünürken, daha sonra ahlak filozofları
tarafından doğrulandı.
Şimdi, 30 yıl sonra, Josh Greene'in haklar ve diğer bireylere saygı
konusunda içgüdülerimizin karmaşık bir post-hoc doğrulaması olarak, Kantçı
ahlak bilimi felsefesini yeniden yorumlamak için nörobilimsel kanıtlar
kullandığı bir makalesi basılıyor. E. O. Wilson'ın ahlakın gerçek doğasını
anlamak ve ahlak psikolojisinin geleceğini bu kadar olağandışı bir şekilde
tahmin etmekten dolayı gördüğü itibardan daha fazlasını hak ettiğini
düşünüyorum. O, David Hume ve Char-les Darwin'le birlikte benim panteonum:· Üçü
de, bizi ahlaki duygulara ve onların sosyal faydalarına odaklanmaya teşvik eden
ileri görüşlü insanlardı.
Ahlak psikolojisindeki bu yeni sentezi geçenlerde dört ilke halinde
şöyle özetlemiştim:
1. Sezgisel üstünlük; ama diktatörlük değil. Bu
fikrin geçmişi Wilhelm Wundt'a kadar gider ve günümüze Robert Zajonc ve John
Bargh aracılığıyla ulaşır. Bu fikre göre, zihin, duyup gördüğümüz her şeye
tepki olarak etkinin sabit flaşıyla uyarılır.
Zamanın ruhu -çn.
Bir halkın tüm tanrıları -çn.
Beynimiz, diğer hayvanlarınki gibi, aralıksız bir biçimde her eylemin
yaklaşmak ya da sakınmak olan merkezi kararını inceden inceye ayarlamaya ve
hızlandırmaya çalışır. Bu ilkeyi benimsemeden nöroekonomi ve karar-alma üzerine
fMRI çalışmalarının akışını, anlayamazsınız. Neredeyse her şeye, özellikle de
akşam haberleri ve dedikodu gibi ahlaki uyarıcılara duygu yüklü sezgisel
tepkiler veriyoruz. Saniye mertebesinde tamamlanan akıl yürütme, doğası gereği
yavaştır.
Her günkü akıl yürütmeler gösteriyor ki, aklı, genellikle birkaç
milisaniye içinde verdiğimiz ilk kararlarımızı destekleyecek deliller bulmakta
kullanıyoruz. Fakat Josh Greene'le, akıl yürütme gibi kontrollü işlemleri bazen
ilk sezgilerimizi bastırmakta kullandığımız konusunda hemfikirim. Yalnızca
bunun çok nadir olduğunu, her hafta verdiğimiz yüzlerce kararın belki sadece %1
ya da %2'sinde olduğunu düşünüyorum. Ve Marc Hauser'a -kendisinin de
analizlerini yaptığı- ahlaki sezgilerin çok sayıda hesaplama gerektirdiği
konusunda da katılıyorum.
Hauser ve ben büyük ölçüde tanımsal bir soruda anlaşamıyoruz:
"Biliş"in "duygu"dan önce gelip gelmediği. Tamamı biliş
olduğu için bu iki terimi asla karşılaştırmaya çalışmadım. Önemli farkın iki
tür biliş arasında olduğunu düşünüyorum: Sezgiler (çok hızlı ve duygu yüklüler)
ve akıl yürütme (yavaş, soğukkanlı ve daha az motive ediciler).
2. Ahlaki düşünce sosyal birfaaliyet içindir. Bu,
William James'in pragmatik görüşü üzerinde bir oyundur. James'in Makyavelci
zeka konusunda yeni bir çalışma tarafından güncellenen, düşünmenin bir faaliyet
olduğu şeklindeki görüşüdür. Temel fikir şudur: Dili ve akıl yürütmeyi gerçeği
bulmakta bize yardım ettikleri için geliştirmedik, onları, taşıyıcılarına
yararlı oldukları için geliştirdik. En büyük faydaları arasında itibar yönetimi
ve yönlendirme vardır.
Sevmediğiniz bir politikacıyı düşünürken ya da eşinizle çok küçük bir
anlaşmazlık yaşadığınızda, yalnızca bilinç akışınıza bakın. O bilinç akışı,
mahkemeye çıkmaya hazırlanı-yormuşsunuz gibidir. Akıl yürütme yetenekleriniz,
kendinizi
savunmaya ve diğer tarafa saldırmaya hizmet eden iddialar oluşturmaya
zorlanmıştır. Durumla ilgili bir içgüdüye sahip değilsek ya da sonucunda bir
çıkarımız yoksa kesinlikle duygularımıza kapılmadan akıl yürütebiliyoruz; ama
ahlaki anlaşmazlıklarda bu çok nadir bir durum. David Hume'un uzun süre önce
söylediği gibi, akıl tutkuların kölesidir.
3. Ahlak yapar ve bağlar. Bu fikir en güçlü şekilde
Emile Durkheim tarafından savunuldu. Ona göre ahlak, insanları gelişmekte olan
bir kolektif varlığa bağlayan kısıtlamalar kümesiydi.
Durkheim, bireylere ahlaki bir kurala bağlı ve kısıtlanmış olmaktan
gelen yararlar üzerine odaklandı. Suicide [İntihar] kitabında bizi özgürlük ve
refahın kaçınılmaz bir şekilde anomiyi, yani normların belirsizleştiği ve
insanların istediklerini yapabileceklerini düşündükleri tehlikeli bir durumu
beslediği konusunda uyardı.
Durkheim gruplararası çatışmalar konusunda pek konuşmadı; fakat Darwin,
böylesi çatışmaların insan ahlakının evrimini teşvik etmiş olabileceğini
düşündü. Bireyi kabilenin diğer üyelerine bağlayan ve fedakarlığı
cesaretlendiren erdemler, erdemli kabilelerin daha bencil kabileleri alt
etmesine neden olacak ve bu, bunun gibi özellikleri daha yaygın hale
getirecektir.
Bu basit analiz, elbette George Williams ve Richard Dawkins'in, ikna
edici bir şekilde yazdıkları asalak probleminin kurbanı haline gelir. Fakat
bence son 10 yıl içinde, kültür ve din, ahlakın evrimi tartışmasının merkezinde
olduğu sürece grup seçilimiyle ilgili bu çekişmenin şartları radikal bir
biçimde değişti.
Grup seçilimi konusunda birazdan bir şeyler daha söyleyeceğim. Şimdi
sadece şu noktaya temas etmek istiyorum: İnsanlar kolektif sonların peşinden
koşan ve haylazlarla hilebazları cezalandıran sıkı kooperatif gruplar
oluşturuyorlar. Diğer gruplarla çatışma içinde olduklarında bunu da en şiddetli
biçimde yapıyorlar. Ahlak tüm bunları mümkün kılan şey.
4. Ahlak, zarar ve hakkaniyetten daha fazlasıdır.
Ahlak, ahlak psikolojisi ve felsefesinde daima insanların birbirlerine nasıl
davrandıklarıyla ilgilidir. İşte Berkeley psikoloğu Elliot Turiel'den
etkileyici bir tanım: Ahlak, "insanların bir-biriyle nasıl ilişki kurması
gerektiğiyle ilgili, kurallı adalet yargısı, haklar ve refah"ı işaret
eder.
Kohlberg, ahlakın tümünün, diğerlerinin refahı ile ilgili kaygılar da
dahil olmak üzere, adalet psikolojisinden türeti-lebileceğini düşündü. Carol
Gilligan, bu alanı, "bakım" etiğinin ayrı bir gelişim yörüngesi
olduğu ve adaletle ilgili kaygılardan türemediği konusunda ikna etti.
Tamam, o zaman iki tane psikolojik sistem söz konusu. Biri hakkaniyet/adalet,
diğeri kırılganın bakımı ve koruması ile ilgili. Ahlakın evrimi üzerine
yazılmış bir sürü kitaba bakarsanız, çoğunun özel olarak, Robert Trivers'in
çift taraflı sosyal fedakarlık (hakkaniyeti açıklamak için) ve neden acı
çekilmesini görmek istemediğimizi ve neden insanlara çocuklarımız olmasalar da
baktığımızı açıklamak için bağlanma kuramının ya/ya da sosyal fedakarlığın
kökeni konulu uzun tartışmalarla birlikte bu iki sisteme odaklandıklarını
görürsünüz.
Fakat bu iki temelli ahlakı dünyanın geri kalanına uygulamaya
çalışırsanız hem başarısız olur hem de Prokrustes· haline gelirsiniz.
Geleneksel toplumların çoğu bakım/zarar ve adalet/ hakkaniyetten daha
fazlasıyla ilgilidirler. Neden toplum bu kadar çok menstrüasyon, yemek
tabuları, cinsellik ve yaşlılara ve Tanrılara saygı konusunda bu kadar hassas.
Tüm bunları, "onlar yalnızca sosyal gelenek" diyerek başınızdan
atamazsınız. Eğitimli Batılı akademisyenlerin ahlakından öte insan ahlakını
tarif etmek istiyorsanız, Durkheimcı ahlakın daha çok insanları birbirine
bağlamak olduğu görüşünü hesaba katmak zorundasınız.
Prokrustes, mitolojik bir kahraman. Bu dev, kurbanlarını demir bir
karyolaya yatırır; boyu karyoladan uzun olanın ayaklarını keser; boyu kısa
olanları ise uzatarak karyolaya eşitler. -çn.
Ben ve Craig Joseph (Northwestern Üniversitesi), antropoloji ve evrim
literatürünü yeniden gözden geçirdikten sonra ahlakın bakım/zarar ve
hakkaniyet/adaletin ötesinde ilave en iyi psikolojik temeller olabilecek üç
aday olduğu sonucuna ulaştık. Bunları şöyle tanımladık; grup halinde olma!
bağlılık (Joe Henrich'in "koalisyonel psikoloji" dediği şeyle alakalı
olarak gruplar içinde ve arasındaki rekabetin uzun tarihinden evrimleşebilmiş
olan); otorite/saygı (Christop-her Boehm tarafından belgelendiği üzere, iktidar
ve zorbalık üzerinde kültürel sınırlamalarla modifiye edilmiş primat
hiyerarşisinin uzun tarihinde evrimleşebilmiş olan) ve daha yeni bir sistem
olma ihtimali taşıyan saflık/kutsallık (insanlara bazı yaşama biçimlerinin ve
eylemlerin diğerlerinden daha yüksek, daha asil olduğu ve diğerlerine göre daha
az dünyevi olduğu duygusunu veriyor görünen ve insana özgü iğrenme duygusundan
kaynaklanan).
Ben ve Joseph bu temel sistemleri Dan Sperber'in "öğrenme
modülleri" dediği şeyin bir ifadesi olarak görüyoruz; onlar kültürlenme
sırasında çok sayıda daha özgün sistemi oluşturan evrimleşmiş modüler
sistemlerdir. Bu özgün sistemler çocukların, hızlı ve otomatik biçimde kültürel
olarak vurgulanan erdem ve kötülük örneklerini kavramalarında yardımcı olurlar.
Örneğin biz akademisyenler kutsal şeylere saygısızlık (saflıkla ilgili) değil
de cinsiyetçilik konusunda (hakkaniyetle ilgili) aşırı hassas derecede
ayarlanmış alıcılara sahibiz.
Erdemler sosyal olarak kurgulanmış ve öğrenilmişlerdir. Fakat bu
süreçler, evrilmiş zihin tarafından yüksek oranda hazırlanmış ve
kısıtlanmışlardır. Bu ek üç temele, bağlama temelleri diyoruz. Çünkü erdemler,
pratikler ve kurumlar insanları hiyerarşik bir biçimde karşılıklı olarak
bağımlı sosyal gruplar biçiminde birbirine bağlama işlevi görmektedirler. Bu
bağımsız sosyal gruplar da üyelerinin günlük yaşamlarını ve kişisel
alışkanlıklarını düzene sokmaya çalışmaktadırlar. Erdem ve pratikleri oluşturan
bu iki bireyselleştirici temeli (zarar/bakım ve hakkaniyet/karşılıklılık) bir-
biriyle karşılaştırırız. Çünkü erdem ve pratikleri üreten bu temeller,
bireyleri birbirlerinden korumakta ve onlara, kendi amaçlarına odaklı özerk
aktörler olarak uyum içinde yaşama izni tanımaktadırlar.
Ben ve Virginia Üniversitesinden meslektaşlarım Jesse Graham ve Brian
Nosek, insanların bu beş temele olan desteklerini ölçmek amacıyla tasarlanan
bir araştırma kapsamında şu ana kadar 7 bin insandan veri topladık. ABD'de ve
diğer Batı ülkelerinde incelediğimiz her örneklemde gördük ki, kendilerini
muhafazakar olarak tarif eden insanlar, beş temelle ilgili tüm değer ve
açıklamalara onay verirken, kendilerini liberal olarak tanımlayan insanlar
öncelikle iki bireyselleştirici temelle ilgili ahlaki değer ve açıklamalara
destek veriyorlar. Ahlaki alan, muhafazakarları daha fazla kapsamış görünüyor;
bu sadece Gilligan'ın bakımı ve Kohlberg'in adaleti ile ilgili değil. Bu aynı
zamanda Durkheim'ın gruba bağlılık, otoriteye saygı ve kutsallık meseleleriyle
de ilgili.
Umarım bunu salt bir betimleyici ifade olarak kabul edersiniz. Hala bu
insanları birbirine bağlama temellerini normatif olarak reddedebilirsiniz. Yani
hala grup halinde olmanın, otoritenin ve saflığın; faşizmin, ırkçılığın ve
homofo-binin altında yatan tarihi ve tehlikeli psikolojik sistemlerle ilgili
oldukları konusunda ısrar edebilir ve liberallerin bu temelleri reddetmekte ve
kendi ahlak sistemlerini öncelikle zarar/bakım ve hakkaniyet/karşılıklılık
temelleri üzerine inşa etmekte haklı olduklarını iddia edebilirsiniz.
Fakat bir tarafta laik liberallerle diğer tarafta dini muhafazakarların
ahlaki dünyaları arasında, tanımlayıcı şekilde, bu farklılığın olduğu konusunda
yalnızca bir dakikalığına bana eşlik edin. Elbette, dindar sol ve liberal sağ
gibi başka birçok grup da var; ama yeni din savaşlarının temel oyuncularının
dindar muhafazakarları eleştiren laik liberaller olduklarını söylesek haksızlık
yapmış olmayız. Çatışma ahlaki bir çatışma olduğundan, ahlak psikolojisindeki
yeni sentezin dört ilkesini uygulayabiliyor olmalıyız.
Takip eden bölümde sorgusuz sualsiz kabul edeceğim şey, dinin gereğine
uygun bir şekilde bilimin yöntemleriyle çalışılan doğal dünyanın bir parçası
olduğudur. Tanrının var olup olmadığından (ve bir ateist olarak varlığı
konusunda şüpheliyim) bağımsız olarak, dinselliğin türümüz için çok önemli bir
gerçek olduğunu düşünüyorum. Çoğu kültürler arasında ve çağlar boyunca bu kadar
birbirine benzerken, insanlığın dini pratiklerinin neden başka başka formlar
aldığını açıklayacak evrimsel, gelişimsel, nöropsiko-lojik ve antropolojik
kuramların bazı kombinasyonları söz konusu olmalı. Sorgusuz sualsiz kabul
edeceğim bir başka şey, dindar muhafazakarların ve Tanrının varolduğunu
savunanların çoğunun ahlak psikolojisinin ilk üç ilkesini örnekledikleridir
(sezgisel üstünlük, fayda kılavuzlu post-hac akıl yürütme ve müşterek ahlaki
bağlılıklarla birbirine bağlı gruba güçlü aidiyet duygusu).
Fakat yeni ateistler, bilimin erdemleri ve akılla kanıta müşterek
bağlılık konusunda bu kadar çok konuştuklarından dolayı onları karşıtlarından
daha üstün tutmanın uygun olduğunu düşünüyorum. Bu yeni ateist kitaplar
bilimsel aklı en iyi şekilde modelliyorlar mı ya da onlar, sıradan ahlak
psikolojisi temelleri üzerine etki eden normal insanları mı ortaya
çıkarıyorlar?
1. Sezgisel üstünlük, ama diktatörlük değil. Richard
Dawkins'in (The God Delusion'da [Tann Yanılgısı)) ve Sam Harris'in (Letter to a
Christian Nation'da [Bir Hristi-yan Toplumuna Mektup)) genelde din ve özelde de
dindar muhafazakarlar konusunda güçlü hissiyatları olduğu açık. Aldıkları
tehdit mesajları düşünüldüğünde onları suçlaya-mam. Dawkins ve Harris'in
hırsları, onların yanlış oldukları veya güvenilmeyecekleri anlamına gelmiyor.
Biri kölelikten nefret ederken elbette kölelik konusunda bilim yapabilir.
Fakat hırsın varlığı bize, yazarların birer insan olarak dinle ilgili
sezgisel hislerine karşı kanıtları araştırmada ve onları hakkıyla
değerlendirmede ciddi zorluklar yaşamalarının olası olduğu ikazında bulunmalı.
Dawkins'e ve Harris'e
dahice yaptıkları kovuşturma için dava açabiliriz, ama biz okuyucular
dinle ilgili kararlar vereceksek savunma avukatı da bulmak zorundayız ya da en
azından suçlananların konuşmalarına izin vermeliyiz.
2. Ahlaki düşünce sosyal bir faaliyet içindir.
Bilimsel aklın ortalama akıldan ayrıldığı varsayılan yer burası. Sıradan birey
(bir kez duyguları tarafından hareket geçirilmiş) ahlaki akıl yürütme
aracılığıyla gerçek değil, koz bulmaya uğraşır; sıradan insan, bu şekilde
davranmak avantajlı olduğunda, karşıtlarının motivasyon kaynaklarına ve
karakterine saldırır. Bilim insanıysa, aksine deneysel verilere nihai otorite
olarak saygı gösterir ve ad hominem· argümanlardan sakınır. Bilim için metafor,
bir keşif yolculuğudur; savaş değil. Buna rağmen yeni ateist kitapları
okuduğumda çok az yeni keşfedilmiş kıyı görüyorum. Onların yerine gördüğüm şey,
cesetler saçılı savaş alanlarıdır. Üçünü adlandırırsam:
a. Yeni ateistler, dinlere dünya konusunda çoğunun
yanlış olduğu gösterilebilir inançlar kümesi olarak yaklaşıyorlar. Din üzerinde
çalışan antropologlar ve sosyologlar buna rağmen dünyanın yaradılışı ve ölümden
sonra yaşamla ilgili olgusal inançlara değil de, topluluğun ve adetin rolüne
daha çok vurgu yapıyorlar.
b. Yeni ateistler, inananların, özellikle de
muhafazakarların, kutsal metinleri kelimesi kelimesine benimsediklerini varsayıyorlar.
Muhafazakar toplum etnografları ise (James Ault'ın "Spirit and
Flesh"inde [Ruh ve Beden] olduğu gibi) insanlar İncil'i harfi harfine
uygulayan kişiler olduklarını iddia ettiklerinde bile insani ve karışık sosyal
durumlara sık sık modern yanıtlar bulmak için oldukça esnek olmuşlar ve İncil'i
kullanırken seçici davranmışlar veya görmezden gelmişlerdir.
Bir argümana cevap verirken argümanı eleştirmekten ziyade argümanı
yapan kişiye saldırmak anlamına gelen mantıksal hata. -çn.
c. Yeni ateistler, tüm güncel din araştınnalarını
gözden geçirip dinin bir adaptasyon değil de evrimsel yan ürün olduğu sonucuna
ulaşıyorlar. Dini görüşleri, mum alevine doğru uçan gece kelebekleriyle,
parazitlerin yararı için beyni istila edilen karıncalarla ve insan topluluklarında
evrensellik gösteren soğuk algınlığı virüsleriyle karşılaştırıyorlar.
Adaptasyonun inkarı, insanlar tersini düşünseler bile ateistlerin "dinin
insanlığa zararlı olduğu" argümanları için yararlı.
Pascal Bayer ve Scott Atran'ın çalışmalarını takdir eden bu yazarların
bazılarıyla hemfikirim. Bayer ve Atran, doğaüstü varlıklara inancın gerçekten
de nasıl bilişsel sistemlerin rastlantısal sonuçları olabileceklerini
göstermişlerdir. Aksi durumda, bu bilişsel sistemler nesne ve özneleri
tanımlamada iyi bir iş çıkarmaktadırlar. Buna rağmen Tanrılara inanç ilk başta
yan ürün olsa da bu ve benzeri inançlar, davranışlar üzerinde sonuçlara sahip
oldukları sürece doğal seçilim fenotipik varyasyonlar üzerinde operasyonda
bulundu ve bu, Tanrıları avantaja çevirme yollarını (genetik ya da kültürel
olarak ya da her ikisi birden) bulan birey ve grupların başarısını destekledi
gibi görünüyor. Örneğin işbirliğini, güveni ve karşılıklı yardımlaşmayı
geliştiren bağlılık araçları gibi.
3. Ahlak yapar ve bağlar. Dawkins'in amacının bir
hareket başlatmak, bilinç sıçraması yaratmak ve ateistleri, inananlarla
savaşmak için ihtiyaç duyacakları argümanlarla silahlandırmak olduğu açık.
"Biz"im erdemli, karşıtlarımızın ise şeytani olduğu görüşü, insanları
bir amaç doğrultusunda birleştirmekte hayati bir adım. Yeni ateist kitaplarda
bunun bolca örneği var. İkinci hayati adım, aramızdaki hainleri tespit etmek ve
onları cezalandırmak ya da küçük düşürmektir. Bu kitaplarda buna ilişkin de
örnekler söz konusu: Dinin yararlarını savunan ateistler veya dinle bilim
arasında savaşa son verilmesini ya da yumuşamayı savunanlar, Chamberlain ve
onun Hitler'i yatıştırma politikası ile karşılaştırılıyorlar.
Bana göre Dawkins'in pozisyonunun ironisi şu; grup seçilimin kesin
inkarıyla bir tür dini ortodoksluk yapıyor. David Sloan Wilson, evrim
analiziyle Durkheim'ın din (öncelikle grup bağlılığıyla ilgili olan)
konusundaki görüşlerini tamamlamıştır. Bu evrimsel analizler, evrim tarihinde
dinin, insanları "temel geçiş" sayesinde harekete geçiren yol
olduğunu ileri sürmektedir.
Dawkins, George Williams ve çoğu grup seçilimi eleştirisi ile aynı
doğrultuda, doğal seçilimin bireyler kadar gruplar üzerinde de çalıştığını ve
prensipte grup seçiliminin mümkün olduğunu kabul etmiştir. Fakat Dawkins,
Williams'ın seçilim baskılarının pratikte her zaman grup seviyesinden çok
bireysel seviyede daha kuvvetli oldukları görüşüne dayanır: Asalaklar, her
zaman Darwin'in, ahlakın erdemli grupların bencil grupları dize getirmesiyle
evrimleştiği varsayımının altını oyacaklardır.
Wilson, yine de Darwin's Cathedral'inde, [Darwin'in Katedrali! genelde
kültürün, özelde de dinin Williams'ın analizindeki değişkenleri değiştirdiğini
gösteren bir durum ortaya koyar. Dinler ve ilgili pratikleri, ihanetlerin
maliyetlerini (cezalar ve aforoz aracılığıyla) ve bireylerin grup çabalarına
katkılarını (güven arttırıcı kültürel ve duygusal mekanizma aracılığıyla)
fazlasıyla yükseltmekte ve gruplararası sınırları -biyolojik ve kültürel-
keskinleştirmektedir. Genetik evrimin önceden sanılandan daha hızlı iş
görebileceği keşfi ve Pete Richerson'la Rob Boyd'un kültürel grup seçilimi
konulu geniş itibar gören çalışmaları sayesinde grup seçilimi aleyhine eski
birliktelik birdenbire miadını doldurdu.
Şimdi yeni sorular sorma zamanı. Dawkins buna rağmen söyleşilerinde
grup seçilimini "sapkınlık"la özdeşleştirdi ve The God Delusion'da
onu nedensiz bir şekilde kapı dışarı etti. 5. bölümde Williams'ın standart
asalak itirazına değiniyor. Dinin, Williams'ın itirazının başka bir biçimi
olduğu iddiasına dikkat çeker; Darwin'in grup seçilimine inandığını itiraf eder
ve devam eder. Neden vermeden inandırıcı bir pozisyonu dışlamak ve onu
sapkınlık olarak adlandırmak (ya-
nm ağızlı da olsa), bilimsel düşünüşün değil, standart ahlaki düşünüşün
ayırt edici özellikleridir.
4. Ahlak, zarar ve hakkaniyetten daha fazlasıdır. Sam
Harris Letter to a Christian Nation'da, bize ahlakın standart liberal tanımını
veriyor: "Ahlak soruları, mutluluk ve acıyla ilgili sorulardır...
Eylemlerimizin diğer varlıkların deneyimlerini pozitif ya da negatif olarak
etkilediklerine kadar hep ahlakın soruları geçerlidir." Daha sonra
İncil'in ve Kuran'ın tam anlamıyla ahlakdışı kitaplar olduğunu göstererek devam
eder. Bunun nedeni ise, onların öncelikle mutluluk ve acıyla ilgili olmamaları
ve çoğu yerde de insanlara zarar vermeyi savunmalarıdır.
Harris'i okumak, profesyonel güreş ya da Harlem Globet-rotters izlemek
gibi bir şey. Bir sürü akrobatik hareketiyle çok eğlenceli, ama bu gerçek
yarışmayla karıştırılmamalı. Laik ve dini ahlaklar arasında adil bir mücadele
sahnelemek istiyorsak, birini maç başlamadan tanımı gereği eleyemeyiz. İşte,
her iki tarafa kendini ifade etme şansı veren benim ahlak tanımım:
Ahlak sistemleri; birbirine kenetli değerler, pratikler, kurumlar ve
evrimleşmiş psikolojik mekanizmalardır. Bunlar, bencilliği bastırmak ya da
düzene sokmak ve sosyal hayatı mümkün kılmak için birlikte çalışırlar.
Araştırmamda kültürlerin bencilliği bastıran ve düzene sokan ortak iki
yol, toplumun ne olduğu ve nasıl çalışması gerektiği konusunda iki vizyon
olduğu sonucuna ulaştım. Onları sözleşmeli yaklaşım ve arı kovanı yaklaşımı
olarak adlandıracağım.
Sözleşmeli yaklaşım, bireyi değerin temel bir parçası olarak ele alır.
Sosyal hayatın temel problemi bireylerin sık sık birbirilerine zarar
vermeleridir. Biz bu nedenle, bireylerin içinde kendi çıkarları peşinde
koşabilecekleri, kendilerini ve ilişkilerini istedikleri gibi
geliştirebilecekleri adil, özgür ve güvenli toplum teşvik etmek amacıyla gizli
sosyal sözleşmeler ve açık kanunlar koyuyoruz.
Ahlak, acı ve mutlulukla ilgili (Harris'in dediği ve John Stuart
Mill'in ondan önce söylediği gibi). Sözleşmeciler bu yüzden bıkmadan usanmadan
kanunlara ince ayar çekmeye, tekrar tekrar kurumlar icat etmeye ve koşullar
değiştikçe mutluluğu en yükseğe çıkarmak, acıyı ise en düşüğe indirmek için
yeni hakları yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Sözleşme ahlakı inşa etmek için
ihtiyaç duyduğunuz şey, iki bireyselleştirici temeldir: Zarar/bakım ve
hakkaniyet/karşılıklılık. Diğer üç temel ve onlar üzerine inşa edilen herhangi
bir din, birinci yönergeye ters düşmektedir: Başkalarına zarar vermedikçe
insanları kendi tercihlerini yapmakta serbest bırak.
Arıkovanı yaklaşımı, tersine, grubu ve onun alanını değerin temel
kaynağı olarak ele alır. Bireysel arılar binler olarak doğar ve ölürler, ama
arı kovanı uzun süre yaşar ve her arı, kovanın başarısının gelişmesinde bir
role sahiptir. Sosyal hayatın iki temel problemi dışarıdan gelen saldırılar ve
içsel yıkımdır. Her ikisi kovanın ölümüne yol açabileceğinden dolayı herkes
uyum içinde çalışmalı, görevini yapmalı ve grup için fedakarlık yapmakta
gönüllü olmalı. Arılar bu şekilde davranmaları gerektiğini öğrenmek zorunda
değiller, ama çocuklar zorundalar. Kültürel muhafazakarların okulda, evde ve
medyada neler yaşandığına bu kadar odaklanmalarının nedeni budur.
Muhafazakarlar genellikle insan doğası konusunda liberallerden daha
kötümserdirler. Geride durup çocuklara istedikleri gibi büyüyebilecekleri alan
bırakırsanız, onların sığ, ben merkezli ve disiplinsiz birer zevk düşkünü
olarak yetişeceklerine inanmaları daha olasıdır. Kültürel muhafazakarlar üç
bağlayıcı temele dayalı ahlaki erdemler geliştirmek için sıkı çalışırlar: Grup
halinde olma/bağlılık, otorite/saygı, saf-lık/kutsallık. Onlarla birlikte,
evrensel olarak kullanılan za-rar/bakım ve adalet/karşılıklılık temelleri
üzerinde de sıkı çalışırlar. Arı kovanının ideali, maksimum özgürlük dünyası
değil; düzenin ve geleneğin dünyasıdır. Bu dünyada insanlar zorunlu ortak
ahlaki kodlarla birbirine bağlıdırlar. Bu bağlar, karşılıklı olarak bağımlı
rollerini oynamak için birbirile-
rine güvenmelerini olanaklı kılar. Çok yüksek sosyal sermaye, çok düşük
karışıklık dünyasıdır bu.
Size sözleşmeli toplumlar iyi, modern, yaratıcı ve özgür görünürken;
arı kovanı toplumları feodalizmin, faşizmin ve ataerkilliğin yaydıkları kötü
kokular gibi gelebilir. Laik bir liberal olarak, Batı Avrupa tipi sözleşmeli
toplumların, artan farklılıklara sahip modern uluslarımızda bize barış içinde
birlikte yaşamada en iyi umudu sundukları fikrine katılıyorum (Avrupa'nın kendi
farklılıklarını çözüp çözemeyeceğinin beklenilip görülmesi gerekliliğine
rağmen).
Yine de yalnızca bir noktaya parmak basmak istiyorum. Sözleşmecilerden
bir dakika durup düşünmelerini istemeliyim: Araştırmalar ABD'de dine
inananların, laik insanlardan daha mutlu, sağlıklı, uzun ömürlü ve birbirine ve
topluma karşı daha cömert olduklarını göstermiştir. Benzer etkiler Avrupa'da da
belgelenmiştir. Ahlakın, acı ve mutlulukla ilgili olduğunu düşünüyorsanız, o
zaman dine inanan insanların gerçekte nasıl yaşadıklarına daha yakından bakma
ve neyi doğru yaptıklarını sormak zorundasınız.
Dini, İncil'in ve gazetelerin doğaüstü okumalarına dayalı olarak kapı
dışarı etmeyin. Dini topluluklar insanlığın gelişmesine bir bakış sunabilir mi?
Başlıca sözleşmeli toplumlar-da dahi bize refahı geliştirecek dersler
öğretebilir mi?
Yeni ateistleri bu derslerde kılavuzunuz kılamazsınız. Yeni ateistler
literatürün önyargılı derlemelerini iletiyor ve sağlık dışında dinin bir yararı
olmadığı sonucuna ulaşıyorlar. İşte Daniel Dennett'in Breaking the Spell'de
[Büyüyü Bozmak] dinin insanlara en iyisini getirip getirmediği konusunda
söyledikleri:
Belki araştırmalar, ateist ve bilinemezcilerin dine inanan insanlardan
grup olarak kanuna daha saygılı, diğerlerinin ihtiyaçlarına daha duyarlı ya da
etik olduklarını gösterecektir. Henüz aksini gösteren güvenilir bir· araştırma
yapılmış değil. Din konusunda söylenebilecek en iyi şey, bazı insanları daha
parlak olanların tipik olarak sahip olduğu vatandaşlık ve
ahlak düzeyine taşıdığı olabilir. Bunu bir saldırı varsayıyorsanız,
bakış açınızın değiştirmeye ihtiyacınız var demektir. (Büyüyü Bozmak, s. 55)
Bilimsel düşünüşten ziyade sıradan ahlaki düşünüşü gösteren iki bölümü
italikleştirdim. İlki; Dennett'in yalnızca kanıt olmadığı değil, kesinlikle
kanıt olmadığı iddiası. Aslına bakarsanız araştırnıalar, 10 yıllardır dini
pratiğin yardımseverliğin güçlü bir habercisi olduğunu göstermiştir. Arthur
Brooks, geçenlerde bu verileri (Who Really Cares'te [GerÇekten Dert Edinen
Kim]) analiz etmiş ve dine inanan insanların muazzam cömertliğinin yalnızca
dini yardım kurumları-na geri dönmediği sonucuna ulaşmıştır.
Dine inanlar, laik yardım kurumlarına ve komşularına laiklerden daha
fazla para bağışında bulunuyorlar. Zamanlarını ve kanlarını da daha fazla
bağışlıyorlar. Laik liberalleri, hükümetlerin refah programlarına oy verdikleri
için yardımseverlikten mazur görsek bile onların neden bu kadar az kan
bağışında bulunduklarını açıklamak çok zor. Brooks'a göre işin gerçeği şu; her
türlü bağış birlikte gidiyor ve tümü büyük oranda dini katılımla, az birazı da
muhafazakarlık ideo-jisiyle artıyor (dinselliğin kontrolünden sonra).
Bu veriler karnıaşık ve belki tersine de bükülebilir. Fakat şu an,
Dennett'in literatür okumasında hatalı olduğu görünüyor. Ateistler başka bir
sürü erdeme sahip olabilirler, ama ahlaki davranışın en objektif ve en az
tartışmalı ölçülerinden birinde -ihtiyaç durumunda yabancılara yardım için
zaman, para ve kan bağışı- dine inanan insanlar, ahlaki manada laiklerden daha
üstün görünüyorlar.
Bunlardan çıkardığım sonuç, laik liberal toplumların faydacı bir
teklifle mutluluğu, yardımseverliği, uzun ömür-lülüğü ve sosyal sermayelerini
arttırmak için daha dini ve muhafazakar yapılmaları değil. Değerli bir sürü hak
riske girebilir, çok sayıda insan dışlanabilir ve toplumlar o kadar karmaşık
ki, bu ve benzeri sosyal mühendislikleri hayata geçirmek ve beklediğiniz sonucu
elde etmek imkansız olabilir.
Benim üzerinde durduğum nokta sadece, her eski ideoloji ve yaşam
biçiminin, biraz bilgelik, biraz bencilliği bastırma, işbirliğini ve en
nihayetinde insanlığın gelişimini arttırma konusunda bazı yollar
kapsadıklarıdır.
Fakat ahlak psikolojisinin dört ilkesinden dolayı bir kez düşmanlıklar
ortaya çıktığı zaman, insanlar için, hatta bilim insanları için bilgeliği
bulmak son derece zor. Bilimi arkasına aldığını iddia eden ve "aydın
olanları" silahlanmaya cesaretlendiren ateizmin militan formu, belki
ateizmi ilerletebilir. Ama aynı zamanda, din odaklı bilimsel çalışmaları ahlaki
dogmalarla kirleterek ve süreçte bilimin saygınlığına zarar vererek geri de
tepebilir.
2-18'! 1 ALFA 1 BİLİM 1 57
ZİHİN
EDiTÖR JOHN BROCKMAN
YAZARLAR
STEVEN PINKER • GEORGE LAKOFF •JOSEPH LEDOUX • GEOFFREY MiLLER • STEVEN
ROSE · FRANK SULLOWAY .v. S. RAMACHANDR.AN · NICHOLAS HUMPHREY .
l'HILII' ZJMUARDO. V. S. RAMACHANDR.AN .
MARTIN SELIGMAN ·STANISLAS DEHAENE ·
SJMON UARON-COHEN · R.OUERT SAl'OLSKY .
ALISON GOl'NIK · STANISLAS DEHAENE •
DAVI!) LYKKEN ·JONATHAN HAIDT
ZEYNEL GÜL
1985 yılında Nurhak'ta doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde
başladığı yüksek lisansıııa devam etmektedir. Çcşitli İnternet siteleri ve
dergiler için çeviriler yapmaktadır. D11riıı .-lı;^c11to: Korku l'C Caili111
Fi/111/cri11e İtaly1111 Dok111111ş11 isimli kitabııı da çevirmenliğini
yapmıştır.
BEYZA BiLAL
Ueyza Bilal, 1988 yılıııda İstanbul'da doğdu. 20 11 yılında Boğaziçi
Üniversitesi Psikoloji Bölümü ve Film Çalışmaları Programıııdan mezun oldu.
Öı'.,'Tencilik yıllarında kitap sattı. Mezun olduktan sonra bilim haberleri hazırlayıp,
çeviriler yapmaya başladı. Şu anda feminist bir örgüttc yarı zamanlı olarak
çalışıp, çeviri yapmaya w zihni merak etmeye dcvam ediyor.
ZIHIN
EDGE SERİSİ
EDİTÖR: JOHN BROCKMAN
Önde Gelen Uzmanlar
Beyin, Hafıza, Kişilik ve Mutluluğu Tartışıyor
EdgeSerisi'nin İkincisi olan Zihin kitabı, Edge (www.edge.org) etrafında
toplanan seçkin psikolog, bilişsel bilimci, nörobilimci, dilbilimci,
davranışsal genetikçi ve ahlak psikologlarının yazılarından derlenmiştir. Edge,
günümüzün entelektüel, teknoloji ve bilim çevrelerinin merkezinde yer alan
bilim insanları, sanatçılar, felsefeciler, teknoloji uzmanları ve
girişimcilerden oluşur.
Ayrıca Edge etkinlik demektir. Özel konferansları, uzman dersleri ve
California, Londra, Paris ve New York’taki yıllık toplantılarıyla Edge. sanayi
sonrası çağın konularını ele alan "üçüncü-kültür" bilimsel
entelektüelleri ile teknoloji öncülerini bir araya getirir. Bu kitapta, hepsi
de konularının en iyilerinden olan yazarlar, "zihin" üzerine düşünmenin
yeni yollarını inceliyorlar. Zihin üzerine mevcut tartışmaların temelini
oluşturan çoğu varsayımın on yıllar önce güncelliğini yitirdiğini vurgulayan
yazarlar, beden/zihin probleminden cinsel seçilime kadar problemi bütün
yönleriyle masaya yatırıyorlar.
► Herhangi bir şeyi değil, sadece bedene bağımlı beyinlerimizin izin
verdiklerini mi düşünebiliriz?
► Duyguları beyne bağlamak ve bilişsellik ile birleştirmek olanaklı mı?
► Zihinlerimiz kur yapma makineleri olarak mı evrildi?
► Hafıza nedir? öğrenmeyle ilişkisi nasıldır?
► İnsanın evriminde itici güç Ayna Nöronları ve Taklit Yoluyla
Öğrenmemi?
► Benlik nedir? Nöronların aktivitesi bilinçli bir insan olma duygusuna
nasıl yol açar?
► Anlamın farmakolojisi olabilir mi?
« Prev Post
Next Post »