Mevlana ile Aşka Yolculuk
| |
AŞK YOLCUSU
Mevlana ile Aşka Yolculuk
M. Said Türkoğlu
M. Said Türkoğlu
1964 Eleşkirt
doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Ağrı’da tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi, Meslek Yüksek Okulunu bitirdi. Daha sonra Erciyes Üniversi-
tesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1989’da me- zun oldu. Cumhuriyet Üniversitesi’nde
yüksek lisans yaptı. Bir grup arkadaşıyla Martı,
Irmak Yazıları, Yitik Düşler, dergilerini çıkardı ve yönetti. Çeşitli dergilerde
denemeleri yayımlandı. Çocuk edebiyatıyla ilgilendi, bu çerçevede çocuk
dergilerinde yazıları yayımlandı. Yazar hâlen özel bir eğitim
kurumunda çalışmaktadır. Evli
ve dört çocuk babasıdır.
Yayımlanmış eserleri
Işığın Kalbi
Yazarlık Ağacı Kalbin Sularında Yoklukta Hayat Var Hikmet Pınarı
Gök Ekini
Yaz Hikâyeleri
İyilik Kelebekleri
Mevlana ile Aşka Yolculuk
M. Said Türkoğlu
Aşk Yolcusu
Sütun Yayınları, 2008
İçindekiler
13 Aşk’ın ilk yurdu
17 Hicretin
münbit ufku
19 Ben aşkın oğluyum
23 Duraklar duraklar
25 Yol senin varlık bahçendir
27 Aşk’ın goncası
31 Konya: Ulular Konağı
33 ‘Aşk can tatlılığıdır’
39 Celaleddin geldi aşk geldi
43 Aşk’ın kılavuzları dostları
47 Seyyid Burhaneddin hazretleri
49 Şeyh
Selahaddin Zerkûb
51 Hüsameddin Çelebi
53 Sultan Veled hazretleri
55 Arif Çelebi
57 Mekânsızlık Bağdat’ı
59 Tebrizli Şems
65 İki deniz birleşiyor
69 Aşk Sofrası
71 Aşık mâşuku mâşuk âşığı arar
73 Biri gül diğeri bülbül biri bülbül diğeri gül
75 Aşığın gözüyle bak
77 Gönül bir sırça saraydır
81 Aşk padişahının hâli
87 Ayrılık sularında
91 Geldi
93 Kaderin önüne geçilmez
97 Dert dermanın
çağrısıdır
101 Şems’in mânâsı
103 Fedakarlık ufku
105 Konya gurbet oldu gel gör
107 Aşk kendini kuruyordu engin ufuklarda
113 Hayat sınamalarla doludur
115 Kulluktaki lezzet
119 Sema’ın vecde dönüşmesi
127 Dost bir sığınaktır
129 Mesnevi ufku
133 Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti
171 “Eğer candan çıkarsa söz gönülde yer tutar elbet”
175 Aşk hâli
179 Gerçek aşk
183 Aşk derdiyle hoşem
187 Aşk İlahî bir lütuftur
189 Tevazu sularında
191 Aşk körlüğü
197 Âşığın mâşûku
201 İbadet tutkusu
207 Açlık aşk azığıdır
211 Yokluktaki varlık
213 |
Aşk’ın sureti
ve ‘öte’si |
219 |
Gönül yasaları |
227 |
Aşk’ın akıl yordamı |
233 |
Dünya kime kaldı ki! |
235 |
Uyanık bir gönle bağlanmak |
239 |
Hoşgörü iksirinin kaynağı |
241 |
Gönül kazanmak engin gönül işidir |
245 |
Şefkatli bir baba ince bir insan |
247 |
Sevgi ışığı sevgiliden |
249 |
Halka
bakışı |
255 |
Vuslata
yakın |
259 |
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir |
265 |
Şeb-i Arus |
“Ben aşkın
oğluyum; ama benim varlığım
babamdan öncedir.”
Divan-ı Kebir’den
Bu kitaptaki
iktibaslar; Mesnevi’den, Divan-ı Kebir’den, Fihimafih’ten, yapılmıştır.
Bu kitaptaki
anekdotlar, menkıbeler; Sultan Veled’in Maarifname’sinden, Sipehsalar Feri- dun Ahmed’in
Risale’sinden, Ahmed Eflakî’nin Menakıbü’l-Arifin’inden
alınmıştır.
“Hangi tohum
yere atıldı, ekildi de tekrar bit- medi, topraktan baş kaldırmadı? Niçin insan
tohumu hakkında yanlış bir zanna
düşersin?”
Aşk’ın ilk yurdu
ugün Afganistan
sınırları içinde olan Belh, geçmişte bir ilim ve kültür merkezi olarak ün
yapmıştır.
Yıllar yılı
Mecusiliğe de merkezlik etmiş olan bu belde, Büyük Selçuklu döneminde
Nizamülmülk’ün dirayetli faali- yetleriyle ilim ve irfan yurdu haline
getirilir.
Kimliği olan her şehir, bağrında nüvelendirdiği medeniye- tin içinde dünyaya gelmiş her
çocuk için bir şanstır.
Evrensel bir ilim, irfan sofrası olabilmiş
şehirlerimiz, her biri kendi
alanının zirvesi, büyük şahsiyetler yetiştirmiştir.
Belh ilim ovası.
Belh bir
tasavvuf ve irfan yuvası ama bir yandan da için için kaynamakta.
Bir yanda
Moğollar, bir yanda Fahreddin Razi’nin Bahâeddin Veled’le yaşadığı görüş
ayrılıkları…
Aşk yani
Celaleddin, 1207’de burada dünyaya geldi ve ancak yedi sekiz yaşına kadar
Belh’in ikliminden nasiplene- bildi.
Baba,
Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled; anne, Mümine Hatun’un kalplerine, korunma endişesiyle, bir hicret duygusu yerleştirdi Yüce Rab.
Aşk, Belh’te
doğdu, ilk çocukluk yılları Belh’te geçti, gö- nül ve akıl teknesini Belh’in
düşünce ve mânâ ikliminde dol- durdu.
Nasip başka diyarları işaret ediyorsa yola düşmek ge-
rek, bir
diyar-ı gurbet olan dünyanın başka iklimlerinde mânâlanmak gerek.
Baba Bahâeddin
Veled; anne tarafından Hz. Hüseyin; baba tarafından Hz. Ebubekir soyundan.
Anne, Belh emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun.
Gönüllerine hicret ışığı vurmuşsa
ne hatırı sayılır
dostlar ne hükümdarlar kimse durduramaz.
Anne ve Baba, gurbet
denilen acı iksiri
yudumlayacaktır. Yudumlayacaktır ki insan, meşakkat sularında
hırpalanan, çırpınan sedefin içinde eşsiz inci kıvam bulsun, gelişsin, bü- yüsün.
“Gayb yeryüzüne
ekilmiş tohum topraktan
baş gösterdi. Bir ağaç gibi
boy attı.
Apaçık meydana
çıktı.”
Apaçık meydana
çıktı da Sonsuz Aşk Güneşi, onu kendi- ne çekti, kendinden tohumlar serpti onun
gönlüne ve bu aşk, 1207 Eylül’ünün otuzunda,
dünyanın yüreğine düşerek
varlı- ğını, gerçek gönle sahip olanlara hissettirdi.
“Allah beni aşk
şarabından yaratmıştır. Ölsem de çürüsem
de ben yine o aşkım.” Ey aşk yolcusu!
Şimdi sen bir
goncasın.
Senin Belh’ten
nasibin kesilmişse bir başka büyük nasip seni çekiyor demektir.
Anne, baba,
dost, yaran hepsi
de sana bir neşv ü nema
iklimi için seferber.
Bir çağrı
uyandırdı gönlünü:
“Gel seninle aşk ilkbaharı
olalım.
Şu toprak dünyayı aşk ile altın haline getirelim.
Ötelerden, can âleminden misk kokuları, amber kokuları
getiren rüzgârlarla ferahlayalım.
Can âleminin
yerini, dağını, ovasını,
bağını, bahçesini ye-
şil elbiseler giydirerek süsleyelim.
Allah’ın bize lütfettiği, içimizdeki nimet dükkânını açalım. Gösterişsiz, sessiz sedasız o
nimetten yararlanalım.
Bu huyu ilkbaharda uyanan ter ü taze ağaçtan
öğrenelim.
Görmüyor musun?
Ağaç sessiz sedasız yiyip içtiği için yapraklandı, meyve verdi.
Biz de kendi sırrımızdan yapraklanalım, meyve verelim. Aşıklar sevgiliye gönülden yol buldular.
Biz de sevgiliye gönülden
yol bulalım.
Senin gamının
mermer gibi bir gönlü var fakat biz o mer- merden yüzlerce cevher elde ederiz.”
Aşk
penceresinden bir güneş doğdu,
balçıktan yaratıldı- ğın hâlde o güneş sana değer kazandırdı, seni yüceltti. Bu
yüceliğin daha bir pekişsin, asırlara, devirlere kokusundan, renginden yayarak
kuvvete ersin diye sana hicret gerekti.
Bambaşka âlemlerle
bütünleşmen için uzakların
gizli da- vetine cevap vermen
gerekti.
“Ey can deryası!
Bizim balık
gibi olan canımız seni istiyor. Denizden ayrı düşen
balık yaşayabilir mi? Bize acı, bizi suya kandır.”
Can canı arzuluyor.
Uzak iklimlerde can azığı,
Bir aşk denizi olacak
gönlü çekiyor. “Bizim ders
gördüğümüz yer aşktır.
Bize mânen ders veren de Celal Sahibi Allah’tır. Bizler öğrenciyiz.
O’nun aşkı da tekrarlayıp durduğumuz bilgidir.”
Öyleyse öğrencilik meşakkat ister.
Sefer ister.
Pişmek, kavrulmak, yanmak ister. “Aşk
benden doğmadı,
Aşk beni doğurdu.
Ben aşkın çocuğuyum.”
Aşkın çocuğu
aşk atına bindi, yolun zorluğunu, uzaklı- ğını düşünmedi. Bu yolun onu hangi
duraklardan geçireceği, hangi kaynaklara uğratacağı, hangi vahalardan nimetlendire- ceği, hangi ovalarda
konaklatıp ağırlayacağı yazılıydı.
Aşkın çocuğu,
aşkın gerçek sahibine dayandı ve yürüdü, yürüdü…
Aşk oğlu Aşk oldu.
Zahirî sebepler: Fahreddin Razi’nin Bahâeddin Veled’le çe- kişmesi veya Harzemşah’a karşı bir soğukluk duyması yahut da
Moğollar… sebep her ne olursa olsun yol başlamıştı.
Büyük bir aşk çağlayanı olacağını sezdiği Celaleddin’i bu menhus istiladan korumak insiyakı ile: “Ya sefer!” demişti
Bahâeddin Veled.
Alimler Sultanı
Veled, aşk yolcusu Celaleddin’i denizle buluşturacak hicrete gönülden
“Bismillah” dedi.
Hicretin münbit ufku
“ öç yolu, meşakkat yolu…
Aylar yıllar birbiri üstüne devrilecek,
Nice sıkıntılarla, tehlikelerle yüz yüze gelinecek,
Ve Küçük Celaleddin’in hassas kalbi, göre yaşaya, hayat
toprağından hassalar, latifeler edinecek…
Gelecekte dünyaya
sevgiyi, hoşgörüyü öğretecek
eşsiz bir hazine taşıyan
kervan, Nişabur’a uğradı.
Nişabur, ‘hikemperver’ Feriduddin Attar’ın yurdu.
Şeyh Attar, duyar duymaz Bahêddin Veled’i ziyaret eder.
Sohbet, halleşme…
Küçük Celaleddin’e derin bir nazar…
Şeyh Attar’ın
dilinden dökülen şudur: “Çok geçmeyecek senin
bu oğlun, âlemin
yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır.”
Nişabur’da
fazla durmayan kervan, Bağdat yolunda. Bağdat girişinde sorgu sual.
Eski zamanların kuralı; şehrin girişlerinde kervanlardan sorulur: Kimsiniz, necisiniz, nereye
gitmektesiniz?
Şeyh Bahâeddin
Veled’in, muhafızlara cevabı: “Allah’tan geldik, Allah’a
gidiyoruz.
O’ndan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.”
Bu söz, Bağdat’ta yaşayan Şehâbeddin Sühreverdi’ye ulaş- tığında, dilinden dökülen:
“Böyle bir sözü Belhli Bahâeddin
Veled’den başkası söyleyemez!” olur.
Buna “gönül
çekimi” mi, ruh yordamı mı dersiniz?
Mânâ erleri, ‘kalplerin casusları’dır, tanırlar birbirlerini. Bir söz, bir işaret,
bir koku, bir nefes yeter
“haberdar”
olmalarına.
Şeyh Sühreverdi, anlatılmaz bir coşku ve muhabbetle ker- vanı karşılamaya
koştu.
Karşı karşıya
gelince iki ezelî
ve ebedî dost,
indi bineğin- den Şeyh
Sühreverdi, öptü dizini gönül dostunun.
İki gümrah suyun birleşmesi gibi bir hâlleşme, bir bilişme… Bağdat, üç gün taşıyabildi ağır
konuklarını.
Demek onları
çeken daha büyük bir merkez var. Niyetlerinde Kutsal Toprakları ziyaret etmek olunca,
Coşkuyla, iştiyakla gerilmiş gönülleri kim tutar?
Kervan, Kufe’den
sonra, Ka’be’ye çevirdi
yönünü. Küçük Celaleddin aşk yolcusu.
Küçük Celaleddin gönül seferinde. Önce irfan, marifet
talimi…
Bir kervan,
bir ırmağı deryaya
ulaştırmak için aşk yolcu-
luğunda.
Bir kervan,
dünya sularından içe içe gönül ve ruh yor-
damları edinmede…
Ben aşkın oğluyum
en âşıkların
başı olmak sevdasına kapıldım da aşk yo- luna düştüm.
Ben aşkın oğluyum; ama benim varlığım
babamdan ön-
cedir.”
Ağaçtan maksat nedir?
Meyvedir.
Öyleyse hangisi
öndür, hangisi son?
Görünüşte tohum
öndür, meyve son; ama mânâ bakımın-
dan meyve öndür, asıldır.
Çünkü meyve hatırı için tohum ekilir. Niyet meyvedir.
Zihne ilk damlayan, meyve aşkıdır; öyleyse
meyve öndür, ilktir.
Bu anlamda; bir
çağın genel insanlık ovasında eşsiz bir meyve hedefleniyorsa, herkesten sonra da gelse bu meyve ön- dür,
amaçtır.
Kâinatta her şeyin varlığı
bir sebebe dayanır.
Her şey aşama aşama bir gelişme
sürecine tabidir.
Asıl maksat
ışıltılı bir geliş olunca, bu gelişi sağlayan bütün ön hazırlıklar gönle
damlayan geliş arzusundan sonra
düşünülen, planlanan şeylerdir.
Öyleyse asıl
amaç aşk olunca, meyve, daldan da öncedir, kökten de.
Aşığın gönlüne
yerleşmiş sevgilinin anlamı, sureti; asıl- dır, özdür. Bu yolda yaşanan,
görülen her şey, önceden yaşa- nıp görülse de sevgilinin en sonra gelecek
mânâsı, sureti asıl maksat olduğu için öndür.
Birinin gönlünde
bir ışık belirdi
ve bir sanat eseri meyda- na getirmeyi diledi. Gönüldeki bu ışık, bu plan, sonradan
eseri meydana getirmek için yaşanan süreçlerden önce değil midir?
Amaç bu ışığı somutlaştırmak olunca sonradan gelen her
şey bu ışığın hatırı için gelmiştir.
Bu anlamda,
Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.)
var- lığın asıl meyvesidir, amacıdır, billurlaşmış özüdür;
en sonda da gelse bütün
peygamberlerin imamıdır.
Alem, on üçüncü asrın
ilk yarısında geleceğe
doğru akar- ken bir kervan
Belh’ten Anadolu’ya yol aldı.
Kervanın yükü
altın, gümüş, değerli mallar değil; gerçek insanlık değerlerini ruhlara içirecek
okyanus genişliğinde bir gönüldü.
Bu gönül İlahî
bir maksadın tezahürüydü ki bütün plan- lar, şartlar bu tezahür için derlendi,
toparlandı.
“Ben aşk
kervanı içinde, Sonsuzluğa doğru yol almadayım.”
Bir aşk yolcususun, önce dünya yollarından geçmelisin. Dünya yolları sana çileyi, sabrı, meşakkati
öğretecek.
Avamla, havasla
beraberlik; türlü insanlık
hâllerini ya-
şatacak.
Padişahlarla, dilencilerle münasebet; tevazu, kibir duygu- larının hadlerinden haber verecek.
Her fıtratta
insanla aynı havayı solumak; varlığında gizli bin bir hassayı, latifeyi âyân
eyleyip geliştirecek.
Ariflerle, âlimlerle, bilgelerle geçirdiğin günler,
geceler; içindeki madenleri güçlendirip saflaştıracak.
Dünya yollarını
yürümeyen, hayat süreçlerinden geçme-
yen hangi insan
sonsuzluğa yol bulabilir? “Dünyadaki bütün şehirleri
dolaştım.
Aşk şehri gibi
güzel bir şehir bulamadım.” Hadi inmeye çalış
bakalım bunun anlamına…
Bütün dünya şehirlerini dolaşmazsan nasıl anlarsın aşk
şehrini, aşk şehrinin güzelliği
nasıl pekişir nazarında?
Hayat pratiğinden geçmedikçe aşkın nazenin
çehresi na- sıl görünür sana?
Peygamberler; gördü, yaşadı, meşakkat çekti; kendilerine hakikat ufkunda Rabb’in yüce mânâsı ayan oldu.
Allah dostları, iz sürdü, teslim
oldu, çile çekti
ki gönülleri sonsuzluk
ufkunda sırlara, hakikatlere ayna oldu.
Samimi kullar,
hayat yolculuğunun gerçeklerinden kaç- madılar ki kendilerine manevî iklimin
kokuları, renkleri bil- dirildi.
Ve gönül ufku
yaşamakla derinleşti, zenginleşti...
A
değildir!
Halk dedikoduya düşmüştür. O yol da âşıkların
yolu de-
ğildir!
Aşk öyle bir
nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri ebed- dedir.
Bu ağaç ne arşa dayanır, ne de yeryüzüne! Bu ağacın göv- desi de yoktur!”
“Dalları ezelde, kökleri ebedde” bir ağaç arzuluyorsan bü- tün dünya duraklarını bir bir geçmen gerek.
Bu duraklardan geçmeyen, kalbin öte atılımlarını nasıl, nereden bilsin!
Beden meşakkat
vadilerinden geçecek; kalp, gurbet, çile teknesinde yoğrulacak, böylece ruh
saflaşıp olgunlaşacak…
“Ey âşıklar kervanının yularını
çeken!
Ben başka
yerde değilim, sizin
elinizdeyim.
Ben gece gündüz bu katarın içinde
sonsuzluğa doğru yol almadayım.
Ey sevgilim!
Ey canımın canı!
Ben kendinden
habersiz mest bir deve gibi gece gündüz senin aşk yükünü çekmedeyim.
Senin yükünün
altında ezilmekten pek mutluyum.
Yalvarırım sana, bana daha çok yük yükle!”
Gerçek âşık,
aşk yükünün divanesidir. Sürekli arzular bu yükü; iştiyakla, yakarışla ister durur aşk
yükünü, aşk meşakkatini.
Çünkü bu
meşakkat, ruhunu geçici dünya alımlarından koruyabilmişlere baldan, şekerden
daha tatlı gelir.
Hani kimi dünya
duraklarından geçtikçe üzerine dünya- nın tozu, kiri, pası, sevgisi, tasası
birikir durur ya. İşte böyle- leri hantallaştıkça birer dünya yerlisi; oyun,
oyalanma delisi oluverirler. İsteseler de kopamazlar, topraktan, maldan, para- dan,
şandan…
Ama kimi de ukba yurdunun divanesidir. Dünyayı sadece bir talimgâh
gibi görür. Eğilir,
bükülür, çile çeker,
böylece der- lenir toparlanır. Dünya hakkında, namerde
muhtaç olmamak dışında bir
kaygı taşımaz. Mala, mülke, şan-şöhrete kavi bir bağlanış zafiyeti olmadığı için, benliği daha çok
mavera azık- larıyla ilgilidir.
“Gece gündüz,
bir katarın içinde sonsuzluğa doğru yol almak”
dünya yolculuklarının da üstesinden gelmiş
olanların harcıdır.
Her yolculuk
aşkın varlığına yeni şeyler ekler.
Her durak,
aşkın damağındaki tadı artırdıkça artırır.
Aşk, her nereye
uğrarsa oradan, varlığı pekişerek, parla- yarak ayrılır.
Yol senin varlık
bahçendir
“ önüllere girmek için kendine
yol yap; yabancıları, baş- ka şeyleri düşünmeyi uzaklaştır kendinden.”
Gönül, gerçek
aşkın yurdu. Varlığın evi.
Kudretin, yoğrulmayı uman hamuru.
Sevgilinin has bahçesi.
Gönül Kafdağı.
Kavuşma aşkının son ucu.
Gönlün sularına
ermek sefer tutkusu
ister.
Gönüldeki gizli
kapılar, şifrelenmiş sırlar uzun,
meşak- katli yollar aşıldıktan sonra açılır.
Yolculuk,
farkına varmaktır.
Ruh ve gönül hâllerini
yaşayarak donanıp kuşanmaktır.
Sevgiliyi aramak, arayış şevkinin
yalımıyladır.
Gönlünde şimşek
olup çakmıyorsa arama
tutkusu, ara- maya koyulma
daha iyi.
Arama,
iştiyakın çocuğudur. Gerçek arayanlar Yakup edalıdır.
Onları ‘bulma’
sularına erdiren, iştiyakları, ısrarları, göz-
yaşıyla yoğrulmuş aşırı merhametleridir.
Bütün büyük
arayıcıların gözleri Rabb’in ışığıyla ışıklan- mıştır, gönül göklerinde bu
ışıktan beslenen fenerler asılıdır.
Bütün büyük arayıcılar, gerçek aşk ustasının çıraklarıdır. Yol, bütün gerçek arayıcıların varlık bahçesidir.
Aşk’ın goncası
elaleddin, aşkın gonca hali.
Gonca, dünya duraklarından geçe geçe olgunlaşacak, onu “Mevlana” eyleyecek
gönül iklimine erecek.
“Denize âşık olan ırmak,
Denize doğru
koşup onun kucağına
düşünce, Kendisi deniz oldu;
Irmaklığı kalmadı.”
Durma, denize
doğru koş; bu koşu seni hırpalayacak, keskin yanlarını yumuşatıp
munisleştirecek. Durultup arıta- cak, denize layık bir yapıya erdirecek.
Irmak, deniz
düşü görmezse, denize doğru coşkun coş- kun kabarıp köpürmezse ona nasıl
kavuşur, kendisi nasıl de- niz olur?
Demek, yol bir öğretmendir.
Büyük ruh
atılımlarının hepsi de uzun yolculukların eseridir.
Yolculuk, ayrılık
demek, hicret demek. Hicret, arınma, yükselme demek.
Sen hicreti
dünya ufuklarından al, ruhunun göklerine taşı, bak kendindeki atılım ve açılım
rüzgârına.
“Ayrılığın ne olduğunu bilmek mi istiyorsun? Bil ki, ayrılık, âşıkların
yoludur.
Balık olanın canı, denizdir.
Bu yüzdendir
ki, denizden ayrı düşen balık, daima de- nizi özler.
İnsanlar bazen gölge isterler, bazen güneş;
Ama gölge istemeyen bir zerre varsa, o da candır.”
Yüce Yaratıcı,
bir yüreği evirip çevirecek, çağlar boyu gö- nüller tahtına sultan eyleyecek ya!
Onun için her hayat pra- tiği, sahne sahne hazırlanıyor. Farklı gecelerin
cilveleri, renk renk gündüzlerin zenginliği bir bir yaşatılıyor.
Tohum kıvam
bulacağı bütün hava, ses, eda, iklim, ilim, marifet, irfan gıdalarından
nasiplendiriliyor…
“Geceleri,
yıldız gibi, Ay’ın etrafında dönüp dolaşmayan âşık olamaz.
Bu sözü benden duy; bu söz boş değil.
Rüzgâr esmedikçe
sancağın dalgalanmasına imkân yoktur.” Ah, kim anlar, uluların gece
sofrasından devşirdiklerini, Gecenin mümbit ovasından nasıl beslendiklerini, Rabb’in
sonsuz hazinelerinden neler neler nasiplen-
diklerini…
* * *
Bahaeddin
Veled, ailesi, birkaç dostu ve Celaleddin… Dünyanın bir ucundan bir ucunu saatlere
sığdıran günü-
müz ulaşımına
karşılık, yolları yıllara
yayan bir meşakkatin bahtiyar yolcuları…
Bir meşakkatin dediysek, bunu sen geçici say; ucunda
sonsuz rahmet meyveleri olan zahmet günleri, geceleri…
Yol, yolculuk;
gönüllere girmek için, bir ihsandır,
bir fırsattır.
“Sevgiliyi o kadar arayayım
ki sonunda aramamak
ge- rektiğini anlayayım.
Zamanenin çevresinde
dönüp dolaşmadıkça o bilgelik, o beraberlik, kulağıma girer mi benim?
Uzun yolculuklarda bulunmadıkça nasıl olur da o bilgeli-
ğin, o beraberliğin sırrını
anlayabilirim?
Allah: “O sizinle beraberdir.” dedi; ama bu beraberlik, gö- nül
kulağına aksedip o beraberliği kendisinden uzaklaştırma- sın diye de gönlü mühürledi.
İnsan yolculuk
ettikten, uzun yollar aştıktan sonra gö- nüldeki o mührü açtı.
Apaydın
hesaptaki iki yanlış kural gibi hani;
o da bu bir- liği, bu beraberliği iki yanlıştan sonra açık, aydın bir hale kor
da anlar. Anladıktan sonra da bu beraberliği bilseydim arar mıydın hiç, der.
Fakat onu biliş, onu anlayış, yolculuğa bağlı- dır; o bilgi, düşüncenin
keskinliğiyle elde edilemez.”
Büyük gönül, böyle diyorsa sen bunda büyük anlamlar ara. Büyük sırlar gizlidir, bil.
Aramaya koyul.
Hac yolcusu
kervan, büyük vuslata erer nihayet. Kutlular Kutlusu’nun kokusu gönüllerine inşirah
salar,
ruhlarına ukba meltemleriyle esenlik bağışlar.
Yıllar sonra hanımı anlatıyor:
“Bir gün Mevlânâ kayboldu.
Hiçbir yerde yok. Odama çekildim, uyuyordum.
Uyandığımda onu namaz kılarken
gördüm. Dikkat ettim, mübarek ayakları tozlu idi.
Merakla ayakkabılarına baktım, içinde kum vardı.
Sordum, cevapladılar: ‘Mekke’de bir dostum vardır, onu ziyaret ettim.
Biraz sohbet ettik. O gördüğün, Hicaz’ın kumudur, ama bundan kimseye söz etme.’
Anladım ki,
Allahü Teala’nın veli kulları için mekân bağı diye bir şey yoktur.”
Hac dönüşü,
ilim-irfan merkezlerinden, Şam
durağı.
Bir rivayete
göre; Şeyh-i Ekber,
Muhyiddin İbnü’l Arabî,
o sıralar Şam’dadırlar.
Görüşürler. Şeyh-i Ekber, Sultanü’l
Ulema’nın arkasında yürüyen
Celaleddin’e bakar, dudaklarından şunlar dökülür:
“Sübhanallah,
bir okyanus, denizin arkasından gidiyor.” Bunda şaşılacak bir şey arama; çünkü: “Allah’ın has kul-
ları, gönüllere yol bulurlar; içten geçeni de anlarlar, çünkü onlar, gönüllerin casuslarıdır; onlarla
oturunca doğrulukla oturun. Onlar uzaktan adını duyarlar da varlığının ta içine gi- rerler. Hatta
sen doğmadan yıllarca önce onlar, senin hallerini
görürler, bilirler.”
Bir harika,
başka bir harikadan haber verir de bundan
şüphe mi duyulur?
Nihayet Şam’dan
asıl varlığın billurlaşacağı diyarlara ha- reket
edilir.
Güzergâh; Malatya, Erzincan, Karaman…
Karaman’da Emir Musa’nın himayesinde yedi yıl geçer.
Konya: Ulular Konağı
elaleddin, on sekiz yaşındadır. Sene, bin iki yüz yirmi beş.
Semerkantlı Hoca Şerafeddin Lâlâ’nın, güzel huylu, güzel yüzlü kızı Gevher Banu ile evlenir.
Karaman’a bu
şeref yetmez mi? Konya bağrına basmalı
Celaleddin’i, Dinin bu hoş sesini, geniş nefesini İnsanlık için
hazırlamalı.
Sultan Alâeddin
Keykubat’ın ısrarlı arzuları üzerine, Emir Musa, Bahaeddin Veled ve ailesini
daha fazla tutamadı Karaman’da.
Bin iki yüz
yirmi sekiz yılında, Konya semaları yeni bir seda, yeni bir mânâ ile
tanışacaktı.
Şehir bu
haberle dalgalandı: Büyük âlim Bahaeddin Ve- led, Konya’ya geliyor.
Şehrin
girişinde Padişah Alâeddin Keykubad, şeyhler, âlimler, şehrin ileri gelenleri,
bilumum devlet erkânı...
Gönül
sultanlığı ile dünya sultanlığının farkını anlayın ki Sultan Alaeddin Keykubad, o heybetli, o
haşmetli hâliyle Sultanü’l-ulema Baha Veled’in karşısında iki büklüm, müte-
vazı ve saygılı…
Bahaeddin
Veled, Sultan’ın iltifatlarına teşekkür etti; fa- kat ikramlarını, hediyelerini
nazikçe geri çevirdi.
Kendi tercihleriyle Altun-Abâ medresesine yerleşti. Dersler,
vaazlar, sohbetler…
Celaleddin, aşk
yolcusu. Konya aşkın yeni bahçesi.
Konya yeni bir mânâ kutbunun meşceresi. Konya ki “Mevlana” adıyla büyüyen şehir.
Yıllar sonra
‘Mevlana’ olmuş Celaleddin’in,
Konya’yla il- gili sözlerini Ahmet Eflaki’den öğreniyoruz: “Hak Teâlâ’nın
Anadolu halkı hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddîk-ı Ekber Hazretlerinin
duasıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete
lâyık olanıdır. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanları mülk sahibi Allah’ın aşk âleminden ve
derûnî zevkten çok habersizdirler. Sebeplerin hakikî yaratıcı- sı
Allah, hoş bir lütûfta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi
Horasan ülkesinden Anadolu vilâyetine çekip
getirdi. Haleflerimize de bu temiz
toprakta konacak yer verdi ki, ledunnî (Allah
bilgisine ve sırlarına ait) iksirimizden
onların bakır gibi vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya (bakışıyla,
baktığı kimseyi manen yücelten olgun in- san); irfan âleminin mahremi ve dünyâ
ariflerinin hemdemi (canciğer arkadaşı) olsunlar.”
‘Aşk can tatlılığıdır’
u aşk seferidir.
Rabb’in katından bir işaret aldı gönül, dünya durakla- rını geçedurdu.
Aşkın anlamı,
böyle bir gönül seferiyle derinleşecek. Aşkın
anlamı Celaleddin’le âleme şeker, şerbet tadında,
kıvamında yayılacak.
“Aşk, can tatlılığıdır, bütün tattır.
Manevî bir zevktir.
Bu manevî zevkin duyuluşunun bir şekli, bir rengi yoktur. Bu zevk
anlatılamaz.
Aşk hakikat deryasından ayrılmış,
gönle doğru akıp ge-
len, sonunda gönle dökülen bir ırmak gibidir.
Aslında bu daracık gönül,
deryanın ve incinin
sığacağı yer değildir.”
İnsan dünyaya
doğru yürüdükçe hep beden hapsindedir. Ama aşka doğru yürüdükçe
gönül ufku parlar,
derinleşir. Aşka bağlanıp aşkın esiri oldukça
gönlün hürriyet coşku-
su pekişir.
Aşk, iki ayrı çehreyi,
iki ayrı bedeni tek ruhta
birleştirir.
Aynı potada eriyip kaynayan
canlar, aşkın sonsuz ışıltısı
karşısında kendinden geçerler.
Aşkın sonsuz
ışıltısı, sen kendini tamamen feda edersen, seni alır yücelere çıkarır.
Önünde mavera
perdeleri bir bir açılır.
Aşkı; kesretin, sayının,
görüntünün, şatafatın barınmadı-
ğı bir birlik âlemi
bil.
Hani Mesnevi’deki hikâyeyi hatırla:
Biri geldi,
Dostunun
kapısını çaldı. Dostu: “Kimsin?” diye sordu.
Adam: “Benim.”
dedi. Başka bir açıklama yapmadı.
İçerideki: “Git,
dedi, daha zamanı
değil, ham kişinin
bu sofrada yeri yok.
Ayrılık ateşinde
piş de gel. O ateş ki seni bana yaklaştıra- cak, seni ‘ben’ eyleyecek.”
O garip gitti,
tam bir yıl yollara düştü. Dostunun ayrılığı yüreğini
yakadurdu. Onu diyardan diyara savurdu.
Ayrılık ateşi
gönlünü ve ruhunu
bir muallim şefkatiyle sardı, sarmaladı.
Adam; yanmış,
yakılmış; pişip olgunlaşmış hâlde geri döndü.
Dostunun evinin çevresinde dolanmaya başladı.
İçinde büyük bir korku, tedirginlik vardı.
Ağzından edebe aykırı bir söz çıkacak,
dostunu incitecek diye
titriyordu.
Nihayet cesaretini topladı, kapıyı ürkekçe
tıklattı. Dostu içerden: “Kim o?” diye bağırdı.
Adam: “Ey gönüller hekimi,
dostlar serdarı, kapıdaki
sen- sin.” dedi.
İçerideki
gerçek dost: “Mademki ‘bensin’ gel içeriye gir, dedi, ev dar, iki kişi
sığmıyor.”
Gönül
topraklarını aşk yağmuruna şartsız şurtsuz açar- san seni bütün oluş
kaygılarından kurtaracak bir ab-ı hayat bağışlanır sana.
Hakir, değersiz bir topraktan sonsuz hazineler fışkıracak,
daha ne istersin?
Aşktan haberli
olanın bahçesinde rengârenk ukba çiçek- leri biter.
Ağaçları hep meyvelidir bu bahçenin. Her şeyi yerli ye-
rindedir.
Bütün bakışlar, duyuşlar, gayretler, istekler, ötelere kenet- lidir bu
bahçede.
Aşk bahçıvanları bu gönül bahçesinden meyveler devşi- rirler.
Aşk bahçesinde yetişmeyen ağaç kupkuru. Aşktan kuvvet almayan rüzgâr
cihetsiz.
Aşktan gıdalanmayan kalp ölgün.
İster dünyaya,
ister ötelere dönük olsun, âlemde her şey aşk sayesinde derli toplu ve tamam.
Her şey aşkla yürür,
gezer ve coşkulu.
Alemde gayeler
farklı farklı olsa da aşk iksiriyle bütün hedeflere ulaşılmada, bütün düğümler
çözülmede…
Seni dünya
metalarına, beşeri ilgilere
çağırıp duran cazi- beye ‘gerçek aşk’ deme!
Geçici bir
hevesten başka bir şey olmayan bu meyiller, ancak aşkın köpüğü sayılabilir ki
insanı yaptığı işe, tuttuğu yola bağlamaya yarar.
Herkesin aşkı farklı ufuklara
çeker.
Mecnun Leyla’nın
aşkıyla yanıp tutuşurken Ona kavuşmak için yollara
düştü.
Bir müddet, aklı başında
Leyla’nın iline doğru yola devam etti. Deve sırtında coşkuyla yol alırken
Leyla’yı düşünmeye daldı;
Böylece kendini
unuttu, Sırtına bindiği deveyi
unuttu, Yolu unuttu, çölü unuttu;
Baştanbaşa Leyla kesildi gitti.
Mecnun Leyla’nın hayalinde kendinden geçmişken o sıra- da deve köydeki
yavrusunu hatırladı, gerisin
geri döndü. Der- ken, Mecnun saatler sonra kendine
geldiğinde devenin köye döndüğünü anladı.
Devenin yönünü yine Leyla’nın
iline doğru çevirdi Bu, hâl bu şekilde çok sürdü.
Mecnun yola düşer düşmez
Leyla’yı hayal etmeye
dalar; Böylece kendinden geçer,
Deve de köydeki
yavrusunu hatırlar, gerisin geri döner. Sonunda Mecnun: “Bu deve başımın
belası, aklında baş-
ka sevda bulunan yol düşmanı.
Onun sırtındayken Leyla’ya kavuşmam imkânsız çünkü
devenin arzusu geride benimkiyse ileride…
Ben ve o hedef konusunda ayrılıyoruz. En iyisi yola tek
başıma çıkmalı.
Varacaksam Leyla’ma meşakkatle de olsa kendi başıma
varmalıyım.” deyip atladı devenin sırtından.
Ve feryat ederek yollara düştü…
Aşk, herkesi mahiyetine göre, bir yöne doğru çeker durur. Aşk, herkese
gönlündeki tutku ve iştiyak ölçüsünde
he-
defler yükler durur.
Allah (c.c.)
bağlılarının aşkı, bütün dünya ilgilerinin, me- yillerinin ötesindedir.
Allah (c.c.)
bağlılarının aşkı, ne yavruya, ne bir gözleri ahuya, ne toprağa, ne mala mülke
bakar.
İlahî aşk,
manevî devlet, lütuf ve ihsandır. Bu aşk, gönül ferahlığı getirir.
Bakırı altın
eyleyen sır bu aşktadır.
Gökyüzüne kapılar
açma yolu, yordamı
bu aşka bağış- lanmıştır.
Bu aşkı bulan, bu aşka sığınan bütün sınırlardan, korku-
lardan, tehlikelerden, geçici-niteliksiz şeylerden, bayağılıklar- dan korunmuştur.
“Bedenin değeri candandır; canın değeri sevgilinin ışı-
ğından.”
Sevgili,
dünyadan göçüp gittikten sonra da onun hayali, anlamı gönlünden silinmiyorsa
demek, seni kendisine bağla- yan şekil değil, ruhtur.
Bir zaman sonra gözden ırak olan, gönülden de ırak oluyor. Gönlü dolduran sevgi azalmaya başlıyor.
Ama senin
gönlündeki sevgi gider bir başka hedef bulur. Dünyada mala, şöhrete, insana yönelen sevgi yön değiş-
tirebilir.
Önemli olan,
hiçbir şekle, hiçbir geçici maddeye bağlı ol- mayana bağlanmaktır, ona gönül
düşürmektir.
“Ebedî olarak baki kalan ancak aşktır.
Bundan başkasına
gönül verme, hepsi eğretidir.
Ne vakte kadar fani olan, ölü sayılan sevgiliyi
kucakla- yacaksın?
Öyle bir canı
kucakla ki, ona son yoktur. Baharda doğan şey, gül mevsiminde ölür. Aşk gül bahçesinde bahardan
imdat yoktur.
Aşk çiçeklerinin ilkbaharının yardımına
ihtiyaçları bulu- nur mu?”
Allah
gariplerinin aşkı, bir şekil, renk aşkı değildir; bu yüzden dünyada hep bîkarar
gezer dururlar Allah garipleri.
Asıl ötelerdedir gözleri onların, cisimlerinin arık olduğu- na
bakmayın onların, gönülleri yüzlerce kanat edinmiştir de İlahî lütuf göklerinde
hep seyrandadırlar.
Celaleddin, aşk garibi, aşk yolcusu…
Bir bir geçecektir yeryüzü duraklarını, her bir durak gönül ufkunda perdeler aralayacaktır.
Celaleddin geldi aşk geldi
onya,
Celaleddin’in konağı, Konya aşkın durağı. Celaleddin gelir, Konya yeni bir
renge bürünür.
Kokusu, tadı, anlamı başkalaşır
her şeyin.
Aşk
yağmurlarıyla baştanbaşa yunup arınır Konya.
Hak âşıklarının varlığı,
bulundukları mekânı aziz eyler.
Irmak artık kendi yatağında akacak,
Sonsuzluk yurduna gönül tahtları
kurulacak.
“Aşk geldi,
Damarımda, derimde kan kesildi.
Beni kendimden
aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini
sevgili kapladı. Benden kalan
yalnız bir ad, ötesi hep O.”
Celaleddin, aşk otağı kurmaya
geldi.
Çağlamaya
başlayan bir gönülle, deniz olmaya geldi. Ama aşka ibadet gerek, riyazet gerek.
Her şeyin başı;
tahammül, sabır gerek. Akıldan geçip kırık bir gönle talip olmak gerek.
Aşık,
şaşkınlığı yol bilir, Mecnun’ca sefer eyler. Gönlü yokluğa meyleder, dili aşkın hâllerini
söyler.
Her şey yolunca yordamınca, Her şey tadınca kıvamınca.
Aşk tez
canlılığı, sabırsızlığı kaldırmaz… “Dama, basamak basamak,
merdivenle çıkılır.
Tencereyi yavaş yavaş ustaca kaynatmak gerek, der; deli- ce kaynayan yemekte iş yok.
Allah’ın, gökleri
bir kere, “ol” demekle yaratmaya gücü mü yetmezdi?
Peki, niye
yaratışı altı gün sürdü? Çocuğun yaratılışı neden
dokuz ay?
Çünkü yavaş yavaş
iş görmek, o padişahın
âdeti.” Sabırdır, aşkı gerçek aşk eyleyen!
Celaleddin aşk harmanında hamken pişmeye yürüdü, yanmaya doğru sefer eyledi.
Her şey, zamanında, tadında,
kıvamında...
Hikâye
Müridin biri çok sabırsızdı.
Aşk denizinde bir an önce sefere çıkmak
istiyordu. Bir an önce İlahî esintiye kapılıvermek.
Sabırla, çileyle
varılan yere.
Göz açıp kapayıncaya kadar sıçramak istiyordu.
Ama Allah, bir
sabır sınanmasından sonra bizi yeni mer- halelere erdiriyor
Bir bebekken
anne sütüdür yalnız
azığımız, Aylar geçtikçe dünya nimetlerini tadarız
da, Aklımız, duygumuz gelişir.
Her şeyi yeri
ve zamanı gelince edinmeye bakarız, Böylece maddi, manevî inkişafımıza pencereler açılır.
Böylece akıl makamına, gönül makamına ulaşırız.
Önceleri başka azıklarla oyalanırız da,
Daha sonraları kalp ve aklımız,
bizi yücelere ağdıracak azıklar arzular.
Bu arzularımız çevresinde çabalayıp şevklendikçe önü-
müze yeni yeni merhaleler açılır.
Aşk denizinde de dalga dalga perdeler, mesafeler vardır. Birini
aşmadıkça diğerine erilmez.
Ve her varışta yeni perdeler, yeni pencereler… Sadede
gelelim,
Bu sabırsız
adamı bir gönül
ehlinin yanına getirdiler. Bir bakışın, içinde bir
kıvılcım olduğu,
Bu kıvılcımın içteki cevherleri tutuşturduğu meclislerden bir meclis kurulmuştu.
Gönül ehli, o
gün az konuştu, Az
konuştu da bu az konuşmak,
Uzun bir mektebin bir talebeye sağlayacağından daha bü- yük te’sir etti.
Sonunda da sözünü şu meselle bitirdi. Balık oltaya takıldıktan sonra
Balıkçılar, onu
bir hamlede sudan çekip çıkarmazlar. Oltanın
çengeli balığın boğazına
girince onu usulca çe-
kerler,
Az az çekerler de sonra bırakırlar. Bu hareketi defalarca tekrarlarlar.
Bunu, kanı aksın, balık bitkin hale gelsin, gücünü kay-
betsin de,
Sert bir hamleyle, oltadan
kurtulmasın diye yaparlar. Aşk oltası da bir insanın
damağına takılınca,
Pis kanların
azar azar akması,
Ve insanın
gaflet halinden güç kaybetmesi,
Hizaya gelip
ehil biri haline gelmesi için Allah onu yavaş yavaş çeker,
Yavaş yavaş çeker de aşk boyasıyla boyar onu. Yoksa
gaflet halinin yadırgamasıyla
Ölçüye, hesaba sığmaz bir ihsanı reddetmesi Onun için ne büyük bir
nasipsizlik olur!
Sabırsız adam duydu
duyacağını Artık sabırla,
çileyle varılacak menzile Bedelsiz varılamayacağını anladı
da Yolu, yordamı gözetmeye durdu…
Her neyi
seversen, her neye yönelirsen sabırla, temkinle yürü.
Sevdiğin, yöneldiğin, seninle mezarın ötesine
gelecek mi, ona bak.
“Dünyada neyle neşeleniyor, seviniyorsan o sevinç çağın- da, ondan ayrıldığını bir düşün.
Senin sevindiğin şeyle çok kişiler sevindi fakat sonunda o şey, ellerinden
çıktı, yel gibi esti gitti. Senin elinden de çıkar; ona gönül verme, o senden
kaçmadan önce, sen kaç ondan.”
Sen ondan kaç,
kaç gerçek sevincin ufkuna yönel. Gerçek dostun bağına gir, gerçek sevgilinin
vuslatına er…
Aşk’ın kılavuzları dostları
lk kılavuz,
Alimler Sultanı Bahaeddin
Veled.
Mâna
yolculuğunun ilk üstadı, tasavvuf hakikatlerinin, mavera sırlarının ilk
rehberi.
Bahaeddin
Veled’in, Belh’ten Konya’ya uzanan uzun hic- ret yıllarında, manevî ve ilmî kimliği
sayesinde önünde maddî kapılar gibi, gönüllerin kapısı da
açılıyordu.
Selçuklu
Sultanı Alâeddin Keykubat, büyük bir dünya saltanatına sahipti; ama onun
gönlüne de Bahaeddin Veled sultan olmuştu.
Yürekten ilgi, büyük saygı, Sultan’ı maddî yüceliğiyle bir- likte Baha Veled’in rehberliğinde,
manevî bir güce de sahip kılmıştı.
“Gönlü aydın birine kul olmak, padişahların başlarına taç olmaktan
yeğdir.”
Hikâye
Bir padişah bir
dervişle iyiden iyiye dost olmuş,
Onun gönlüne
giden patikalardan kendine
bir yol bul- muştu.
Sık sık onunla görüşür,
dervişin nefesiyle soluklanırmış. Ama hep ötelere dikermiş
bakışlarını.
Daha büyük
mânâlara iştiyak duyarmış padişah.
Nihayet bir gün dayanamamış,
Meramını
anlatmaya karar vermiş dervişe: “Biricik dostum ne olur, sen Allah’ın
huzurunda,
Allah’ın tecellisine ve yakınlığına mahzar olduğun anlarda, O tanıma sığmaz mânâ sofrasında kalbinin dünyadan ta-
mamen sıyrıldığı,
Coşku ve cezbe
anında birazcık da beni hatırla. Böylece benim kalbime
daha gür ilhamlar
aksın Daha bir besleneyim Rabb’imin sofrasından…”
Derviş: “Ey kalbinde ukba çiçekleri açan âlem padişahı, Uyanık dostum!
O, büyük
huzurda, güzelliğin güneşi bana vurduğunda, Ve kalbim İlahî aşkın alevleriyle
kuşatıldığında,
Ben kendimi bile unutuyorum da seni nasıl hatırlayayım!
Yalnız, Allah,
bir kulunu seçip onu kendi varlığında yok ederse,
Ve beden perdesinden sıyırıp can elbisesi bağışlarsa,
Onun eteğine
yapışıp ondan dilekte bulunanlar, mutlaka hatırlanır,
Mutlaka ‘nasipliler’ meclisine alınır, hiç endişen olmasın.” Sultan Alâeddin Keykubat’ın, gönül rehberi, Bahaeddin
Veled için söyledikleridir:
“Heybetinden
gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum.
Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor.
Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan
kor- kuyorum; ya Rabbi, bu ne hâl?
İyice inandım
ki o, cihanda nadir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur.”
Allah dostu mânâ ve gönül sultânı
Bahâeddin Veled, 24 Şubat,
1231 tarihinde Cuma günü kuşluk vaktinde ebedî âleme göçtü.
Geriye Muhammed Celâleddin gibi bir hayırlı
oğul
ile Ma-
arif gibi nadide bir eser bıraktı.
Maarif ki marifet, irfan pınarı, Mevlana
Hazretleri’nin gö- nül gıdası…
Seyyid Burhaneddin hazretleri
şk, yirmi dört
yaşındayken, babasının vasiyeti, dostla- rın ve halkın ısrarları ile babasının
makamına geçti.
Bir yıl kadar yalnızdı.
Babasının ölümü, mürşitsizlik, iç dünyasında uzun yol-
culuklar başlattı.
Nihayet Seyyid
Burhaneddin Hazretleri Konya’ya
teşrif ettiler.
Seyyid Burhaneddin, büyük bir mâna ufku, mavera
sırla- rının üstadı, kâmil mürşid.
Bundandır ki ‘Seyyid Sırdan’
denirdi kendisine.
Seyyid Burhâneddin, çocukluğundan âşina olduğu Celaleddin’e:
“Bilginde eşin yok, seçkinsin.
Ama baban
hâl (manevî makam)
sahibiydi; sen de onu
ara, kalden (sözden) geç.
Onun sözlerini iki elinle kavramışsın fakat benim gibi onun hâliyle de sarhoş ol.
Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihana ışık saçmada
güneşe benze.
Sen zahiren
babanın mirasçısısın; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy.” der.
Aşk, yeni hocasının rehberliğine teslim.
İçten duygularla bağlandı üstadına.
Tam dokuz yıl, sürdü bu beraberlik.
Celaleddin, gerçek aşkın sularına
ermek için ibadet,
riya- zet, sohbet yolculuğunda.
Beden bakımından meşakkatli; ruh ve gönül bakımından donatıcı, olgunlaştırıcı bir
yolculuk.
Celaleddin,
kendisini ‘Mevlana’ eyleyecek manevî iklim- de olgunlaşıp piştikçe varlığını
kuşatacak aşk iksiri saflaşıp çoğalmakta.
Şeyh Selahaddin Zerkûb
şk’ın müridi ve halifesi.
Tam bir sohbet
ve gönül ehli. Nefis terbiyesinde, sadakatte örnek.
Taşkın bir denizi hatırlatan iç dünyası, niyaz yoluyla elde ettiği yakin ilimleri…
Kuyumculukla
uğraşan Selahaddin Zerkûb, güvenilir bi- riydi; az konuşur, öz konuşurdu.
Aşk’ın Zerkûb’la
ilgili sözleri:
“Adı Salahaddindir, o, yedi kat göğün ve yedi kat yerin
kutbudur.
Allah’a erişmiş
kuvvetli bir kâmildir. Onun bakışı taşa ka-
biliyet verir.
Güneşin nuru,
onun yüzünün nurundan utanır. Kim onu görse gönül eri olurdu…
Ey dostlar, benim yanımdan gidin;
Sırrıma mazhar olan Salahaddin’e başvurun, o kâmilin etrafında toplanın!”
Hüsameddin Çelebi
okuz yıl,
Mevlana Hazretleri ile birlikte olmuş, gerçek bir gönül insanı.
Edepte, takvada, riyazette örnek.
Daima az-öz
konuşur, düşkünlere, yoksullara karşı has- sas ve cömert.
Hüsameddin
Çelebi, Mevlana’mızın ifadesiyle “Hak Zi- yası”, Mesnevi’nin yazılmasına,
genişleyip zenginleşmesine vesile olmuştur.
Bundandır ki Mesnevi, Hüsameddin Çelebi’ye iltifatlarla doludur:
Bunu iyi dinle
ey Hüsameddin, senin bahtın bir çocuk doğurmadıkça kan, tatlı süt olmadı.
Hakk’ın ziyası
olan Hüsameddin, binmiş olduğu
himmet atının dizginini göklerin
yücesinden geriye çevirince bizim de Mesnevi’yi nazmedip
okuyarak onu karşılamamız lâzım geldi. Zira o
hakikat miracına gitmişti. İnsanları irşad etmek için onun himmet baharı gelmedikçe bugün kalbinizin gülistanın- da Mesnevi goncaları, mana ve
hakikat çiçekleri açılmadı.”
“Ey benim ruhumun dostu, Mesnevi’deki sözlerden
mak- sadım senin aşkının
sırrıdır. Mesnevi’yi nazmedip
yazmaktan maksadım güzel sesini dinlemektir. Zira bence senin sesin
ilâhî bir sestir. Evet âşık -hâşâ- maşukundan hiçbir vakit ayrı olmaz.”
“Ey gönüllerin
hayatı Hüsameddin, mânâları açıklamak üzere Mesnevi’nin altıncı
cildini yazmak için gönlünden pek
büyük bir arzu
coşup taşıyor. Bir ismi de “Hüsamname” olan bu
Mesnevi, senin cezben
sebebiyle dünyaya yayıldı,
elden ele geziyor.
Ey mânâ eri,
mânâya dair olan Mesnevi tamamlanmak üzere; altıncı cildini sana layık
olduğundan, mânadan ortaya çıkarıp sana hediye olarak sunuyorum.”
Sürekli, ruhanî
zevkin ufuklarında cevelan eden Hüsa- meddin Çelebi, üstadına derin bir saygı duyardı. Ona karşı öyle bir edep tavrı gözetirdi
ki hiçbir zaman pirinin kullandığı helâyı
kullanmaz, karda-kışta bile ihtiyaç için evine gider gelirdi.
Üstadının dizinin
dibinde edeple oturur,
onun gönül ikli- minde soluklanırdı.
Bu ruh ve gönül
yolculuğundandır ki Hüsameddin Çele- bi, Sultan Veled’den önce -Sultan Veled’in
ısrarıyla- halifelik makamına geçti.
Bu görev on iki yıl sürdü.
Her fani gibi
Hüsameddin Çelebi de dünya yolculuğunu tamamladı.
On iki sene
ayrılıktan sonra biricik üstadı Mevlana’ya kavuştu.
Sultan Veled hazretleri
ipehsalar Feridun
bin Ahmed’in ifadeleriyle: İlimde sahili olmayan bir deniz, maarif ve kudsi hakikatlerde benzer-
siz;
müşkülleri, karışık rumuzları çözmede eşsiz zekâ sahibi; hak sırlarının
müstağrakı…
Mevlana
Hazretlerinin büyük oğlu Sultan Veled, doksan altı yıl yaşamıştır.
Şemseddin
Tebrizî hazretlerinin dualarına mazhar olan bu mânâ eri, babasının gönüldeşi
olan Şems’in en büyük ko- ruyucusu.
Sipehsalar
Feridun Ahmed’in onun için yazdığı şiirden: “Ey Allah’ın nazlı mehtabı,
nesin sen? Hayret,
senin te-
miz ruhunun nuruyla nice nice can gözü aydınlanır.
Senin yüzünün
yansımasıyla kudsilerin levhi
baştanbaşa aydınlanır.
Ey mânâ güneşi,
senin temiz göğsünden yansıyan nur- larla karanlık geceler
içinde hidayet yıldızları parlıyor. Onları öyle
parlatıyorlar ki, teker teker saymak bile mümkün.
Gönlü aydın
âriflerin aklından geçmeyen herhangi bir kudsi hayal varsa; o senin gönlünde
bütün incelikleriyle tek tek apaçıktır.
İnkarcı nerde ise gelsin de ben ona senin kemalinin yüce- liğinden yüzlerce parlak delil
göstereyim…”
Arif Çelebi
ultan Veled’in
büyük oğlu, Çelebi
Celaleddin Feridun, Arif lakabıyla tanınmıştır. Dünyaya teşrif ederken, dedesi Mevlana Hazretleri onu tekkeye getirdiler, semadan sonra dua edip
ona kendi adlarını verdiler.
Sonra da “Arif” diye çağırdı-
lar. Bu içten çağırış,
onun “Arif” diye anılmasını sağladı.
Sultan Veled hazretlerinin vefatından sonra Arif Çelebi atalarının velayet tahtına
oturdular.
Arif Çelebi,
mânâ ve hakikat ehli; cömert, yumuşak huy- lu, mütevazı bir ilim ehli.
Arif Çelebi
vefat ettikten sonra
kardeşi Abid Çelebi
onun yerine geçer.
Aşk’ın dostları, müritleri, öğrencileri zincirin
halkaları gibi insicamlı sıralanır gider de biz asıl meseleye dönelim.
Aşk’ı, aşkın yörüngesinde dalgalanıp duran gönül işti- yaklarına eğilelim.
Bu ruh madenini, bu insanlık incisini
sesiyle, nefesiyle,
coşkusuyla anlamaya çalışalım.
55
Mekânsızlık Bağdat’ı
ünün birinde
Bağdat’tan bir şeyh geldi Konya’ya. Alimler, fazıllar ziyaretine
gittiler, onu iyi ağırladılar,
saygıda kusur etmediler.
Mevlana
Hazretleri, müritleriyle birlikte Meram Mescidi’ndeydi.
Şeyh,
etrafındaki Konyalı irfan ehlinin duyacağı şekilde:”Acaba, Mevlana Hazretleri
benim buraya geldiğimi duymadılar mı, ziyaretime gelmediler? Bir memleketten başka bir
memlekete gelen, ziyaret edilir.” dedi.
O sırada Aşk, talebeleriyle sohbet ediyorlardı. Birden sö-
zün yönünü değiştirdiler: “Ey kardeş, gelen biziz, sen değil- sin. Senin
gibilerin bizi ziyaret etmeleri gerekir.” dediler.
Meclistekiler şaşırdılar kime hitap ettiğine Aşk’ın.
Daha sonra hikemî seslenişe açıklık getirecek bir soru be- lirdi: “Biri Bağdat’tan geldi, öteki
kendi ev ve mahallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek daha iyi olur?”
Oradakiler:
“Bağdat’tan geleni ziyaret etmek daha iyi olur. Onu ziyaret edip ağırlamak
vaciptir.” dediler.
Aşk’ın cevabı:
“Hakikatte biz, mekânsızlık Bağdat’ından geldik. Bu şeyh ise bu dünyanın bir
mahallesinden geliyor. O halde, o bizi ziyaret etmelidir.”
Sonra şu şiir
akmaya başladı: “Biz, Mansûr’un “Ene’l- Hakk” demesinden ve darağacına
çekilmesinden çok evvel, ruh âleminin Bağdat’ında “Ene’l-Hakk” demişlerdeniz.”
Bu anlatılanlar
şeyhe ulaştırıldı. Şeyh, hikmeti anladı, gönlündeki hâkim meyle uydu, kalkıp
Aşk’ı ziyarete gitti. Bir çay, gümrah bir ırmakla buluşunca mekânı şu sözler
yankı- landırdı: “Babam, ‘ne yap yap, demirden çarık giy, eline de- mir asayı
al, Mevlana’yı aramaya git; o ulu kişinin sohbeti canlara can katar’ demişti.
Şimdi anlıyorum ki babam eksik söylemiş.”
“Arif, her
solukta padişahın tahtının ayakucuna dek yü- rür gider.”
“Coşkun
kişilerin ayak izleri, başkalarının izlerinden ay- rıdır; hemen belli olur.”
Tebrizli Şems
“ ebrizli Şems
devlet kuşu, Padişahın kutluluk göğünde
Yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”
Şems, Mevlana’yla buluşuncaya kadar mânâsı örtülü
kalmış pir.
Sözü, yerinde
ve zamanında söyleyen hâl ehli. Kelamı ve nazarları
deryalar coşturan Hak dostu.
İsmiyle müsemma ışık eri.
“Şems” güneş demek, güneş, Rabb’in varlıklar
âlemine akseden ışığından bir huzme.
Şems, bir nazar
eyledi, Celaleddin’i Mevlana eyleyen sır- rın kapısı aralandı.
Bir nazar eyledi, arayış iklimi ruhtan yana, gönülden yana ufuk değiştirdi.
Bir nazar
eyledi, bakışın, duyuşun, sezişin beti benzi sa- rarıp soldu.
Şems, Tebrizlidir. Evi Tebriz’dedir; ama hep sefer halin-
dedir.
Bir tüccar kıyafetinde zahiri ticareti perde yapıp gönlü- nün dengini, ruhunun âhengini
aramadadır.
Onun asıl derdi manevî
ticaret.
Bilinip
tanınmayı sevmez, hep kuytulardadır. Sırrından
birazcık haberdar olanlardan hemen kaçar. Güneş yücelerdedir.
Çok uzaklarda olması aydınlatmasına engel
değildir.
Hatta daha
yakın olması yakar kül eder dünyayı, ışığıyla kör eder gözleri.
Güneşin enerji,
yakıt derdi yoktur.
Rabb’in tükenmez
hazinesinden alır gıdasını. Hep uyanık, hep ışıltılıdır.
Rabb’in hazinesinden beslenen Allah dostları,
güneşten daha parlak, daha uyanıktırlar.
Şems, az yer,
az uyur. Açlık, Allah azığıdır ona.
Uykusuzluk manevî uyanıklıktır.
Bu hâlinden asla vazgeçmez.
Bir ara, arayış gönlünü bîkarar eyleyip dururken Şam’da
kaldığı odadan haftada bir çıkar,
bir kelleciye gidip yağsız kel- le
suyu içer. Bir hafta boyunca
bununla yetinirdi. Kelleci
onun riyazet maksadıyla böyle az yediğini anlamış, son gelişinde ona lezzetli
bir yemek yapıp ikram etmişti. Şemseddin, riyazet
sırrının çözüldüğünü anlayınca
elini yıkamak bahanesiyle dı- şarı çıkmış ve şehri terk etmiş.
Anlatılır ki
Şemseddin Tebrizî hazretleri tecelliyle kendinden geçtiği vakitler,
Dayanılmaz hâlin biraz hafiflemesi için kendini bir işe
verirdi.
Tanımadığı kimselerin tarlasında, bahçesinde çalışır,
bir ücret almadan kaybolur giderdi.
“Adı andın mı
yürü, o adı taşıyanı ara; Ayı yücelerde bil, su içinde arama.
Addan, harften geçmek istersen kendini, kendinden
ter- temiz arıt.”
Alem bir gayret meydanıdır.
Her şey bu meydanda
dengini arar durur.
Susamış, suyun;
su, susamışın peşindedir.
Toprak ne kadar
yağmura iştiyaklıysa, yağmur da o ka- dar toprağı ister, arzular.
Toprağın anlamı
suyla belirir, suyun anlamı toprakla… Allah,
canlı-cansız her varlığa
dengini arayıp bulma mey-
li, iştiyakı
bağışlamıştır ki bütün görüp yaşadığımız maddî- manevî bereketli oluşumlar,
kıvamlar gerçekleşiyor.
Arı çiçeğe
doğru kanatlanır, çiçek arıya kucak açar. Tohum toprağa sığınır, toprak tohuma
annelik eder.
Bütün cılız
sular ırmağa doğru
seğirtir, böylece canlılara hayat olan gümrah ırmak coşar…
İnsan için de
bu böyledir. Allah (c.c.) her insana nasibi, gayreti, yeteneği ölçüsünde
iştiyak, yöneliş gücü bağışlar.
Böylece herkes gönlünün meylettiğine doğru bir yürüyüş- tür tutturur gider.
Şemseddin’in
ilk vatanı Tebriz olsa da gönül dengini bu- rada bulamayınca bir kararsızlık, bir susuzluk, onun arayışını
derinleştirir.
Tebriz’de bağlı bulunduğu şeyhinden alacağını alır, kuşa- nacağını kuşanır, artık bu liman bu
gemiye dar gelir olmuş- tur.
Bir rivayete
göre üst üste rüyalar görür: “Senin gönlünün dengi, ruhunun âhengi, Rum
diyarındadır.” sesi yankılanıp durur kulağında.
Yollara düşer,
hiçbir limanda karar eyleyemez. Gerçek müridini, aynı zamanda mürşidini arar durur. Yıllarca
dolaşır, zamanın arifleriyle görüşür.
Mânâ ikliminde
burçtan burca kanatlanır. Bundandır ki kendisini
Şems-i Perende diye anarlar.
Burçtan burca kanatlanan Şems, ruh dengini
bulama- maktan dertlidir.
Bir gece kendinden geçmiş,
heyecan, coşku, dorukta.
Tecelli meltemleri gönlüne esip durmada, kendinden geç- miş Şems
yalvarıp yakarmada: “Ey Allah’ım! Kendi örtülü sevgililerinden birini bildir
bana.”
Yakarış öyle
içtendir ki, Belhli Sultânü’l-Ulema’nın oğlu Muhammed Celaleddin ismi kendine
ilham edilir.
Şemseddin’in duası
kabul olmuştur, gönül
pınarı, aradığı bahçeyi
bulmuştur.
Aşk, Seyyid
Burhaneddin’in izniyle fıkıh,
tefsir, usûl ders- leri için Halep’e gider.
Halaviyle
Medresesi’nde fıkıh, tefsir, usul dersleri… Burada tahsilini tamamladıktan
sonra Şam’a geçer. Şam’da ilim tahsili, ilim meclisleri, muarefe, mükaşefe…
Dört yıl geçer.
Bir gün
kalabalığın arasından biri Aşk’ın elini yakalar ve öper: “Dünyanın sarrafı beni
anla.” der, kaybolur.
Mânâ göklerinden peteklenmiş anlık bir bakış, Aşk’ın
gö- nül evini hareketlendirmiştir.
Bu anlık buluşmadan tam sekiz yıl sonra asıl vuslat
Konya’da gerçekleşecektir.
Bu bakış, Celaleddin’in gönül evine nüfuz etmiştir.
“Hem canımı
çiğnedi benim o hem bedenimi
çiğnedi.
Gönlümü bağladı
benim o.”
Bu zamana kadar
bütün zahirî ilimleri tahsil etmiş Mu- hammed Celaleddin, şimdi mânâ âleminin yolcusudur.
Sekiz sene
sonra görüşmek nasip olacak olsa bile gönül toprağına serpilmiş bir ‘nazar’ tohumcuğu hükmünü icra et-
meye başlamıştır.
“Sendeki bu yan bakış, başka bir nurdandır.
Sendeki, bu
düşünceler, başka bir hâle, başka bir merte- beye geçişindendir.
Ağız oynatarak
yutkunman, onun tatlılığından ise de, Zevkle el çırpışan
başka bir sevdadan,
başka bir coşkun-
luktandır.”
Zahirî ilimler
deryası Celaleddin, şimdi mânâ ufkuna ka- natlanmadadır.
Artık, aşk;
baştan ayağa tutku ve coşku kesilmiş, damar- larına yürümededir.
Gönlün aşk iklimine susuzluğu
artıp durmadadır.
Bu susuzluk,
kabarıp köpürdükçe etten, kemikten ibaret beden baştan ayağa gönül
kesilecek, ruh ikliminin kulu kölesi olacak.
“Bir aşk ki,
balçıktan yaratılmış olan şu cansız bedenimiz,
onun sayesinde hayata kavuşuyor,
Bu aşk neden bu kadar güzel bu kadar tatlı?
Bu aşk acaba
bizim bedenimizin içinde mi, yoksa dışın- da
mıdır?
Tebrizli, Hak Şemsi’nin bakışında, görüşünde midir?”
Halep-Şam ilim seferi yedi yıl sürdü.
Konya, daha bir donanmış,
gönlüne aşk tohumları
serpil- miş Mevlana’yı kucakladı.
Mevlana, yeni bir iklimin
insanı,
İlimde, irfanda,
eşsiz bir duyuş, bakış
sahibi, Konya’yı yeni edasıyla
selamladı.
Şimdi sıra nefis terbiyesinde.
Seyyid
Burhaneddin’in arzusuyla az yemek, az uyumak, bütün zamanları ibadetle
doldurmak vakti.
İbadetin arıtıcı,
diriltici, donatıcı mevsimindedir Aşk. Yani çile günleri… Üç defa üst üste çile çıkarırlar…
Bu çileler ona biraz daha gönül iklimine yakışır hâl ka- zandırır.
Ama Süleyman
var Süleyman’dan içeri. Her âlemin ötesinde âlemler vardır.
Bütün âlemlerin
kıblesi âlem vardır.
Alemlere padişah kesilen âlemler içre bir âlem vardır.
Seyyid
Burhaneddin hazretleri, talebesinin irşada hazır olduğuna kanaat getirir.
Şüphesiz
öyledir; ama Şems’in nazarı yeni bir iklim baş- latacak.
Yepyeni bir bahara nüvelik eyleyecek.
Seyyid Burhaneddin bu vakitten sonra görevinin bittiğini düşünür, Kayseri’ye döner.
Burada bin iki yüz kırk iki sene- sinde vefat eder.
Mevlana, babasının makamına geçer.
Yüzlerce talebe, binlerce mürit… Böylece beş yıl geçer…
Gerçek aşk tohumlarının gün yüzü görme vakti gelmiştir ki gönlüne esen ilham meltemi
Şems’i Konya’ya çeker.
İki deniz birleşiyor
irmi dokuz kasım, bin iki yüz kırk dört; günlerden cu- martesi.
Bir Konya sabahı; iki denizin birleştiği gün.
Gönlün gönle, ömrün ömre, ruhun ruha, mânânın
mânâya eklendiği gün.
Muhammed Celaleddin otuz sekiz, Şemseddin Tebrizi alt- mışlı yaşlarında.
İlahî aşk, iki gönlü birleştirdi.
Bir köşeye çekildiler, biliştiler, hâlleştiler.
İlahî ilhamlar, sohbet sofrasını zenginleştirdikçe iki gönül yeni mertebelere çıkıyordu.
Sultan Veled’in
sözü: “Ansızın Şems gelip ona ulaştı; ona mâşûkluk (sevilen, sevgili olmanın)
hâllerini anlattı, açıkla- dı. Böylece de sırrı yücelerden yüceye vardı. Şems, Mevlânâ’yı
şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki, ne Türk gördü o
âlemi ne Arap.”
İki gönül
birleşince yeni âlemler
doğar, yeni ufuklar
beli- rir, yeni makamlar uçlanır.
Sohbet sofrası
açık. Sonrası uzun sessizlik…
Sessizlik sessizliğe eklendikçe gönül, gönülden
gıdalanır. “Bizim
sözümüz, sustuğumuz zaman daha da açık
anlaşılır;
Çünkü istek,
men edildikçe daha da artar.” Sustular, susuşları mânâ iştiyakı biriktirdi.
Acizler, sesle, sözle oyalanır; onlar bir başka yol buldular. Gönlü
sessizlikle yıkadılar.
Ruhu murakabeyle doyurdular.
Muhammed Celaleddin’in gönlü sohbetle, sessizlikle yı- kandı.
Kitapların göstermediğini, satırların öğretmediğini “öte” buudlu nazarlar
talim ettirdi.
“O, bir seher
vakti elinde meşale olarak geldi. Gönlümü ateşe
verdi. Sonra onu aldı, göklere
yükseldi.
Ey aşk ateşi ile tutuşturduğu gönlü alıp götüren
aziz var- lık; canı da al göğe
ulaştır.
Gönlü yalnız bırakma!”
“Aşıklara, dokuz gök de kul köle olsun!
Aşıkların devleti,
mutluluğu ebedî olarak yaşasın!
Aşıkların bağları, bahçeleri hazan görmesin!
Daima yemyeşil,
ter ü taze kalsın!
Aşıkların
güneşi batmasın, her zaman parlasın dursun! Ebedî
aşk sakisi,
kıyamete kadar elinde kadehi bize
gelsin!
Gönül bülbülü, ebedî olarak mest olsun, can tütîsi daima
şekerler yesin!
Can kuşum, aşka doğru uçmazsa kanadı kopsun, kırılsın! Aşk, beni ağlarken gördü de
güldü.
Dilerim bütün
dünya, bu gülüşler
yüzünden gülüşlerle dolsun,
dünyada ağlayan kimse kalmasın!
Bütün insanlar,
iyi kötü herkes gülsün, neşelensin!
Ey aşk,
kardeşincesine yakına gel, bize candan gönülden yaklaş!
Yabancılar gibi uzaktan selamı bırak!”
Himmet sahibi erlerin canları
dünya sevdalılarından giz- lenmiştir.
Gizli âlemin sırları ancak gönül ehline bildirilmiştir.
İnsan soyunup O’nun
huyuyla ‘huy’landıkça, sırlar deni- zine yelken açar.
Aşk Sofrası
“ öz söyleyen
olgun er, sofra döşemiş adama benzer; sof- rasında her çeşit aş bulunur.
Hiçbir konuk aç kalmaz,
azıksız kalmaz; herkes,
ayrıca sevdiği yemeği bulur.
Hani Kur’an gibi... Anlamı yedi kattır;
ileri gelenleri de doyuracak yemek vardır onda, geri
kalanları da.”
Bu ilk birliktelikte, Selahaddin Zerkubî’nin hücresinde
altı ay kaldılar.
Açlıklarını sessizlikle, susuzluklarını sohbetle giderdiler.
Hücreye çeşitli
hizmetler için Şeyh Selahaddin Zerkubî giriyordu yalnızca.
Altı ay sonunda güneş bambaşka iki ruhu aydınlatıyordu. Sema’a ilk teşvik bu
buluşmada oldu.
Sema’nın keyfiyeti, hikmetleri bir bir anlatıldı.
Altı ay sonunda dışarı
çıktılar; ama başka
bir gönül, bam- başka bir ruhla.
Bundan sonraki vakitlerin çoğu özel sohbetlerle geçti.
Böyle olunca müritler ona hizmetten uzak kaldılar. Eskisi gibi kendileriyle sohbet edilmez
olur. Bu da bir burukluğa, ile- riki vakitlerde kıskançlığa yol açtı.
Müritler tahammül eder etmesine de niyeti bozuk olanlar boş durmazlar.
“ Kuşluk
vaktinin kuşları o güneşin ışığına dayanamıyor; gece kuşları onu görmeye nasıl
heves edebilsin?”
69
Âşık mâşûku mâşûk
âşığı arar
orarlar ki; kim kimi
aradı, kim kime gönlünü açtı.
Kim kime gönül bağladı, kim kimden renklendi, kokulandı. Toprak mı
yağmura, yağmur mu toprağa muhtaç?
‘Susuz suyu
arar da su da susuzu aramaz mı?’ Şems, Mevlana’ya Mevlana da Şems’e susamıştı.
Mevlana, Şems’teki mânâ madenine muhtaçtı.
Şems de Mevlana’daki mânâ susuzluğuna.
Aşık, bir
yanıyla âşık; bir yanıyla mâşuk. Mâşuk, bir yanıyla mâşuk; bir yanıyla âşık.
“Dilberler, yani manevî güzeller âşıkları, canla başla ararlar. Bütün mâşuklar, âşıklara avlanmışlardır.
Kimi âşık görürsen bil ki mâşuktur.
Çünkü o, âşık olmakla beraber mâşuk tarafından sevildi-
ği cihetle
mâşuktur da.
Susuzlar âlemde su ararlar,
fakat su da cihanda susuzları arar.”
Fakir, yardım için bir zengin arar da cömert zengin fakiri aramaz mı?
Fakir mi zengine muhtaç,
zengin mi fakire
muhtaç?
Birincisinin muhtaçlığı maddî; ikincisinin muhtaçlığı manevî.
Zengin fakire
bol ihsanda bulunduysa, fakir mi kazançlı çıktı zengin mi?
Fakirin edindikleri dünyada tükenip gidecek
de ya zengi- nin edindikleri!
Mevlana’nın gönlüne serpilen aşk tohumları gelişip serpildi. Gerçek bir dostun sesini, nefesini hak eder olgunluğa erdi.
Şemseddin zuhur etti; can bir anda ötelere sıçradı.
Şemseddin zuhur etti; gönül dünya ufuklarından yüzünü ötelere çevirdi.
Şemseddin zuhur etti; Celaleddin âşıklık, erenlik mertebe- sinden mâşukluk
durağına ulaştı.
Kutlu yolun
yolcusu Mevlana, arındı,
donandı gönüllerin biricik
incisi oldu.
Biri gül diğeri bülbül biri bülbül diğeri gül
ems ile
Mevlana, gül ile bülbül. Biri ışık ise biri pervane.
Biri susuz bahçe ise diğeri coşkun
ırmak.
Bu vuslat,
bu manevî iklim iki gönlü gaye ufkunda
bir- leştirdi.
Artık Mevlana’nın günleri, geceleri Şems’in mânâsıyla dolu.
Şems’in himmeti,
muhabbeti yalnızca Mevlana
sema- larında.
Mevlana,
Şems’ten önce de kâmil insandı; ama ilahî aşk, kıyısız bir ummandır.
Ummanda ilerlemek için mutlaka bir
rehber gerek…
Şems, Mevlana’ya ayna oldu.
Mevlana ilahî aşkın yakıcı merhalelerini Şems aynasın-
dan temaşa eyledi, buradan basamaklar çıktı.
Tohumun yeteneğini
sergilemesi için su gerek, toprak
gerek. Meyvenin olgunlaşması için
hava gerek, güneş gerek.
Aşığın gözünün,
gönlünün açılması için nazar gerek, coş-
ku gerek, tecelli gerek…
Şems, Mevlana
için toprak oldu, su oldu, güneş
oldu, hava oldu.
Bu eşsiz tohum, neşv ü nema zeminine kavuştu;
Şems’ine
kavuştu.
Gönül, dostun
yüzüyle aydınlandı da iki deniz birleşti, kıyısız bir derya oldu.
Bu can, o canla
bütünleşmişti de iki can, “can bir, canan bir” iştiyakı içinde yemeği unuttu,
içmeyi unuttu, eşyayı, ma- sivayı unuttu, çevresiyle alakasını kesti.
Hani, bir ateş yakarsınız, öyle hızlı gelişir, yayılır ki
alev- ler, dört yanı kuşatır, neye uğradığınızı anlayamaz olursunuz. Siz de yanıverirsiniz.
Mevlana’nın
gönlünü ‘od’a saldı Şems; ama kendisi de yandı gitti.
Bütün vakitler,
iki dostun sohbetleri, muhabbetleri, ses- sizlikleri, terennümleri, semaları,
cezbeleri için…
Bu halleşmeyi, dışarıdan bakanlar ne kadar anlar?
Ham bakışlar, yarım idrakler, iki denizin birleşmesindeki esrara ne kadar aşinadır.
Nitekim ileri geri konuşmalar oldu. Avamın çiğ lafları gönle dokundu.
Şems, çarenin
uzaklaşmak olduğuna karar verecek kadar incindi.
Fitne çıkmasın, insanlar su-i zan bataklığına saplanmasın, Varsın Şems,
Mevlanasız aylar, yıllar
geçirsin; varsın
Mevlana’nın
gönlü ayrılık potasında pişsin, pişsin, pişsin… Yeter ki aşk büyüsün, gelişsin,
dünyaya sığmaz olsun!
Âşığın gözüyle bak
ir padişah
Leyla’ya sordu: “Mecnun’u bu hâllere sokan sen misin?” Bunu sorarken alay eder
gibi bakıyordu.
Leyla kendinden emin, cevap verdi: “Sen bana Mecnun’un gözüyle
bakabilsen, bunu sormazdın.”
Mecnun, Leyla’nın
Mecnun’u; Leyla, Mecnun’un
Leyla’sı. Ne şunun, ne bunun!
İki gönlün
kaynatıp coşturduğu denizlerden haberi ol- mayanlar, ne bilsinler Şems’le
Mevlana’nın dostluk, bağlılık tutkusunu!
“Aşk, denizi
bile bir tencere gibi kaynatır; aşk, dağı ezer, kuma döndürür.
Aşk, göğü yüz
yerden yarar; aşk, sebepsiz, illetsiz olarak yeryüzünü titretir.
Tertemiz aşk,
Muhammed’e (s.a.s.) eş oldu da
Allah, aşk sayesinde ona: “Sen olmasaydın...”
dedi.
Aşk, iki gönlü apaydın
eyledi, İlahî semalarda
gezintiye çıkardı.
Bir âlemle
tanıştırdı ki tecelli
zamandan da dışarıda, gök- lerden de.
Mevlana, Şems’le
aşk bahçesine girdi orada kendisini gördü.
Gönlü genişledi, ruhu esenlik göklerine
kanatlandı.
Şems’in gölgesine
sığındı sonunda kendisi
güneş oldu.
Öyle etkili bir aşk iksiri içti ki dünya kendisine daracık geldi.
Aşk’la Şems,
öylesine dost oldular ki bu dostluğu ne çev- redeki yârân anladı, ne müritler, ne başka dostlar…
Dostluğun cilveleri Şems’in yüzüne binlerce nükteler yaz- dı, Aşk, bu nükteleri okumaya, seyre
daldı.
Şems, Aşk
için ötesizlik yurdundan kokular, renkler
getirdi. Aşk’ın bağrını yaktı
kavurdu.
Bir susuzluk,
bir iştiyak, Aşk’ı yemeden, uykudan etti.
Bu yanda
gıdasızlık, uykusuzluk bedenini arıklaştırdı, öbür yanda aşk gönlünü diriltti;
bakışını, duyuşunu kes- kinleştirdi.
Beden midesinin sofrasını daralttıkça ruh azığı yönünden nasibi açıldı.
Baştan ayağa
Hak âşığı kesildi ki orta yerde ne benlik kaldı, ne gölge varlık.
Gönül, beden
hapishanesinden kurtuldu; aşk meş’alesi, sırlar penceresinden nurlar saçmaya
başladı.
Gönül bir sırça saraydır
“ ânâ padişahı
Tebrizli Şems, beni sarhoşluk içinde, mest edip bıraktı.”
Şems, bin iki
yüz kırk altı yılının on dört martında Konya’yı terk etti.
Şam, bu kırık
gönüllü Allah dostunu kucaklamaktan onur
duydu.
Ayrılık kimini
âbât, kimin harap,
kimini de berbat
eder. Mevlana yüreği, ayrılık alevlerinde…
Pişmek merhalesi yanmak mevsiminde…
Dosttan ayrı kalmanın
hüznü, burukluğu, kasveti gönle ve ruha aşk yordamı talim ettirmede…
Ufak taşlar,
ırmak yatağında sürüklene sürüklene; taşla- ra sürtüne sürtüne pürüzlerden kurtulurlar, yumru, parlak bir hâl
alırlar.
Mevlana yüreği,
ayrılığın teknesinde yoğrula yoğrula mânânın uzak ufuklarına ehil bir keyfiyet
edinmede…
“Yine Zevrak-ı
derûnum kırılıp kenare
düştü” Gönül, ayrılığın yalımlarıyla perişandır.
Gönül, üzgün ve kırık;
ama yakınlarda onu bir tamir ede-
cek yok.
Dostun sesi,
nefesi Şam ufuklarını doldurmaya başlayalı Konya gökleri âlem genişliğindeki bir gönlü teskin
edememe- nin sancılarıyla çınlamada.
Gönül kırılıp
kenara düştü, onu yerden alacak ehil aranmada...
Gönül, sıla yurdunda gurbet alevleriyle kuşatılmanın öğ- retici mektebinde,
Gönül, kemal
sınavında… Gönül, sabır mengenesinde…
“Canımın canı!
Ey gönlümün
dostu!
Senin yüzünü görmeden evvelce
ben sabırlı bir kişiydim.
Senin aşkının ateşi benim bütün sabrımı, kararımı yaktı. Sevgili gel! Sensiz
ben yaşayamam, gel!”
Aşk ateşindeki
manevî lezzette gark olmuştur Mevlana Celaleddin.
Bu lezzetin yanında ab-ı hayat nedir, sükûn ve karar nedir? Aşk ateşinde
yanıp tutuşanları ne durdurabilir?
Ferhat bu yalımdan bir zerre edindi dağları deldi.
Kerem bu aşk denizinden bir yudumcuk yudumladı
da yanıp kül oldu.
Mecnun bu aşkın sayhasından haberdar edildi de deli di- vane oldu.
Senin, benim,
onun dilinde destanlaşan aşklara bak ki onlar
gerçek aşk denizinden yükselen buharın ancak
cılız be- lirtileri…
Aşk ki âşığı
bir dağ gibi yalnızca sevgilinin
sesini yansı- tır; âşık ki bir ayna gibi yalnızca sevgilinin cemalini gösterir.
Âşık, bir
güvercin gibi, sevgilinin damına alışmıştır, aklı da buraya bağlanıp kalmıştır
gönlü de.
Sevgili alıp başını ansızın çekip gitmiştir.
Onsuz yaşamak,
bize işkencedir, en büyük beladır. Gönül bir harabeye döndü ne gam!
Eşsiz define harabe yerde bulunur, en büyük teselli budur. Mevlana Celaleddin, Şems’in ayrılığından kendinde değil-
dir; cefalar,
ıstıraplar tenini perişan etmiştir, dostun yokluğu her yandan esen hüzün poyrazlarıyla
ruhunu germektedir; ama yine de: “Allah sevgisiyle mest olan âşığın gönlü ümit-
sizliğe düşmez.”
Gerçek âşık boş boş oturup âkibetini beklemez.
Gerçek âşık, şifasının sevgiliyi sürekli anmak olduğunu bilir.
Sevgiliyi yana
yakıla sürekli anmak, böylece merhamet pınarının coşmasını sağlamak…
Aşk padişahının hâli
“ şk hastalarına deva sensin, şifa sensin!
Çünkü o insanı
büyüleyen güzel yüzünü gösterince mihnet ordusu, keder ordusu bozguna uğrar,
kaçar, gider.
Bizi çeşmelerin
başında oturan, güzelliği ile aklımızı ba- şımızdan alan, mest eden, gönlü kararsız
kılan o peri yüzlüye doğru
çekin götürün.
Götürün de
sarhoş aklımız kendine gelsin,
kararsız gön- lümüz rahat etsin, huzura kavuşun.
Canın ve gönlün
iniltilerine senden başka mahrem yok- tur. Benim gönlüm dağ gibidir.
Haydi sen bu dağa bir Davud (a.s.) gibi, bunu seslendir.
Kış mevsiminin
dondurucu soğuğuna, karına, tipisine ilkbahara kavuşma ümidi ile katlanıyorum.”
Gönül ikliminde yalnız başına kalmış,
hâl ehli birini
özle- yip duran eri nasıl teselli ederler.
Etrafında dört dönerler de onun bir dediğini iki etmezler.
Bu
içten alâka âşığın kor gibi yanan yüreğine çare olur mu? Âşığı
sevgilinin sesinden, soluğundan başka ne sevindi-
rebilir!
Hikâye
Bir padişah, anlatılmaz
bir hâle bürünmüştü. Ayrılıktan, dayanılmaz acılar duyuyordu
Hiçbir dünya
sıkıntısının, hiçbir makam, saltanat telaşı- nın, bu hâlle ilgisi yoktu.
Sürekli düşünmedeydi.
Çoğu zaman
dalıp dalıp kendinden
geçmekteydi.
Padişahın çevresi
bu hâlden çok endişe etti,
Ne yapıp edip onun derdine bir çare bulmak gerekti.
Nihayet bir maskara bulup,
Padişahı eğlendirmek, sonra da üzüntüsünün sebebini öğrenmek istediler.
Maskaraya büyük hediyeler vaat ettiler.
Maskara, güldürüp neşelendirmede pek maharetliydi. Padişahın çevresinde dolanıp durdu.
Bir gün padişah
ırmak kenarına çıktı. Yine aynı üzüntü, yine aynı dalgınlık…
Maskara bahaneler uydurup padişaha şakalar yapıyordu.
O, gülmekten
çatlatacak şeyler söyledikçe
padişah daha da ciddileşiyordu.
Nihayet,
padişah yine aynı dalgınlıkla eğilip suya baktı. Maskara da eğilip padişah gibi
suya baktı.
O sırada
ikisinin aksi durgun suda parlamaya başladı. Maskara, fırsat bu fırsat
deyip ona bir soru sordu: ”Padi-
şahım, suyun
içinde ne görüyorsunuz ki bu kadar
derin bakı- yorsunuz?”
Padişah: “Kaltabanın birini görüyorum.” diye cevap verdi. Maskara: “Köleniz de kör değil
efendim!” deyip pes etti,
oradan uzaklaşıverdi.
Hak âşıklarının
gönlü dipsiz okyanuslar gibi uğultulu ve esrarlıdır.
Aşk onları ta ruh evinden, can evinden İlahî iklime bağla- mıştır ki bizim gibi yalınkat
bakışlılar hâllerini anlayamazlar onların.
Hele ki ayrılık alevlerinde kıvranıp dururlarsa…
Ama bir açıdan da şu gerçek.
Şems’i Celaleddin’den ayırmak istediler Ayrılan yalnız cisim oldu.
Mızrağı birinin yüreğine sapladılar, Diğeri
acıyı can evinde duydu.
Çiğ sözleri
birinin kulağına fısıldadılar, Diğerinin ruhunda onulmaz
yaralar açıldı.
Avamın derdi,
geçici ilgilerdir. Avam, görünene göre hüküm verdi.
Görünenin gerisindeki hakikate kör sağır kesildi.
Avam, avamlığını yaptı, iki gönül denizinden
söz düzeyi- ne vuran köpüklerine baktı, ona göre hüküm verdi.
Derinlerdeki muazzam iştiyaktan, coşkudan, gerçeklikten gafil kaldı.
İnsan, yaşadıkça
mânâ soluklar.
Bu
soluklayıştır insanı ‘eşref’ katına çıkarır. Peygamberlerden başlayarak her kutlu, hayat
yolculu-
ğunda edinir
ruh parıltısını.
Bundandır ki dünyadaki kavuşmalarımız, ayrılmaları- mız; çabalarımız, çabasızlığımız bizi yüceltir veya
alçaltır.
Kısacası dünyada manevî birikim manevî şartlara muhtaç.
Her ne kadar ayrılan cisim olsa da gönül bundan etkilenir. Ruh bundan dolayı, hüzün
bulutlarıyla bulutlanır.
Şems’in çekip gitmesi, hassas
bir yüreği hicrana
boğdu.
Mevlana
inceliği, gönül denginin yanı başında olmasıyla kıvam buluyordu.
Şems’in kaybolması, bu defa, başka duyguların gelişip pekişmesine yol bulacaktı.
Ayrılık, gönlü
başka bir olgunlaştırma toprağına bağla- yacaktı.
Ayrılık ateşi,
büyük meşakkatlerle gönlü yoğuracak ki vuslat tatlansın, değerlensin.
Kolay elde edilenin değeri pek olmaz.
Yol zahmeti, elde edilecek şeyin değerini artırır.
Ömür boyu yol
meşakkati çekmeyen, sevgilinin adını, sabır-çile ikliminde sayıklayıp durmayan
nereden bilecek aş- kın değerini!
Susuzluktan
yanıp kavrulmayan gönül, nasıl anlayacak suyun kıymetini?
Aşk, Şems’i arayıp durdu.
İştiyaktan iştiyaka
savruldu.
Bu arayış daha çok, gönülde ruhta yaşanıyordu.
Mecnun, sonunda Allah’a varacak ruh iklimine erince, Derdinin artması için yakarışa geçti.
Leyla’yı erteledi,
çölü unuttu.
Ukbanın
meltemlerine açtı bağrını, yepyeni bir mânâ uf- kunun yolunu tuttu.
Hikâye
Mecnun, Leyla’ya
mektup yazmak istedi. Aldı kalemi eline ve yazmaya
başladı: “Hayalin yüzümde,
Adın dilimde,
Hatıran kalbimde.
Ben seninle
doluyum kısacası, Sen artık
“ben”sin.
Ben şimdi nereye,
Kime yazayım?
Canımın içine yerleşmiş birine
de yazılır mı mektup?
Sonra, ben mektup yazan mı olurum,
Mektup yazılan mı?”
Dost ve âşık olmak,
Hem de gerçek dost ve âşık olmak,
Baştan ayağa dostun nefesiyle
nefeslenmektir. Dostun ışığıyla ışıklanmaktır.
Dostun sesiyle seslenmek…
Ayrılık sularında
irgün Şam’dan
bir mektup geldi.
Gözden ırak olanı, gönle daha yakın eyledi mektup.
Şems, yüreği aşk taliminde olan dostuna bir coşku şerbeti sunuyordu.
Kasvet ufkunda
gerili bir yay gibi duran Mevlana bu mek-
tupla derin bir inşirah yaşadı.
Kalktı sevincinden sema’a başladı.
Coşkulu ve aşk üzre şiirler
söyledi.
Gönle şeker şerbet sözlerle kendinden geçti.
Öyle kendinden geçti ki köşe bucakta ilgisine
hasret mü- ritlere büyük
iltifatlar etti.
Bu arada
Şems’in gitmesine sebep
olan dedikoducu taife nedamet gösterdi.
Yanıp yakılarak
özür beyan ettiler.
Şemseddin’in mektubu
iklimi tamamen değiştirmişti.
Mevlana’nın
gönlü Şems’in mânâsıyla dolup taşınca bu hava onun kızgınlığını alıp götürdü,
pişmanların özrünü ka- bul etti.
Pişmanların özrünü
kabul etti de kalpler bu nedamet sat- hında karar eyleyecek miydi?
İki denizin
birbirine karışan dalgalarından kopan köpük- ler fitne
yılanlarını susturmaya yetecek miydi?
Müritler toplanıp Sultan Veled hazretlerine geldiler.
Şems’i çağıralım
da bu hicran sona ersin.
Güneş gelsin
beldemize, hepimiz pervane kesilelim. Alemlere bedel bir gönlün burukluğunu
giderelim.
Yeniden iki deniz birleşsin, kıyısız bir aşk ummanı coşup kabarsın.
Şehrimize yeniden rahmet, bereket yağsın.
Balçıktan yaratılmış bedenlerimiz coşacak aşk denizinde
hayata kavuşsun.
Fani
varlığımız, ebedî bir tatlılığa
güzelliğe ersin. “Tebrizli Hak Şemsi”nin bakışı, görüşü yeniden gönülle-
rimize kandil olsun.
Aşk, memnun oldu bu çağrıya.
Ve manzum
bir mektup yazdı
Sultan Veled’e verdi.
“O ezelî diri
olan, her şeyi bilen, kudret sahibi olup ya- rattıklarının işlerini tedbirden
bir an boş kalmayan Cenab-ı Hakk’a yemin ederim
ki, onun nuru aşk ışıklarını yaktı da yüz binlerce gizli şey bilindi. Onun bir
hükmüyle cihan aşk, âşık, hâkim ve mahkûm ile doldu.
Şemsi
Tebrizî’nin tılsımlarıyla şaşılacak, eşsiz ve görül- memiş hazineleri gizlendi.
And olsun ki, o
gün sen gittin; mumun baldan ayrılması gibi ben de tatlılıktan ve tattan ayrıldım. Bütün gece mum gibi
yanıyorum, ateşle birlikteyim baldan tattan mahrumum.
Cemalinizin
ayrılığıyla cismimiz viranedir, canımız ise baykuş gibi inliyor.
Artık gidiş dizginini bu tarafa çevir, senin huzurun
olma- dan sema’ helal değildir.
Ayrılık zamanında neşe ve sevinç, şeytan gibi taşa tutuldu. Sensiz geçen günlerde, senin dinlemenin şerefine erişe-
cek tek bir gazel bile söylenmedi.
Mektubunu
aldım, sevincimden sema’ ettim ve beş altı gazel yazdım.
Ey Şam’ın,
Ermen’in ve Rum ülkesinin iftiharı!
Akşam çağı, sabahın saadet nuruyla aydınlansın artık.”
Kafile yola çıktı….
Birkaç cümleyle
anlatılıp geçilir de, Aşk’ın, gönül dostunu beklemesi,
Sultan Veled’in
aylar süren coşkulu
yolculuğu. Gönülde, ruhta nasıl izler bırakmıştır?
Sultan Veled Hazretleri “İbtidanâme”sinde Şam’a gidişini şöyle
anlatır: “Yorulmadan ovalarda koşuyor, dağları bir sa- man çöpünden bile
önemsiz görüp aşıyordum.
Yoldaki dikenler, bana güllük, gülistanlık geliyordu. Bir zahmete karşılık binlerce kâr elde ediyordum.
Yazın sıcağı,
kışın soğuğu bana şeker gibi geliyor, hurma gibi görünüyordu.”
Sultan Veled,
beraberindekilerle Şam’a ulaştı, Aşk’ın mektubunu Şems’e sundu. Beraberinde
hediyeler de vardı.
Şems fazla bir
şey söylemedi: “Muhammedî tavırlı Mevlana’nın
arzusu yeterlidir. Başka bir şeye gerek yok. Onun
sözünden nasıl çıkılabilir?” dedi ve davete icabet etti.
Bin iki yüz kırk yedi.
Belki de son bir vuslat hazırlığı. Kafile Konya yolunda.
Şems’in kokusu,
ışıltısı Konya ufuklarında belirmeye baş-
layınca Aşk’ın dilinden gönül alıcı şiirler dökülüyor:
“Yollara sular
dökün, Bahçelere müjdeler edin, Bahar
kokuları geliyor, O geliyor, o,
Ay parçamız,
sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Bir anda can
geldi bağlara, bağlar ışıdı. Bir anda açıldı baktı bağlara gözler.
Bir anda bizde ne gam kaldı, ne dert kaldı, ne keder.
O geliyor, o.
Ay parçamız,
sevgilimiz, yârimiz geliyor.”
“Ey şehrimizi
aydınlatan sultan, güvey oluyorsun bir gü- zele bu gece.
Ne de güzel yürüyorsun mahallemizde salına salına, Ne de güzel akıyorsun deremize
çağlaya çağlaya,
Ey bizi
unutmayan, bizi arayan dost, Ey bizim suyumuz, ırmağımız.
Toylar, düğünler tam bizim için,
Toyumuz, düğünümüz
kutlu olsun dünyaya.”
Geldi
ems u kamerem âmed sem’u basaram
âmed Von sîm-berem âmed von kân-ı zerem âmed
Güneşim, ayım
geldi. Gözüm, kulağım geldi. Altın madenim geldi. Başımın sarhoşluğu geldi. Gözümün nuru geldi.
Başka bir şey
dilediysen İşte o başka bir şeyim geldi. Yolumu vuran geldi.
Tövbemi bozan geldi.
Kapımdan ansızın çıkageldi.
Ey eski dostum
benim, bak bugün dünden çok iyi, Dün ondan bir haber almıştım,
Hemen sarhoş olmuştum.
Dün gece onu mumla aramış durmuştum. Bak bugün bir demet gül gibi
Yol uğrağıma geliverdi.
Kafile Konya’ya
yaklaştığında, Aşk’a müjde verildi.
Şehrin ileri gelenleri de karşılamaya çıktı.
İki gönül buluştu, bilişti.
Şems, yolculuk
boyunca Sultan Veled’in
sergilediği fedakârlıktan bahsetti.
Onu yüceltti.
Aşk’la Şems
Konya incileri. Her gün bir müridin
davetinde.
Her gün coşkulu sema’ bahçesinde.
Gece ve gündüz, iki dostun vuslat neşvesinde.
İki dost, iki derya gibi birleşti de Konya, yeniden mânâsına kavuştu.
Vuslat zamanları, manevî lezzet zamanı.
Şems, dostunun
bu ayrılık mevsiminden sonra daha bir piştiğini, yanmak sularına erdiğini
gördü.
Aşk, bu yeni buluşmadan, söze gerek duyulmayan âlemin ufuklarındaydı.
Gönle perde olan dil aradan çekildikçe sırlar güneşi parlıyordu.
“Ey Tebrizli
Şems! Sen, harf bulutu altında gizlenmiş bir
güneşsin.
Senin güneşin
doğunca, sözler yok olur, dağılır, gider. Senin yüzünü gördüğümden beri benim
dinim aşktır. Benim dinim senin yüzünle avunur.
Bunları unutma,
hatırla!”
Kaderin önüne geçilmez
şk, dostunun
yine aniden çekip gideceğinden korkuyor- du.
Korkuyordu, bu yüzden de hep ürkek ve titrek bir gönülle yaşıyordu.
Bu arada Şems kendisinin
de isteği ile Mevlana’nın hu- zurlu hanesinde yetişmiş, Kimya adındaki kızla
evlendirildi.
Kendilerine
kışlık sofa hazırlandı. Oraya yerleştiler. Çelebi Alâeddin, babasının ve annesinin elini öpmek için
Şems’in ikamet ettiği sofanın önünden geçerdi.
Bir gün Şems: “Gözümün
nuru, gerçi zâhir
ve bâtın edebi- ne diyecek yoktur senin ama bundan
sonra buradan geçerken daha dikkatli olman gerekir.”
deyiverdi.
Bu hatırlatma
Çelebi Alâeddin’de bir burukluk meydana getirdi.
Burukluk yalnızca gönülde kalsa iyi; ama Çelebi Alâeddin, başkalarıyla
dertleşmek istedi.
Cemaatten bazıları zaten içten içe homurdanıyorlardı. Bunu bir fırsat bildiler.
Dedikodular, can
sıkıcı durumlar gönlü tekrar bîkarar
eyledi. Kin, öfke, çekememezlik, kalplerde
geçici karargâh kur-
muş sevgiyi
yeniden silip süpürdü.
Akıl, nefse esir düştü, gönül kılavuzluğu uçup gitti.
Şems, Sultan Veled’e dert yandı: “Bizi yine ayırmak isti-
yorlar. Bu
sefer öyle bir gideceğim ki, hiç kimse benim nerde olduğumu bilemeyecek.
Aramakta herkes acze düşecek,
kimse benden bir nişan
bulamayacak.
Böylece birçok yıllar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremeyecek.”
Şems, bin iki
yüz kırk sekiz tarihinde ansızın kayboldu. Aşk
bir sabah, medreseye gelip eşsiz dostunu
bulamayın-
ca: “Bahaeddin,
ne uyuyorsun, kalk şeyhini ara! Yine canımız onun râhiyasını alamıyor!” dedi.
Ama denilen
olmuştu.
Şems, artık
yalnızca gönül ufkundan, dostuna gülümse- yecekti.
Cisimler birbiriyle halleşip söyleşmeyecekti.
En değerli
varlığı kaybolmuş biri nasıl olmadık yerlere bakarsa öyle aradı durdu Aşk,
dostunu.
Ama nafile.
Şimdi gece gündüz yalnızlık sularında daha bir pişmek
var, sonra da yanmak!
Herkesten koptu, köşesine çekildi
Aşk. Aşk, iç muhavereye yöneldi.
Derinleştikçe derinleşti.
Hasret gazelleri peşi peşine sökün etti.
Birikti, birikti,
birikti…
“Ben onun
güverciniyim, beni kovsa bile evinin damının çevresinde uçarım”
Sevgili beni
bırakıp gitti. Ondan armağan olarak bana “ah”lar ve sapsarı olmuş bir yüz,
yaşlarla dolu iki göz kaldı.
Cenab-ı Hakk da
beni can âleminden sürüp çıkardı, dün- yaya sürgün etti. Ama ona; “Neden beni o
âlemden bu âleme sürdün?” diyebilir miyim? Haddime mi düşmüş.
Ezelde Cenab-ı Hakk: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
diye sorduğu zaman biz, “Evet!” demedik mi?
Başa gelen bela
inci gibidir. İnci elde etmek seni sevindi- rir, kuvvetlendirir. Daha da tez canlı eder. Hele onun denizden
gelen, o denizin bulunmaz incisi, eşsiz incisi olursa, ne hâle gelirsin,
onu sen düşün!
Ben onun
güverciniyim. Beni kovsa bile evinin damının çevresinden başka nereye
uçabilirim?
O’nun gölgesine
sığındım da dünyaları aydınlatan güneş oldum. Devlet kuşunun gölgesi kimin
başına düşerse o padi- şah olur.
Yeter artık,
sözü bırak da duaya başla! Hz. İsa bile dör- düncü kat göğe dua ile uçtu.”
Dert dermanın çağrısıdır
en dertlendin. Yanıp yakıldın.
Senin dermanın
Şam’dan bir işaret
verdi sana. Sonra gönlüne bir
kıvılcım düştü,
Kora çevirdi içini.
Pişmek, sonra da yanmak sularında peşine düştün devanın.
Sen dertlenmeseydin, devanın peşine düşmezdin. Derdin, seni ‘deva’nın
iklimine çekti.
“Tatlı yaşayan
acı ölür.”
Sen bundan şunu
çıkar ki: Acı yaşayan tatlı ölür. Derdin sana acılıktır.
Bu acılık seni sürekli
dosta çağırır. Derdin, dosttan
ayrı kalışındandır.
Dosta kavuşamadığın için sürekli dertlenirsin. Peki ‘deva’ bulmak için ne
yaparsın?
Yanıp yakılırsın, yüreğinle, devayı hak eder bir berraklığa varırsın.
Kim gerçek dosttan daha çok haberliyse, onun bağrı daha yanıktır.
Mecnun’un derdi
onu çöllere
düşürdü.
Mecnun, sevgilisinden daha çok haberdardı, onun için
daha çok uyanıktı.
Uyanık olan, dertlidir, dertli olan haberlidir.
Gönlüne sevgiliden kesintisiz haber gelmeseydi, yollara düşer miydi?
Mecnun’u çöllere
düşüren dert, Leyla’nın
saba yeliyle esip gelen kokusuydu.
Leyla’dan sürekli
haberli olmayan, nereden
onun derdiy- le dertlenecek,
Yaka, yen yırtıp çöllere düşecek?
Sen, gerçek dosttan bana sürekli haberler gelsin diyorsan, Derdinden söz et bana,
yanıp yakılmalarının dumanı
ne-
relere kadar çıkıyor, bunu söyle.
Kimin derdi çoksa onun koku alma yeteneği güçlüdür.
Öyleyse, dert kötüdür deme. Dert devaya çağrıdır.
Aç olmayana
rızık koşmaz. Muhtaç olanın hâlini sorarlar.
Şems, çekti
gitti, Aşk’ın beti benzi soldu. Yalnızlık urbası kuşandı,
cemaatten yüz çevirdi. Ama hep böyle sürüp gitmezdi.
Çıkıp bu mânâ erini, gönül dostunu aramak gerek idi.
Aşk, dostlarıyla kalkıp Şam’a gitti.
Şam dediysek,
üç beş günlük yol değil; aylar
sürecek bir meşakkat seferi.
Zahirde meşakkat
olsa da, batında
aramadaki manevî lezzet var.
Şam günleri,
arama, arayıp da bulamama hüznüyle
geçti. Artık Şems’in cismi olmasa da mânâsı Aşk’ın yolunu yor-
damını belirleyecek.
Hani, adam defineyi bulmak için kalktı dünyayı dolaştı ya. Sonunda döndü geldi kendi harabesinde defineyi keşfetti.
Define senin içine tohumunu salmış, derinlerine köklerini yaymış.
Onu uzaklarda
arama, kendi içine bak.
Şems, dostuna vereceklerini verdi.
Artık içinden derin
bir
ayrılık rüzgârı geçtiğini hissetti.
Şu sebepten,
bu sebepten kayboldu,
gitti, demenin ne an-
lamı var?
Şems, Aşk’ın yüreğine bir ateş bıraktı
gitti.
Bir ateş ki artık Şems’in varlığı kıvılcımı
başlatmış; yok- luğu ise ateşi harlandırmış.
Aşk’ın kalbindeki aşk nurları Şems’in
kaybolmasıyla daha parlamış, iştiyak denizleri daha coşmuştur.
Şems’in mânâsı
emseddin bulunamadı; ama mânâsı her
yerdeydi.
Ne var ki
kaybedilen, artık hiç bulunamasa da ümit ta- mamen sönüp gitmiyor.
Bir gün ansızın
çıkıp geleceği, gönlün murat ufkundan eksilmiyor.
Hani bir çocuk,
annesinin öldüğünü kolay kolay kabul etmiyor,
bir gün çıkıp
gelecek diye hep bir beklenti
ve ümitle yaşamak istiyor.
Bunu gibi...
Aşk, dostunun
bir gün çıkıp geleceğini hep umuyor. Bu yüzden her yandan haber sorup duruyor.
Kaybolan, çok büyük değerdedir ki onun uğrunda
yapıla- caklar, feda edilecekler de o ölçüde büyüktür.
Bir gün, adamın
biri, Çıkıp geldi heyecanla.
Ben Şems’i
Şam’da gördüm, dedi. Aşk, tarifsiz
sevindi, kendinden geçti. Yanında ne varsa
bağışladı haberciye.
Ama heyhat,
adam sırf menfaat
için uydurmuş bu haberi.
Kendisine söylüyorlar: “Efendim,
bu adam, doğru söylü-
yor olamaz;
Şam’a gitmesi de mümkün değildir, ayrıca haya- tında Şems’i görmemiş biri onu
nasıl, nereden tanır!”
Olsun diyor, Aşk; biliyorum zaten. Ben bu haberin yalanı-
na verdim verdiklerimi. Haber doğru olsaydı canımı verirdim.” Kendinden geçti Aşk,
Şems’e doğru bir gönül yolculuğu başlattı.
Şems’e doğru yürümek, kutluluk
göğüne kanatlanmaktır.
“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın kutluluk göğünde
yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”
“Aşk bahçesinin parlaklığı da, güzelliği de Tebrizli
Şems’tir; aşk
ağaçlarını yetiştiren bahçıvan da odur!” “Ben
Şems-i Tebrizî’yi görünce
eşsiz bir deniz
oldum.
Görülmemiş bir inciyim, emsali bulunmayan bir hazineyim.
Benim için Şems-i Tebrizî
bayramların en büyüğü olan
“îyd-ı ekber” idi.
İşte ben o bayrama
büyük bir kurban oldum.”
Gönül bir mağara, Tebrizli Şems de bir dost.
Bir dost için bu mağaranın zahmetine
katlanmaya mec- burum.”
Şems’in bedeni
kayboldu yeryüzünde. Mânâsı Aşk’ın yüreğinde neşv ü nema buldu.
Büyüdü büyüdü,
Mevlana ufkunda çağların gönül ve ruh azığına dönüştü.
Hakk’ın tükenmez bir ırmağı gibi çağlara hayat sundu ki
Şems’in cisminin
kaybolmasının bir önemi kalmadı.
“Beden bakımından ondan ayrıyım ama bedensiz ve can-
sız ikimiz de bir nuruz.
Ey arayan
kişi! İster onu gör, ister beni. Ben o'yum o da ben.”
Fedakarlık ufku
y insan, ey varlık
çölünde yeşermesi umulan!
Dünya hırsı,
isteği, özlemi, bir örümcek gibi,
senin etra- fında sürekli ağ
örmektedir.
Nefis yiyecekler, gösterişli giyecekler, kibir işareti makam mevki sevgisi, seni dünyaya
bağlamaktadır.
Dünyaya ‘dünya’ kadar değer verip gerçek aşka yönele- bilecek misin?
Gerçek aşk, fedakârlıktır.
Sevgiliye kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Varlık anlamını, bu gerçeğe bağlamaktır.
Çünkü aşk öyle bir anlamdır ki içine düşen
varlık kendin- den geçer, aşk
ile anlamlanır.
Aşkın anlamı
anlamların anası. Aşk, Yusuf ’a (a.s.) zindanı; İbrahim’e (a.s.) azgın
alevleri; İsmail’e (a.s.) bıçağı;
Musa’ya (a.s.) dev dalgaları;
İsa’ya (a.s.)
işkenceyi;
Bir ruh azığı olarak
sevimli ve katlanılır kıldı. Herkes aşk yolcusu olamaz şüphesiz.
Ama bu yolu yol biliyorsan, kendini
acıya alıştır. Acıyı bir gönül
azığı bil.
El âlem dünya için meşakkat ovasındayken, sen aşka sa-
rıl, İlahî aşk
yolunda meşakkatlere yüz çevirme. Aşk fırtınalarını gönlün için talim fırsatı
bil.
Gönlünü eşsiz
bir güzele kaptıran
döner mi aşkından? Yol, bin bir tehlikeyle dolu
olsa da,
Vücut, eziyet
sularında çırpınıp dursa da,
Dünya halkı aşk
ehliyle alay edip onu ayıplasa da Gerçek âşık yolundan, davasından vazgeçecek değil! “Mecnun’a sordular:
Adın ne?
Leyla.
Memleketin Neresidir? Leyla.
Hangi kabiledensin? Leyla.
Leyla’dan başka bir şey bilmez misin?
İçim Leyla,
dışım Leyla, ruhum Leyla, gönlüm Leyla. Başka ad, başka anlam bilmezem.”
Konya gurbet oldu gel
gör
yakkabı insan
için gereklidir; ama ayakkabısı dar gelir-
se insanın,
Ayakkabısız gezmek
daha iyidir.
Ya, yerin
yurdun sana dar gelirse ne olacak! Şems çekip gidince Konya, Aşk’a gurbet oldu.
Gurbet, sıla kokusu yaymaya başladı bu defa. Çünkü dost, gurbetteydi.
Gurbetteki dost, gurbeti sıla eyler. Aşk, özleyip
durur gurbeti,
Dostu gurbettedir çünkü.
“Gahi gurbet vatan olur, gahi vatan gurbetlenir.”
Senin yerin
yurdun cennet gibi olsa da dostun gurbetler- dedir,
Bırak gitsin yeri yurdu,
bu gül bahçesi dikenlik, bu cennet
köşesi çilehanedir sana.
Ama bir gerçek var ki çileler
çekilmezse gönül ufku ışıl-
damıyor.
Meşakkat
sularında çırpınmazsa gönül, ölümsüzlük yur- dunda müstesna bir yer edinemiyor.
Aşk kendini kuruyordu engin ufuklarda
Aşk, içindeki Şems’i yaşamaya durdu.
Aşk, yolculuğa
başladığında küçük bir yolcuydu.
Belh’ten çıkıp geldi Rum diyarına.
Büyüdü, serpildi,
cismani serpilmeye paralel
ruh cephesi de gelişmeye
durdu.
Zahirî ilimleri
öğrendi, hamlığından soyunmaya başladı. Babası, Bahaeddin Veled, Hocası
Seyyid Burhaneddin,
onu donattılar, sonra da pişirdiler.
Ama Aşk,
bununla kalsa idi varlık âlemine bakan nazar- ları bu kadar keskin, bu kadar
derin olmazdı.
Aşk, çağların
yüreğine seslenen sesini,
yanmak sularında edindi.
Yanmak
mevsiminin ateşi, közü Şems.
İlahî aşk göklerine
kanatlandıran iksirin özü Şems.
Şems gitti, Aşk aşkı yaşadı.
Gönlündeki derin aşk istidadını işlemeye durdu.
Aşk’ın gönlünü
şerheylemesi, İlahî aşk ufuklarında yol alması için Şems’e ihtiyaç vardı.
Şems’in Aşk’a ihtiyacı da tecelli hakikatinin gereği idi.
Çıplak nazarla
güneşe bakılmaz, perdeler gerek. Tecellinin şiddetine naif gönül dayanmaz,
kılavuz gerek.
“Göklerin yolu,
senin içindedir. Aşk kanadını çırp da uçmaya bak!
Aşk kanadı
kuvvetlenince artık merdiven
kaygısı, merdi- ven gamı
kalmaz.”
Aşk’ın kanatları kuvvetlendi, artık merdiven gamı kalmadı. Bir başına kanatlanıp burçları
dolaşabilir Aşk.
Hikâye
Bedreddin Tirmizî isminde bir simyacı vardı. “Mevlana” isminin hatırına Konya’ya geldi.
Sultan Veled’i
gördü: “Ben dedi, basit madenlerden altın elde etme ilmini öğrendim.
Ulu kişiye ve talebelerine her gün bir dirhem altın vermek istiyorum.”
Haber Aşk’a bildirildi.
Bir cevap çıkmadı.
Birkaç gün geçti Bedreddin’in çalıştığı yere gittiler. Altın hırslısı, uğraşıp duruyordu.
Onu görünce
kalktı, hürmette bulundu.
Aşk, orada
bulunan demir, bakır parçalarını bir bir eline aldı, Bedreddin’e uzattı.
Bu sıradan
madenler elden ele geçerken birden mahiyet değiştiriyordu.
Bedreddin kendinden
geçti, aman Allah’ım,
bu kadar hız- lı ve zahmetsiz, hem de firesiz nasıl
altına dönüşebilirdi adi maden parçaları!
Niyet, altın
değildi, şüphesiz, Bedreddin’e bir şeyler an- latmaktı.
Bedreddin’in
şaşkın, perişan hâli bir açıklamayı hak edi- yordu, dediler ki: “Ey Bedreddin!
Simya ile uğraşmayı bırak.
Sen ahrete gidince,
simya bu- rada kalacaktır.
Öyle bir simya ile uğraş ki elde ettiklerin seninle beraber olsunlar.
Kalpten masivayı, Allah’tan başka her şeyi sök at, sana gerçek simyanın sırrı, formülü ayan
olsun.”
Simya ilmi
manevî olmalı, maddî simyanın değeri kendi hacmi kadardır.
Sen gönlünü
simya ile meyvelendirmedikçe bütün dünya senin
olmuş, neye yarar!
“Ey âşıklar,
ey âşıklar! Ben toprağı cevher
yaparım.
Ey çalgıcılar, ey çalgıcılar! Sizin definizi altınla doldururum. Toprak
elimde altın gümüş oluyorsa,
Altın paranın
fitnesi benim yolumu
kesebilir mi?”
Yine buyururlar: “İsa gibi olan mürşit, senin
bakır gibi vücudunu altın
yapar.
Eğer altın
ise cevher yapar.
Cevher ise daha güzel bir
şey yapar.”
Alelade bir insan, kâmilin elinde seçkin biri hâline gelebili- yorsa,
bu, bakırı altın etmekten daha zor ve değerli değil midir?
Her şey aşk ile! Kömürü elmas,
Demiri altın etme sırrı aşktadır.
Birkaç damla
gözyaşı dökersin karşılığında önünde cen- net bahçeleri serilir.
Beden meşakkatinden
dolayı yükselen ahlar, sonunda
sa-
hibine ne mevkiler, ne makamlar bağışlar!
Aşk gelir, gönle ebedilik
nameleri bağışlar. Bundan
daha iyi simya mı olur!
Gönlünü dünya
isteklerinden arıt, aşk ordusunun bir ne-
feri ol, bedenin, şeklin, rengin ötesine sıçra, aşk âlemindeki ebedî birliğe er.
Aşk, gönülde şimşek gibi çakmadadır.
Aşkın nuru olmasaydı ne yollar aşılır,
ne çöller geçilirdi. Aşkın zerresi,
kuru dalı yeşertir, çorak toprağı canlandırır.
Maddenin kördüğümlerinin tek çözümü aşktadır.
Altı yönden
de kuşatılmış varlık,
aşkın kanatlarıyla mad- denin bütün engellerine meydan
okuyabilir.
“Aşk taşın gönlünden su fışkırtır.
Aşk gönül
aynasındaki tozu, toprağı
giderir.” Sen aşkın gücüne inan, aşk seni yüceltsin.
Alemdeki bunca işin, hareketin, deveranın bereketi aşktan.
“Aşk imam
olunca, binlerce mescit cemaatle doldu, taştı. Minarelerden “Namaz
uykudan hayırlıdır!” sesleri
gel-
meye başladı.”
Alemin temeli,
direği aşk.
Aşk olmasaydı, hiçbir şey kurulup
dizilmezdi.
Kuru emirlerle hangi irade, hangi istek başını
doğrultabilir?
Gerçek aşk, İlahî esriklik.
Gerçek aşkın
havası, kokusu, rengi, âşığa, hiçbir maddî azığa, nimete ihtiyaç duymadan
kendinden geçişin, sınırsız
lezzete erişin sırrını bağışlar.
“Bizim, sarhoş
olmamız için, şaraba ihtiyacımız yoktur. Meclisimizin neşelenmesi için çenk ve rebab
da istemeyiz. Biz gönül alıcı bir güzelin yüzünü
görmeden, hoş sesli çalgıcıyı dinlemeden, mest olmuşuz, kendimizden geçmişiz.”
Hayat sınamalarla doludur
elçuklu Sultanı
Rükneddin, Mevlana’ya birkaç kese altın gönderdi.
Lütfen bunu kabul buyursunlar, diye rica etti. Bir talebe arz etti altınları.
Aşk, bir
hikmete pencere açmaktaydı: “Beni gerçekten seviyorsanız bu altınları
dışarıdaki çamurun içine atın.” bu- yurdu.
Bunu emir telakki ettiler
talebeleri, derhal çamurun
içine attılar altınları.
Çevreden bazı insanlar koşuştu
altınları kapmaya.
Çoğunu
topladılar toplamasına da üstleri başları berbat olmuştu.
Aşk,
talebelerine döndü: “Bu altınlar, dedi, gördüğünüz gibi, dünya ehlinin üstünü
başını nasıl kirlettiyse
Ahiret ehlinin
de kalbini bundan daha kötü karartır. İnsanı günahlara, gaflete sevk eder,
ibadetten alıkor. Beni yanlış
anlamayın, dünya için çalışmayın, demiyo-
rum;
Dünya malının
muhabbetini kalbinizden uzak tutun, di- yorum.”
Görünen kirler, paslar temizlenebilir de ya gönüldekiler, ruhtakiler!
“Gündüz,
güzelim güneşin yüzünü gördün; Batış çağındaki ölümünü de an.
Bu güzel çardakta
dolunayı gördün;
Bir de ay sonundaki iştiyak çekişine, özleyip üzülüşüne bak. Bir çocuk, güzellikle halkın efendisi kesilir;
Fakat günler geçince kocar,
bunar, halka rezil olur gider. Gümüş bedenli güzeller seni avladı
ya;
İhtiyarlık yüzünden
pamuk tarlasına dönen bedenleri
de seyret.
Ey yağlı, ballı yemekleri gören,
O yemeklerin artığını bir de ayakyolunda gör. O pisliğe, nerede senin o güzelliğin de;
Tabakta durduğun
zamanki tadın, o tazeliğin, o ko- kun nerede?
O da sana der ki o, bir yemdi,
ben de o yemin tuzağıydım, Sen avlanınca yem gizlendi.
Nice parmaklar
vardır ki ustalar,
düzgünlüğüne gıpta ederler;
Ama sonunda o parmaklar titremeye başlar.
Can gibi mahmur göz, görürsün ki sonunda görmez
olur; O gözden sular akar.
Aslanların
safında yürüyen aslan yiğit, Sonunda bir fareye av olur gider.
Çevik, ileriyi
görür, sanatkâr, Sonunda kart eşeğe döner, bunar.
Misk kokuları saçan, akıllar çelen kıvırcık, simsiyah saçlar, Sonunda boz
eşeğin kuyruğuna döner.
Önce oluşunu,
açılıp saçılarak meydana
gelişini bir hoşça seyret,
Sonunda da o rezilliğini...”
“Sen, Allah aşkı uğruna tacını tahtını terk eden
İbrahim Edhem hazretlerini bırakmışsın da sana, ateş gibi bir dünya hırsı musallat olmuş,
seni çekip götürüyor.”
Kulluktaki lezzet
“ azılarına, Allah’a
kulluk öyle tatlı gelir ki padişahlık
onların gönlüne soğuk gelir.”
Hani, İbrahim
Ethem, -Allah ondan razı olsun- Padişahken ava çıkmıştı
Bütün maiyeti de onunla birlikteydi.
Birden bir ceylan göründü
ağaçların arasından Ceylan ki
ne ceylan!
Nazlı nazlı
süzülerek gözden kayboluverdi. İbrahim Ethem, ceylanın
arkasından sürdü atını, Atını o kadar sürdü, o kadar sürdü
ki,
Yanındaki askerler onu takip edemez oldular.
Atı kan ter içinde
kaldığı halde, koşturmaya devam etti.
Nihayet ceylan
durdu, İbrahim Ethem’e
doğru döndü, Ona bakmaya
başladı.
İbrahim Ethem
ceylana iyice yaklaştı,
Bir şey yapmadan onu seyretmeye başladı. Sonra yayını gerip onu tam
vuracakken
Ceylan o an dile geldi: “Ey koca padişah,
ey büyük insan! Sen bu iş için mi yaratıldın?
Allah, sana bu aklı, bu gözleri,
Bu gücü kuvveti beni avlaman için mi verdi?
Farz et ki beni avladın,
Eline bir ceylan gövdesinden başka ne geçecek?”
İbrahim Ethem bunları duyunca
Bir çığlık koparıp kendisini yere attı.
Bulunduğu yerde
bir çobandan başka
kimse yoktu. Çobanı yanına
çağırdı, ona yalvardı.
Bak, dedi padişahlık elbiselerim, atım, şu altınlar, Hepsi, hepsi senin olsun.
Şahit olduğun
bu durumdan kimseye
söz etme. Bana şu abanı ver
ve beni unut.”
Abayı çobandan
alıp giydi ve yollara düştü…
İbrahim Ethem’in
istediği neydi, Allah’ın
istediği ne?
İbrahim Ethem,
av peşindeyken kendisi
av oldu.
Allah ezeli,
ebedî avcıdır.
Bahtiyar kullarına
eşsiz nasipler dağıtmak için nice fır-
satlar yaratır.
Bu yolda nefis ve şeytana nice tuzaklar kurar.
İbrahim Ethem, ceylan avlamak
istedi Yüce Allah, onu bir ceylan ile avladı.
Bil ki bu
dünyada yalnız O’nun dilediği olur. Murat O’nun mülküdür, maksatlar O’nun
uyruğu.
Allah dilerse
ne avcı kalır ne av kalır, Av da avcı da O’nun kulu, kölesi olur.
Bu dünyada onurlu ve ebedî bahtiyar bir kul olmak dilersen Öyle avlar
peşinde ol ki eline ebedî azıklar geçsin!
“Bu dünya
pazarında sermaye, altındır; oradaki sermaye ise
aşktır, yaşlı iki gözdür.”
“Bir büyücü karı olan dünya, pek bilgiç bir kadındır; onun büyüsünü çözmek, halkın harcı değil.
Akıllar, onun
düğümünü çözebilseydi Allah, peygamber- leri yollar mıydı hiç?”
Bu dünyadaki
işlerimiz kulluk sıfatına yakışır olsun diye bize rehberler gönderilmiştir.
Sesimiz pekişsin, ehilleşsin, gerçek bir kula yaraşır
güzel- lik kazansın diye kılavuzlar gerek.
Kılavuz ne
diyor: “Dünyanın lütuflarda bulunması, yal- taklanması hoş bir lokmadır
ama az ye o lokmayı;
çünkü ateş- lerle dolu bir
lokmadır o. Ateşi gizlidir de tadı meydandadır; fakat dumanı işin sonunda
belirir.”
Bir rüyadan
farksız şu dünyada
geçici şeylere bağlanmak, bir kuyuya hapsolup kalmaktır.
Hani solucan
çamurda yaşar, halinden
memnundur, baş- ka
dünyalardan haberli olmadığı için mutlu görünür.
Dünyayı, görüp
yaşadığı karanlık kıvrımlardan ibaret sa- nır; oysa başka âlemlerin
farkına varsa ve bu âlemlerin
tadın- dan haberdar olsa...
“Dünyaya gönül
verenlerin, bu yüzden can gözleri kör- dür; çünkü onlar, balçıktaki acı, tuzlu
suyu içerler.”
Sema’ın vecde dönüşmesi
ema yalnız
intizamlı bir dönüş seyri midir.
Emir almış seyyareler gibi dönüp duran şu bedenler
nasıl bir cazibe kanununa
tutulmuşlar ki dönme
zahmetini rahmet olarak
görmektedirler!
Kâinattaki bütün gezegenler, uydular,
yıldızlar bir çekim kanununa tabidir.
Her şey döner
ve bir aşk üzere görevini icra eder. İlahî ışıltı olmasaydı, hiçbiri varlığını koruyamazdı. İlahî ışıltı olmasaydı,
hiçbir varlık olamazdı.
Sema, kendini
O’nun yörüngesine katma iştiyakıdır. Hakikate
yönelmiş gönül, kendi varlığını, kendi varlığı-
na ilişkin
bütün talepleri, arzuları, hazları o muhteşem
dönüş ikliminde savurur atar. Kendinden geçer, tamamen göklerin
çağrısına kenetlenir.
Bu gök çekimli dönüş, semazeni kendi varlığından boşal- tır, İlahî varlıkla doldurur.
İlahî varlık,
gönlü bir sevgi evreni hâline getirir. Semazen döndükçe, bütün yönlerin, bütün
hadlerin kendisine ihtar
et- tiği insaniyet mertebeleriyle tanışır.
Bütün yönlerden
kokulanan, tatlanan gönül sahiplerini kucaklama ve hamiyet duygusuyla donanır.
Bir ayağı kendi merkezinde, diğer ayağıyla yetmiş iki mil- leti dolaşır. Kalp üzre, aşk üzre.
Sema, nefsin
taleplerini bir bir silerek o iştiyak sularında kemal saflarına kanatlanmaktır.
Semazen hırkasını çıkarır, mânen ebedî âleme doğar; ora- da ilerler…
Başındaki sikkesi
mezar taşını hatırlatır, sen fanisin unutma,
der.
Sırtındaki tennuresi, âdeta nefsinin kefenidir.
Semazen kollarını
çapraz bağlayıp, birlik
sırrına işaret et- tikten sonra sağ elini göğe kaldırır, sol elini yerde tutar, böyle-
ce Hak’tan alıp halka dağıtmanın sembolü, vesilesi olur.
Hep sağdan
sola, kalbin ritmine göre, kalbi merkez bi- lerek yapılan dönüşler, bütün
varlıkları aşkla kucaklamanın derinden vuran coşkusu sayesindedir.
Efendimize
na’tla başlar sema. Sonra ‘ol’ emrinin rem- zi,
kudüm. Sonra, her şeye can veren ‘nefha-i İlahîye’yi tem- sil eden ney taksimi.
Sonra üç kere selamla birlikte peşrev eşliğinde dairevî yürüyüş, şekilde gizli,
ruhun ruha selamı. Sonra, siyah hırkanın
çıkarılıp hakikate doğma
mevsimi, şeyh efendinin elini
öpüp, sema’a izin alma. Ve aşk ile coşku ile manevî yolculuğa kanatlanması.
“Sema’ nedir? Gönüldeki gizli erlerden haberler almaktır. Onların mektupları gelince garip gönül, dinçelir, rahata kavuşur. Bu haberler rüzgârıyla, akıl ağacının dalları açılır, uyku-
dan uyanır. Bu
sarsılışla beden, darlıktan kurtulur, genişler, huzura kavuşur.
Bedende tuhaf,
görülmemiş bir tatlılık başlar. Ney
sesin- den, mutribin, çalgıcının dudaklarından dile, damağa hoş, manevî zevkler
gelir.
Dikkatle bak da
gör, şu anda sema edenlerin ayakları al- tında binlerce gam akrebi ezilmede, kırılıp ölmede. Binlerce fe- rahlık
ve neşe hali aramızda kadehsiz dolaşmada, bize mânâ şarabı sunmadadır.
Her taraftan bir Yakub, kararsız bir halde, neşeyle kalkar, sıçrar. Çünkü burnuna Yusuf’un gömleğinin kokusu gelmededir. Canımız da; “Ona ruhumdan
ruh üfürülmüştür” sırrıyla dirilmiştir. Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek
doğru değildir
çünkü bunun bedenle
ilgisi yoktur.
Mademki bütün yaratılmış varlıklar, surun üfürülmesiyle haşrolacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle
ölüler uykuların- dan
uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de “ney”in fer- yadıyla uyan, kalk,
kendine gel!
Sema’
musıkîsinin tesirine kapılmayan, dönüp, buz kesi- len, ölüp yok olanlardan da
aşağı olan kişinin toprak başına olsun! Çünkü o, gerçek bir insan değildir.
Gezip dolaşan bir ölüdür.
Sema’ın kadehsiz
verilen bu helâl
şarabını içen beden,
bu şarapla mest olan gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam olgunlaşır.
Gayb âleminin
güzelliği, söze sığmaz, anlatılamaz, övü- lemez. Onu görebilmek için ödünç olarak binlerce göz al, bin- lerce göz!
Senin içinde öyle parlak bir ay vardır ki, gökyüzündeki Güneş bile ona: “Ben sana kulum, köleyim.” diye seslenip duruyor.”
Her sema’ önceki hâlden eser bırakmayan bir manevî sar- hoşluk
sofrasıdır.
Hikâye
Gazneli Mahmut’a
çok güzel bir at hediye
edilmişti. Sultan, bayram günü bu ata bindi.
Bütün halk atı görmek
için dışarıdaydı. Yalnız bir
sarhoş, evinden çıkmamıştı.
Onu da dışarı
çıkmaya zorladılar: “Sen de gel bu deniza- tını gör,
‘Bu, rüzgârın ikiz kardeşi’nin maharetlerini seyret.” dediler.
Bir fili züccaciye dükkânına soktular kısacası.
Sarhoş, ne kadar, beni kendi halime bırakın, Bana ne attan mattan, dediyse de,
Onu zorla dışarı çıkardılar.
Dışarı çıktı çıkmasına da kendine hâkim olacak mıydı?
Sultan tam
sarhoşun bulunduğu kalabalığın önünden geçerken,
Sarhoş kendini tutamadı, bağırmaya başladı: “Peh, bu atın benim gözümde
bir kuruşluk değeri yok! Şimdi bu at benim olsaydı, onu bir eğlence
meclisindeki şarkıcıya bağışlardım.”
Sultan Mahmut,
çok hiddetlendi. Hemen adamlarına işaret etti, Sarhoşu derdest edip zindana
attılar. Aradan birkaç gün geçmişti ki,
Sarhoş bir yolunu bulup Sultan’a: “Benim ne suçum vardı, boş yere bu zindanda, çürüyüp
gideceğim.” diye haber gönderdi. Sultan sarhoşu huzuruna çağırttı:
“Ey edepsiz sersem, dedi, sen bayram gününde, tam da halk coşku içindeyken o sözü nasıl
söyledin? Atımı kötüleyerek benim itibarıma
nasıl
dil uzattın?”
Sarhoş, -gerçi artık sarhoş değildi-
İçki içmemek için de tövbe etmişti.
Ey âlem padişahı!
O sözü ben
söylemedim, dedi, O sırada sarhoş bir adamcağız, Yolun kenarında duruyordu, İşte
o söyledi ve gitti.
Şimdi ben o
adam değilim, Akıllı, anlayışlı biriyim
artık.
Sultan adamın
cevabını beğendi, Ve onu
affetti.
İnsan, dünya
işinde de ukba işinde de, Başka başka hâller üzere olabilir.
Her hâlinin
kendi zamanı içinde Bir anlamı, bir karşılığı vardır.
Gece karanlığında aynanın sesi soluğu
çıkmaz da, Güneş ışıttı mı
dört yanı, aynanın keyfine diyecek yok!
Aynayı, geceleyin
neden ses vermiyor
diye kötüleme de gündüzü bekle!
Gönül ehlinin
hâli de türlü
türlüdür. Onun değişip duran davranışlarını,
İçinde kabarıp
duran suların coşkunluğuna hamlet de yanlışa
düşme…
Şeyh Selahaddin Zerkûbî, Konya civarında
balıkçılıkla geçinen bir aileden.
Gençliğinde Seyyid Burhaneddin’in sohbetlerine katılmış, olgun bir insan.
Ümmi olmasına
rağmen, ukba haberlerine karşı gönlü uyanık
biri.
Şems’in sohbetlerine de katılmış bu gönül eri, Şems’in ilk gelişinde hücrelerini altı ay boyunca
iki gönül dostuna tahsis etmiş, onlara hizmet etme mutluluğuna ermiştir.
Konya’da kuyumculuk yaptığı için kendisine ‘Zerkub’ de- nilegelmiş.
İki dost zaten tanışıyorlar; ama Mevlana sevgisinin gönlü- nü tamamen
kaplamasında tatlı bir hatıranın etkisi
büyüktür.
Aşk bir gün
yakınlarıyla kuyumcular çarşısından geç- mektedir.
Selahaddin
Zerkubî’nin dükkânının önünden geçtikleri sırada içeride varak yapmak için
altın dövülmektedir.
Şeyh Zerkubî ve
çırakları âhenkle varak döverlerken bu ses manevî bir çağrı gibi tatlılaşır. Aşk, cezbeye gelir. Vecd için- de
sema’a başlar.
Zerkubî, içeriden
farkına varır coşkulu
sema’ın, çekiç ses- leri daha bir ahenge bürünür.
Demek, coşku duymak için âlemde sayısız
vesile vardır. Aşk döndükçe
çekiç seslerine âhenk, coşku katılır.
Çekiç sesleri sürdükçe varakların kıvamı kaçar, iyice ince-
lir, varak olmaktan çıkarlar.
Selahaddin Zerkubî,
varakların bozulmasına aldırmaz, işçilerine devam etmelerini
emreder, dışarı fırlar…
Kendisi bu sema’ sofrasından ilk defa bu kadar muazzam bir feyz almışlardır.
Buna vesilelik
ettiği için Aşk’ın ayağına kapanır.
Şeyh Selahaddin ballar balını bulur ki artık altının ne kıy-
meti var!
Aşk, dünyadan,
mal-mülkten, kendinden vazgeçiştir. O’nun bahçesinden sonsuzluk gülleri devşiren,
bağı bos-
tanı neylesin?
Mecnun’un da sınırını aşan, Leyla’yla neden oyalansın?
Altı yönün de ötelerine uzanan, dünyadaki yönlere
neden muhtaç olsun?
Cezbe ve iştiyak doğuran
bambaşka bir ateşe
tutulana dünyadaki köz, ateş ne yapsın?
Kıyısı bulunmayan
deryaya gark olan, dünyadaki derya- ları neylesin?
Ebedî aşkı bulan, dünyadaki
bölük pörçük aşkları
ne yapsın?
Gözü, gönlü eşsiz biriyle şerbetlenen, dünyadaki güzelleri neylesin?
Dost bir sığınaktır
şk, Şems’ten
ümidini kesince onu gönlünde yaşadı. Gözden ırak olan, gönülden ırak olmasın, diye dostu-
nun
hatıralarına hep bağlı kaldı.
Lakin hayat
devam ediyor, yeni şeyler yapmak,
yeni şey- ler söylemek lazım.
Şeyh Selahaddin Zerkubî’yi kendisine dost, hemdem seçti. Aşk, gönlünü sükûna erdirecek bir dost buldu.
Gemi için liman gerek,
Yürek için dert ortağı,
sığınak gerek.
Artık iki dost arasında
yeniden bir mânâ sofrası kurul- muş oldu.
Bu manevî bağla
birlikte bir de maddî bağ kuruldu.
Selahaddin Zerkub’un kızını, ki Aşk ona ‘benim sağ gö-
züm’ derdi.
Sultan Veled’le evlendirdi. “Dostlar gönül yurdu, eminlik ülkesidir.” Dost, dostun görüşünü, duyuşunu
artırır.
Gerçek dostla
eş olan, onun ışığıyla ışıklanır;
kokusuyla donanır.
Ölümsüz dostun arkadaşı ölümsüz
olur.
Selahaddin Zerkûbî,
Aşk’la dost oldu da ondan bir ışık edindi.
İki dostun
dostluğuna diyecek yok da haset kumkuması bu defa Şeyh Selahaddin’e yöneldi.
Bu dostluğu
kıskananlar, ümmi biri irşad makamına na-
sıl layık görülür, diye dedikoduya başladılar.
Selahaddin Zerkûbî
kendi nefsini sıfırlayan bir cevap ver- di: “Mevlana beni herkesten üstün
tutmak için seçmedi, be- nim apaçık bir görüşüm, bir üstünlüğüm yok!
Ben sadece bir
aynayım, maharet aynada değil, aynaya yansıyan görüntüde, aynanın parlak olması
önemlidir; ama asıl hüner, aynaya bakan simada.
Mevlana beni
bir üstünlüğüm olduğu için seçmedi.
Ben onun sadece
aynasıyım, gönül yoldaşıyım; âciz bir yoldaş.”
Bu tevazu ve mahviyet tavrı densizleri birazcık susturdu. Lakin beşer fani.
Bu dostluk bin iki yüz elli dokuz yılına kadar sürdü.
Şeyh Selahaddin hastalandı, ebedî âleme
göçtü.
Aşk, bu ayrılıkla da sarsıldı. Gönlü yeni hicranlarla yoğruldu.
İç âlemi
bu yoğruluşla daha bir genişledi. Gönül gökleri daha bir açıldı,
parıldadı.
Demek, her
acıda, her hicranda, her ayrılıkta ruh ufkuna yakınlaştıran bir esrar var.
Her meşakkatte
gönül göklerine kanatlandıran
ihsanlar var. “Dünyada bulunan her şeyin canı aşk değil midir?
Aşktan başka
ne varsa hepsi
de fani, hepsi
de ölür gider. Dünyada ebedî olarak kalan ancak
aşktır!
Biz aşkı bulmak
için kendimizi de terk edelim, yakınları- mızı da.
Zaten bize yakın olanlar,
bildiklerimiz, tanıdıklarımız
şimdi bize hep yabancı
oldular.”
Mesnevi ufku
elahaddin
Zerkûbî, vefat edince Çelebi Hüsameddin, Aşk’ın gönlüne yol buldu.
Zaten
bilişiyorlardı, ‘Çelebi’ lakabını kendisine Aşk ver- mişti.
Ahi şeyhi olan
babasını gençliğinde kaybetmiş olan
Hü- sameddin, zamanın bütün ulu kişilerinden yakın himaye ve ilgi görmüş;
sonunda en büyük bağlılığı Aşk’a duymuştur.
“Seni tanımadan
önce, gece gündüz aşk masalları okur- dum. Şimdi senin aşkınla ben kendim masal
oldum.”
Çelebi Hüsameddin, Aşk’ın gönül ikliminde kedinden geçti. Bütün
kayıtlardan kurtuldu.
Gönülsüz, elsiz,
dilsiz… bağlandı Aşk’a.
Bir bağlılık
ki gönlüne hiçbir
suyun söndüremeyeceği bir ateş bıraktı.
Sözleri, tavırları, hâlleri aşk kesildi.
Aşk ateşinden
bir şaşkınlık geldi ki kendisine bütün var- lığı incilendi.
Aşk, bu inci
varlığı kendisine hemdem ve halife seçti ve dostlarına dedi: "Ona baş eğin, önünde acizcesine kanatları- nızı
yere gerin! Bütün buyruklarını yerine getirin; sevgisini canınızın ta içine
ekin. O rahmet madenidir, Allah nurudur."
Sultan Veled
der ki: "Bütün dostlar, onun lütuf
suyuna
testi kesildiler.
Şems'e ve Şeyh
Selâhaddin'e yapmış oldukları aşağılık hareketlerden kurtulmuş, edeplenmişlerdi. Haset etmeden Çe- lebi
Hüsâmeddin'e itaat ettiler.”
Sipehsalar
Ahmed Feridun: “Tevhid ehlinin büyüklerin- den evliyanın övüncü Hüsameddin
Çelebi, ilahî nurun maz- harı, zamanının Bayezidi idi. Müridlerinin başıydı,
zahir ve bâtın mücahedede olup vera’ ve takvada aşırı gider, çok riya-
zet
ederdi. Son derece edepliydi hep mücahede halindeydi. Gü- zel ahlakı ile kalplerdeki sırları bilirdi. Öz ve manalı konuşur,
din meselelerini kolaylıkla çözüverirdi.”
Bu beraberlik tam on beş yıl
sürdü. Aşk’ın irtihalinden sonra da Çelebi Hüsameddin
dokuz yıl pirinin postuna oturdu.
Aşk’ın ifadesiyle “hakikatler memesinden mânâlar emip çıkaran
Çelebi Hüsameddin” Mesnevi’nin yazılmasında en bü-
yük teşvik sahibi.
Sipehsalar
Risalesi’nde: "Hakikatte Hüdâvendigâr Haz- retlerimizin tam mazharı Çelebi
Hüsâmeddin idi ve bütün Mesnevî-i Şerif onun ricası ile yazılmıştır. Bütün tevhid ve aşk
ehli, kendilerine bahşedilen Mesnevî'nin yalnızca yazılması hususunda, kıyamete kadar Çelebi Hüsameddin'e
teşekkür et- seler, yine şükran
borçlarını ödeyemezler." denilmiştir.
Aşk’ın:
“Gökyüzünün merdivenidir bu söz; kim bunun- la
çıkarsa gökyüzünün damına ağar.” dediği mesnevi, bin iki yüz elli dokuz yılında
yazılmaya başlanmıştır.
Şems’in
kaybolmasından, Selahaddin Zerkûb’un vefatın- dan sonra Aşk, durulmaya başladı.
Coşkun ırmak, yeşertip bereketlendirecek bir yatağa ka- vuşuyordu.
Duygular, düşünceler,
bir baraj disiplinine kavuşuyor. Ayrılıklardan
pişe pişe gönül,
istiğna makamına eriyordu. Bu coşku, bu verim iklimi, ‘divan’ın
sınırlarını genişlet-
miş, onu Divan-ı Kebir eylemişti.
Çelebi Hüsameddin, Aşk’ın pervanesi, şevk-coşku kıvılcımı. Dostunu sürekli
yazmaya teşvik eder.
Kaynaktan daha fazla su sızsın da gönülleri yeşertip
süs- lesin diye sürekli gayrettedir.
Çelebi
Hüsameddin’in gönlüne bir meyil düştü. Şimdiye kadar hep rübai, gazel ülkesinde
at koşturuldu. Ve bu, büyük bir yekûna ulaştı. Neden Mantıku’t-Tayr, İlahinâme
gibi bir mesnevi yazılmasın!
Önce kendi
içinde yaşadı bu fikri Çelebi, sonra kadim dostuna açtı: “Sultanım! Gazel
tarzında birçok şiirler tanzim buyurdunuz. Bir mesnevi yazarsanız bu eseriniz
âşıklar için şevk kaynağı olacaktır.”
Aşk, tebessüm
etti, kaç gündür zihnini meşgul ettikten sonra billurlaşan beyitleri sarığının kıvrımından çıkardı Çelebi Hüsam’a
gösterdi. Mesnevinin ilk on sekiz beyti.
Deryanın nümûnesi,
özeti.
Çelebi’ye uzattı elindeki varakı ve oku dedi.
Çelebi ilk beyti okudu:
“Bişnev in ney çün şikâyet mikûned Ez cüdayiha hikâyet mikûned”
Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti
elebi
Hüsameddin, beyitleri peşi sıra okudukça coşup heyecanlandı. Sevinçten gözyaşları dökmeye başladı:
“Ey eşsiz
hünkârım, gönülden arzularım ki bu beyitlerin de- vamı gelsin, bu mânâ
filizleri sonsuzluğa uzanan bir yeşer- meye dursun, gönüller bu sofradan
nasiplensin.”
Aşk’ın cevabı:
“Çelebi, sen yazmayı
kabul edersen, ben de söylerim.”
Çelebi, canla başla bu işe hazırdır.
Aşk, coşku sularında söyleyecek; Çelebi tahrir eyleyecek.
Gönül ikliminden gelen nağmeler, dil kıvamında sayfala- ra doluşmaya başladı…
Bişnev in ney çün şikâyet
mîkûned Ez cüdâyîhâ hikâyet mîkûned
Bu neyi dinle, bir derdi bir şikâyeti var. Ayrılıklardan hikâyeler anlatıyor.
Ney sensin
ey nefsim!
Yokluk yurdundan
gelirsin, için bomboş. Sermayen yok.
Rabb’inin
adıyla donanıp kuşandın. O’nun tasarrufuyla çağlayıp coşarsın. O’nun rahmetiyle donanıp kuşanırsın.
Senin gönlüne;
hasret, arayış, meltemini doldurmasaydı nereden bu kadar yanık nağmelerle
yüreklere işlerdin?
Hakk’ın
tasarrufu olmasaydı ne gözün görür ne kulağın işitir ne burnun koku alır ne
dilin söz söylerdi.
Mucizeyi gör, duy, anla ki: “Dil denen et parçasından hik- met seli ırmak gibi akıp duruyor, adı
kulak olan deliklerden giriyor da meyvesi akıllar olan can bağını suluyor.”
Demek, can
bağının sulanıp neşv ü nema bulması, ‘işitmek’le olur.
Demek, bağrı
yanıkların nağmeleri, işitmek yoluyla gö- nülleri coşturup kaynatır.
Ney, dinleyenlerin kalbine rikkat verir, aşk ehlini coşkuya sevk eder; gönülleri sözsüz, kelimesiz, kendinden geçirir.
“Ney sesini
dinle! Aslında o ses ney’in değildir. Ona üf- leyenin duygularının ney’den
duyulan nağmeleridir. Sen aşk şarabını içmeye bak! Gam kendi derdine düşmüş,
çırpınıp du- ruyor.”
Ney sensin
ey nefsim!
Yanık
yüreğinden kopup gelen dipsiz çığlıklar öyle ayrı- lık, hüzün hikâyeleri
dillendirir ki bunu işitenler varlık hik- metlerinin öz ülkesinden haberler
alırlar.
Sen neyin
sızlanışını sıradan bir şikâyet mi sanırsın ey nefsim!
Ney daha büyük
yanışlara, haykırışlara ermek için irili ufaklı feryatlar koparmaktadır ki
büyük sulara kavuşabilsin.
Bütün dereler,
çaylar, ırmaklar okyanus
düşüyle çağlamı- yor mu?
Ayrılıkların
harmanında biriken bu hikâyelerden yükse- len şikâyetler, ebedî dostluk
iştiyakını dillendirmiyor mu?
“Kez neyistan” sözünü kamışlıktan kesilen
bir kamış ola- rak,
sadece görünen yanıyla
alırsan neye ulaşabilirsin? Ama
gerçek âlemden,
ölümsüzlük yurdundan koparılış olarak
an- larsan bunca inlemelerin, iştiyakların, özlemlerin asıl sebe- bini içinin
derinliklerinde hissedersin, bu da senin
gerçek bir hakikat yolcusu
olduğunun delili sayılır.
Mesnevi’nin “dinle”
diye başlamasında da büyük hikmet- ler vardır.
Beden, mide yoluyla beslenir, gönülle ruh da kulak yoluyla. Dinlemeyen söyleyemez.
İnsanın dünyaya
ilk teşrifinde de önce yaptığı şey, dinle- mektir.
Bebek, bir
vakit dinleyip sözü, mânâları kendi içinde bir kıvama erdirdikten sonra
konuşmaya başlar.
Sağır olan, dilsiz de olur.
Senin bu söylediklerin, bülbül gibi şakımaların, kalemin- den inci gibi dökülenler nasıl oluştu?
Kulakların gönül topraklarına mânâ tohumcuklarını ser- pip
durmasaydı nereden biriktirecektin bunca hikmeti, bunca aşk, muhabbet sözlerini?
Dinle, dinle ki söyleyebilesin.
İlk emri ‘Oku!’
olan bir inancın insanısın. ‘Dinle!’ ‘Oku!’nun kardeşidir.
İkisi de gıdadır, besindir.
İster oku, ister dinle iki durumda da gönlüne, ruhuna duy- gu, düşünce, irfan, marifet
cevherleri yağıp durmuyor mu?
Kez neyistân tâ merâ bübrîdeend Ez nefîrem
merd ü zen nâlîdeend
Ney der ki,
beni kamışlıktan kestiklerinden bu yana, ka- dın ve erkekler benim
inleyişlerimden etkilenmiş, benim
gibi inlemişlerdir.
Neyi sazlıktan
kestiler.
Orada kesret içinde bir hayat sürerdi.
Kökü topraktan
gıdalanır, sadece cismi gelişir pekişirdi. Ama cismin gelişmesi gönül
için, ruh için nedir ki!
Neyi
kamışlıktan kopardılar.
Hiçbir şey olmadığını anlamaya başladı böylece.
Rabb’in esrarıyla dolarsa neler neler olabileceğini kavradı. Aslında ney kesret yurdundan koparıldığı için değil; bun-
ca yıldır
Yüce Varlık’tan nasıl
ayrı kalmışım, diye yanıp yakıl- maya başladı.
Kamışın ayağı
dünya toprağına bağlı idi ki cismaniyetin geçici hazzında gömülü kalmıştı.
Kulağına bir şeyler fısıldandı ki gönülleri ötelerle
irtibat- landıracak inleyişler edinebildi.
Ey nefsim!
Sen de cismani hazlardan, o kesret mezbeleliğinden kop- mayı göze almaz mısın?
Bir hiç olan varlığını
O’nun anlamıyla, esrarıyla
doldur- maz mısın?
Sonra da:
“Eyvahlar olsun, ben neden bunca ve bu kadar gerçek varlıktan ayrı yaşamışım!”
diye sızlanmaz mısın?
Neyin
‘nale’leri kâmillerin, ariflerin beyanlarıdır. Kâmil insanın her sözü hakikat âleminden
incilerdir. Bu sözlerden erkek de kadın da nasiplenir.
Yetkinler de yetersizler de bu sözlerin parıltılarından gı- dalanır.
Herkes kendi kemaline göre alacağını alır. Heybesinin bü- yüklüğünce
yükünü yüklenir.
Şu hakikat:
Cismaniyet ne kadar kabarırsa kabarsın, ruh derinden derine bu ayrılığı
hatırlar.
Can evinden
duyar bunu sürekli.
Her ruh, aslında ‘elest’
beraberliğini de oradan
ayrılıp
dünya yüzüne gelişini de asla unutmaz.
Dünyadaki
doyumsuzluklar, kararsızlıklar, kanaatsizlik- ler, huysuzluklar ve arayışlar
hep bu ayrılığın derinden vuran dalgalarından peyda olur.
Sen, şu cismaniyet âleminde bir vehimden ibaret varlığını sıfırlarsan,
Hakk’ın sıfatlarının mazharı olursun.
Ama bir
kuruntudan öte gitmeyen varlığını cahilce bir iddiayla nazara verip durursan
benlik çamurunda boğulup gidersin.
“İçimiz ney gibi bomboş,
saki üflüyor da söylüyoruz. Yok- sa biz söz söylemek istemeyiz.”
De bakalım;
içi boş kamış mı
ses çıkarır,
için dolu kamış mı?
Öyleyse içini
dünyadan boşalt da bütün gönüllere ukba meltemi sun.
Öyleyse değersiz
varlığını sonsuz kudret
eline teslim et ki
sonsuzlaş!
Senin ‘öte’
edalı varlığından, kadın-erkek, uhrevî esin- tiler duyacak, yanık sedanla
ayrılık sularında, büyük vuslat için yanıp yakılacak, Dost’a layık yanık bir
gönül edinecek, daha ne istersin?
Kısacası, ney
gibi, kendi varlığından boşalır, kendi varlı- ğından geçersen O’nun varlığıyla
dolarsın; böylece varlıklar yana yakıla pervane kesilir sana.
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk Tâ begûyem
şerh-i derd-i iştiyâk
İştiyak derdini açıklayabilmem (şerhedebilmem) için ayrı- lık acılarından
parça parça olmuş bir kalp isterim.
İştiyak derdi,
dertlerin efendisi.
Birçok derdi şerhetmek kolay olur da ya iştiyak
derdi? Dertli gönül isterim,
Ayrılıktan parça parça olmuş yürekler isterim, iştiyak der-
dini anlatmak
için.
Herkes anlayamaz bunu, mavera âşıkları
gerek buna.
Âşık olan, şaşkındır, kendinde
değildir, gam-keder-dert,
yenini yakasını yırtmıştır onun.
“Kim daha uyanıksa daha dertlidir o,
Kim gerçeği
daha iyi anlamışsa beti benzi daha sarıdır
onun.”
Dert,
uyanıklığın da gerçeğin de dadısıdır. Dertli olmayan, iştiyak derdini nasıl
anlasın!
Susuzluktan şerha şerha olmuş toprağa bak, onun gizli
ıstırabını dinle!
Istırap çekmeyen
kavuşma arzusunu anlayamaz. Susuz olmayan suya nasıl
iştiyak duysun?
Allah, en büyük derdi peygamberlere verdi.
Hakikati en çok
onlara ayan kıldı, en çok onların iştiyak coşkusu kabardı.
Demek, derdin
yoğunluğu; iştiyakın şiddetini artırır.
Nice Allah
dostu, çile çekti, riyazet ikliminde kıvrandı, mânâ yolculuğunda mübarek
cisimleri yıprandı, hırpalandı, eziyet gördü; sonunda her birine bir âlem genişliğinde manevî ses,
soluk bağışlandı.
Her biri görünenin ötesinde
ölçüye, hesaba sığmaz
güçler edindiler ki bu, onların iştiyak coşkusunu artırdıkça artırdı.
Bu iştiyak
coşkusu başka gönüllere de yayıldı, böylece halka genişledikçe genişledi.
Büyük mânâlar,
derin ve ağır sırlar, tabi ki ayrılık acıla- rından şerha şerha olmuş, bir kıvama ermiş gönüllerle payla- şılabilir.
Boğazına kadar
dünyaya batmış, rahat rehavet içinde kendinden geçmiş, her şeyi göz düzeyinde
algılamaktan öte bir gönül atılımı, etkinliği sergileyememiş birine anlat baka- lım iştiyak derdini!
Sen iştiyak derdine ortak arayıp böylece manevî coşkula-
rını bereketlendirmek emelindeysen, sözünü anlayacak
dertli sinelere ulaşman gerek.
Sözünü anlayan
kulak bulunmazsa hem söylediklerin boşa gider hem de sözün boğazında düğümlenir
de sözlerini bereketlendirecek bir coşku bulamazsın.
Söylediklerini candan dinleyen olursa
senin söyleme coş- kun
kabarır, gönülleri gül bahçesine çevirir
ama yüreği ayrılık ateşiyle kavrulup şerha şerha
olmayanlar da senin dile getir- mek için çırpındığın iştiyak derdini anlayamaz.
Kaç mevsim sudan ayrı kalmış, şerha şerha olmuş topra-
ğa sor bakalım, suya iştiyakı ne ölçüdedir.
Suya kanmış,
yanından yöresinden su eksik olmayan toprak ne anlar kavuşma derdinden,
susuzluk çilesinden?
Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hiş Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş
Kendi aslından
uzaklaşan kimse; döner, dolaşır yine ken-
di aslını, ilk zamanlarındaki safiyeti aramaya koyulur.
Bu dünya bir gölgeden ibarettir. Gölgenin hükmü
nedir?
Aslı çekip
gitti mi yahut güneş kayboldu mu gölgeden eser kalmaz.
Dünyada sayısız
güzellik, neşe, sevinç vardır var olması- na da bunlar ancak senin cismine
geçici bir haz yaşatan kö- pük cinsinden şeylerdir.
Hakk’ın varlığı
dünyaya aksetti de sen birtakım
nimetler tattın.
Gündüzün, dağa,
taşa, denize, ırmağa
cam parçacıklarına bak, her şey sıcacık,
pırıl pırıl ama akşamleyin ‘güneş’
ortalık- tan çekildi mi her şey nasıl da parıltısını, sıcaklığını
yitiriyor!
Demek, o
sıcaklık, o parıltı varlıkların kendinden değil! Dünyadaki bunca nimetin, güzelliğin varlığını kendiliğin-
den mi sanırsın?
Rabb’in mübarek
esmasının cilveleri, sonsuz
güzelliğinin şuleleri vurmasın da bakalım ne göreceksin ne tadacaksın ne yaşayacaksın?
Olgun biriysen eğer
bu dünyada gölgelerle eğlenmezsin. Yaşayacak
kadar nasiplenirsin dünya
nimetlerinden, yü-
rekten bir şükürle gözünü
sürekli ötelere dikersin. Yürüyüşün, bil ki hep ötelere doğrudur
senin.
Basiretsiz, nankör insan, dünyayı biricik eğlenme yurdu sa- yar da durmadan sonuçsuz oyalanmalar içinde çırpınır durur.
“Bizi anmaktan
yüz çeviren kimse
için muhakkak sıkıntı- lı bir yaşayış vardır.”
(Taha, 124) ayetinde
buyrulduğu gibi bu eğlenme, oyalanmalar onu hiç mutlu etmez;
aksine büyük bir vicdan azabı ve ıstırap içinde
kıvrandırır durur.
İnsan dünyada
ne kadar müreffeh yaşarsa yaşasın, için- deki
arayış tutkusu, sonsuzluk özlemi bastırılmıyor. Kendi as-
lından biraz uzaklaşan, dünyaya dalan
insan gün gelir,
derin- lerdeki arayış tutkusunun baskısından kurtulamaz.
İlahî aşk,
Rabbanî meyil, bizim ruhumuzun mayasında vardır ve bu aşkı,
bu meyli hiçbir
dünya metaı, meşgalesi tat- min edemiyor. Tatmin edemiyor ki dünya nimetlerini en üst
seviyeden tadanlar, büyük çılgınlıklar, hatta mel’anetler peşi- ne düşüyorlar.
Öyleyse nedir asıl olan?
Dünyanın, bir menzile vardırmayan labirentlerinden kur- tulup kendi aslına dönecek süreci başlatmak!
Rabbimizin
yeryüzüne ihsanı kesintisiz ve bereketlidir. “Mutlu olanlar ise cennettedirler. Senin Rabb’inin dileme-
si hariç gökler ve yer durdukça
orada ebedî kalacaklardır. Ke- sintisi olmayan bir ihsan içinde olacaklardır.” (Hud, 108)
Her an başka bir tecelliyle karşı karşıyadır insan. Bu tecel- lilere açık gönüller, her an yeni
merhaleler aşarlar ve bu haz, lezzet hiçbir dünya değeriyle kıyaslanamaz. Ruha ezelden bu
lezzet tattırılmışsa insan, dünya yolculuğunda aslından uzak- laşsa
da ömrünün ileriki durakları, çalkantılı meşakkatleri, fanilik esintileri ona
aslına dönmeyi telkin eder.
Telkin eder etmesine de bu kolay
mıdır? “Bulanık su, de-
nize gitmeye ısrar eder; ama balçık, suyun ayağını tutmuştur, çeker de çeker.”
Balçık
balçıklığını yapacak muhakkak, suyun ayağından tutup onu kendine bağlayacak,
denize kavuşmaması için sü- rekli bulandıracaktır; ama suyun karakteri
duruluktan, iyilik- ten,
güzellikten yanadır.
Bakalım su, fıtratının gereğince davranıp balçıktan kopa- cak iradeyi gösterebilecek, uygun anı kollayıp
ırmakla bütün- leşebilecek mi?
Men beher cem’iyyetî nâlân şodem Cüft-i
bedhâlân ü hoşhâlân şodem
Ben her toplulukta, her mecliste inledim durdum. Kötü- lerle iyilerle yoldaş oldum. Onlara
da eş oldum, bunlara da.
Kimdir kötü
halliler? Gafiller, nefsin esirleri… Kimdir iyi halliler?
İdrak ehli, insaf ehli, gönül ehli olanlar.
Alicenap, himmet ehli Allah dostlarının muamelesi
yal- nızca iyilerle değildir.
Kâmil insanın
en büyük derdi,
kötüleri iyi; düşmanları dost eylemektir.
Biriyle yoldaş olmadan onun ne huyunu anlarsın ne ona
tesir edersin.
Kâmil insan,
kötülerle, düşmanla yoldaşlık eder ki o ari- fane edasıyla onları terbiye
edebilsin.
Allah dostları, mahir bir avcı gibidirler.
Geceyi, gündüzü; ovayı, çölü; baharı, kışı; tarassut ederler. Duraklarına,
menzillerine sınır yoktur onların.
Her yüreğe ayrı bir
neşve salarlar da solukları
eksilmez.
Arif yalnızca
iyilerle düşüp kalksaydı, kötülerin irşadına giden yol nasıl bulunurdu?
Peygamberlerin dostları iyiler olmuşlardır, onlara yardım etmişlerdir; ama peygamberler en
çetin imtihanları yol yor- dam bilmezlerle olmuştur.
Hidayet
Allah’tandır; ama hidayet çoğunca vesile ister, tebliğ gayreti ister.
Bir toplulukta
yanık sesiyle kulaklara ziyafet sununca ney, iyileri şevke getirir; kötüleri
yumuşatırsa ne mutlu; ama hiç olmazsa neyin
varlığından haberdar olurlar.
Neyin havayı kuşatan sesi
karşısında, sesleri kesilir.
Dünyada, her şey dengini
arar durur. Her şey dengine
doğru yürür.
Acı acıya
eş olur, sevinç
sevince.
İyi iyinin
peşindedir, kötü kötünün.
Ama Hak
dostları iyinin de kötünün de yanında yöresin- dedirler.
Hak dostları
gülün güllüğü ile mesut olurlar
ama onların en büyük görevi
dikeni dikenliğinden vazgeçirmek.
Diken dikenliğinden asla vazgeçmese de Hak dostunun görevi onu uyarmak, ona hakikati
hatırlatmak.
Allah Resulü,
nice müşrikin yola gelmeyeceğini bildiği halde neden tebliğ için onca çırpındı,
didindi?
Hidayet Allah’ın
işidir, sen görevini
yap!
Nice Hak dostu, kalplerin huzuru için toza toprağa bu- lanmayı, çamura girmeyi göze aldı.
Aydınlatacak bir sine bulmak için oturur öylece bekler- sen, onu bulamazsın.
Kalk, iyinin de
kötünün de mahallesini, sokağını gez do- laş, hepsiyle hemhal ol;
Bu senin tabiatının bir gereğidir.
Sen görevini
yap, bir ney gibi iyilerin
de kötülerin de ku-
lağına nağmelerini boşalt.
İnleyişlerin iyilere de ulaşsın kötülere de.
Talihliler, insaf ehli, coşkun ve uyanık olanlar nâlelerinden gönül
coşkunluğuna bir yol bulacaklardır.
Talihsizler, karanlığa meyledenler bu nalelerden bir kur- tuluş meltemi
edinmemiş ne yaparsın!
Senin görevin, iyi hâllilerle
de kötü hâllilerle de hemhâl olmak!
Ümit edilir ki güneş
varlığın, uğradığın karanlık
diyarlara da ışık tabiatı kazandırır.
Herkesî ez zann-i
hod şüd yâr-i men Vez derûn-i
men necüst esrâr-i
men
Herkes kendi anlayışına göre bana dost oldu. Fakat içim-
deki esrarı kimse araştırmadı.
Dostluğun, her türlü dünya
ilgilerinden başlayarak yüce- ler yücesine doğru uzanan
mertebeleri vardır.
Dostluk, dünya
değerleri ile sınırlıysa akşamla birlikte kaybolan güneş gibi seni terk
edecektir.
Dünyadayken ne dostluklar edindin!
Çocukluğunda,
gençliğinde, olgunluk çağında, yaşlılığın- da başka başka dostların olur.
Yeni dostlar edinince eskileri unutursun.
İlk mektepten
başlayarak üniversiteye kadar konuşup halleştiğin, can ciğer saydığın
arkadaşlarından kaçıyla şimdi berabersin?
Dünyadaki iyi
niyetli bütün dostluklar “Gerçek Dost”un parıltısından zerreler taşır; ama asıl kaynağına ulaşmak yolun-
da çaba harcamadıkça bunların da sana geçici faydası olur.
Dünyadaki
büyüklü, küçüklü bütün dostluklar, O’nun dostluğuna yol bulmadıkça faniliğe
yuvarlanır gider.
“Görülmesi, ölümü gidermeyen, dost değildir; sevgili de-
ğildir; onun ne meyvesi
vardır ne yaprağı.”
Dost,
dostlarına, ukba topraklarından beslenen ağaçla- rından meyveler
sunar. Dost ağacının meyveleri dünya tadının
ötesinden tatlar verir. Yaprakları
dünya mevsimlerine göre sa- rarıp solmaz.
Kuruyup ayaklar altına düşmez; öyleyse
aheste davranma da kalk gerçek dostu ara!
Arif, bil ki senin için en iyi dosttur.
Arif, ‘bu noksan beden
kandilinden kurtulmak için gönül
kandilini uyandıran’ kişidir.
Arifin gönül
kandili ışıldar da sen bunu ne kadar bili- yorsun?
Arifin ışığı
vurur, gönüllere feyiz
neşesi gelir, sen bundan
ne kadar nasiplenirsin?
Arif, ‘her
solukta Padişah’ın tahtının ayakucuna dek yü- rür’ gider de sen nelerle
uğraşırsın, nerelerdesin?
Arif, ‘gökyüzünün merdiveni’ oldu da sen ondan bir basa- makcık edinebildin mi?
Denize uzaktan
bakarsın, o coşkun dalgaları seyre da- larsın. Sadece gözünle gördüğüne hayran
kalırsın, bununla yetinirsin. Hadi, bir de derinlerdeki deverana, âleme, hazineye
talip ol bakalım!
Ama her gönül ehil değildir buna. Her yürek göze alamaz bu
çileyi, meşakkati, sonunda
ebedî afiyet bulunan
bu devleti.
“Can gözü açık
pir, aklı kıt olanlara göstermek için akılla anlaşılan inciyi gözle görülür bir
hale getirdi.”
Pir, aklı kıt
olanlara göstermek için ‘inci’yi görünür hale getirdi de sen bunu olsun
görebildin mi?
Ulu kişi
‘herkes zannınca dost oldu bana’ dediyse; bu, tarife sığmaz yalnızlığın, hayal
kırıklığının ifadesidir.
Kimi ‘hoşgörü
abidesi, kimi ‘barış elçisi’, kimi ‘büyük dü-
şünür’ dedi. Kimi ‘sema’ın
‘görsel’ ahengine gönül düşürdü,
kimi ‘ney’e takılıp kaldı.
Ama çoğu
kabukta dolaşıp durdu. Kimse ‘öz’e inemedi. Kimse o naif cismin ardındaki derin
ruhu, bir âlem genişli- ğindeki gönlü, hakkıyla anlamaya çalışmadı; çünkü çoğu
dünyadan nefsin hazlarından geçip riyazet zahmetini göze alamadı.
“Allah’ın has kulları gönüllerin casuslarıdır.” da sen, gizli
esintilerden haberdar olmak için neler yapmadasın?
Herkes zannınca
bana dost oldu.
Zan sularındaki
bu dost oluşun fazla bir bedeli yoktu ki herkes bana dost oldu.
Ya, benimle
gerçek dostluk! Bunun yakıcılığı.
Sırlarıma ortak
olmanın yakıcı bedeline
kim katlanacak! Allah dostunu
arar bulursan, Allah seninle dost olur.
Sen bu dostluk katına
çıkabilecek riyazet, mücahede
yol- culuğuna katlanabilecek misin?
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nist Lîk çeşm-i gûşrâ an nûr nîst
Benim sırrım feryadımdan uzak değil; fakat her gözde gö- recek nur, her
kulakta işitecek güç yoktur.
“Himmet sahibi erlerin öylesine can sırları vardır ki onları aşağılık
kişilerden, la’l madenini gizlemelerinden daha fazla gizlerler.”
Arifin sırları
her kulağın duyabildiği, her gönlün karşıla- yabildiği sırlar değildir.
Arifin iniltisi
Sonsuzluk Yurdu’na duyulan
iştiyaktan gel- mektedir.
Ne kadar yol
alınırsa alınsın, ‘perde perde veralar’, arifi yeni yeni yolculuklara
çağırmaktadır.
Her menzilin
işaret ettiği yeni vuslat durakları, arifi ka- vuştum, diye neşelendirirken, gözünü ötelere dikmesiyle ru-
hunda yeni ayrılık fırtınaları koparmaktadır.
Kendisine ‘hissettirilen’ yeni menzil, uzaklardan parılda- yınca, bunun verdiği
ayrılık acısı, arifi büyük iniltilere düşür- mektedir.
Gönlünü acıtan her sır, arifi yeni sırlara çağırmaktadır. Sır sırrın içinde, sır
sırrın ötesinde…
Arifin sırları,
“can kutusundaki inci gibi ağızdan gönlü gösterir.”
Dilinden
dökülen her sözle, yüreğinin incilerini ehil na- zarlara ayan eder arif.
“Yumuşak olsun, sert olsun erenlerin sözlerine kendini ver; Örtünüp
bürünme, dinine dayanaktır o sözler.
Sıcak da
söylese hoşça kabullen, soğuk da söylese tut o sözü;
Tut da sıcaktan da kurtul; soğuktan
da yakıp kavuran cehennemden de.
O sözlerin
sıcağı da ilkbahardır, yaşayıştır, soğuğu da;
O sözler,
gerçekliğin, tam inancın, kulluğun özüdür, ma- yasıdır.
Can bahçelerini dirilten yelden eser gelir o soluklar; Gönül denizi bu incilerle doludur.
Gönül
bahçesinden bir çöp bile eksilse akıllı kişinin gön- lüne binlerce gam dolar.
Arifin sözü,
duyuşu, sezişi bizde gerçek varlık denizinin belirmesine, coşup kaynamasına
vesiledir.
Ama arifi anlayacak gönül nerede?
Arif der ki: “Allah, benim ney gibi bedenimi yokluk kamış- lığından kesti, yondu. Gönül o neyin
kapısı, ağız da başı. A ney, seslen yokluğa da yüzlerce Leyla, Mecnun gör;
yüzlerce Vâmık’la Azra seyret.”
Arifin sözü, sırlarından haber
verir.
Dilinden
dökülen her söz, gönlünden ve ruhundan ha- berler getirir.
Bu gönül, bu ruh tamamen Rabb’in
ilhamıyla dile gelir, parıltılar saçar.
Gelen esintiler, saçılan inciler tamamen İlahî iklimin mev- celerindendir.
Ama cismaniyet
soluklayan hiçbir göz, hiçbir kulak bun- ları görecek, işitecek liyakatte,
takatte değildir.
Hak’tan gelen
esrarın muhatapları ancak ehl-i hak olan- lardır.
Arif, bizim sözümüz, sustuğumuz
zaman daha açık anla-
şılır, diyor;
ama sen bu sırrı anlayabilir misin?
Senin gözün,
kulağın, dünyanın somut görüntülerine, seslerine alışıktır; gözsüz görmeye,
kulaksız işitmeye liyakat gösterebilecek misin?
Ten zi cân ü cân zi ten mestûr nîst Lîk kes râ dîd-i cân destûr nîst
Beden ruhtan,
ruh bedenden gizli değildir; fakat kimse- nin ruhu görmesine ruhsat yoktur.
Beden, can sayesinde varlığını sürdürür, hareket eder. Can çekildi mi bedenin yurdu kara
topraktır.
Vücut hareket etmezse, demek canı yoktur. Bedenin hareketinden canın varlığını anla.
Kendisinden iyi ya da kötü, faydalı
ya da zararlı fiiller
sadır olması için, ruhun bedene ihtiyacı vardır.
Ruh, beden
elbisesini giyinmeden iradesini somutlaştıramaz. Beden yaşayacak, dua-niyazda bulunacak, tefekkür
ede- cek, hırpalanacak, sabır-gayret ufuklarında kendini göstere-
cek ki ruh inkişaf edip parlasın, nitelik
kazansın.
Ruhun bedenle
beraberliğini gözünle göremezsin; ama ikisi de birbiriyle iç içedir.
“Görünüşte ateş, tencerenin altındadır ama anlam ba- kımından ateş, tencerenin canının içindedir. Görünüşü
dışa-
rıdadır,
anlamıysa içeride; can sevgilisinin anlamı, kan gibi damarların içindedir.”
Can, tenden haberlidir; ten de onun varlığından gafil de-
ğildir; ama hangi can, hangi ten?
Eşyanın, bitkinin, hayvanın da bir ruh boyutu
var, denir- se sen bu
hakikate nasıl burun kıvırırsın?
Peki, sen hangi canın talibisin?
Senin et-kemik-sudan ibaret cismin hangi canın müştakı?
İçindeki gizli damar hangi canın tutkunu?
“Hayvanî can,
cüzî akıl, vehim ve hayal, ayrana benzer; ölümsüz cansa, bu ayranda
gizli olan yağa benzer. Çalışmakta bir gayret gerek ki o yağın
ayranı gönülden ayrılsın.”
İnsanî canının uyanması için gayret gerek.
Hayvan gibi
‘ye, iç, yat’ fiillerinden ibaret bir hayata kul köle olma ki can ışığıyla ateşin içinde cennet olduğunu, köşk- ler
bulunduğunu gören İbrahim’in (a.s.) canına yoldaş bir can edin!
Canı, ruhu,
ele-avuca sığar, göze görünür sanma!
“Bir de sana
“ruh” hakkında soru sorarlar. De ki: “Ruh Rabb’imin emrindedir, O’nun bileceği
işlerdendir. Size sadece az bir ilim verilmiştir.” (İsra,
85)
“İnsan
uyumuştur; canıysa güneş gibi gökyüzündedir; beden yatakta, yorgan altında. Can
aralanmış perde gibi boş- luklarda
gizli; bedense yorgan altında dönüp durmada. Can: ‘Rabb’imin emrindedir.’ Bu yüzden de gizlidir; o bakımdan ne kadar örnek verirsem vereyim,
anlatmaya imkân yok.”
Beden olmadan,
can dünyada hayat
merhalelerinden ge- çerek olgunluk
kazanası değil; can olmadan beden,
bir leşten öte değer kazanası
değil!
İkisi de birbirinin bu hakikatinden haberdar oldukça eşref varlık
billurlaştır.
“Bedenin değeri candandır; canın değeriyse sevgilinin ışı-
ğından.”
İnsanda ruh
ancak içten ve coşkulu bir kulluk seferinde sonra billurlaşır.
Sevgilinin ışığı vurdu mu beden ruh kesilir, ruhtan parıl-
tılar aksettirir.
Ama kimse ruhu tamamıyla
göremez, çünkü buna ruhsat
yoktur.
Ancak ruhun akseden parıltılarından haberdar olabilir kimi
insan.
Âteşest în bang-i
nây ü nîst bâd Her ki în âteş nedâred nîst bâd
Neyin şu sesi
ateştir, hava değildir; her kimde bu ateş yoksa o kimse olmaz olsun.
“Sen Hak Âşığı’sın; fakat Hak da odur ki, geldi, tecelli
etti mi sende, kıl kadar bile bir varlık kalmaz. Bir gölgesin sen,
güneşe âşıksın; güneş doğdu mu
gölge, tezce yok olur gider.”
Hak tecelli
etti ise artık
o yanık ney sesine ne diyelim?
Sıradan bir ses değildir o; âşığın gönlünün ateşidir.
Güneş, geldi de
gönlünde ruhunda belirdi mi sende cis- maniyet emareleri bir bir silikleşir.
İlahî aşkın ateşi, sendeki
bütün beşeri hâl ve davranışları
İlahî renge boyamıştır.
Gönlünün, ruhunun
yörüngesi, İlahî evrene doğru meyil- lenince ayrılığın yakıcılığı seni kuşatmaya başlar.
Artık çıkar- dığın yanık
sesler bil ki ruhundan, gönlünden kopup gelmek- tedir.
Sıradan bir
dünya vuslatı için değildir bu figanlar. Dilinden dökülen sözler, Rabb’imizin ihsan ettiği ilham-
ların şerareleridir.
Bu sözlerdir ki
gerçek aşk denizinden kopup gelmiştir, aşk tutkunlarını vecde getirir.
‘Aşk
tutkunları’ sözü boşuna değil; çünkü gerçek aşka istidadı olmayanlar, kendi benliğinden soyunamayanlar bu
ondurucu ateşe
layık değildir.
Öyle bir ateş ki bu ateş, ‘mekânsızlık âleminde
ıssılık ma- denidir; yedi cehennem, onun kıvılcımlarından bir dumandır
ancak.’ Aşk böyle bir ateştir; ama bu ateş arttıkça
gönlü İlahî sırlara daha da yakınlaştırır.
Ateş arttıkça
iştiyak artar; iştiyak arttıkça cismaniyet yükü hafifler; cismaniyet yükü
hafifledikçe Rabbanî latifeler sağanak sağanak boşalır.
Güneşin dünyayı
aydınlatması, ateşinin şiddetli, ışığının kuvvetli oluşundandır.
“Neye dedim ki:
“Niçin böyle feryad edip duruyorsun?” Dedi ki: “O’nun hoş nefesini içime çektim; bu yüzden, feryat
etmem gerekmektedir, şarttır!”
Hadi söyle
bakalım şimdi, yurdundan koparılmış, sonra kendisine art arda lezzetlenen Rabbanî lütuflar gösterildikçe kendinden geçen bir ruhun
derinden kopardığı çığlıklar, na- leler sıradan bir ses midir; yoksa gerçek
aşkın İlahî cezbeleri midir? Baştan ayağa ateş midir?
“Aşka düşen
kişide zerre kadar
korku yoktur; aşk mezhe-
binde her şey, aşka kurbandır.”
Neyin sesi ateştir, boş bir heva değildir.
Çünkü neyin
bu sesi yakıcı
ayrılığın ebedî vuslata
dönüş- mesi için koparılmış çığlıklardır.
Gönül can evinden tutuşmuş, figan eylemektedir. Neden?
Sevgiliden ayrı düştüğünden.
Bu figanlara,
bu figanlardan kopan şerarelere ‘boş bir heva’ diyebilir misin?
Kimde bu
figanlardan bir zerre kapma istidadı yoksa onun varlığından kime ne!
Kim ki neyin
ateşinden, yani ki gönlün hakikate olan iş- tiyakından dolayı koparılan çığlıklarından gafil yaşarsa onun varlığına gerçek varlık denebilir
mi?
Âteş-i ışkest ke’nder ney fütâd Cûşiş-i ışkest
ke’nder mey fütâd
Neye düşen,
aşk ateşidir; meye düşen aşk coşkusudur.
Neydeki bu ateş de aşktan, meydeki bu coşku da aşktan.
Ney sesi,
gurbet çığlığı, ayrılık inlemesi, aşk ateşi. “Olsaydı bendeki aşk Ferhad-ı
mübtelâda
Bir ah ile virürdi
bin bi-sütunı bâda”
Fuzûlî’deki aşk
Ferhat’ın aşkının yanında bu kadar şid- detliyse onun aşkından da ölçüye,
sayıya sığmaz şiddette aşk vardır.
Süleyman var Süleyman’dan içeri. Aşk var aşktan yakıcı.
Aşk ateşi, aşk
coşkusu, aşk meltemi, bütün kâinatı kap- lamıştır.
Bütün seyyarelerin
deveranı, fezânın âhenkli işleyişi, varlıklardaki düzen, coşku, güzellik… hepsi
aşktan.
“Aşk bir denizdir, gökyüzü
bile bir köpüğüdür onun; aşk, Yusuf’un
havasına kapılan Züleyha gibi şaşırtır gider insa- nı. Göklerin dönüşünü aşk dalgasından bil; aşk olmasaydı donardı
dünya. Aşk olmasaydı cansızlar, bitkilerde yok olur muydu? Boy atıp gelişen
üreyip türeyen bitkiler, canlarını feda ederler
miydi?”
Yüce Rabb’imiz,
Kudsi Hadis’te: “Ben gizli hazine idim, bilinmek murad ettim, mahlûkatı
yarattım.” buyurmuştur.
Her canlı-cansız, varlığını İlahî muhabbete
borçludur. Allah’ı (c.c.) hakkıyla bilen, insan-ı kâmildir.
Demek, kâinatın
var olma sebebi İlahî muhabbettir; ama bu muhabbetin bilinmesi gerekir.
İnsanın yüreğine
aşk ateşi düşünce artık o, dünyada sü- rekli
arayıştadır, kararsızdır, tedirgindir, dertlidir.
Aşksız hayat olmaz.
Bir böcek bile yaşama arzusunu, coşkusunu,
ilgi duydu-
ğu şeylerin
varlığından alır.
“Ben hayattan
hiçbir tat almıyorum, hiçbir şeye meylim yok.” diyen adamın içindeki bütün
kandiller sönmüştür.
Âlemde
herkesin, her şeyin tutkusu, sevgisi, meyli kendi istidadına, nasibine,
gayretine göre değişir.
Gerçek âşığın
meyli Hakk’adır.
Gerçek âşık, sesini, soluğunu
söz ve fiillerindeki coşkuyu aşkın
hararetinden almıştır.
Sevgi, pekişe
pekişe, güçlene güçlene gerçek aşığın gön- lünde ‘aşk’ makamına terfi etmiştir.
“Üzüm
sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum, benim sar- hoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben,
can
yemeği yerim, içerim can
şerbeti.”
“Aşk, ateş olmuş dökülmüştür
ney’e, Cezbesi aşkın karışmıştır mey’e.”
Gerçek âşığın ney gibi inleyip duran yüreğinden, etrafa aşk ateşinden dolayı sürekli
kıvılcımlar saçılır.
Neyin
‘inleyişleri’ aşk ateşindendir; peki, ya ‘mey’in kay- nayışı, insanın aklını
başından alışı neden?
O da aşktan, o da aşktan!
“Allah sarhoşu,
kasırgadan ayılır mı hiç? Allah sarhoşu, Sûr üfleninceye dek kendine gelmez.”
Allah
sarhoşunun bu sarhoşluğu neden? Aşk meyinden. Aşk meyi, ağızdan alınmaz,
gönülden, ruhtan alınır.
Sen aşk
yolcusuysan: “Güneşin bile aydınlatamadığı ka- ranlık bizim soluğumuzla kuşluk
çağına döner.” sözüne bak, gerçek aşkın gücünü anla.
Sonra, bak
şimdi neyin bu kadar inleyip durmasının hik- metine eğil.
“Aşk ateşidir
‘ney’e düşen.
Aşkın kaynayışıdır
‘mey’e düşen.” Sen bunun neresindesin?
Bütün âlem,
canlı-cansız, şuurlu-şuursuz, o ışıkla ışıklan- mış da gönül sahibi olan sen bundan ne kadar nasiplendin?
Her şey O’nun sana bağışladığı aşkın eseridir. Onun bağı-
şı, ihsanı olmasaydı...
“Kulum, köleyim
o kişiye ki her konakta,
bir sofra başına çökeceğini ummaz.
Adamın, bir gün evine ulaşabilmesi için birçok konakları bırakıp gitmesi gerek.
Demir, kıpkırmızı oldu ama kıpkırmızı değil o; bir ocağın
verdiği eğreti bir ışık o.
Pencere yahut ev aydınlanırsa, aydın sanma; güneşin verdiği aydınlıktır o; bunu bil.
Her kapı, her duvar, aydınım ben; o başkasının ışığıyla aydın değilim, benim ben, diyebilir.
Güneş de der ki, a olgunlaşmamış; ben bir batayım
da senin ne olduğun belirir.
Yeşillikler, biz kendiliğimizden yeşerdik; sevinçliyiz, gülü- yoruz, pek güzeliz, derler.
Yaz mevsimi
de der ki, a toplumlar, ben geçip gidince
gö- rürsünüz kendinizi.
Beden, güzellikle, alımlı nazlandıkça nazlanır.
Çünkü can,
gücünü kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiş. Bedene der ki, a çöplük, sen kimsin
ki?
Bir iki gün benim ışığımla
yaşadın.
Nazından, işvenden
dünyaya sığmıyorsun; hele bekle,
senden bir çıkayım da gör!”
Her şey O’ndan, her şey O’nun lütuf güneşinden.
O güneş bir batıversin gör bak ne varlık kalır ne
parıltı. Bütün varlıklar Gerçek
Varlık’ın önünde, yok hükmündedir. Senin gölge varlığın, güneşin
lütfedip bulunduğun âleme
nazar etmesindendir.
O’nun aşkıyla
yaşarsan, bu aşkla coşarsan varsın sen! Bu ezelî ve ebedî sevgi olmasaydı kim
var olurdu!
Ney harîf-i her ki ez yârî bürîd Perdehâyeş perdehây-i mâ dirîd
Ney, dostundan, yârinden ayrılmış olanların arkadaşıdır.
Neyin makam perdeleri bizim kavuşmamıza engel olan
perdelerimizi yırtmıştır.
Perdeler
Perdeler, hep perdeler... Her yerde, her yerdeler. Pencerede,
kapıda, Geçitte, kemerdeler...
Perdeler, hep perdeler... Gönülde asıl
perde; Onu hangi göz deler? Surat maske altında, Sis altında beldeler.
Perdeler, hep perdeler...
Bir tohumda
bin gömlek. Giyim giyim
fideler.
Kalbler dilini
yutmuş; Bangır bangır mideler. Perdeler, hep perdeler...
Son noktada son perde;
Çevrilmiş seccadeler.
Orada işte
işte, Ölümden azadeler! Perdeler, hep
perdeler...
Necip Fazıl Kısakürek
Senin, benim, bizim perdelerimiz; yırtılası perdeler. Nefsin bize buyurduğu hevesler,
nevaleler.
Neyin yegâh,
aşîrân, ırak, segâh, çârgâh adlı perdeleri. Nefsin, nefs-i emare, nefs-i
levvâme, nefs-i mülhime,
nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i marzıyye ve nefs-i
safîye adlı mertebeleri…
Ve insanda
kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ,
nefis ve cemî’-i
cesed adlı latifeler…
Hepsi birbiriyle ilgili, birbirine bağlı perdeler, mertebeler,
latifeler…
Nefsin bir mertebesini aşıp diğerine yükselmen için neyin perdeleri, yani bu İlahî nağmelerin esintileri senin önünde en- gel perdeleri bir bir yırtması
gerekir.
Nefsin ve ruhun dar geçitlerinden geçebilmen için neyin o
İlahî esintilerinden sırasıyla müşerref olman gerek.
Her esinti,
her perde, sendeki,
ilerleyişine engel perdeleri yırtar, seni yeni âlemle
tanıştırır.
Ney, kime
karşılıktır, diye sorarsan, onu insan-ı kâmilin soluğunda ara.
Bu kesret
yurdunda senin yar edindiğin her şey önünde perde olmuştur. Bu perdelerin
yırtılması için insan-ı kâmilin sesi, soluğu sana gereklidir.
“Ney, ayrılık acısı çekenlerin arkadaşıdır.”
Öyleyse cismani perdelerden kurtuldukça neyin sesi, ayrı- lık acısı
çekenlere daha bir tatlılaşır.
Neyin perde perde olan sesi her bir merhalede
gönüldeki cismanî perdelerden birini yırtar ve yeni merhaledeki sese ze- min
hazırlar, gönül bu yeni sese liyakat kazandıkça vuslata engel bir perde daha
bertaraf edilmiş olur.
Bu, böyle devam eder gider.
Hem çü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd Hem çü ney dem sâz ü müştâkî ki dîd
Ney gibi bir zehir ve bir tiryâk kim gördü? Ney gibi bir dost ve bir müştak kim gördü?
“İki arı da bir çiçeği emdi; fakat birinden zehir peydahlan- dı, öbüründen
bal.”
İnsan-ı Kâmil, çiçek gibidir.
Rayihası, rengi, güzelliği cennet edalıdır.
Çiçek çiçekliğini konuştururken asıl, ondan gıdalananın
mizacı, tabiatı önemlidir.
Herkes, her şey tabiatının gereğini sergiliyor.
Ezelî ve ebedî çağrı, iblis için zehir oldu; Hz. Âdem için
tiryak.
Efendimizin (s.a.s.) sözleriyle, Hz. Ebubekir’in gönlü el-
mas kıymeti kazandı; Ebucehil’inki kömürleşti.
“Bütün kâfirler,
peygamberlerin özlerindeki parıltıların kendilerine vurmasına,
kendileri engel olmuşlardır.”
“Beden midesi seni samanlığa,
gönül midesiyse reyhan- lığa çekmekte.
Samanla arpa yiyen kurban
olur; Allah ışığını
yiyense Kur’an kesilir.
Senin yarın misktir,
yarın aşağılık pislik; kendine gel de pisliği artırma, miskini artır.”
Gönül midesiyle
beslenen akıllı erler, dünya mezbeleliği- ne, kirine-pasına
bulaşmamışlardır.
Her şey senin varlığında.
Derinlerinde İbrahim de gizlidir, Nemrut da.
Toprak iki çeşit tohuma
analık eder; ama sonunda biri diken olur, diğeri gül.
Firavun da ‘hak’ dedi, Mansur da; ama biri Hakk’a dayan- dı, her şeyi Hak’tan bildi,
kendini Hakk’ın bir zerresi gördü.
Diğeri kibriyle
‘haklık’ tasladı, cehennemi boyladı. Ney’in sesi kimine devadır, kimine zehir.
Bu hakikat!
Güneş, gönlü
geniş olanları yüceltir; yarasa için de ölü- mün ta kendisidir.
Aynı mektepte
yan yana okuyan iki öğrenciden biri ârif olur diğeri şaki.
Şu rüzgâr senin gemine menzil aldırır;
başkasınınkini ye- rin dibine
geçirir.
Dilinden düşürmediğin şu dualar, senin
gönlünü, ruhunu donatır,
aydınlatır; şeytanı çileden çıkartır.
İnsan-ı kâmilin
bir ney gibi çağlayıp duran sesi, nefesi, senin için esenliktir, devadır;
şu münkir kalplere
ise zehirdir.
Kiminin varlık
hikmeti daha da ışıldar bu sözlerle; kimi- nin hasedi, kibri, münkirliği
kabarır durur.
Neyin, ebediyet
iştiyakından dolayı kopardığı feryattan kiminin canına can üflenir, kiminin
ateşine köz eklenir.
Kâmil insanın
görevi, kötü huyları, düşünceleri yok et- mek; derinlerdeki insani duyguları,
cevherleri açığa çıkarıp canlandırmaktır. Ama sende bunu hak edecek gayret ve
işti- yak yoksa nasibin de buna yol vermiyorsa ne yapılabilir?
Ney hadîs-i râh-i pür hûn mîküned
Kıssahây-i ışk-ı mecnûn mîküned
Ney, kan dolu
olan yolu söylüyor; Mecnûn’un aşkının kıssalarını söylüyor.
“Mecnun, çektiği
dert yüzünden,
Sevgilisinden
uzak bulunduğundan ansızın hastalandı. Özleyiş yalımından kanı kaynadı;
Sonunda soluk alamayış, tıkanıklık hastalığı belirdi.
İlaç vermek için hekim geldi; kan almaktan başka çare yok; Pis kanı
akıtmak için hacamat gerekiyor, dedi.
Oraya hünerli
bir hacamatçı geldi. Mecnun’un kolunu
bağladı, neşteri eline aldı.
Bu sırada işi gücü aşk olan Mecnun, bir nara attı;
Paranı al da
git, dedi, bırak hacamat etmeyi; Ölürsem öleyim, bu kocalmış can varsın ölsün.
Hacamatçı, sen, dedi, kükremiş aslandan bile korkmu- yorsun.
Hacamat acısından
ne diye korkuyorsun?
Geceleri aslan,
kurt, ayı, yaban eşeği gibi yırtıcı hayvan- lar çevrende toplanıyor.
Mecnun, bir yaralanmadan
korkmuyorum, dedi; Sabrım taştan meydana
gelmiş dağdan da fazladır.
Okçuyum, yaralanmazsa esenleşmez bedenim; Yaralara aşığım, koşa koşa
yaralanmaya giderim. Ama bedenim Leyla ile dolu;
İçimde
Leyla’dan başka bir varlık yok; Bu sedef, o incinin sıfatlarıyla dolmuş.
Hacamatçı, korkuyorum,
Beni hacamat ederken neşteri, ansızın Leyla’ya vurursun. Gönlü aydın kişinin aklı bilir ki
Benimle Leyla’nın arasında fark yok!”
Mecnun’un çektikleri, Leyla uğrunadır. O
çileler, o meşakkat.
İnsanlardan hayır gelmeyince bir sığınak gibi görülen çöl… Vahşi
hayvanları bile kendine ram eyleyen o gönül… Mecnun, Leyla uğruna aklını
yitirdi, çöllere düştü.
Ya sen?
Hangi sevdanın yorgunusun?
Yüreğin hangi aşkın rüzgârıyla çarpmada?
Ney, Mecnun’un
aşkından seni haberdar eder ki bu aşk, bu cinnet derecesindeki bağlılık,
sonunda Rabb’in lutfuyla ebedî aşka yol buldu.
Sen de bundan
dersini al, fena yurdundan bir çıkış bul.
Sonunda eziyet,
meşakkat çöllerinden geçe geçe İlahî
haz iklimine vasıl olursun.
Ney, bir gönül oyalama,
neşelenme aracı değildir.
Ney sana Hak yolundan haber veriyor.
Beşerî aşkı yaşaya yaşaya sonunda İlahî aşka varan Mecnun’un
hallerinden söz ediyor.
O içten
yakarışıyla, sana diyor, kalk Mecnun’un kıssala- rından bir gönül yolculuğuna
çık.
Sonunda ebedileşen bu sevgi hikâyesinden kendine bir pay çıkar.
Kays, Leyla’sını arama yolunda Mecnun oldu.
Sen de Mevla’nı
öyle an, öyle ara ki gönlü mânâ iklimin- den haberli olmayanlar sana deli
desinler.
Ney, kanlı yollardan
söz ediyor.
Senin, vuslat
zevki-şevkiyle dolup taşman
için, meşak- katli seferlere
çıkman gerek, diyor.
Ebedî her değerin, İlahî her güzelliğin, dünya hayatı boyun- ca birtakım bedellerle elde edilebileceği gerçeğini haykırıyor.
Ney, sana yol gösteriyor.
Meşakkat
sularından gönül diyarına varılabileceğini bil- diriyor.
Mecnun aşkının
kıssalarından, kendi gerçeğine bir yol bulman için
sana sırlar veriyor.
Mahrem-î în hûş cüz bîhûş nist Mer zebânrâ
müşterî cüz gûş nîst
Dile kulaktan
başka müşteri olmadığı
gibi, mâneviyatı id- rak etmeye de bîhûş olandan başka mahrem yoktur.
“Olgun bir aklın yoksa;
Özü, sözü diri bir akıllının karşısında kendini ölü say, ona sığın.
Böyle olmayan
kişi diri değildir.” Kendi aklına pek güvenme!
Bir ulu akla
sığın. Kendi aklını yok bil;
Allah ihsanı bir akla bağlanırsın.
Hani, körün
elinden tutar, ona kılavuz olurlar. Kör, nankörlük eder de bu yardımı reddederse?
Kâmil insanın aklı, senin aklına kılavuzdur.
“Keşke Kenan,
yüzme öğrenmeseydi de Nuh’un minneti- ne katlansaydı, gemiye girmeyi umsaydı.
Keşke çocuk
gibi bilgisiz olsaydı
da çocuklar gibi anasına
sarılsaydı.
Yahut dilden
bellenen bilgisi az olsaydı da gönle gelen vahiy bilgisini Allah dostundan
kapsaydı.
Zamanın
kutbunun sözüne, soluğuna karşı, dilden akta- rılan bilgiyi, su varken teyemmüm
bil.
Kendini yok
say, ona uy da sonra yürü; kurtuluşu ancak böyle bulabilirsin.
Akıllılık,
fikirlilik, senin ululanmana benzer; senin toz, toprak koparan yelindir; aptal
ol da gönlün düzelsin, huzura ersin.
Ama aptallık
dediğim, iki kat maskara olmak değil ha!
O’na karşı adamı şaşırtan,
adamı kendinden geçiren aptallık.
Aklı, dostun aşkıyla kurban et; zaten akıllar, dost ne yan- daysa o yandadır.
Akıllar, akıllarını o yana yollamışlar; bu yanda kalan akılsa, sevilmeyen ahmak olan
akıldır.
Şu aklın,
şaşkınlıkla başından giderse saçının her teli bir baş olur, akıl kesilir.
O yanda beyin, düşünce
zahmetini çekmez; ova da, bahçe de beyinler bitirir, akıl, fikir
yetiştirir.
Bu ovayı bırakır, o yandaki ovaya varırsan nükteler işitir- sin; o bağa gidersen fidanın suya kanar, boy atıp gelişir yetişir.
Bu yolda şanı, şerefi bırak; kılavuzun
kımıldamadıkça kımıldama.”
Kamil insanın
aklından kanatlar edinmek istersen kendi yarım, tek boyutlu aklından geç.
Kendinden geç,
akl-ı kül’lün kanatları altına sığın. Yüzme biliyorum diye böbürlenme!
Bu okyanus,
nice usta yüzücüyü yuttu. Nice yiğitleri rezil rüsva eyledi.
Dünya ile
ahiret arasındaki mesafe tuzaklarla dolu, teh- likeli bir mesafe.
Kendi aklına
güvenirsen mutlaka nefsin
ya da şeytanın tuzaklarına yakalanırsın.
Akıllı insan
kendi acziyetini bilir, kendi dayanağını, sığı- nağını iyi seçer.
Akıllı olduğunu
zanneden de kafasızlık eder, kendi başı- na yürümeye kalkar,
Sonunda çamura saplanır kalır. Akıllılık, küllî akla tutunmaktır.
‘Bîhuşluk’ yani
akılsızlık da kendini akıllı sanıp enaniye- tine sarılmaktır.
Can bağını sulayasın diye sana kulak bağışlanmıştır.
Söze iyi bir müşteri olursan kurtulursun.
Yeşerip bahar soluklu olursun.
Söz, kulağından gönlüne ve ruhuna
yükselecek ki can bağın sulansın.
Kulakları söze iyi bir müşteri olmayanlar, kaybedenlerdir.
Beden miden her
gün tıkınır da tıkınır; bu, senin maddî canlılığın içindir.
Ya manevî
canlılığın!
Allah, ruh ve gönül
midene gıdalar alasın
diye sana kulak bağışlamıştır.
Sen, akılsızlık edip kulağını tıkarsan, bu ruh, bu gönül
ne ile beslenecek.
Kulağını Allah
dostlarının esenleyici, donatıcı
sözlerine
açmazsan nelerle besleneceksin!
Kulak ya
faydalı sözlerin müşterisi olur, ya da muzır ge- vezeliklerin.
Şu hakikat ki;
hikmet ve İlahî sözler ancak alçakgönüllü, mütevekkil, akıllı olanların
harcıdır.
Sen ehil değilsen, bir gönül ehline teslim olup ona güven- mezsen hikmete, manevî değerlere
layık değilsin.
Kâmil insanın
aklını kurtarıcı akıl bil, sınırlı
aklını bu ak- lın havuzunda erit, sonra küllî aklın
bir parçası ol.
Hani, yürümeyi
yeni öğrenen çocuklara bir ‘yürüteç’ ve- rirler, bununla yürümeye alışsınlar ki kendi başlarına
yürüye- bilecek güce ersinler.
Kimi yarım
akıllılar, kendi akıllarına güvendiklerinden hep yarı yolda kalmış, çamura
saplanmışlardır.
Kısacası,
aklını, zekâsını, ilmini beğenen, bunlarla her şeyi tek başına yapabileceğini
zanneden bugüne kadar hep kaybetmiştir.
Ölümsüzleşenler,
bütüncül aklın bereketinden faydala- nanlardır.
Der gam-î mâ rûzhâ bîgâh şod
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şod
Gamlı geçen
günlerimiz uzadı ve sona ermesi
gecikti.
O günler, mahrûmiyetten ve ayrılıktan hâsıl olan ateşlerle arkadaş oldu,
yani ateşlerle, yanmalarla geçti.
Gerçek gam, Hak’tan; Hak dostundan ayrılığın
verdiği gamdır.
Günler fani şeylerden ayrı kalışın gamıyla geçiyorsa, ne yazık!
Hak’tan Hak
ehlinden ayrı kalışın gamıyla geçiyorsa, ne mutlu!
Ufuklarını gam bulutları kaplamış
senin!
Bu gam neyin gamıdır?
Günler, nasıl olsa geçip
gidiyor;
Ama kimi, cismaniyet peşinde
sürükleniyor, Kimi, Rabbanî iklimin tutkulusu…
Söyle bakalım,
sen hangi yolun yolcususun? Gam bineğin seni nereye taşıyor?
Ve bu gam gönül toprağına hangi tohumları serpiyor.
Gam vardır ki
gönül ondan gıdalanır, bu iştiyakla her lâhza mavera soluklanır.
Gam vardır ki insan kopkoyu bir ümitsizlik ve isyankârlık
gayyasında kıvranıp durur.
“Konuk evine
her gün nasıl bir konuk gelirse senin gön- lüne de her solukta aziz bir konuk
gibi bir düşünce gelir.
A benim canım, düşünceyi adam yerine koy; çünkü adam, düşünceyle değerlenir, canlanır.
Gam düşüncesi
sevinç yolunu vurursa gam yeme; çünkü o, sevinci hazırlamaktadır.
Gam, hayrın
temelinden yeni bir sevinç gelsin
diye gönül evini
yabancılardan, adamakıllı, hem de sertçe siler süpürür.
Yemyeşil daldan
ayrılmayacak yapraklar bitsin diye gö- nül dalındaki sararmış yaprakları döker.
Ta ötelerden, yepyeni bir tat, salına salına
gelsin diye eski sevincin kökünü kazır.
Yüzü örtülmüş kökü göstermek için gam, çürümüş, pör-
sümüş kökü söker atar.
Gam, gönülden
neyi döker, neyi sökerse karşılık olarak, gerçekten de daha iyisini getirir.
Hele gamın,
gerçek inanç ehlinin kulu kölesi olduğunu bilen kişiye, daha da fazla lütufta
bulunur gam.
Eyyûb, yedi yıl
belaya dayandı, razı oldu; Allah konuğu- nu hoş tuttu.
Bela baş gösterdi mi, o yüzü
pek, Allah’a yüzler- ce defa
şükrederdi.”
Mecnun’un gamı, derdi önceleri, bir faniye dönüktü.
Son-
ra gerçek kaynağını buldu.
Nihayetinde gönlerimiz birbiri üstüne devrilmeyecek mi?
Gecelerimiz, biz istemesek de
sonunda tükenmeyecek mi?
Mecnun, gamını bir ömrün sınırlarında hapsolmaktan kurtardı da ebedî bir vuslata
kenetlendi.
Sonunda “ballar balını buldu.”
Bu Leyla, bu
Leyla’nın kaşı gözü, zülüfleri, endamı geçici bir sevgiye dadılık eden her şey
geçse ne olur?
Kâmil insan
bu madde âleminde
ne kadar da Hakk’la be- raber yaşamak istese; cismaniyet
boyutu ve irtibatlı olduğu dış dünya, onun ayağına bağdır.
Yükselmek ister, cismaniyet onu çeker durur.
Bu açıdan, Fuzulî: “Ya Rab, bela-yı ışk ile kıl âşinâ beni / Bir dem bela-yı ışktan kılma cüda beni” der. Şairin yakarışı, günleri- nin, aşkın meşakkatleri ile geçmesi yoluyla cismaniyet bağların- dan, tuzaklarında kurtulması içindir.
Dünyaya yönelik
rahat, rehavet, gönlün öte atılımlarına perde olur.
Gam, çile vadilerinden geçmeyen,
zahmet yokuşlarını aş- mayan hangi gönül faniyi bırakıp
‘baki’ye koşmuş?
Rûzhâ ger reft gû rev bâk nîst Tû bimân ey ânki çün tû pâk nist
Günler geçip gittiyse
varsın geçsin.
Ey mübarek
olan, sen var ol yeter; çünkü senden pak in- san yoktur.
Gün doğar, batar.
Aylar, yıllar birbirini kovalar.
Zaman, hükmünü
yavaş yavaş ortaya koyar. Devirler açılır, kapanır çağlar.
Ne kadar didinse de, insanın elindekiler yok olur gider.
Bir bebek
dünyaya gözlerini açar ne kadar tatlıdır! Bebek, büyür çocukluğun ovasında
coşkuyla oynar, eğle-
nir; ne kadar sevimlidir!
Çocuk gelişir,
güçlenir, gençliğin vadilerinde serpilir; ne kadar güçlü, kuvvetli,
gösterişlidir!
Genç yılları
üst üste biriktirir, olgunluk sularına erer; ne kadar ağır başlıdır!
Olgun adam, dış
görünüş bakımından alımlılığını canlı- lığını yitirmeye başlar; saç ağarır,
cilt buruşur, bel bükülür, damarlar kurumaya yüz tutar; ne kadar hüzün
vericidir!
Yaşlı adam, faniliğin yakıcı
emarelerini bütün çıplaklığıy- la yaşar, hisseder; ne kadar
gerçekçidir!
Her şey değişir durur, değişmeyen ne vardır?
Fanilik sıfatı,
her şeyi sarartır, soldurur, pörsütür, eskitir, yaşlandırır, ezer, büzer,
tüketir, yok eder.
Öyleyse hep ‘solmaz, pörsümez yeni’ olarak kalan ne vardır?
Renkle, kokuyla,
mekânla, zamanla işi olmayan ve her
şeye hüküm yürüten kim vardır?
Günler geçer gider;
Her şey gelişir, büyür, güçlenir, sonra da inişe geçer; çün- kü O’ndan başka, her şeyin kaderidir
bu.
Sadece Hayy ve
Kayyum’dur ki her şeyi, kendi varlığını bilip O’nda dirilelim diye, fanilik
yurdunda önümüze seren.
Dünya fanilik yurdu.
Şu dağ, deniz,
güneş, ova, ırmak, insanlar, hayvanlar, bü- tün
varlıklar…
Hangisi
varlığının en ışıltılı, en canlı, en gösterişli hâlini sürekli koruyabilmede?
Hepsi de bir büyük hakikati örmek için yokluğa
doğru yürümede.
Bir gölgeden
ibaret varlıklar silikleşip yok oldukça O’nun varlığı belirir pekişir.
Her şey varsın yok olsun gitsin! Sen kal ey Hakiki Maşuk!
Mevcudat
eğretidir, gölge varlıktan ibarettir, geçici bir oyalanma aracıdır.
Her şeyin
elimizden çıkması, yok olup gitmesi
gerçek aşk ehline ağır gelmez; hatta
gölge varlıklar yanımızdan yöremiz- den eksildikçe sezişlerimiz, O’nun varlığıyla daha bir
keskin- leşmektedir.
Fanilik gerçeğini
bütün varlığınla hissettiğin mevsim, va- racağın ruh hakikati şu olur: “Bundan
önce kendi kanatlarım- la uçuyordum; şimdiyse
hareketim, Adalet Sahibi Padişahın eliyle. Gelip geçici
oynayış benden uçtu gitti; fakat şimdi hare- ketim, kımıldayışım, ölümsüz; çünkü
O’nun eliyle, O’ndan.”
Demek, Allah’a yakın olmak, varlık hapsinden kurtulmaktır.
Her ki cüz mâhî zi âbeş sîr şüd
Her ki bîrûzîst rûzeş dîr şüd
Balıktan
başkası onun suyuna kandı, ancak balık o suya kanmaz, nasipsiz kimsenin günü
geç olur.
Bir balığı
sudan çıkar, at kenara bakalım;
sonra seyret hâlini!
Su balık için her şeydir.
Sen, balığı
kendin; suyu da mânâ deryası bil. Mânâ olmazsa nasıl yaşarsın?
Bir aşk ehliysen, biricik vatanın ‘aşk deryası’dır.
Balık sudan koparılınca yaşayamıyorsa, sen ‘aşk derya- sından’ koparılınca nasıl
yaşayacaksın?
Sen balık ol, sonra da susuz yaşa; bu nasıl olacak?
Ancak, balık olmayanlar sudan nasipsizdirler.
Allah’ın has
kulları; irfan, marifet ikliminden başka ne- rede yaşayabilirler?
Allah’ın has kulları, mânâ deryasının balığıdırlar. Bu iklimden başkası onlara
yurt değildir.
Allah’ın has kulları, tecelliye
gark oldukça kendilerinden geçerler; Hakk’ın
lütuflarına daha iştiyak duyarlar.
Hakk’ın sıfatları, tecellileri, güzellikleri, lütufları nihayet- siz olunca bunlardan alınan manevî hazzın da haddi
hududu mu olur?
“Onların gönülleri
öylesine gönüldür ki gönüller, onların yüzünden sarhoştur; onların yoklukları öylesine bir yokluktur
ki bizim varlıklarımız, onların yokluğundan var olmuştur.”
Allah’ın has
kulları aşk deryasının kanunlarına ram ol- muşlar, kendi varlıklarını yok
bilmişler de bize onlardan bir parıltı, bir huzmecik geçer olmuş.
Bundandır ki
Allah’ın has kulları: “Allah’ım gayretimizi, hayretimizi, aşkımızı, şevkimizi,
coşkumuzu, Sana olan tut- kumuzu arttır; mânâ ufkumuzu genişlet, öteler
özlemimizi dindir.” diye yakarıştadırlar.
Bir de balık olamayanlar, bir parça suyla yetinenler vardır. Onlar için
hadsiz susuzluk yoktur.
Eksiksiz bir ibadet, harikulade haller yani kerametler gö- nüllerine haz verir.
Bunun ötesinde
daha derin mânâlara uzanamazlar. Peki, ya deryadan hiç haberi olmayanlar, gafiller, nasip-
sizler, gayret fukaraları...
“Tut ki dünya, güneşle,
ışıkla dopdolu;
Sen, kör gibi karanlığa
gidersen, o ulu ışıktan payın ol-
maz;
Yüce Ay’a pencereni kaparsın.
Sen, köşkten
çıkmışsın da kuyuya girmişsin, geniş âlemlerin ne suçu var?
Söyle, kurt
huyuyla huylanmış can, Yusuf’un
yüzünü na- sıl görebilir?
Davud’un sesi,
taşa, dağa vardı da o taş yüreklilerin
gö- nülleri, gene de az işitti o sesi.”
Ulu ışıktan
nasibi olmayanlar için zaman felakete doğru akmaktadır.
Onlar, zamana değil; zaman onlara hükmeder.
Zamanın geniş ovalarına, sayısız kıvrımlarına gizlenmiş
manevî lütufları, ihsanları sezecek akılları, duyacak
gönülleri olmadığından, nefisleri sadece cismaniyete kilitlenmiştir; bu
yüzden zamanı dolu dolu yaşamazlar ancak zamanın dolgu malzemesi olurlar.
Yarasa güneşten
kaçar; kaçar da nasıl bir hayatı vardır yarasanın?
Nasipsizler, karanlıktan beslendiklerinden, güneş onların gözlerini kör eder; kör eder de hiçbir hakikate, oluşa, aşk coş- kusuna yön bulamazlar.
Günleri, geceleri dünyevî sıkıntılar içinde geçenler için za- man ağır bir yük olur; saatler uzar gider; dakikalar birer eziyet dikeni gibi
nefsin ve tenin canını acıtır durur.
Geçici varlıktan kurtulup gerçek varlık
denizine dalan er, soluklandığı âlemi kendisi için varlık sebebi
görür; o âlemden koparılırsa yaşayamayacağını
bilir. Bu bakımdan nefes alıp verdiği hava onun için balığa hayat sağlayan ‘su’
gibidir. Ba- lık suya kanar mı? Ârif de hakikat
ikliminden kopmayı kendi- si için ölüm sayar.
“Kum bile suya doydu
da ben doymadım, hey gidi hey!
Bu dünyada şu
güçlü yayımı çekecek, gerecek bir kiriş bile yok!”
Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
Ham ervâh
olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın
hâlinden anlamazlar. O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.
“A ulular,
bu dünya bir ağaca benzer;
biz de o ağaçta yarı ham meyveleriz.
Hamlar, dallara
sımsıkı sarılırlar; çünkü hamken köşke yaramaz onlar.
Fakat oldu da
tatlılaştı, dudakları ısırır bir hale geldi mi, ondan sonra dallara pek gevşek
sarılır.
İnsanın ağzı da
devletle tatlılaştı mı, dünya mülkü soğuk gelir adama.
Bir şeye sımsıkı sarılmak, taassuptur, hamlıktır; ana kar-
nında çocuk oldukça; işin, kan içmektir.”
Meyve, ne zaman özgürlüğünü kazanır?
Asılı olduğu
daldan alacaklarını aldıktan sonra. Ham meyve dala sımsıkı sarılır; ona
muhtaçtır. Olgunlaşmış meyvenin ağaçla işi kalmamıştır. Olgun insan da kâinat
ağacının olmuş meyvesidir. Olgun
insanın yönü, mânâya dönüktür.
Ham meyve
olgun meyvenin hâlinden
anlayamaz; dala pek gevşek
tutunan olgun meyveyi yadırgar durur.
Hamlar da olgun insanları garipseyip durmazlar mı?
İyiliğe, doğruluğa meyilli insanın bir ömür boyu yükselme- si; kötülüğe, eğriliğe
meyilli insanın da alçalması sürer
gider.
Olgunluk katına
çıkmış insanın dünyayla bağı ukba
işti- yakına zarar vermeyecek ölçüdedir.
Tohum nasıl ki mevsim mevsim, yeşerme, büyüyüp ser- pilme
merhalelerinden sonra daldaki
meyveye inkılab eder,
iyice olgunlaştıktan sonra da dala ihtiyacı kalmaz,
dalı terk eder; ama bağrında
da
bir çekirdek, bir tohum bulundurarak.
Hamlar olgunun
hâlinden anlasaydı, dala öyle sımsıkı sarılmazlardı.
Dünya dalına
sımsıkı sarılmaları, bambaşka
bir âlemin güzelliklerinden
habersiz olmalarından.
Ama dişiyle,
tırnağıyla dünyaya yapışıp
kalan hamların da mânâdan
nasipsiz oldukları, hakikat!
“Olgun, toprağı
tutsa altın olur; olgun olmayansa
altını eline alsa toprak kesilir, küle döner.
Ahmak kişiyi
avlayan şu sebepler, nasıl olur da can gözü açık kişiye perde olur?
Göz olgunlaştı mı temeli, özü görür; ama kişi şaşı oldu
mu parça buçuğu görür ancak.”
“Eğer
candan çıkarsa söz gönülde yer tutar elbet”
aynağı ‘can’
olan söz gider
canları bulur, gönüllere kök salar.
Beden de can sayesinde ayaktadır. Öyleyse bedenin değeri candandır.
Can, senin varlığının temelidir, özüdür.
Her şeyi canla derlenip
toparlanıyor bil; canın
azığı bilgi- dir, akıldır.
Görüşü, duyuşu,
sezişi olmasaydı insanın,
bir hayvandan ne farkı
olurdu?
Ebedileşen can, Rabb’in emrindedir. Bu yüzden gizlidir; onun varlığını her insan
anlayamaz.
Yapıp ettiklerini, koruyup
gözettiklerini her göz göremez.
Kâmil insan uykuda da olsa canı yücelerdedir; bedeni şu-
rada ya da buradadır; ama bakarsın ki gerçek varlığı şu dert- linin, bu
tasalının imdadına koşmuştur.
Can, sayıya
sığmaz bir mânâ denizidir; bu denizin dalga- ları maddî varlığın ötelerine
taşar.
Beden, cana bağ olmadıkça canın üstünlüğü artar.
Hz. İbrahim’in
canı, ateş içindeki cenneti gördü; sen de canın gerçek değerini bil ki kan gibi damarlarına dolaşan bu
ölümsüzlük gıdasıyla
ölümsüzleş.
Canın değerini
bilenin özü sözü bir olur; özü sözü bir ola- nın sözü, can ırmağından besleniyor
demektir.
Gönüller, can ırmağından beslenen sözlerin müştakıdır.
Bedenin değeri candandır, denmiş ya peki canın değeri nedendir?
O da “Sevgili’nin ışığı”ndan!
Aşk’ın canı,
canların sultanı. Mesnevi’nin sözleri can pınarından. Can pınarı coşunca
söze nihayet yoktur.
Söze nokta
konsa bile sen bunu son nokta sanma. O noktada nihayetsiz bir mânâ gizlidir.
Âşığın gönlü o noktadan,
yokluktaki varı keşfeder.
Artık adı ‘Aşk’ olarak billurlaşmış
Mevlana’mız, Çelebi Hüsameddin’le
birlikte tam on beş yıl geçirdi.
Mesnevi bu zaman içinde
yazılmıştı.
Çağlarımızı
ışıklandıran altı ciltlik, yirmi altı bin beyitlik bu eser, sekiz-dokuz yılda
tamamlandı.
Şimdi insanlık
için bambaşka bir gönül ve can azığı vardı.
Bin iki yüz
elli dokuzda başlayıp bin iki yüz altmış sekiz-
de bitirilen bu hakikat kitabı, son nokta konduğu halde her çağın anlayışına ve
kavrayışına göre yeni katmanlar açıyor önümüze: “Ormandaki ağaçlar kalem olsa,
deniz mürekkep olsa gene Mesnevi’ye son yoktur.
Toprak
durdukça, kerpiç döken, dört tahtadan meydana gelmiş kalıba balçık döküp kerpiç yaptıkça Mesnevi’nin şiiri de sürer
gider.
Hatta toprak da
kalmasa, balçık da kuruyup tozsa onun denizi coşar, köpürür, köpüklerinden
toprak düzer.”
Mesnevi
beyitleri, Aşk’ın can pınarından fışkırır, Çelebi Hüsameddin’in kalemiyle
kaydedilirdi.
Aşk, kendinden geçerek söyler, Çelebi coşkuyla yazardı.
Medresede, bağda, bahçede, kaplıcada Aşk, cezbeli hâliyle peş peşe beyitler söyler; Çelebi, hassas bir avcı gibi bunları ya- kalardı.
Bazen günlerce
sürerdi bu hem de geceli gündüzlü. Bazen aylarca ara verilirdi. Bir fasıla iki sene bile sür-
müştü.
Aşk, birinci
ciltte: “Şüphe yok ki, Mesnevi, gönüllere şifâdır, hüzünleri giderir, Kur’an-ı
Kerim’i apaçık bir hale ko- yar, rızıkların
bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Mes- nevi, sanları yüce, özleri
hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, temiz kişilerden başkalarının
dokunmasına müsaade etmez- ler.” buyururlar.
Mesnevi’deki Mesnevi sözleri
“Gökyüzünün
merdivenidir bu söz; kim bununla çıkarsa gökyüzünün damına ağar.”
“Kim bu kitaba
masal derse, masaldır ona; fakat bunu, kendi hâli olarak gören kişidir er
kişi.”
“Mesnevi’nin sözlerindeki
görünüş yüzünden, görünüşe ba-
kan yolunu azıtır, anlamı göreneyse o sözler, doğru yolu gösterir.”
“Her dükkânda ayrı bir kâr var; ey oğul, Mesnevi de yok-
luk dükkânıdır.”
Mesnevi bin iki
yüz altmış sekiz yılında tamamlandı. Her güzel faaliyetin, meyvenin bir vesilesi vardır mutlaka.
Mesnevi’nin vesilesi Çelebi Hüsameddin.
Allah,
Çelebi’nin gönlüne Mesnevi aşkı yerleştirdi de Çe- lebi, üstadını sürekli
söylemeye zorladı, teşvik etti. Böylece asırların gönül gıdası büyüdü,
genişledi.
Çelebi, üstadının teveccühlerine mazhardı.
Bir gün devlet adamı Vezir Muineddin Pervane, konağın- da
bir sema meclisi düzenlemişti.
Çelebi Hüsameddin gecikti.
Aşk hüzünlendi,
yüzü gülmedi bir türlü. Bir zaman sonra Çelebi göründü.
Aşk birden hareketlendi, Çelebi’ye seslendi: “Merhaba ca- nım. Merhaba nurum, efendim. Merhaba Hak ve Peygamber sevgilisi.
Gel benim ruhum, gel benim sultanım, gel benim gerçek padişahım…”
Çelebi, şevke
geldi, naralar attı, gözyaşları eşliğinde sema’a başladı.
Bir gün
toplanmış, Çelebi’nin evine gidiyorlardı. Mahal- lede karşılarına bir köpek
çıktı. Birisi köpeği kovmak istedi, Aşk, hemen mani oldu: “Bu, Çelebi’nin
mahallesinin köpeği- dir, ona dokunmayınız.”
Aşk hâli
“ ir düşmanı olan, ondan kaçıp uzaklaşınca kurtulur.
Ama benim
hâlim bir değişik
zira kaçan da benim ko- valayan da.
Ben kendi kendime hasım olmuş, kendi yolumu kesmi-
şim.
Bir yanım iyiliğe koşmakta
diğer yanım ona çelme tak-
makta.
Ne denizlerin dibine dalmak ne göklere çıkmak beni paklar.
İnsan kendi kendisinden nasıl kaçar, gölgesinden nasıl kurtulur.
O hâlde
kendimi ıslah etmediğim takdirde bu kaçıp
kova- lamadan ta kıyamete kadar bana kurtuluş yok.”
Anlam ve aşk denizi
Mesnevi, başından sonuna
cezbe su- larında
yazılmıştır.
Mesnevi söylenir, kayda geçilirken Aşk, bir yanda donanı- yor, bir yanda
donatıyordu.
Mesnevi’nin sözleri çağların dimağı için birikirken, Aşk’ın gönlü bu sözlerin ışıltısından, eşsiz bir âlem kesiliyordu.
Aşk hâli, insan hâli.
İnsan hâli,
arınma, berraklaşma, istiğna hâli. Dokuz
yıl süren Mesnevi yolculuğu, aşk yolculuğu.
“Aşk, yolu
bulunca hepimiz soyunduk. Çırılçıplak olduk. Yani kötü huylarımızdan, nefsanî
isteklerden kurtulduk.
O, ata binerek gelince
hepimiz yaya kaldık.”
‘İnsan ağacı’nın
dallarında meyveler olmaya başlayınca, ağacın varlığı da değerlenmeye başlar.
Ağacı ‘değer’lendiren, meyve vermesidir.
Meyve vermesi,
hem ağacın ömrünü
uzatır hem de kendi-
sine teveccühü artırır.
İnsanın meyvesi
duygudur, düşüncedir.
“İnsan, duyuş ve düşünüşten
ibaret; gerisi et ve kemik.”
İnsanın meyve
hâli, yani aşk boyutu; maddî varlığını si- likleştirir, bu maddî varlığa da bir
letafet kazandırır.
Maddî varlık
nasıl olsa ‘fena’ya
yürüyecekse öyleyse onu latifleştirip meyve verir bir keyfiyete çıkarmak, insanın en bü- yük ödevi.
Yani aşk olmak.
Aşka yürümek. Aşkta kalmak. Aşk kesilmek.
Baştan ayağa aşk kesilenin, gökyüzü ayağının altına serilir. Bütün hayvanî vasıflarından soyunur, serapa berraklaşır. Bedenin yüklerinden
kurtulur.
Beden istekleri artık ona bir şey yapamaz.
Hiçbir dünya rüzgârı onun aşk deryasına dalmış gönlüne zarar
veremez.
Dünya nimetleri
onu sarhoş edemez.
Aşk atmosferi ona bir sera emniyeti sağlar.
Gözü, gönlü
kilitlendiği âlemden, bağlandığı sevgiliden başkasını görmez.
Leyla’sından
başkasına dönüp bakmayan Mecnun gibi… Eğreti olanı bırakıp ebedî olanı almaz
mısın?
Aşk denizine
Mecnun gibi dalmaz
mısın?
Aşkın şaşkınlık, hayranlık divanelik aşılayan
hâlleri kar-
şısında selama durmaz mısın?
Aşk iksirini
kendi gönlünle, ruhunla
içen bir talihli
olmak istemez misin?
Hikâye
Hani, kalbindeki merhamet pınarı coşmuş bir padişah, Mecnun’a yardım etmek istedi,
Mecnun’un
haline acıdı, onu saraya davet etti. Mecnun’la bir dost, bir arkadaş gibi konuşmaya başladı. Sana ne oldu
kardeşim?
Neyin var da kendini
böyle rüsva ettin? Yenini yakanı yırttın da çöllere düştün?
Leyla da kim oluyor, ondan başka güzel mi yok!
Gel sana ne güzeller
göstereyim; beğendiğini sana feda
edeyim.
Aklını başından
alan, seni dağlara çeken Leyla’nın haya- linden kurtul.
Yeri yurdu belli bir memlekette mekân tutarsın böylece.
Padişahın emriyle getirdiler Mecnun’un
karşısına birkaç güzel.
Padişah bekledi
durdu Mecnun’un bakmasını, Bakıp içlerinden birini
beğenmesini,
Sonra da Leyla’yı unutup divaneliği bırakmasını…
Fakat Mecnun’da
ne ses ne bir hareket. Başını öne eğmiş, boyuna yere bakıyor. Padişah: “Başını
kaldır da bak şunlara, Güzellik nedir gör!” diye azarladı
Mecnun’u
Mecnun oldukça
sakin ve mütevekkil:“Padişahım, dedi, Korkuyorum hem de çok korkuyorum,
Leyla’nın aşkı çekmiş kılıcı,
Eğer başımı
kaldırırsam, vuracak boynumu.
Öyle doluyum
ki Leyla’nın aşkıyla
Bu aşk artık ne renk aşkıdır, ne şekil aşkı…”
Her güzelin
gözü, burnu, dudakları vardı. Mecnun Leyla’da
ne görmüştü de divane olmuştu.
Kişi bir aşka
kilitlenecekse dünyada Bu, uğrunda ölünecek bir aşk olmalı. Ve aşk ki renkten,
kokudan arınmalı.
Altın suyuna
batmış, içi kof aşkı bırak da Kalbine ve ruhuna ışık olan gerçek aşka bak!
Sonunda berbat olacak güzelliklere meylini kes de,
Arşın
yücelerine ağdıran gerçek aşka, gerçek güzelliğe yönel...
Aşkı anlatmaya
kalkmak ne senin ne benim işim, Biz ancak aşkın köpüğünden söz ederiz.
Aşk denizi
coşar, kabarır, derinlerde ne kıyametler kopar ne manalar dizilir ne dünyalar
kurulur; biz yalnız kıyıya vu- ran dalgaların köpüğünden dem vurabiliriz.
Aşka sınır
olmadığını şundan anla ki; Allah’ın sıfatları- nın sonu yoktur.
İlahî aşk suları, kıyısızlık
iklimi.
Ne beşerî hırslar, temayüller, ne dünya telaşesi…
Hiçbir şey İlahî aşk göklerinin berraklığına zarar veremez. Okyanusu ne kirletebilir!
Gerçek aşk
ünyada herkesin gönlü bir şeylere meyleder. Her âşık kendine bir güzel seçer.
Ama gerçek âşığın yeri yurdu dünya mıdır?
Gerçek aşkın gölgeleri, parıltıları bu dünyaya vursa da
kaynağı yücelerdedir.
Öyleyse dünya gerçek âşık için aslında
bir hapishanedir. Bütün iş,
geçici aşklardan geçip aşka yükselmektir.
Gerçek aşkın gıdası derttir, tasadır, meşakkattir, benlikten
geçmektir.
Gerçek aşkı bulamayanlar geçici
aşkın tozunda dumanın- da perperişan, rezil rüsva
olurlar.
Hikâye
Hani bir padişah ava giderken bir halayık görmüştü
de gönlünü ona kaptırmıştı.
Padişah
halayığı aldı, muradına erdi; ama halayık aman- sız bir hastalığa yakalandı.
Etraftaki bütün hekimleri toplamasına rağmen bir türlü halayığın hastalığına çare
bulunamadı.
Padişah mescide
koştu, el açıp yalvardı, yakardı.
Gözyaşı döktü.
Ağlamaktan iyice
kendinden geçti, yoruldu, oracıkta uyudu.
Rüyasında bir pir göründü, padişaha
dedi ki: “Ey padi-
şah, müjde
dileklerin kabul oldu. Yarın bizim dostumuz ma- haretli bir hekim gelecek.
Onun doğruluğuna ve hekimlik gü- cüne inan.”
Padişah uyandı,
heyecanla yarını bekledi. Gerçekten de esrarlı konuk
geldi.
Kısa zamanda
birbirlerine alıştılar, bağlandılar.
Padişah, derdini
hekime anlattı, onu hastanın yanına götürdü.
Hekim hastanın
yüzünü görüp nabzını
kontrol etti. Hastalığının
sebeplerini öğrenmeye koyuldu.
Sonunda bir
şeyden şüphelendi, şüphesinde haklıydı. Dedi
ki: “Diğer hekimlerin ilaçları, iyileştirmek bir yana,
Daha da perişan etmiş kızcağızı.”
Hekim, ardından
da odada kimsecikler kalmasın dedi,
Ona özel şeyler soracağım, soracağım ki derdini
bir güzel anlayayım.
Kızcağız çekinip
cevap vermemezlik etmesin
diye herkes dışarı çıktı.
Hekim tatlılıkla, dedi ki: “Her memleketin ilacı
başka baş- kadır. Söyle bakalım,
memleketin neresidir? O memlekette ak- raban
var mı? Kime yakınsın?
Bir yandan da
kızın nabzını tutup yokluyordu. Kızcağızın verdiği
cevaplara göre nabzının
değişip değiş-
mediğini kontrol ediyordu.
Biliyordu ki gönül yarası gizli olsa da bahsi geçince nabız ölçülü atışını koruyamaz.
Hekim, halayıktan dostlarının hâllerini soruyordu. Kızca-
ğız, başından
geçenleri bir bir anlatıyordu.
Hekim kızın tanıdıklarını bir bir öğrendi, isimlerini tekrar kıza sorup
duruyordu.
Bakalım kimin
adı geçtiğinde nabız normal atışını değiş- tirecek!
Kız, uğradığı
şehirleri, karşılaştığı insanları
sayarken nabzında bir değişiklik olmuyordu.
Hekim sabırla
sormaya devam etti.
Nihayet sıra Semerkand’a geldi. Hekim Semerkand’ı so- runca kızın yüzü kızardı, nabzı hızlandı.
Hekim iyice araştırınca, kızın Semerkand’da bir kuyum-
cuya gönül verdiğini anladı.
Kuyumcunun adresini
de kızdan öğrendi.
Hastalığın sebebi anlaşılmıştı, kızcağızın gönül yarası vardı.
Kıza, sana yardım edeceğim; yalnız sırrını hiç kimseye
açma, dedi.
Hekim kalkıp
padişaha gitti, kızın derdini anlattı.
Padişaha dedi ki: “Kızın derdinin çaresi
o adamın buraya getirilmesindedir.”
Padişah birkaç
adam gönderdi, kuyumcubaşılık vaadiyle kuyumcuyu saraya davet ettirdi.
Adam, teklife
dünden razı idi.
Mal mülkünü, -üstelik evliydi- çoluk çocuğunu terk etti.
Neşeli bir şekilde yola koyuldu.
Kuyumcu saraya
ulaşınca hekim onu padişahın huzuru- na götürdü.
Padişah kuyumcuya
çok iltifat etti, ikramlarda bulundu.
Hazinesini ona teslim etti.
Hekim padişaha
dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki kavuşma neşesi, hastalık ateşini gidersin.
Padişah, o iki sohbet müştakını birbirine
bağışladı. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
Bir vakit sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, ku-
yumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.
Hastalık yüzünden
kuyumcunun çekiciliği kalmayınca
kızın canı, onun derdinden
azat oldu, ondan vazgeçti.
Kuyumcu,
çirkinleşip hastalanınca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.
“Bir renk
yüzünden meydana gelen aşklar, aşk değildir, sonunda kayıp olur gider.”
“Sevgililerin
aşkı, onların yüzlerini, yanaklarını kızartır. Aşıkların aşkıysa onların
canlarını yakar yandırır. Kehrüba, hiçbir yalvarışı yok görünen bir âşıktır;
saman çöpüyse o uzun yolda çabalar durur.”
“Allah aşkıyla
gıdalanan âşığa yüzlerce beden, bir dut yaprağı değerinde bile değildir.
O yaslara
batmış Leyla’nın âşığına bile dünya saltanatı, ancak bir yaprak göründü.”
Sadece dış görünüşe bağlanan
aşklar gerçek aşk değildir.
Böyle aşklar sonunda duman olur gider.
Şekil aşkı, ölülerin aşkıdır.
Cariyenin aşkı
gerçek aşk olsaydı, dış görünüşü
değişen kuyumcuya duyduğu ilgi sönüp gitmezdi.
Gerçek aşk ruhtadır.
Cana can katan gerçek
aşk, dünyadaki bölük
pörçük aşk- lara efendidir.
Sonunda hepsi yok olur gider, gerçek aşk dünyadaki
ye-
şerme mevsimini tamamlayınca yücelere ağar.
Padişahın aşkı gerçek aşka bir yol bulmuştu ki ötelerden
kendisine bir kutlu eli uzandı.
Cariyeyi bu, sonu duman
olacak geçici aşktan
kurtardı. Onu ebedî aşk ufuklarına bağladı.
Bir gönlü, beşerî aşkın çamurundan çekip çıkardı da pey-
gamber aşkının iklimine taşıdı.
Aşk derdiyle hoşem
şk nedir?
“Aşk, kıyısı bulunmayan büyük bir denizdir.
O denizin suyu baştanbaşa
ateştir, dalgası da incidir.”
Aşk nedir?
“Sen bana bak da beni seyret!
Aşk canımı
gönlümü kendisine kul, köle edindi de beni binlerce hürriyete kavuşturdu.
Aşk, belden
aşağı duygulara düşkün olanlar için bir gös- terişten, şehvetten ibarettir; ama
ruhen temiz olan kişilerce aşk, kadim ve pek büyük bir nurdur.”
Aşk nedir?
“Aşk kevserdir, ab-ı hayattır, ömre sonsuzluk verir, insanı ölümsüz eder.
Canın
sıkıldıysa, hayattan bıkıp usandıysan, aşk bağdır, bahçedir, seyran yeridir. Yorulup yolda kaldıysan, seni menzi- line
erdirecek çevik bir binektir.
Aşk, Allah ile
insan arasında bir elçi gibi haberler getirir, götürür.”
Aşk nedir?
Aşk, hakkın
rızasını aramak yoludur. Aşk nedir?
Aşkı kendi
idrakimle, anlayışımla anlatır
dururum, aslın- da aşkın
değeri, anlamı bunlar
değildir, eşsiz cevherin
değeri- ni ancak erbabı bilir…
Aşk nedir? Aşk nedir?
“O’ndan başkasına
beslenen aşk, geçicidir.
Çünkü başka güzellik,
altın suyuna batmış bir
güzelliktir.
O güzellik
döner, aslına gider; beden, kokmuş bir
hâlde rezil olur, kalakalır.
Kara duvara vuran ay ışığı döner, aslına gider. Aşk, mekânsızlık âleminde ıssılık
madenidir.
Aşk, canların
gıdasıdır; bu yüzden
de açlık, canlara
gı- dadır.
Yakup, Yusuf’a
acıkmıştı; onun ekmeğinin
kokusu, ta uzaktan geliyordu
ona.
Gömleğini alıp koşarak gelense,
Yusuf’un gömleğindeki kokuyu
alamıyordu.
Gömlekten yüzlerce fersah uzakta olan Yakup’sa bu ko- kuyu alıp durmadaydı.
Nice irfansız bilginler vardır ki bilgiyi ezberlemiştir; fakat bilgi sevgisi yoktur onlarda.”
Âşıklık nedir?
“Âşık ol da bil.
Sen âşıklığı
nasıl bilebilirsin ki o bilgi kitaptan defterden öğrenilmez.
Ateşi mangalda,
balı da kavanozda görmek bilmek de-
ğildir.
Çünkü bu bilgi zevk bilgisidir; onu tatmayan bilmez. Bildim diyenin bilgisi sadece
zandır.
Madem öyle sen
düşmeyi düşenden öğren, yanmayı piş- mişten sor.
Aşkın kokusunu
da âşığın yanık nefesinden kokla. Bu işaretlerden yola çık ve aşkı bilmek için
âşık ol.”
“Aşk derdiyle
hoşem el çek ilacımdan tabib! Kılma derman ki helâkim zehri dermanındadır.”
Bırak, aşk seni öldürsün, bu bir tür ab-ı hayattır. Bir ölümün içinden ebedî varlık ağacı fışkıracak.
Sen kendini
terk et, aşkın derdiyle dertlen,
yokluğun için- deki gerçek
varlığı seyret.
Aşk denizine
doğru yol alan kişi, hiçbir derde, tasaya ‘dert-tasa’ demez.
“Aşkın gamı,
eninde sonunda beni çeke çeke
götürecek.
İyisi mi, ben
şimdi kendiliğimden gideyim. Padişahların padişahlığı bile aşk eseri, aşkın bir
lütfu.
Aşkın peşinde koşmayayım da hangi işin peşinde koşayım? Aşk diyarında, beden tozu toprağı yoktur.
Orada “can ay”ı vardır.
O göğe şimşek gibi çakarak gitmem gerek.
Hilm sahibi Kelîm isem, o ağaca doğru gideyim.
Eğer o büyükler büyüğünün
Halil’i isem, o kıvılcımlı ate-
şe gideyim.”
Gerçek âşık aşkından dolayı kınanmaktan, eziyet gör-
mekten, sürünüp rezil rüsva olmaktan korkmaz, çekinmez.
Gerçek âşığın
tek derdi dostuyla
dostluğunu pekiştirmek,
aşkının alevlerini şiddetlendirmektir.
Gerçek âşık
için çile nedir, meşakkat nedir, gurbet nedir,
ateş nedir!
Gerçek âşığın
bedeni alevler içinde olsa da gönlü cennet bahçelerindedir.
Aşk İlahî bir lütuftur
“ llah’ım, bu aşkı bize lütfettiğin için sana şükürler
ol- sun.
Biliyorum ki, senin
kahrında bize sonsuz lütuflar var.”
Allah’ım, Sen’den gelen her şey hoştur bize.
Biliriz ki
gerçek aşk çalışıp çabalamayla elde edilmez. Biliriz ki Sen’in ihsanın
olmazsa gerçek aşkın kıyısına
bile yaklaşılamaz.
Ve biliriz
ki can âleminin yağmurlarından gönlümüze tek damla bile düşmez, Sen’in muradın olmazsa.
Allah, kimi kullarına lütuflarda bulunur, varlıklarını aşk
şarabıyla yoğurur.
Bu büyük takdirle, gerçek
aşk erleri aşk yeteneği bulunan gönüllerin imdadına yetişir.
Kâinattaki her şey bu büyük takdirle
gerçekleşir.
İlahî aşkın
lütufları olmasaydı, hiçbir coşku, hiçbir neşe, hiçbir meyil, tamam olmazdı.
Aşk ile
lütûflanan, sudaki balık gibidir. Balık suya kanmaz, sudan usanmaz.
Su, balığın hem ekmeği hem aşıdır hem eşi hem yoldaşıdır.
Su, balığı
kendi tabiatıyla huylandırmıştır; kendi rengine boyamıştır.
Aşk denizinde kendinden geçen âşık, başka âlemlere ilgisizdir.
Başka dünyaların
kokusu, rengi, görüntüsü gerçek âşıkların gönlüne namahremdir.
Hak âşığı hep
seferdedir; ama yine de kendisinin ay gibi nurlu güzel yüzünde karar
kılmıştır. Yani kendinden kendine sefer etmededir.
Gerçek âşığın
gönlü sırlar yurdudur.
Gönül gözleri
açık olduğu için başka sırlar da kendilerine âyandır.
Aşk gizli bir buraktır, âşıkları bir sıçrayışta göklere yükseltir.
Tevazu sularında
ir damla
su deryayı gördü,
kendine hâline baktı. Utandı.
Ben, dedi, bir damlacığım, deryanın karşısına nasıl çıkarım? Mahviyet içinde
ezildi, büzüldü.
Bu
alçakgönüllülüğüyle Allah ona ihsanda bulundu. Onu bir sedefin gönlüne düşürdü.
Damla, eşsiz bir inci oldu.
Tohum, önce toprağın altındadır; ama sonra topraktan baş çıkardı, yüceldi, canlara
can katan meyveler verdi.
Gönüllere taht kurmak istiyorsan baş olmayı dileme! Yükselme hırsı çoklarını yerin
dibine geçirmiştir.
Aşk, bir gün
mahalleden geçiyordu. Çocuklar tanıdılar, koşup elini öptüler. Çocuğun biri oyun zevkinden
kopamadı.
Bağırdı
uzaktan: “Mevlana dede, biraz dur, oyunumu bi- tireyim, ben de gelip elini
öpeyim.”
Beklediler, çocuk oyunu bitirdi, geldi mübarek eli öptü, gitti.
Allah, bir çocuğun gönlünü
hoş edene, gönüller
sultanlığı bağışladı.
Aşk körlüğü
“ imin nabzı
aşkla atmıyorsa, Eflatun
bile olsa, sen onu
eşek say!”
Bir bebek dünyaya gelir. Görevi, amacı bellidir.
Çıkar uzun bir
yolculuğa, ömür denen ovayı adımlar. Ruhu ve gönlü ‘elest’ sesinin
şevkini unutmamaya işti-
yaklıdır.
Çocuk, yolculuğa
çıkar, hayatı bir ucundan yaşamaya
durur. Yedikleri, içtikleri,
duydukları, okudukları…
Kendisine verilen maddî, manevî besinler…
Çocuk, nasıl bir dünyada
yürümeye durmuşsa öyle dona-
nıp kuşanır.
Çocuk çıkar
uzun bir yolculuğa da bu yolculuk
ona kalbi- ni ve ruhunu unutturur.
Daha doğrusu,
dünyanın gidişatı çocuğu kalbini ve ruhu-
nu merkeze alarak yürüme güzelliğinden mahrum bırakır.
Çocuk, dünyanın
varoşlarında -hele bu çağda- fıtratını hırpalayan, yabanileştiren
uğraşlardan kendini alamaz.
Dünyaya dalar,
amacını unutur, hedefinden sapar… Hedefinden sapan, aşktan da kopar.
Aşk, insana İlahî bir ihsandır.
Dünyanın kirine, pasına, eğlencesine dalan insan körle-
şir; aşka karşı hissiz kalır.
İlahî ihsana
karşı hissiz kalan, sonsuzluk esintilerinden de mahrum olur.
Sen dünya
delisi isen senin kalbinden, ruhundan ötelere nasıl bir pencere açılsın!
Dünya delisi olan, ukba sefili olur.
Gerçek aşk,
dünyayı kalbin ve ruhun eşiğinde tutmaktır. Evin içine buyur edilen dünya, evin
iç yasalarına müda-
hale eder.
Dünya sevgisi yapışkandır, akışkandır. Nefsi
hemen harekete geçirir,
İnsanı kalıcı hedefleri olmayan bir oyuncak haline getirir.
Hedefsiz gemiye hangi rüzgâr
yardım eder? Aşksız insan
hedefsiz insandır.
Aşka boyun
eğmeyen, aşkta varlık
sırrına ermeyen, dün- yanın girdaplarında debelenip durur.
Dünya yüzünde
fıtratını koruyamayanlar, fıtratının gere- ği aşkın derin sularında kendine yer bulamayanlar
nasipsiz- ler, gayretsizlerdir.
‘Bin bahar
gelip geçse taş yeşermez!’
Kabahat baharda
değil insanoğlunun kibirle taşlaşmış gönlünde.
Sen toprak gibi alçak gönüllü olmaya bak.
Gör o zaman o
gönül toprağından nasıl renk renk güller açıyor, baharlar yeşeriyor!
Allah’ın has
kulları, fıtratın bekçileri, bahçıvanları, birer aşk süvarileridir.
Aşktan yana susuzluk çekiyorsan, Allah’ın has kulları- na yürü.
Bu dünyada
gerçek arayışın yönü bellidir. Sen ne ile meşgûlsen, kalbin
ona tutkuludur.
Kalbinin kıblesi
seni çamura doğru
değil; yüceler yücesi- ne çeksin.
“Âşıklar meclisi,
bağışlayış meclisidir.
Pek tutumlu
olan akla uyup, aşkta cimrilik etmek vebale girmektir.”
Dünya işlerinde
insanlar kendilerine bir devlet kapısı ararlar.
Bir devlet işi bulayım da isterse hizmetçilik olsun, böylece kalıcı gelirim
olur, rahat ederim.
Maddî iaşe,
geçim için bu kadar çırpınırlar.
Birkaç yıllık
ömür için bu kadar çırpınmak seni hırsa bo-
ğuyorsa,
Ebedî bir hayat için neden gayretlenmiyorsun?
Aşk devletinin bir neferi, bir işçisi; o kapının bir bekçisi
olmak için neden yanıp yakılmıyorsun?
Aşksızlık senin
betini benzini sarartmış, seni insanlık da- iresinden uzaklaştırmış.
Sözlerin, davranışların hep ‘ben’ kokuyor,
neden o devle- tin bir kıyıcığında yer almak için
didinmiyorsun?
“Hak kapısının
uyuz köpeği bile dünyadaki bütün aslan- lardan iyidir, değerlidir. ”
Ama solucana,
yarasaya de bakalım:
“Bambaşka âlemler, güzellikler
var; şu çamuru, şu karanlığı bırakın da o âlemlere doğru yön değiştirin.”
Size itimat
edecekler mi? Sözünüzü dinleyip o âlemlere doğru yön değiştirecekler mi?
“Mademki aşkın yok, git bol bol uyu!”
Aşksız beden,
anlamsız. Aşksız hayat ‘öte’siz.
Gönül aşk
solumayınca bir taştan farksız. Ruh, aşka kanatlanmayınca cihetsiz.
Aşk, varlığın
ötelere sıçramasında iki kanat demekse ya aşksızlık nedir?
Aşksızlık çamura
saplanmaktır, karanlığını berkitmektir.
Hani, bir âşık
meşakkatli bir yolculuktan sonra sevgilisi- ne ulaşmış,
Kavuşma çağı
gelmiş de âşık yol yorgunluğundan
düşüp uyuyakalmış.
Günlerin
biriken zahmeti, uyanma vaktini geciktirdikçe geciktirmiş.
Âşık geç de
olsa uyanınca sevgilisi onu artık istemez olmuş.
Ne bu hâl, diye
sormuş âşık sevgilisine, ben senin için aylardır yol yürümedeyim,
Ne engeller
aştım, ne badirelerden geçtim, bilsen böyle davranır mıydın?
Hassas sevgili,
gözlerinde sicim sicim
yaşlarla cevap ver- miş; sen, gerçek âşık olsan onca
zahmetten, yorgunluktan sonra bile senin gözlerinde uyku barınmazdı, buna gerçek aşk mı
denir? Bu gerçek
tutku mu sayılır?
Aşkı yüzünden uykuyu, yemeyi, içmeyi unutana gerçek
âşık denir.”
“Uyku geldi, göze girmek istedi, fakat gözde yer bulamadı. Çünkü göz, senin sevdan
yüzünden ateşler içinde
kalmış,
yaşlarla dolmuştu.
Göze giremeyen uyku, bu kez gönle doğru
gitti.
Cıva gibi
yerinde duramayan, kararsız bir gönül buldu, sonra o, tene doğru yol aldı, oraya
yerleşmek istedi, orayı da harap hem de çok harap gördü.”
Âşığın mâşûku
irgün, Selahaddin Zerkûbî’nin dükkânında oturuyordu.
Çevresinde
halka olmuş onun sohbetinden
ışıklananlar da vardı.
Birden bir
ihtiyar, ağlayıp sızlayarak içeri girdi. Aşk’ın ayaklarına kapandı: “Yedi
yaşında bir çocukcağızım var, ani- den kayboluverdi. Kaç gündür aramaktan perişan oldum. Yav- rucağızın
başına bir şey geldi diye korkuyorum!”
İhtiyar, teselli ve yardım beklerken,
Aşk, kaşlarını
çattı, biraz da hüzünlenerek: “Ne garip! Bütün varlıklar Allah’ı yitirmişler,
kimse onu aramıyor, Arayıp bulmak için kimsede bir gayret, bir heyecan yok!
Ne kimse, bunun için göğsünü parçalayıp, saçını başını yoluyor,
Ne de kimsenin uykuları
kaçıyor.
Sana ne oluyor
ihtiyar, bu yaşa gelmişsin, Allah için gös- termediğin hassasiyeti,
Allah’ın sana bağışladığı bir çocuk için gösteriyorsun!
Allah’ı arayıp O’ndan imdat dilesen, Kaybolmuş Yusuf’unu bulursun Yakup gibi!”
İhtiyar, pişman oldu, tövbe etti, yanıp
yakılarak af diledi.
İhtiyarın göz pınarları Allah
için coşunca tam o sırada müjdeli haber geldi.
Çocuk bulunmuştu.
“Ey sıfatları
açıkta olan, görünen, zatı can gibi gizli olan Allah’ım!
Senin zatına yemin ederim ki, benim bütün dileğim,
ar- zum, bütün isteğim, ancak sensin.
Ben seni seviyorum, seni istiyorum, başkasını değil!”
Allah’a açılan hiçbir el, boş dönmez.
O’na yönelen
hiçbir dilek cevapsız
kalmaz.
Allah’a yönelen bakışlarda sonsuzluk
ışıltısı, bereketi…
Aşk’ın, hocaları, zahiri dostları olsalar
da biricik dostu, sahibi Allah.
Aşk, Allah’a dayanıyor, Allah’tan
istiyor.
Bundandır ki Allah ona asırları ışıklandıran bir ses, bir nefes verdi.
Dünyadaki hiçbir değerle ölçülemeyecek servet verdi.
Adamın biri, geçim darlığından şikâyetçiydi. Aşk, rahatsız oldu onun şekvalarından.
“Vücudundan bir
parça eksiltseler ve yerine sana şu ka- dar altın verseler, razı olur musun?”
diye sordu.
Adam, “hayır”
diye cevapladı.
“Kardeşim,
madem razı olmazsın, niçin geçim sıkıntısın- dan şikâyet ediyorsun?
Fakirim,
diyorsun; ama her biri kaç altın kıymetinde uzuvlara sahipsin!
Vücudun
sıhhatte, âfiyette iken niçin bunları sana karşı- lıksız ihsan eden Allah’a
(c.c.) şükretmiyorsun? Allah’a
şükret ki üzerindeki nimetleri artsın.”
Başkalarından bir şey istemeyi
talebelerine yasaklamıştı.
“Başkasına el açan bizim talebemiz değildir; dünyada da
âhirette de
ondan uzak dururuz. Bizim talebemiz, ihsan ve ikramda bulunur, alçakgönüllüdür; tatlı sözlü, güler yüzlüdür.
El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur.”
Bir öğrencisi
bir gün incir getirmişti. İnciri aldı: “İncirler güzel; fakat kemiği var.”
deyip yerine bıraktı.
Öğrenci, incirin
kemiği nasıl olur, diye düşünmüş,
bir şey anlayamamıştı.
Bir zaman sonra aynı öğrenci, yine bir sepet incirle geldi sepeti üstadının önüne koydu.
Aşk, bir incir alıp yedi: “Bu incirin kemiği
yok.” buyurdu. İncirlerin
orada bulunanlara ikram edilmesini emretti. Herkes şaşakaldı bu duruma.
Öğrenci dışarı
çıktığında durumu merak eden bir iki kişi de çıkıp ona sorular sordular.
Vallahi, dedi
öğrenci, bir dostum vardı, onun bahçesine uğradım; bahçıvanı bağda bulamadım,
izni olmaksızın bir sepet toplayıp getirdim;
niyetim, bahçıvanı gördüğümde top- ladığım incirlerin bedelini ödemekti. Yani anlayacağınız,
in- cirler, habersiz alındığı
için, kemikliydi. İkinci
defa getirdiğim incirlerin
bedelini ödemiştim.
Allah, sevdiği kullarına şüpheli şeyler yedirmiyor. Onla- rı bu yolda ‘haberdar’ ediyor.
“Işığı, olgunluğu artıran lokma helal
kazançla elde edilen lokmadır.
Kandilimize konunca
kandili söndüren yağa su adını tak;
çünkü ışığımızı söndürüyor.
Bilgi de helâl lokmadan
doğar, hikmet de; aşk da helâl
lokmadan meydana gelir, merhamet de.”
İbadet tutkusu
“ y ay yüzlü güzel!
Bir gece olsun
Allah aşkıyla uyu- mazsan, geceyi ibadetle
ihya edersen, sana sonsuzluk
hazinesi yüzünü gösterir.”
Gece boyu namaz
kılmıştı. Yakınları hâlinden endişe ettiler:
“Bu nasıl namazdır?” diye sordular.
“Allah Teâlâ’nın, yenilmez aslanı hazreti
Ali, namaz vakti olunca titrer, rengi sararırdı.
Ona: “Ey İmam,
neyin var?” diye sorduklarında, cevap şu
olurdu: “Kur’an-ı Kerim’de: “Biz, emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif
ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Onu insan yüklendi.” buyruldu.
Namaz, sözle anlatılamaya- cak şekilde Allah ile konuşmaktır.
Hazret-i
Ali’nin hâli böyle olunca bizimki nasıl olmalı- dır?” dedi.
“Namazda can
pencerem aralıkla açılır; Allah mektubu, araçsız gelir de gelir.”
Namaz vakti geldiğinde bambaşka
bir sofra açılırdı. Mübarek çehreleri renkten renge
girerdi.
Defalarca şahit olunmuştur ki yatsı namazından sabahla- ra kadar namaz sofrasından kalkmazlardı. Nitekim kendi ifa-
deleriyle: “Yol
gösteren kulluk, namaz, beş vakittir;
âşıklarsa hep namazdadır.”
Dünya hayatında
sürekli bir ‘öteler sofrası’ açabilmiş ruhlar, namazı bir başka buutta
kılarlar. Nitekim hazreti Ali efendimizin, bacağındaki okun namaz esnasında çıkarılması- nı istemesi, namazın
gerçek gönül sahiplerini nasıl kendinden
geçirdiğini gösterir.
Feridun bin Ahmed Sipehsalar Risalesi’nden: “Hazreti pir efendimiz, namazda tam bir huşu’ ile kendilerinden geçerler, Hak sıfatına ulaşırlardı. Namazdan
maksat da Hak ile alâka kurmaktır. Şöyle buyururlardı: “Namaz Allah ile yakınlık kur- maktır. Bu yakınlığın nasıl olduğunu zâhir ehli bilmez.”
Resu- lü Ekrem (s.a.s.) buyurmuşlardır: “Namaz ancak kalp huzuru ile
olur.”
“Akşam namazı
herkes lambayı yakıp, yemek sofrası ku- runca ben yârin hayalini gözümün önüne getirir, kederlere dü- şüp
figan etmeye koyulurum.
Gözyaşlarımla abdest
aldığım için namazım böyle ateşli oluyor. Ezan sesi kalbimin mescidine
öyle yakıcı gelir ki, onun tesiriyle o gönül mescidinin kapısı
âşıkça yanar.
… Evet, ilâhî
dergâha nasıl varayım? O büyük kapıyı na- sıl çalayım,
nasıl çağırayım? Bende ne güç kaldı, ne de dil... Ya Rabbi, bana eman ver!
Zira gönlümü de ihtiyarımı da sen aldın.
Namaz kılarken
acaba rükû tamam oldu muydu, yoksa imamlık yapan filan mıydı? Bunların hiç
birinden vallahi ha- berim olmaz.”
Bir kış mevsimiydi.
Oturdukları medresede gecenin baş- langıcında secdeye kapanmış, mübarek
gözlerinden gözyaşı akmıştı. Havanın soğukluğundan, mübarek yüzü buz tutmuş,
derisi döşeme tahtasına yapışmıştı…
“Mihrabı dost cemali olan kimse için; Yüz türlü namaz, rükû ve secde
vardır.”
Buyurdular: “Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak
gerek. Helâl kazanmalı, helâlden yemeli.
Hareketlerimizle
Resûlullah Efendimize benzemelidir. Günahın her türlüsünden kaçınmalı, birbirimizle iyi ge-
çinmeli.
Nefsi yenmek
için onun istediği
şeyleri vermemeli.
Ona karşı yapılacak en iyi şey, gündüzleri oruç tutmak,
geceleri az uyumak, bol bol namaz…”
Gurur, en büyük düşman.
Gururdan kurtulmak için hakiki bir rehbere teslim olmalı. Gerçek kulluğa erenler gururdan kurtulmuşlardır.
“Bedenin
kapısı, duvarı, gerçekten haberdar olursa; ev, padişahlar padişahının evi
kesilirse diridir o ev.
Cennette, ağaç
da meyve de arı duru su da cennetlikle konuşur, söyleşir çünkü cenneti aletle
yapmamışlardır; orası kulluklardan, niyetlerden kurulup yapılmıştır.
Beden yapısı,
ölü balçıktan yapılmıştır; o yapı ise diri iba- detlerden kurulmuştur.”
Kulluk, şuurla,
iradeyle.
Ağaç, ırmak,
güneş, ay, toprak, kulluk tadı alamaz. Bunlar, görevlerini İlahî emirle
yaparlar, o kadar.
Kulluk tadı, insana vergidir.
Kulluğun şükrü,
edası insanı melekleştirir; aksi de şey- tanlaştırır.
Kulluktaki
geçici meşakkat, ebedî huzuru getirir. Firavunların, Nemrutların zulmünde, ateşinde
ne cennet
bahçeleri gizlidir!
Allah’ın has erleri, ibadette
ve kullukta da en önde.
Allah’ın has
erleri için ibadet bir zahmet fiili değil; neşe kaynağı.
Hevayı, hevesi
terk etmek, Allah’ın
has erleri için bayram
sevinci.
“Dünyaya
harcanan ömür, biter gider; ne mutlu o kişiye, Hak, kendi katına çağırır onu.
Sayılı ömrü Hak yoluna
verirsen o ömür, sonsuz olur.
İbadetle, itaatle geçen iki günlük ömür, sayısız bir hale gelir.
Haydi, bu pazarda alışverişte bulun; bir dikenden
yüz binlerce gül elde et.
Ektiğin bir taneden, işleri düzüp koşan Allah lütfuyla
yüz binlerce tane devşirirsin.”
Aşk, riyazetiyle, ibadetiyle herkese örnekti.
Onun için,
Allah kapısının varlık halkasını çalmanın baş yolu; secdeye kapanmak.
İbadet neşesi
fani bedeni, ebedilik
nefhasıyla doldurdu.
Aşk, bedenin
varlık sıfatını sildikçe gönlünün coşkunluk vasfı pekişti.
Maddî mahviyet, yokluk; manevî varlığı, saltanatı getirdi.
“Sel denize
dökülünce deniz oldu;
tohum tarlaya ekilince ekin oldu.
Ekmek, insan bedenine girince
ölüyken dirildi, her şey-
den haberi oldu.
Mumla odun, kendilerini ateşe feda ettiler mi kapkaranlık özleri
ışık kesildi.
Sürme taşı gözlere çekilince görüş kesildi de her şeye göz- cü oldu.
Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtuldu da bir dirinin
varlığına ulaştı.
Eyvahlar olsun o diriye ki ölüyle düşüp kalktı da öldü; dirilik kaçtı gitti ondan.
Sen de Allah
Kur’an’ına kaçarsan peygamberlerin canla- rına ulaşır, onlarla karılırsın.”
Aşk, ibadete,
riyazete, Kur’an’a sarıldı, gönlü yücelik ka- tına erişti.
Aşk, gerçek defineyi buldu, dünyadaki her şeyi bir çöp
kadar değersiz gördü.
Aşk için, dünyadaki hiçbir şeyin tadı, Allah’a edilen bir
secdenin tadı kadar olamadı.
Ezana muhabbeti
büyüktü. Ezan boyunca ya ayakta du- rur veya dizi üstüne oturarak huşû içinde,
evrensel çağrıyı adeta içerdi. Bittikten sonra da ezan duası ve salâvat-ı şerif
okurdu.
Namazları hep vaktinde kılmayı
tavsiye ederdi.
Ezanla ilgili bir hikâyecik
anlattılar. Belh şehrinde bir adam vardı.
Ezan başladığında bütün işini bırakır,
İki dizi üstüne otururdu.
Ezanı huşû içinde dinler bitince de dua eder, salâvat-ı şe- rif okurdu.
Sonra araya
bir iş karıştırmadan namaz kılardı. Bu hayatının önemli bir düsturu
olmuştu.
Ve bu alışkanlığını hiç terk etmedi. Bir gün emr-i Hak vaki oldu.
Adamı yıkayıp
defnedecekler.
Adam, teneşirdeyken ezan okunmaya başladı.
Ezan başlar
başlamaz adamın cesedi birden doğruldu.
Ezan bitinceye
kadar diz üstü hareketsiz bekledi, sonra
tekrar yattı.
Allah’ın ve peygamberinin adını böylesine aziz bilen bir adamı
Allah öbür tarafta darda bırakır mı?”
Açlık aşk azığıdır
edenin gıdası yiyecek, içecektir. Gönlün gıdası ise İlahî ışık.
İlahî ışık, riyazetle, ibadetle
gelir.
Çok yemek,
insanı dünyaya, yere bağlı
tutar.
Çok yiyerek
nefsi azgınlaştıranlar, ulvî duygulara yol bu-
lamazlar.
Bedenleri hantallaşır, şişman bir kedi gibi kalıverirler.
Duygu ve düşünce zayıf, atik bir bedenle kendine kanat
bulur.
Toprağa bulaşıp
ağırlaşan beden, duygunun,
düşüncenin ayağından tutar, onları yere çeker.
Dünyanın yağlı ballı şeylerini
yemenin tehlikesi; onların, Allah yemeğine engel oluşlarıdır. Nitekim: “Açlık, Allah yeme-
ğidir. Allah, gerçeklerin bedenlerini onunla diriltir.”
Sen kendinden bilmez misin ey nefis!
Sofraya kurulup
boğazına kadar tıkınınca hayvani yanın nasıl da azgınlaşıyor, kendini
kaybediyorsun!
Sonra da bir şey yapamaz, bir şey düşünemez
oluyorsun. Bu kıpırdayamaz bedeninle Allah azığına nasıl yol bula-
caksın?
Aşk, der ki: “Tam kırk sene benim midemde
bir gece yiye- cek uyumadı. Allah biliyor,
Peygamberi de şahittir
ki azığımı,
gücümü
Allah’tan alıyorum. Kırk seneden beri aç yaşıyorum, yemek için hiç zorda kalmadım. “Rabbimin
katında gecele- rim” Hadis-i
Şerif’i bana su verir, yemek
Allah katından ca- nıma
ulaşır. Benim sinemde
bir ejderha vardır,
o, gıdaya ta- hammül etmiyor.” … “Senin gönül kuşun, heyza (mide fesadı)
hastalığına tutulduğundan, bu beden mezarında esir kalmış. Bu nefis
esirliğinin yumurtasından çık ki kanatların açılsın da safa
çimenliğinde, mânânın sonsuz fezasında uçup gezesin.” Evde külfetli ve çeşitli yemek piştiği gün ev halkına
güce- nirler, yemek az ve sade olduğu zaman
ise, çok memnun
olur- lar ve ev halkına çok iltifat
ederek: “Bugün bu ev sahiplerinin
alınlarında fakirlik
nuru parlıyor.” derlerdi.
Açlık Allah
haslarının işidir. Herkes
aç kalmak zahmetini yüklenemez.
Allah hasları,
açlıkla nefsi terbiye
ederler.
Açlığın meşakkatine
gönül rızasıyla katlanmayan, nere- den bilecek açlıktaki gizli nimeti!
Sütten kesilen
çocuk, çeşit çeşit nimetlere yol bulur.
Sadece sütle beslenen, nereden
bilecek sayısız nimetteki lezzeti!
Dünyadaki çeşit
çeşit yiyecekler, içecekler; bizim manevî
nimetleri tatmamızın önünde birer engeldir.
Buradaki nefis
terbiyesi, nimetlerden feragat,
manevî ni- met ufkuna bir
pencere açar bize.
Dünya aslında
daracık bir mekândır, sadece maddî yanı- mızla dünyadan gıdalanırsak dünyaya
gereğinden fazla değer vermiş oluruz.
Mânâ âlemine
bir pencere açabilenler, dünyanın bir zin- dandan farksız olduğunu anlarlar.
Çocuk için anne
karnı, bulunmaz bir hayat evrenidir. Dünyadan
habersiz çocuk, bulunduğu
ortamdan ayrıl-
mak istemez.
Ama doğum
vakti geldiğinde, çocuk
dünyaya gözlerini açar, yeni
âlemin farkına varmaya başlar.
Gözlerini
açtığı yeni âlem, geldiği daracık yere göre cen- nettir.
Ukba yurduna göre bu dünya anne karnı mesabesindedir.
Gönül gözü görür ârif, dünyadayken öte âlemden haberli olduğu için bu dünyayı zindan
gibi görür.
Öte âlemden
haberli olduğu için ârifin bu dünyaya
verdi-
ği değer dünyanın hak ettiği kadardır.
Çok yemek, içmek insanı dünyaya bağlar. Dünya bağı da gönlün cehennemidir.
“Boş karın,
ilahlık lafını etmez; çünkü ateşine odun atı- larak yardım görmez.
Boş karın, şeytanın zindanıdır çünkü ekmek derdi,
düzen kurmasına engeldir.
Ama yemekle dolu karın, bil ki şeytanın pazarıdır”
Aşk yolu,
kulluk, riyazet yolu. Aşk’ın yolu ibadet, meşakkat yolu.
Sipehsalar
Feriduddin Ahmed anlatıyor: “Bu zayıf, kırk sene yanında kaldım, hizmetinde
başım pergelin sabit ayağı gibi oldu; bu süre içinde kendisini yatakta başını
koyup da yanı üzerine uzanarak
istirahat ettiğini görmedim
çünkü Hak Teâlâ’nın
muhabbetinin harareti o kutsal vücuda daima bir muharrik olmuştu. Bir defasında
geceleri uykusuzluktan, çok sema’ etmekten ve vecd halinden
müridlerin uykusu bastır- mıştı. Mübarek huzurunda
edebi bırakamadıklarından dolayı onların yatamadıklarını anladı, murakabeye vardı. Sırtını du-
vara dayayıp
başını dizlerinin üzerine koydu. Şeyh Muham- med Hâdimî geldi, vücudunu
büyük bir feraceyle örttü. Bütün
müridler bunu görüp uyudular… Sonra bazen vecd ve cezbe- lerle aşağı yukarı
dolaştı, hiç dinlenmedi.”
“Herkes uyudu, gönlünü kaptıran
ben âşık ise uyumadım.
Her
gece gözlerim gökte senin hayalinle yıldızları sayıyor.
Aşkın uykuyu
gözümden öyle giderdi
ki bir daha gelmesi artık
mümkün değil.”
Az yemek nefis taşıyan
insan için önemli bir yücel- me kapısıdır; çünkü az yemek Allah
azığıdır. Allah, gerçek- lerin bedenlerini açlıkla diriltir. Allah, açlığı azık
bilenleri ‘ferahlık”la rızıklandırır. Manevî payeyle payelendirir. Ancak Allah haslarının işidir gerçek açlık.
Yemeye, içmeye esir olan-
lar yücelik kazanamazlar. Dünya delisidir onlar. Dünyayı aşıp ötelere yükselmek ancak dünyayla
bağını koparmakla olur. Allah, yemeye, içmeye meylini azaltanları ruh
azıklarıyla mükâfatlandırır.
Sipehsâlar Risalesi’nden: “Nitekim şöyle buyururlar: ‘Ge- celeyin “Kab-ı Kavseyn’
harabatında bulunan kimsenin
nurlu gözlerinde elbette dostla buluşmanın mahmurluğu parlar. O vuslat
makamının adı “Rabbimin indinde geceledim”dir.”
Yokluktaki varlık
ahmete dayanan,
nefsiyle savaşan yokluktaki varlığı keşfeder.
İnsanın
varlığındaki katılıklar, ibadetin ve nefis terbiye- sinin özsularıyla
yumuşadıkça derinlerdeki cevherler açığa çıkar daha da kuvvetlenerek parlamaya
başlar.
Bedenin sırıtan
varlığı tevazu ve mahviyet sularında, var- lığı geri plana itildikçe manevî inkişaf hızlanır.
Hani zarurî
ihtiyaç hallerinde durmadan kuyu kazarlar, biteviye çalışırlar.
Toprağın derinlerinde bir miktar suya ulaşmak için ne bü- yük zahmetlere,
masraflara katlanılır.
İnsanın
varlığında da gizli, manevî susuzluklarına çare, nice can suları vardır.
Bu, sonsuzluk
bağışlayacak sulara erişmek için, ibadet, riyazet, dua, yakarış… gibi kulluk
süreçleri dışında hangi yol vardır?
Manevî kimliğimiz, kullukla gelişir, pekişir.
Aşk, fani
hayatı boyunca, varlığındaki cevherleri ortaya çıkarmak için açlık, riyazet,
ibadet, dua gibi yordamların bü- tününe samimiyetle ve coşkuyla sarıldı.
Bu samimiyet ve coş-
kuyladır ki Yüce Yaratıcı ona, “gönüller hekimi” gibi manevî bir soluk
bağışlamıştır:
“Kim bir zahmet çekerse, bir define belirir ona; kim çalışır çabalarsa bir devlete ulaşır elbet. Peygamber, rükû etmek, sec- deye kapanmak, Allah kapısının varlık
halkasını çalmaktır,
dedi. O kapının halkasını çalana, elbette devlet baş gösterir.”
Kulluğu kâmil
bir mertebedeydi, Yüce Allah ona asırları yankılandıran bir ses verdi. Akıl,
gönül iklimimizde birer ku- tup yıldızı parlaklığında sözler bağışladı.
Sipehsalar
Risalesi’nden: “Hazreti Mevlana efendimizin takvası anlatılamayacak derecede
özeldi. Takva hususunda yüksek sözler söylemişlerdir.
Takvanın zahiri mânâsı Hak Teâlâ’dan korkmak
sebebiy- le günahlardan kaçınmak
olduğundan “takva, şeriat
edebleri- nin muhafazasıdır.” denilmiştir.
İşte bu suretle
sülûkün ve vuslatın gereği olan şey elde edilir ve rızık kapıları açılır.
“Eziyetsiz rızk nedir bilir misin; Ruhların gıdasıdır, yoksa maddî rızık
değil!”
Aşk’ın sureti ve ‘öte’si
şk, ince
endamlı, sararmış benizli. Bakışı
keskin, duruşu heybetli.
Sarığı kendine
has bir üslupla
sarar, hafif aşağıya
sarkan bir uç bırakırdı.
Geniş kollu bir hırka,
uzun geniş bir cübbe giyerdi.
Şems kaybolduktan sonra beyaz sarık yerine, duman renkli bir sarık sarmaya başladılar.
Aşk’ın görünüşü
böyledir de bu görünüşün ardındaki
du- ruşa, bakışa, sezişe bakmalı.
Her insanın boyu, ağırlığı, dış görünüşü kayıtlara geçebilir. Bunlar kayıtlara geçti diye
insanın payesine paye eklenmez. İnsanlık ufkunda yücelmek;
gönülle, ruhladır.
Aşk’ın
yüceliği, gönül, ruh yüceliği. Aşkın derinliği, tasavvuf inceliği.
“Bir uluya, tasavvuf nedir, diye sordular:
‘Sıkıntı çağında gönülde
genişlik bulmak.’ dedi.”
Aşkın gönlü,
bir okyanus genişliğinde idi. Aşk’ın
tasavvufu aşk, irfan, cezbe yörüngeli idi.
Mahviyet, yokluk,
gayret sularında hiç durmadan ceht, Aşk’ın yolu, yordamı idi.
Aşk, ömrü boyunca kendini
yok saydı da Gerçek Var’ın bir yıldızı oldu.
Aşk, kendinde
öldü de Sonsuz
Varlık’ta dirildi.
“Ölü ol da hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyi meydana getiren Allah, şu ölüden bir diri
çıkarsın. Kış olursan baharın neler çıkardığını görürsün; gece kesilirsen gündüzün, geceden
nasıl meydana geldiğini seyredersin.”
“Allah
sanatının madenî, mahzeni, yokluktan başka bir yerde görünmez.”
Gerçek kulluk
yokluktadır.
Varlığın anahtarı,
tohumu yokluk. Kulluğun
gıdası, hamuru yokluk. Aşkın coşkusu, esrarı yokluk.
Tohumun çürüyüp
yok olması, ağaç için var olmaktır,
hayattır.
Yiyecekler, senin midende yok olur; ama varlığına can katar. Bu yandaki yok olmak o yandaki var olmak için değmez mi? İşe yaramaz
kuru odun, ateşle eş olunca ışık kesilir.
Mutlak
Varlık’ın karşısında kendini yok bil ki benliğin ‘canların canı’ kesilsin.
Âşıklar eriyip yok oldukça
aşkları ölümsüzleşmiştir. Sen
gerçek âşıksan ölümsüzlük yolcususun.
Ölümsüzlük, dünyada
yok olmanın meyvesidir. “Ölmeden ölmek” gerçek servete
ermektir.
Bu dünyada
senin sınırların bellidir, nefeslerin sayılıdır. Sınırlı varlığını feda edişin; hadde gelmeyen,
sınıra sığ-
mayan bir varlık kapısı
açar sana.
Meyveli ağaca niçin hücum ederler de bütün meyvelerini yer, tüketirler.
Bu yandaki yok oluş, bir başka varlıkta diriliştir.
‘Bitki
canı’ndan çıkıp ‘insan’ canına yükselen meyve için bu yok oluş, gerçek var oluş
değil midir?
Maddî varlığın,
manevî varlık yolunda yok olması ve manevî varlığı semere vermesi servetle,
maddeyle ölçülebilir değildir.
Hızır, gemiyi deldi, onu zalim bir hükümdarın elinden kurtardı.
Adam, üzerindeki allı, beyazlı giysileri
çıkardı, toprağın rengine
büründü de düşmanın şerrinden kurtuldu.
Altın, geceyle
arkadaş oldu, tamahkârın hırs rüzgârından
korunmuş oldu.
Bilgin, ortalıktan el etek çekti,
cahilin dilinde maskara olmaktan kurtuldu.
Dileksizlik, isteksizlik; kanaatkârlığın atına bindi, cenne-
te kılavuz oldu.
Biçimsiz altın külçesi eridi, eridi de sevgilinin eline gerda- nına yaraşır
güzellik kazandı.
El âlem, maddî yokluktan
ağlayıp sızlandıkça mânevi yokluktan yoksun kaldı.
Mum erir, yok olur gider ki beri yanda o mesut gözler
Kur’an’ın nuruyla aydınlansın, gönül bu nurdan gıdalansın.
Bakabilenler için dünyadaki varlığımız eğreti ve se- vimsizdir.
Bu acı, bu sevimsiz
varlığımızı gerçek varlık deryasında
yok etmemiz, deryaya bir zarar vermez, bizi ihya eder.
Tohumun toprakta yok olup gitmesine üzülme,
boy veren
şu ağaca bak!
Suyun buhar
olup göğe ağmasına
hayıflanma, sağanak sağanak
yağan rahmeti gör!
Bilge bir rahip vardı,
İstanbul’da yaşardı.
Bir gün kalkıp Konya’ya geldi.
Bu geliş,
gerçek hoşgörü erini
görmek içindi. Aşk’la
görüşmek için çıktılar.
Dışarıda bir
yerde karşılaştılar. Rahip hemen saygı gösterdi eğildi,
Doğrulunca, Aşk’ın da eğilmekte
olduğunu gördü.
Yine eğildi
rahip, bu defa uzun kaldı, tekrar doğruldu, baktı ki Aşk doğrulmamış,
Bu hâl sürüp gitti.
Rahip, dayanamadı, sordu: “Ey yüce kişi! Bana gösterdi-
ğiniz ne tevazudur bu?”
Cevap verdiler:
“Allah’ın rızıklandırdığı mal ile cömertlik yapan; güzellikle, iffet sahibi
olan; şeref ile tevazu gösteren; saltanat ile adaleti
icra eden kimselere
ne mutlu.” diyen bizim
sultanımız Muhammed Mustafa’dır. Öyleyse, Allah’ın kulları- na nasıl tevazu
göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu yapmaz isem
neye ve kime yara- rım? Yolun güneşi olan Peygamber bile: “Nefsini aşağılayan
kişiye ne mutlu!” dedi. Ona kulluk etmek, sultanlıktan iyidir çünkü “Ben, ondan hayırlıyım” sözü, şeytan sözüdür.
Adem’in kulluğu ile Iblis’in kibrine bak da aradaki farkı gör, Adem’in
kulluğunu seç.”
Rahibin gönlü ışıklandı, yeni bir ufka doğdu.
Aşk, neşe
içinde medresesine döndü, Sultan Veled’e: “Bahaeddin, Bahaeddin! Bugün zavallı
bir rahip, bizim tevâzuumuzu elimizden kapmaya niyet etti, fakat Allah’a hamd
olsun, Allah’ın bağışladığı hidâyetle ve Peygamber Efendimizin yardımı ile
tevâzûda ona galip geldik.” dediler.
Alçakgönüllülük
ve mahviyet, insandan bir şey eksilt- mez; aksine sahibine çok şey kazandırır.
“Üveys, O’nun varlığından yok olmuştu da yer ehliyken
gök ehli olmuştu, yücelere
ağmıştı.”
İblis’e bak peki, kendini
var sandı da ne oldu?
İnsan,
benliğinden geçip yok oldukça
hayattan tat alıyor.
Şu dünya
varlığı içinde yüzüp
duran sefahet ehlinden hangisi mutludur, huzurludur?
“Her sanat sahibi, sanatını göstermek için yokluğu arar.
Mimar, yapılmamış bir yer, yıkılmış,
tavanları çökmüş bir yurt arar.”
Peki, sen gerçek varlığa
yol verecek böyle bir yok oluşa,
tahammül edebilecek misin ey nefis?
Gönül yasaları
“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.”
Akarsu cömerttir.
Yanını, yöresini besler, donatır, yeşertir; kendisine verilen görev gereği
etrafını bereketlendirir.
Geçtiği yerleri
müzeyyen kılar ve nebatat için varlığından
hiç tereddütsüz feragat eder.
Akarsu böylesine cömerttir de Yüce Yaradıcı onun belde
belde eksilen varlığına çaylardan, derelerden takviyeler gön- derir.
İrili ufaklı suları tutar, akarsuya yönlendirir.
Bu cömertlik
hatırına, akarsuyun gönlündeki deniz ha- yali gerçek olur.
Sen hangi akarsuyun, sergilediği cömertlik karşısında za- rar gördüğünü söyleyebilirsin?
Bizim medeniyetimizin coşkun ırmakları; Fırat,
Nil, Dicle, Tuna, Kızılırmak…
İlahi hazineden beslenir gibi dünyayla ya- şıt bir sürekliliğe mazhar
olmuşlardır.
Gövdeleri
yazları biraz zayıflasa da baharın bereketi on- ları yeniden coşturur.
İnsan, akarsu olmaya
tutkuluysa cömertliği ve yardım- severliği ondan bir şey eksiltmez; aksine onu
zenginleştirir, yüceltir.
Öyleyse sen de
maneviyat yoksulunun elinden tut, Allah (c.c.) sana uçsuz bucaksız ruh ufukları
bağışlasın.
Fukaraya kol kanat ger, malın-mülkün bereketlensin, öte yurdun genişlesin.
Bir ırmak gibi,
geçtiğin yerleri yeşert, güzelleştir; Allah (c.c.) da sana ebedî güzellik mülkü
bağışlasın!
“Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.”
Güneş, rahmet sıfatının tecellisidir. Görkemli varlığıyla
hep görevdedir.
Asırlar üst
üste devrilir, çağlar art arda sıralanır, güneş hep aynı güneştir.
Bir göreve koşulmuştur ki ikinci bir emre kadar kayıtsız
şartsız itaattedir.
Hararetiyle, ışığıyla bir sebildir bütün varlıklar için.
İyi - kötü ayrımı
yapmaz; herkesi, her şeyi kucaklar.
Şu dünya
yüzünde birkaç günceğiz yok farz edin güneşi, o zaman anlayın güneşin
güneşliğini.
Güneş bir emir kuludur,
kayıtsız şartsız her varlığı kucak- lama görevi verilmiştir kendisine.
Böylece
şuursuzlar hâl diliyle, şuurlular ‘kal’ diliyle şü- kürlerini eda etmeliler; bu sonsuz hazine madeni nasıl da hiç tükenmeden cömertlik sergileyip
duruyor.
Sen de ey Âdemoğlu,
madem yaratılmışların en şuurlusu,
en şereflisisin, güneş gibi kucaklayıcı ol.
Varlık mayana katılmış sevgi cevherinle, gönüllere yönel.
İyi kötü
demeden herkesi kucakla; hatta en çok da kötü- leri, sevgisizleri kucakla.
Çoğu gönüllerin sevgisizlikte katılaşıp karardığını anla ki beklentisiz
sevginle kurumuş kalmış gönülleri yeşert, ışıldat. Güneşin seni,
beni aydınlatması; başkalarını aydınlatma-
sına engel değildir.
İlahi kaynaktan
beslenen sevgi, paylaşıldıkça çoğalır, be- reketlenir.
“Aç herkese,
açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi ol- sun! İnançla geril ve insana sevgi
duy; kalmasın alâka duy- madığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül!”
Sevgin güneş gibi köşe bucak her yanı, yürek yürek her-
kesi kuşatsın, aydınlatsın.
Sevgi ve
merhamette güneş gibi ol ki İlahi
güneşin parıl- tıları da seni kucaklasın.
Güneş gibi ol
ki Allah (c.c.) sana, şu başımızda dönüp duran güneşten daha büyük ihsan
güneşleri bağışlasın!
“Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.”
Hataları örtmek,
araştırmamak büyüklük. Ve
inancımızın gereği.
Yüzüne vurmak
insanın bir hatasını, faydadan çok zarar getirir.
Hâlbuki
olacaksa, dolaylı hatırlatma olmalı. Gece nasıl her şeyi görünmez kılıyorsa.
Sen de hataları öyle görünmezliğe büründür.
Efendimiz buyurdular: “Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusu- runu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”
Sen birinin
kusurunu örtersin, bu meziyete karşı sevap alırsın şüphesiz; ama bundan daha
büyük bir mükâfat var: Yüce Allah da senin kusurunu örter.
Allah’ın kusur örtmesi, kulun kusur örtmesine benzemez.
Hem dünyada bunun faydasını
görürsün, hem ukbada.
Birinin
kusurunun örtmekle onu mahcubiyet ve utanma duygusundan kurtarırsın; ama
Allah’ın kusur örtmesi İlahi bir mazhariyettir.
Yüce Yaradıcı,
bir kulunun kusurunu örtüyorsa bunda inceden inceye bir af ihsanı var. Öyleyse
senin bir kusurun örtülecekse bin kusur örtmeye değmez mi?
Kusurları örtmenin nice hikmetleri var. Perde yırtılmasın, ara
yerde pişmanlık ve tövbe için fırsat kalsın
diye görmezden gelinmeli hata
ve kusur. Böylece nefsin arsızlaşmasına değil; vicdanın uyanmasına zemin
hazırlanmalı.
“Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.”
“Öfke gelir göz kararır,
öfke gider yüz kızarır.”
Öfkenin mantığı yoktur.
Gelince kovar insafı, sağduyuyu.
Öfkeyi bir
sel gibi
kabarıkken frenlemek, en büyük yiğitlik.
Ölü; yıkayıcının elinde nasıl elsiz, dilsiz, ayaksızsa, Öfke de senin elinde öyle olmalı.
Yıkıcı olmaya başlamışsa öfkeni öldür.
Ya da gereksiz
yere öfkelendiğin zaman kendini ölü say, içindeki ateş sönsün.
Efendimiz buyuruyor, öfkeniz zirvedeyken hemen oturun, geçmediyse,
uzanın yatın.
Ayakta olmak,
harekete yakın olmaktır. Oturun ki fiili teşebbüsten bir adım uzak kalın.
Olmadı, yatın ki daha da uzaklaşın.
Bir de “öfke ateştir”
diye buyurdular, şeytan
ateşten yara- tılmıştır. Ateşi
su söndürür, öyleyse öfke anında abdest alın!
İnsan, varlığındaki hiddet ve asabiyeti
kontrol altına alın- ca içindeki muhabbet, merhamet
duyguları kuvvet kazanır.
“Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak
gibi ol.”
Toprak ayak altındadır.
Hakir görünür, hep alçakgönüllüdür.
Alçakgönüllüdür; ama boyu yücelere
eren yeşermelere
annelik eder.
Toprak ayak altındadır da bitirdikleri, gönüllerde ve el üs- tündedir.
Toprak, toprak
oldu ki bağrında renk renk, koku koku güller bitirdi.
Tohuma bakmaz
mısınız?
Toprağın karanlığına gömülmeye, sonra da varlığını feda etmeye razı olur. Akıbeti nasıldır
peki tohumun: Renk renk çiçekler, çeşit çeşit meyveler…
Tohumun
tevazuu, Yüce Rabb’in hazinesinden eşsiz renkler, tatlar, kokular bağışlar ona;
ayaklar altına razı olan mahviyeti, onu vücutlara gıda bir yararlılık katına
çıkarır.
Peki ya gönüllere gıda ve ruhlara cila, insaniyet tohumları! Bu
tohumların da büyük mânâ hamlelerine, faaliyet atı-
lımlarına kaynaklık
etmesi, kendi hadlerini
bilen bir tevazuun hatırınadır.
“Arz, âlemin
kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi
maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek
semâvattan Hâlık-ı Semâvata daha yakın bir yoldur. Zira kâinatta tecellî-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete
ve makarr-ı hilâfete
ve Hayy-u Kayyûm isimlerinin
cilvelerine en uygun, topraktır. Nasıl ki arş-ı rahmet su üzerindedir; arş-ı
hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek
bir ay- nadır… Fakat toprak aynası, çiçeklerinin renkleriyle, şemsin
ziyasındaki yedi rengi de gösterir.” (Mesnevi-i Nûriye - Şûle)
Toprak oldun,
senden insanlık için inci mercan latifeler sökün etti, daha ne istersin!
“Hoşgörüde deniz gibi ol.”
Deniz kuşatıcı,
uçsuz bucaksız oluşu ile sonsuzluk remzidir.
Denizin
varlığını hiçbir şey tehdit edemez, berraklığını hiçbir şey bulandıramaz.
Büyük olan,
kendi asliyetini korur, başka varlıklara kar- şı da müsamahalıdır. Denizde ne
yaşamaz ki! Ama denizdeki varlıklar, kendi sınırlarını bilerek hayatlarını devam ettiriyor.
Denizde her
varlığının fıtratına göre yaşamasına müsa- maha gösteriliyor ki bu masmavi sular âlemi böylesine sırlı ve âhenkli
güzellik kazanıyor.
Kendi asaletini
takınarak gösterilen hoşgörü, insanı yü- celtir, vicdan sahibi kusurluyu insafa
çağırır.
Hırçın, sert darbeleri kendi nazenin, müşfik
sinesinde yu- muşatıp eritmek,
sonra da bu katı yürekleri sevgi, saygı ekse- ninde kıvamlandırmak, derya
gönüllülerin işidir.
Yani, başka
varlıklara müsamaha ile bakmak, onlara bağrını açmak, büyük olmanın gereğidir.
Bağrını açan, sevgi kazanır. Başkalarının sevgisini kazanan geniş ve derin varlı- ğıyla gönülleri yurt
edinir.
Her insan,
İlahi hoşgörü deryasından bir katrecik edine- bilse, dünya bir huzur ve esenlik
diyarına dönerdi.
İlahi hoşgörü,
kurdun da kuzunun da kendi dünyaların- da yaşamasına imkân tanır. Ama kurtlaşan
kuzulara müca- zat; kuzulaşan kurtlara mükâfat vardır.
Allah’ın merhamet
denizi sonsuz olduğu
için herkesi, her
şeyi kuşatır.
O’nun geniş mülkünde herkese, her şeye yer vardır; mü-
samahası hafsalalara sığmayacak kadar geniştir.
“Ya olduğun
gibi görün ya göründüğün gibi ol.”
Herkes senden emin olmalı: Zararsız, güvenilir, iyiliksever. İçin dışın bir olmalı: Pazarlıksız,
maskesiz, hoşgörülü. Neysen öyle çık insan karşısına.
Hata ettiysen,
tamir etmesini; gönül kırdıysan özür dile- mesini bil.
Bir şey değilsen, çok şey olduğunu
söyleme; hatta hisset- tirme.
İnsanları,
kendi hakkında büyük beklentilere sokup işini zorlaştırma.
Olduğun gibi
görünmemek başına işler açar senin. Bir gün mutlaka ortaya çıkar gerçek.
Sen geçici bir
rahat, huzur, kolaylık mı ararsın; o zaman olduğundan farklı davran; ama bil ki
büyük bir mahcubiyet var işin sonunda.
İçi dışı bir
olmak, bir meziyet değil; bir mecburiyet. Tabi mümin vasfı.
Aşk’ın akıl yordamı
“ kıl ikidir;
birincisi, çalışarak kazanılan
akıldır. Onu, mektepteki çocuk, nasıl bilgi bellerse o çeşit
beller, öğ-
renir, elde edersin. Öbür akılsa Allah
ihsanıdır; onun kaynağı, can içindedir. Bilgi suyu, gönülden kaynayıp
coştu mu o su ne kokar
ne eskir ne de bulanıp
sararır. Tahsille elde edilen akıl, ırmaklara benzer; yataklarından
akar da eve öyle varır, ula- şır. Aktığı yol bağlandı mı akamaz. Sen kaynağı
kendi içinde ara.”
Ne varsa içindedir senin; ama içine doğanlar senden de-
ğil; Rabb’inin
ışığından.
O’nun ihsanı olmasaydı nereden bulacaktın gönlündeki madenleri, cevherleri!
Hayvanla
karşılaştırmak bir yana, insanlar arasında bile sayısız mertebeler vardır.
Peki, bunun böyle olması
kimin elinde?
Doğuştan gelen aklını kim artırabilir ya da eksiltebilir? Allah ihsanı olan aklın
kaynağına kim hükmedebilir?
Canın içindeki
akıl Rabb’in ihsanıdır.
Öğrenmeyle,
eğitilmeyle gelişen akla benzemez bu akıl. Biri dünyanın yoluna, yordamına azık taşımada; diğeri
ölümsüz aklın hazinesinden sana bir meşale sunmada.
Dünyanın kokusundan, renklerinden baygın düşmüş aklı
feda edersen Allah ihsanı akla bağlanırsın.
Akıl bir başka akılla birleşince menziller aşar engeller geçer. Akıllı ol; ama
akıllılık taslama.
Aklına dayan; ama her şeyi akıldan bekleme.
Aklın senin varlık tekneni
yüzdüremiyorsa bir ulu akla
dayan.
Akıllı insanın her işi ölçülü ve düzenlidir.
Ve akıl, gücün, kaba kuvvetin karşısında
alt edilmez bir silahtır.
Hani orman
hayvanları aslanın şerrinden muzdaripti. Aslan her gün birini ansızın yakalayıp
parçalıyordu. Derken hayvanlar bir araya gelip bir plan kurdular.
Her gün ölüm
korkusuyla yaşamaktansa bir kura çekip ölüm sıralarını beklemeye karar
verdiler.
Bir heyetle
aslanın huzuruna vardılar, başta şüphelenip nazlanan aslan, işin içinde
‘emeksiz yemek’ olunca teklifi ka- bul etti.
Hadi öyle
olsun, dedi, yalnız bir hile, bir yanlışlık görür- sem hepinizi perişan ederim.
Hayvanlar,
kur’adaki sıraya göre her gün gidip gönül rı- zasıyla aslana teslim oluyordu.
Hiç olmazsa
diğer kardeşlerimiz rahat etsinler, kendileri- ne sıra gelinceye kadar emin
bir hayat sürsünler.
Kuradaki hayvanlar bir bir eksiledursun, sıra tavşana geldi. Tavşan güle oynaya,
hoplaya zıplaya oyunlar oynamadaydı. Hayvanlar şaştılar tavşanın
rahatlığına.
Tavşan: “Durun,
kardeşlerim, Hakk’ın arıya öğrettiğini
aslan ve ejderha bilemez.
Durun bakalım,
Hakk’ın nasip ettiği akılla, aslana nasıl bir oyun edeyim ki çocuklarımız,
torunlarımız bundan böyle rahat etsinler.” dedi.
Aheste aheste
seğirtip gitti tavşan,
aslanın konağına yak- laştığında gün iyice devrilmişti.
Aslan iyice hiddetlenmişti, sözleşmeyi bozmak üzereydi.
Aslan uzaktan
tavşanın güle oynaya geldiğini görünce daha da hiddetlendi. “Bre, had bilmez!
Ben ki filleri devirmi- şim, sen kim oluyorsun ki böyle rahat davranıyorsun!”
Tavşan aman diledi, mazeret
bildirdi. “Aziz kralım,
biz iki tavşan, büyük
bir coşkuyla kendimizi size feda etmek
için ge- liyorduk. Lakin yolun şurasında
heybetli ve kudretli
bir aslan bizi durdurdu.
İkimizi de lokma etmek istedi. Çok yalvardık, kâr etmedi.
Hiç olmazsa beni bırak, gidip kralımı son bir kere göreyim dedim,
arkadaşım benden daha besili daha alımlıydı, onu alı- koydu. Ha bir de; “kimse o haddini bilmez aslan, gelsin çıksın
karşıma” diye size meydan okudu.”
Aslan hiddetlendi, kendini kaybetti. “Çabuk beni bu men-
debura götürün.” diye bağırdı.
Tavşanı önüne kattığı gibi yola koyuldu.
Bir yandan da
kendisine meydan okuyanın nasıl biri ve nerede olduğunu soruyordu.
Tavşan o aslanın çoğunlukla bir kuyunun dibinde
yaşadı-
ğını, orayı
daha huzurlu bulduğunu söyledi. Sonunda tavşanın söylediği yere geldiler.
Aslan kuyunun
başına geldi, aşağı doğru eğildi, gördü ki gerçekten de kuyunun dibinde
kendisine benzeyen bir aslan,
yanında da bir tavşan.
Ama aslında
kuyuda aslan falan yoktu, kuyunun dibin- deki
su yukarıdan bakan zalim aslanın görüntüsünü aksetti-
riyordu. Aslan
dipteki benzerini görünce kükremeye başladı, aynı şekilde dipten de bir kükreme
sesi geldi. Bu da aslında onun sesinin yankısıydı.
Aslan dipten
gelen meydan okumaya
dayanamadı, hid- detlendi,
hırsına yenik düştü kuyuya atladı.
O hırs, o
hiddet aslanın kendi aksini düşman sanmasına yol açtı.
Böylece hırsının
fırtınasıyla kuyunun dibini
boyladı.
Tavşan, ışığını
Allah’tan alan aklı, zekâsı ile kendisinden kat kat üstün olan aslanı alt
etmişti.
Aklını
kullanmak, yerli yerince kullanmak insana en bü- yük sermayedir.
Akıllı insan, ölçülü insandır; kırıp geçirmez, temkinli
dav- ranır, işin sonunu önceden görür, ona göre hareket eder.
“Donup kalmamış görüşler, ileriyi delip görür; geriyi yırtıp görür, onlara perde yoktur. Herkes, gönlü ne derece aydınsa ne kadar
cilâlanmışsa o kadar görür. Bu temizlik, bu cilâ Allah lütfudur. Bu gönlü
cilâlamak başarısı da O’nun ihsanıdır.”
Hikâyeyi hatırlatalım
Akıllı birisi, atına binmiş geliyordu.
Bir ağacın gölgesinde, uyumakta
olan birisinin ağzına bir
yılan kaçmak üzereydi.
Atlı onu görüp adamcağızı kurtarmak, yılanı ürkütüp
ka- çırmak için atını koşturmaya başladı; fakat fırsat bulamadı. Pek
akıllı kişi olduğundan o uyumakta olan adama şiddetlice birkaç topuz
vurdu. Adam ürkerek
uyandı. Şiddetlice vurulan topuzun acısından, adam bir o
yana, bir bu yana kaçıp duru- yordu.
Ağacın dibine,
bir hayli çürük elma dökülmüştü. Adama: “Ey dertli kişi bunları ye.” dedi.
“Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın var? Eğer bana hakikaten bir kastın
varsa vur kılıcı, kanımı dök! Sana çattığım saat ne uğursuz saatmiş! Ne mutlu
senin yüzünü görmeyene! Dinsizler bile kimseye suç- suz günahsız, az çok bir
şey yapmadan böyle sitem etmezler, bu sitemi caiz saymazlar.” diyordu.
Söz söylerken
adamın ağzından kan geliyordu: “Ya Rab- bi cezasını sen ver!” diye
bağırmaktaydı. Atlı ise: “Bu ovada koş!” diye onu dövüyordu. Adam, topuz
acısıyla atlının kor- kusundan yel gibi koşmağa başladı. Hem koşuyor, hem yü-
züstü düşüyordu. Karnı toktu, uykulu
ve gevşemiş bir haldey-
di. Yediği topuzlardan her tarafı yara içindeydi.
Atlı, o adamı
uzun süre hırpalayıp durdu. Nihayet, ada- mın
safrası kabardı, adam kusmaya başladı.
İyi, kötü yedikle- rini kustu. Bu kusma esnasında
yılan da içinden dışarı çıktı. O yılanı görünce kendisine
iyilik eden atlının neden böyle dav- randığını
anladı. O kapkara çirkin ve heybetli yılanı görünce bütün dertlerini unuttu. Dedi ki: “Sen ne merhametli ve anla-
yışlı biriymişsin! Ölüydüm, senin sayende hayat buldum. Sen beni analar gibi
aramaktayken, ben eşekler gibi senden kaçı- yordum. Eşek sahibinden eşekliği
yüzünden kaçar. Hâlbuki sahibi, iyiliğinden dolayı onun peşine düşer. Onu bir
fayda elde etmek bir ziyandan kurtulmak için aramaz. Sana cahilli- ğimden, kötü
sözler söylediğim için beni bağışla.”
Atlı: “Eğer başta senin içine bir yılanın girdiğini
söylesey- dim, yüreğin su kesilir, ödün patlardı. Korkudan canın çıkı-
verirdi. Allah Resûlü: ‘Canınızdaki düşmanı size olduğu gibi anlatsam, yiğitlerin bile ödü patlar,
ne yol yürümeye takatleri
kalır ne bir işin tasasına düşerler! Gönüllerinde de niyaz için kudret
kalmazdı.’ buyurmuştur.”
Akıllı adam,
böylece büyük felaketi
işin başında gördü
de küçücük zararlarla selametli neticeye yol bulmuş oldu.
Senin içinde, manevî varlığına göz dikmiş, ne ejderhalar var!
Gereksiz korkuyla
gözünü karartma, böylece
sağduyunu yitirme, akıllı hareket et!
Dünya kime kaldı
ki!
ünyaya bu kadar bağlanıp kalan insanlara
ne demeli?
Dünya ehli,
bir tuzak olan malla oyalanıp
durdukça sarhoşluğu artar, ‘öte’ bakışı, duyuşu, sezişi azalır.
“Dünyanın lütuflarda bulunması, yaltaklanması hoş bir lokmadır ama az ye o lokmayı
çünkü ateşlerle dolu bir lokmadır
o. Ateşi gizlidir
de tadı meydandadır; fakat
dumanı işin sonunda belirir.”
Ateşi meydanda, tadı gizli olsaydı, imtihan sırrı kalır mıydı? Sen aklını kullan diye geçmişe sayısız misaller serpilmiştir. Boğazına kadar dünyaya
batan hangi kudretli
servet sa-
hibi, toprağın
altına yürümekten kurtulabildi?
Salebe’yi
hatırla ki zengin olmak hırsına kapıldı, dua is- tedi Efendimiz’den.
“Allah ve Resûlü senin
için daha hayırlıdır.” beyanına ka- naat
etmedi, ısrarla zenginlik için dua istedi.
Salebe’nin malı,
mülkü ovalara sığmadı;
ama yazık ki gö-
nül ışığı sönüp gitti.
Mal hırsı
gözünü kör etti, sonunda huzurdan, meclisten koptu.
Azar azar tükendi, kuyunun dibine yuvarlandı.
“Dünya mülkü,
bedene tapanlara helâldir; bizse zevali ol- mayan aşk mülkünün kullarıyız.”
“Ne mutlu o
kişiye ki bu yurttan vazgeçti; çükü ecel, bu yurdu yıkar; bu padişahlığı bozar
gider.”
Gemiyi yüzdüren
su, geminin içinde olursa gemi batar.
Aklını kullan,
dünya içini doldurup
büsbütün kendisine bağlamasın.
Uyanık bir gönle bağlan ki dünya ayaklarından tutup seni kör kuyusuna çekmesin!
Uyanık bir gönle bağlanmak
asavvufun esası, bir gönülle
birlik olmaktır. Bir ulunun
eteğinden tutmaktır.
Erenlerin güçleri Allah’tan.
İşleri, yolları;
Allah işi Allah yolu.
Ekime elverişli gönülleri arar, bulur eren. Oraya eker tohumunu.
Gönül isterse
harabe olsun, isterse
karanlık iklimde so- luklansın.
Erenin nefesi
Allah sofrasından azıklar çeker nasipli gö- nüllere.
Allah ışığıyla
bakar eren, önü de görür sonu da.
“Pîrle oldukça
çirkinlikten, kötülükten uzaksın;
gece gün- düz yürümektesin;
fakat gemide oturmuşsun.
Canlar bağışlayanın canına sığınmışsın; gemiye
girmiş, uyumuşsun ama yol almadasın, gitmedesin.
Zamanının peygamberinden ayrılma; kendi hünerine, kendi dileğine pek dayanıp
güvenme.
Aslansın ama
kılavuzsuz gidersen kendini görürsün, sa- pık olursun, aşağı bir hale düşersin.
Kendine gel de
ancak şeyhin kanatlarıyla uç; uç da
şey- hin yardımını gör, ordusunu seyret.
Zaman olur, lütfunun dalgası
kol kanat kesilir;
zaman
olur, kahrının
ateşi hamal olur, seni taşır.
İçini
sevgilinin inkârından boşalt da özün, sevgilinin gül bahçesinden fesleğen
kokusu duysun.”
Zamanın kutbunun
ışığıyla sana feyiz neşesi gelir. Bu ne-
şeye bakıp mahareti kendinde sanma.
Güneş bir çekilsin de dünyadan, aynalardaki,
sudaki ak- sinden eser kalır mı gör!
Beden, o cevvaliyeti, o coşkunluğu kendinden sandı da işi kibre, benlik duygusuna döktü,
azdıkça azdı.
Can kendisini
terk edince nasıl da kokuşup çürüdü! Sendeki
bu coşkunluğu, bu ışıltıyı kendinden bilme. Erenlerin huzuru, gerçek aşk iklimidir.
Erendir, o kıyısız deryadan
sana katrecikler getiren;
yok- sa sen nereden varacaksın o erişilmez iklime!
Erenin sözleri, can bahçelerini diriltir, şenlendirir.
Eksiksiz ve
donatılmış inancın, kulluğun özü,
mayasıdır bu sözler.
Senin
varlığının ilkbaharı erenin bakışında, duyuşunda, yüreğinde gizlidir.
“O’nun sureti
bir duvarın yüzüne vursa duvarın gönlün- den gönül kanı damlar.”
Allah dostuna dayananın dostu, Allah olur.
Allah dostunun
gönlünde gizli mıknatıslar vardır; ama senin
gönlün mıknatısa koşuyor mu, ona bak.
Gönlünde Allah dostuna bir meyil varsa tez davran bu
meyli harekete geçir.
“Gökyüzünün merdiveni” Allah dostunun eteğine
sarıl ki senin de
yükseklerden nasibin olsun.
Pirin gücünü anlamak istersen,
ebr-i nisandan süzülen damlanın nasıl incileştiğini gör.
Pirin gücünü anlamak istemezsen
git başını kuma sok.
“Ululuk sahibi
Allah’ın has kulları”nı görmek istemezsen
sen bilirsin.
“Nadassız harman
devşiren” Allah dostlarına dayanırsan “sıkıntı çağında gönülde genişlik” bulursun.
“Koruyanın katına varamıyorsan bu korunmayı elde ede-
nin katına var.
Elini pirden başkasına verme; onun elini tutan, Allah’tır.”
Hoşgörü iksirinin kaynağı
üneşten beslenmeyen ay parlamaz.
Bir güzel sûretle şereflenmeyen, ışığa yabancı ayna, hiçbir şey aksettiremez.
Denizle bütünleşmeyen damla, varlığını koruyamaz.
Her varlık ışığını, enerjisini sonsuz bir güçten
almaktadır. Her yapı, her temel, her eşya, her sanat eseri bir yapıcıya,
bir ustaya,
bir sanatçıya muhtaçtır.
Bu hakikati böyle
düşün ki yeryüzünü sesiyle, soluğuy- la coşkulandıran, süsleyen
Peygamberlerin, Allah dostlarının güçlerinin kendilerinden
olmadığını anla!
Aşk, asırları
ışıklandıran, yankılandıran bir güce sahiptir; Demek, Allah’a ve Resûlüne
bağlılığı bu ölçüde
kuvvet-
liydi.
Parlak ve büyük
ayna görüntüyü daha net ve tamamlan- mış gösterir.
Demek, Aşk’ın gönül aynası parlak ve genişçeydi.
Varlığını Padişah
yolunda feda edene
Padişah uzun soluk bağışlar.
Demek aşk, pazarlıksız bir
fedaidir.
“Biz Allah’ın sâyesiyiz,
Mustafâ’nın nûrundanız. Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz.
Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek?
Biz Kibriya’nın su ve balçık
içinde belirmiş nuruyuz”
Aşk’ın hoşgörüsü
İlahî ahlâkın gereğidir.
Böyle olmasaydı onun sesi, soluğu
günümüze kadar uza- nabilir miydi?
Aşk, bize İlahî terbiye
ufuklarından seslendi.
Ne söylediyse Muhammedî ışıltının şevkiyle söyledi.
Ama her şeyi çok başka bir hâl ile çok taze bir ‘kâl’ ile
söyledi.
Onun için,
yorumları, bakışı, duyuşu, sezişi hep şaşırttı, hayranlık uyandırdı.
Bir sema meclisinde,
Sema coşkunluğu
kuşatmıştı Aşk’ı. Aşk, bir ışık, etrafında pervaneler…
O sırada
bir sarhoş da meydana
çıktı, sema’a uymaya başladı.
Hareketleriyle çok rahatsızlık veriyordu.
Müritler, dayanamadı, sarhoşu uzaklaştırmaya çalıştılar. Adam direndi, “gitmem de
gitmem” dedi.
“Ben de bu sofradan
pay almak istiyorum.”
Adamı
uzaklaştırmak için çok uğraştılar, başaramayınca da onu incittiler.
Aşk, o sırada gördü olan biteni,
canı sıkıldı, siteme başladılar.
“Şarabı o içti,
sarhoşluğu, taşkınlığı siz yapıyorsunuz.” “Biz
pergel gibiyiz. Bir ayağımız din kaidelerinde sağlam-
ca durur, öteki ayağımız
yetmiş iki milleti
dolaşır.”
Gönül kazanmak engin gönül işidir
irgün odasında
namaz kılıyordu Aşk. Bir fakir içeri girdi yardım diledi.
Aşk’ın namaz
kılmakta olduğunu görünce fakir, Bunu fırsat bildi ve odadaki halıyı çekip aldı
gitti.
Hoca Mecdeddin,
durumu öğrendi, suçluyu aratmaya başladı.
Suçlu bulundu Aşk’ın huzuruna getirildi.
Söylediği söz
hırsızı azdırmak yerine insafa getirecek cinstendi: “Bunu ihtiyacından dolayı
yapmıştır. Onu mazur görüp, halıyı ondan satın almak lâzımdır.”
Toplum, bu bakışa, anlayışa
sahip olursa kim hırsızlıkta
ısrar eder?
Nefsini hakir görebilirsen hata yapanlar senden ders alır. Kendini sıfırlayabilirsen, mahviyetinden feyizlenirler.
İki hatırlı
kişi birbirine husumet
besliyordu.
İkide bir tartışıyor, çevrelerini huzursuz ediyordu.
Bir gün Aşk da bu tartışmaya, gereksiz çekişmeye şahit oldu. Biri diğerine: “Eğer yalan
söylüyorsan Allah senin
ca-
nını alsın.”
Diğeri de benzer sözlerle karşılık veriyordu.
Aşk, bu tartışmaya dayanamadı.
Karşılıklı
söylenen sözler kendisini anlatılmaz derecede huzursuz etti.
Ne söylemeli ki bu karşılıklı öfke yalımlarının alevlenme- sini önlemeli?
O an öyle bir
söz söylediler ki kendisine saygı duyan bu iki insanı, anında susturup nedamet
göstermeye sevk etti: “Hayır, hayır, Allah ne senin ne de onun canını alsın.
Benim canımı alsın çünkü canı alınmaya ancak biz layığız.”
İki hasım, bu
söz üzerine nedamet gösterip barıştılar. “İnsanoğullarının hamuru topraktandır.
Eğer insan, top-
rak gibi olmazsa Adem oğlu değildir.”
Sen gönüller
tahtına talipsen, bütün insanları insan ol- dukları için kucakla.
Bütün insanlara
o zengin nefhanla esenlik götürme sev- dasındaysan, kimseye hor bakma.
Kimseyi
kusurlarından dolayı kınama. Sabırlı ol, insan- lara senin içindeki ışıltıyı
fark etmeleri için fırsat tanı. Hep yapıcı ol.
Bir gün iki kişinin
kavga ettiğine şahit oldu.
Adamlardan biri diğerine bana ne yaparsan benden bin misli karşılık görürsün.
Bana ne söylersen benden bin karşılık
işitirsin, diye ba-
ğırıyordu.
Aşk, iki adamın
yanında gitti, daha hırslı ve hırçın olana: “Ne söyleyeceksen bana söyle, kavga edeceksen
benimle
kavga et.
Bir söyleyeceksen bana söyle. Benden bir bile işitemez-
sin.” dedi.
İki adam bu sözler
üzerine vicdanlarıyla yüzleşti.
İkisi de
kavgayı bırakıp, Aşk’ın önünde saygıyla eğildi. Bir gün oğlu Sultan Veled’e şu nasihatte bulundu:
“Düş-
manının hayrını
ve iyiliğini söyle,
göreceksin ki o düşman se- nin
en yakın dostun olacaktır. Çünkü gönülden dile, dilden de gönle yol vardır.”
Şefkatli bir baba ince bir insan
ultan Veled daha süt emen bir çocuktu.
Çoğunca babasının kucağında uyurdu.
Aşk, geceleyin
teheccüde kalkınca bazen minik yavru uyanıp ağlardı.
Aşk, namazına
ara verir, yavrucuğunu uyutur, namazına öyle devam ederdi.
Siraceddin, anlatıyor.
Bir gün Hüsameddin’le birlikte
Mevlana’yı ziyarete gittik. Torun Emir Ârif, arabasına binmiş, lalası da onu çekiyordu.
Torununu böyle görünce hemen
kalktılar, arabanın ipini omuzlarına aldılar.
“Ârif’e
öküzcülük edebilirim.” deyip çekmeye başladılar. Hüsameddin Çelebi de arabanın
diğer tarafından tuttu. Medresenin avlusunda Emir Ârif’i birkaç defa dolaştırdılar.
Ârif Çelebi sevinç çığlıkları atarken
Aşk söze geldi: “Ço-
cukları sevmek,
sevindirmek, din padişahı ve hakikat ayının feleği olan Peygamberimiz’den biz
Müslümanlara kalmış bir mirastır.” Peygamberimiz: “Çocuğu olan çocuklaşsın.” buyur- muştur, dedi ve şu şiiri okudu.
“Babanın aklı
dünyayı ölçerse de, Küçük çocuğun
anlaması için “ti-ti”
der.
Mademki işim, gücüm çocuklardır, o hâlde; Çocukların
diliyle konuşmak lâzımdır.”
245
Sevgi ışığı sevgiliden
lemin şirazesi,
dirliği sevgi. Sevgisiz hayat, meyvesiz ağaç.
Sevgisiz gönül
taştan katı. Sevgisiz insan ruhsuz ceset.
Aşk’ın sevgisi Gerçek Sevgili’nin ışığından.
Işığını O’ndan alan sevgi benlik, bencillik
hastalığından kurtulmuştur.
Bir sevgili, âşığına sordu.
Ey yiğit, sen gurbette
çok şehirler görmüşsündür.
Gördüğün
şehirler içinde hangisi daha güzel daha gönül çekici?
Âşık: “Sevgilinin bulunduğu şehirden daha güzel şehir yok.” dedi.
Sevgili yeri, yurdu daracık,
zindan gibi de olsa orası cennettir.
“Nerede ay gibi Yusuf varsa isterse
kuyunun dibi olsun, orası cennettir.”
Sevgi ufku, sevgilinin sesi, soluğu ile aydınlanır.
Sevgili bir nazar etsin de sevgi ırmağı nasıl kabarır, coşar! Aleme sevgi ile bakanın bu bakışındaki ışık da sevgiliden.
Sevgili nazar
eder âşığa, âşığın gönlüne bütün varlıkları aziz bilmek coşkusu bağışlanır.
“Sevgili
Hak’tır, bir de, Hakk’ın, sen benimsin, ben de se- ninim dediği kişidir.”
Gerçek sevginin ışığı Hak
katında.
Hak katından beslenen sevgi, sonunda seni Hakk’a götürür.
Dünyaya dönük, ötesiz bütün sevgilerse köpük gibi söner gider; sonunda seni yarsız,
yardımcısız orta yerde bırakır.
“Sevgilim, sana yakın olmanın
sebebi hep sevgidir. Ayağını nereye basarsan, biz
oranın toprağıyız.
Aşk mezhebinde reva mıdır ki âlemi seninle
gördüğümüz halde seni görmeyelim.”
Seviyoruz ve hayatımızın güzelliği o yüzden.
Seviyoruz ve gönlümüzün ritmi, ruhumuzun âhengi bundan. Seviyoruz, sevgimiz dünyanın ufuklarının çok ötelerinde.
Seviyoruz, sevgimizin bir ucu gönlümüzün merkezinde bir ucu yetmiş iki milletin yanında yöresinde.
Seviyoruz, bu
sevgi insanı “kemâl”e ulaştıran, Allah vus- latını tattıran “gerçek” aşka,
Allah aşkına götürmede.
Halka bakışı
ir gün Ilıca’ya gittiler.
Emir Alim
Çelebi, önce davranarak hamama vardı. Mevlana,
dostlarıyla rahat etsin diye oradaki
halkı ha-
mamdan çıkardı.
Havuzu olgun elmalarla doldurdu.
Aşk, dostlarıyla hamama girerken halkın
aceleyle oradan çıktığını
gördü.
Durumu anladı. Huzursuz oldu.
Bu durumu
müdahale etmeliydi: “Ey Emir Alim, dedi, bu insanların canı elmadan daha mı az
değerlidir ki onları ha- vuzdan çıkardın havuzu elmalarla doldurdun?
Bütün dünya ve
içindekiler insan için değil midir? Beni seviyorsan bırak hepsi hamama geri dönsünler.
Fakiri,
zengini, sağlamı, zayıfı dışarıda kalmasın ki ben gönül rahatlığıyla suya
girebileyim. Onlar sayesinde biraz dinleneyim. Gönlüm rahat değilken nasıl
dinlenirim!”
Etrafında hep
sultanlar, emirler, zenginler vardı. Buna rağmen o, daha çok, halkla ilgilenmek
isterdi. Müritlerinden çoğu da zaten sıradan insanlardı.
Müritleri hakkında
ileri geri konuşanlara: “Benim mürit- lerim
iyi insanlar olsalardı, ben onların müridi olurdum.
Kötü insan olduklarından, ahlâklarını değiştirip iyilerden
olmaları için onları müritliğe kabul ettim.
Allah’ın rahmetine
mazhar olanlar kurtulmuşlardır, fakat lanetine uğramışlar tedaviye muhtaç hastalardır.
Biz lânetlikleri rahmetlik yapmak için dünyaya geldik.”
Aşk’ın duyarlılığı, nezaketi hem dışarıya
hem içeriye kar-
şı idi.
Gelini için,
kayıtlara geçen bir hitabı var: “Bizim de gön- lümüzün, gözümüzün ışığı aydınlığı.
Canım canınıza karış- mıştır, birleşmiştir. Seni inciten her şey beni de
incitir...
Sizin gamınız,
on kat fazlasıyla bizimdir. Sizin düşünce- niz, tasanız; bizim düşüncemiz,
bizim tasamızdır. Aziz oğlum Bahâeddin sizi incitirse, gerçekten sevgisini ve
gönlümü on- dan alırım...”
Oğluna:
“Pâdişâhımız Şeyh Selâhaddin’in kızının hatırı- na riâyet etmeniz için şu
birkaç satır yazıldı... Allah için şu babanızın yüzünü, kendi yüzünü, bütün
soyumuzun, sopu- muzun yüzlerini ak etmek istersen, onun hatırını aziz, ama pek
aziz tut, onu can ve gönül tuzağıyla avlamak için her günü ilk gün, ilk gece
say.”
Sultan Veled
anlatıyor: “Bir gün bana, büyük
bir ruh bez- ginliği ve iç sıkıntısı geldi.
Beni bezgin
ve sıkıntılı gören
babam: ‘Birinden mi incin-
din de böyle sıkıldın?’ diye sordu.
Ben: “Bilmiyorum, bu ne hâldir?” dedim.
Babam kalkıp
eve gitti ve bir müddet
sonra, bir kurt pos-
tunu çevirip başına ve yüzüne
geçirmiş bir hâlde
ve çocukları korkuttukları
gibi “Bu! Bu! Bu!” yaparak yanıma geldi.
Babamın bu hoş hareketinden
bana bir gülmedir geldi; anlatılamayacak derecede güldüm.
Yere kapanarak ayaklarını öptüm.
Babam:
“Bahâeddin! Eğer bir güzel sevgili sana sıkı sı- kıya bağlansa, daima seninle
şaka, şenlik etse ve birdenbire yüzünün şeklini değiştirip gelse ve sana “Bu!
Bu! Bu!” dese ondan hiç korkar mısın?” buyurdu.
Ben de: “Hayır,
korkmam.” dedim. Buyurdu ki: “Seni se- vindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili,
seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı
sevgilidir.
Hep odur, hep ondandır
ve ondan feyizlenirsin.
O hâlde niçin
boş yere üzgün duruyor, sıkıntının
elinde aciz kalıyorsun?”
“İçinde sıkıntı
görünce onun çaresine
bak; çünkü dalların hepsi kökten biter. İçinde
genişlik, ferahlık görünce ona su ver. Kalp ferahlığının verdiği meyveyi da
dostlara ve ahbap- lara sun.”
Molla Câmî’den:
“Konya’da Siraceddin adında biri vardı, Mevlana’yı sevmezdi hatta husumet
içindeydi. Mevlana, o sı- ralar bir hoşgörü merhalesine daha varmıştı: “Ben
yetmiş iki milletle beraberim.”
diyordu. Konyalı Siraceddin bunu fırsat bildi.
Bu ne bilmezliktir, dedi kendi
kendine, insan hiç yetmiş
iki milletle beraber olur mu?”
Aşk’ı huzursuz
etmek, gözden düşürmek için yakını olan bir âlimi gönderdi.
Alim geldi,
büyük bir kalabalık içinde, hesap sormaya başladı.
“Sen, dedi nasıl böyle söylersin, böyle zarar getirecek söz- lerden dem vurursun.
Bak bizim
inancımızda, şunlar şunlar var.” diye deliller sunmaya başladı.
Bir yandan da o hassas kalbi incitip duruyor,
halkın için- de aklınca onu
zor duruma düşürüyordu.
Bilmiyordu ki Aşk’ın tahammül
ve müsamaha ufku hayal
edilemeyecek kadar geniştir.
Söylemek
istediği her şeyi söyledi,
hatta maksadını aşan
şeyler de çıktı ağzından.
Dilin kemiği yoktur, bir başladı mı demeye; gül de biter, di- ken de ak
da çıkar, kara da çirkinlikler de fışkırır, güzellikler de.
Alim dedi diyeceğini, Aşk sadece bir cümle sarf etti, başka söz söylemeye gerek görmedi: “Senin
bu söylediklerine rağ- men, seninle de beraberim.”
Sultan Veled’e Öğütleri
“Bahâeddin! Eğer dâima cennette olmak istersen, herkes- le dost ol, yüreğinde kimseye karşı kin tutma! Fazla bir şey isteme
ve hiç kimseden de fazla olma! Merhem ve mum gibi ol, iğne gibi olma. Eğer hiç
kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen fena söyleyici fena öğretici fena
düşünceli olma! Çünkü bir adamı
dostlukla anarsan, daima
sevinç içinde olur- sun, işte o sevinç
cennetin tâ kendisidir. Eğer bir kimseyi
düş- manlıkla anarsan, dâima üzüntü içinde olursun, işte bu gam da
Cehennem’in ta kendisidir.
Dostlarını
andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları
andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla do- lar; canın sıkılır, içine
pejmürdelik gelir.
Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışarı
vurdular. Halk onların
bu güzel huyuna
mağ- lup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi
oldular.
Ey oğlum! Sana
vasiyet ediyorum ki her hâlde ilim, edep ve
takvâ üzerine bulun.
Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan ay-
rılmamayı vazîfe edin.
Namazı her zaman
cemaatle kıl. Şöhret isteme, zira şöhret âfettir.
Makama bağlı olma.
Devlet büyük-
lerinin çocuklarıyla arkadaşlık etme. Çok söz söyleme. Çok söz işitmek kalbe nifak verir. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrile-
rinden aslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda dur.
Kadınlardan ve dinde eğri yollara girenlerden sakın. Her- kesle ve
zenginlerle oturup kalkma. Helal ye ve şüpheli şey- lerden kaçın.
Dünya malına kapılma.
Dünya arzusu dinin
zayi olmasına sebep olur. Çok gülme ve kahkaha atma. Zira fazla gülmek
kalbin ölümüdür. Herkese şefkatle bak. Dışını süsle- me. Zira dışın süsü, kalbin ve ruhun harap olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücadele etme ve
hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma.
Âlimlere, evliyaya, mal, can ve ten-
le hizmet et. Din büyüklerinin hallerini inkâr etme. Zira inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzünü göremezler.
İlahî hekimler,
müridin yahut yabancı kişinin yüzünden, sözündeki sesten, gözünün renginden din ve gönül hastalıkla-
rını anlarlar. Hatta bu, bir yanadursun, gönüllere
de yol bulur- lar; içten geçeni
de anlarlar, çünkü onlar, gönüllerin casusları- dır; onlarla oturunca doğrulukla oturun. Onlar
uzaktan adını duyarlar da varlığının ta içine girerler. Hatta sen doğmadan
yıllarca önce onlar, senin hallerini görürler, bilirler.”
Mevlana, İlahî bir hekimdir.
Allah, müminlerin karşılaşabilecekleri tehlikeleri onun gönlüne ilham etmiştir.
Bunun için, tavsiyeleri, telkinleri hep imar ve deva yo- lundadır.
Hayatı boyunca
sözleri ve davranışları kâmil insan ol- mak, hep böyle kalmak anlayışının
tezahürüdür.
Vuslata yakın
“ er nefis
ölümü tadacaktır.”
Nefes alıp veren hiçbir varlık bundan kurtulası değil.
Ama ölüm var,
dünyayı titretir; Ölüm var geride kalanları sevindirir.
Aşk, hastaydı.
Artık ukbaya
daha yakındı.
Dostları, talebeleri sordular: “Efendim, zât-ı âlinizden
sonra kime tabi olalım?”
“Hüsameddin Çelebi’ye tabi olunuz.”
Soru üç defa
tekrarlandı, üçünde de aynı cevap: “Cenaze namazımı da Hocam Sadreddin Konevi
kıldırsın.” dediler.
O günlerde Konya’da peş peşe depremler oluyor; Bazı evler ve bağların duvarları yıkılıyordu.
Halk tedirgindi, feryatlar yükselmeye başladı. Ondan dua istediler, fikrini
sordular.
Cevapları, dünya hayatına dönük bir hakikati açıklıyor-
du: “Toprak, acıkmıştır yağlı
bir lokma istiyor, onu vermek lazım.”
Ardından da devam ettiler:
“Ben size, gizlide
ve açıkta Al- lah
Teâlâ’dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi,
günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devam etmeyi, daima
şehvetten
kaçmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı, aşağı ve sefih kimselerle düşüp
kalkmaktan uzak durmayı, kerîm olan salih kimselerle beraber olmayı vasiyet
ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sö- zün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız Allah
Teâlâ’ya mahsustur.”
Toprak, yağlı lokmasına kavuşacaktı da müritleri, dostla- rı Mevlanalarına doyamamıştı.
“Sakın, öldüğüm için bana ağlama!
Ölüm günümde
tabutum götürülürken bende, bu dünya- nın derdi-gamı var, dünyadan
ayrıldığım için üzgünüm san- ma, bu çeşit şüpheye düşme!
Sakın öldüğüm
için bana ağlama; “Yazık oldu, yazık oldu!” deme. Eğer nefse uyup Şeytan’ın
tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!
Cenazemi
görünce; “Ayrılık, ayrılık!” deme! O vakit, be- nim ayrılık vaktim değil,
buluşma, kavuşma vaktimdir!
Beni toprağın
kucağına verdikleri zaman sakın; “Veda, veda!” deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının
perdesidir!
Batmayı, gözden
kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör, düşün Güneş’le
Ay batıp gözden kayboldukları zaman bir
ziyan gelir mi?
Bu hâl, sana, batmak,
kaybolmak gibi görünse
de aslında bu hâl doğmaktır
yeniden hayata kavuşmaktır!
Mezar, insana hapishane gibi zindan gibi görünse de ora-
sı ruhun kurtulduğu yerdir!
Hangi tohum yere atıldı,
ekildi de tekrar bitmedi, toprak- tan baş kaldırmadı? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin?
Hangi kova kuyuya sarkıtıldı da dolu çıkmadı?
Can Yusuf’u neden kuyudan
ziyan görsün, niçin feryat etsin?
Bu dünyaya
ağzını yumunca öte tarafa aç! Artık senin hayhuyun, uğraşmaların mekânsızlık
âlemindedir!”
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir
limin ölümü,
âlemin ölümü. Ya Aşk’ın ölümü?
Ama âlim
ölmüyor, aşk ölmüyor. “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.”
“Allah aşkıyla
gıdalanan âşığa yüzlerce beden, bir dut yaprağı değerinde bile değildir.”
Bedenin zevaliyle sönüp giden aşklar
aşk değildir. Gerçek aşkın
kaşla, gözle bir işi yok.
Aşk, mânâdır,
ruhtur.
Aşkı beden
diriliğinde ararsan, ölümle
sönmeyen aşklara ne
diyeceksin?
Allah Resûlü
(s.a.s.) en büyük Allah âşığı idi ki bu dün- yadan göçüp gidince nice âşıklar ordusu
O’nun yürüdüğü yola kul köle oldular.
O’nun yürüdüğü
yolda kendilerinden geçtiler, kendi var- lıklarını
sildiler de deryaya karıştılar.
Deryaya karışanın,
parçayla, buçukla, cisimle
ne işi olur!
“Nice kişiler
var, kendileri toprak gibi mezarda uyumuş ama
fayda vermek, feyiz vermek bakımından yüzlerce diriden iyidirler.
Gölgesini
salmış gitmiş; ama toprağı gölge
salmada; yüz binlerce diri; onun gölgesinde gölgelenmede.”
İnsanın maddesi
toprağın altına yürüdükten sonra geride
gönüllere ne bırakmıştır, ona bakmalı.
Aşk, somut
ilgiyle, hayat pratiğiyle pekişir, gelişir; ama aşkın ‘öte’ sofrası âşığı çağırır
durur.
Gerçek âşık için asıl varlık sebebi budur.
‘Sevgili’nin cemalini
bir dem görebilmek iştiyakı, âşık için dünya çilelerini, meşakkatlerini
şeker şerbet eyler.
Asıl vatanlarından esintiler gelip durduğu
için gerçek âşıklara ölüm bir
düğün gecesi olur.
“Aşık olmayanlar, ölümden korkarlar. Ömürlerinin uzaması
için yalvarırlar.
Mühlet
isterler. Aşıklar ise; “Hayır, hayır!” derler. Sevgiliye kavuşacakları için “Ey ölüm, çabuk ol, gel!”
diye niyazda
bulunurlar.”
Şeyh Sadreddin
Konevî Hazretleri Aşk’ı ziyaret ettiler. “Geçmiş olsun, Allah yakın zamanda şifalar versin. Has-
talık âhirette
derecenizin yükselmesine sebeptir. Siz âlemin canısınız, inşallah yakın zamanda
tam bir sıhhate kavuşur- sunuz.” dediler.
Aşk’ın
dilinden, bıçak keskinliğinde, veda sözleri dö- küldü: “Bundan sonra Allah
(c.c.) sizlere şifa versin. Aşığın maşukuna kavuşmasını ve nurun nura
ulaşmasını istemiyor musunuz?”
Artık ukba rüzgârı Aşk’a
doğru daha bir gür esiyordu. Ve Aşk bundan mutluydu,
huzurluydu.
Bir gün, Aşk’ın
bakışları ‘ukba’ya iyice kenetlenmişti. Ayrılık meltemi benzini iyice
sarartmıştı.
Hanımı, bu ayrılık melteminin perişanlığıyla sordu: “Ey
âlemin nuru, insanlığın canı, bizi bırakıp nereye gideceksin?”
Sonra da ekledi: “Keşke Hüdavendigâr Hazretleri, yüzlerce yıl yaşasaydı da dünyayı hakikat ve mânâlarla donatsaydı!”
Cevapları: “Niçin,
niçin? Biz ne Furavun ne de Nemrud’uz. Bizim toprak âlemiyle ne işimiz
var? Burası huzur ve karar yeri değil. Yakında Allah Resûlü’ne kavuşmayı
umuyorum.”
İnsanın Ebedî Sevgili’ye kavuşma şevki ve zevki, dünyada- ki bütün
sevgilerin, zevklerin önüne
geçebiliyorsa ne mutlu!
Son zamanlarında,
dostu Siraceddin Tatarî’yi yanına ça- ğırdı, bir dua okudular, onun da bu duayı
sürekli okumasını tavsiye ettiler. Bu dua, dediler,
sıkıntılı zamanlarında imdadı- na koşar senin: “Ya Rabbi, bana
seni zikretmeyi unutturacak, seni anma şevkini
söndürecek, seni anarken
duyduğum lezze- ti kesecek
bir hastalık verme; aynı zamanda, beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak
bir sıhhat de verme! Ey merha- metlilerin merhametlisi, duamı kabul eyle!”
Dostlarına,
akrabalarına Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı,
günahlardan çekinmeyi, ibadeti artırmayı, şehvetten kaçınmayı, eza-cefaya karşı sabırlı
olma- yı, sefihlerle oturup kalkmamayı, salihlerle beraber olmayı,
insanlığa faydalı olmayı vasiyet ettiler.
On yedi aralık,
bin iki yüz yetmiş üç, Pazar günü gurup vakti âşığın Mâşuk’a kavuşma günü.
Dünyadan bir beden eksiliyor; ama bir gönül kendi varlı-
ğını daha bir parlatarak gönüller tahtına sultan
oluyor.
Bir can, Rabb’ine dönüyor,
‘İrci’i ila Rabbik’
sırrına eriyor. Dünyadan bir beden
eksildi; ama bu bedenin taşıdığı gö-
nül dünyalar taşıyor.
Bir gönül beden yükünden,
kurtulup gerçek vatanına
yükseliyor.
Bir ruh, dünya ekinliğini verimlendirerek insanlığa bir bereketli sofra sunuyor ve Rabb’ine
dönüyor.
“Dıraht u berk ber âyed zi hâk u iyn gûyed Ki hâce her çi bekâri tura heman
rûyed”
“Fidanlar, yapraklar,
bütün nebatlar topraktan
biterken derler ki:
Efendi, ne ekersen senin
için o çıkar.”
Aşk’ın gönlüne
âlem genişliğinde baharlar bağışlandı. Aşk, gönüllere bahar meltemi oldu.
Ve her fani gibi vadesi tamam olunca Aşk da bu meşakkat
yurdundan kurtuldu.
Geçici vücut
evinden kurtulunca sayısız
gönül Aşk’a ev oldu.
Bu yandaki
fani varlıktan geçiş,
o yanda ebedî
saltanat kazandırdı.
“Ey bu dar kafesten
uçan, sen yol gereçlerini göğün
üstü- ne yücelttin; bundan sonra taze bir dirilik gör.
Bu başıboş
yaşamak nereye kadar? Ölüm hayattır, hayat ölümdür.
Kâfir bunun tersine inanır.
Eğer beden evini, O kırarsa sakın
inleme.”
“Hak Teâlâ’dan
şeker gibi “Gel!” hitabı gelince nasıl olur da can oraya uçmaz!”
Dost’un, seni dünya mezbeleliğinden çekip çıkaracak
çağrısını duymuşsan, daha ne durursun!
Aşıkların ölümü gerçek dirilmedir.
Dünya hapishanesinden kurtulan âşıkları, Can Padişahı
karşılar.
Can Padişahı’nın lütuf güneşi, bu incileri kucaklar,
has bahçesine alır.
“Ölen kimselerin düşmanları sevinir.
Ben öldüğümde
ise
düşmanlarım kör olur, vesselam.”
Bir pir öldüğünde düşman
nasıl kör olur? Çünkü ölen cisimdir, ruh değildir.
Rabb’in
lütfuyla kemale ermiş ruh, dünyanın
bağrına to- humunu bırakmıştır.
Bu ruh, ışığıyla çağları
aydınlatacak, gönülden gönle ulaşmada hiçbir engel tanımayacak.
Ve körlerin, körlüklerin canına okuyacak.
Bunun için Aşk
der ki: “Salâ çağrısı gelince biz kapıdan oynayarak gireriz.”
Senin, benim için çok şey demek olan dünya, gerçek
âşıklar için gurbettir.
Bu yandaki
huzur, safa, eğlence;
o yandaki bir çöpten bile değersizdir.
Aşkın hastalığı
dostları düşündürmeye başladı.
Ekmeleddin ve Gazanferî adlı hünerli hekimler tedavi için çırpınıyordu.
Hastalığı teşhis için çok uğraştılar.
Her seferinde
başka bir hastalık
belirtisi çıkıyordu. Bir türlü
teşhis konulamadı.
Aşk’ın kendisine sormak istediler.
Nasıl bir hâl
üzeresiniz, anlatın bilelim hastalığınızı, ona göre bir deva bulalım.
Bir cevap gelmedi.
Anladılar ki göç vakti yaklaşmıştır.
Dost, mürit,
yârânın hasret gözyaşları akmaya başladı.
“O göklerin
güneşi toprak örtüsünde gizlendi, ben nasıl başıma toprak dökmeyeyim?
O hakikat
baharının kekliği fena çimeninden uçtu; ben nasıl bulutlar gibi gözyaşlarıyla
coşup, ağlayıp inlemelerle bağrışmayayım!
O âlemi
aydınlatan parlak hidayet meş’alesi söndü; nasıl olur da böyle bir günde benim
gündüzüm gece olmaz?”
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız?
Bizim mezarımız, ariflerin gönüllerindedir.”
Birkaç kişi
gelip kendisine sordular: “Efendim! Allah Teâlâ’nın veli kulları vefat edince tasarruf
hakkına sahip olur- lar
mı? Hayatta oldukları
gibi insanlara yardım edip sıkıntıla- rını giderirler mi?”
“Dünyâdaki
tasarruf hudutlu, âhiretteki ise hudutsuz- dur.” buyurdu. Oradakiler:
“Dostlarınıza ve talebelerinize dünyadaki gibi âhirette
de ihsan ve merhamet eder misiniz?”
deyince, Aşk: “Ey dostlarım! Kılıç
kınında iken kesmez.
Kının- dan çıktığı zaman keser. Bize şefaat hakkı verilirse elbette
biz de sizlere şefaat ederiz.” buyurdu.
Şeb-i Arus
Aşk, on yedi
aralık bin iki yüz yetmiş üç’ün
Pazar günü gurup vakti ebedî
âleme doğdu ya buna âşıklar,
dostlar
Şeb-i Arus dediler.
Şu dünya zindanından gerçek bir can kurtuldu,
Ebedî âleme uyandı ya!
Bundan iyi adlandırma olmaz.
Bedenin dünyadan
el etek çekmesine “şeb-i arus” demek, gönül ehlinin üslubudur.
Dünyaya, ‘dünya’
kadar değer verenler,
yani yönünü ‘ukba’ya
çevirenler,
Fani vücudun
yok olup gitmesine, toprağa karışmasına üzülmezler.
Onlar daha dünyadayken hakikat
ikliminin kokusunu al- mış, sesini duymuşlardır.
Onlar için dünyadan
göçmek, bir düğün şenliğidir.
“Aşk ile
buluşma zamanı yakınlaştı, bu sebeple kendine çekidüzen ver, buluşma günü için
güzelleş!
Bizim ölümüz,
her ne kadar sana matem olursa da as- lında, Hak’la buluşma vakti olduğu için,
bizim en neşeli, en mutlu zamanımızdır çünkü bu dünya, bizim zindanımızdır.
Zindanın harap oluşu, yıkılışı, zindandakileri sevindirir. Yani bizim
bedenimiz, ruhumuz için bir zindan kesilmiştir. Ölüm, bedeni yıkınca, toprağa
düşürünce, ruh zindandan kurtula- cak, Hakk’a kavuşacaktır.”
Buluşma günü,
hele bu en büyük sevgiliyle buluşma gü- nüyse insan kendine çeki düzen verir,
süslenir.
Varlığının en büyük ânına bütün benliğiyle hazırlanır.
Bütün sermaye;
bir şölen coşkusuyla, bu an için seferber
edilir.
Her meşrepten, her inançtan insan Aşk’ın cenazesindeydi. “Bu din sultanı Mevlânâ
bizim imamımızdır, siz neden
buradasınız?” diye soranlara cevap hazırdı: “Biz Musa’nın,
İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden
anlayıp öğrendik. Kendi
kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl
onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz.
Mevlânâ hazretleri, insanlar üzerinde parlayan
ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunun hakikatler güneşidir. Güneşi bü- tün dünya
sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır.”
“Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz,
bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ‘ney’iz.”
Bir Rum keşişi de: “Mevlâna ekmek
gibidir. Hiç kimse
ek- meğe ihtiyaç duymazlık
edemez. Ekmekten kaçan “aç” gördü- nüz mü? Siz, onun kim olduğunu
nereden bileceksiniz?” dedi.
Bunun üzerine
büyükler susup hiçbir şey söylemediler. Güneş
doğarken medreseden tabutu alıp yola çıktılar. Türbesinin bulunduğu
mezarlığa geldikleri vakit karan-
lık basmış,
gece olmuştu. İşte bu şekilde Aşk’ın bedeni bütün Konya halkının ve bütün din
temsilcilerinin hazır bulunma- sıyla babasının yanında toprağa defnedildi.
Aşk’ın vasiyeti
üzerine Şeyh Sadreddin Konevi, cenaze namazı kıldıracaktı.
Fakat bu hassas yürek, dayanamayıp baygınlık
geçirdi. Kadı Siraceddin kıldırdı namazı.
Aşk’ın fani bedeni, Yeşil Kubbe’ye defnedildi.
Kaderin cilvesidir, Aşk’ın gönlüne görklü bir nazar eyle-
yen Tebrizli Şems’tir;
Yeşil Kubbe’yi inşa eden mimar da Tebrizli Bedreddin’dir.
Bağrı yanık âşıklar için bu ayrılık
kolay olmayacaktı ama dünya Kâinatın Efendisi’ne, nice din
büyüğüne kalmadığına göre Mevlânâ’ya da kalmayacaktı.
Yapılacak olan,
bedeni dünyadan çekilen yüce ruhun mânâsına gönülden bağlanmaktı.
Bütün Konya son uğurlamadaydı.
Bir gönül
kutbunun ruhunu şad etmek, kendilerine bir nebze manevî nazar çekmek için
yollardaydı.
Aşk, gözyaşları, inlemeler eşliğinde uğurlandı.
Günlerce, bir sel gibi Aşk’ın türbesine gidip geldiler, gidip geldiler, gidip geldiler.
“Her nefis ölümü tadacaktır.”
Her insan,
dünya serüveninin herhangi bir noktasından koparılıp toprağa çağrılacaktır.
Kimi, görkemli
mevkii sarhoşluğunda, Kimi,
şatafatlı hayatın hay huyunda, Kimi, dünyanın zevkinde, sefasında,
Kimi, nefsinin
doymak bilmez buyruğunda.
Günlerce ziyaret
etti halk türbeyi.
Her milletten, her meşrepten, her dinden insan vefa bor- cundan geri kalmadı.
Bu hakikat
denizini her gönül kendince anıp yüceltti. Aşıklardan beyit üstüne beyit:
“Ecel dikeni senin müba-
rek ayağına
battığı gün ne olurdu feleğin eli benim başıma helâk kılıcı vursaydı da böyle
bir günde gözüm cihanı sensiz görmeseydi…
Ah mukaddes
toprağının başı ucunda duran şimdi bu be- nim öyle mi? Yazık yazık, toprak
başıma olsun benim!”
“Ey toprak,
gönlümün derdinden söylemiyorum; bu gün ecel sana bir inci verdi, ne çeşit bir
inciyi gizlemedesin?
Âlemin tuzak kurup gönlünü avlayan dilber, tuzağa düşmüş. Bütün halkın gönlünü alan, şimdi senin kucağında uyumakta.”
Aşk, toprağa
yürüdü, bu yürüyen
fani bedendi.
Aşk’ın ardından
büyük-küçük, kadın-erkek, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ağladı.
Bu ağlamalar,
Aşk’ın mânâsınaydı, gönlündeki coşku volkanınaydı.
Bütün insanları kucaklayan engin sevgisine, hoşgörüsüneydi.
Aşk, hâl
diliyle bütün fani varlıkların anlayışını keskin bir irkilişle sarsan ve daha
dünyadayken yükseldiği bir ma- kamı fısıldıyordu: “Allah’a hamdolsun ki, haçın
ve mihrabın hüküm sürdüğü şu daracık yerden
onun aşkı ile sıçradık kur- tulduk.”
« Prev Post
Next Post »