TÜRKİYE'DE YAHUDİ-HIRİSTİYAN SAVAŞLARI
| |
ÖNSÖZ
İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
I. Bölüm HELENOFİL MARKSİZM
II. Bölüm OSMANLI'NIN SON DÖNEMİNDE TÜRKÇÜLÜK VE
SİYONİZM
III. Bölüm IRK, ULUS, SINIF
IV. Bölüm DEVLETİN DİNİ, DİNİN DEVLETİ
V. Bölüm TÜRKÇÜLÜĞÜN KÖKENLERİ
VI. Bölüm HELENOFİL FELSEFENİN SINIRLARI
VII. BÖLÜM HELENİZM: BATI'NIN SALDIRISI DOĞU'NUN
DİRENİŞİ
EK 1: BİLİMDE "HELEN-MISIR" SAVAŞI
TÜRKİYE'DE
HELENİZM SİYONİZM TÜRKÇÜLÜK
ORHAN GÖKDEMİR
TÜRKİYE'DE
YAHUDİ-HIRİSTİYAN SAVAŞLARI
ORHAN GÖKDEMİR
Destek
Yayınları: Nisan 2012
∑
Helenizm -
Siyonizm - Türkizm / Avrupa Türkiyesi'nde Üç Tarz-ı Siyaset, aslında aynı
alanda yapılmış bir dizi çalışmanın üçüncüsüdür. Felsefi
Aklın Eleştirisi, her anlamda bir ön çalışmaydı. Felsefenin ya da daha
doğrusu "Batı felsefesi"nin içinde pek de felsefi görünmeyen bir
sıkıntıya dikkat çekiyordu. Aydınlanma Tarikatı,
zorunlu olarak o sıkıntıya doğru bir açılma girişimi oldu. Belli ki, Batı
felsefesi ile kaynakları arasında bir kesinti olmuştu ve her şeyi "Helen
dehası" olarak gösterme gayretkeşliği, sıkıntının asıl nedeniydi.
Üç Tarz-ı Siyaset ise bu gayretkeşliğin masum bir yanlış anlamanın
sürdürülmesinden değil, bir "politikadan" kaynaklandığını iddia
ediyor. Helenizm, her şeyden önce "Avrupalı bir eğilim" olarak ortaya
çıkmıştır ve bu eğilim ile "kıta ırkçılığı"nı birbirinden ayırmak
mümkün değildir. Duvarların bir şekilde tahkim edilmesi gerekiyordu ve Helenizm
de ırkçılık ile birlikte yerini bulmuştur.
Dolayısıyla, kökleri Antik Yunan'a dayanan Batı felsefesinin
kaderinin de Navarin Savaşı ile belirlenmesi, herhalde yepyeni bir durum
olmuştur. Bugün "Batı'nın Doğu bilgisi"ni ifade eden oryantalizmin de
kaderi o savaşla belirlenmiştir. "Biz" yenildik ve biz yenildiğimiz
için felsefe, felsefe haline gelmiştir.
Yunanistan Krallığı'nın inşası, böyle bakıldığında, Avrupa'nın
sınırlarına bir duvar örmek anlamına da geliyor. Bu, her şeyden önce Doğu'ya
karşı bir duvardı. Ama asıl önemlisi Batı'nın sınırlarını belli eden bir
duvardı. Coğrafi açıdan kıta özelliği göstermeyen Avrupa, bu duvarla birlikte
bir "kıta" oldu. Duvarın ötesinde kalanlar silindi. Duvarın içinde
kalanlar ise Avrupa'ya yakın oldu.
Sorokin'in dediği gibi: "Bize yakın olan büyük görünür!"
Helen dehasının büyüklüğü biraz bu yakınlaşma ile ilgili. Marksizmin, bu
duvarın inşasından sonra oluşmuş olması büyük bir talihsizliktir. Batı
düşüncesinin bu en radikal eleştirisinin de Avrupa'nın "romantik
Helenizm"ini paylaşarak yükselmesi, bütün dünya için talihsiz olmuştur.
Biz de "Helenofil Marksizm" tartışması ile tartışmaya bir başlangıç
yapmış oluyoruz.
Ama öte yandan, XIX. yüzyılın başındaki bütün tartışmalar,
Osmanlı'nın da içinde bulunduğu, bir parçası olduğu tartışmalardır. Bunların
hepsi, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve dolayısıyla Türkiye'nin kaderini
belirlemiştir.
Mısır'ın ve Mehmet Ali Paşa'nın direnişi ise benim için yepyeni bir
keşif olmuştur. Hakkındaki tartışmalar ve yerleşmiş yargılar ne olursa olsun,
bu ümmi Osmanlı paşasının direnişi yeniden tartışmaya değerdir.
Siyonizm ve Helenizm kavgası hep vardı, hâlâ var. Yeterince formüle
edilmemiş olduğunu biliyorum. Ancak, bugünkü Batı, büyük ölçüde
"Helenize" olmasının yanında, "Judaize"dir de. Bunun neden
böyle olduğunun ipuçları ise XIX. yüzyılın tartışmaları ve çatışmaları içinde
gizlidir. Mehmet Ali vesilesiyle Mısır'ın da bu tartışmaya kendi üslubunca
katılması, "Avrupa ideolojisi"nin doğasına uygundur.
Bu tartışmayı "önsöz"de yürütmek niyetinde değilim.
Ancak, "Doğu'nun geri kalmışlığı, Asya tipi üretim, hidrolik toplum"
teorilerinin hayat bulması için Mehmet Ali Mısır'ının yenilmesi gerekiyordu.
Yenilmiştir ve bunlar teori olmuştur.
Bu çalışmadan sonra büyük bir soru hâlâ ortadır: Mehmet Ali,
yolunda müdahale olmadan yürüyebilseydi, felsefemiz bugün nasıl bir şekil almış
olurdu?
Bu tartışmalar için seçilen "Avrupa Türkiyesi" terimi
yerindedir. Çünkü XIX. yüzyılın Türkiyesi, Avrupa'nın ta kendisidir. Aradan
geçen zamana rağmen Avrupa'nın bütün tartışmalarının ve bütün çatışmalarının
düğümlendiği yer olma özelliğini ise hâlâ korumaktadır. Çünkü "duvar"
burasıdır.
Ve son bir not: XIX ve XX. yüzyılın bütün borç ve suçlarının
duvarın önünde kalması, biraz da "atı alanın duvarı geçmesi" ile
ilgilidir. "Medeniyetler çatışması" vaziyetleri, "Yahudi-Hristiyan
çatışması"nın profilini bir parça düşürmüştür. Bütün suçların Türklere
bırakılması, o nedenle uygun bulunmuştur. "İnce belli çay fincanı"
edebiyatının kutsanması nedeniyle yeni bir döneme girdiğimizin işareti
sayıyorum. Bütünüyle yeni bir dönemdeyiz şimdi.
Ustalara saygısızlık etmeyi aklımdan bile geçirmedim, ama yine de
yazma cesaretini kendimde buldum. Aldığım onca desteğe rağmen, bunun
yapabildiğimin en iyisi olduğu iddiasında da değilim. Bütün bu tartışmalar
bizimdir. Bunları kimse sahiplenmediği için ben sahiplendim.
Orhan Gökdemir
∑
"Türkçüler Türk değildir!"; bu kitabın önemli tezlerinden
biri bu. Şaşırtıcı gelse de, asıl şaşırtıcı olan bir Türkün "Türkçü"
olmasıdır. Türk varsa, "Türkçülük" gereksizdir. Rus aydınları için de
söyleniyor, önemli bir kısmı "Slavofil"dir ama buna karşın
"Frankofon" bir Fransız bulunmamaktadır. Demek ki
"Slavofil"ler de Slav olmamaktadır.
Yine de, başka yönde bir örtüşme bulabiliyoruz;
"diaspora"nın, özellikle Doğu Avrupa'da ikamet edenlerin bir
"Türk" merakı var. Daha Türkler Türk olduğunu bilmeden, diaspora,
Türklerin Türk olduğunu bilmektedir ve Türklere Türk olduklarını öğretmek üzere
çalışmaktadır.
Bu kitabın sorularından biri işte budur; neden Türkler henüz Türk
olduğunu bilmez iken, bir takım Yahudi kökenli entelektüeller onlara Türk
olduklarını öğretmek istemektedir?
Arminius Vambery, bunların en ünlülerindendir; Orta Asya
gezilerinin ilk durağı mutlaka İstanbul'dur ve hem sarayla, hem de Osmanlı
münevverleri ile çok yakındır. Geldiğini, ilişki kurduğunu ve onlara Türk
olduğunu öğrettiğini varsayabiliriz.
Vambery, bir öncü "Türkçü" olmakla birlikte, bundan daha
fazlası olduğunu da biliyoruz. "33 dereceli masonluk, Siyonizm'in sadık
hizmetkârlığı, sahte dervişlik, gezginlik, kâşiflik, Türk-Macar soy birliği
savunuculuğu, Türk hayranlığı ve dostluğu, Jön Türklerin akıl hocalığı,
devletlerarası arabuluculuk…" Kişisel biyografisinde bunlar yazılı.
Yüklendiği istihbari görevleri düşünülürse buna bir de "ajanlık"ı
ekleyebiliriz. Daha iyisi, Türk dilleri uzmanı bir Doğubilimci olmasıdır.
Siyonizm'in kurucusu Herzl'in deyişiyle o "dünyanın en ilginç kişilerinden
biri"dir. Herzl, onun için şöyle yazmaktadır: "Kendisinin Türk mü,
yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bu insan, Almanca kitap
yazmakta, on iki dili aynı akıcılıkla konuşmaktadır; ayrıca ikisine ruhban
olarak bağlandığı beş din değiştirdiği de iddia edilmektedir." (Arminius
Vambery. Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi. Kitabevi. İstanbul 2009. s.11.) Çok
güzel, on iki dil konuşmakta, birkaç ırka dahil olmakta, beş dine girip
çıkmakta ama yine de Yahudi olarak kalabilmektedir. Türkçülüğün kurucularından
biri olan Arman Vambery işte budur.
Osmanlı Sarayı'nın bu tanıdık siması Abdülhamit'ten Mithat Paşa'ya
pek çok etkili kişinin çok yakınındadır. İddiaya göre, bir Orta Asya gezisine
çıkarak Macar dilinin köklerini araştırmıştır. Bulup bulmadığını bilmiyoruz
ancak bütün bu süre boyunca Rusya'ya hücum eden yazılar yazdığını öğreniyoruz:
"Özellikle makale ve konuşmalarında Rusya'nın Orta Asya'ya yönelik
yayılmacı politikalarına şiddetle karşı çıkıyor, İngiltere'nin bu bölgede
çağdaşlaştırmacı bir görev üstlenmesi gerektiğini savunuyordu." Bu
görüşleri ve pozisyonu onu "İngiliz ajanlığına" kadar sürükledi.
İngiltere'nin teklifini "Türk-İngiliz dostluğunun tehlikeli boyutlara
ulaşan Rus yayılmacılığına set çekebileceği düşüncesiyle kabul etti."
Gerekçe budur.
Fakat Vambery'nin "Rus yayılmacılığı" takıntısının sebebi
belli değildir. Biyografisinde Abdülhamit'i Filistin'de Yahudi devleti kurmaya
razı etmenin de görevleri arasında bulunduğu not edilmektedir.
Orta Asya gezileri ve Türk dostluğu işte budur. Rus yayılmacılığını
durdurmak için Orta Asya gezileri şarttır ve bu gezilerden edinilen bilgiler
İngiliz devletine servis edilmiştir.
∑
Vambery'nin faaliyette olduğu bütün bu yıllar boyunca Osmanlı
imparatorluğu uzun iç savaştadır. 1821'de, önce isyan eden Osmanlı Rumları,
sonra 1826 "hayırlı olayı" ile Osmanlı Yahudileri, pozisyonlarını
kaybettiler. Bu iki "kayıp"ın birbiri ile ilişkileri ise bu kitabın
"katkı"larından biridir.
Sonra Rumlar kazandılar ve bir süre için Osmanlı'nın yönetiminin
kendi ellerinde olduğuna inandılar. Yeniden kaybetmeleri için bir yüzyılın
geçmesi gerekmiştir.
Peki, Osmanlı'da Hıristiyanlarla, Yahudi ve Türkler nasıl karşı
karşıya geldi?
Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü'nde "kıdemli
uzman" ve Türkiye Araştırmaları Programı'nın direktörü Soner Çağaptay, ABD
için yazılmış olan ama Türkçe'ye de çevrilmiş olan "Türk Kimdir?"
adlı çalışmasında, Osmanlının özellikle Balkanlardaki toprak kaybının etkisine
dikkat çekiyor: "Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki siyasi uçurum,
Balkanlar'daki Hıristiyanların, kendi (Hıristiyan) inançlarını vurgulayarak
Müslüman Osmanlı yönetimine direnmesi ile daha da derinleşti. Dolayısıyla
müstakbel vatanlarındaki Müslüman mevcudiyeti, Hıristiyan halkları için kabul
edilemez bir unsur haline geldi. Bu durum Balkan Müslümanları için oldukça
olumsuz sonuçlar doğurdu: balkan milliyetçilikleri, etnik açıdan homojen milli
bir vatan yaratmak için Müslümanları yok etmeyi amaçladılar. Bu nedenle 19.
Yüzyıl boyunca Yunan, Sırp ve Bulgar devletlerinin kurulmasının ardından Türk,
Rum, Sırp, Makedon, Boşnak, Bulgar(Pomak), Roman, Arnavut ve Ulah birçok
Osmanlı Müslüman'ı bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin katline maruz kaldı
ya da Avrupa veya Anadolu'daki daralan Osmanlı topraklarına sürüldü. Bu
olayların demografi yönü muazzamdı."(Soner Çağaptay. Türk Kimdir? Bilgi
Üniversitesi Yayınları. İstanbul 2009. s.8) Demek ki bütün Osmanlı toprakları
bir iç savaş alanıdır. Çağaptay, Justin McCarthy'ye dayanarak 1821 ile 1922
yılları arasında beş milyondan fazla Osmanlı Müslüman'ının yurtlarından
sürüldüğünü, beş buçuk milyonunun da savaş, açlık ya da hastalıktan ölmüş
olduğunu ileri sürüyor ki, verilen sayıların toplamı, 1922'de
"yarımada"nın neredeyse toplam nüfusuna denk düşüyor. Böylece,
Anadolu'ya göçen muhacirler için, İslam, kimliklerinin önemli bir parçası
olarak ortaya çıkıyor. Anadolu'da Türkleşmeyi ve Müslümanlaşmayı, demek ki bu
dış etkiye borçluyuz.
Chrıstos Teazıs ise, 1800'lü yıllarda Anadolu'daki nüfus
hareketlerinin arka planı hakkında şu bilgileri veriyor: "Türkiye'de
kapitalizme girme süreci Tanzimat'la başlamıştır. O dönemde devletin karar
mekanizmalarında etkili olan İngilizlere karşı, tarım ve küçük el sanatlarıyla
geçinen halk katmanlarında bir tepki oluşmuştu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun
öngördüğü reformlarla birlikte Hıristiyanlar Batı Anadolu'daki tarım alanına
daha çok ilgi duymaya başladılar. Askerden dönen Türklerin köylerini, köy
evlerini tanınmayacak durumda buluyorlardı. Her yerde Türklerin yerini
Hıristiyanlar alıyordu."(Chrıstos Teazıs. İkincilerin Cumhuriyeti. Mızrak
Yayıncılık. İstanbul 2010. s.93-94.) Demek ki, bir yüzyıl içinde, şimdi Anadolu
diye tanımlanan coğrafyada yeni bir denklem kurulmuş ve yeni bir coğrafya
ortaya çıkmıştır. Anadolu'nun hem yeni gelenler, hem de yerleşikler için ilk
kez vatan olmasını da böyle anlıyoruz. Çatışma var ve çatışma iç savaşın
uzantısıdır. Bütün vatanlar, çatışmaların ürünüdür.
Yeni gelenler için Anadolu belki de ilk kez "vatan"
olarak kabul görüyordu; sürgünlerin son durağıdır ve gidecek başka yerleri
kalmadığından Anadolu yurt oluyor. Muhacirlerin belleğinde Hıristiyanların
zulmü tazedir; bir yurt kaybettikleri için bir yurt kazanmaya çalışıyorlar ve
düşmanlık budur.
Vatan yahut Silistre'nin bu savaş içinde yazılmış olmasını bir
rastlantı sayabilir miyiz? Bulgaristan'ın kaybının destanıdır ve Türk
Edebiyatı'nın ilk tiyatro yapıtı olmakla, yeni bir hissiyatın habercisidir.
Eserin izleyicilerin "heyecana gelerek" başlattıkları gösteri ve
olaylar; yazarın tutuklanarak Magusa›ya sürülmesine sebep olmuştur ve belli ki
bir "tiyatro oyunu"ndan öte, bir tarih oyunudur.
"Vatan"dır, ancak sansür nedeniyle Silistre olmuştur;
"vatan" yahut "silistre"dir ve demek ki, Anadolu'da boy
veren yeni "Vatan"ı haber vermektedir.
Anadolu'nun vatan olması ile Türkleşmesi aynı dönemde başladı.
Balkanlarda Osmanlı toprakları hızla erozyona uğruyordu. Osmanlı Balkanlar'da
küçüldükçe Anadolu'daki muhacirlerin sayısı arttı. Toprak kaybı giderek artan
sayıda Müslüman'ın eziyet görmesi, yerinden yurdundan olması anlamına
geliyordu. Gelenler, Hıristiyanlar lehine olan dengelerin değişmesine yol açtı,
düşmanlık her gelenle birlikte arttı. Hâlbuki "Hıristiyan tehdidi"
Anadolu içinde de geçerliydi. Rum ve Ermeniler, Anadolu'daki bu şüpheyi
kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. İttihat ve Terakki son dokunuşu
yaptı, Anadolu'daki Hıristiyan nüfusu mümkün olan en az sayıya indirdi. Anadolu,
artık Türk ve Müslüman'dı.
Çağaptay, burada söz konusu olanın "nominal İslam"
olduğunu ve bunun artık Türklüğün bir "alameti farikası" haline
dönüştürülmeye çalışıldığını söylüyor; hala nominal bir İslam'dır. Anadolu'da
bir Türk-İslam kimliği yaratılmaya çalışılıyordu ve fakat elde, Türklük için,
İslam dışında Türkçeden başka bir veri bulunmamaktaydı. "Vatandaş Türkçe
konuş" kampanyası da böyle başladı.
Bir de işin başka yönü var. Osmanlı imparatorluğu güya Türk'tü ama
ekonomik açıdan Türkler eziliyordu. "İşçiler ve istifçiler
Hıristiyanlardı; Türklerse askerler ve harcayanlar." (Harold Armstrong.
Türkiye'nin Doğum Sancıları. Mızrak Yayınevi. İstanbul 2011. s.208.)
"Bozkurt"un yazarı Harold Armstrong, ezilen "Türkler"in,
ekonomik problemlerini refah sahiplerini öldürerek çözmeye giriştiğini not
ediyor ki, bu sınıf savaşının ruhuna uygun bir yöntemdir. Demek ki 1800'lü
yıllarda başlayan ve bir din savaşı gibi görünen çatışmanın arkasında tanıdık o
tarihsel sebep vardır.
Evet, Osmanlıda egemen güç Hıristiyanlardı ve onların arkasına da
Avrupalı emperyalistler dizilmişlerdi. Bir gün, ellerinde ne varsa almaya
kalkıştılar; Armstrong'un deyişiyle kıyamette işte o gün koptu:
"Mütarekede Türkler diz çökmüşlerdi. Anadolu Hıristiyan azınlıkların
kalıntılarıyla doluydu. Onları eskiden direniş için kışkırtanlar artık dünyanın
hâkimi olmuşlardı. Bütün farklı gruplar özgürlüklerini ilan etmişlerdi ve
tanınmak istiyorlardı. Barış Konferansı da onların taleplerini dinlemeye
hazırdı. Onlara oldukça faydalı müttefikler gözüyle bakıyorlardı. Türklerin
sonun geldiğine inanıyorlardı. Türklere hakaret ediliyordu. İngiliz
Elçiliği'nde, önceki hatalarını düzeltmek için bir Ermeni-Rum bölümü
kurulmuştu. Yunanistanlı Yunanlılar, Anadolu'ya Müttefiklerin polisleri olarak
gönderilmişti. Osmanlı Rumları da İngiliz Elçiliği'ne intikam istediklerini
açıkladılar ve Helenik birliklerini katlettiler. Gerçek dışı iddialarda
bulundular. Piskopos ve Trabzon halkı bir Pontus Devleti talep ediyordu.
Ermeniler yeni ülkelerinin Karadeniz'den Akdeniz'e uzandığını ve 400.000 mil
kare olduğunu iddia ettiler Müttefiklerin bu bölgeden bütün Müslümanları
çıkartmasını talep ettiler."(Armstrong. A.g.e. s.209.)
Anadolu'daki o büyük trajediler işte böyle ateşlendi. İç savaşın
son hamlesi için artık alan hazırdı. "Bütün bu değişiklikler ve
milletlerin ateşli çalışmaları esnasında, Müslümanlar ve Hıristiyanlar en zalim
yanlarını gösterdiler. Hangi taraf üstün gelirse diğerini katlediyordu.
Bağımsızlık ayaklanması sırasında Yunanlılar Mora'daki Türkleri öldürdüler. 1917'de
Türkler Yunanlıları katlettiler. 1919'da Yunanlılar İzmir'e misilleme yaptılar
ve 1920'de ve 1921'de, 1922'de Türkler intikamlarını alarak, Osmanlı Rumlarını
silip süpürdüler. 1915'te Türkler Ermenileri katlettiler. 1916'da Hıristiyan
Ermeni İntikam Ordusu Ruslarla birlikte gelerek, Van'daki bütün Müslümanları
öldürdüler; bu sırada saygın müttefiklerimiz olan Ruslar da Revandüz'deki bütün
Müslümanları öldürdüler. Bu liste uzatılabilir. Dışarıdan gelen müdahalelerin
sonucu bu vahşetin arması olmuştur." İngiliz görevli Armstrong
"Avrupa onları kendi hallerine bırakmış olsaydı durum çok daha iyi
olurdu" diye bitiriyor sözlerini.,
Armstrong'un bir Hıristiyan-Müslüman savaşına dikkat çektiği
açıktır. Bu çalışmada ben, savaşın taraflarına bir de Osmanlı Yahudilerini
ekledim; kuşkusuz onlar da tıpkı Müslümanlar gibi kaybedenlerdendir ve bu
savaşın içindedir.
1923'te Hıristiyanlar kaybettiler ve Müslüman-Yahudi partisi
kazandı. Yahudiler pek azdılar ve Müslümanlar ise "etnik" olara pek
bulanıktılar. Yeni devletin "Türkçülüğü" de işte budur.
"Sözde" bir Türkçülüktür ve "Ne mutlu Türküm diyene"den
ibarettir. Türkçülük, bir çaresizliktir. Kaldı ki, Türkçülük ile Anadolu
arasında bağ kurmak çok zordur. Çağaptay, bunu, "Türk dilinden kaynaklanan
etnik milliyet ile Anadolu'da yaşıyor olmaktan doğan toprağa bağlı milliyet
birbiriyle örtüşmüyordu" diyerek özetlemektedir. Demek ki, Anadolu,
Hıristiyan-Müslüman savaşı ile vatan olmuştur ve bu, yepyeni bir durumdur.
Elbette zorlamalar oldu, homojen bir etnik topluluk yaratmak üzere
bir soyadı kanunu çıkarıldı, buna göre "yabancı ırk ve millet isimleriyle
soyadları" kullanılmayacaktı. Fakat uygulamada sorunlarla karşılaşılınca
1934'te çıkarılan bir nizamname ile "yan, of, ef, viç, is, dis, pulos,
aki, zade, mahdumu, veled ve bin" ile biten isimlerin kaydedilmesi
yasaklandı. Bu son ekler Anadolu'nun özetidir. Çağaptay, İsrail'de yayınlanan
bir kaynağa dayanarak, soyadı kanunu uyarınca Yahudilerimizin aldığı bazı isim
ve soy isimlerin listesini de veriyor:
"İsrail Kohen-İsmail Kan
Dr. Behar- Dr. Bayar
Abraham Naon- İbrahim Naon
Nesim Guerera-Orhan Girner
Kemal Levi-Kemal Leventer
Albert Karaso-Alber Karasu (Çağaptay. A.g.e. s.99.)
Demek ki soyadı kanunu ile Anadolu Türk olmuştur diyebiliriz…
∑
Bu kitapta Mehmet Ali Paşa'ya çok önemli roller yükleniyordu.
Özellikle Mehmet Ali ile sosyalizmin yan yana getirilmesi bazılarına çok itici
geldi. Mehmet Ali, çok önemli bir şahsiyet olmakla birlikte Türkçede hakkında
pek az kaynak olması şaşırtıcıdır. Bunlardan biri yakın zamanlarda çevrilen
Khaled Fahmy, ya da Halid Fehmi'nin "Paşanın Adamları" adlı
çalışması. (Khaled Fahmy. Paşanın Adamları-Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Ordu ve
Modern Mısır. Bilgi Üniversitesi yayınları. İstanbul 2010) Anlaşılacağı gibi
yazar Mısır kökenlidir ve kitabında, hem Osmanlı'nın
"emperyalistlerle" olan anlaşmalarının hedefinin Mehmet Ali'yi
yıpratmak olduğunu, hem de paşanın Navarin savaşının anlamını ve sonuçlarını
önceden bildiğini haber veriyor. Çalışmada, Paşanın silahlı güçlerinin Yunan
Savaşı'nın içine çekilmesinde de Sultanının benzer beklentilerinin etkili
olduğu ileri sürülüyor ki, bütün bu veriler, 1800'lü yıllardaki Osmanlı
tarihinin Mehmet Ali ile birlikte yeniden yazılması gerekliliğinin
işaretleridir.
***
Bu kitabın ilk baskısı 2007 yılında yapıldı. Hazırlığı çok daha
öncedir. Bir tezi var ve elbette bir tartışma yürütüyor, bu anlamda
önemsiyorum. Ama pek çok eksikliği de var, biliyorum.
Bunun için yapılan sert eleştirileri de, zaman zaman yapılan
övgüler kadar önemsiyorum. Nitekim bazılarını önemsedim, gereken biçimsel
değişiklikleri elimden geldiğince yaptım. İçeriğine ise hiç dokunmadım; çünkü
eleştiricilerine göre, bu kitapta yazar "gerici bir tutum" alıyor,
"Ekim Devrimi'ni Yahudi Etkisine bağlıyor", "komplo teorisi
yapıyor". Hatta eleştiricilerinden biri, bu kitabı yayınlamakla, yazarının
ve yayıncısının "velinimeti olan müşterilerine, yani okurlarına"
haksızlık yaptığını bile iddia etti. Haliyle, "Bütün bu ağır suçları
işlemişsem, utanmayı da hak etmişimdir" diye düşündüm. Yeniden basılmasına
razı olarak, utancımı arttırıyorum! Umarım, kendime karşı bu acımasız tutumum,
eleştiricilerimin yüreklerinin soğumasına yardım eder ve bu "cahil"
kullarını affetmeleri için vesile olur…
Profesör Veysel Batmaz ise, bu kitabında aralarında bulunduğu üç
"aykırı tarih" çalışmasını, olumsuzluklarına da dikkat çekerek,
"temel tezleri ve özleri ile çok değerli" bulduğunu yazdı. (Veysel
Batmaz-Cahit Batmaz. Atlantis'in Dili Türkçe. Salyangoz yayınları. İstanbul,
Ekim 2007. s. 83-84.) Eleştiriler de, övgüler de, burada yürütülen tartışmanın
doğal bir parçasıdır.
∑
Bu kitapta yer alan 10 Kasım 1975 tarihli Birleşmiş Milletler
kararı da eleştirilerin konusu oldu. Birleşmiş Milletlerin o kararı
"Siyonizm'i bir tür ırkçılık" olarak tanımlıyordu. Bu kararı iptal
eden 16 Aralık 1991 tarihli BM kararından söz etmememden dolayı "kötü
niyetli" olmakla eleştirildim.
Evet, o karardan söz etmedim; söz etsem ne olacak? Birleşmiş
Milletlerin "Amerika Birleşmiş Milletleri" olmasından bu yana İsrail
ve Siyonizm aleyhine bir karar alamadığını bilmeyen mi var? Eleştirmenimin ima
ettiği gibi, 1975 ile 1991 arasında Siyonizm faşist ırkçı niteliğinden arınmış
ve insani bir ideoloji haline gelmiş olsaydı, iptal kararına gönderme
yapmamamız bir eleştiri konusu olabilirdi. İptal kararı ortada, Siyonizm'in
iflah olmaz ırkçılığı da.
∑
Bu kitabın ilk baskısının üzerinden 4 yıl geçti. Arada,
Cumhuriyetin Türk yanı biraz daha zayıflamış, Müslüman yanı biraz daha
semirmiştir. Ama Çağaptay'a hak veriyorum, bu, "nominal bir
Müslümanlık"tır. İsteyen, bunu, "İslamcıların da aslında Müslüman
olmadıklarına" yorabilir.
Sansür nedeniyle Silistre olsa da yine de bize kalan bir
"vatan" var. "Vatan" yahut "silistre"dir ve demek
ki, Anadolu'da boy veren yeni "Vatan"ı haber vermektedir.
Orhan Gökdemir
I. Bölüm
Ama ne yazık
ki, sık sık, yeni bir teorinin temel ilkeleri benimsenir benimsenmez, o
teorinin baştan sona kusursuz olarak anlaşılabildiği ve güçlüklerle
karşılaşmadan kullanılabileceği sanılıyor; bu, her zaman doğru değildir. Bizim
yeni "Marksistler"imizden birçoğunu bu sitemin dışında tutmayacağım
ve şunu da söylemek gerekir ki,
olmadık şeyler yapılmıştır.
Friedrich Engels
Marx, baktığı yerde hüzün görüyorsa işini, yeni bir heyecan dalgası
yaratmak olarak saptamış olmalıdır. Tarihe ve topluma bütünüyle yeni bir bakış
atmadan XVIII. yüzyılın ölü kabuğundan kurtulmak mümkün değildi, o da bunu
anlamış olmalıdır. Yeni bir bakış ve yeni bir heyecan, Marksizmi "doğru
kavramak" belki de budur. Marksizm, yeni ve büyük bir heyecan yaratma
teşebbüsüdür.
Teorisinde hiç hüzün olmaması, çekilen onca acıya rağmen bu
yüzdendir. Bir insan türü bitmektedir ve arkasından hüzünle bakmak yerine
bitişin nedenlerini anlamak daha önemlidir. Bu yüzden önce Ricardo'ya, sonra da
kendisine karşı yöneltilen "insana karşı ekonomiyi öne çıkardığı"
suçlamalarını ciddiye almaz. Evet, bütün dikkati tek tek insanlar yerine
"üretici güçlerdeki gelişme"de toplamalıdır. Marksizm kuru, keskin ve
derindir. Hüznün panzehiri bunlardır. XIX. yüzyılda, bitmekte olan hüzünlü çağa
bakarak yeni bir heyecan yaratmak, Marksizm şimdi bizim için büyük ölçüde
budur.
Peki, Aydınlanma ışığını yitirmiş ve sosyal ihtilali de yenilmişse
nereye bakacaksınız? Yeni bir ihtilal için, yeni bir sınıf bulmaktan; o sınıfla
bir büyük yürüyüşü planlamaktan başka yol yoktur. Benzetme yerindedir, umudunu
yitirdiği zamanlarda halkına arkasını dönüp, yeni ve devrimci inanışlarını
sürdürmek üzere İbrani köleleri alıp Mısır'dan çıkan Tutmose gibi, Marx da
kendi "köle ulus"unu bulmuştur. "Firavun"u lanetleyen saraylıdır.
Mısırlı Musa Firavun'a, Yahudi Marx Yahudiliğe başkaldırmıştır. Başkaldıranlar,
dayanacak yeni bir güç bulmaya mecburdur.
Peki Marx, yeni bir güç bulmuş mudur? Kölelerin, yeni heyecanlar
için uygun bir sınıf olduğu, herhalde Marx için bir sır değildi. İlerlemek için
geriye bakıyoruz, geriye baktığımızda gördüğümüz "kendi İbrani
peygamberlerinin peşinden giden Yeni Mısır'ın köleleri" düşüncesi yeni ve
heyecan vericidir. Bu tür denklemlerde bir dinsellik her zaman vardır ve
"dinsiz bir tarih" ancak kendi geçmişinden ürkütülmüş Doğu'nun
kuruntusudur.
Marksizmin, dinden etkilenmediğini söylemek saçmadır; Hegelci
dönemlerinin ana tartışma konusunu Hristiyanlığın oluşturduğunu biliyoruz.
"Materyalizm" işte bu tartışmadan çıkmış ve en cüretli eleştirisi
Feuerbach'tan geldiği için, Marx ve yoldaşı Engels "birdenbire"
Foyerbahçı olduklarını açıklamaktan çekinmiyorlar. Ancak Yahudi bir anne ve
baba tarafından vaftiz edilmiş yeni bir Hristiyan için Yahudiliğe daha mesafeli
yaklaşmak da bir o kadar akla yakındır. Bu konudaki etkilerin söylenmemiş
olduğunu varsayabiliriz. Anne Marx, babaya göre daha tutucu bir dindardır ve
kutsal kitap öykülerinin genç Marx tarafından bilinmiyor olması da saçmadır.
"Çıkış" ikinci derstir ve burada da "köleler" yer alır:
"Ve Mısır üzerine Yusuf'u bilmeyen yeni bir kral çıktı. Ve kavmına dedi:
İşte, İsrailoğullarının kavmi, bizden çok ve kuvvetlidir; gelin, onlara karşı
akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki cenk vuku bulunca, onlar da
düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarlar. Ve
onlara yükleriyle eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular.
Ve Firavun için Pitom ve Raamses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlara ne
kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar ve o kadar yayıldılar. Ve İsrailoğulları
yüzünden korkuya düştüler. Ve Mısırlılar, İsrailoğullarını şiddetle işlettiler
ve şiddetle işlettikleri bütün işlerinde; tarlada her çeşit işte, harçta ve
kerpiçte, ağır işlerde hayatlarını acı ettiler." [1]
Mısır bir yana, Hristiyanlıkla sosyalizm arasında kurdukları
bağları meşru gördüklerinden kuşku duymamak gerek. Örneğin Engels'in
"İlkel Hristiyanlığın Tarihine Katkı" adlı makalesinde, "yeni
hareket" ile "ilkel Hristiyanlık" arasındaki ortaklıkların altı
oldukça kalın bir biçimde çiziliyor. Konu, yeni hareketlerin dinamikleridir ve
her ikisinde de kendi içlerinde ve dış dünyaya karşı olmak üzere
"ikili" bir mücadele ortaya çıkıyor. Bu, her savaşın aynı zamanda bir
iç savaş olduğu anlamındadır ve her devrimci yükseliş, hem kendi içinde hem de
kendi dışında bir ikili mücadeleyi yürütmek zorunluluğuna işaret etmektedir. Bu
durum, yalnızca ilk Hristiyanlıkta değil, "Çıkış"ta da var; her
halükârda da korkanları geri çevirmeden yürümek mümkün olmuyor. Şiddetli ve
heyecanlı olsa gerek.
Engels'in, ilk sosyalistler için çizdiği tablo dine yakındır.
Öncelikle, ilk Hristiyanlar için de ilk sosyalistler için de bölünme ve bunun
sonucunda oluşan iç bölmeler arasındaki savaş aslidir. Birlik ise, zafer
kazanılana kadar acı verici bir özlemdir yalnızca: "Gerçekte, başlangıçta
avantaja sahip olan bir dünyaya karşı mücadele ve yenilik getirenlerin aynı
zamanda kendi aralarında olan mücadele, Hristiyanlardan ve sosyalistlerden her
ikisi için de ortak bir mücadeledir. İki büyük mücadele de -peygamberler ne
birinde, ne diğerinde eksik olmasa da- şefler ve peygamberler tarafından
yapılmamıştır, bunlar kitlelerin hareketleridir. Ve her kitle hareketi
başlangıçta, zorunlu olarak karmakarışıktır. Karmakarışıktır; çünkü her kitle,
düşüncesi açıklıktan ve bağlantıdan yoksun olduğu için önce çelişkiler içinde
hareket eder. Gene karmakarışıktır, başlangıçlarda peygamberlerin orada
oynadıkları rol yüzünden. Bu karmakarışıklık kendini, en az dışarıdaki ortak
düşmana karşı mücadele ettikleri şiddetle birbirleriyle mücadele eden çok
sayıda mezhebin oluşmasında gösterir. İlk Hristiyanlıkta böyle olmuştu; birlik
mümkün değilken birliği öven iyi niyetli insanlar için bu ne kadar elem verici
olduysa, sosyalist hareketin başlarında da böyle oldu."[2] Demek, dinde ve sosyalizmde savaştan önce bir iç savaş
kaçınılmazdır.
Bu benzerlik çarpıcıdır ve dinin "kılavuzluğu" yolu
açmaktadır. Yalnız, ilk Hristiyanlık yerine ilk Yahudiliğin de konulması
mümkündür; ancak burada Hristiyanlığın daha uygun görüldüğü görülüyor. Bu
modelin, Marx ve Engels tarafından Hristiyanlıktan alınmış olması, akla ve
içinde geliştikleri tarihe uygundur. Avrupa, o tarihte her zamankinden daha
fazla Hristiyandır; Hristiyan, ama Helen'dir. Hristiyanlık ve Helenizm ise,
Marksizm üzerindeki etkileri bir yana, kuşkusuz "Avrupa
ideolojisine"ne işaret etmektedir. Bunu bir kapanmanın işareti saymalıyız;
bütün evrensellik iddiasına rağmen, Avrupa 1800'lü yıllarda kendi üstüne
kapanmakta ve kendi medeniyeti ile dünyanın geri kalanı arasına kalın duvarlar
örmektedir.
Marx ve Engels'in Mısır'ın kapandığı ve Helenizmin açıldığı bir
dönemde yaşamış olmalarını bir talihsizlik saymalıyız; eğer kölelerin toplanıp
çıkacağı bir kapı kalmamışsa iç savaşın daha kanlı ve daha acımasız olması
kaçınılmazdır. Marksizmin daha doğuş aşamasında kanlı polemiklerin içine
dalmasını da böyle anlamalıyız. Duvarlar örülmüş ve kapılar tutulmuştur; bu,
ilk komünistler için hem hareket alanını daraltmış, hem de dış savaşı olanaksız
kılmıştır. Marksizm böylece, bir uç Avrupa ülkesi sayılabilecek Rusya bir yana
bırakılırsa, sınırları itibarıyla da Avrupalı bir hareket olarak kalmıştır.
MARX VE YAHUDİLİK
Bunları "romantizm" ile birlikte düşündüğümüzde, Marx'ın
Museviliğe karşı çok acımasız, ama Hristiyanlığa karşı daha makul bir tutum
içinde olması mantıklıdır. Mantık şuradan çıkmaktadır: İlk olarak, Marx
Aydınlanma'nın çocuğudur ve onun "İlkel Hristiyanlık" tutumunun
yanında "Yahudi Sorunu"ndaki sertliği de ne yazık ki
"özgün" değildir. Aydınlanma da, Hristiyan dogmalarının kaynağı
saydığı Yahudi inancına karşı daha acımasız davranmıştır. Hatta Voltaire, Felsefe Sözlüğü'nde aşağılayıcı bir tavır içindedir. O,
Yahudilerin eski giysileri ters yüz edip yeniymiş gibi yutturdukları
kanısındadır. "Yahudi ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike
dolaylarına daha son zamanlarda yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu,
onların dilini kabul ettiği Yahudi Flavius Jesephe'in anlattığına göre bir
Kaldeli adı olan İsrail adını da onlardan aldığı meydana çıkarılmıştır.
Meleklerin adlarını bile Babillilerden, nihayet Tanrı'ya verdikleri Eloi veya
Eloa, Adanoi, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden aldıklarını biliyoruz."[3] Voltaire,
Yahudilerin kendilerine ait hiçbir şeyleri olmadığını söylemektedir. Marx daha
da ileri gitmiş, Avrupa'nın "yanlışlar listesi"nde ne varsa hepsini
Yahudi saymıştır. Aşağılamanın paylaşıldığını ise Lassalle hakkında yazılanlardan
biliyoruz, 1861'de Engels'e şunları yazmaktadır: "Lassalle-Lazarus
Hakkında: Mısır'la ilgili eserinde Lepsius, Yahudilerin Mısır'dan gitmesinin
Manetho'nun anlattığı 'Lepralı insanların Mısır'dan kovulması' hikâyesinden
başka bir şey olmadığını söylüyor. Bu Lepralıların başında Lepralı Mısırlı
rahip Moses Lazarus bulunuyordu; dolayısıyla Lepralı Yahudinin ilk örneğidir,
Lassalle ise tipik Lepralıdır."[4] Yahudilere karşı derin bir nefreti ve derin bir bilgisi var, bu
açıkça görülüyor.
Yalnız olmadığını biliyoruz; arkadaşı Heine de kendi köklerine
karşı derin bir nefret içindedir. Heine'nin bu derin ikilemi Yahudi
Tarihi'nde şöyle anlatılıyor: "Heine'nin Judaizme dair ikilemleri
ciltlerce kitap doldurdu. Doğru dürüst İbranice öğrenmemişti. Yahudi olmaktan
nefret ediyordu. Üç kötü hastalığı şöyle sıralıyordu: 'Fakirlik, acı ve
Yahudilik' Judaizme inanmıyordu ve onu, insanlık düşmanı bir güç olarak
görüyordu."[5] Bu tutum, Aydınlanmacı tavra da uygundur.
Öyleyse, Marx'ın ve çağdaşlarının Helenist olması da kaçınılmazdır.
Üstelik Hristiyanlığa mesafeli olanların Helenizme daha yakın olmaları
"Avrupa ideolojisi"nin sınırları açısından zorunludur da. Bu dönemde
Hristiyanlık ile Helenizm arasında gelgitler olduğu, ama birinin diğerini kesin
olarak dışlamadığının işaretleri var. Bernal, bu gelgitleri şöyle anlatıyor:
"Bu ortamda, en önemli yerde, XIX. yüzyılda romantik hareketin 'radikal
kanadı' olarak adlandırılabilecek kesimi çok meşgul eden Helenseverlik hareketi
alıyordu. Helenseverlik, romantiklerin kentlerdeki sanayileşmeye karşı
çıkışını, Aydınlanma ve Fransız Devrimi'nin evrensel değerlerini ve akılcılığın
paylaşma eğilimini gösteriyordu. Öte yandan, romantizmin ana akımı Orta
Çağ'daki geçmişe ve Hristiyanlığa, özellikle Katolikliğe yönelirken;
Helenseverler bazen dinsel bakımdan kuşkucu ya da ateist, siyasal bakımdan da
radikal olabiliyordu. Örneğin, Hegel ve Friedrich Schlegel, gençliklerinde
Yunanlılara sevdalıydılar; fakat yaşlandıkça ve muhafazakârlaştıkça
Hristiyanlığa yöneldiler. Marx da dâhil, Genç Hegelciler hareketi; Hegel'in
gençliğinde Yunanistan'a duyduğu tutkulu ilgiyi korumuştur."[6] Avrupa'daki
daralma açıktır ve bu daralma içinde Hegel, Bernal tarafından "çağının tipik
insanı" olarak çizilmektedir: "Avrupa'yı ya da kendi ifadesiyle,
ılıman iklim kuşağını seviyor, Asya dağlarına ve Hindistan'a saygı duyuyor,
İslamdan nefret ediyor ve Afrika'dan tümüyle tiksiniyordu. Dünya Ruhu'nun
doğudan batıya doğru bir yol izlediği şeklindeki düşüncesi; onu, daha batıda
yer aldığı için Mısır'ın Doğu Hindistan'dan daha ileri olduğunu iddia etmek
zorunda bırakmıştı."[7] Bu ideoloji ile Navarin Savaşı'nın bir kıtalar arası savaşa
dönüştürüldüğü Aydınlanma Tarikatı'nda kayıtlıdır.[8] 1821 yılında
patlak veren Yunan bağımsızlık hareketinin, Avrupa'dan büyük destek görmesinin
arkasındaki gelişme budur. Bernal'e göre 300 Alman, savaşmak için Yunanistan'a
gitmiştir ve bu durum, buz dağının sadece görünen ucudur. Sayısı belirsiz
Helensever komitenin desteklediği birçok Fransız ve İtalyan da fiilen
ayaklanmaya katılmış, destek olmuştur. Bernal, bunun bir kıtalar arası savaş
olarak göründüğünü şöyle not eder: "Avrupa'nın dört bir köşesinde Yunan Bağımsızlık
Savaşı, gençlik gücünü temsil eden Avrupa ile; çöküşü, yozluğu ve vahşeti
temsil eden Asya ve Afrika arasındaki mücadele olarak görülüyordu."[9] Artık bir
daralma vardır ve bu daralma uzağı görememe biçiminde nüksetmektedir. XIX.
yüzyılda, Asya'yı ve Avrupa'yı net bir biçimde görmek imkânsız hale
getirilmiştir. Bu durumda, XIX. yüzyıl Batı yazınının, Doğu'ya bakışının
bulanık olması da doğaldır.
Marx da, öncüsü Hegel gibi saf bir Helenisttir; çünkü o da
"Herkesin ta iliklerine kadar, Yunanistan'ın kesinlikle Mısır'dan farklı
ve üstün olduğunu hissettiği bir çağda yaşıyordu."[10] Demek, Avrupa ideolojisinin izlerini burada da izleyebiliriz.
Helenizm var ve bu, hiç olmazsa Doğu hakkında Marksizmin sınırlarını ortaya
çıkarıyor. Kendi üzerine kapanan Avrupa, kendi muhalifleri için de sınırları bu
şekilde belirlemiştir. Her filozof, çağının çocuğudur; ancak hiçbir filozof,
çağının yanılgısını paylaşmaktan kaçıp kurtulamamıştır. Ve "olmadık şeyler"
yapılmıştır. "Doğu Sorunu"nun bulanıklığının kaynağı; demek, Avrupa
ideolojisidir.
Bu, belli ki onun Doğulu yanının, Yahudiliğinin sakatlığını da
açıklar; Marx için Avrupa medeniyetinin sıkıntısı "burjuva" yanından
kaynaklanmaktadır. Burjuva toplumun, Yahudi Sorunu'nda,
Avrupa uygarlığındaki bir "Yahudi yan" olarak çizilmesini rastlantı
sayamayız. Çok açıktır: "Yahudinin gerçek tabiatı, burjuva toplumda bol
bol gerçekleştiği içindir ki pratik zaruretin ideal şekli olan Yahudi dininin
gerçek din olmadığını; bu burjuva toplumu, Yahudiye güç inandırabilir. Onun
içindir ki, bugünkü Yahudinin gerçek tabiatını, Eski Ahit'te veya Talmud'da
değil, çağdaş toplumda buluruz. Onu, teorik bir olay olarak değil, çok eylemsel
bir olay olarak görüyoruz. Sadece Yahudinin önüne konulmuş bir sınır olarak da
değil, Yahudinin toplum önüne koyduğu bir sınır olarak görüyoruz."[11] Yani burjuva,
Marx için "pratik bir Yahudi"dir. Topluma "burjuva
karakter"ini veren bu nitelik, yani "Yahudinin eylemsel
niteliği" kaldırıldığı zaman, insan da tam bir insan haline gelmiş
olacaktır.
Marx'ta burjuva, Yahudi ve bezirgân arasındaki mesafeler pek
kısadır ve çoğu zaman bunların aynı anlamda kullanıldığı unutulmamalıdır. Çare
bellidir: "Bezirgânlığı ve ona imkân sağlayan şartları kaldırdığı zamandır
ki, Yahudi olmak imkânsız bir şey olacaktır."[12] Yani "Aydınlanmacı tavır"; onu, kaçınılmaz olarak
Helenizmin ve Hristiyanizmin yanına itmektedir.
Helenizm ve Hristiyan değerleri Avrupa için, Aydınlanma'nın ötesine
çıkılmış yeni bir yol demektir. Marx yazmaya başladığında, Avrupa bu idealler
için çalkalanmaktadır. Hatta Katolik kilisesi bile, siyasal idealleri bitmiş
Aydınlanma devriminin "pek Yahudice" göründüğünü ilan etmektedir.
Papa IX. Pius, 1860 yılında yayımladığı "Hatalar listesi" başlıklı
bildirisinde modern toplumu, farmasonluğu, rasyonalizmi, liberalizmi ve
ilerleme kavramını kınamıştır.[13] Avrupa'yı saran yeni heyecanlar vardır ve Marx'ın bundan kaçıp
kurtulması mümkün değildir.
Kaçıp kurtulamadığı için, 1850'li yılların ikinci yarısında,
kendisinden beklenmeyecek bir biçimde hiçbir gönderme yapmadan ve kesin bir
biçimde "Yunan sanatının temeli, doğduğu rahim, Mısır mitolojisi
olamaz."[14] diye yazmaktadır. Bunların yazıldığı tarihte, Avrupalı tarihçiler
Yunanistan'ı çoktan "kendi kendinin babası" ilan etmiş, Napolyon'un
Mısır seferinin yarattığı heyecan dalgası bitmiş, Avrupa'ya "Afrikalı
kök" düşüncesi çekiciliğini yitirmiştir. Araplara aşağılayarak bakılmakta,
fethedilmiş Hindistan'ın pozisyonu sarsılmakta, "kendi kendinin
babası" olabilen tek uygarlık olan Çin, sömürge statüsüne düşürülmektedir.
Düşmüşün ne üstünlüğü olabilir? Marx, Antik Yunan uygarlığı tarihinin Avrupa
için yeniden tasarlandığı ve bütün eski uygarlıkların "geri"
sayıldığı bir zamanda yazmaktadır. Artık Marx'ın bu konuda uzak görüşlü
olmadığını ve Yunanistan ile ilgili görüşlerinin Avrupa ideolojisi ile malul
olduğunu biliyoruz.
Gelişmesinin erken döneminde bir çocuk olan Yunanistan'ın nasıl
olup da gelişkin bir felsefe ve sanat yarattığı sorunu işte böyle ortaya çıkar.
Aslında, bu Yunanistan'ı insanlığın ortak mirasından mahrum bırakmak anlamına gelmektedir
ve öyleyse olmadık şeyler yapmaktan başka yol kalmamaktadır. Oysa "eski
hikâyeler" başka şeyler anlatmaktadır. Örneğin, bilinmektedir ki Solon,
Mısır'ın başkenti Sais'e gitmiş, rahiplerle görüşmüş ve onlara Yunan
söylencelerini anlatmıştır. Bunun üzerine rahipler onun sözünü kesmiş,
"Mısırlıların önceki dönemlerin bütün kayıtlarına sahip olduklarını,
Yunanlıların ise doğal afetler nedeniyle sahip oldukları çok az bilgiyi de
kaybettiklerini" iddia etmişlerdir. Rahipler, bildiklerini değerli sanan Solon'a,
"Siz Yunanlılar hepiniz çocuksunuz; hiçbir şey bilmiyorsunuz, hiçbir şey
anımsamıyorsunuz."[15] demişlerdir. Mısır olgunluğunun, bilgeliğinin lanetlenmesi ve
Yunan çocukluk devrinin kutsanması böyle bir hokus pokustur. Yunanistan
Mısır'dan, Hindistan'dan, Çin'den, Perslerden, eski Anadolu halklarından hiçbir
şey öğrenmemişse, bu durum açıklanmalıdır.
Oysa Marx, bunda bir çelişki olmadığını söylemektedir. "Yunan
sanatının günümüzde süren cazibesi, üzerinde yetiştiği gelişmemiş toplum
düzeyiyle çelişkili değildir."[16] dedikten sonra bu cazibenin, bu çocukluktan kaynaklandığını ileri
sürmektedir. Ona göre, Yunan sanatı olgunlaşmamış toplum koşullarının
"zorunlu bir ürünü"dür.
Oysa bu "zorunluğu" yaratan şeyi, Bernal şöyle
özetlemektedir: "Hristiyanlık savunmacıları, XVII. yüzyılın son
yıllarından bu yana, Antik Mısır'dan alınan sembollerin deist ve mason
içeriklerle kullanılarak dine saldırılmasına karşı çıkmıştır. Ancak
farmasonluğun Fransız İhtilali'nde ve Bonapart İmparatorluğu'nda oynadığı,
algılanan ve gerçek rol nedeniyle, Antik Mısır'a yönelik düşmanlık giderek
artmıştır. Antik Mısır'ın ünü azalırken, Romantikler tarafından zaten
yükseltilmiş olan Antik Yunanistan'ınki artık aşkın hale gelmiştir. Homeros ve
Pindaros'un Batı uygarlığının en büyük ozanları olarak değerlendirildiği XVII.
yüzyılın sonlarında Yunanlıların, halk arasında yaygın bir anlatım biçimi olan
şiirde diğer bütün uluslardan üstün olduğu düşünülüyordu. 1750'lerde Johann
Winkelmann'ın yeni sanat tarihi Yunan heykelciliğini görsel sanatların doruğu
olarak tanımlamıştı; gençliğin ifadesiyle. 1780'lerde Alman felsefe tarihçileri
antik tanıklıkların öncülüğünde, Mısırlıların ya da 'Doğuluların' değil,
Yunanlıların ilk düşünürler olduğunu ileri sürüyorlardı. Böylelikle, Yunanlılar
olgunluğun anlatımın da zafer kazanmışlardı. Bir ırkın yaşam öyküsünde olası
her aşamada en üst düzeyde bulunan Yunanlılar, sıradan insanlığın bölgesinin
çok ötesinde yarı kutsal bir konuma ulaştılar." [17]
Kuşkusuz, bunları -Hristiyanlığı ve Helenizmi- tamamlayan bir
"ırk" anlayışı da var; Marksizmin bu konuda "tarafsız"
olduğunu söylememiz için zaman erkendir. Ancak, Marksizmin siyaset sahnesine
çıktığı zamanlarda Fransız İhtilali'ni, eski Avrupa halklarının, yani
Gallo-Romenlerin fetihçi aristokrasi Frenklere karşı bir intikam hareketi
olarak görenlerin çok olduğunu biliyoruz. Tiers Etat, Gallo-Romenlerdi ve sınıf
savaşı aslında Avrupa ırkının iç bölmeleri arasındaki bir savaştı. Gallo-Romenler
ile çağdaş köleler arasındaki mesafe kısadır ve aşıldığı görülüyor.
Doğa bilimlerine paralel olarak gelişen ırkçı yaklaşımın dışında,
XVIII. yüzyıl Avrupa'sını daha da önemli başka bir sorun işgal ediyordu. Bu da
oluşmakta olan ulusların 'kimlik' sorunu ve daha genel planda da Batı'nın
'uygarlık' sorunu idi. Gerçekten XVIII. yüzyılda, bir yandan gelişen kapitalizm
ve ulusal akımlar, Avrupa'da halkların kökeni ile ilgili tartışmalara yol
açıyor; öte yandan da 'Batı' kavramı üstün bir değer kazanarak, uygarlık
sorununa karşılaştırmalı bir biçimde yaklaşılıyordu.
Aydınlık çağı, üstünlüğünü açıkça ortaya koyan 'Batı uygarlığı'nı
Greko-Romen uygarlığa bağlıyordu. Fakat kültürel planda bir sorun yaratmayan bu
bağlantı, sosyal ve etkin planda nasıl gerçekleşmişti? Bu konuda Batılı
düşünürler 'barbar fetihleri' üzerinde düşünmeye başladılar. Gerçekten, IV ve
V. yüzyıllarda kuzey ormanlarından inen Cermen kavimleri, Roma İmparatorluğu'nu
yıkmış ve Avrupa'ya egemen olmuştu. Ne var ki, Cermenler Hristiyan olduktan
sonra, eski ve yeni halklar arasında bir düşmanlık kalmamış ve kilise kanalı
ile Roma kültürü yeniden egemen olmaya başlamıştı. Ancak, XVIII. yüzyılın
sosyolojik gelişme düzeyi ve fikrî arayışları ortamında, sorunu tekrar ele alan
düşünürler, yeni bir durumla karşı karşıya olduklarını hemen fark ettiler.
XVIII. yüzyıl, en klasik biçimini Fransa'da bulduğu gibi, toplumun tüm
katmanlarının aristokratik ayrıcalıklara karşı birleştiği bir dönemdi. Oysa
Avrupa tarihini etnik açıdan ele alan yazarlar, Aristokrasi-Tiers Etat
kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Cermenler) eski halklar (Gallo-Romenler,
Keltler vs.) arasında bir kavga olduğu kanısına vardılar. Böylece Orta Çağ'da
unutulduğu sanılan bir kavga, yepyeni kavramlarla ve yepyeni boyutlar içinde
tartışılmaya başlandı. XVIII. yüzyılda Frenk kökenli aristokrasiye büyük bir
sempati duyan Boulainvilliers'nin başlattığı bu tartışma, asıl teorisyenlerini
XIX. yüzyılda F. Guizot ve A. Thierry gibi tarihçilerde buldu. Tarih
araştırmalarına büyük bir hız kazandıran bu tarihçiler, Fransa İhtilali'nde
ortaya çıkan büyük kapışmayı, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarı
olarak görüyorlardı. Bunlara göre Fransa İhtilali, eski halkların, yani
Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Frenklere karşı bir intikamıydı. Ancak
yeni girilen ulusal dönemde, bu çelişki nasıl çözülecekti ve nasıl bir senteze
varılacaktı? Bu yönde iki gelişme oldu. Birinci görüş, Fransız tarihçilerinin
çağdaşları olan Marx ve Engels tarafından geliştirildi. Tarihî maddeciliğin
kurucuları, Fransız yazarların etnik yönünü vurguladıkları kavganın sınıfsal
yönüne ağırlık verdiler. Buna göre, son derece şematik bir şekilde Frenkler
aristokrasiyi, eski halklar ise burjuvaziyi ve onun müttefiki olan diğer
sınıfları teşkil ediyorlardı. Sorunun bu biçimde sunulması, ırk ve etnik
kaygılarını ikinci plana itiyor; analiz yöntemini tamamen değiştiriyordu...
İkinci gelişme çizgisi, sentezi yeni bir sosyal düzende değil, fetihçi
kavimlerle eski halkların ortak ataları olan çok eski bir etnik grupta
arıyordu. Bu arayış, başka bir yönden de üstün Batı uygarlığına saf bir etnik
temel bulma çabasıydı. Ne var ki, Avrupa'daki etnik karışım göz önünde
bulundurulduğunda, böyle bir yaklaşımın pratik güçlükleri ortadaydı. Bununla
beraber, bu güçlükler, bu konudaki gelişmeleri engelleyemedi.
Taner Timur-Batı İdeolojisi,
Avrupa için şema açık ve basitti; Cermenler Avrupa'yı baştan başa
istila ederler ve onların tarih sahnesine girmesi için kapıları sonuna kadar
açarlar. Oysa Doğu'da, ilerleme sağlayacak bu tür itici güçler yoktur. Marx,
1953'te Engels'e şunları yazar: "Bernier, haklı olarak, Doğu'nun bütün
olgularının anahtarının özel toprak mülkiyeti olmamasında bulunduğunu buluyor. İşte
gerçek anahtar bu; Doğu cennetinin bile gerçek anahtarı bu."[18] Doğu'ya bu
Avrupai bakış, örneğin Hindistan söz konusu olduğunda utanç verici sonuçlara
yol açmıştır. Böylece, "Hindistan'ın geçmişinin siyasal yönü ne denli
değişmiş görünürse görünsün; toplumsal koşulları, en eski uygarlığından beri,
XIX. yüzyılın ilk on yılına dek, değişmeden kalmıştır."[19] Verilen
"değişmeme tarihi" İngiliz emperyalizmin Hindistan'ın kapısını çalma
tarihidir. Şöyle devam etmektedir: "Hindistan toplumunun bir tarihi, hiç
değilse bilinen bir tarihi yoktur. Onun tarihi dediğimiz şey,
imparatorluklarını bu direnmeyen ve değişmeyen toplumun edilgin temeli üzerine
kurmuş bulunan ve peş peşe gelen davetsiz yabancıların tarihinden başka bir şey
değildir. Demek ki, sorun, İngilizlerin Hindistan'ı fethetmeye hakları olup
olmadığı değil; Türkler, Persler, Ruslar tarafından fethedilmiş Hindistan'ı
İngilizler tarafından fethedilmiş Hindistan'a yeğleyip yeğlemeyeceğimizdedir.
İngiltere'nin Hindistan'da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır:
biri yıkıcı, öteki yenileyici-eski Asyatik toplumun ortadan kaldırılması ve
Asya'da Batı toplumunun maddi temellerinin atılması."[20] Avrupa
uygarlığının bu en muhalif düşünürü tarafından Doğu, neredeyse tek sebeple,
özel mülkiyeti tanımamış olması nedeniyle lanetlenmektedir. Hindistan, yine de
bu lanetten, Avrupa'nın kendisiyle kurduğu saçma sapan bağ nedeniyle
kurtulmaktadır. Örneğin Hindistan'ı peş peşe istila etmiş olan Araplar,
Türkler, Tatarlar, Moğollar barbar fetihçiler olarak kendisinden daha uygar
olan Hintliler tarafından fethedilip Hintlileşmişlerdir. Ama İngilizler üstün
olan ilk fetihçilerdir ve Hint uygarlığı için erişilmezdir.[21]
Avrupa'nın kodları bellidir; özel mülkiyet, burjuva ve işçi sınıfı,
eski Yunan dünyası ve modern Hristiyanlık. Bu o kadar öyledir ki Marksizmde
işçi sınıfı, âdeta bu yeni medeniyetin bir "ayrıcalığı" olarak
görünmektedir. Böylece, en son, en yeni ve en üstün olan, başka medeniyetlerin
sahip olmadığı biricik kodlara sahip üstün bir uygarlık belirmeye başlar.
Engels, Doğanın Diyalektiği'nin girişinde bu
medeniyetin yeniden kurgulanmış tarihini coşkuyla anlatır:
"Antikitenin parlak doğal-felsefi sezgilerinin ve çok yanı ile
sonuç alınmadan yitip giden ve son derece önemli ama dağınık Arap buluşlarının
tersine, tek başına, bilimsel, sistemli ve çok yanlı bir gelişmeyi
gerçekleştiren doğadaki modern araştırma-doğadaki bu modern araştırma, bütün
yakın tarih gibi, ulusal talihsizliğin üzerimize çöktüğü bir zamanda, biz
Almanların reformasyon diye adlandırdığımız, Fransızların Rönesans,
İtalyanların Cinguecento diye adlandırdığı ama bu terimlerin hiçbirinin de
yeterince ifade etmediği büyük bir çağda başlar. Bu, XV. yüzyılın ikinci
yarısında yükselmeye başlamış olan bir çağdır. Krallık, kentli burjuvaların da
desteğiyle, feodal soyluluğun gücünü kırmış; temelde ulusçuluğa dayanan, içinde
modern Avrupa uluslarının ve modern burjuva toplumunun gelişmeye başladığı büyük
monarşileri kurmuştur. Henüz kentlilerle soylular birbiriyle savaşırken; Alman
köylü savaşı, sahneye, sadece isyan halindeki köylüyü -artık bunun yeni bir
yanı yoktu- değil, ama onların ardından, ellerinde kızıl bayraklar,
dudaklarında malların ortak sahipliği isteği olan modern proletaryanın ilk
örneklerini çıkararak; bir kâhin gibi, gelecekteki sınıf savaşını işaret
etmiştir. Bizans'ın düşüşünden kalan el yazmaları ve Roma örenlerinden
çıkarılan heykeller, şaşırmış Batı'ya eski Yunan'ın yepyeni bir dünyasını açtı;
bu dünyanın parlak biçimleri önünde, Orta Çağ'ın hayaletleri ortadan silinip
gitmişti."[22] Engels, sözlerini "Dünya, gerçekten ilk defa
keşfedildi…" diye sürdürür.
Alman köylülerinin bile devrimci bir unsur olarak yerini aldığı,
ama Arapların, Osmanlıların, Perslerin; kısaca "Doğulu" olan herhangi
birinin sızamadığı steril bir tarihtir bu. Evet, dünya gerçek olarak ilk kez
keşfedilmiştir; çünkü Avrupa gözlüğü, daha önceki kâşifleri göstermemektedir.
Modern Batılı bu fotoğrafı defalarca çektirecektir: Batılılar Amerika'yı ilk
kez keşfederken, Batılılar Everest'in doruğuna ilk kez çıkarken... Oysa bu
fotoğraflarda, fonda hep Doğulu rehberler durur. Batılı, "Peki bunlar
kim?" diye sorulmayacağından emindir.
Marx için işçi sınıfı "Avrupa ırklarından" mıydı
bilemiyoruz. Irkın, sınıftan ayrıldığı noktasında bir kuşkumuz yok. Ama Doğu'da
farklı şeyler olduğu açıktır; biz 1917'deki devrimin dinamiğinin işçi sınıfı
mı, yoksa Rus ırkı mı olduğunu hâlâ bilemiyoruz. Ekim devrimi dediğimizde
birini, Rus devrimi dediğimizde diğerini işaret etmiş oluyoruz. Kuşkusuz o
günden bakıldığında daha çok işçi sınıfı, bugün ise daha çok Ruslardır. Şimdi,
devrimde "Yahudi etkisi"nin de düşünüldüğünden yüksek olduğunu
öğreniyoruz. Pogromlar var ve ezilen Rusya Yahudileri, diğer ezilenlerin
içindedirler. Rusya'da işçi sınıfının doğmuş olmakla birlikte zayıf olduğu hep
söylenegeliyor. Çünkü Doğu devrimlerinde, işçi sınıfının durumundan,
niteliğinden hep kuşku duyulmuştur. Şimdi de yenilgiyi buna bağlamıyor muyuz?
Şurası açık ki, Marksizmin tanımladığı işçi sınıfı Avrupalıdır. Ve Bernal'in
dediği gibi "Marx'ın, Avrupalı olmayanların iyi proleterler olup
olmayacağı konusunda ne düşündüğü sorusunun yanıtı belirsizliğini
korumaktadır."[23]
Sınıfın, ırktan ve dinden ayrıştırılması da onun Avrupa
medeniyetine yaklaşımına uygundur. Piyasa, bu modern sınıfı var eden bu gerçek
temel de eninde sonunda dinsel ve burjuvadır. Etkin yön, konumuna ters bir
biçimde Yahudilik tarafından geliştirilmiştir. Yahudi Sorunu,
bunu şöyle çizer: "Yahudilik burjuva toplumunun kemale ermesiyle zirvesine
ulaşır. Burjuva toplumu ise kemaline ancak Hristiyan dünyasında ulaşır. Ancak
Hristiyanlığın egemenliği iledir ki, bütün insan ilişkilerini -millî, tabii, ahlaki
ve nazari bütün insan ilişkilerini- yüzeyleştiren Hristiyanlığın egemenliği
iledir ki, burjuva toplumu kendini, devlet hayatından tamamen soyutlaştırır;
insanı insan olarak birbirine bağlayan bağları yıkar; onların yerine
bencilliği, özel çıkarcılığı koyar; insan dünyasını atomlaşmış, birbirine
düşman insanlar haline sokar. İşte bu Hristiyanlık, o Yahudi dininden
doğmuştur. Ve şimdi tekrar kendini Yahudi dinine dönüştürmüştür. Çünkü
Hristiyan, ta başlangıçta teori yapan Yahudidir. Bundan ötürü, Yahudi pratik
Hristiyan, pratik Hristiyan ise Yahudiden de daha Yahudidir. Hristiyanlık ancak
görünüşte gerçek Yahudiliğe üstünlük kazandı. Hristiyanlık, ham maddeci
ihtiyaçları sadece insanlığa yabancı madde köklerine kadar yükseltebilecek
güçte ruhaniliği olan dindir. Hristiyanlık Yahudi dininin en yüksek fikridir;
Yahudilik ise Hristiyanlığın günlük hayattaki pratik uygulanışıdır."[24] Öyleyse,
Yahudiliğin toplumsal kurtuluşu için, toplumun Yahudilikten kurtulması gerekir.
[25]
Yahudilikten kurtulmak! Bu yaklaşımın, Hristiyanlığı daha makul
kılacağı açıktır. Modern işçi sınıfı hareketi, kendi köklerini Mısır-Yahudi
çatışmasından değil; elbette Roma-Hristiyan çatışmasından alabilir. İlki
Doğu'dur, ikincisi Batı. Olgular, çağın ezici ağırlığı altında belirlenmiş bir
akılla seçilmektedir. Engels, tarihin kendileri için hazırladığı ortamda
"iki dünya" arasındaki benzerliği o kadar çarpıcı biçimde çizer ki
sosyalizm neredeyse bir yeni Hristiyanlık hareketi olarak ortaya çıkabilir:
"İkisi de, işçi sosyalizmi kadar Hristiyanlık da, kölelikten ve
yoksulluktan gelecekte bir kurtuluşu bildirirler; Hristiyanlık bu kurtuluşu öte
dünyaya, ölümden sonraki yaşama, gökyüzüne bırakır; sosyalizm, kurtuluşu, bu
dünyaya, toplumun bir dönüşümüne yerleştirir. Birileri insan türünün düşmanları
olarak, diğerleri hükümetin, dinin, ailenin, toplumsal düzenin düşmanları
olarak, her ikisi de kovuşturulur ve kovalanır, üyeleri sürgün edilir ve
istisnai yasalara tabi tutulur; bütün baskılara karşın ve hatta bu baskılar
tarafından doğrudan yardım edilerek; her ikisi de başarılı, karşı konulmaz bir
biçimde yollarını açarlar."[26] Şimdi, Doğu'nun güneşi her yerde ışıklarını kaybetmektedir. Belki
bu yüzden Marksizm, modern bir köle hareketi olarak yeniden sirayet ettiği her
yerde yeniden Doğu'nun diline çevrilmek zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı.
Sınırları vardı ve sınırlar Avrupa medeniyetinin sınırlarıydı.
Marx, baktığı yerde hüzün görüyordu ve şimdi büyük bir heyecan yarattığını
biliyoruz. Tarihe ve topluma bütünüyle yeni bir bakış atmayı başardı. Ancak
sınırları var ve sınırlarımız var. Şimdi, baktığımız her yerde hüzün görüyoruz
ve sınırlarından kurtulmuş bir heyecan peşindeyiz. Heyecan varsa
"Çıkış" mümkündür ve yol haritasını Marksizme borçluyuz. Örülmüş
duvarları yıkmamız ve kapatılmış yolları açmamız gerekiyor. Nereye doğru? Şimdi
soru budur.
DOĞU'NUN KODLARI
Yunanistan'ı niçin tartışıyoruz? Tartıştığımız şey Yunanistan
değil, Batı'nın kurguladığı Yunanistan'dır. Burada bir övünme var ve övünme bir
komplekse işaret ediyor. Kibir ve kompleks, büyük ölçüde Batı ve Doğu'ya işaret
etmektedir. Kibri yıkmamız ve kompleksi kaldırmamız gerekiyor. Bunun Doğu'yu
yeniden sevmemizi gerektirdiğini görüyoruz.
Kompleks yersiz ve "kibir"in içi boştur. Çünkü
Yunanistan'ın Mısır'dan ve Fenike'den öğrenmemiş olması, kendi babalığına
soyunması ancak modern ırkçılığın irrasyonalizmiyle mümkündür. Kökleri ve
köklerimiz doğudadır. Kendini beğenmişlik her yerde var ve biz Mısırlıların da
kendi diliyle konuşmayanları "barbar" diye adlandırdıklarını
biliyoruz. Barbarlar ise daha çok Yunanlılardır ve Mısır'a gide gele
"konuşmayı" öğrenmişlerdir. "Büyük Yunan Felsefesi ve
Sanatı"nın kaynağı sayılan mitoloji için lafı dolandırmaya gerek yok: Heredot Tarihi var ve henüz bir kibir görünmüyor. Şöyledir:
"Zaten hemen hemen bütün Tanrı adları Yunanistan'a Mısır'dan gelmiştir.
Araştırmalarımın bana gösterdikleri gibi, bunları biz Barbarlardan ve sanırım
özellikle Mısır'dan almışızdır. Daha önce de dediğim gibi, Poseidon ve
Dioskur'lar bir yana; Here, Hestia, Themis, Kharit'ler ve Nereid'ler ve bütün
öbür tanrılar Mısır toprağında her zaman biliniyorlardı."[27] Dahası var ve
şöyle: "İsis, Yunan dilindeki Demeter'in karşılığıdır. Üçüncü olarak
Sais'te Athene Bayramı'nı kutlarlar; sonra Heliopolis'te Güneş Bayramı, beşinci
olarak Buto'da Leto Bayramı ve bir de Papremis'te Ares Bayramı."[28] Demek ki,
Yunan mitolojisi her şeyini Mısır'a borçludur.
Onlar yazmayı ve alfabeyi de Fenikelilerden öğrenmişlerdir.
"Bu temel keşif, M.Ö. XV. yüzyıl dolaylarında -Suriye, Filistin
kıyılarının yakınlarında- kısaltma kaygısıyla, o zaman Yakın Doğu'da
kullanılmakta olan Mısır ya da Asur-Babil yazıları gibi gereksiz karmaşıklarla
dolu yazılardan kurtulmaya çalışan kuzeybatı Samilerince yapılmıştır. Büyük
tüccar ve usta gemici olan Fenikeliler; çok çeşitli halklarla kurdukları birçok
ilişkiden ötürü icada önemli bir başarı kazandırmış, büyük ölçüde yayılmasını
sağlamışlardır... M.Ö. IX. yüzyıldan itibaren, Fenike kökenli alfabe yazısı
Akdeniz çevresinde de yayıldı ve onu birkaç imi değiştirerek ya da birkaç im
ekleyerek kendi dillerine uyarlayan Batılı haklarca yavaş yavaş
benimsendi."[29] Bugün Fenike alfabesinin 22 harfi hemen bütün alfabelerde küçük
değişikliklerle korunmaktadır. Kaldı ki Herodot harflere "Phoinikeia
grammata", yani Fenike yazısı demektedir.
Öte yandan, Marksist tarihçi Thomson, Thales ve Anaksimandros'un
Fenike çıkışlı olduğu yönünde güçlü kanıtlar ileri sürerken, birçok Yunan
inanışının kaynağının da Suriye olduğuna dikkat çekmektedir.[30] Doğaldır, bir şekilde Mısır'a gidip, rahiplerden öğrenmemiş Yunan
filozofu neredeyse yok gibidir. Bu listeye Aristotales dâhildir.
Gelelim tek tanrılı dinlere… Bunda da Mısır'ın payı tartışılmazdır.
Çok tanrıcılık her yerde olduğu gibi orada da var ve bunun abartılmasında da
"Avrupalı kibrinin" payı kesindir.
Yani "Çıkış" var ve çıkıştan önce devrimci Firavun
İkhanaton'un çıkışı var. Tek tanrılı ilk dinin yaratıcısı olan İkhanaton,
Mısır'da bir Tanrı indirimine giderek enflasyonu önlemeye kalkışmasını
anlamadan "Çıkış"ı anlamak mümkün değildir. Mose, Moşe veya Musa,
herhalde onun üst tabakadan müritlerinden biriydi. Freud, "Musa ve Tek
Tanrıcılık" adlı çalışmasında onun Mısırlı köklerine dikkat çeker. Buna
göre Moses adı Kıpticedir ve kısaca "çocuk" anlamına gelmektedir.
Mısır'da, bu "ek"in sıkça kullanıldığının işaretleri var: Örneğin
Amon-mose, Amon-çocuğu ya da Ptah-mosa, Ptah çocuğu gibi daha uzun bir adın
kısaltılmış biçimiydi ki bu uzun adların kendileri de "Amon (armağan etti bir) çocuk ya da Ptah (armağan
etti bir) çocuk" gibi uzun cümlelerin kısaltılmalarıydı. Freud,
Mısır tarihinden aktarıyor: "Fazla kalabalık bir ismin yerine çok geçmeden
kullanılmaya başlayan Moses ismi, Mısır anıtlarında da sık sık karşımıza
çıkmaktadır. Herhalde Musa'nın babası, oğluna bir parçası Ptah ya da Amon olan
uzun bir ad vermiş; ancak Tanrı adı olan bu ilk parça günlük yaşamda yavaş
yavaş silinip giderek, sonunda oğlan kısaca Mose (Musa) diye çağrılmaya
başlanmıştı. Moses'in sonundaki 's' harfine gelince, Tevrat'ın Yunancaya
çevirisinden kaynaklanmıştır. İbranicede böyle bir 's' yoktur, Moses adı Moşe
diye geçer bu dilde."[31] Burada önemli olan Moşe'nin Mısırlı olması değildir; o Mısırlı
ise, Mısır'dan "çıkanlar"ın da yanında götürdükleri din, bir Mısır
dinidir. İbrani kölelerle birlikte Mısır'dan çıkarken yanında götürdükleri,
şimdi zannedilenden fazladır. Kuşkusuz Güneş-Tanrı Aton da yanlarındadır.
Ne güzel doğuyorsun göklerin ufkunda,
Yaşamın başlangıcı olan Aton.
Sen doğudaki ufuktan göklere yükselince
Güzelliğinle dolup taşıyor bütün ülkeler.
Yücesin, güzelsin, nurlusun yeryüzü üstünde.
Bizlere görünmeyen mucizelerin var;
Eşin benzerin yoktur, yüce tanrı, tek tanrı!
Yapayalnızken yarattın dünyayı bildiğin gibi,
Hiç kimsede bulunmayan ulu kudretinle.[32]
Görüldüğü gibi "tek tanrı", Mısır'dan çıkarken İbraniler
için paketlenmiştir. Herhalde bu, ilk köle hareketidir ve etkileri Marx'ın XIX.
yüzyıldan geriye bakarken, gördüğü Hıristiyanlıktakinden fazladır.
Artık bir kutsallık görmüyoruz; elbette "Eski Mısır
şiiri"dir ve bu kez "şiir" Amon'a yakarıştır:
Tanrı birdir, tektir, ondan başkası yoktur.
Bir tanedir, O'dur her varlığı yaratan.
Bir ruhtur tanrı, görünmeyen bir ruh,
Ruhlar Ruhu, Mısır'ın Yüce Ruhu, Kutsal Ruh.
Ta başlangıçta vardı Tanrı.
İlk varlıktır O. Hiçbir şey yokken O vardı.
Her şeyi O yarattı kendi doğduktan sonra.
Başlayanların Yaratanı. Sonsuzdur Tanrı.
Zamanın başından sonuna kadar.
Ezelden beri süregelen varlığı sonsuzluğa kadar sürecek.
Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir O'nu.
Benzerliğini bilen gören olmamıştır.
İnsanlara ve tanrılara görünmez.
Yarattıklarına sır kalır her zaman.
Tanrı Gerçektir. Gerçekle yaşar, Gerçek Firavundur.
Hayattır Tanrı, insan O'nunla yaşar ancak.
O'dur ciğerlere hava dolduran.
Ana ve Babadır Tanrı, babalar babası, analar anası.
Tanrı yaratır, ama yaratılmaz, doğurur, ama doğurulmaz.
Kendini doğurur, yaratır. Yapar da yapılmaz.
Kendi varlığının yaratıcısıdır O.
Yerin göğün, derin denizlerin, yüce dağların yaratıcısı.
Cennete uzanır, yeryüzünün derinliklerine iner.
Yüreğinden ne geçerse gerçekleşir hemen.
Her dediği olur, sonsuzluğa ulaşır.
Babasıdır tanrıların, bütün kutsal varlıkların.
Kendinden korkanlara merhameti vardır,
İşitir her çığlığı.
Güçsüzleri korur güçlülere karşı.
Kendini tanıyanları tanır.
Yardım elini uzatır hizmet edenlere.
İzinden yürüyenleri esirger.[33]
İki şiir şunun için; Mısır'da Amon ile Aton arasında, önemli bir
devrim yaşandığını biliyoruz. Kral Amanhotep ile Amon rahipleri arasında bir
savaş çıkmıştır ve rahiplerin iktidarını kırmak isteyen Amanhotep, devrimde
kararlıdır. Devrimci Firavun o kadar kararlıdır ki tapınmayı yasakladığı eski
Tanrı Amon'u çağrıştıran ismini değiştirip İkhanaton yapmıştır. Gerisini
Freud'dan izleyelim: "...devrimci firavun, kötü gözle bakılıp aşağılanan
Tanrı'nın adını yalnız kendi adından değil, ne kadar yazı varsa hepsinden,
hatta babası Amenhotep III.'ün bile adından silip atmıştır. İsmini
değiştirdikten kısa bir süre sonra Amon'un egemenliği altındaki Theb'den
ayrılan İkhnaton, Nil'in aşağılarında kendisine yeni bir başkent kurmuş ve
adını İkhataton (Aton'un ufku) koymuştur."[34] Bugün, devrimin başkentinin kalıntılarının bulunduğu yeri
Tell-el-Amarna olarak biliyoruz. Freud, İkhnaton'un, çok tanrıcılığın izlerini
hemen her yerde takip ettiğini, tapınakların kapatılıp ayinlerin
yasaklandığını, eski anıtların gözden geçirilip çoğul tanrı sözcüğü geçen her
noktanın kazındığını not ediyor.
Ancak, İkhanaton ölür ölmez, devrimin yenildiğini, Aton dininin
halk arasında taraftar bulamadığını, yeni dinin kaldırılıp bir tarafa
atıldığını, yeni başkentin yakılıp yıkılarak yağmalandığını öğreniyoruz.
Moşe, büyük bir olasılıkla İkhanaton devriminin militanlarından
biridir ve Mısırlılar arasında taraftar bulamayan yeni dinî sürdürmek üzere
kölelerden başka bir çıkar yol bulamadığı sanılmaktadır. "Çıkış"ta,
kölelerin yanında götürdükleri budur ve Adonai Efendi, Aton'dan başkası
değildir.
Kölelerin iki çıkışı da kuşkusuz bir toplumsal devrimdir, ama her
iki durumda da yanlarına götürdükleri ve söküp atamadıkları bir büyük
"göz" var. Yahudilik ve Hristiyanlık, her ikisi de, yanı sıra
götürdükleri bu eski efsanenin büyük yanlış anlamalarıdır.
MİRAS
Bu, insanlığın ortak tarihini, kimsenin kendisinden
başlatamayacağının da delilidir. Bir miras her zaman var ve mirası ancak
aktarmak için sahiplenebiliyoruz. Irkçılık tarihi bozmadan önce, herkes mirasa
ortaktır ve kuralın XIX. yüzyılda bozulduğunu biliyoruz. Aydınlanma
Tarikatı'ndan hatırlatalım: "Burjuva sınıfının ve Avrupa'nın
devrimci ideallerinden vazgeçmesi ile Mısır'dan Antik Yunanistan'a geçiş
arasında bir paralellik düşünülmelidir ve bunun şaşırtıcı sonuçları olacağını
belirtmeliyiz. Batı için Mısır'a vurgu devrimci bir döneme işaret ediyorsa
Yunanistan'a yapılan vurgu, siyasal gericiliğin işaretidir. Yeni Seküler
Düzen'in anlamı budur; renklerini ve silahlarını Doğu'dan edinmekle birlikte,
geliştikçe kendi içine dönen ve sonunda kendisini bütün borçlarının dışında
Hristiyan ve Hint-Avrupalı olarak tanımlayan bir kültür."[35] Bozulma,
daralma ile eş anlamlıdır ve Helenizm Avrupa için hem bir bozulmaya, hem de bir
daralmaya işaret etmektedir.
Bozulma ve daralmanın genel bir ırkçılıkla son bulması da doğaldır.
1800'lü yıllarda Avrupa'da her yerde ortaya çıkan siyasal gelişme budur.
"Batı'nın Doğu'ya arkasını dönmesi ve kendi coğrafyasını dünyanın geri
kalanının, aynı anlama gelmek üzere Doğu'nun karşısına koymaya başlamasına
genel bir Avrupa ırkçılığı eşlik etti. Her yerelleşme eğilimi ister istemez
ırkçılığa kayma eğilimini içinde barındırır; öte yandan her ırk tanımı aynı
zamanda bir tarih tanımıdır ve Avrupa tarihi hiç olmazsa Aydınlanma'dan sonra
ancak bu ırk tanımı ile anlaşılabilir. Aydınlama'dan bu yana Avrupa
ırkçılığının ve tarihinin kodu eski Yunanistan'dır ve eski Yunanistan, Batı
tarafından kendi ırklarının üstünlüğünü ispat etmek üzere büyük ölçüde yeniden
kurgulanmış bir efsaneden ibarettir. Bu kurgunun temelinde Ari ırka, Ari bir
baba imal etme ihtiyacı var ve Avrupa, kendi dünya görüşünü dünyanın bütün
tarihsel bağlantılarını tahrip ederek kurabilmiştir."[36] Demek, mantıki sonuçlarına Almanya'da ulaşan faşizme bir
"çılgınlık" olarak bakamayız. Bozulma ve daralma, faşizm ile varacağı
yeri ortaya çıkarmıştır.
Tarihin, bu ölçüde tahrip edildiği XIX. yüzyılın, aynı zamanda bir
"tarih yüzyılı" olarak adlandırılması ise elbette şaşırtıcıdır. Bunu
da XIX. yüzyılda tarihin Avrupalılaştırılması yönünde atılmış büyük ve cüretli
adımlarla açıklayabilir miyiz? Tarih, bir bilim haline gelirken; aslında Doğu,
onun Sami kökleri, Mısır, Hindistan, Çin, Arap medeniyeti büsbütün silinmiştir.
Marx'ın da saptadığı gibi tarih, sınıflı toplum içinde bir bilim haline gelmeye
karşı direnmiştir. Helenizm, romantizm ve Hristiyanlık, temelden sorgulamaya
imkân vermeyecek kadar katılaşmış, tıpkı Marx'ın kişisel tarihinde de görüldüğü
gibi Yunanistan'dan başlamak bir kural haline gelmiştir.
Şimdi duvarları yıkmanın ve yolu yeniden açmanın tam zamanıdır.
Yürüdükçe, bütün uygarlıkların "normal çocuklar" olduğunu göreceğiz.
Doğu kendi duvarlarını yıkmadan, Batı kendi sınırlarını aşamaz. Bu
belli olmuştur. Doğu'nun duvarlarını yıkması ise baştanbaşa bütün eşitsizlikçi
ilişkileri dinamitlemesi ile mümkün olacaktır.
II. Bölüm
Siyonizm,
yalnız sistematik bir ideoloji değil,
Yahudi
olmayanlara
yönelik
sistematik bir ırk ayrımı bütünüdür.
Siyonizm,
İsrail'in kuruluşunun siyasal felsefesi,
güncel ve
geçmiş siyasal
pratiğinin
temeli olarak kurumlaşmış
ve devlet
biçimine dönüşmüş ırkçılıktır.
Siyonizm ve Irkçılığa İlişkin
Siyonizm de bir XIX. yüzyıl hareketiydi. Beslenme kaynaklarının
içinde, geliştiği Avrupa emperyalizminin olması bizi şaşırtmamalıdır.
Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin üstünde gelişiyordu ve nüfuz ettiği hemen
her yerde yeni ırklar ve yeni milletler keşfediliyordu.
Bir ırkçılık türevi olarak "Türkçülük"ün de, bunun hemen
ardından XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başında keşfedildiğini görüyoruz.
Bütün ırkçı-milliyetçi akımlarda olduğu gibi sancılı ve kuşkulu bir doğuştu bu.
Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile
ilerledi. Yüzyılın başındaki yıkımlar, bu yüzden, daha bir kanlı ve daha bir
acılı geçti. Ve bu acı içinde, yerli ırkçılığın teorik arka planında başka
izleri takip etmek mümkün olmadı.
Taner Timur bir makalesinde, "Türkçülük" akımını en çok
etkilemiş iki isme dikkat çekiyor.[37] İlki, Leon Cahun'dur. 1896'da yayımladığı "Introduction a
l'Histoire de l'asie, Turcs et Mongols, des Origines a 1405" adlı
çalışması Türkçülüğe İslam'ın dışında, Orta Asya'da bir yer açmıştır. Yaşadığı
yerde, Fransa'da her ne kadar bir edebiyatçı olarak tanınsa da, Asya
derinliklerinden gelen savaşçı ruhlu barbarlar teorisi Türk ırk teorisini
beslemeye yetmiştir. Timur'un makalesine göre Ziya Gökalp'in de esin perisi
olan Cahun, "Avrupa'daki Osmanlı muhalefeti" ile temastadır ve onları
etkilemeye çalışmaktadır. Yazar, Cahun'un "siyasal bir misyonu"
olabileceğine dikkat çekmektedir. Şimdilik bilemiyoruz.
Cahun'un kitabının "Türkler" ile buluşması da ilginç:
"Selanik'teki bir yabancı konsolos, bu kitabın bir kopyasını İttihat ve
Terakki Cemiyeti üyelerinden birine vermiştir."[38] Sonra Cahun'un eseri Necip Asım tarafından Türkçeye tercüme
edilmiş ve 1986 yılında İstanbul'da en çok okunan kitaplardan biri olmuş.
Şimdi, Ziya Gökalp'in o en çok okuyanlardan biri olduğunu biliyoruz.
Okuyucular ne öğreniyor Cahun'dan? "Cahun, kitabında orijinal
göçebe kurumlarının bir övgüsünü yapmakta; göçebe fatihlerin, steplerin
kanunlarını bırakıp bunların yerine İslam kanunlarını alınca nasıl
yozlaştıklarını anlatmaktadır."[39] Konuyla ilgili çalışmalar, onun ne düz yazılarında bilimsellik, ne
de romanlarında edebî bir değer olduğunu haber veriyor. Ancak çok satmıştır ve
belli ki yazdıklarına inanacak kişiler bulmakta zorluk çekmemiştir.
Türkçülüğün gelişiminde etkili olan ikinci şahıs ise "Yahudi
asıllı bir Macar olan"[40] A. Vambery'dir. Osmanlı Devleti ile ilişkili Vambery de tıpkı
dindaşı Cahun gibi Türklerin köklerine merak salmış, derviş kıyafetleri ile
Orta Asya'ya gidip gelmiş, bu arada Türkçe ile Macarca'nın akrabalığını
keşfetmiştir. Vambery adını, Macar aydınları arasında nükseden
"Türkçülük" ya da daha doğrusu "Turan" saplantısının en
ünlü siması olmasına borçluyuz. Slavlarla Cermenler arasında kalan Macar
aydınları kendilerinin Atilla Hunları ile aynı kaynaktan olduğuna karar
vermişler ve bu keşif üzerine bir de "Turan Cemiyeti" kurmuşlardı.
1913 yılından itibaren Turan adını taşıyan bir de dergi çıkarmış olduklarını
öğreniyoruz.[41] Bu merakın sonucu olarak 1870'de Budapeşte Üniversitesi'nde bir de
Türkoloji bölümü kurulmuş olduğunu biliyoruz. Vambery, işte böyle bir
gelenekten gelmektedir ve Orta Asya gezilerinde öğrendiklerini İngilizlerin
hizmetine vererek, unvanları arasına bir de "İngiliz casusluğu"nu
eklemiştir. Dolayısıyla, bu ikinci Türk meraklısının "siyasal
misyonu"nun daha açık olduğunu anlıyoruz. Timur, Vambery'nin "Yahudi
davası"nı da desteklediğini ve siyonizmin kurucusu Theodore Herzl'i
1901'de Abdülhamid'le görüştürenler arasında olduğunu haber veriyor.
Gökalp'in esin kaynakları arasında saydığı Mustafa Celaleddin
Paşa'nın da Konstantin Borzecki adını taşıyan bir "Leh asilzadesi"
olduğunu hatırlatıp, o ünlü teoriyi hatırlatalım: "Türkçüler Türk
değildir!"
Güzel, ancak Osmanlı'nın son döneminde ortaya çıkmış bu ırkçı
yaklaşımın Osmanlı'ya pek yararı olmadığı anlaşılıyor. İlki, Osmanlı mirasından
kopuştur; geriye pek az şey kaldığı ve müthiş bir yoksullukla karşı karşıya
kalındığı görülebiliyor. İkincisi, bu zihniyetin ülkeyi gidip Alman
militarizminin kucağına bırakmasıdır ki bugün hâlâ o sorunlarla boğuşuyoruz.
Sonra? İslama ve Arap'a karşı güvensizlik ve yaşanılan bölgeye mutlak bir
ilgisizlik. Bu akımın, hem Batı'nın itelemesi ile hem de "Doğu'daki
Batı"nın fiilî müdahaleleri ile ortaya çıkması, içinde bulunduğumuz
karmaşanın içinde doğruyu ararken bakmamız gereken yeri göstermiyor mu?
Eğer, Timur'un sözünü ettiği gibi bu faaliyette "siyasal bir
misyon" varsa, herhalde misyon bu olsa gerektir. Siyonizmin, Osmanlı'nın
yıkılışında bu kadar etkili olması evet şaşırtıcıdır; ancak önümüzde bir vaka
var ve bakmaktan kaçınamayız. Asıl şaşırtıcı olan ise siyonizmin Türkçülük
merakıdır. Oraya bakıyoruz.
Vambery'yi biliyoruz, peki Cahun da siyonist miydi? Biyografisi,
Türk-Moğol teorisinin tarih çalışmalarından daha çok, "çoksatar
roman"larından çıkarıldığını haber veriyor. Ancak, buna rağmen bir
"Türkolog" olduğu genel kabul görüyor. Amatördür, ancak ilgisinin bu
amatör merakın ötesinde olduğu da açıktır. Osmanlı içinde bir Yahudi yurdu
fikrinin, çok kısa bir zaman içinde Osmanlı'nın dışında bir yurt özlemine
dönüştüğüne bakarak karar vermek zordur. Ancak bu gerçekleşmeden önce, belki
Herzl gibi uç örnekleri bir yana bırakırsak, genel olarak siyonistlerin bunun
hangi tarafında durduğunu saptamak kolay değildir. Her iki taraf açısından da
Osmanlı topraklarının ve siyasal yapısının bu iş için uygun bir zemin
sağladığına inanıldığını anlayabiliyoruz. Öyleyse, Osmanlı-Türk tarihinin hem
siyonizm akımı için, hem de İsrail Devleti'nin kuruluşu açısından önemli
olduğunu teslim etmemiz gerekir.
Öte yandan, tarihe bu açıdan bakmanın sıkıntılı bir durum
yarattığını da teslim etmeliyiz; çünkü bütün Yahudiler siyonist değildir, ama
siyonizm Yahudi cemaati içinde olan, bu alanda faaliyet gösteren, varlığını bu
kavram içinde temellendiren bir siyasal ideoloji. Dolayısıyla Yahudilikten söz
etmek zorunda kalması, bu alandaki her çalışmanın ortak talihsizliğidir.
Siyonizm ile Yahudilik kavramlarının yan yana gelmesi elbette her
zaman irkilticidir. Buradan, her Yahudinin siyonist olduğu sonucunu çıkarmak
ise sahibini bambaşka mecralara götürür. Önce bu, belli ki siyonistlerin bir
hülyasıdır. Onlar kuşkusuz bütün Yahudilerin siyonist olmasını
arzulamaktadırlar. Sonra, Orta Doğu'da bütün Yahudilerin toplanacağı bir ana
yurt hayali önce siyonistlerin, sonra da antisemitiklerin düşüdür. Birinciler
bunu, büyük Yahudi yurdu için, ikinciler ise Yahudilerden kurtulmak için
istemektedir. Bu ortakyaşarlığın farkında olan Herzl, siyonist itme-çekme
diyalektiğini şu veciz sözlerle özetlemiştir: "Antisemitikler bizim en
güvenilir dostumuz... Müttefikimiz olacaklardır."[42]
Konumuz açısından önemli olan ise Vambery'nin, Herzl'in Abdülhamid
ile toprak pazarlığı ve Cahun'un da Avrupa'daki muhalif Osmanlılarla
ilişkilendirilmiş olmasıdır. Büyük bir ilgiyi saptayabiliyoruz; bankaları,
örgütleri, büyük para babaları, okulları, uluslararası ilişkileri, ideologları
ve militanları ile Filistin'i almak için sultana yüklenmektedirler. Rastlantı
veya değil; hem sultanın, hem de onun imparatorluk kalıntısı rejiminin
devrilmesi bu döneme denk gelmiştir. Ve bugün İsrail diye bir devlet varsa,
varlığını Osmanlı'nın yıkılmasına borçludur.
SİYONİST PAZARLIK
Dreyfus olayından etkilenerek "siyonizm" fikrine vardığı
iddia ediliyor; ezikliğini çok kısa bir zamanda intikam duygusu ile
bastırdığını anlıyoruz. 1897 yılında yapılan ünlü Basel Siyonist Kongresi'nin
ardından Filistin'deki toprakların ele geçirilmesi için Ulusal Yahudi Bankası
ve Yahudi Ulusal Kurumunun oluşumuna önayak olduğunu öğreniyoruz. Herzl,
topladığı fonlar aracılığıyla Yahudilere Filistin'de bir yurt edinme
çabasındadır. Ancak Abdülhamid'i ikna etmesi beklediği gibi kolay olmamıştır.
Sonuçsuz çabalarını Doğan Avcıoğlu şöyle anlatıyor: "Herzl
tehdit, rüşvet ve sermaye getirme silahlarını kullanır. İmparatorluğun mali
işlerini yöneten Osmanlı Bankası'nı toptan satın almak ve bu yoldan Hamid
üzerinde baskı yapmak tehdidini, inandırıcı biçimde sahneye koyar. Osmanlı
Bankası idarecilerine verilecek 50 milyonluk bir garanti ile Türkiye'ye akan musluklar
kesilecektir. Tehdit etkili olur. Bunun yanı sıra Herzl, Abdülhamid'in
yakınlarını rüşvetle elde etmeye koyulur."[43] Rüşvet, görüşmek ve yakınları baskıya zorlamak içindir. Şöyle
devam ediyor: "Bu rüşvetçi grubu yardımıyla, 1900 yılında Herzle,
Abdülhamid ile görüşür. Ona Yahudilerin Türkiye'ye yerleşmesiyle sağlanacak
avantajları anlatır: Avrupa'ya karşı Yahudi desteği elde edilecek, para
gelecek, imparatorluğun zenginlikleri geliştirilecek ve hatta Düyunu
Umumiye'den bile kurtulmak mümkün olacaktır."[44] Ancak teşebbüs yine de başarısız kalmıştır.
Yetkin, Abdülhamid'in "pazarlık" hakkında şunları
söylediğini aktarıyor: "Para kuvveti her şeyi yapar. Onlar bugün hükümet
teşkil edecek değiller ya, bu bir mukadimedir. Gaye ve emeldir. Şimdi işe
başlayıp birçok sene, hatta bin sene sonra maksatlarına muvaffak olabilirler ve
zannederim olacaklardır da."[45] Yani Abdülhamid'in Yahudilere yönelik katı bir tutum içinde
olduğunu söylemek mümkün değildir. O, Filistin'de kurulacak yeni bir devletin
yeni bir sorun alacağı kanısındadır; ama Yahudilerin kendi topraklarına
yerleşmesini ve ülkesini "bayındır" yapmasını da arzulamaktadır.
Bütün bu süre boyunca, kendi hükümranlık alanındaki topraklara Yahudi yerleşimi
kesintisiz sürmüştür.
Ancak bunun, siyonist bir faaliyetin mi, yoksa Osmanlı
topraklarının Yahudiler için geleneksel çekiciliğinin mi sonucu olduğuna karar
vermek kolay değildir. Hirsch, Rotschild ailelerinin bu göçleri desteklediği,
para yardımı başta olmak üzere her türlü kolaylığı gösterdiği; bunun da
siyonist olsun, olmasın Yahudi göçünü çekici kıldığı açıktır. Osmanlı
İmparatorluğu içinde siyonist faaliyetlerle, Yahudilerin "yenilikçi"
rolleri arasında da kesin bir ayrım yapabilmek kolay değildir. Kimi yerde, bu
iki etkinin birbirine karıştığı veya karıştırıldığı gözlenmektedir.
Yahudilerin, bir Osmanlı tebaası olarak faaliyetleri zaman zaman
siyonistlerinki ile kesişmekte, bazen aralarındaki ayrımlar silikleşmektedir.
Örneğin, siyonistlerin görüşmesinden kısa bir süre sonra Abdülhamid
tahttan indirilecek, bunu ona bildiren dört kişilik kurulun içinde, pervasız
davranışlarıyla kendini belli eden bir Yahudi, Emanuel Karaso Efendi de yer
alacaktır. Karaso Efendi hakkında siyonizmle bağlantı izlerine rastlanabilmekle
birlikte, bunu aynı kesinlikle saptayamadığımız başka olaylar da vardır. Çetin
Yetkin, Abdülhamid'in devrilmesinde en önemli rolü oynayan "Hareket
Ordusu"nun başındaki Mahmut Şevket Paşa'nın da Yahudi olduğuna dikkat çekiyor.
Mahmut Şevket, Mithat Paşa'nın evlatlığıdır. Abdülhamid'in sürgüne gönderdiği
ve sürgünde iken ölen Mithat Paşa, özel istihbarat işlerini de Bohor adlı bir
Yahudiye yaptırmaktadır. Öte yandan, onun Bağdat Valisi olduğu sıralarda, sahip
çıkıp ilk eğitimini Yahudi okulunda yaptırdığı öksüz Mahmut Şevket, yıllar
sonra Mahmut Şevket Paşa olarak Hareket Ordusu'nun başında İstanbul'a girecek;
Mithat Paşa'nın sürgün ve ölüm emrini veren Abdülhamid'i devirecektir.[46]
Bu tekil vakaların ötesinde, saraya yönelik muhalefetin merkezinde
de benzer karmaşık ilişkilere rastlanmaktadır. Selanik, Yahudi nüfusun
toplandığı bir yer olmanın yanında, muhalefetin de en etkili merkezidir. Para
ve güç orada birikmiş, iktidarın yolları oradan aranmaktadır. Buna karşın
Selanik'in iktisadi pozisyonu siyasal pozisyonunun gerisinde kalmıştır. Selanik
burjuvazisi gecikmiş, Ermeni ve Rum ticaret burjuvazisi bütün yolları
tutmuştur. Etnik ve sınıfsal parçalanmalar, Selanik'teki muhalefete,
Yahudiliğin ötesinde kendi rengini vermektedir.
Belli ki Selanik'in muhalif bir merkez olarak ortaya çıkmasını
sağlayan da bu gecikmiş pozisyonudur: "Selanikli dönmeler, kültür
seviyeleri, yabancı dil bilmeleri, kurdukları basımevleri, gazeteleri,
kulüpleri, özel okulları ile bir ticaret burjuvası zümresi olarak iyice
sivrilmişlerdi. Dönmeler ve Museviler, Jön Türk hareketini desteklemekteydiler.
Bir rejim değişikliğinin; onlara, Rum ve Ermeni iş adamlarının İstanbul'daki
tekel durumunu yıkmaya fırsat vereceğini ummaktaydılar. Bu yükselen ticaret
burjuvazisi, çıkarları gereği, daha çok Merkez Devletleri'ne, Almanya ve
Avusturya'ya yakındı. İngilizler ve Fransızlar, Türkiye ile olan ekonomik
ilişkilerinde genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile
ekonomik ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise, daha çok Yahudi ve Müslüman
burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyorlardı. Mason dernekleri aracılığıyla,
İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri ve Selanik burjuvazisi arasında
ilişkiler kurulmuştu."[47] Garip bir biçimde; talih onları, muhalif hareketlerin yanına
düşürmüştü.
Başlangıçta saraya yakın olmak elbette daha avantajlıydı, ancak
İttihat ve Terakki'nin hızlı yükselişi, Ermeni ve Rumların halli için uygun
ortamı hazırlayacak, dezavantajı avantaj haline getirecekti. Hem İttihat ve
Terakki'ye, hem de Alman emperyalistlerine yapılan yatırım, semerelerini
vermekte gecikmeyecekti. Yine de zafer kazanmak, zaferi korumaktan daha
kolaydı. Almanya yenilince, İttihat ve Terakki için de yolun sonu görünmüştü.
Enver, Talat ve Cemal'in kaçtığının duyulduğu gün, Selanik'te kurulan ittifak
da paramparça olmuştu.
HRİSTİYAN TASFİYESİ
İttihat ve Terakki ile birlikte Yahudi-dönme burjuvazi Almanya'nın
ipine sarıldığında, bir anlamda imparatorluğun da kaderi belli olmuştu. Daha
savaş başlamadan önce hem dış, hem de iç savaş planları hazırlanmıştı. Savaşa
karşı direniş, Karadeniz'de düzenlenmiş bir provokasyonla toptan kırıldı. İç
savaş planları ise savaş başlamadan hemen önce yürürlüğe konuldu. Ermenilerin
topyekûn tehciri, Rum nüfusun mobilizasyonu, yalnızca bu azınlık burjuva
sınıflarının tasfiyesi ile sonuçlanmamış, geride kalanların zenginliklerini
katlamalarına neden olmuştu. Savaşın ortasında, Osmanlı'daki azınlıklara
yönelik "gayrimüslim" tanımı çoktan terk edilmiş, "Hristiyan
azınlıklar" onun yerini almıştı. Çünkü artık bu terim, azınlık olanların
bütününü kapsamıyordu. Yahudiler hemen yerde, iç savaşta, Hristiyan
azınlıkların karşısında yer alıyor, Türk burjuvazisi ile kaynaşmış görünüyordu.
Bunları rastlantı sayabilir miyiz? Değilse, İttihat ve Terakki
içinde, bakmamız gereken başka yerler olabilir mi?
Savaşın başında ve içinde Ermeni ve Rumların büyük sürgünün
dinamiklerini Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni burjuva sınıfı içindeki derin
bölünmelerde aramamız yersiz değildir. Öyleyse, Ermeni tehcirinin, yalnız
başına bir İttihatçı planı olmadığını düşünebiliriz. İçinde Alman militarizmi
vardır ve Yahudi burjuvazisinin olmadığını düşünmemek için de bir nedenimiz
yoktur.
İşte veriler: "Almanya'nın Türkiye'ye olan ihracatı 1888
yılında 11,7 milyon mark iken, 1905'te 71 milyon marka yükselmiştir.
Türkiye'den yaptığı ithalat da aynı tarihler arasında 2.3 milyondan 51.6 milyon
marka yükselmiştir. İttihat ve Terakki'nin İngiliz taraftarı bir üyesi, Selanik
Yahudilerinin genellikle Alman davasına kazanıldığı iddiasındadır. Bu zat, 1911
yılında Merkez-i Umuminin gizli bir toplantısında, şu sözleri söylediğini ileri
sürmektedir: 'Almanya, Avusturya-Macaristan ve Türkiye'de Yahudi masonluğu,
gözü doymaz Prusya askerliğinin yuvasıdır. Selanik'te Paris ve Roma'ya
sempatizan bazı Yahudiler de bulunmakla birlikte Yahudilerin çoğu Berlin'i
tutmaktadır.' Bu gerekçeyle, Merkez-i Umumi toplantısında Albay Sadık Bey ve bu
zat, subayların mason derneklerinden çıkmasını istemişlerdir."[48] Böylece,
İttihat ve Terakki içindeki tercihlerin yeni tartışmalara neden olduğunu da
öğrenmiş oluyoruz.
Avcıoğlu, bu ilginç notunu şöyle sürdürüyor: "Gibbons da,
Alman emperyalizminin Türkiye'yi ele geçirme çabalarına karşı, Ermenilerin
büyük bir engel teşkil ettiğini ileri sürmektedir. Ona göre, 'Ermenilerin çoğu,
Fransız ve Amerikan okullarında yetişmişlerdir, Fransızca ve İngilizce
bilmektedirler. Batı Avrupa, Amerika ve özellikle İngiltere ile ticari
ilişkiler kurmuşlardır. Alman ticari ajanlarının faaliyetini doğal olarak
başarısız kılmışlardır. (Mandelstam, Le Sort de I'Empire
Ottoman, Paris, 1917, s. 312.) Rumların durumu da aynıdır. Gibbons bu
nedenle, Almanların, Ermeni kırımını desteklediğini ileri sürmektedir. Rum ve Ermenileri,
emperyalist emellerine engel sayan Almanların, Yahudi ve Müslüman kompradorlara
yaslanmaları normaldir."[49]
Ancak, azınlık da olsa, örgütün içinde Alman militarizmi ile
kurulan bağlardan rahatsız olanlar vardır ve bu ilişkinin "Yahudi
masonluğu"ndan geçtiğinin bilincindedir.
Buna karşın "temelsiz" de olmadığını öğreniyoruz: Örneğin
Avcıoğlu, İttihat ve Terakki içinde "İngilizcilerin" de olduğunu
belirtmekte ve bunlardan birinin Albay (Miralay) Sadık Bey olduğunu haber vermektedir.
Başkaları da vardır ve örgüt içinde bu yönden gelen eleştirilerin sert
tartışmalara neden olduğu anlaşılmaktadır. Sadık Bey'i biliyoruz, bu çatışmanın
haberini veren Avcıoğlu, "İngilizci" olan diğer "zat"ın
adını vermemiştir. Ancak, bu tartışmanın, hesabı daha sonra görülen derin
yaralar bıraktığını anlıyoruz.
İzleri takip ederek bulabildiklerimiz şöyledir: İttihat ve
Terakki'nin 1909 tarihli kongresinde, bu yönde verilmiş iki önerge vardır. Bu
önergelerden biri Doğan Avcıoğlu'nun da belirttiği gibi Miralay Sadık Bey'e
aittir. Sadık Bey'in önergesi "Siyonizm ve Masonluk" başlığını
taşımaktadır ve önergede örgüt içindeki bu ilişkilerden duyulan rahatsızlık
sezilmektedir.
Doğan Avcıoğlu'nun isim vermeden belirtip geçtiği diğer önerge
hakkında Goloğlu şu bilgileri veriyor: 1909 eylül sonu ve ekim ayında
Selanik'te toplanan kongreye öneri sunan ikinci kişi Mustafa Kemal'dir. Öneri,
cemiyetin yasal-açık bir siyasi parti haline gelmesi, masonlukla ilişkisinin
kesilmesi, askerlerin tamamen siyasetten çekilmesi noktalarında kesin bir tavır
taşımaktadır. Goloğlu, "Üç yıl sonra yazdığı bir mektupta Mustafa Kemal,
bu önerileri sebebiyle 'mürteci' ilan edildiğini ve idamına karar verildiğini
yazmıştır. Gerçekten, Cemiyet içindeki zaten pek yüksek olmayan prestijinin bu
kongreden sonra tamamen kaybolduğu, yönetici çarkının dışına itildiği fark
edilir."[50] diyor. Örgüt içinde, Almanlarla bağın tartışmaya açık olmadığı
bellidir. Mustafa Kemal'in örgüt içindeki itirazları nedeniyle üzerinin
çizilmesinin, İstiklal Mahkemeleri'ndeki kanlı hesaplaşmalara giden yolu
açtığı, masonlar için ise uzun bir tatil için kapıları araladığı bellidir.
Mustafa Kemal'in masonlar ve İttihatçılarla sorunun bu olayla
başladığını düşünmemizi engelleyecek bir neden yoktur. Hep biriktirdiğini ve
hep kuşku duyduğunu biliyoruz. Kuşku, ipini çekmek için bir kez harekete geçmiş
olanların, her zaman harekete geçebileceklerini düşünmek demektir ve İzmir
Suikasti olayı ancak bu kuşku ile düşünüldüğünde anlam kazanabilir. 1909
Kongresi'nde, "İttihat ve Terakki'nin açık bir siyasi parti haline gelmesi
ve masonlukla ilişkinin kesilmesi" önerisi tepkiyle karşılanmış; kendi
deyişiyle, bu yüzden "Mürteci" ilan edilmiş ve "idamına"
karar verilmişse bu bir açık hesaptır ve kapatılması için Takrir-i Sükûn
dönemini beklemek pragmatik bir siyasetçi için şaşırtıcı değildir.
Peki öyleyse, azınlık burjuva sınıfının iç hesaplaşmasında,
İttihatçılar ile başlayan girişimlerde Cumhuriyet'e kadar aktarılan sürekliliği
nasıl açıklayacağız? İlki, siyasi ayrımın her zaman sınıfsal bir ayrıma tekabül
etmediğini biliyoruz. Bazen, kişisel karşılaşmalar, siyasal çatışmaların yönünü
belirleyebilir. Kaldı ki, burada sınıfsal bir farklılaşmanın olduğunu söylemek
de öyle kolay değildir. Mustafa Kemal de en azından çocukluk dönemini
Selanik'te bir "dönme" mahallesinde geçirmiştir. İlköğreniminden
kalan tanışıklığı da dikkate aldığımızda, bağlılığı açıklamak kolaylaşır. Kaldı
ki, artık "Türkçülük" vardır ve homojen bir topluma dayalı yeni bir
devlet fikri giderek güçlenmektedir.
Öte yandan İttihatçıların yarattığı bir fiilî durum da vardır. Ne
olursa olsun, Ermeniler sürülmüş, Rumlarla olan çatışma alevlenmiştir. Kendini
bu çatışma içinde bulanların, taraf olmaktan ve "davayı omuzlamak"tan
başka çaresi yoktur.
Özetle, bunlar; Anadolu'daki Ermeni ve Rum tehcirinde,
Alman-Yahudi-İttihat ve Terakki etkisine dikkat çekmektedir. İttihat ve
Terakki'yi kontrol eden iki gücün, Alman emperyalizmi ve Yahudi burjuva
sınıfının savaşa girilmesi halinde, bunu Ermeni ve Rumlardan topyekûn kurtulmak
için bir fırsat olarak kullanmayı planladığının delilidir.
Öyleyse bu planın, karşı tarafça da bilinmesi gerektiğini
düşünmeliyiz. İşaretleri var: Ermeni ve Rumlar tarafından bu planın bilindiği
ve engellemek üzere çeşitli girişimlerde bulunulduğunun en önemli
işaretlerinden biri "Cemal Projesi". Bununla, İstanbul hükümetinin
"Ermeni Tehciri" politikasını beğenmeyen ve idaresi altındaki
Suriye'de Ermeni göçmenlere ılımlı davranan Cemal Paşa'ya krallık teklif edilerek,
İT'nin karşısına dikilmesi sağlanmak istenmiştir. "Birinci Dünya Savaşı
içinde, Türkiye üzerinde yapılmış olan gizli anlaşmalarla ilgili Rus belgeleri
arasında, Çarlık Rusya Hariciye Nazırı Sazonov'un, Paris, Londra ve Roma
büyükelçilerine gönderdiği bir telgraftan bu durum anlaşılmaktadır. Projenin
İstanbul Ermenilerinin eseri olduğu söylenmiştir. Bu belgeye göre: Cemal Paşa,
babadan oğula geçmek koşuluyla sultan ilan edilecektir; sultanın yönetiminde
Suriye, Filistin, Irak, Arabistan, Kilikya, Ermenistan ve Kürdistan eyaletlerinin
bağımsızlıkları tanınacaktır. Projeye göre, bu koşullar gerçekleşirse Cemal
Paşa, hem İstanbul'a hem de Almanlara savaş açmayı kabul edebilirdi"[51] Ancak proje,
İngiliz-Fransız yayılma politikasının içinde değildir, hiçbir biçimde uygulama
şansı bulunamaz.
Avram Galanti, bu planın karşısında Rumların tepkisini ise şöyle
anlatıyor: "Yunan orduları Anadolu'da mahvolduktan sonra, baki kalan
askerleriyle Rum muhacirleri Yunanistan'a ve Selanik'e geldikleri vakit;
Yunanlılar, Yahudilere taarruz etmeye başlamışlardır. Selanik'te çıkan
'Makedonya' ve 'Tahidromos' adındaki Yunan gazeteleri bu taarruzun Hahambaşı
Becarano Efendi ile Çorlu Yahudi Cemaati reisi tarafından Kemal Paşa hükümetine
olan sadakat beyanatından ve Trakya Yahudilerinin Doğu Trakya'nın Türkiye'ye
iade edilmesinden dolayı izhar eyledikleri samimi sevinçten dolayı ileri
gelmekte olduğunu yazmışlardı."[52] Bir ittifak var, işaretlerinden biri budur.
Öyleyse, savaş sonunda, tehcirden İttihat ve Terakki Partisi'nin
sorumlu tutulması yerindedir. Yahudilerin neden özellikle anılmadığını ise
bilemiyoruz; İttihat ve Terakki ile aralarında bir ayrım var mıydı, şimdi soru
budur.
SELANİK DEVRİMCİLERİ
Abdülhamid devrilmiş ve Selanik'e sürgüne gönderilmiştir. İttihat
ve Terakki ile Selanik, hem darbenin hem de sürgünün yeni mekânıdır. Karaso'nun
alaşağı ettiği Hamid, Selanik'te ünlü bir zengin Yahudi ailenin evinde göz
hapsine alınmıştır. Sürgün evi, bu kentteki Yahudi burjuvalarının zenginliğinin
ne boyutta olduğunun da bir göstergesidir: "Sürgün yıllarında (1909-1912)
Abdülhamid'e tahsis edilmiş olan Allatini ailesinin (Bir İtalyan Yahudi ailesi)
köşkü, 1895'deki İngiliz donanmasının ziyaretinde İngiliz subaylarıyla 30-40
genç kızın katıldığı bir baloya imkân verecek bir salona sahipti."[53] Selanik,
imparatorluğun diğer bölgeleriyle taban tabana zıt bir görüntü içindedir.
Zengindir, canlıdır, hareketlidir, sefalletten iz yoktur ve boğazına kadar
iktidar savaşının içine gömülmüştür. Goloğlu, şehrin canlılığını şöyle
anlatıyor: "Kültür hayatı da çok gelişti. 1895'ten itibaren 5- 6 Ladino
(İspanyol Yahudicesi), 3-4 Türkçe, 3-4 Rumca, 2-3 Fransızca, 2 Bulgarca, 1
Romence günlük ya da haftalık gazete yayımlanıyordu. Alliance Israelite
Universelle (Evrensel İsrail Birliği)'nin Fransızca eğitim veren 7 tesisi
vardı. Nüfusun yarısını oluşturan Yahudilerin 50, Müslümanların 32 ve ayrıca
Rum, Sırp, Bulgar, Romenlerin kendi okulları vardı."[54]
Yahudiler, başlangıçta elbette imparatorluktan yanadır. Çünkü
Osmanlı azınlıklarından birinin bölgeye hâkim olmasının Yahudilerin tasfiyesini
gündeme getirmesi tehlikesi vardır.[55] Bu nedenle siyonizme karşı soğuk bir tavır vardır. Çok yoğun bir
propagandaya rağmen siyonist hareket çok küçük bir ilgi toplamıştır. Goloğlu,
1905'ten 1912'ye kadar Selanik'ten sadece 1000 Yahudinin göç ettiğine dikkat
çekiyor.[56] Dolayısıyla
Sefardimler ve dönmeler kütle halinde Osmanlıcılığa yöneldiler. Devleti
kurtarmak onlar için de bir politika haline geldi. İttihat ve Terakki
içindeydiler ve onları, ideolojik olarak da bu örgütün içindekilerden ayırmanın
bir olanağı yoktur.
Üstelik hem imparatorluğun diğer bölgelerinde hem de Selanik'te bir
de Avdeti faktörü vardır. Görünüşe göre Müslümandırlar. Ancak Goloğlu,
1900'lerin başlarındaki Osmanlı toplumunun "dönmeler"i de Yahudi
saydığını söylüyor. Problemleri daha çok Yahudi cemaati ile ilgilidir. J.
Nehame'nin Selanik Yahudileri'nin Tarihi adlı eserine
göre Yahudiler, dönmeleri Yahudi saymıyorlar. "Yahudilere göre dönmeler
lanetlilerdir; fitne, fesat ve zındıklık gibi deyimler onlara uygundur.
Dönmeler de Yahudilerden nefret eder, onları kâfir sayar ve bunu açıklamaktan
çekinmezler. Bir cumartesi günü bile onları öldürmenin caiz olduğuna inanırlar.
Aralarındaki düşmanlık öyledir ki, çoğunluğu oluşturan Yahudiler her fırsatta
onlara hakaret ve eziyet ederler. Bu yüzden dönmeler kendi aralarında toplu
halde ve ayrı mahallelerde yaşarlar yüzyıllardır. Ne Yahudilere ne de
Müslümanlara karışmışlardır. Bunlara karşılık kendilerini Müslüman
gösterdikleri için, yabancı dillere büyük tepki gösteren Yahudilerin aksine,
Türkçeyi öğrenmeyi gerekli saymışlardır. Bu yüzden Yahudiler daha da çok kendi
içlerine kapanırken, bu küçük cemaat yönetici Türk kadrolarıyla daha
yakınlaşmışlardır."[57] Demek ki, İT içinde Yahudi faktörünün yanında bir de Avdeti
faktörü vardır. Bu, kimin kim olduğu noktasında daha büyük karışıklıklara yol
açmaktadır.
Hepsi, Fransız devriminin milliyetçi dalgası ile modernleşme
rüzgârına kapılmışlardır. Ancak Yahudiler "haham" engeli nedeniyle
daha geç, bu engeli bulunmayan dönmeler ise daha erken bir biçimde
modernleşmişlerdir. Kurdukları Fransızca ve Türkçe eğitim veren iki okul,
Fevziye ve Terakki; Osmanlı ülkesindeki ilk modern okullardır. Ayrıca kendi
istekleriyle "devlet okulları"na da gitmektedirler.
Selanik, Osmanlılar tarafından Türkleştirilmek istenmemişti; ancak
Yunanlılar burayı Yunanlılaştırmak için harekete geçince Yahudiler için
sıkıntılı günler de başlamış oldu. 1914'ten önce, Yahudiler ve dönmeler
"Helenizm"in kendileri için bir tehdit olduğunu yaşayarak
görmüşlerdi.
Selanik 1908 ya
da Paris 1789
"Tarihçiler
ve siyaset uzmanlarına göre İkinci Meşrutiyet dönemi, 10 Temmuz 1324 (23 Temmuz
1908)'de başlatılır. Bu saptama, bir bakıma yanlış değildir. Hukuksal açıdan da
doğrudur.
Çünkü Sultan
Hamid 1293 (1876) Kanun-i Esasi'nin yeniden yürürlüğe konacağını (ya da
koyacağını) 11 Temmuz günü yayımladığı bir irade ile resmen ilan etmiştir.
Sosyal ve
siyasal gelişmeleri izleyen incelemelerin yazarları, bu tarihi 1889'da gerilere
götürebilir. Onlar da haklıdır. Bu kadar uzağın ayrıntılarına girmeyeceğiz.
Reval Buluşması
(10 Haziran 1908), Rumeli'deki ihtilalcilerin yüzlerini değiştirmiştir. 10
Haziran'la 10 Temmuz (23 Temmuz 1908) arasındaki bir buçuk ay içinde çok şeyler
olmuştur. Ve bir 'devir' bıçakla kesilir gibi, kendinden önceki 'devir'den
kopmuştur. 10 Temmuzdan önce, başhafiye Fehim Paşa gibi konuşuluyordu. 10
Temmuzda herkes sanki birer Namık Kemal'dir.
O gün
Manastır'da bazı eylemler olmuştur. Mekteb-i Harbiye Ders Nazırı Vehip Bey
(sonra Paşa) ünlü söylevini vermiştir. Aynı akşam şehir parkında üç yüz kadar
subay askerî bandoya zorla Fransız millî marşı Marseyez'i çaldırmışlardır.
Manastır valisi istifa zorunda bırakılmıştır. Subaylar, Yıldız'dan ayrı olarak
'Hürriyeti ilan etmişler', 'heykel-i istibdadı' yıkmışlardır.
O gün
Selanik'te de çılgınlığa varan bayram gösterileri, tüm kenti kaplamıştır. Her köşe
başında, her kahvede 'hatipler' vardır. Türkçe, İspanyolca, Fransızca ve Rumca
söylevler vermektedirler. Polis memurları, hiçbir şeye karışmayan dinleyiciler
arasındadırlar. Duvarlara yapıştırılmış bildirilerin başında, elleri
tabancalarının kabzasında, 'fedailer' nöbet tutmaktadır. Bildirileri
meraklılara yorumlamaktadırlar. 1789'un fikirleri sanki her yerden
fışkırmaktadır.
Lokantalar
bedava yemek vermektedirler. Olimpos Meydanı'na çıkan sokaklar hıncahınç
doludur. Gece yarısı, çılgınlık son haddine varmıştır. Hüseyin Hilmi Paşa,
Abdülhamid'in İradesini halka bildirdiği zaman, padişah kulları çoktan vatandaş
olmuşlardı. Bildiri Marseyez nağmelerinin verdiği çoşku ile dinleniyordu.
Düşmanlar kardeş olmuşlardı... Henüz 1789'daydılar. Avrupa'yı baştan başa
sarmış olan 1848 ihtilalleri sanki yapılmamıştı."
Tarık Zafer Tunaya,
Şehirde, siyonizm sorunu da bu salınımlara göre şekillenir. Selanik
Yahudilerinden siyonist örgütlere hiçbir başvuru olmamasına karşılık
Yunanistan'dan ilgi büyüktür. "Siyonist arşivleri, 1912 aralığında Yunan
işgalinden önce, Selanik Yahudilerinden Siyonist Teşkilatı'na hiçbir başvuru
bulunmadığını gösteriyor. Buna karşılık Yunanistan'daki Yahudilerin 1903'ten
itibaren başvuruları görülüyor. Açıkçası Yunan baskısı yüzünden hep şikâyetçi
olmuşlardır. Nitekim Yunan işgalinin birinci ayı dolmadan Siyonist Merkezi'ne
Selanik'ten 6 yardım başvurusu yapılmıştır. Bir belgeye göre de 1914'den önce
kentte ancak birkaç siyonist varken, ondan sonra 'Örgüte dâhil olmasa da
siyonistliği kabul etmeyen tek bir aile kalmamıştı.' Bunun sebebi çok açıktır.
Türk yönetimi kaldıkça yerlerini kaybetmekten korkuları olmayan Yahudiler,
başka çözümlere iltifat etmiyorlardı."[58]
Bir Yahudi kaynağı da, 1908 hareketinin yankılarını şöyle veriyor:
"İmparatorluktaki Yahudi cemaatleri Jön Türk Devrimi'ni sevinçle
karşıladılar; artık Yahudilere kamu hayatının her alanında yeni imkânlar
doğacağı yolunda büyük bir beklenti oluştu. Türkçe öğrenime büyük bir talep
oldu. Okullarındaki Türkçe ders saati sayısını arttıran Alliance da devrimin
Türkiye Yahudilerinin geleceği için büyük umutlar vadettiğini düşünüyor ve
gelmiş olan hürriyet devrine Yahudileri hazırlıklı kıldığı için kendisine pay çıkarıyordu."
diyor.[59] Yani Alliance,
1908 devriminin fikirlerini kendisine yakın buluyor; hatta "Türk
Devrimi'nin onların düşüncelerini muzaffer kıldığını" düşünüyordu.
Aynı kaynak, Yahudi cemaatini heyecanlandıran ve öncü bir kuruluş
olan Alliance İsrailit'in kendisini devrimle özdeşleştirmesine neden olan somut
olayları da şöyle sıralıyor: "Yahudi cemaatlerinin çoğu artık A.I.U.
(Yahudi Alyans Okulları) okullarından yetişmiş kişilerce idare edilmekteydi.
Yeni Osmanlı Mebuslar Meclisindeki dört Yahudiden üçü (Karaso, Feraci ve
Mesliah) A.I.U. okullarından mezun olmuş insanlardı. Buna ek olarak, bazı Türk
devlet görevlileri de (şair ve filozof Rıza Tevfik Bey gibi) A.I.U. okullarında
öğrenim görmüşlerdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en önemli liderlerinden
biri olan Talat Paşa, Edirne'deki Alliance okullarında Türkçe okutmuş ve okul
müdürünün kızından da Fransızca dersleri almıştı. Örgüt, şimdi yüksek
mevkilerde dostlara sahipti."[60]
Bu dostların sayısının ne kadar olduğu bugün de bilinmemektedir.
Yahudi tarihçi Lewis, bu konudaki bir söylentiye dikkat çeker: "İttihat ve
Terakki Komitesi hakkında ana gerçek, onun esas itibarıyla Türk ve Müslüman
olmayan karekteridir. Ta başlangıcından beri onun gerçek liderleri arasında saf
Türk kanı taşıyan bir kişi zor bulunur. Enver bir Polonyalı dönmenin oğludur.
Cavit, Yahudi dönmelerindendir. Karaso, Selanikli bir Sephardim Yahudisidir.
Talat, Müslüman olmuş bir Bulgar çingenesidir..."[61] Lewis, Enver Paşa hakkındaki iddianının onun Enver Celaleddin Paşa
ile karıştırılmasından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Karışıklık mı değil
mi tartışması bir yana, bu düzeltmenin de bizim için bir düzeltme getirdiğini
belirtelim. Yani, Türkçülüğün esin perileri arasında bulunan ve "Leh
asilzadesi" olduğu iddia edilen Celaleddin Paşa da bir Polonya
Yahudisidir.
1908 ile 1920 aralığı artık Osmanlı İmparatorluğu'nun Yahudi
sakinlerinin doğrudan iktidara yakınlaştığı, zaman zaman onu elinde tuttuğu ve
bir yurt özlemi ile ilgili yeni fikirlerin yeşerdiği bir dönemdir. Bu
özgürleşmenin Yahudiler arasında nasıl bir siyasal kaynaşma yarattığını ise
ilerleyen satırlarda buluyoruz. "Selanik ve özellikle İstanbul'daki
Yahudiler arasında baş gösteren önemli bir siyasal ideoloji siyonizm oldu; bir
süre sonra iyice palazlanan bu akım, A.I.U. kurumlarının varlığını tehdit
etmeye başladı."[62] Yani siyonizm o kadar yaygınlaşıyor ki bir Yahudi eğitim örgütü
olan Alyans'ın varlığını bile tehdit etmeye başlamıştır. Türklerin "millî
uyanışı" asıl Yahudilerin uyanışını sağlamış görünmektedir. Şöyle devam
ediyor: "...Siyonizm İstanbul'da ancak 1908'den sonra önemli bir mesele
hüviyetini kazandı. Dünya Siyonist Örgütü içindeki belli başlı akımlar,
Herzl'in Filistin'in akıbetini Osmanlı sultanıyla görüşmesi örneğinde olduğu
gibi, öteden beri kendilerine Filistin'in kapılarını açacak anahtarın İstanbul'da
olduğuna inanmaktaydı. Ne var ki, II. Abdülhamid'in istibdat rejiminde bu
konuda somut bir başarı elde edilememişti. 1908 devrimiyle durum değişti."
Özeti şudur: "Böylece İstanbul, siyonist faaliyetlerin ana merkezi
oldu..."[63]
Bu arada siyonistlerin Le Jeune Turc adında bir Fransızca gazete
çıkarmaya başladıklarına da değinelim. Bu simge olaylar üzerinde hiç
düşünülmemiş olması şaşırtıcıdır. "Jön Türkler" belli ki başka bir
"etnisite"yi işaret etmektedir. Konuyla ilgili kaynaklardan
saptayabildiklerimizi burada analım. Yeni Asır'ı çıkaran Fazlı Necip, Avdeti
kimliği ile İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli faaliyetleri içindeydi.
Örgütün önderleri de ilginç biyografilere sahipti. Talat, Alyans mektebinde
okudu ve orada öğretmenlik yaptı. Selanik'te de en önemli ortağı Karaso'ydu.
Örgüt ile masonluk arasındaki ilişkiyi kuranın da bu ikili olduğu biliniyor.
Meşrutiyet'in ilanı ve Abdülhamid'in indirilmesini destekledikleri
de açıktır. "25 Temmuz günü İstanbul'da -hepsi de Selanikli olan- ünlü
İstanbul tüccarlarından Mehmet Balcı ve kardeşleri, Ali Kibar, İpekçi Kani,
Şamlı Mustafa ve oğulları, Selanik Bonmarşesi sahiplerinin büyük çaplı bir
sokak gösterisi düzenlettirdikleri görülüyor."[64] Abdülhamid'in indirilmesiyle iktidarın İttihat ve Terakki'ye
geçmesinin hem Osmanlı içindeki pozisyonlarını iyileştireceği ve hem de
siyonist olanları açısından Filistin ile ilgili beklentilerinin önünün
açılacağı düşünülmüş olmalıdır.
Sonuç itibarıyla 1908 hareketi basit bir iktidar mücadelesi
değildir: "Hareket, yalnızca bir subay ve aydın hareketi olarak
kalmamakta, ekonomik hayatta paşalar ile Rum ve Ermeni zenginlerinin kurdukları
tekeli yıkmaya azimli bir ticaret burjuvazisi tarafından desteklenerek, bir
toplumsal temele oturmaktaydı."[65] Abdülhamid, her açıdan böyle sıkıntılı bir kavşakta duruyordu.
Kaderini de büyük ölçüde bu çatışmalar belirledi. "Yaşamı boyunca 'Kızıl
Sultan', 'Pinti Hamid' ve koyu bir müstebit olarak tanıtılmasında İttihat ve
Terakki'nin büyük bir rolü olmuştur. Fakat ölüm haberi Mebusan Meclisinde çok
saygılı bir dille belirtilmiş, ayakta dinlenmiş ve 11 Şubat celsesi tatil
edilmiştir."[66]
Öte yandan, böyle gürültülü bir mücadelenin arkasında hiçbir iz
bırakmaması mümkün değildi. İttihat ve Terakki için ileri sürülmüş olan mason
ve siyonist yakıştırmasının, Osmanlı içinde çok tartışılmış olduğu anlaşılıyor.
Örneğin Miralay Sadık, İttihat ve Terakki Kongresi'nde şunları söylüyor:
"Biz ihtilal ve inkılâp yaptık. Ümmeti ve milleti büsbütün sukut -ı ahlaka
sevk etmek için değil. Biz Sultan Hamid'i hallettik, bunun yerine birkaç
türedinin sivrilmesi, halkın yeni baştan bu sivrilen türedilere esir olması
için değil... Bugün siyonistler nazarında Osmanlı Devleti, o devletin tam
olarak çökmesi, hiç değilse Kudüs'ün ve Filistin'in bizden kopartılması matma-ı
nazar olmuştur. Orada bir Yahudi devleti kurmak istiyorlar ve Kudüs'ün
kendilerine, arz-ı mavut olduğuna inanıyorlar."[67] Bu tartışmalar içinde siyonist olmakla suçlananlar arsında Talat
Paşa ve Maliyeci Cavit vardır. Maliyeci Cavit, Cumhuriyet'in kurulmasından
sonra "İzmir Suikastı" davası nedeniyle İstiklal Mahkemesi kararıyla
asılmıştır. İttihat ve Terakki'nin mason ve siyonist olduğu yönündeki tezler
Avrupalılar tarafından da yoğun olarak tartışılmıştır.[68] Konunun ne kadar "meşru" görüldüğüne örnek ise Filozof
Rıza Tevfik'in Meşrutiyet'in ilk aylarında siyonist olduğunu ilan etmesidir.[69] Karaso ise
sade bir Yahudi değildir. Yetkin, onun da Abdülhamid'ten Filistin'de bir Musevi
yurdu talep etmeye giden siyonist heyetine dâhil olduğunu haber vermektedir.[70]
Şair Eşref, tabloyu şöyle çizmektedir:
Avdetiler ile hükümetimiz
Benzedi devleti Yahuda'ya
Bab -ı Fetva'yı da çiftlik edip
Verdiler en nihayet Musa'ya
YAHUDİ VE RUM SAVAŞI
1912'de merkez Selanik, Yunanistan'ın kontrolüne geçince 1914 için
de şartlar hazırlanmış oldu. Ermeni ve Rumlardan topyekûn kurtulmanın vakti
gelmişti.
Bu yıllarda eski korkuların ve eski düşmanlıkların da hatırlanmaya
başlandığını öğreniyoruz. Örneğin, Yahudi cemaatinin geçmişte Rumlarla yaşadığı
"kan uyuşmazlığı" endişeleri yeniden baş göstermiştir.
"Geçmişten beri ekonomik hayatta Yahudilerin rakibi olmuş Rumların sahip
olduğu antisemitik duygular bir kaygı oluşturmaktaydı. XIX. yüzyılın ikinci
yarısı boyunca Yakın Doğu'daki Yahudi cemaatlerine yönelik kan iftirası
suçlamaları Rum cemaatlerinden çıkmıştı. Selanik'in 1912 yılında Yunanlıların
eline geçmesinden sonra buradaki Yahudi cemaatinin yaşadığı endişelerin aynısı,
şimdi İzmir'de ve Küçük Asya'nın diğer küçük yerleşim merkezlerinde
yaşanmaktaydı."[71] Artık savaş bitmiştir ve Osmanlı, yenilenlerin tarafındadır.
Anadolu'daki Yunan askerî güçleri ile mücadele sırasında batıdaki
kentlerde bulunan Yahudiler kaçıp İzmir'e toplanmışlardır. Aydın, Turgutlu,
Manisa ve Urla'daki Alyans okullarının tahrip edilmiş olması ise Yunan güçleri
ile Yahudi cemaati arasındaki savaşın habercisidir. Ancak İzmir'deki Alyans
okulları, buradaki büyük yangından "mucize eseri" kurtulmuşlardır ve
bunu da bir haber saymamız gerekiyor. Bilge Umar, İzmir'de Yunanlıların Son
Günleri adlı eserinde büyük yangının Yunan kuvvetlerinin İzmir'den
çekilmesinden beş gün sonra çıktığını haber vermektedir.[72] Yanan evler ise Rumların ve içindekilerle birlikte Ermenilerin
evleridir. Umar, Falih Rıfkı Atay'dan şunları aktarıyor: "Gâvur İzmir
karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar,
o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçılar mı idi? Bu işte
Nurettin Paşa'nın hayli marifeti olduğunu söyleyenler çoktu... İzmir'i niçin
yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan
kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi'nde Ermeniler tehcir
olunduğu vakit Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve
semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık..."[73]
İzmir'de Rum ve Ermenilerin evleri yanarken, yangının Selanik'e
sıçramış olduğunu bir başka kaynaktan öğreniyoruz. 1917'de Selanik'teki Yahudi
mahalleleri de yanmaktadır[74] ve biz ne yazık ki Yunanlıların ve Ermenilerin kendi kendilerini
yaktıklarına; Yahudilerin yanan, yıkılan ev ve okullarının ise Türklere ait
olduklarına inanıyoruz.
Bir de İttihatçıların yürürlüğe koyduğu "Millî İktisat"
politikası var. Ekonominin bir tür "millileştirilmesini" içeren bu
politikanın da adresi bizi aynı yere götürüyor. Avcıoğlu "Millî Kurtuluş
Tarihi" adlı çalışmasında millî iktisat politikasından en çok yararlanan
unsurun Selanikli Yahudi tüccarlar olduğunu belirtiyor.[75] Bu politika, Girit ile ilgili gösteriler ve Yunan mallarına
boykotla gelişir.
Selanik ve İzmir'de boykot komiteleri kurulmuş, Genç Türkler, bütün
imparatorlukta Rum malı ve Rum tüccarı avına çıkmıştır. Bu arada İzmir ve
Selanik'te Yahudiler Rumların yerini almak için çabalamaktadır. "İzmir'de
camilerde hocalar, boykot vaazları vermişlerdir. Rum dükkânları, boyalarla
işaretlenmiştir. Rum gazeteleri taşıyanlar, coplarla kovalanmışlardır... Savaş
her biçimi almaktadır: Bu bir yok etme savaşıdır. Rum ticaretinin yıkıntıları
üzerinde, Selanikli Yahudilerin kurduğu yeni Ticaret Şirketi ve Triyeste Lloyd
parlak işler yapmaktadırlar."[76]
Avcıoğlu, ABD elçisinin boykot izlenimlerini şöyle anlatıyor:
"Bütün Hristiyanlara karşı, yalnız Küçük Asya'da değil; İstanbul'da da
resmî bir boykota girişildi. Türklerle, Hristiyanlardan daima daha iyi
ilişkiler sürdüren Yahudiler, boykotun dışında kaldı. Resmî kişiler, dükkân
kapılarına milliyetini ve işini yazmalarını Yahudilerden özellikle istediler.
Yahudiler, 'Avram, Yahudi, terzi', 'İzak, Yahudi, ayakkabıcı' gibi yazılar
koydular. Bu boykotu, Türkiye'nin tepetaklak millî düzeninin belirtisi saydım.
Zira bir millet, kendi uyruklarına karşı ticari boykota girişiyordu."[77] Bu ekonomik
kuşatmanın yanı sıra Teşkilat-ı Mahsusa da Rumları kaçırmak için faaliyettedir.
Rum köyleri basılmakta, insanları öldürülmekte, yakılıp yağmalanmaktadır.
Rumlar panik içinde arkalarında bin yıllık yurtlarını bırakarak kaçışmaktadır.
Avcıoğlu, bir Fransız tarihçiye atfen şunları aktarmaktadır:
"Demek oluyor ki, Türk milliyetçiliğinin gerisinde Yunan ticaretini, Yunan
milliyetini ve Doğu'daki bütün eski sorumluları yok etmeye kararlı Yahudiler,
Almanya ve Avusturya vardır. Bu bir yağma savaşıdır. Türkler, bu işte
Almanların öncüleridir. Almanya, Rusları kuzeye, İngiltere'yi güneye
itmektedir. Yerini alabilmesi için, Almanya'nın Helenizmi boğması
gereklidir."[78]
1918 DEVRİMİ
2 Kasım 1918 gecesi Talat, Enver ve Cemal paşaların eşliğinde, vali
ve polis müdürü Bedri, Azmi, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım ile Dr. Rüsuhi Bey
bir Alman torpidosuna binerek Karadeniz'e açılmışlardır. Sivastopol'a çıkan
yolcular, geride Enver'i bırakarak Berlin'e doğru harekete geçmişlerdir. Çoğu
için bu yolculuğun geri dönüşü yoktur. Çünkü artık kaderleri ile baş başadırlar
ve Ermeniler, öldürmek üzere her birinin peşindedir.
2 Kasım gecesinden sonra gelişen olaylar ise tıpkı 1908'de
Selanik'te yaşananlar gibi bir "devrim" görüntüsü vermektedir.
İttihatçıların kaçışı ile İzzet Paşa Kabinesi devrilmiştir. İlk olarak firari
paşaların mal ve paralarına el konulmuş, tehcir suçlarıyla ilgili yargılama
süreci başlatılmıştır. Genel af kampanyası çıkarılmış, İttihat ve
Terakkicilerin kurduğu şirketlere ve Millî Kalkınma Bankası'na el konulmuştur.
İttihatçı mebuslardan Fevzi ve Zülfü beyler tutuklanmıştır. Dr. Raşit Bey
hapishaneden kaçmış, daha sonra intihar etmiştir. İttihatçı liderler grubu
tutuklanmış, divanıharpte yargılama Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in duruşması
ile başlamıştır.
İttihat ve Terakki'nin parasına, taşınır taşınmaz mallarına el
konulmuştur. İT'nin ülke dışına kaçan muhalifleri dönmeye başlamış, Boğazlıyan
Kaymakamı Kemal Bey idam edilmiştir. İngilizlere yapılan başvuru üzerine 66
İttihatçı sürgüne gönderilmiştir. Tehcir edilenlerden şikâyetçi olanların
ihbarlarının beklendiği ilan edilmiştir. Meşrutiyet'in ilanından sonra sürgüne
gönderilmiş olan memurların durumu düzeltilmiş, ölen kişilerin ailelerine maaş
bağlanmıştır.
Tunaya, divanıharplerce idama mahkûm edilen İttihatçıları şöyle
sıralıyor: Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey; Talat, Enver ve Cemal paşalar, Dr.
Nazım Bey, Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, Kara Vasıf Bey, eski Washington
Sefiri Alfred Rüstem Bey, Dr. Adnan Bey ve Halide Edip Hanım, Kavaklı Fevzi
(Çakmak) Paşa, Katib-i Mesul Cemal Oğuz Bey ve arkadaşları; Selahattin,
Fahrettin Yusuf İzzet ve İsmail Fazıl paşalar, Miralay İzmirli İsmet (İnönü),
Miralay Bekir Sami, Celalettin Arif, Cami, Hamdullah Suphi, Hakkı Behiç, Dr.
Rıza Nur, Yusuf Kemal beyler, Erzurumlu Mehmet Necati Bey, Dr. Bahattin Şakir
Bey, Cemal Azmi ve Nail beyler.[79] İttihat ve Terakki'nin önde gelenleri kaçmıştır, ama kısa
aralıklarla Ermeniler tarafından öldürüleceklerdir. Osmanlı içindeki azınlık
burjuva sınıflarının iç çatışmaları İttihat ve Terakki açısından bu biçimde
sona erecektir.
Yatırım Almanlara yapılmış; ancak Almanlar kaybetmiştir. Öte
yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya'nın yanında savaşa katılması ile
İngiltere'nin, siyonistlerin ilgilendiği bölgeye ilgisi artmıştır. Fransa,
Süveyş Kanalı etrafında yerleşmektedir ve İngiltere, Fransız kontrolü altındaki
Suriye ile bu bölge arasında bir "tampon bölge" oluşturma planı
yapmaktadır. Bunun en iyi yolu ise Yahudilerin bölgedeki etkinliğinin
artmasından geçmektedir. Bir yandan Haşimi Şerif Hüseyin'e Osmanlılara karşı
ayaklanması karşılığında krallık vaadinde bulunulurken, öte yandan
siyonistlerin önü açılmıştır. 1917 yılında Balfour Bildirisi ile Yahudilerin
Filistin'de bir yurt kurma hakkını tanımıştır. Bildiri, Balfour tarafından,
Lionel Walter Rotschild'e özel bir mektupla bildirmişti.[80] Yahudiler için Alman cephesinin ötesine geçip İngilizlerin safına
katılmak hiç de zor değildir. Almancıların devri kapanmıştır, gün artık
İngilizcilerin günüdür.
Filistin'de, Osmanlı dönemi bittiğinde artık bir siyonizm sorunu
vardı. Bütün bölgede siyonist koloniler kurulmuş, İngiliz ve Fransız
emperyalizmi için bölgede yeni bir ileri karakol oluşmuştu. İngilizler,
Filistin'de kuracakları bir siyonist devlet aracılığıyla Süveyş Kanalı üzerinde
kontrol kurmak için harekete geçmişti.
Sonra Amerikalılar geldi ve İngilizleri bölgeden çıkardı. Artık
ABD'nin kontrolünde olan Birleşmiş Milletler, 1947'de toprağın yüzde 5.7'sini
elinde bulunduran siyonistlere ülkenin yüzde 57'sini öneriyordu.
İZMİR HESAPLAŞMASI
Artık, İttihat ve Terakki içinde adı "Almancı"ya
çıkmışlar; işsiz, dağınık ve ürkek bir vaziyettedir. İmparatorluk devri
kapanmış ve yerine Kemalist bir Cumhuriyet inşa edilmiştir. İttihatçılık gözden
düşmüş, gereksiz ve tehlikeli sayılır olmuştur. Geride kalanlar ne
yapacaklarını bilmez bir halde serseri mayın gibi dolaşmaktadır.
Gerçekten bir suikast planı var mıydı? Bunun hiç önemi bulunmuyor.
1926 yılında açık hesapların bir şekilde kapatılma vaktinin geldiği bellidir.
İzmir Suikastı, Motorcu Giritli Şevki'nin İzmir valisine koşup,
İttihatçıları ihbar etmesiyle ortaya çıkmıştır. 17 Haziran 1926'da İzmir Valisi
Kazım Paşa'ya "suikast" hazırlığını anlatan Giritli Şevki'nin bir gün
önce Karşıyaka'da "İdris'in Bahçesi"nde Mustafa Kemal'i öldürmek için
yemin edenler arasında olduğunu öğreniyoruz.
Bu yeminli ispiyoncunun suikast var diye valiye koşmasının
ardından; önce ortalıkta dolaşan İttihatçılar, sonra yeni iktidara yan bakanlar
toplanıp, İstiklal Mahkemeleri'nin önüne çıkarılmışlardır. Suikastçıların çoğu,
odalarında uyurken yakalanmıştır. Polis tutanaklarının, çoğunun silahlı ve
bombalı olduğunu ileri sürmesine karşın, en ufak bir direniş gösterilmemiş;
polis, suikastçıları eliyle koymuş gibi bulmuştur. Bir tek Kara Kemal'in
saklandığı yerde, yakalanacağını anlayınca "intihar ettiği" rapor
edilmiştir.
En büyük av ise kuşkusuz, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en etkili
isimlerinden Avdeti Maliyeci Cavit'tir. Mahkeme gaddar, avukatların
"savunma oyunlarına" prim vermeyecek kadar uyanıktır. Sonuca çok
çabuk ulaşılır, suikast suçu sabittir. Cavit, İzmir'den Ankara'ya taşınır ve
mahkemesi orada görülür.
İdam kararı çıkmıştır; ancak iki gün sonra "Zafer
Bayramı" vardır. Yeni Ceza Kanunu'na göre resmî bayram günlerinde idam
hükümleri infaz edilmemektedir. İdam bu yüzden bayram öncesine yetiştirilir.
Gerisi şöyle:
"Cavit Bey hücresinden alınarak, hapishane müdürünün odasına
götürülmüştü. Odada müdür ile İstiklal Mahkemesi müddeiumumî müşaviri, jandarma
kumandanı ve bir imam vardı. Müşavir Bey, Cavid Bey'e yaklaşarak, hükmün
hülasasını ağır ağır okurken, Cavid Bey sarardıkça sararıyor, titriyor,
gözlerini yumuyordu.
İdam kelimesini işitince sarsıldı:
-Yaaaa?.. Demek, böyle?.. Yazıklar olsun!.. diyebildi.
İmamın dinî telkinlerini sessizce dinleyip, dediklerini yaparak,
sırtına geçirilen beyaz gömleği görmemek ister gibi başını kaldırıp, gözlerini
duvara dikti ve açılan kapıdan, her zamanki gibi sert adımlarla çıktı.
Dışarıda, hapishanenin önüne dizilmiş sehpalara kadar yaklaşmak
istercesine kaynaşan kalabalığı güç halle zapteden süngülü jandarmaların
açabildikleri sahada bir lahza duraklayarak, koluna girenleri terk eden Cavit
Bey, götürüldüğü hapishanenin Yenişehir'e nazır cephesinin solundaki sehpaya
yaklaştığı vakit, inanılmayacak derecede sükûn bulmuş, telaşsız ve metin
görünüyordu.
Kendisine yaklaşıp da son bir dileği olup olmadığını soran memurun,
hüviyetini merak edip, adli tabip olduğunu anlayınca son derece yumuşak bir
sesle:
-Sizden bir ricam var Doktor Bey!... Hüseyin Cahit Bey buradadır.
Lütfen kendisini görünüz. Selamımı söyleyiniz. Çocuklarımın ve refikamın
gözlerinden öpsün... Gazi Paşa hazretlerine de selam ve hürmetlerimi
söyleyin!... Heyeti hakimeye veda edemedim.... Allah'a ısmarladık!
Dedikten sonra, sehpanın altındaki masanın üstüne çıkmış,
sandalyenin önünde durmuş ve birdenbire sesini yükselterek:
-Allah'ın laneti zalimin üstündedir. Zulümdür bu zulüm!... diye
bağırmış..."[81]
Maliyeci Cavit'in idamı, Osmanlı'nın son döneminde kurulan karmaşık
ilişkilerin bir dönüm noktasıdır.
BİR TÜRKÇÜ: MUNİS TEKİNALP
1883 doğumlu Munis Tekinalp (Moiz Kohen) Aliyans okulu mezunu
İttihatçılardan biriydi. 1906 yılında onu Selanik'te Yeni Asır gazetesinde
yazar olarak görüyoruz. Türkçülük akımının en önemli isimlerinden biriydi. Ziya
Gökalp'in müridiydi. Türk Yurdu, Türk Derneği, Yeni Mecmua gibi yayınlarda
Türkçülük üzerine yazılar yazdı. Birçok Türkçü derneğin kurucusu ve
yöneticisiydi. 1928 yılında "Türkçülük" ile ilgili bir yayınına "Evamiri
eşare" (on emir) adını uygun bulmuştu. Tekinalp gerçekte bir hahamdı;
ancak hiç hahamlık yapmamıştı. Selanik'te mason örgütlerinin içindeydi.
1909 aralık ayında Hamburg'da yapılan "Dünya Siyonist
Kongresi"ne Selanik delegesi olarak katılmıştı. Ancak kongrede "Filistin'de
bir Yahudi yurdu kurma" fikrine karşı çıktığı, bunun için Osmanlı
topraklarının daha uygun olduğu fikrini desteklediği belirtiliyor. 1908'den
hemen önce İttihat ve Terakki'nin içindeydi.
Cumhuriyet'in kurulmasından sonra onu sıkı bir Kemalist olarak
görüyoruz. Kemalizm ideolojisini tanıtan yazı ve kitaplarına, CHP'nin sıkı
militanlığını eklemişti. Ancak 1942 yılında konulan Varlık Vergisi
uygulamasının kurbanlarından biri olmaktan kurtulamamıştı. Türkiye Cumhuriyeti
yöneticileri, bütün bunlara rağmen onu Yahudi kabul etmiş ve bu durumuna uygun
bir vergi kesmişti.
1945'de onu İstanbul Belediyesi meclis üyesi olarak görüyoruz. 1954
ve 1957 seçimlerinde CHP milletvekili adayıydı; ancak kazanamamıştı. O yıllarda
İstanbul Tüccar Derneği'nin genel sekreteriydi. Tekinalp, Türk Dil Kurumu
üyeliğine de seçilebilmişti. Tütün ihracatı ile de uğraşıyordu. 1956'da Dış
İşleri Bakanlığı'na başvurarak Nice kentine fahri başkonsolos olarak atanmayı
istemişti. Bu isteği kabul görmedi. Tekinalp, 1961 yılında Nice'de öldü ve
oradaki Yahudi mezarlığına gömüldü.
Görünüşte ömrü "Türkleştirme" çabası ile geçmişti, ama
öldüğünde kendisini bile Türkleştirememişti.[82]
OSMANLI MECLİSİ MEBUSAN'INDA SİYONİZM TARTIŞMASI: SİYONİST PROJEYİ
OSMANLI'YI SOYARAK FİNANSE ETTİLER
"Bu konuyu ilk kez kürsüye getiren, Gümülcine Mebusu İsmail
Hakkı Bey oldu. İsmail Hakkı Bey, ikinci Meclisi Mebusanda İttihat ve Terakki
Fırkası'ndan üye seçilmiş fakat muhalefet kanadını oluşturarak gidişe karşı
çıkmış ve daha sonra da Ahali Fırkası'nı kurmuştu (21 Şubat 1910). İttihat ve
Terakki Fırkası'nda Meclis içinde ilk kopma Ahali Fırkası ile başlar. Tutarlı
eleştirileriyle ilgi çeken Karasi mebusu Vasfi Efendi ve Tokat mebusu Mustafa
Sabri Efendi Ahali Fırkası'nın Meclisteki gücüne katkıda bulunmuşlardı. Fırka
programında, Ayan Meclisi üyelerinin belli bir bölümünün ulusça seçilmesini
öngören madde ilgi çekicidir. Tümünün padişah tarafından atanmasına bir karşı
çıkmaydı bu...
O gün 48. birleşimde Ahali Fırkası'nın başkanı İsmail Hakkı Bey,
önemli bir konuya değinmekte, şunları söylemekteydi:
İsmail Bey (Gümülcine) – Berlin'de kurulan cemiyetin kararlarından
bazı maddeleri arz edersem, amaçları tam anlaşılmış olacak ve sorun da artık
açıklanmaktan kurtulacaktır. 'Osmanlı Devleti yönetiminde, Meşrutiyet'in şanlı
biçimde oluşmasından beri Meclisi Mebusanın sayın üyelerinden bazılarıyla, Genç
Türk'ler ve onların düşün alanı olan dergiler, ortak görüş ve düşünceleri
belirtmişlerdir.' {Gürültü} Asıl, aşağıda Musevilerin Filistin toprağında
yerleşmesine arka çıkanlar hakkında birtakım düşünceler var. Başka bir maddede
cemiyetin başkan ve üyeleri arasında, ülkemizde yüksek makamları işgal etmekte
bulunan bazı kişilerin var olduğu yazılıdır ve bu layihanın diğer bir
maddesinde...
Başbakan Hakkı Paşa – Bu yüksek makamı bizde mi işgal ediyorlar?
İsmail Bey – Evet, öyle diyor.
Talat Bey (Edirne) – İzin veriniz efendim. Bu sorunu anlatacağım.
İsmail Bey bundan bir mistere, bir sır gibi söz ediyor. Oysa bu kararları
aldıktan sonra buraya bir adam göndermişler ve hükümete başvurarak Osmanlı
ülkesinde Yahudi yerleşimi için izin almak istemişler. Bendeniz o adamla, yani
cemiyetin sekreteri ile görüştüm. Tekliflerinin hükümetçe kesinlikle kabul
edilmeyeceğini söyledim. Ve bu adam Cavit Bey'den randevu istedi. Cavit Bey
kendisiyle görüşmeyi kabul etmeyeceğini söyledi ve görüşmedi.
Lütfi Fikri Bey (Dersim) – Görüşmesinde bir engel vardır.
Talat Bey (Edirne) – Her şeyden bir anlam çıkarıyorsunuz. Fakat
namus sorunudur. Herkesin namusuyla oynamayın. (Talat Paşa, Lütfi Bey'in, Cavit
Bey için 'dönme' imasında bulunmasına yanıt veriyor.)
İsmail Bey (Gümülcine) – Cemiyetin kararlarının bir maddesinde
diyor ki: 'Türklerin girişimimize en uygun görünen yeri Şattülarab, Suriye,
Filistin. Musevi nüfusunu uygun biçimde genişletip yoğunlaştırmak tezi bize son
derece önemli görünüyor. Osmanlı Devleti Musevi göçmenlere kapılarını açık
bulundurduğunda, yüksek makamları işgal etmekte bulunan mezhepdaşlarımız bütün
etkinliklerini Osmanlı hükümetinin politik ve ekonomik gelişmesi için
kullanacaktır. Böylece yüce devlete güvenli ve etkili ortaklık yolu
açılacaktır. Kuşkusuz, bu ortaklığı oluşturacak Osmanlı devlet adamları
ilahiri...'
Başbakan – Rical-i Osmani'den aşağısını da okuyunuz. Bir şey var
gibi.
İsmail Bey – Rical-i Osmani de yararlanacaktır diyor.
Başbakan – Yani para kazanacaklar.
İsmail Bey – Hayır, o demek değil. Yörenin imarından söz edilmek
isteniyor. Çünkü Irak'ı geliştirecekler, imar edecekler. Irak'tan aşar
vergisince yararlanacaklar demek istiyor.
Başbakan – Yani ülke değil, rical-i Osmanî yararlanacak.
İsmail Bey – Bunların amacı bu. Bunlar fettan adamlar ve de akçeli
adamlar oldukları için, başka biçimde Osmanlı hükümetini güç duruma düşürüp
kendilerine sığınmaya zorunlu bırakıp, amaçlarını desteklemek istemişler. Fakat
bugün o amaç desteklenmemiştir. Fakat koydukları, vaaz ettikleri parmak
etkisini göstermektedir. Bunun için ben de burada söz konusu etmeyi gerekli
gördüm ve bu gibi sorunlarda uyanık durmak gereğini arz etmek istedim.
Rıza Tevfik Bey – Cavit Bey'i aldatamazlar. Cavit Bey hiç böyle
şeylere inanır mı?
İsmail Bey {devamla}- Osmanlı ülkesinde bunların kökleşmesi,
kurumlaşması ilk kez ne ile başladı? Denilebilir ki aynı mesleğe yararlı olan
Sir Ernst Cassel tarafından başlatıldı ve Millî Banka tarafından başlatıldı.
{Kişiye ait söz istemez sesleri.}
Başbakan – Söyleyin, söyleyin.
İsmail Bey (Gümülcine) – Söylerim, ben söylerim. Bu banka, onların
sermayesi ile kuruldu ve adına Millî Banka[83] denildi. Elbette bu Millî Banka, burada güçlenecek, varlıklanacak
ve ülkemizde birçok mali sorunları eline alacak, çalışacak, kazanacak ve
Osmanlı maliyesinde önemli bir yeri edinecek, Talat Bey tarafından reddedildiği
söylenen amaca ulaşmak için el altından çalışacak... Osmanlı ülkesinde maliye
sorunlarını ve mali kuruluşları, imarı, şirketleri vesaireyi avuçlarının içine
alarak bu yolda isteklerine ulaşmak isteyenlerin en birincisi halen büyük
bayındırlık işlerinin hepsinde oy sahibi, etki sahibi, varlık sahibi olan,
Lütfi Fikri Bey'in de geçen günlerin birinde adını söylediği, Salem'dir.
Talat Bey (Edirne) – Ayıptır, o adam bu memleketin en namuslu
adamıdır.
Başkan – Bu sözlerle Salem Bey'in namusuna halel gelmez.
İsmail Bey (Gümülcine) – Ben size isim söylemeyeyim dedim, siz
istediniz.
Hamdi Efendi (Antalya) – Niye kızıyorlar, ne oluyor?
Başbakan (İbrahim Hakkı Paşa) – İzin veriniz. Şimdi İsmail
Beyefendi'nin söylediği sözler, gerçekten gayet kusursuz hayali bir roman
oluşturuyor. Bir roman ki, bundan önceki Hakan döneminde de bundan daha güzeli
yapılamazdı.
Lütfi Fikri Bey (Dersim) – Sizin tercüme ettiklerinizden iyi mi idi
Paşa Hazretleri? {Başbakanın Abdülhamid için çevirdiği polisiye romanlara
gönderme yapıyor.}
Başbakan – İyi, ondan da iyi. Yalınız İsmail Beyefendi'nin iyi niyetinde
kuşku yok. Çünkü söylerkenki çekingenliğinden anlıyorum ki bu, kendilerine
hikâye edilmiş bir romandır.
İsmail Bey (Gümülcine) - Bende bir layiha daha var.
Başbakan - İzin veriniz, size itiraz etmiyorum ki, ne cevap
veriyorsunuz? O nedenle İsmail Beyefendi'nin zihninde gerçekten bu ülkede gizli
ve zararlı büyük işler olduğunu ve birtakım kişilerin büyük roller oynadığı
gibi düşünceler oluşmuş. Yani, bu ülke, yakında bir İsrail devleti haline
girecek ya da buna benzer bir şey olacak... Öte yandan görüyorum ki, bu ülkede
namuslu tanınmış yahut yabancı olup da ülkemizde çeşitli durumda hizmet etmeye
çalışmış, ama dostluk derecesinde hizmet görmeye çalışmış adamlara da birtakım
suçlamalar yapılıyor... Birkaç siyonist budalanın, birkaç delinin, birkaç ahmağın
düşünce ve hayale kapılmasını kabul ediyormuşuz gibi, Musevi yurttaşlarımızın
bir zan ve kuşkuya kapılmamalarını sağlamak için de bu sorun açıklığa
kavuşmalıdır. Meclisi Mebusanda İsmail Bey gibi fırka başkanı bir mebusun bu
düşün ve kanıda devam etmemesi için de açıklığa kavuşması gerekir. O nedenle
kendileri tüm bildiklerini söylesinler, biz de bildiklerimizi
söyleyelim.{Alkışlar}
İsmail Bey (Gümülcine) – Zaten Başbakanın bu derece kuşkulanması
gereksizdir. Çünkü böyle bir İsrail devleti oluşması olmadığı gibi...
Gani Bey (Tokat) – Devam ediniz.
İsmail Bey ( devamla) – Gerçekten bizde böyle bir hükümet teşekkül
etmek olasılığını kabul ederiz ve bunu demin de söyledim. Fakat bunu bir roman
tarzında değil, görüntülerini belli etmiş olan bu sorunu incelemek gerekiyor.
Şimdiye dek uğradığımız belalara, hiçbir şeye vaktiyle önem vermemek, hiçbir
şeyi benimsememek yüzünden uğramadık ki? Bir şey gelir, adam bu şeyin önemi yok
deriz, hayal deriz; o hayal, bu hayal, hepsi hayal... Postdam görüşmesi de
hayal. Fakat biz inceleyelim de zarar yok, hepsi hayal olsun.
İsmail Kemal Bey (Berat) – Eski dönemde de örnekler söylenmiş ve
doğru çıkmıştı. Başbakan Paşa nasıl inkâr ediyor?
İsmail Bey (devamla) – Bu gibi kişiler burada mali meseleleri, mali
kuruluşları güdüm ve baskı altına almak ve gerektiğinde maliye uzmanlarını
başka noktalara yöneltmek ve o suretle istediklerinde başarı sağlamak için,
borç sorununu o yollara yönelttiler. Borç sorununu incelerseniz, Credite
Foncier gibi, Romanya'da ötede beride sürekli arazi alan Credite Mobilier gibi
ve Bank Dreyfus gibi bankaların var olduğunu görürsünüz. Bu siyonist yanlısı
bankalar tarafından yapılmak istenenin, öyle Başbakan'ın dediği gibi hayal
diyerek geçiştirmek değil, önemle ele alınmaya değer şeyler olduğu ortaya çıkar.
Başbakan – Avrupa'nın bazı yerlerinde Musevi ahali kötü işlem
görüyor ya da ülkenin yasaları Musevi ahaliye birtakım sanayi ve tarımı
kayıtladıkları için orada bulunan Musevi ahali göç etmeye zorunlu kalıyorlar.
Bilginiz içindedir ki Avrupa'da birtakım varlıklı Museviler vardır. Bunlar
doğal olarak onları öteye beriye yerleştirip refaha kavuşturmak istiyorlar.
Nitekim ölü Baron Hirsch, gayet çok olan varlığının bir bölümünü bu hayırlı işe
bırakmıştı. Baron Hirsch'in bu yolda büyük harcamalar yaptığı hepimizin bilgisi
içindedir. Daima bunun için birtakım kuruluşlar oluşturulmaktadır. Arjantin'de
gerek Rothschild ve gerek Baron Hirsch'in vakfına ait birçok kurum vardır. Bu
ülkede onbinlerce, yüzbinlerce Rusya'dan, Lehistan'dan, Almanya'dan göç eden
Museviler yerleşmiş ve bayındır yapılar meydana getirmişlerdir. İşte bu türden
ülkemizin de bazı yerleri, Suriye ve Filistin kıtaları göçmenlerin yerleşmesi
için bu varlıklı Musevilerin hatırına gelmiştir. Hatta vaktiyle Sultan Aziz
döneminde bir yasa önergesi hazırlanmıştı. Koşulsuz, her ülkeden göçmen kabul
edilecekti. O vakit devletin koşulsuz göçmen kabul etmesi kaydından
yararlanarak gerek Musevi, gerek birtakım Alman göçmenler Filistin ve Suriye
yörelerinde yerleştiler.
Şimdi gelelim bu sorunun borçla ilintisine. Bilmem İsmail Bey benim
vicdanıma, iyi niyetime ne dereceye kadar güven buyuruyorlar? Gerçi sözlerinden
hakkımda yüksek güvenleri olduğunu zannediyorum, bundan ötürü beni pek az
namuslu adam addediyorsa size güven veririm ki...
İsmail Bey (Gümülcine) – Tamamıyla namuslu addederim.
Başbakan (devamla) – Bu borç sorununun siyonizm ile bir ilişkisi
yoktur. Bir kez Sir Ernst Cassel'den bahsettiler. Mısır'da varlık edinmiş,
İngiltere uyruğundan bir adamdır. Bu adam sanırım ki çalışmasına bizim
ülkemizde başlamış, sonra gene bizim ülkemizde varlık edinmiştir. Bu adam
Mısır'da bir Millî Banka kurmuş. Mısır'daki Millî Banka hayli başarılarda
bulunmuş. Fakat hiç getirip de iki Museviyi yerleştirmemiş, hiç böyle şey yok.
Böyle bir şeye çaba harcamamış... Sir Ernst Cassel, Osmanlı Devleti'nin dostu
bir adam, daima hükümete sevgisini açıklamış bir adamdır. Bu adam bilmiyorum
vaktiyle Musevi mi idi? Gerçekten Sir Ernst Cassel'in Osmanlı Devleti hakkında
dostluk duyguları vardır. Biz bundan eminiz. Dostluk duyguları olması nedeniyle
bizim için değerli bir dosttur. Yani Osmanlı kavmi için bir zararı yoktur.
(...)
Rıza Salih Bey (Beyrut) – İsmail Bey'in Musevi topluluğunun (Fakat
bahsettiklerim kesinlikle yerli olanlar hakkında değildir!) Filistin toprağında
bir hükümet oluşturmak düşüncesinde olduğuna ait söyledikleri aynen gerçektir.
Biz şimdiye kadar bu düşüncenin gerçekleşmesine belge olacak pek çok rahatsız
edici önemli girişimler görüyoruz. Devletlere özgü bayrak ve aralarında
kullanılmak üzere pul çıkardılar ve para bastılar. Sikke ve bayrak için kanıt
getiremez isem de pul örneğini Şükrü Bey göstermişti. Museviler, o yörede bin
kuruş demeyin, tarlayı elli kuruşa alıyorlar. Birçok araziye sahip olup
koloniler haline gelmektedirler... 200 bin nüfus dolayına yaklaştılar. Yörenin
ekonomik işleri tümüyle ellerindedir. Fakat amacım yerli Musevi değildir. Bu
sorun, Osmanlı ülkesi için yaşam sorunudur. Önemle ele alınmasını rica ederim.
Özellikle orada bir güçlük ortaya çıkarsa, cebir ve zor kullanılarak
kaldırılması kolay değildir.
Meclisi Mebusandaki bu tartışmalardan sonra, aynı kaynakta
tartışmanın içinde geçen adlarla ilgili bilgiler de veriliyor. Buna göre
Filistin'e Yahudi göçü için ikna edilen mebus Vlahof'a gelenler, Rus asıllı
siyonist önderler Victor Jacobsen ile Holberg Herzfelt'tir. Victor Jacobsen'in
İttihat ve Terakki ile de çeşitli anlaşmalar için masaya oturduğu ve Jön Türk
adlı günlük gazetenin de finansörü olduğu belirtiliyor. Öte yandan Başbakan
İbrahim Hakkı Paşa'nın, Osmanlı Devleti'ne borç veren yabancı bankaların
siyonizmin destekçisi olmadıkları yönündeki düşüncesi yanlıştır. Örneğin, Ernst
Cassel bütün varlığını Osmanlı topraklarındaki bankacılık uğraşlarından
edinmiş, bu varlık kendisine 'Sir' unvanını kazandırmıştı. 1909 yılında
İstanbul İngiliz Ticaret Odası başkanıydı. Aynı anda hem Osmanlıların hem de
İngilizlerin çıkarını korumak ise gerçekten güç işti.
Baron Hirsch ise varlığını Osmanlı'da uyguladığı tahvil
spekülasyonundan elde etmişti. 1970 yılında Rumeli ikramiyeli demir yolu
borçlanması karşılığı Osmanlı Devleti'nin çıkardığı beheri 400 frank
değerindeki 1 milyon 980 bin tahvilin tümünü, fiyatı 128,5 franktan satın alıp
bir süre sonra 150 franka devrederek bir çırpıda 136 milyon frank kazanmıştı.
Yapımını yükümlendiği o demir yolu yatırımının aksaması ile tahvillerin değeri
115 franka kadar düşmüştü. Osmanlı Devleti de 1 milyon 980 bin adet tahvil
karşılığı 792 milyon frank borçlandığı halde bu değer kayıplarından ötürü eline
sadece 254 milyon 430 bin frank geçmiş, 537 milyon frank kayba uğramıştı. Yani
siyonistler Filistin'deki Yahudi yerleşmesini büyük ölçüde Osmanlılara finanse
ettirmiştir.
(Ayrıntı için bkz. Ölçen, Ali Nejat, Osmanlı Meclisi
Mebusanında Kuvvetler Ayrımı ve Siyasal İşkenceler,
Ayça, Ankara, 1982.)
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL KURULUNUN 3379 SAYILI VE 10 KASIM 1975
TARİHLİ KARARI
Genel Kurul,
Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin
Birleşmiş Milletler Bildirisi'ni ilan eden 1904 (XVIII) sayılı ve 20 Kasım 1963
tarihli kararını ve özellikle "ırksal farklılık ya da üstünlük
iddiasındaki herhangi bir doktrinin bilimsel bakımdan yanlış, ahlaken kınanması
gereken ve toplumsal yönden adalete aykırı ve tehlikeli" olduğunu
vurgulamasını ve "dünyanın bazı bölgelerinde, bir kısmının yasal, yönetimsel
ya da başka önlemlerle hükümetlerce uygulandığı ırk ayrımı olaylarına hâlâ
rastlanmasından ötürü" kaygılanmasını anımsayarak,
3151 G (XXVIII) sayılı ve 14 Aralık 1973 tarihli kararında, inter
alia, Genel Kurulun Güney Afrika ırkçılığı ile siyonizm arasındaki kutsal
olmayan ittifakı kınadığını da anımsayarak,
19 Haziran ve 2 Temmuz 1975 tarihleri arasında Mexico City'de yer
alan Uluslararası Kadınlar Yılı Dünya Konferansı'nda ilan edilen ve
"uluslararası iş birliği ve barışın, halkların onuru ve kendi
geleceklerini kendilerinin saptamaları hakkının tanınması olduğu kadar, ulusal
kurtuluş ve bağımsızlığın elde edilmesini; sömürgecilik, yeni-sömürgecilik,
yabancı işgal, siyonizm, apartheid ve ırk ayrımının bütün biçimlerinin ortadan
kaldırılmasını gerektirdiği"ne ilişkin ilkeyi benimsemiş olan Kadınların
Eşitliği ve Barışın Gelişmesine Katkıları Meksika bildirisini dikkate alarak,
28 Temmuz ve 1 Ağustos 1975 tarihleri arasında Kampala'da yer alan
Afrika Birliği Örgütü Devlet ve Hükümet Başkanları Meclisinde kabul edilen ve
"işgal altındaki Filistin'deki ırkçı rejimle Zimbabwe ve Güney Afrika'daki
ırkçı rejimlerin, bir bütün oluşturan ve aynı ırkçı yapıya sahip olarak ve
insan onuru ile bütünlüğünü baskı altında tutmayı hedef alan siyasetleriyle
organik bağlar kurarak, ortak emperyalist kökeni olduğunu" söyleyen 77
(XII) sayılı kararı da dikkate alarak,
25 ve 30 Ağustos 1975 tarihlerinde Lima'da (Peru) yer alan
Bağlantısız Ülkeler Dış İşleri Bakanları Konferansı'nda kabul edilen ve
siyonizmi çok ciddi biçimde dünya barışı ve güvenliği için bir tehdit sayıp
bütün ülkeleri bu ırkçı ve emperyalist ideolojiye karşı çağıran Uluslararası
Barış ve Güvenliği güçlendirme ve Bağlantısız Ülkeler Arasında Dayanışma ve
Karşılıklı Yardımı pekiştirmeye ilişkin Siyasal Bildiri ve Stratejiyi de
dikkate alarak,
1. Siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğuna karar
verir.
III. Bölüm
Millet, Arapçada "topluluk" anlamına geliyor; bu yönüyle
ırk ve din açısından nötr bir kavram. Osmanlı'da da bu anlamda kullanıldığını
"millet başı" ve "koca başı" terimlerinden anlıyoruz. Buna
göre "Hristiyan köylerinin muhtarlarına 'koca başı' denildiği gibi
azalarına da 'millet başı' denilirdi."[84] Kutsal Kitap'a
göre ise millet, İbrahim ve öbür ilk peygamberlerin dinine ait olanlara,
giderek Müslümanlara karşılık geliyor. Ahmet Vefik Paşa'nın Lehçe-i
Osmanî'sine göre millet, "Asli din ve mezhep. Ümmet, kavim,
cemaat." anlamındadır. Kutsal Kitap'a göre daha geniş bir yorum oluştuğu
bellidir: Osmanlı'da Müslümanlar yanında, diğer dinlere mensup olanlar da bir
millet sayılıyor. Çıkış noktasına uygun olarak din anlamındadır ve henüz etnik
bir ayrımı içermiyor.
Bu kavramın etnik kökenle bir ilgisinin olmadığının göstergesi,
Osmanlı Ermenilerinin tek bir millet sayılmak yerine, Ermeni Katolik ve Ermeni
Protestan milletleri olarak sayılmasıdır. Öte yandan bu ayrımın Müslümanlar
için yapılmaması ve bütün Müslümanların tek bir millet sayılması da ilginçtir.
Kuşkusuz Müslüman milleti de içinde birçok etnik topluluğu barındırıyordu.
Millet sistemi, bütün yurttaşları kapsayan laik yasalar çıkarmaya başlanınca
dağılmaya yüz tuttu. Çünkü laik yasalar, "milletler"in yönetsel
özerkliğini ortadan kaldırıyordu. İmparatorluk içinde "ayrılıkçı" hareketlerin
ortaya çıkması da işte bu döneme denk düşüyor. Osmanlı İmparatorluğu içinde
milletlerin bugünkü anlamda millet oluşlarının laik yasalarla birlikte ortaya
çıkması, geliştiği çağın yönelimine uygundur. Milliyetçilik bir anlamda
sekülerleşmiş dindir ve çoğu zaman dinin yerini tutar. Din ve milliyetçiliğin
çoğu zaman birbirini desteklemesi de tuttukları bu yer ile ilgilidir. Fransız
Devrimi'ndeki "aşırılıklar" bir yana, bugün hâlâ karşılaştığımız
ilişki biçimi de budur.
Bizim yeni tanımlarımızda da millet ile topluluk arasındaki ayrım
net değildir. Türkçede millet, "nation"a karşılık olarak
kullanılmaktadır. Latince kökenli nation, aynı yerde doğmuş insan topluluğu
demektir. "Aynı yerde doğmak" ortak özelliği,
"milliyetçilik" için hâlâ ucu en açık oluşturucu paydadır. TDK
sözlüğünde "millet"in karşılığını "ulus" olarak vermekle
birlikte "topluluk" anlamı da korunuyor. Buna göre, milletin anlamı
"benzer özellikleri olan topluluk", "bir yerde bulunan
kimselerin tümü, herkes"tir. Yani şoförlerden "şoför milleti"
veya köylülerden "köylü milleti" olarak söz etmemiz yerinde ve uygun
oluyor. "Benzer özellikleri olmak" ve "bir yerde bulunmak"
demek ki millet olmak için yeterlidir. Herhalde bir yerde bulunanların,
herkesin, zamanla ortak özellikleri de olur. Milleti oluşturan ana unsurun, hiç
düşünülmemiş bir şey olması ihtimali şaşırtıcıdır. Herkesi (milleti), bir yerde
(devlet sınırları içinde) bulunduran ve onlara ortak özellikler kazandıran şey,
her durumda bizi daha "kaba" bir olguya yaklaştırır; iktisada, yani
üretim ve piyasaya.
Konumuz açısından ırkçılığı ve ırk yaklaşımını hesaba katmak
gerekli bile değildir. Bu noktadan çıkılarak yapılabilen ayrım dış görünüşüne
göre beyaz, siyah ve Moğol (sarı) ırkıdır. Amerikan yerlilerini de sayarsak bu
dört eder, beşincisi zorlamadır. Coğrafi ırk ayrımları ise bu anlamda ne ifade
eder bilmiyorum. Dolayısıyla "ulus", ırkçı yaklaşıma göre
"bulanık" bir olgudur. Çünkü hiçbir ulus yalnızca bir ırktan oluşmaz,
o daha çok değişik ırkların bir karışımıdır ve birleşmek için başka etkenlere
ihtiyaç duyar.
Dış görünüş itibarıyla yapılabilen en "anlamlı" ırk
ayrımlarından biri "beyaz ırk" ırkçılığıdır. Örneğin Fransız düşünür
Joseph-Arthur Gobineau, uygarlıkların yazgısını ırksal bileşimlerin
belirlediğini ileri sürmüştü. Bu XIX. yüzyıl düşünürü, tam da bütün Avrupa
kıtasında "Ari ırk" söylencelerinin kök saldığı 1800'lü yılların ilk
yarısında kariyerini yapmıştı. Şöyle diyordu: "Tarih, yalnızca beyaz
ırkların ilişkisinden doğar."[85] Öyleyse tarih ve kültüre rastladığımız her yerde beyaz ırka
rastlamayı da beklememiz doğaldır. Bir Afrika uygarlığı olan Mısır'ın beyaza
boyanması da işte bu zihniyetle birlikte gerçekleşmiştir. Gobineau, aslında
Nietzsche'den Hitler'e uzanan ve bütün Avrupa uluslarını içine alan bir kıta
ırkçılığının ilk ve kaba formülasyonunu haber veriyordu. Bu hâlâ yürürlükte
olan, ama duvarlara çarpa çarpa incelmiş bir ırkçılığın ilk biçimiydi.
Irkçılık, gerçekte ilkel toplumsal duyguların ters bir biçimde
yeniden diriltilmesiydi. Bu nedenle, bir nesnellikten daha çok duygusallığa
dayanıyor, duygusallığı yardıma çağırıyordu. Gobineau kültürün, uygarlığın
nedenini bilgiye, birikime, marifete değil insanın doğum kâğıdına bağlarken
tıpkı ilkel kabilelerde olduğu gibi topluluğu kollektif bir bütün olarak
tanımlamış ve yaratıcılığı da bu bütünün marifeti saymıştı. Birey, ancak bir
ırkın parçası olarak var olabilecek bir şeydi.
KAN BAĞI VE GOBİNEAU
Gobineau ırkçı faşist millet yaklaşımının öncüsüydü; Hitlerin
Yahudileri ve Çingeneleri toplama kamplarına doldurup imha planı da işte bu
"kollektif bütün" ön kabulüne dayanıyordu. "Gerçekten de
törenlerle düzenlenip yönetilen tüm ilkel toplumlarda bireysel sorumluluk
bilinmeyen bir şeydir. Burada ancak ortak sorumluluğa rastlarız. Gerçek
'ahlaksal özne' bireyler olmayıp gruptur. Klan, aile ve tüm kabile, üyelerinin
hepsinin eylemlerinden sorumludur. Eğer bir suç işlenirse bu bir kişiye
yüklenilmez. Suç, bir tür sıtma ya da toplumsal salgın gibi tüm gruba yayılır.
Hiç kimse bu salgından kaçamaz. İntikam ve ceza da her zaman bir bütün olarak
gruba yöneltilir. Kan bağını en yüksek yükümlülüklerden biri sayan toplumlarda
katilin kendisinden intikam almak zorunluluğu kesinlikle yoktur. Ailesinden ya
da kabilesinden birini öldürmek yeter. Bazı durumlarda, örneğin Yeni Gine'de ya
da Afrikalı Somalililer arasında öldürülen, suçu işleyenden çok onun en büyük
erkek kardeşidir."[86] Dolayısıyla hem ırkçı ulus yaklaşımı hem de ırkçı bir ulus
yaklaşımına dayanmamakla birlikte ondan yeterince uzaklaşmamış oluşumlar, bir
"kan bağı"na gönderme yapar. Örneğin Türkiye'deki birçok faiili
meçhul cinayette seçim "en büyük erkek kardeş" ilkesini hatırlatır
bir biçimde yapılmaktadır. Bu cinayetler, hedef alınan topluluğun en simgesel
isimleri arasından seçilmekte ve cinayetler de intikam alınır bir biçimde
işlenmektedir. Öte yandan, Türk bayrağının kırmızı renginden dolayı
"kan"a yapılan göndermeler de bu ilişkiyi hatırlatmaktadır.
Kan bağı ihmal edildiğinde, ırki çağrışımlar yapan her
"ulus" tanımı önemli boşluklar taşımaktadır. Bu nedenle, milletle
örtüşmesi zorunlu olmayan iki kavram, devlet ve siyasi sınırlar işin içine
karıştırılmakta, ancak bu da konuyu aydınlatmak yerine büsbütün tartışmalı bir
hale getirmektedir. Örneğin Stalin, milletin tarifini verirken, bunu artık "devlet"
ya da "ulusal sınırlar"ın içinde var olabilecek bir şey olarak ileri
sürer: "Dil, toprak, ekonomik yaşam ve ortak kültür biçiminde beliren
ruhsal oluşum birliğiyle tarihsel süreçte oluşan insan topluluğu"dur ulus.
Bu tanımda artık "din" yoktur, "millet" elbette yeni duruma
uygun olarak Orta Çağ'a göre daha seküler bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bağ,
burada artık iktisadi, tarihsel ve kültüreldir. Bunun aynı zamanda
"bağ"ın ölçeğinde bir sınırlamaya işaret ettiğine dikkat edilmelidir.
Özellikle "ekonomik yaşam birliği" ancak devletin belirlenmiş
sınırları içinde gerçekleştirebileceği bir şeydir çünkü.
İlkel toplumlarda milletin yerinde "kavim"in bulunuşu ve
bunun da geriye doğru gittikçe daha çok "kan bağı"na işaret etmesi,
kavramının evrim yönünü gösterir. Kavim, ulusluğun en ilkel biçimidir.
Toplumlar geliştikçe, yani üretimleri arttıkça kavimler birleşmeye başlar ve
birbirlerine akrabalık bağıyla bağlı olmayan yeni topluluklar oluşur. Kan bağı
silikleşmiş yeni topluluk, onları bir arada tutan dış şartların yanında yeni
bir yapıştırıcıya ihtiyaç duyar. Din, (giderek tek tanrılı din), akrabalık bağı
zayıflamış kavimler için birleştirici olabildiği noktada ortaya çıkar. Dinlerin
evrensel içerikleri, kavmin başlangıçta kan bağına bağlı sınırlarının ortadan
kalktığı, yeni kavmin ise henüz sınırlarının ortaya çıkmadığı noktada
oluşabilir ancak. Bir dinin birleştirdiği ve bir tanım sunduğu topluluk, o dine
katılacak bütün kavimlere ilke olarak açıktır. Bunun için bütün dinlerin
"İbrahim'in dini"nden kaynaklanmasına karşılık; daha önce gelenin,
örneğin Yahudiliğin, daha kavmiyetçi ve diğer kavimlere daha kapalı bir din
olarak ortaya çıkması bir erken doğuma ve gelişmemiş bir etkileşime işaret
eder. Yahudilik oluşurken İsrailoğulları arasındaki kan bağı, sonradan
gelenlere göre daha canlıdır çünkü. Dinin kavimle ve kavmin de dinle bu kadar
iç içe geçmesi bu erken doğum nedeniyledir. "İbranilerin tanrısı
Yehova!", belli ki kavmiyetçidir ve katılıma açık değildir.
Bu, bir ulus tanımında dinin oynayabileceği rol hakkında yargıyı
kolaylaştırabilir. Bir Yahudiyi ulusun bir parçası olarak belirleyen şey, onun
ırkından, etnik yapısından çok dinidir. Çünkü ırk ve etnisitenin, aradan geçen
zamanın aşındırmasına uğramasına rağmen, dinî kimlik daha az değişikliğe uğrar.
Dini baskın referans noktası durumuna getiren de bu niteliğidir. "Seçilmiş
bir halk" ve "ona vadedilmiş toprak" söylencesi, yani onu bir
ulus olarak var eden bütün argümanlar onun dininden kaynaklanmaktadır. Üstelik
din burada onun kavmini dışlamaz.
Arap ulusu için de İslam bir anlamda aynı şeyi yapar, ama
Museviliğin tersine o belli bir kavimden daha fazlasını hedefler; katılıma daha
açıktır ve daha kapsayıcıdır. Bu, üzerindeki Bedevi etkisini zamanla
silikleştirir, kavmin niteliğini vurgulamak yerine kendisi bir kavim tarifi
yaparak ortaya çıkar. Müslümanlıkla Arap kavmi arasındaki ilişki
İbranilerinkinden daha gevşektir ve bu onlar üzerinde İbranilerinkinin tam
tersi bir etki yapar. Topraksız ve dağılmış İsrailoğullarının mezheplerinden
bir ulus yaratma çabasına girişmesine karşılık, bir millet olma durumuna daha
yakın görünen Araplar çok çeşitli devletlere bölünmüş; tarihin ve kültürün
ortaklığına, kabile bağlarının, mezhep çatışmalarının ve en nihayet siyasal
çekişmelerin gölgesi düşmüştür. Ekonomik birlikleri yoktur. Yine de ortada bir
"Arap ulusu" varsa, bu her şeyden çok İslamın belirlediği bir
kimliktir. Devlet ve din, hem birleştirir hem de parçalar. Nerede ve ne zaman
birleştirip parçalayacağı ise tamamen başka koşullara bağlıdır.
Milletin çıkış noktası olarak kavim, bizim tarihimiz açısından
benzer bir rol oynar. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, devletin ve ülkenin bir
"mülk" olarak belirmesi de bu açıdan düşünülebilir. Osmanlı
İmparatorluğu, kan bağı ile birbirine bağlı bir aşiretin içinden çıkmış, kurulan
devlet de aşiretini büyük bir mülk sahibi yapan büyüğünün adı ile anılmıştır.
Kurucusunun adını taşıyan tek imparatorluk olmasını, kökenindeki kavmiyetçi
bağlara bir gönderme sayabiliriz. Osmanlılar böyle bir birleştirici noktadan
yola çıktıkları için dinle ilişkileri oldukça faydacı bir gelişim gösterir;
Osmanlıların İslamla ve halifelikle ilgili iddiaları geniş Arap topraklarının
fethiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Aşiretin, fethettiği toprakları elinde
tutmasının da gerçekte başka bir yolu yoktur. İmparatorluk içinde
"Türklüğün" asla öne çıkmaması ve uzun bir süre için bu bağın
unutulması; bir aşiretin, aşiret geleneklerini daha korurken bir büyük devlete
ve bir imparatorluğa dönüşmesinin doğal sonucudur. İmparatorluğun son döneminde
teleffuz edilmeye başlanan "vatan" da aslında muğlak bir ifadedir.
Daha çok, doğum veya ikamet yerine işaret eder ve bugün hâlâ
"Nerelisin?" sorusunun karşılığı "Türkiyeliyim." değil;
doğum yeri olan il, ilçe veya köydür. Osmanlılar, ancak tarihsel durumları
gerektirdikçe aşiret bağlarını daha geniş ve akrabalığın dışındaki bağlarla
desteklemiştir. Osmanlılık ve İslam, mülkü elde tutmanın ve yönetmenin bir
gereğidir; devlet işte bu nedenle hep diğer bağlılıkların önünde görülür.
İmparatorluk, sonuçta millî bir devlete dönüştüğünde bile ulusal
kimlik din ile desteklenmeye devam edilmiştir. Örneğin nüfus belgeleri dini
hanesini hâlâ koruyor ve bu hanedeki İslam notu "Türk"lüğün bir
işareti sayılıyor. Bu "İslam" dininden olanın hâlâ Türk kabul
edildiğini, "etnik köken"in tanımlanamamış bir şey olarak kaldığını
gösteriyor. Bunun en trajik sonucu, Müslüman olan Arnavut, Kürt, Arap, Boşnak
kökenlilerin Türk olarak kabul edilmesine karşılık, Ortodoks Türklerin Grek
sayılarak "sürgün"edilmesidir. Bugün hâlâ Türk olmayan unsurların karşılığı
gayrimüslimdir. Türkiye Cumhuriyeti Türk-Müslüman bir çoğunluğa dayanmasına
rağmen, Türklerin ve Müslümanların devleti olma iddiasında bulunmamıştır.
Burada devletin siyasi sınırları belirleyicidir, ayrıca bu sınırlar etnik ve
dinî açıdan bölücü bir etki gösterir. Örneğin Müslüman Kürtler dâhildir, ama
Müslüman Türklerin büyük bir kısmı hariçtir. Türk yurdu-Türkiye adı,
çağrıştırdığı etnik homojenlikle örtüşmez ki bu da bütün millî devletlerin
ortak özelliğidir.
Bu adın çok yakın zamanlara dayanması da gösteriyor ki, etnisite ve
milliyet yakın zamanların bir keşfidir. "XIX. yüzyılın ortalarına kadarki
Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin birçoğunda, 'Türkiye' sözcüğü
kullanılmamıştır. Bu sözcük, Türklerin kendilerinin genellikle 'memalik-i İslam',
'memalik-i şahane', 'memalik-i mahrusa' veya daha yerel bir tanımlama
gerektiğinde 'diyar-ı Rum' dedikleri bir ülkeyi belirtmek için Batılılarca
kullanılan bir Batılı deyim idi."[87] Bu başka bir gerçeğe, Türk etnik kimliğinin Batılılarca icat
edildiği gerçeğine götürür bizi. Her şeyden önce Türkoloji bir Batı icadıdır ve
Asya incelemeleri de bütünüyle Batı'nın Doğu'yla ilgili ihtiyaçlarının bir
tezahürüdür.
Türkçülüğün, büyük ölçüde Batı sömürgeciliğinin bir ürünü olduğu
unutulmamalıdır. Başlangıçta bu fikirlerin önemli kaynaklarından biri
Şarkiyatçılığın icadı olan "Türkoloji" bilimiydi. "Türkiye"
adlandırması da Avrupa'ya giden öğrencilerin orada öğrendiği bir şeydi.
"Bu yeni fikirlerin Türklere ulaştığı bir kanal, dışarıya gönderilen
öğrencilerdi; yüzyılın ortalarına gelindiği zaman, bunlar gittikçe artan sayıda
Avrupa üniversitelerine ve akademilerine gidiyorlar ve kaçınılmaz olarak, orada
yayılan fikirlerden etkileniyorlardı. Diğer bir kanal, başarısız 1848
devrimlerinden sonra Türkiye'ye yerleşen ve kendileriyle birlikte Orta
Avrupa'nın romantik milliyetçiliğini de getiren Macar ve Polonyalı
sürgünlerdi."[88] Bu dönemde yazılanlar, kaynağına uygun olarak Türklerin Avrupa
halklarıyla akraba olduğunu göstermeye çalışıyordu. Lewis, buna örnek olarak
Nazım Hikmet'in dedesi ve Enver Paşa'nın babası Mustafa Celaleddin Paşa
(Constantine Borzecki) tarafından yazılan Eski ve Çağdaş
Türkler adlı kitabı gösterir. Mustafa Celaleddin Paşa, kitabında
Türklerin etnik olarak Avrupalılarla akraba olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır.[89] Bu "Ari
Irkın Turan Kolu" hikâyesi Kemalist hareketle birlikte sürdürülecek,
Türklerin "Hint-Hitit" kolunun bir uzantısı olduğunu göstermek üzere,
Hititler ve Sümerler Türk soyuna dâhil edilecektir. Bütün bunlara karşılık
Türkiye Cumhuriyeti, birleşmiş Türk unsurunun bir örgütlenmesi değil,
imparatorluk bakiyesi topraklarda doğmuş, yaşamış ve bundan kaynaklı ortak
özellikler geliştirmiş herkesin örgütüdür: Yüzyıllık homojenleştirme çabalarına
rağmen, onlarca etnik grubun oluşturduğu bir birlik.
TÜRKLERİN KEŞFİ
"Tevhid-i Etrak", bugünün Türkçesiyle "Türkleri
Birleştirme", bir yüzyıl önce, bütün tartışmalara göre ham bir hayaldir.
Önce bu fikre yakın duranlar için; Akçuraoğlu Yusuf, Türk birliği için
imparatorluktaki Türklerin, Türk olmadıkları halde az çok Türkleşmiş olanların
ve ulusal vicdandan yoksun olanların bilinçlendirilmesi ve Türkleştirilmesi
gereğinden söz etmektedir. Ama her durumda "bir siyasal milliyet meydana
getirmek" söz konusudur; bu bir siyasal milliyetin henüz oluşmadığının
kanıtıdır. Yeni fikre karşı olanlar için ise Türkçülük bir
"çılgınlık" demektir, örneğin Ali Kemal "Türkleri birleştirmenin
dünyayı altüst etmek demek" anlamına geleceğinin farkındadır.
Irka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkili "Devleti kurtarma
çaresi" arayan aydınlar arasında henüz bir fikir cimnastiği tonundadır. Bu
ırki Türkçülüğün kaderini belirleyecek olan şeyin kendi olgunlaşması olmadığı
daha o zamandan bellidir; çünkü İslamcılık ve Osmanlıcılık siyasetlerinin
kurtuluş umudunu yeterince desteklemediği noktada Türkçülük bir son çare olarak
belirebilmektedir. Arkasında kimse yoktur, bir siyasal hareket değildir,
yalnızca İstanbul'da "Türk milliyeti arzu eden bir mahvel, siyasi olmaktan
ziyade ilmî bir mahvel" oluşmuştur.[90] Bu, üç-beş kişi demektir ve Türkçülük akımı yüzyıl önce bu
kadardır. "Türkler" henüz "Türk olduklarını" bilmemektedir
ve Türkçülük, Türklere Türk olduklarını bildirmek zorundadır. Zordur.
Herhalde, bir millete mensup olmak, her durumda sonradan öğrenilen
bir durumdur. Almanlar Alman olduğunu, Fransızlar Fransız olduğunu sonradan
öğrenmişlerdir, biraz geç olmakla birlikte Türkler de Türk olduklarını
öğrenmişlerdir. Başlangıçta, ırkçılık tonunun daha düşük, siyasal birlik
tonunun daha yüksek görünmesi bu zorluğa işaret etmektedir. Eğer Türkler birlik
olacaksa bunun sınırlarını neden Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları
belirlesin? Asya'da ve Avrupa'da, nerede Türk varsa orayı bu birliğe katmak
tanımın doğası gereğidir ve bu Ali Kemal'in dediği gibi dünyayı altüst edecek
bir çılgınlık demektir. Öte yandan Türkçülük, mutlak siyasi bir güç talep
etmektedir; öyle ya, "Kırım'ı koruyamayan Türkler hangi güçle Asya
Türklerini birleştirecektir?"
XIX. yüzyılın başlarında öne çıkan "Osmanlı milliyeti"
yaratma fikriydi, bir millet yaratma projesi olmakla birlikte içinde "Türk
unsuru" yoktu. Osmanlıcılık, kozmopolit bir ideolojiydi. Öyleyse bu,
İslamcılık siyasetinden vazgeçildiği anlamına da geliyordu. Tanzimat ve
sonrasında yapılan reformlar bütünüyle buna, Osmanlılık temeline dayanan vatandaş
yaratmaya yönelikti. Ancak imparatorluk topraklarında, özellikle Hristiyan
nüfus içinde milliyetçilik akımlarının boy göstermesi bu politikanın başarılı
olamayacağı şüphesini uyandırınca, Genç Osmanlılar yeniden İslamcılık
siyasetine sarıldı. İmparatorluğa şöyle veya böyle birleştirici bir tutkal
gerekiyordu ve İslamcılık en az hasarla buna ulaşacak bir yol olarak
görünüyordu.
Türkçülük ise imparatorluğun büsbütün parçalanmasını ve yeniden
kurulmasını gerektiriyordu, zordu ve Akçuraoğlu Yusuf da makalesinde bu fikrin
"henüz pek turfanda" olduğunu belirterek mesafesini korumaya
çalışmıştı.
Türkçü yaklaşımın öne çıkmasını sağlayan şey, iç tartışmalardan çok
imparatorluğun dış siyasal sorunlarıydı; Balkanlardaki milliyetçi hareketler
Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Bulgaristan'ın bağımsızlığına kavuşmasını
sağlamıştı. Yunanistan, Avrupa'nın himayesinde imparatorluktan ayrılmış ve
"millî bir devlet" olmuştu. Rusya içindeki Türki topluluklarda
çarlığın baskısına karşı uyanan millî duygular, İstanbul'a doğru
hareketlenmişti. Ama asıl önemlisi Batı'da icat edilen "Türkoloji"
disipliniydi. Akçuraoğlu'nun deyişiyle milliyetçiliğin Türk aydınlar arasında
yayılması "tesadüfen ellerine geçen ecnebi kaynaklar" nedenindendi.
Buradaki "ecnebi"yi "Yahudi" olarak okumak yerindedir.
Rusya'nın içinde gelişecek bir "Türkçülük" fikri, Rusya'nın
durdurulması için şart olarak görülüyordu. Hem Rusya'nın yayılmasını durdurmak
isteyen İngiltere hem de yüzyıl boyunca yaptığı pogromları durdurmak üzere
uluslararası Yahudi cemaati açısından.
Türkçülük, her halükârda Batı'daki milliyetçi hareketlere bir tepki
olarak doğmuş, sonra da kendi tepkisini, Arap milliyetçiliğini doğurmuştu.
Sanılanın tersine etkili bir hareket değildi; "Türkçülüğe dayalı siyasi
bir millet" oluşturmanın mümkün görünmesi için imparatorluğun yıkılması
gerekmişti. Kaybedilme tehlikesi olanlar kaybedildikten sonra siyasal
kadroların elinde kalan son çare buydu; Türk milletine dayanan bir devlet
kurmak için bütün çarelerin tükenmesi gerekiyordu.
İttihat ve Terakki yöneticilerinin, Hristiyan topluluklara karşı
takındığı tutum onların Panislamizm politikasına uygundur; hesap edemedikleri
şey, imparatorluğun yıkılması olmuştur. Enver Paşa'nın, savaşın kaybedilmesi
üzerine panislamizmden hızla vazgeçip pantürkizm politikasına dayanmaya
çalışmasının ardında hâlâ imparatorluğu kurtarma fikri vardı. İkincisi daha
cüretkâr, ama mecbur kalındığında başvurmaktan başka çıkar olmayan bir yoldur.
Denemiştir. Akçuraoğlu Yusuf'un "üç tarz-ı siyaset" olarak
belirlediği siyasetlerin hepsi yüzyılın başında yenilmiştir ve yenilgi,
yenilenlerden çok ayakta kalan içindir.
Bugün hâlâ Türkçülük, kaybedilmiş imparatorluğun politikasıdır ve
zaaflarının önemli bir kısmı buradan kaynaklanmaktadır. Kemalizm, Türkleri
birleştirmek yerine eldeki Türkler ile yetinmenin teorisidir ve bu ancak bütün
iddialardan vazgeçildiği noktada bir politika olarak belirmektedir. Öyleyse,
Misak-ı Millî tek bir anlama gelmektedir; imparatorluk iddiasından vazgeçmek.
Irki ve dinî bir birlik iddiasına dayanmıyorsa, millî bir devletin
sınırlarını belirleyen şey nedir? Aradan geçen bunca zamana rağmen
"millet" ile "topluluk" arasındaki mesafenin pek kısa oluşu
şaşırtıcıdır. Millet hâlâ ırk ve dini içermesine karşılık belli bir yerde
oluşmuş topluluk anlamındadır; ırk ve din hem dışlayıcıdır hem de topluluk ile
tam bir örtüşme içinde değildir. Elimizde hâlâ üzerinde kaygısızca
tartışabileceğimiz bir tek "iktisadi birlik" temeli vardır ve bu
varsa; diğerlerinin dahiliyle "millet" oluşmaktadır. Amerika Birleşik
Devletleri ve bu coğrafyadaki birçok benzeri devlet kültür, ortak tarih, ruhsal
oluşum birliği olmamasına rağmen, geniş toprakların sunduğu olanaklar
çerçevesinde bir millet haline gelebilmiştir. ABD'nin "Milliyetçilik"
akımına öncülük etmesi de gösteriyor ki "ekonomik birliğin"
yakalanması, kolaylaştırıcı bir etki yaratıyor. Avrupa'da kültürel, ırki, ruhi
açıdan daha homojen birçok topluluğun (Almanlar, İtalyanlar vb.) ulusal
birliklerini ABD'den çok daha sonra kurabilmelerinin nedeni budur. Ya da Kuvayı
Milliye'nin, başlangıçta hiç yüz verilmemesine rağmen; göç, sürgün vb.
hareketliliklerin geride yarattığı ortak çıkarlardan sonra nasıl desteklendiği
düşünülmelidir.
Bu ilk millî oluşumlar için de geçerlidir. Hem milliyetçilik
politikasının yaygınlaşmasında önemli roller üstlenen Fransız Devrimi'ne hem de
Amerikan Bağımsızlık hareketine baktığımızda milliyetçiliğin, belli bir
coğrafyada var olan topluluğu kültürel ve iktisadi bir birim haline
getirdiğini, millî eğitim, yurttaşlık hakları ve dışa karşı korunaklı ortak bir
pazar oluşturulması noktalarında devrimci bir rol üstlendiğini görüyoruz.
Böylece ordunun da bir "halk ordusu" haline getirilmesi ile millî
sınırlar içindeki bütün insanları içeren ve halka dayanan iktisadi-sosyal bir
birim ortaya çıkıyor. Bu gelişmeler, yeni siyasal harekete öncülük eden burjuva
sınıfının da çıkarlarına uygundur. Ancak şimdi paralı askerlik, millî eğitimin
özelleştirilmesi, koruma duvarlarının kaldırılması gibi gelişmelerle birlikte
millet-devlet anlayışının giderek millî devlet olgusunun da çıkış noktasının
tam tersi yönde hareketlendiğini unutmamak gerek. Çünkü millî devlet ve millî
sınırlar bu sınıf için gereksiz hale gelmiştir.
Genel gelişimi itibarıyla, milliyetçilik bir XIX. yüzyıl
hareketidir. Fransız Devrimi ve Napolyon savaşları bunu bütün Avrupa'ya
taşımış; yüzyılın ortalarında Avrupa, millet esasına göre yeniden
düzenlenmiştir. Ancak kısa süre sonra ilk millî devletlerin sömürgeci karaktere
bürünmesi milliyetçilik akımının el değiştirmesine yol açmış, XX. yüzyılda
sömürge halkların bağımsızlık savaşlarına rengini vermiştir. Her iki durumda da
milliyetçiliğin devrimci bir rol oynadığını teslim etmek gerek. "Toplumsal
gelişmeyi bir ilke olarak kabul eden milliyetçilik, ulusal bir grubun bütün
mensuplarına iktisadi eğitim olanaklarının sağlanmasını isteyerek, ihmal
edilmiş sınıfların refahlarının arttırılmasını savunmuş; bir kitle hareketi
halini alarak, ulusun, siyasal, ekonomik ve kültürel hayata katılması ilkesini
ortaya koymuştur."[91] XX. yüzyılda aldığı şekil olan anti-emparyalizmle birlikte
milliyetçilik, ilk ortaya çıkışı ve sonraki tarihi itibarıyla ilerici bir rol
üstlenmiştir. Bunda, elbette yönetici sınıfın çıkarlarının, halkın katılımına
ihtiyaç duymasının rolü büyüktür. Ulusu oluşturan bütün bireylere asgari eğitim
olanaklarının tanınması ihtiyacını belirleyen şey kapitalizmin gereksinimidir,
ama elbette "millî eğitim" bu ihtiyacı karşılamaktan daha çok şey
yapar. Geniş kitleleri eğitir, yazıyı demokratikleştirir, siyasal katılımı mümkün
olduğunca geliştirir. Devrimci demokrat bir milliyetçiliktir bu. Ama bu
Almanya'da kolayca faşizme dönüşebilmiş, genel olarak Avrupa'da kıta ırkçılığı
olarak tanımlanabilecek gizli bir beyaz Ari ırk zihniyetine de yol
açabilmiştir. Yorumu çeşitlendiren şey de iktisadi konjonktürlerdir.
ULUS VE PROLETARYA
Ulus ile proletaryanın aynı tarihsel sürecin sonucu olduğu
unutulmamalıdır. Milliyetçilik, kendi içindeki hiyerarşiye halel getirmez. Tam
tersine, çıkarları zıt sınıfların aynı cephede toplanmasını, silahlarını birbirleri
yerine, ötekine doğrultmasını sağlar. Paris Komünü kurulduğunda, işçileri en
vahşi biçimlerde katleden de aynı devrimci Fransa'nın kurduğu halk ordusudur.
Yani milletin sınırı "son kertede" burjuva devlettir.
"Çünkü devlet sınırlarıyla belirlenen ekonomilerin rolünün büyük olduğu
tarihiçinin gözünde açıktır. XIX. yüzyılın dünya ekonomisi, kozmopolit olmaktan
ziyade, milletler arası nitelikteydi. Dünya sistemi kuramcıları, kapitalizmin
tam da tek bir 'dünya imparatorluğu'nun parçasını ne oluşturan ne de kuran
Avrupa'nın politik çoğulculuğundan dolayı, bir kıtada, başka bir yerde değil,
global bir sistem olarak geliştiğini göstermeye çalışmışlardır. XVI- XVIII.
yüzyıllardaki ekonomik gelişme, her biri birleşmiş bir bütün olarak
merkantilist politikalar izlemeye eğilimli olan teritoryal devletler temelinde
yol almıştı."[92] Açıktır ki, "devlet sınırlarıyla belirlenen ekonomiler"
bir millet olmanın tezahürleri değildir. Devlet, milletten çok bu ekonominin
güvencesi için örgütlenmişti; sınıfların durdukları yerde tutulması da onun
görevleri arasındaydı ve işçi sınıfının çektiği acılar yüzünden hiçbir millî
devlet kendi sermaye sınıfı üzerine yürümemişti. "Gerçekten de millî
devletin ekonomik işlevleri, hatta yararları nasıl yadsınabilir? Para
üzerindeki tekeliyle, kamu maliyesi, dolayısıyla millî politikaları ve
faaliyetleriyle devletlerin varlığı bir olguydu. Devletin ekonomiye zarar veren
müdahalelerine son vermek isteyenler dahi bu ekonomik faaliyetleri
kaldıramazlardı... Çünkü devlet her şeyden önce mülkiyet ve sözleşme
güvenliğini güvenceye alıyordu…"[93] Sözleşme güvenliği, yani piyasada yapılmış sözleşmelerin
güvenliği. Kapitalistler arasındaki kredilerin güvenliği ve ücretli çalışmayı
kabul edenlerin isyan etmeden çalışmalarının güvenliği. Millî devlet her şeyden
önce bunlar değil midir?
"Ulus"un çıkış noktası Avrupa olduğuna göre, bizim başka
şeylerin yanında onun genel ekonomik hayatının evrimine de bakmamız gerekir.
"Önce kapalı ev ekonomisi aşaması vardır. Bu safhada hiçbir mübadele
yoktur. Her şey aile içinde, aile tarafından, aile için üretilmektedir. Bu,
Orta Çağ başlarının ekonomisidir. Ve hiç kuşkusuz o dönem ailesi, serfler ve
bağımlı çiftçiler tarafından işletilen ve krallığa, soyluluğa ve kiliseye ait
olan büyük malikâne ekonomilerini de kapsayacak bir şekilde
genişlemektedir."[94] Yani, ölçek büyüse bile ekonomi kapalı kalmaya devam etmekte;
ölçekteki değişim, modelde bir değişim gerektirmemektedir.
"Böylesine bir aşamadan bir üst basamağa, doğrudan mübadele
veya kentsel ekonomi aşamasına geçilmektedir. Bu safhada, bir aile için değil
de bir müşteri kitlesi için üretim yapılmaktadır. Kent bir kaleyken, 'bourg',
bir de bunun yanı sıra, bir pazar haline gelmektedir. Pazar olmak esas özelliği
haline gelmektedir."[95] Braudel, kapitalizm aşamasının ancak "Ulusal Ekonomi
Aşaması"nda ortaya çıktığına değinir ve bunun büyük modern devletlerin ve
büyük merkezî güçlerin kurulmasıyla çakıştığına dikkat çeker. "Artık aile
veya kent için değil de ulus için üretim yapmak söz konusudur. Başka bir
ifadeyle, kentsel olan pazar, ulusal hale gelmektedir. Ve bunun üzerine,
böylesine bir genişlemenin göze görünür ifadesi olarak, örneğin Frankfurt'taki
gibi büyük fuarlar ortaya çıkmaktadır ve gene bu dönemde, sermaye atılım
yapmakta ve serbestçe gelişmektedir. Artık ticari sermaye olmakla yetinmeyerek,
teşvik ettiği, daha şimdiden oldukça büyük imalathane ve fabrikalarda oldukça
büyük boyutta yoğunlaşan işçiler arasındaki iş bölümü ile harekete geçirdiği ve
daha fazla üremeye yönelttiği yerli endüstri için girişimci sermayesi haline
gelmektedir."[96] Yani, ulusal Pazar, sermaye için henüz yeterince büyüktür. Öte
yandan girişim ve sözleşme özgürlüğünü garanti altına alacak bir devlet ve onun
içinde faaliyet gösterdiği siyasi sınırlar tarafından çevrelenmiş, böylece
yerli sermaye için uygun hale getirilmiştir. Ulusal sınırlar, sermayedar için
aynı zamanda koruma duvarlarıdır.
Dolayısıyla kapitalizm ile büyük modern devletlerin ortaya
çıkmasının çakışması, millî devletin temel niteliğini ele verir. Pazarın yerel
bağlardan kurtularak ulusal ekonomilerin oluşması aşamasında devlet yararlı iş
görmüştür. Büyük devletlerin oluşması kapitalizmin gelişimi mümkün kılar ve
devlet de yerel pazarların ulusallaşmaya karşı direnişinin kırılmasına aracılık
eder.
Evet, Fransız İhtilali'nin devrimci demokrat milliyetçiliği feodal
ayrıcalıkları ortadan kaldırmış, yerine yeni bir tür bağlılık koymuştur. Millî
devlete sadakat, vatan, vatanseverlik, millî bayrak, millî marş, millî tatil bu
yeni bağlılığın sembolleridir. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkeleri üzerinde
yükselen yeni insanın, yeni hakları da kuşkusuz yeni ortaya çıkan halkın
çıkarınadır.
Ama öte yandan bunlar, toplumu ve onun üzerine kurulu olduğu üretim
ilişkilerini de yeniden tanımlamıştır. Unutulmamalı ki burjuva toplum ancak
doğuştan gelen ayrıcalıkları ortadan kaldırarak kendi gelişiminin önünü
açabilir. Özgürlük ve eşitlik, bir siyasal arzu olmanın ötesinde öncelikle
piyasa toplumunun engelsiz işlemesinin ön şartlarıdır da. Örneğin işçi,
topraktan gelen bağlılıklarından kurtulup kendi emek gücünün sahibi olarak,
yani özgür bir yurttaş olarak var olduğunda piyasa toplumu var olabilir. Burada
herkes birer para sahibi olarak, birer alıcı ve satıcı kimliğinde, ancak sonsuz
sayıdaki dolaşım odaklarından biri olarak herkesle eşit olabilir. Ulus devlet
proletaryayı dışlamaz, tam tersine onu varsayar. Tıpkı piyasa toplumunun
dolaşım odakları gibi, ulus için de her türlü sınıfsal belirlenme anlamını
yitirir. Burada her türlü ayrıcalığı ortadan kaldırmak, başlangıçta devrimci
bir rol oynar. Ama bu, ortada yalnızca bir tek ayrıcalık bırakır; paranın
ayrıcalığı.
Ulus, ulus devlet, ulusal sınırlar; iktisadi olarak dağıtılmış,
inorganik toplumu siyasi olarak yeniden kurar. Özcan Sapan'ın Hümanite
dergisindeki yazısında bu yönde bir belirleme var; SSCB'nin yıkılmasından sonra
milliyetçilik ve dinin yeniden yükselişi, toplumun kendi kendini bir toplum
olarak tanımlayamadığında ortaya çıkan yönelişleri göstermiyor mu? Din de,
milliyet de, ırk da toplumun kendini sınıflandırmasına, ötekinin üstüne
çıkarmasına yarar. Yani öteki; dinî, ırki ve ulusal açıdan aşağıda olandır. Bir
işçinin, başka bir ulustaki işçiden daha üstün olduğunu düşünmesinden trajik ne
olabilir? Bunlar herkesin hazır bulduğu şeylerdir; oysa kapitalizm aşamasında
yeni bir toplum yaratmak, hazır bulduklarımızdan daha fazlasını talep eder.
Sorunumuz da buradan kaynaklanmıyor mu?
IV. Bölüm
Devlet nerede
gerçek şeklini almışsa insan orada yalnız düşünce ve bilinçte değil, gerçekte
de çifte bir hayat yaşar. Biri göksel, biri yersel hayat; biri siyasi toplum
içindeki hayat, insanın kendini o toplumun üyesi saydığı zamanki hayat; öbürü
burjuva toplum içindeki hayat, özel kişi olarak hareket ettiği zamanki hayat,
başkalarını bir amaç için araç olarak kullandığı, kendi de kendi dışındaki
güçlerin bir oyuncağı haline getirdiği zamanki hayat. Spiritüel anlamda dünya
karşısında cennet ne ise, burjuva toplum karşısında devlet odur.
Karl Marx
"Vicdan" ise, kişinin istediği dinî inancı uygulama hakkına
işaret eder; dinler arasında tercih yapma özgürlüğü anlamındadır. Türkiye'den
yola çıktığımıza göre, ilkinin daha çok, ikincisinin daha az; ama mutlaka her
ikisi açısından da "özgür bir ortama" sahip olduğumuzu
söyleyebiliyoruz. Sorun belli ki burada değildir; sorun dindar olma hakkını
elde edenlerin bundan daha fazlasını talep etmesindedir.
Yani din özgürlüğü devlet tarafından bir özel hukuk fenomeni olarak
sınırlandırılırken, dindarlar bu özgürlüğü daha geniş bir biçimde yorumlamakta
ve tüzel hukuk alanına taşırmaktadır. İnsan hakları içinde "din ve vicdan
özgürlüğünün", diğer özgürlüklerden biraz daha fazla hukuki bir sorun
olarak ortaya çıkmasının altında; bunun, aynı zamanda devlet ve din gibi iki
önemli kurum arasındaki çatışmayı içinde barındırması da yatmaktadır. Hukuki
yan, devletin dine bir sınırlama getirdiğine işaret etmektedir ve tartışma, bu
sınırın meşruluğunu henüz sağlayamamış olmasındandır. Dindar, devleti kendi
dindarlığına ayrıcalık tanımaya zorlarken; bunun, eninde sonunda dinin yeniden
devlet olması anlamına geleceğinin farkındadır. Modern burjuva sistemi
açısından ise, dinin devlet olmasını talep etmek ile din özgürlüğü arasında bir
bağlantının kurulması, konuya nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın mümkün değildir.
O, bunu ancak, "kişisel bir olgu" haline geldiğinde kabul edebilir.
Öyle zannedileceği gibi bu tartışmada bir "açı sorunu"
yoktur: Konuya tersinden bakarak, "laik" devletin dinî tüzel hukuk
alanından özel hukuk alanına itmesinin, dindarlarla devlet arasında bir
gerilime yol açtığından söz edebiliriz. Dindar, iddiasında haklıdır; dini bu
esnemeye izin vermemektedir. Onun açısından din, devlet; devlet ise din
demektir. Din ile devlet birbirinden ayrıldığında, yani din
silahsızlandırıldığında, bunun yeni bir din ve yeni bir dindarlık gerektireceği
açıktır. Laiklik, kim ne derse desin dinin bu değişime zorlanmasıdır. Demek ki
bu açıdan bakıldığında da devletin, dini "kişisel bir iş" haline
getirme isteğini teşhis edebiliriz. Her iki durumda da bir devlet olmuş ve bu
devlet olma iddiasını sürdüren din ile kendisini bir din olarak ilan etmiş olan
modern devlet arasındaki bir yerde sorunumuzla karşı karşıya geliyoruz.
Önce, sorunumuza nasıl ve nereden bakacağımız noktasında da bir
tartışmayı yürütmemiz gerekiyor. Sekülerliğe yapılan göndermenin mantıki
sonucu, bu tartışmada görülen biçimiyle taraf tutmamızın mümkün olmamasıdır.
Örneğin, dindarların bir talebi olarak gündeme gelen türbanı "kamusal
alan"da meşrulaştırma girişimlerini din özgürlüğü içinde mi
değerlendireceğiz? Ya da "dogma"larını din okullarında alan
gençlerin, din devleti terbiyesiyle "devlete sızmalarına" izin
verilmesi talebinin yanında mı, yoksa karşısında mı yer alacağız? Burada evet
veya hayır cevabının sorunu çözmediği, bir açıklık getirmediği ilk bakışta görülecektir.
Din özgürlüğünün devlete değin yanına ilişkin söylenmesi gereken
ilk saptama, devletin dini sınırlamasının, ulusal devrimci devletlerin bir
"alametifarika"sı olması. Örneğin, Fransız İhtilali, devleti dünyevi
bir güç haline getirirken, ister istemez onun üzerindeki ruhani örtüyü de
kaldırmak zorunda kalmıştı. Kilisenin serveti ve gücünün tırpanlanması, onun
günlük hayat üzerindeki denetimini yok etmek üzere girişilen devrimci
değişiklikler -örneğin yeni bir takvim yapılması gibi- bunun işaretleriydi.
Fransız İhtilali, devleti; bir din devleti olmaktan çıkarmış ve yerine bir
devlet dini ihdas etmiştir.
Ancak, Fransa'da vatandaşların din özgürlüğünü elde etmesi devletin
dine karşı kendini özgür kılmasının doğrudan bir sonucu değildir. Bunda, din
devleti ile yurttaşlar arasındaki kavganın bir sınıf savaşı olarak belirmesinin
etkisi tartışılamaz. Fransa'da, kiliseye karşı olan mücadele ile kilise
babaları kılığındaki mülk sahibi sınıfa karşı verilen mücadele ayrılmaz bir
biçimde iç içe geçmiştir. Öte yandan bunun Fransa'da olduğu gibi her durumda
devrimci bir tarzda belirmesi de şart değildir. "Siyasi özgürlüğün sınırı,
bir devletin vatandaşları sınırlılıktan kurtulmadan da devletin bizzat
kendisini o sınırlılıktan kurtarabilmesindedir. Devlet, içindeki kişiler olmadan
da özgür bir devlet olabilir."[97] Türkiye'de Türkiye Cumhuriyeti için olan ise budur. Tıpkı
Fransa'da olduğu gibi dinî alanı daraltarak işe koyulan devlet, bir devlet dini
ihdas ederek kendi belirlediği sınırlar içinde bir dinsel hayat oluşumunu da
sağlamak istemiştir.
DİNDAR VE DEVLET
Dindarla devlet arasındaki zıtlaşma, genel olarak din ile devletin
kendi prensipleri arasındaki bir zıtlaşmadır; dinin özgür olması ile devletin
özgür olması arasında bir karşıtlılık vardır. Öyleyse din özgürlüğünü, kişinin
dinî inanç özgürlüğü olarak değil; genel olarak dinin özgürlüğü, dinin
prensiplerinin devlete egemen olması özgürlüğü olarak alınmasında bir sorun
vardır ve tartıştığımız da budur. Yani din özgürlüğü, dinin devletin kendisi olmak
için örgütlenmesi özgürlüğü olarak yorumlanamaz. Bu özgürlük, böyle
yorumlandığında bütün diğer özgürlüklerin ortadan kaldırılmasını gerektirir ki
bu durumda özgürlüğün kendisi bir tartışma unsuru olmaktan çıkar. İşte bu
nedenledir ki modern devlet, din özgürlüğünü tanıdığında, kendi varoluşunu
onamaktan başka bir şey yapmış olmaz. Dindarlığı bir ayrıcalık olmaktan
çıkararak, tek ayrıcalığın o devletin vatandaşına ait olduğunu onamış olur.
Devlet, din özgürlüğünü tanıyarak kendi özgürlüğünü tanımış olur. "Demek
ki, kendi vatandaşlarının çoğunluğu dindar da olsalar, bir devlet gene de
kendini dinden özgürleştirmiş olabilir. Çoğunluk da ancak bu özel anlamda
dindar olmakla dindarlıktan çıkmış olmaz."[98] Bu, din devletinin ötesinde, din ile devlet arasında kurulan yeni
hiyerarşinin ifadesinden başka bir şey değildir.
Kişi, yurttaş, vatandaş; modern devletin kendi tebaasını
tanımladığı bütün bu kavramlar, bir din üyesi olarak dindarın yerine, dinden
siyasi olarak özgürleşmiş insanı varsayar. Din özgürlüğü, son tahlilde dindarın
değil; kimliğini din dışı alanda tanımlayan yurttaşın, vatandaşın veya kişinin
özgürlüğüdür. Dindar, vatandaş haline gelmeden, "özgürlük" olmaz.
Demek ki kişinin din özgürlüğü ancak devlet aracılığıyla gerçekleştirilebilir.
"Fakat devletin, özellikle özgür bir devletin dine karşı tutumu, devlet
içindeki kişilerin dine karşı tutumundan başka bir şey değildir. Bu demektir ki
insan; soyut, sınırlı ve parçalı bir biçimde siyasi sınırlılığının üstüne
çıkarak, devletin aracılığı ile siyasal sınırlılıklarından kendini
kurtarabilir. Gene demektir ki insan, kendini siyasi anlamda özgürleştirdiği
zaman bir aracı eliyle dolaylı olarak özgürleştirir. Ve nihayet şu da demektir
ki insan, devleti ateist bir devlet olarak ilan etmekle de gene dine bağlı
kalabilir; çünkü bu özgürleşmesini ancak bir aracı eliyle, dolaylı olarak ilan
ediyor. Devlet, insan ile onun kendi özgürlüğü arasında bir aracıdır."[99] Yani devlet,
dindarlığı bir ayrıcalık olarak kabul etmediği için, genel bir devlet haline
geliyor ve dindarlık yine de varlığını sürdürüyor. İnsanlık, devletin kendisi
ancak bir din haline geldiğinde, dinin devletinden kurtulabilmiştir.
"Devlet nerede gerçek şeklini almışsa insan orada yalnız düşünce ve bilinçte
değil, gerçekte de çifte bir hayat yaşar. Biri göksel, biri yersel hayat; biri
siyasi toplum içindeki hayat, insanın kendini o toplumun üyesi saydığı zamanki
hayat; öbürü burjuva toplum içindeki hayat, özel kişi olarak hareket ettiği
zamanki hayat, başkalarını bir amaç için araç olarak kullandığı, kendi de kendi
dışındaki güçlerin bir oyuncağı haline getirdiği zamanki hayat. Spiritüel
anlamda dünya karşısında cennet ne ise, burjuva toplum karşısında devlet odur.
Nasıl din, dünyevi hayata karşı ise; onu yaratmakla, onu tanımakla, hatta
kendini ona idare ettirmekle dünyevi üstünlüğünü kuruyorsa, devlet de burjuva
toplumuna öyle karşıttır."[100] Din özgürlüğü, demek ki özgür insanlar toplumunu varsayıyor; daha
işin başında bir dinî cemaatin ayrılmaz bir parçası olarak var olan insanın
özgürlüğünden söz edilemez. Din, onu bir insan, dindar bir insan olarak var
eden gerçek temeldir.
Burjuva toplumun, bir toplum imgesi, toplumun sadece bir hayali
olduğu unutulmamalıdır. Gerçekte inorganik bir yapıdır o. Çünkü burjuva
toplumda insan, kendine ve başkalarına karşı bir kişi olarak gerçek olmayan bir
fenomendir. İnsani ve toplumsal niteliklerinden soyutlanmış ve bir kişi olarak
yeniden kurgulanmıştır. Bir varlık olmaktan ziyade bir dolaşım odağıdır, bir
alıcı ve bir satıcıdır. Homo ekonomikus, anti sosyal bir yaratıktır ve din de
onun için ancak "kişisel bir sorun" olabilir.
HOMO EKONOMİKUS VE DİN ÖZGÜRLÜĞÜ
Demek ki, "din özgürlüğü" dediğimizde "kişinin
özgürlüğü"nden söz ettiğimizi hiç unutmayacağız. "İnsan, bu sınıfın
hukukuna 'kişilik' olarak girer. Her insan bir kişiliktir ve bir kişilik olarak
haklara sahip olur. Tıpkı 'insan' kavramının sınıfsal bir anlam taşımıyor
görünmesi gibi, kişilik de sınıfsal bir anlamdan yoksun görünür. Burjuva
hukuku, ilke olarak kişinin zengin veya yoksul, proleter veya burjuva oluşu ile
ilgili değildir. Bu hukuki tanım, kendi başına ele alındığında pratikten
bağımsız, en sonunda insanın keşfettiği bir olgu olarak görünür. Oysa
'kişiliğin' asıl itici gücü hukukun çerçevesi dışındadır; onu mümkün kılan
piyasadır, dolaşım alanıdır. Piyasa ve dolaşım alanı, insanı 'kişi' adı altında
varsayar. Piyasa, birer alıcı veya satıcı ise insanın sosyal konumu ile ilgili
değildir."[101] Birer dolaşım odağı olarak, birer alıcı ve satıcı kimliğiyle para
sahibi olan herkes birbiri ile eşittir; ne alacağına ve ne satacağına ancak
kendisi karar verir ve özgürdür. "Bu yüzden, piyasa ve dolaşım alanı, bu
düzenin gerçek özgürlükler âlemidir ve burjuva hukuku, gerçekte bu alan
aracılığıyla mümkün olabilir."[102] Ve piyasa mekanizması içinden çıktığı bütün toplumları dağıttığı,
inorganik bir yapı haline getirdiği, artık tek tek karşı karşıya olduğu
bireyleri ekonomik çıkarları etrafında tekrar birleştirdiği için biz insandan
ve onun haklarından söz edebiliyoruz. Yoksa bir Müslümanın İslam karşısında,
bir Hristiyanın kilise karşısında özgür olabileceğini söylemek saçmadır. Ancak
bağımsız, atomlaştırılmış, kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen homo
ekonomikus için "din özgürlüğü"nden söz edilebilir.
Kendi çıkarı etrafında örgütlenmiş ve artık vatandaş olmayı kabul
etmiş dindar için, din özgürlüğünü, kişiselliğin ötesinde kurgulamaya çalışmak
ise bir iki yüzlülüktür.
Çünkü bu durumda dindar adamın, bir dindar olarak ayrıcalığı,
bizzat kendisi tarafından ortadan kaldırılmış olur. "Dindar adam ile
vatandaş kişi arasındaki fark, tüccar ile vatandaş, gündelikçi ile vatandaş,
toprak sahibi ile vatandaş, canlı kişi ile vatandaş arasındaki fark cinsinden
bir farktır."[103] Öyleyse, nasıl bir vatandaş tüccar olduğu için ayrıcalık
isteyemezse, bir dindar da dindar olduğu için ayrıcalık isteyemez. Çünkü
bunları ortak bir kişilik olarak birbirine eşitleyen ve bir vatandaş olarak
varsayan şey, burjuva toplumun ve siyasi devletin ta kendisidir.
Böylece insan, kendisini siyasi anlamda dinden kurtarmıştır; ama
bunu dini ortadan kaldırarak değil, "onu tüzel hukuk alanından özel hukuk
alanına iterek" yapmıştır. Yani artık o, "Burjuva toplumun bencillik
alanının, bellum ominum contra omnes (herkesin herkese savaşı) ilkesinin özü
olmuştur."[104] Dinin, özel hukukun alanına itilmesi bu düzenin bir gereğidir ve
onun tekrar tüzel hukuk alanına getirilmesi yönündeki her istek, özgürlüğü
tartıştığımız bu alanın dinamitlenmesini talep etmektir.
Öyleyse, dinin yeniden devlet olmasını istemek; birey, yurttaş,
vatandaş olmayı reddetmek ve yeniden cemaat üyesi olmayı talep etmektir. Hem
homo ekonomikus olarak kalmayı sürdürmek hem de toplumda, devlette bir dindar
olmayı istemek, iki yüzlülüktür. Gerçekte din, ta başından beri dünyevi yaşamı
reddetmesine karşılık, onu tanımak ve onamak zorunluluğu karşısında boyun
eğmiş, bir dünya dini haline gelmiştir. Hristiyanlığın tanrının hakkı ile
Sezar'ın hakkı arasındaki ayrımı daha doğuş aşamasında yaptığı bilinmektedir.
İslam için de geçerlidir bu; "Kur'an'ın özel mülkiyete karşı olmadığı,
çünkü mesela, mirası bir kurala bağladığı açıkça görülmektedir. Hatta
eşitsizlikleri mesele haline getirmemeyi tavsiye eder; zenginlerin
imansızlığını lanetlemekle, hükm-ü-İlahi karşısında servetin faydasızlığına
işaret etmekle yetinir... Ücretli işçiliğe hiç itiraz edilmeyecek, tabii bir
kurumdur. Kur'an, birçok kere Tanrı'nın katında insanın ücretinden (değerinden)
söz eder. Bir seferinde Musa'yı ücretli çoban olarak çalıştırmak isteyen
Medyenli Jethro'yu sahneye çıkarır. Para almadan vaaz eden peygamberin ve
Muhammed'in kendisinin de ücret istemek hakları olduğu gibi, yıkılan bir duvarı
tamir etmek için ücret istemek de insanın hakkıdır."[105] Hatta bugün için yüz kızartıcı olarak kabul edilen köleliğin de
bütün tek tanrılı dinler tarafından nasıl onandığı bilinmektedir. Öte dünya ile
fani dünya arasında bu gerilim her zaman var olmuştur ve biliyoruz ki hayat
kutsal kitaplarda durduğu gibi durmamaktadır.
Öyleyse dinin yeni konumu, onun bu dünya ile arasındaki sorununun
mantıki sonuçlarına ulaştırılmasıdır; "Burjuva toplumunda dinin yerinden
oynatılması, siyasi özgürleşmenin bir aşaması değil, bir sonuçlanmasıdır;
insanın gerçek dindarlığının ancak gerektiği kadarının kaldırılmış
olmasıdır."[106] Yani "din özgürlüğü" insanı dinden kurtarmamıştır; tam
tersine onun insani yayılması için alanı açmıştır. Örneğin devletin, oy hakkını
mülkiyete bağlayan kuralları kaldırması mülkiyeti ortadan kaldırmadığı gibi,
dinin toplumsal alandaki otoritesinin kaldırılması da dini ortadan
kaldırmamıştır.
DİN VE "ATEİST" DEVLET
Bu yüzden, devlet vatandaşlarının çoğunluğunun birer dindar
olduğunun bilinciyle hareket eder. Örneğin devlet, İslam'ı resmî din olarak
tanırken, onu siyasi bir şekilde anlamaz; ona karşı gene bir din gibi davranır.
Yani bu, devletin, dini bir araç olarak kullanmasından başka bir anlam taşımaz.
Bu konuda bir emekli generalin yazdıklarını hatırlatalım: "Laiklik
ilkesinin yürürlüğe girmesi ile güdülen maksat, İslamiyetin siyasi olmayan bir
yörüngeye oturtulmasıdır. Laikliğin, siyasi hedefleri dışında kalan diğer
hedefleri ise, aslında İslamiyet'inkilere de paraleldir. Herhalde bu sebepledir
ki rahmetli Atatürk 'Türk milleti daha dindar olmalıdır' diyor."[107] Demek ki din,
siyasi olmayan bir çizgiye oturtulacak ve sonra vatandaşın daha dindar olması
sağlanacaktır. Devletin, din ile ilgili bu kurgusunun arkasında yatan nedeni de
yine aynı generalin yazısından izleyelim: "Dinin, İslamiyetin, en azından
bir disiplin meselesi olarak ele alınması ile ilgili hususlar. Bilindiği gibi
din, İslamiyet, öteki dünya ile ilgili hükümleri dışında en azından bir
disiplin, disiplin kuralları kümesidir. Zamanın çok çeşitli ve zor şartları
içerisinde toplumda ve bilhassa aile seviyesinde disiplin ihtiyacı, daha da
artmaktadır. Disiplin, dünyanın en pahalı üretimidir. Disiplini kolaylıkla
üreten ve de ucuza mal edebilen bir düzen asker ocağı, kışlalar ve bazı eğitim
kuruluşları dışında, henüz icat edilmemiştir. Türk tarihinde disiplini en ucuza
imal edebilen düzenlerden biri ise İslamiyettir."[108] Demek ki din, devlet için bir araçtır ve dindarlığın ortadan
kaldırılmasında modern devletin bir çıkarı yoktur.
Yani din devleti, dini toplumun diğer unsurları seviyesine indiren
ateist bir devlettir. Din devleti "Siyasette din gibi, dinde siyaset gibi
davranır."[109] Böyle değilse devletin, dinci hareketlerin karşısına, kendi
sembolleri, kendi ritüelleri ile çıkmasını; kendi peygamberini ve kendi
Kâbe'sini ileri sürmesini nasıl açıklayabiliriz? Devlet, dindarlığı tanıyarak,
dinsel bağlılığı, siyasal bağlılık haline getirmek istemektedir. Bizde, ulusal
kimliğin ısrarla dinsel kimlikle desteklenmesinin anlamı budur. Din ve devlet
arasındaki bu ilişkide, vatandaşa "din özgürlüğü" tanınmasının başka
bir anlamı yoktur; din özgürlüğü vatandaşı özgürleştirmez, yabancılaşmasını
ortadan kaldırmaz, tam tersine onun toplumsal itilmişliğini destekler.
Demek ki din özgürlüğü, en ideal durumunda bile sahibine insani bir
özgürlük sağlamıyor. Demek ki dinî açıdan özgür olduğumuzda, toplumsal olarak
da özgür olmuş olmuyoruz. Demek ki onlara, "Bağnazlığınızdan kurtulmadan,
siyasi olarak özgür olamazsınız." demek doğru değildir. Bir dindar, dindar
olarak kalırken de siyasi olarak özgür olabilir.
Bir buçuk asır sonra hâlâ "Yahudi Sorunu"daki açıklığın
kapısında durmamız bizim trajedimizdir. Şöyle söylüyor Marx: "Şu halde biz
Yahudilere, Bauer gibi 'Siz kendinizi Yahudi dininden kurtarmadıkça siyasi
özgürlüğünüzü alamazsınız' demeyeceğiz, biz; 'Siz Yahudi dinini tamamen
bırakmadan da siyasi anlamda özgürlük elde edebileceğiniz için, siyasi özgürlük
size insanlık özgürlüğü sağlamayacaktır' diyeceğiz. Siz eğer insan olarak
özgürlüğünüz elde etmeden sadece Yahudiler için siyasi özgürlük istiyorsanız
'Kusur ve çelişme yalnız sizde değil; aynı zamanda siyasi özgürlüğün özünde ve
niteliğindedir' diyeceğiz. Eğer sizi bu çelişiklik bağlıyorsa 'Bu, bütün
insanlığı köstekleyen genel bir bağın bir parçasıdır' diyeceğiz."[110] İşte, olan
bitene bakın; İslamcı siyasal hareket iktidardadır ve siyasi özgürlük
kullanılmaktadır. Din özgürlüğünün, kişisel çıkarların duvarına toslayıp
durmasının kısa öyküsü budur. İslami partinin taraftarları, toplumda yalnızca
birer dindar olarak var olmadıkları için, aynı zamanda bir homo ekonomikus
oldukları için, tartışamadığımız bu genel bağlılıkları yağlamakla meşguldürler.
İnsan hakları dinle uyuşmaz değildir, dinin ortadan kaldırılmasını
gerektirmez. Burada, tam tersine vicdan özgürlüğünün, yani kişinin istediği
dinî uygulama hakkının tartışma konusu edilmesi gerekir. Türkiye'de dinsel
azınlıkların dinleri nedeniyle çektikleri acıların çetelesini bile tutabilmiş
değiliz çünkü.
Burada tartışılması gereken, "piyasa insanının" neden
sadece insan olduğudur. İnsan hakları, burjuva toplumunun bu yalıtılmış ve
toplumun karşısına dikilmiş insanının haklarından başka bir anlama gelmiyor
çünkü. "...İnsanın özgürlük hakkı, insanla insan arasındaki bağa
dayanmıyor ki. Tersine, insanın insandan ayrılmasına dayanıyor. Özgürlük böyle
bir ayrılma hakkıdır, kendi sınırına çekilmiş kişinin hakkı."[111] Bunlar
karşısında, bu piyasa toplumu karşısında hiçbirimizin yeniden toplum olmayı
talep etmekten başka çıkış yolumuz yoktur. Bu din, bu mülkiyet, bu düzen,
çekildiğimiz bu özel sınırları kutsadığı için bizi özgür kılamıyor. İnsanın
insana karşı dikildiği bu düzen, bize ancak bir dindarın dininde özgür olduğu
kadar bir özgürlük tanıyabilir. Hak burada, yalnızca kendi köleliğimizin
onanmasıdır. Kölelikten kurtulmayı talep ettiğimizde, bu tepetaklak âlem ve
onun bu garip formülleri bir sorun olmaktan çıkacaktır.
Dindar homo ekonomikus, gerçekten özgür olmak istiyorsa, Osiris'in
mahkemesi önündeki o itirafı yapmaya yeniden cesaret edebilmelidir:
"Hiç kimseye haince kötülük etmedim. Yakınlarımı mutsuz
etmedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kötülüğe yakınlık göstermedim. Kötülük
yapmadım. İnsanların efendisi olarak kimseyi asla gücünün dışında
çalıştırmadım... Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi,
mutsuz olmadı. Tanrıların nefret ettikleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım.
Köleye efendisi tarafından kötü muamele ettirmedim. Kimseyi hiç aç bırakmadım.
Kimseye gözyaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini
emretmedim. Hiçbir insana yalan söylemedim. Tapınakların yiyeceklerini hiç
yağma etmedim. Tanrılara ayrılan cevherleri azaltmadım. Mumyaların ne
ekmeklerini, ne şaraplarını kaldırdım. Hiç zina yapmadım. Dinsel bölgemin rahibiyle
hiçbir utandırıcı eylem yapmadım. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım.
Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım. Terazide tartarken
hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının ağızlarından sütü hiç
uzaklaştırmadım. Otlaklarından hayvanları hiç çalmadım. Tanrıların kuşlarını ağ
kurup avlamadım. Ölmüş balığı avlamadım. Taşkın zamanında suyu hiç geriye
sürmedim. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Tapınakların alevini
hiçbir zaman söndürmedim. Tanrılara sunulacak armağanlarda hile yapmadım.
Tanrılık kişiliği olan hayvanları hiçbir zaman kovmadım. Göçtüğü sırada hiçbir
tanrıya engel olmadım. Ben temizim, temizim, temizim."[112]
V. Bölüm
Yahudilerin en
büyük düşmanı Çarlık Rusyası'ydı ve Alman Ordusu onu parçalamaya çalışıyordu…
Berlin'deki siyonizm merkezi kendisini dünya hareketinin karargâhı olarak
görüyordu ve üyeleri, Yahudilerin ve Müslümanların, Almanların koruması altına
alınmasını istiyorlardı. Selanik'teki geniş Yahudi toplumunun da etkisiyle,
savaşta Türkiye'nin Almanların yanında olduğu sanılıyordu.
Johnson, Yahudi Tarihi.
Türk'ten önce, Türkçülük var; bu görülüyor. Ancak Türk'ten önce
Türkçü olan "Yaban" hakkında henüz yeterince bilgi sahibi değiliz.
Onu dışarıdan gelmiş sayabiliriz, "yabanlık" durumu budur. Yaban, her
durumda dışarıdan gelendir.
Ancak aradan geçen uzun zamanda, Yaban'ın bir tarihe sahip olmaması
düşündürücüdür. Belki yazılması istenmemiştir, belki yazılması imkânsız bir
tarihtir bu. Bir sırdır, henüz ortada olmayan milletin bilmemesi gereken.
Biz bu durumda, "kurtuluş"u bir millet yaratma savaşı
sayabiliriz. Öyleyse Yaban'ı yaban görmenin de bir sakıncası yoktur. Millete,
millet olduğunu öğretenler yabanlardır. Yakup Kadri'nin "aydınlar"
suçlaması yerindedir. Yaban, dağ taş dolaşırken onlar devleti kurtarmak peşindedir.
Maaşlı memurdur çoğu, olup bitenin farkında değillerdir. Yaban, Harman Vambery,
"derviş kıyafetinde" Orta Asya'yı turlarken, Fransa'dadır,
Almanya'dadır. Yaban, onların içinden kafasında intihar kurşunuyla dolaşan,
gelgitleri bol Mehmet Ziya'yı ikna edebilmiştir bir tek. "Türkçülük"
su üzerine yazılmış bir yazıdır henüz.
Ama dönüp dolaşıp imkân olmuştur. Hepsi, Yeni Osmanlılık,
İslamcılık yenilmiştir çünkü. Parvus'un yazdıkları var, Yaban'ın gördüğünü
biliyoruz. Nasıl oldu? Kimdir bu ıssız toprakları, bu yalçın tepeleri
kurtarmayı iş edinen? Soruyu tersinden sormayı deniyoruz.
Tersinden sormak, soruyu Bekir Çavuşlar, Salih Ağalar, Zeynep
Kadınlar, ikinci adı olmayan İsmailler ve Süleymanlar tarafından sormaktır.
Kimdir bu bize kim olduğumuzu öğretmeye çalışan? Türkler Türk değilken, onlara
Türklük aşılamaya çalışan kimdir?
Yabandırlar, bunu biliyoruz. "Hangi yurdun
insanlarıydılar?" diye sorarak başlıyoruz.
Artık "Türkçülerin Türk olmadığı"nı biliyoruz. Büyük bir
bölümü bu topraklara göçüp gelmişler ve sonradan "Türk" olmuşlardır.
Bir de Türk olup göçmüşler var ki, Rusya'ya tepki hareketi olarak ortaya çıkmış
olmakla birlikte etkilerini en çok bu topraklarda hissettiğimiz için konumuz
dâhilindedir. Rusya sınırlarında yaşayanlar arasındaki etkileri ile burada ilgilenmiyoruz.
Ancak görünen Batı Türkleri ile ilişkilerinin de son derece sınırlı olmasıdır.
Rusya'ya bir tepkileri var ve "Türkçülük" onlar için bu
tepkinin adıdır. Akçuraoğlu Yusuf ve Gaspıralı, Panslavizmin baskısı altında
başlarına vuruldukça "Pantürkist" olanlardandır. Pantürkizmlerinin,
Panslavizmden, ezilmişlerin ideolojisi olma dışında ve ötesinde bir farkı
belirtilmiyor. Pantürkizmleri bütünüyle bir "tepki" hareketidir ve
ideolojilerinin birleştiricilik iddiasının karşılık bulmadığını biliyoruz.
Bizde "ırki birleşmeler" hep kuşkuyla karşılanmıştır.
Geçmişte, ibadethanelerin daha birleştirici olduğu açıktır. Aynı tanrıya
tapınmanın tutkal olduğu yerde başka tutkala neden ihtiyaç duyulsun? Sınırların
var olmadığı, dolayısıyla sınırları zorlamanın da bir anlamı olmayan
zamanlardır bu. "Sınırötesi ırkçılık" Doğu'ya Batı'dan ithaldir.
Doğu'da "saf ırk" bulunamamış ve Batı kendini saflaştırdıkça, Doğu'da
bir ırk imal etmek durumunda kalınmıştır. "Türkçülük" ile
sıkıntılarımızın önemli bir kısmı bu zorlamadır. Aslında Panslavizm de,
Pangermanizmin tepkisidir ve Doğu'daki "ırkçılık" akımının kökünü
böylece izlemiş oluyoruz. Pangermanizmi, Avrupa ırkçılığının kökü saydığımızı;
Fabrika'nın geçmiş sayılarında "Aydınlanma Tarikatı" yazılarında belirtmiştik.
Hem Hint-Avrupa ve Hint-Hitit masallarının kökeni buradadır hem de Batı'nın
"Helenizm"i buradan kaynaklanıyor. "Dil"den çıkıp
"ırk"a varıldı mı, pusulanın sizi nereye çıkaracağından emin
olamazsınız; Helen kim, Cermen nere?
Bir "uydurma" hali hep var ve bir "saf ırk"
oluşturmak için uydurmak şarttır. Şimdi bu topraklarda olanlar, gelenlerle aynı
mıdır bilemiyoruz. Ama Orta Asya'dan baki kalan pek çok şeyin içimizde olması
da yadırgatıcı değildir. Bunları gelirken getirdik, fakat burada bulduklarımız
içinde yitirdik. Bizanslılığımızın, Asyalılığımızdan daha değerli olduğunu
gösteren bir ölçü bulamadığımız sürece; biraz o, biraz bu olmamız da
kaçınılmaz. Ölçü yoksa bu tarihi birilerinin uydurmuş olduğunu kabul etmek
durumundayız.
Uydurulmuştur; başlangıçta daha temelsiz, giderek "Deli
Dumrul" hikâyesindeki gibi uymayan yerleri törpülenerek. Dolayısıyla,
Türklükle ilgili efsanelerin çıkışında, aşağılama tonu yüksek fikirlerle
bulaşık olması da doğaldır. Ayıklanarak geldiler ve uydurmalar saflaştıkça
"ırkımız" da saflaşmıştır. Cemil Meriç, hem bu bulaşıklığa hem de
kaynakların bulanıklığına dikkat çekerken haklıdır: "Bu milliyetçilik
hareketi iki kaynaktan geldi bize. Birisi Batı kaynağı. Batı'dan gelen bu
tehlikeli fikir birkaç isim etrafında toplanabilir: Josephe De Guignes, Leon
Cahun, Vambery. De Guignes XVIII. asırda yaşamış, o devrin kifayetsiz
bilgileriyle Çin uzmanıdır. Kendisi hariciyeye, Fransız polisine mensup bir
adamdır. Ve Çinlilerin, Mısır'dan gelen bir koloninin devamı olduğunu
söyleyecek kadar bilgisizdir bu konuda. De Guignes bizi bizden fazla
düşünmüştür, çok eski bir mazimiz olduğunu; Hunların, Moğolların çocuğu
olduğumuzu sekiz cilt halinde yazmış. De Guignes İslamiyete, Osmanlı'ya
düşmandır. Güya bizi Osmanlı'dan ve İslamiyetten kurtarmak için Hunlarla, Moğollarla
akraba yapmış.
Hakikatte bu, tarihen hiçbir zaman sabit olmamıştır. Ve Avrupa,
onun bizi kardeş yaptığı bu kavimleri lanetle yâd eder. En son tarihler,
Hunlardan 'Medeniyetin kendilerine yalnız harabeler borçlu olduğu Hunlar' diye
bahseder. Medeniyet tahripçileri, yırtıcı, hunhar bir sürü olarak bahseder. De
Guignes'den Süleyman Paşa bahsetmiştir. Eserinde De Guignes'den parçalar
nakletmiştir. Süleyman Paşa, De Guignes'yi nereden tanıdı? Nasıl tanıdı? Hangi
karanlık kaynaktan geliyor De Guignes'yi tanıması? Belli değil. Ondan sonra
Ziya Gökalp'in tavsiyesi ile Hüseyin Cahit tercüme etmiş. Hunlarla, Tatarlarla,
ismini bilmediğimiz birçok milletlerle, Vizigotlarla, Ostorogotlarla vs.
tanımadığımız atalarımızIa münasebetlerimizi De Guignes'den öğrendik.
Bir diğeri de Leon Cahun'dur. Leon Cahun Yahudidir. Asya Tarihine Giriş diye bir kitabı var. Türkiye'de
milliyetçiliğin kaynağıdır bu kitap. Önsözünü tercüme ettim. Diyor ki:
"Türkler hiçbir medeniyet kurmamışlardır. Kuramazlar da. Bilakis yıkarlar.
O kadar budaladırlar ki Çin medeniyeti ile uzun zaman temas etmişler. Fakat bu
medeniyeti bir türlü nakledememişlerdir. Düşünce kabiliyetleri yoktur bunların.
Sadece yıkmışlardır." Bu kitap Türk milliyetçiliğinin Kur'an-ı Kerim'i
oluyor. Bütün Türkçülerin üzerinde birleştikleri isimlerin başlıcalarından
biridir Leon Cahun. XIX. asır sonu, XX. asrın başında yaşamıştır. Vambery
doğrudan doğruya casustu zaten."[113] Bu bulanıklığın içinde, yine de bir yön sezilebiliyor. Gelirken
getirdik, fakat burada bulduklarımız içinde yitirdik. Bu bakışın, bizi hem
geldiğimiz yere itmeye çalıştığı hem de bulduklarımızı unutturmaya çalıştığı
açıktır. Demek ki "kök"ümüzün geldiğimiz yerde olduğunu söylemekte
bir "siyaset" var. Orta Asya'ya doğru itilmemizin "kök"
bulmaktan başka sebepleri olsa gerektir.
Bir "kurgu"yu sezebiliyoruz. Ezilmişlerin, kurguya
inanmakta öncü olması da doğaldır; Batı Türkleri içinde soğuk ve kayıtsız
karşılanması da. Bu hikâyelere inanmaya teşne olanlar; Osmanlılardan çok,
Rusya'dan kaçan aydınlardır. Meriç, onlara da kuşkuyla yaklaşır: "Şimdi
bir de Rusya'dan gelen Türklerin telkinleriyle kuvvetleniyor bu hakikat.
Rusya'dan gelen Türkler, Osmanlı'ya hem dostturlar hem düşman. Dostturlar;
çünkü aynı medeniyet camiası, aynı ruh iklimi içindedirler. Düşmandırlar; çünkü
Osmanlı kendi dışlarındadır. Kırım'dan ayrıldıktan sonra onlarla bir
münasebetimiz kalmadı. Bu itibarla Türkler İslam medeniyetinde, İslam faktörü
üzerinde değil, daha çok Türk motifi üzerinde durmuşlardır. Ve Milliyetçi
hareket, Türk Yurdu etrafında halkalanmış, Türk Yurdu etrafında gelişmiştir.
Yusuf Akçura, ayrıca Ağaoğlu Ahmet'i -garip bir milliyetçimiz- anlatmak bütün
Rusya'dan gelen Türkleri anIatmak için kâfidir. Prototipidir onların. Hepsi
aynı vaziyetteler. Çünkü Rus terbiyesi görmüşler, Rusya'da yetişmişler. Orada
Türklük gururları kırılmış. Burada yeni bir vatan bulmuşlar. Fakat bu vatanda
söz sahibi olmak, büyük söz sahibi olmak arzusuna kapılmışlar. Yusuf Akçura,
biliyorsunuz, Tarih Kurumu'nun başkanı oldu Mustafa Kemal devrinde.
Milletvekiliydi. Mustafa Kemal'in çok sevdiği bir adamdı ve bütün emellerine
sadakatle hizmet etti. Osmanlı'nın yıkılışında onun büyük rolü vardır, hissesi
vardır."[114]
Meriç, Rus göçmenlerinin Batı Türkleri ile bir kan uyuşmazlığı
çektiğini söylüyor ki bu, tarihleri ile uyumludur. Onları ayırıyoruz. Yaban'ın,
bu topraklara onlardan daha yakın olduğu bellidir.
VADEDİLMİŞ TOPRAK: TURAN
Rus göçmenleri ayırdığımızda Türkçülüğün içinde ne kalıyor? İki
kaynak var: İlki Macaristan'dır. "Turan" davası Macar asıllıdır.
İkincisi Polonya'dan Osmanlı topraklarına göçüp zorunlu Müslüman olanlardır ki
biyografileri, Türkçülüklerinin Türk olmalarından önce ortaya çıktığını
belirtmektedir. Geride kalan yabanların kökenleri budur ve ne yazık ki henüz bu
eğilimlerinin nedenlerini açık ve net olarak göremiyoruz. Bu iki kaynaktan
gelen Türkçülük içinde milletten çok, bir "siyaset" var ve bu "siyaset"in
kendini "Türkçülük" olarak kodladığını düşünebiliriz.
Macarların "Turan" hikâyesi karışıktır. Eski kaynaklara
göre Macarlar "Batı Türkleri"ndendirler ve "Şarkiler" ise
Hazarlar olmaktadır. Doğudakiler, Hazar Devleti sona erdikten sonra batıya
göçmüştür ve Macarlar bunda bir kök bulmaktadırlar. "Hun" kökenlilik
iddiası biliniyor; Hungary'nin kökeni budur. Turan dernekleri kurduklarını ve
dernek aracılığıyla Orta Asya'da bir kök aradıklarını öğreniyoruz.
Macaristan'daki bu Türkçülük temeline karşın, Osmanlı'ya göçüp
gelmiş Polonya yurttaşlarının Osmanlı olduktan sonra çok hızlı bir biçimde
Türkçülük davası gütmeleri şaşırtıcıdır. Çünkü Macarlardan farklı olarak
Polonyalılarda kök-Türklük iddiasına rastlamıyoruz. Buna karşılık Macarların ve
Polonya göçmenlerinin ortak bir hareket geliştirdiklerini, göçenler ve
göçmeyenlerde bir Türklük merakı uyandığını teşhis edebiliyoruz.
Kök-Türklük iddiası bulanık olmakla birlikte Macaristan'daki Türkçü
hareket içinde ve Polonya göçmenlerinin bütününde bir "Yahudi etkisi"
net olarak görülüyor. Macaristan'da Vambery ve Polonyalı göçmenlerde Konstantin
Borzencky bu etkinin temsilî karakterleri olarak biliniyorlar.
Psikolojik bir hazırlık var; merak bunun üzerine geliyor.
Kaynaklara göre, ilk modern Türk dili gramerini II. Mahmut zamanında genç bir
İngiliz olan Arthur Lumley Davids yazmıştır. Genç yaşta ölen yazarın annesi
bunun Fransızca çevirisini 1833'te padişaha sunmuştur.[115] Ne tür bir ilgi gördüğü not edilmiyor; ancak Akçura, Davids'in bir
Yahudi oryantalist olduğunu belirtmektedir.[116] Herhalde bu tür çabaların ilgi toplaması için bir "Orta
Asya" gezisi gerekiyordu.
Bu geziyi yapan ve kapıyı aralayan Herman Vambery'dir. Fransız Leon
Cahun'un edebî çalışmaları ise herhalde kapıyı sonuna kadar aralamıştır. Alman
Aleksandır Helpland Parvus'un dış desteği daha sonradır. Bu ilginin şimdiye
kadar şaşırtıcı bulunmaması çok ilginçtir. Hiçbiri Türk değildir ve Türklükle
ilgilendikleri zaman aralığında Türklerde Türklüğe bir ilgi yoktur.
İlgi görünmeye başladığında da bir kök sorunu ortaya çıkmıştır.
Mehmet Ziya bir yana, içeridekilerin de bu eğilimle bir uyumu var. Munis
Tekinalp veya diğer adıyla Moiz Kohen'in Türkçülüğünü çok militan bir biçimde
hayata geçirdiğini biliyoruz. Mehmet Ziya'yı, sonraki adıyla Ziya Gökalp'i en
çok etkileyenler arasındadır. Avram Galanti'yi ise Türkçülük militanlığında
Munis Tekinalp'ten geri kalmamakla birlikte, çok kaypak olması sebebiyle,
ciddiye alınmamış bir Türkçü saymamız daha uygundur. Türk değildiler. Peki,
neden Türkçü idiler, sorumuz budur.
TÜRK AMA "JÖN"ÜNDEN
Osmanlı muhalefeti neydi? Jön değildiler, Türk olduklarını kabul
etmedikleri yönünde de işaretler var. "Yeni Osmanlılık" durumlarına
daha uygundur. Ancak hem jön hem de Türk olmaları yönünde sonradan oluşan bir
tazyiki saptayabiliyoruz: "...jeune'lük Avrupa'da ulusçuluk ve
meşrutiyetçilik, hatta cumhuriyetçilik yanlısı olmak anlamına geldiği halde,
Türkiye'de bu hem din hem de devlet düşmanlığı anlamına geliyordu. Bu yüzden,
Avrupa'ya giden 'genç'ler, 'Türkistan'ın erbab -ı şebabı', 'civan' gibi
sözcükleri bırakarak, fakat ne jeune, ne de Türk sözcüğünü alarak kendilerine
en uygun ad olarak nizamnamelerine ve mühürlerine Yeni Osmanlılar adını
koydular. Bu, rastgele bir sözcük oyunu değildir; çünkü onlar için ne jeune'lük
ne de Türklük bir anlam taşırdı."[117]
"Milletçi olmadıkları anlaşılmıştır", böyle tercüme
edebiliriz. Karşılaştıkları sıkıntılar bununla mı ilgiliydi? Namık Kemal ve
arkadaşları Paris'e geldiklerinde devrimci basın tarafından alkışlanmışlardır.
Ancak, bir süre sonra sıkıntı ortaya çıkmıştır ve sıkıntının ardından Namık
Kemal ve arkadaşlarının Avrupa karşıtı, İslamcı ve "Müslümancı"
olduklarına karar verilmiştir. Leon Cahun, ilk tanışıklıktır ve Yeni Osmanlılar
hakkındaki haberimizi ona borçluyuz.[118] Kemal ve arkadaşlarının sürgün günlerinde İngiltere ve Fransa'nın,
Rus tehlikesi karşısında, Osmanlı hükümetini destekledikleri notunu da alıyoruz
ki bu, Osmanlı muhalefetinin açılması için henüz ortamın olgunlaşmadığı
anlamındadır. Buna karşın Cahun'un ilgisi bakidir ve bu ilginin hiç
eksilmediğini söyleyebiliyoruz.
Milliyetçi tonunun düşük bulunmasına karşın Yeni Osmanlıların
Polonya'dan da sıcak bir ilgi gördüğü belirtilmektedir. Berkes, Yeni Osmanlılar
Cemiyeti'nin nizamnamesinin yapılışında ve cemiyetin propaganda faaliyetlerinin
yürütülmesinde Polonyalı göçmenlerin "yardımcı" olduğunu haber
veriyor.[119] Ancak
"nizamname yazılmış" ve "propaganda kolaylaştırılmış" ise
durumu anlatmak için seçilen "yardım" sözcüğü kifayetsiz kalmaktadır.
Berkes'in sözlerini, "Cemiyeti onlar kurdu" diye çevirebiliriz.
Biliyoruz, cemiyeti var eden nizamnamesidir ve yaptığı iş de eninde sonunda
propagandadır.
Yeni Osmanlıların her adımda bunlarla karşılaşmasını rastlantı
saymak artık yersizdir. Aranıp bulunuyorlar ve arayanlar Yeni Osmanlılar
değildir. Arayış içindedirler ve Namık Kemal'i buluyorlar. Önce
"Fransız" yurttaşı Leon Cahun yakınlık kuruyor. Kemal'in, Cahun'un aracılığıyla
Viyanalı Simon Deutsch ile tanıştığını da öğreniyoruz. Deutsch, Komün
Devrimi'ne katılmış ve Marx'tan sonra Uluslararası İşçiler Birliği başkanı
olmuştur. Ancak, komünist fikirlerini Namık Kemal'e hiç açmamış olmalıdır, bir
etki göremiyoruz. Hem komünist hem de "Polonya milliyetçisi" miydi?
Bir kısmı Marx'ın da çevresindedir ve Berkes, Marx'ın çevresindeki Polonya
milliyetçisi görüşlere "Rus düşmanlığı" yüzünden yüz vermediği
haberini veriyor ki bu iddia Marx'ın genel tutumu ile tutarlıdır. Ancak,
Marx'ın tavrının "Rus düşmanlığı"ndan kaynaklandığı bir iddiadır.
Deutsch ve Cahun'a Marx'ın itirazının başka sebepleri de olabilir. Berkes,
çalışmasının dipnotunda Deutsch'un Viyanalı bir Musevi olduğunu belirtmektedir.[120] Namık Kemal'in
yakını Deutsch'un, Paris Komünü'nden önce 1867'de, Yeni Osmanlılarla yakınlığı
olduğu ve İstanbul'da öldüğü de notlar arsındadır. Namık Kemal'in yardımıyla
geçirdiği İstanbul günlerinde de geriye "ihtilalci" bir miras
bırakmamayı tercih ediyor. Yeni bir İsrail'in peşinde olduğunu düşünebiliriz.
Namık Kemal ilgisi ise karanlıktadır.
Namık Kemal'in başını çektiği Osmanlı muhalefeti denildiği gibi
"jön" değildi, Türk olduklarını kabul etmediklerini de artık
biliyoruz. Namık Kemal'in portresi, Deutsch ve Cahun'un sıkıntısını anlamamıza
yardımcı olacak ipuçları taşıyor. Muhalefettirler ve muhalefetlerini ancak
devlete tutunarak yapabilmektedirler. Sert yazılar yazdıkları zaman gazeteleri
kapatılan ve imparatorluğun bir köşesine memur yapılan bir muhalifliktir bu.
Cahun ve Deutch'a çok devletçi göründükleri açıktır.
Namık Kemal'in babası Mustafa Asım Bey, Sultan İkinci Abdülhamid'in
müneccimbaşıydı. Şinasi'nin çıkardığı Tasviri Efkâr gazetesinde yazmaya
başladı. Şinasi'nin 1865 yılında Paris'e kaçması üzerine, gazetenin yayınını
üstlendi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne kazanılması da o günlerde. Yazıları ve
gazetesi sakıncalı bulununca kapatıldı. Bu, o zamanlar "zorunlu
memuriyet" anlamına geliyordu. Muhalif Namık Kemal, 1867 yılında Erzurum vali
muavinliğine tayin edildi. Osmanlı ile ilişkisi sorunlu Mısır Valisi Mustafa
Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine, arkadaşı Ziya Paşa ile Paris'e kaçtı. Bir süre
sonra da Londra'ya geçiyor. Bu arada maaşlarının Mustafa Fazıl Paşa tarafından
ödendiğini ve Londra'da cemiyet adına bir dergi çıkarılması için gereken
sermayenin de aynı kaynaktan sağlandığını öğreniyoruz. Ali Suavi'nin
yönetimindeki Muhbir gazetesidir bu. Namık Kemal ve Ziya Paşa, Ali Suavi ile
anlaşamayınca Londra'da Hürriyet gazetesini çıkarmaya başlıyor. Her adımını
devlet izni ve yardımıyla atabilen bir muhalefet portresidir bu.
Leon Cahun ile dostluğu da herhalde devlet maaşlı o muhalefet
günlerinde gelişti. Paşalar olmadan adım atamayan bir muhalefet portresi en çok
onları şaşırtmış olmalı. Kemal, Ziya Paşa'nın Hidiv İsmail Paşa'yı tutması
üzerine, Hürriyet gazetesinden ayrıldı. Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa'nın çağrısı
üzerine, 1870'te İstanbul'a döndü. Mahmud Nedim Paşa'nın sadrazamlığı sırasında
Avrupa'dan dönen Nuri, Reşad ve Ebüzziya Tevfik beylerle İbret gazetesini
kiralıyorlar. Gazete, Namık Kemal'in "Garaz Marazdır" adlı yazısı
üzerine dört ay süre ile kapatılıyor. Yine memuriyet günleri... Bu yazıyı yazıp
gazetenin kapatılmasına neden olan Namık Kemal Gelibolu mutasarrıflığına
gönderiliyor. Dönüyor, aynı gazetede Babıali'yi eleştirmeye devam ediyor,
gazete bir ay daha kapatılıyor.
Gelibolu'da iken yazmaya başladığı "Vatan Yahut Silistre"
adlı piyesinin oynanması sırasında çıkan olayların İbret gazetesinde
yayımlanması üzerine gazete kapatılıyor. Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik; Nuri,
Hakkı beyler ve Ahmed Midhat bu kez tutuklanıyor. Namık Kemal Magosa'ya
sürülüyor. V. Murad tahta çıkınca 1876 yılında İstanbul'a dönüyor ve
"Şurayı Devlet üyesi" oluyor. Kanun-i Esasi'yi hazırlamakla
görevlendirilen kurulda çalışıyor. Sonra tekrar tutukluluk ve Midilli adasına
sürgün. Kemal'i orada da Midilli mutasarrıfı olarak görüyoruz. Şikâyet üzerine
Rodos mutasarrıflığına gönderiliyor. Bir süre sonra Sakız mutasarrıfı oluyor.
Orada ölüyor. İstibdat bu kadar derindir! Hem Kemal'in hem de Yeni Osmanlıların
Türkçülük iddialarına yüz vermemesi ve Osmanlıcılıkta ısrar etmesi için birden
çok sebep görünüyor.
CAHUN'UN TÜRK YARATMA HAYALİ
Yani, yeni dostları açısından ne Kemal'in ne diğerlerinin Avrupai
anlamda ihtilalci olmalarının ihtimali bulunmuyor. İhtilalci komünist fikirleri
yaymak için değilse, yabanlarımızın Yeni Osmanlılardan beklentisi nedir? Kuşku
var: "Leon Cahun gerçek anlamıyla bir Türkolog değildi. Fransız
kaynaklarında da kendisi 'edebiyatçı' olarak tanıtılmaktadır... Avrupa'daki
Osmanlı muhalefeti ile uzun temasları olan ve onları etkilemeye çalışan L.
Cahun'un siyasal bir misyonu var mıydı? Bu dikkatle incelenmesi gereken bir
konudur."[121] Timur, Cahun'un Osmanlı aydınlarına "gerçek Türk
ruhunun" İslamın dışında ve Orta Asya'nın içinde olduğunu öğretmeye
çalıştığını ileri sürüyor. Demek ki Macar yurttaşı Vambery ve Fransız yurttaşı
Leon Cahun'un Türkçülük merakı ile Yeni Osmanlılarla ilgisi arasında bir bağ
kurulması yersiz değildir.
Rusya'ya bakabilir miyiz? Rus göçmeni Akçura'nın, "Türkçülük
hareketinin 1820 tarihlerine doğru İstanbul'da ortaya çıkmış olmasına bir sebep
de, o tarihlerde Doğu Türklerinin başına gelen felaketli olaylarla Rusların
genişlemesine karşı İngiliz siyasetinin bu olaylardan Batı Türklerini haberdar
kılmaya ve etkilemeye çalışması olmuştur."[122] sözlerini takip ederek iz sürmek mümkündür. Ancak görüldüğü gibi
bu felaketli olaylardan etkilenenler arasında Türk yoktur. Vambery ve Cahun ön
saflardadır ve demek ki Türkçülüğün ortaya çıkması ile Rusya'nın yayılmasını
durdurmak arasında bir ilişki kurmak yadırganmamaktadır.
Vambery ve Cahun, İngiliz casusu mudur? Buna kesinlikle evet
diyebileceğimizi biliyoruz. Demek ki ilgideki siyasetlerden biri budur.
Hepsininki bu mudur? XIX. yüzyıl boyunca Rusya'da sadece Doğu Türkleri değil, 5
milyona yakın Yahudi nüfus da felaketli günler yaşamaktadır. Her ikisinin de
siyonist misyonlarını bildiğimize göre, bu noktada Türk tarihine değil, Yahudi
tarihine bakmamız daha ilerleticidir. Türkçülük operasyonu sırasında Rusya'da
pogrom var ve Yusuf Basalel'in Yahudi Tarihi'ne göre,
Rusya dünya Yahudi nüfusunun yarısı olan 5 milyon Yahudiyi barındırmaktadır.[123] Ancak buna
karşılık Çarlar, Yahudi nüfusunu çok sert bir baskı altında tutmaktadır.
Askerlik süresi Yahudileri asimile etmek için 25 yıla kadar uzatılabilmektedir.
Ele geçirilen topraklardaki Yahudilerin yer değiştirmelerine izin
verilmemektedir. Bu arada Yahudilerin pogroma karşı savunma milisleri
oluşturmakta, ancak bunlar savunma için yeterli olamamaktadır.[124] İngilizlerin
genişlemesini durdurmak istedikleri Rusya, siyonizm için de büyük bir sorun
haline gelmiştir. Rusya'daki 100 yıllık uygulamalar şöyledir:
1824: Yahudiler Rus köylerinden sürülüyor.
1835: Çar I. Nikola antisemitik düzenlemeler yapıyor.
1821, 1859, 1871: Odessa'da pogromlar.
1881-1884: Güney Rusya'da pogromlar.
1882: Köylerde ikamet yasağı, kent dışında toprak satın alma
yasağı, yeni antisemitik düzenlemeler.
1887: Yahudiler için lise ve üniversite kotası.
1891-1892: Yahudi zanaatçılar Moskova ve Petersburg'dan sürülüyor.
1903: Kiev'de pogrom.
1905: 700'ü aşkın yörede pogrom.
1906: Pogromlar sürüyor.
1909-1910: Polonya'da Yahudilere karşı ekonomik boykot.
1910: Kiev'den sürgün.[125]
Yukarıdaki verilerin yer aldığı kaynak, 1880 ile 1929 yılı arasında
Rusya'dan göçlerin sayısını 2.285.000 olarak vermektedir.
Rusya'yı durdurmak; bu, herhalde Yahudiler için İngilizlerinkinden
daha hayati bir sorundu. Vambery'nin Orta Asya seyahati raporlarını İngilizlere
götürmesi için casus olmasına hiç gerek yoktur.
Bu durumda Cahun-Vambery ikilisinin Rusya siyasetine karşı bir
Osmanlı siyaseti geliştirdiklerini düşünebiliriz. Polonya ve Macaristan
üzerinden yürütülen bu operasyonun önemli bir parçası Rusya'nın kıyılarında,
onu kemirecek bir etnik dalga yaratmaktır. Asya içlerinde Türk aramanın başka
bir açıklaması bulunmuyor. Akçura'ya göre "Vambery, Reşit Efendi adıyla ve
derviş kıyafetiyle Orta Asya'da üç yıl dönüp dolaştıktan sonra, yine İstanbul
üzerinden Macaristan'a dönmüş ve oradan doğru Londra'ya gitmiştir."[126] Sahte derviş,
ilmî ve fennî incelemelerinin ürünlerini ilk önce Macarlara değil, İngilizlere
sunmuştur. Paraya ya da casusluğa ihtiyacı olmamakla birlikte, bu hizmeti
karşılığında büyük servet edindiğini biliyoruz.
Bu durumda Yeni Osmanlılar için de bir siyaset ortaya çıkmaktadır.
Yeni Osmanlıları ya da onların deyişiyle jeune'leri -genç demektir- genç bir
iktidar odağı olarak düşünmeleri ve dolayısıyla Osmanlı'da bir iktidar
değişikliği hedeflemeleri Rusya'yı durdurma siyasetine uygundur.
İktidar hedefi radikaldir ve Cahun-Vambery ikilisinin
"Türkçülük" konusunda, Yeni Osmanlılardan daha radikal olması
şaşırtıcı değildir. İkincilerin kayıtsızlığına karşın Vambery bütün Orta
Asya'yı derviş kıyafetiyle dolaşıp Türk kavmi aramaktadır. Buralar, Rusya
topraklarıdır ve bulunacak her Türk kavminin Rusya'yı sıkıntıya sokması
kaçınılmazdır. Cahun ise gitmediği toprakları ve o toprakların insanlarını
şehvetle yazmaktadır. Ancak ne yazık ki Türkler henüz Türkçü değildir ve Yeni
Osmanlıların "Türk" soydaşlarına karşı oldukça kayıtsız oldukları
anlaşılmıştır. Berkes, keşfi karşısında bir türlü ikna olmamış görünen Yeni
Osmanlılar için Vambery'nin şunları yazdığını not etmektedir: "Bunlar
iktidardaki Paşa ve efendileri eleştirirler; onların kötü yönetimlerinin Kur'an
yargılarına ve padişah iradesine aykırı olduğunu ileri sürerlerdi. İslavcılığa
ve Avrupacılığa karşı İslamcılıkla karşı konulabileceğine inanıyorlardı. Avrupa
devrimcilerini taklit ederek birtakım soyut ilkeleri tekrarlamakla birlikte,
Osmanlı cetlerine karşı olduğu kadar şimdiki padişaha da bağlılıklarını sürdürüyorlardı.
Bunların devrimcilikleri, başında bir grandük olmak şartıyla cumhuriyet isteyen
bazı saf Almanların devrimciliğine benziyordu."[127]
Bunları yazan Vambery'nin hem İngilizler lehine casusluk yaptığı
hem de "Jeune" Türkleri gammazlamak üzere Abdülhamid'ten para
aldığını biliyoruz. Abdülhamid'le Filistin pazarlığına giden Teodor Herzl'in de
kılavuzudur ki yaptığı her işin ötesinde hep bir siyonist olarak kaldığı
tartışmasızdır.[128]
Peki, Türkçü Vambery, İngilizlere neyin bilgisini verdi?
İngilizler, Türklerin Orta Asya'dan geldiğini bilmiyordu da Vambery'den mi
öğrendi? Yoksa gezi, bizzat bir casusluk faaliyeti miydi? Sorular ortadadır;
ama arada Vambery'nin "Kuleli Vakası" ile de yakından ilgili olduğunu
öğreniyoruz. Görünüşe göre bu gerici kalkışmanın başaktörlerinden biri olan
Hüseyin Daim Paşa, evinde Fransızca öğretmeni olarak Vambery'yi tutmaktadır.
Yakalananlardan Şeyh Ahmet Efendi de onun tanıdıkları arasındadır. Berkes'in
verdiği dipnot bilgilerine göre[129] paşa konaklarına Avusturya-Macaristan'da iki önemli zattan aldığı
tavsiye mektupları ile girebilmiştir. İstanbul'da altı yıl kalmış ve bir
Türkçe-Almanca sözlük hazırlamıştır. Bu arada olayın sorumlusu olarak tutuklanan
Ferhat Paşa'nın da bir Macar mülteci olduğunu öğreniyoruz.[130] Tanzimat karşıtı hareketlerin ne kadar içindeydiler?
"Semitik" kaynaklara göre "Kuleli Vakası" gerici bir olay
sayılmamalıdır. Eninde sonunda bir halk hareketidir ve bu halkın kim olduğunu
artık bilemiyoruz.
MACARLAR
Orta Asya'da Hazarları mı arıyorlardı? Osmanlı'da bulmayı umdukları
şeyle, buldukları arasında korkunç bir acı mı görmüşlerdi? Peki, Hazarları
bulsalar ne olacaktı? Arthur Koastler Onüçüncü Kabile'de
bir hikâye anlatır. Hazaryalı bir Mesih, Filistin seferi çağrısı yapmıştır.
Amacı Filistin'i fethetmektir. Hareketi başlatan Solomon ben Duji ya da
Süleyman oğlu Ruhi ya da Roy adlı bir Hazar Yahudisidir. 20 yıl sonra oğlu
David al-Roy Kürdistan'a geçip büyük bir ordu toplamıştır. Bu orduyla Musul'un
kuzeydoğusunda stratejik bir kale olan Amadie'yi ele geçirmeyi başarır. Suriye
içlerine ilerleyip kutsal toprakları ele geçirmeyi planlamaktadır.
Habercilerinden biri Bağdat'ı ayaklandırmış, Yahudilere dama çıkıp
beklemelerini, o gece damdan alınıp bulutların üzerinden Ruhi'nin yanına
uçurulacaklarını söylemiştir. Koestler, o gece Yahudilerin damda sabahladığını
söylüyor. Ancak Bağdat'taki Hahamlar bu olaylardan çok rahatsız olmuştur ve
Davut Ruhi gece uyurken tanrısının yanına uçurulmuştur."[131] Bu hikâyeyi
bilip bilmediklerini bilmiyoruz. Ancak Filistin pazarlığı hep var ve Polonya
ile Macaristan'da bu hikâyelerin çok canlı olduğunu öğreniyoruz.
Hem Macaristan'da hem de Polonya'da bir Hazar bakiyesi var. Bunu
her iki ülkede Yahudilerin kurucu atalardan sayıldığı anlamında alabilir miyiz?
Polonya için bir bağlantı da Sabatay Sevi hareketidir; Osmanlı topraklarında
başlayan bu olayın en çok onları etkilemiş olduğu ileri sürülüyor.[132] Bu iki
kaynağın Türkçülük merakı için açıklayıcıdır. Bu arada Basalel'den
Macaristan'da Theodore Herzl'in doğduğu evin bir müze haline getirildiğini
öğreniyoruz. Kök var ve Vambery'nin, Herzl'i Abdülhamid'e götüren kişi olduğunu
biliyoruz. Türkçülüğün, bir Yahudi hareketi olarak başlamasının nedenleri
bunlardır.
Öğretim Üyesi Erol Tasnadi, Türk-Macar ilişkilerinin tarihî
derinliklerine dalan çalışmasında çok geniş bir etkileşimin haberini veriyor.
Bazılarını aktarıyorum: "1848-49'da demokratik özgürlük hakları ve ulusal
egemenliği için verdiği savaş, Rusya çarından yardım isteyen Avusturya
İmparatorluğu tarafından yenilgiye uğratılınca, Lajos Kossuth ve yanında
bulunan birçok arkadaşı Sultan Abdülmecit'ten sığınma hakkı elde etti. Önder
Lajos Kossuth, Kütahya'da bir buçuk yıl yaşadı ve çalışmalarını sürdürdü. Kral
naibine yaraşır bir biçimde yaşamı düzenlendi. Günde 10-12 saat çalışıyor, Türk
devlet adamlarıyla elçilere uzun politik mektuplar gönderiyor, Macaristan'ın
yeni anayasasını hazırlıyor. Macar özgürlük davası uğrunda görüşmelere
hazırlıklar yapıyor, aynı zamanda Türkçe öğreniyordu. Yazdığı Türk Grameri adlı eser Türk dil tarihi araştırmaları için
değerli malzeme içeriyor.
Macar mültecilerini, yalnız mülteci olarak düşünmek doğru değil.
Hemen hepsi iyi öğrenim görmüş, Batı'yı gezmiş ve Türkiye'de kalmış olanlar;
1849'dan sonra bir seri ıslahat hareketlerine geçen Osmanlı Devleti'nin
modernleştirme sürecinde destekleyici olmuştur. Bilhassa Müslümanlığı kabul
etmiş Macar subayları, Osmanlı ordusuna katılmıştır. Örneğin Erdel savaşlarının
efsanevi kumandanı Jozsef (Yozef) Bem, Murat Paşa adıyla Halep'e yerleşmiş,
1850'de isyan eden Araplara karşı kendisine âdeta tapınan birçok subay
arkadaşlarıyla birlikte savaşmış, şehit düştükten sonra mezartaşı İstanbul
yakınından götürülüp başucuna dikilmiştir. Başka özgürlük savaşçılarımız, başka
yerlerde Osmanlı'ya hizmet etmiş; örneğin birçokları Kırım harbine katılarak
Osmanlı kuvvetlerine güç katmıştır.
Albay Jozsef Kollmann, Kırım Savaşı'nda Feyzi Paşa adıyla savaştı.
Yüzbaşı Jozsef Taschler, Kırım Savaşı'nda yarbaylığa yükseldi. György Divitsek
üsteğmen olup 1864'te Osmanlı ordusunda Albay Ali Bey oldu. Yüzbaşı Janos
Derecskey -Osmanlı ordusunun İskender Paşa'sı- Selanik'teki Rum ayaklanmasında
öldü. Macar Özgürlük Savaşı'na yarbay rütbesiyle katılan Kassel doğumlu August
Ludwig Wegler; Osmanlı ordusuna Albay Tefik olarak girdi, sonra paşa oldu ve
Beduinlere karşı savaşta öldü. Kssuth'un generallerinden György Kmety; İsmail
Paşa, Kars kalesinin kahraman koruyucusudur, 1856'da orgeneral oldu. Kırım
Savaşı'na katılıp 11 Ekim 1856'da ölen Kont Richard Gruyon ise, Haydarpaşa
İngiliz Mezarlığı'ndaki kitabesinde ise "Türk Paşası, Fransa'nın çocuğu,
İngiltere doğumlu, fakat Macar milliyetçisi" şeklinde ifade edilmektedir.
Macar Özgürlük Savaşı'nın başçavuşlarından Sandor Farkas; Harbiye'de uzun
yıllar hocalık yaparak, Macar Osman Paşa adını aldı. Nigar Hanım'ın, İlk Türk
kadın şairi Nigar binti Osman'ın babasıdır.
Bu noktada Macar Türkologlarına geldik. Bilindiği gibi Macar
Türkolojisi, Macarların kökenlerini arayışlarından doğdu, ayrıca Macaristan'da
150 yıl süren Osmanlı hâkimiyeti dönemi de her zaman Türkologlarımızın ilgi
odağında idi. Bu Türkologlarımızı çok iyi tanıdığımız için, zamanın kısıtlı
olması nedeniyle ancak kısaca hatırlatayım: Janos Repiczky, Gyula Meszaros,
Frigyes Vineze, Vilmos Pröhle, Gabar Balint Szentkatolnai, Janos Pastinszky.
Özellikle Ignac Kunos, aslında dilci olup filoloji çalışmalarının yan ürünleri
olan derlemeleri, zengin antolojileri ile Türk divan ve halk edebiyatı
eserlerine dikkatleri çekiyordu. Budapeşte'de Türkoloji kürsüsünü kuran, Reşit
takma adıyla Türk dünyasını gezen "Topal Derviş" Armin Vambery
Türkoloji'nin hemen hemen her alanında öncülük yaptı. İstanbul arşivlerinde
öncü çalışmalar yapan Imre Karacson, diğerleri arasında Evliya Çelebi'nin el
yazmalarını buldu, yayımlanmalarında da katkısı var. Aynı zamanda Seyahatname'nin Macaristan'a ait bölümlerini Macarcaya da
çevirdi.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Atatürk'ün
özel talimatı üzerine kurulmuş Hungaroloji Enstitüsü; Laszlo Rasonyi, Janos
Eckmann ve Tibor Halasi- Kun gibi profesörlerimiz sayesinde Türk bilim
hayatında yerini almıştır. Yeni Türk alfabesinin oluşturulmasında Macar uzmanlarının
da Türk dilcilerine yardımcı olduğunu biliyoruz.
Müzik alanından da örnek vermek gerekirse, dünyanın her yerinde
olduğu gibi konserleriyle İstanbul'da da olay yaratan Macar besteci ve
piyanisti Ferenc Liszt'in yanı sıra yüzyılımızın evrensel müzisyeni Bela
Bartok'u anmalıyız. Bartok, 1936'da Güneydoğu Anadolu'da yaptığı halk türküleri
derlemeleriyle Türk halk müziği araştırmalarının temelini atmış; genç yol
arkadaşı A. Adnan Saygun'a da yol göstermiştir.
Macarlarının bir kısmının Yahudi olduğu açıktır; ancak Türklerle
derin bir bağları var ve bu bağın Hazar mirası ile mi yoksa Hunlarla mı
kurulduğunu bilemiyoruz.
EFENDİ PARVUS
Peki, Osmanlı'yı yıkmakta ve Rusya'yı durdurmakta başarısız mı
olmuşlardır? Birinci savaştan önce, Rusya bir taraftadır; "siyonizmin
koruyucu meleği" Almanya diğer tarafta. Osmanlı, Almanya lehine ve Rusya
aleyhine savaşa sokulmuş ve yenilmiştir. Rusya da "anti-semit"
iktidar ise bir iç ihtilalle yıkılmıştır.
Rusya'yı durdurma siyaseti ise -artık biliyoruz- en çok Yeni
Osmanlılar ve Jeune Türkler içinde örgütlüdür. Hem Rusya için bir plan
geliştirdiklerini hem de İttihat ve Terakki içinde güçlü bir hizip olarak
"Milliyetçiliği" desteklediklerini ve Osmanlı'yı Rusya karşısında ve
Almanya'nın yanında savaşa teşvik için ellerinden geleni yaptıklarını
biliyoruz. Örgütün en ilginç simalarından Parvus Efendi'nin 1914'te hazırladığı
iki bildirinin anlamı budur.[133] Rusya'yı durdurma siyaseti Ekin Devrimi öncesinin bütün siyasal
muhalefet hareketlerinde de örgütlüdür ve Lenin'in ağabeyinin de içinde olduğu
Çar'a suikast olayının da taraflarından biri olduklarını biliyoruz.
Parvus'un siyasal öngörülerinin isabeti hep şaşırtıcı bulunmuştur.
Müthiş bir siyasal deha olduğu tartışılmıyor; ancak şimdi
"siyaset"inin, komünist siyasetinden daha erken başlamış ve daha
olgunlaşmış olmasının dehadan başka nedenleri olduğunu anlıyoruz.
1905 Devrimi başarısız olunca Alexandre Helpland Parvus, 1910
yılında Türkiye'ye gelip hem İttihat ve Terakki'ye hem de Türkçü akıma desteğini
sunuyor. Parvus Efendi adıyla bu çevrelerde ünleniyor. Bu çabasından önce,
Rusya'nın "devrimle yıkılacağı"nı tahmin etmiş ve yeteneklerini
devrimin hizmetine sunmuştur. Şöyle diyor 1914 yılında: "Savaş sonunda,
Rusya'nın yenik düşme olanağı varsa da Çar hükümetinin, ulusu tutsak cahil,
sefil tutması ve böylece ulusal gücün gelişimini kendi eliyle engellemesi gibi
nedenlerden doğmaktadır bu. Bununla birlikte, Rusya'nın yönetim biçimi er geç,
kesinlikle değişecektir. İşte o zaman Rus ulusunda içkin olarak var olan
siyasal ve ekonomik güç kendini gösterecektir. ...Rusya, değil yalnız Cermen
hükümetlerinin, bütün Avrupa'nın bile baş edemeyeceği bir güç olacaktır."[134] Bu, genel
olarak, büyütecin Rusya üzerine tutulduğunun işareti sayılmalıdır. Yalnızca
işaret mi, bir de operasyon var. Parvus, aynı zamanda Lenin'in trenle
Almanya'dan Rusya'ya geçişine Alman hükümetini ikna eden kişidir. Hedef Rusya
ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya yanında savaşa katılacağını da öngörmüş
olması gereklidir. Siyasetin planı budur ve artık önemli bir kısmının
gerçekleşmiş olduğunu biliyoruz.[135]
Rus muhalif çevreleri ile ilişkisinin sadece bir devrim hizmeti
olmadığı, Parvus'un bu operasyonun ardından birdenbire zengin olmasından
bellidir. Bu büyük hizmeti karşılığında Almanya'dan Türkiye'de vagon ticareti,
Avrupa'da kömür ve çelik işleri tekeli alıyor. Büyük bir servet ediniyor.
Almanya-Rusya ve Türkiye arasında dolaşan bu adam, başlangıçta Rus devrimci
hareketinin önde gelen simalarından biridir. Iskra'nın ve Arbaiter Zeitung'un
başyazarı. Weimar Cumhurbaşkanı Ebert'in akıl hocası. Parvus'un bir de
Fransızca olarak yayımlanan Jeune Turc adlı bir derginin yazarı olduğunu
öğreniyoruz. Türkçü Celal Nuri ve Ahmet Agayef de bu derginin yazarları
arasındadır. Kaynaklarda gazetenin sahibinin Sami Hirtzberg veya Günzberg adlı
bir Musevi olduğu not edilmektedir.[136] Bir başka kaynak ise Le Jeune Turc'un, İbranice Ha-Mevaser ile
birlikte siyonistler tarafından yayımlandığını haber vermektedir.[137] Troçki'nin
deyişiyle "daima garip ve kararsız bir hal" sergileyen bu adam, Alman
Ordusu ile de gizli kapaklı işler çeviriyordu. Payının ne kadar olduğunu
bilemiyoruz; Rus rejimi bir ihtilalle yıkıldı ve Osmanlı'da iktidar değişimi
sağlandı. İki ülkenin kaderi de Yahudi siyasetinin öngörüsü doğrultusunda
gelişti. Rusya'dan üçüncü Aliya dalgası başladığında, Filistin artık
Osmanlıların değildi.
İngiltere nezdinde yapılan girişimler sonucunda Blafour Bildirisi
yayımlandı. Siyonist bir devlet için kapı aralanmıştı. Bildiri, Lonr Arthur
James Balfour tarafından ünlü Yahudi para babası Lionel Walter Rotschild'e
kişiye özel bir mektupla bildirilmişti.[138] Rotschild, Osmanlı borçlarını da üstlenecek kişiydi ve Alyans
okullarının finansmanını da o sağlamıştı. Türkçülük arayışlarında heyecan
tükeniyordu. Yeni bir yurt ufukta görünmüştü ve herhalde Türkiye artık geri
plana düşmüştü. İkinci savaşa doğru giderken ortaya çıkan kafatasçı ve ırkçı
yaklaşımın büyük bir yanlış anlama olduğu hiç anlaşılamayacaktı. Ölçüsüzdür;
Türkçülüğün bir ölçü sorunu vardı ve ölçülerimiz Topal Derviş'in uydurduğu
ölçülere bir türlü uydurulamayacaktı.
İÇERİDEKİ YAHUDİLER
İçeridekiler mi? Mustafa Celaleddin Paşa'dan başlayalım. Polonyalı.
Asıl adı Konstanty Borzecki. Bütün diğer Türkçü Macar ve Polonyalılarla
birlikte 1848 Devrimi'ne katıldıklarını ve devrimin bastırılması üzerine
Türkiye'ye sığındıkları not ediliyor. Rusya bunların iadesini isteyince Müslüman
oluyorlar. Celaleddin, orduya giriyor ve kısa sürede kurmay subay oluyor. Sonra
Paşa. Karadağ Savaşı'nda şehit düşüyor.
Arada yazdıkları ile Türklerin Ari olduğunu, İslamlaştıktan sonra
Sami medeniyetiyle birleşerek ana medeniyetlerinden ayrıldığını iddia ediyor.
"Mustafa Celalettin Les anciens turcs'de eski Yunan ve Latin kaynaklarına
dayanarak İlk Çağ kavimleri arasında Türklerin çok geniş bir yeri olduğunu
iddia ediyordu. Filolojik bazı kayıtlara dayanan yazar İlk Çağın kökleri
bilinmeyen birçok kavminin Türk kökünden geldiğini söylüyor."[139] Celaleddin
Paşa Türklerle ilgili eserini Türkçe yazmamamış olsa da Türk Tarih Tezi'nin
erken habercisidir. Görüşlerinin takipçisi, oğlu Ferik Enver Paşa'dır. Mütareke
yıllarında çıkardığı "Edebiyat-ı Umumiye" dergisinde babasının
tezlerini takip ediyor. Celalettin de tıpkı Cahun gibi bir jeune'dür. Bu,
onların "devrimci milliyetçi" olduğuna işaret ediyor. Ancak ne
Cahun'un ne de Celalettin'in ne milliyetçisi olduğu saptanamıyor. Polonya'da,
Macaristan'da denedikleri, başaramayınca Türkiye'ye yöneldikleri açıktır.
Yusuf Akçura, fırtınalı yaşamına karşın Celalettin'in münzevi bir
hayat yaşadığını yazıyor. Erkânıharbiye mirlivalarından Ömer Paşa'nın kızıyla
evleniyor. Seferde değilse Üsküdar'da Karacaahmet Mezarlığı'na bakan küçük bir
evde münzevi bir Türk aile hayatı yaşıyor. Bu, vaktiyle çok sevdiği musiki ve
dans partilerinden uzak durduğu anlamındadır.[140]
İçeridekilerin hepsinin siyonizmle ilişkisi var mı, bilemiyoruz.
Ancak, 1908 tarihinin -bu Jöntürk devrimi demek oluyor- siyonizm açısından
önemli olduğu açıktır. "Dünya Siyonist Örgütü içindeki belli başlı
akımlar, Herzl'in Filistin'in akıbetini Osmanlı sultanıyla görüşmesi örneğinde
olduğu gibi, öteden beri kendilerine Filistin'in kapılarını açacak anahtarın
İstanbul'da olduğuna inanmaktaydı. Ne var ki II. Abdülhamid'in istibdat
rejiminde bu konuda somut bir başarı elde edilememişti. 1908 Devrimi'yle durum
değişti."[141] Aynı kaynakta bildirildiğine göre bundan 3 yıl sonra İstanbul'daki
Yahudi gençlerinin yüzde 90'ı siyonist olmuştu.
1908 Devrimi'nin ardından özellikle Meclisi Mebusanda bir siyonizm
tartışması açıldığını, tartışmada siyonizme sert tavır alanların Gümülcineli
İsmail liderliğinde Ahali Fırkası'nı kurduğunu[142] öğreniyoruz. 1909'da yapılan İT Kongresi'nde de hararetli siyonizm
tartışmaları yaşanmıştır.
Devrimin hemen ardından İstanbul'daki İngiliz Elçiliği'nin
hazırladığı raporda, İttihatçılarla ilgili olarak şunlar söyleniyor:
"...Türkiye'nin görünmeyen hükümetinin Talat Bey'in yönetimindeki Büyük
Doğu olduğu anlaşılmaktadır... Genç Türk hareketini şu anki durumuyla
incelersek, içinde Araplar, Rumlar, Bulgarlar ve Ermeniler gibi Osmanlı azınlıklarından
ziyade Türk ve Yahudi olduğunu görürüz... Yahudilerin, ekonomi kafasına sahip
olmayan Türkleri tuzaklarına düşürüp şaşırttıktan sonra... Filistin ya da
Babilonya'da bir özerk Yahudi devleti kurulması amacıyla, İsrail'in kutsal
saydığı toprakların sahibi olan Türkler üzerinde nüfuz sahibi olmak istemeleri
doğaldır. Türklere Yahudilerin bu ülkeye şartsız göçünü kabul ettirebilirlerse
bir taşla iki kuş vurmuş olacaklardır. İsrail'in yıllardır kurduğu hayal; Rusya
ve Romanya'da esaretteki milyonlarca dindaşını Türkiye'ye getirmek, oradan da
Mezopotamya'ya aktarmaktı. Yabancı Yahudilerin bu şartsız göçüne karşılık,
Yahudilerin de özverileri, kendi ana dillerinden vazgeçmek, Türkçeyi kabul
etmek ve Türk borçlarının hemen tamamını üstlenmek olmuştur. Selanik
komitesinin en nüfuzlu üyelerinden biri olan ve Yahudi asıllı olduğu söylenen
Dr. Nazım Bey, sadık adamı olan Selanikli dönme Faik Bey (Toledo) ile birlikte
ICA'nın (Yahudi Kolonizasyon Cemiyeti) Paris şubesini ziyaretle açıkça
Romanya'dan 200 bin Yahudiyi Makedonya'ya ve birkaç milyon Rus Yahudisini
Mezopotamya'ya yollamak tezini açıklamıştır."[143] İngiliz raporuna göre Osmanlı parlamentosundaki dört Yahudi
milletvekili korkunç derecede anti-siyonisttir. Ancak bu, Filistin'in yurt
seçilmesine itiraz anlamını taşımaktadır. Osmanlı milletvekilleri, yurdun
Mezopotamya olmasını savunmaktadır. Türkiye'de kalmak fikrinin ağır bastığı
bellidir. "Vatandaş Türkçe konuşacaktır." ve Türkçe konuşan Yahudiler
artık Türk olacaktır. Paylaşımda geç kalmış Almanya bu siyonist projenin
arkasındadır. Rusya'da şiddetli bir anti-semit dalga vardır. İngiltere Yahudi
finans çevrelerinin ve Osmanlı'ya nüfuz etmiş Yahudilerin Alman çıkarlarına
hizmet ettiğine inanmakta, ajanları aracılığıyla her yerde siyonistleri
izlemektedir.[144]
İngiliz istihbarat raporu şöyle devam ediyor: "Genç Türklerin
hedefi... İran, Mısır, Yunanistan, Bulgaristan'a karşı şoven politika
izlemektir, ama bunların hepsi Avrupalı, yani çoğunlukla Yahudi bankerlerin
orduyu beslemeye gerekli para yetiştirmesine bağlı. Rusya'daki Yahudi ve aşırı
Ermeni (Taşnak) ihtilalcileriyle de ilişkileri var. Bunlar aracılığıyla
Rusya'yı zayıflatmayı tasarlıyorlar. Turanlı Macar kardeşleriyle de Yahudiler
aracılığıyla temasta olup Afganistan ve Hint Müslümanları arasında sempatik
akımlar yaratmaya çalışıyorlar."[145] Goloğlu'nun fikri de hem dönmelerin hem de Yahudilerin siyasal
eğilimlerinin anti-Slav ve anti-Yunan olduğu yönündedir. Sempatileri ise
Avusturya-Macaristan ya da Türkiye'ye yöneliktir.[146] Yunanlılarla tarihsel sıkıntıları vardır, Slavlar ise Yahudilere
yönelik en büyük tehdittir.
Bu dönem içinde Rotschild'in parasıyla kurulan Alyans okullarında
da siyonizme karşı bir tepki olduğunu biliyoruz. Bu bir iç savaştır ve
ittifakların cephede kurulup, cephede bozulduğunu düşünmek gerek. Yunan idaresi
altında kalan Alyans okulları sıkıntı yaşıyordu; Helenler ile Yahudiler
arasındaki rekabet ise Helenlerin Yahudilere pek hoş duygularla bakmamasına
neden olmuştu. Ege'de Yunan işgali sırasında yaşananlar, farklı bir iç savaş
tasviri vermektedir: "Türk Kurtuluş Savaşı, Yunanlıların yenilgisiyle
sonuçlandı. Küçük Asya'nın batısındaki kentlerde yaşayan Yahudi nüfusun çoğu,
savaş sırasında İzmir'e kaçtı. Aydın, Turgutlu, Manisa ve Urla'daki Alliance
okulları tahrip edildi ve bir daha açılmadı. İzmir'deki okullar ise, 1922
yılında Yunanlıların geri çekilmesi ve Türk askerlerinin kente girmesi
esnasında gerçekleşen büyük yangından mucize eseri kurtuldu."[147] Mucizenin bir
de Selanik'te ortaya çıktığını görüyoruz. Bütün İzmir yanarken, bir tek Rum ve
Ermeni evinin kurtulamamasına karşın Yahudi binasına zarar gelmemesinin nedeni
de bu mucizede saklıdır: 1917'de Yunanlılar Selanik'teki Yahudi mahallerini
yakacaklardır.[148]
Bu hava içinde, Osmanlı Yahudilerinin gelgitler içinde olmaları ve
çelişkili bir tutum sergilemeleri doğaldır. Her biri Macar, Polonya ya da Türk
milliyetçiliği yaparken, aslında Yahudiliğe hizmet ettiği kanısındadır. Bunun
en tipik örneklerinden biri Türkçü Avram Galanti'dir. Bir yandan Alyans
okulları ile bağlantı içinde Fransız kültürüne angaje olmuş iken, öte yandan bu
okullarda eğitim dilinin Fransızca olmasını eleştirmiştir. Bir yandan
Abdülhamid'in sansür görevlisi olarak çalışmış, bir yandan da Mısır'a kaçarak
Jön Türklerin adamı olmuştur. Bir yandan Türkçe eğitim için çırpınmakta, öte
yandan İspanyolca'dan "milletinin mesut günlerinin hatırası" olarak söz
etmektedir. Biyografisinin yazarı, Türkçü Galanti'nin aynı zamanda siyonist
olduğunu belirtmektedir.[149] "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyasının bu en ateşli
militanı, Mustafa Kemal'i ancak "Musa"ya benzeterek övebilmektedir.
"... Mustafa Kemal, 'Türk peygamber'inden çıkarak İbranilerin
dur-bin(uzağı gören) peygamberlerinden Eremiya'nın vasfına layık oluyor.
Eremiya kitabındaki 'Seni milletlere peygamber nasb ettim' sözleri kendisine
yakışır... 'Kanunlarımız, ancak dünyevi ihtiyaçlardan mülhem olacaktır' diyen
Mustafa Kemal, peygamberlik sahasında Musa'ya benziyor."[150]
Osmanlı İmparatorluğu içindeki siyonist hareket, nazik bir dünya
dengesi içinde faaliyete girişmiştir. Türkçülüge birkaç bakımdan mecburdular,
Türkçü oldular. "İttihadı İslamcılar'dan İngilizler, Turancılardan Ruslar
ürküyordu. Fakat her ikisi de Almanların işine geliyordu. Bunun için
Almanya'nın Orta Doğu politikasında Türklerin bir yandan İttihad -i İslamcı bir
yandan Turancı olmalarını istiyorlardı. Nitekim iki fikir de Almanya'nın Doğu
siyasetini kuvvetlendirmek için Almanya'da besleniyordu. 'Der İslam' dergisi
Prusya'nın himayesi altında idi. Kurucusu Prusya maarif nazırı oldu. Macarlar
ve Almanlar 'Turan' fikrini filolojik ve tarihî bakımdan beslediler. Birinci
Dünya Savaşı içinde Berlin'de Almanların toplandıkları 'Türk Kavimleri
Kongresi'ne Türkiye'den Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura vb. katılmışlardı."[151] İslamcı
hareket içindeki rollerinin ne kadar olduğunu da henüz bilemiyoruz. Ancak
Yalçın Küçük, tekke ve tarikatlar içinde Yahudi asıllıların oldukça etkili
olduğunu ileri sürmektedir.
MUNİS MOİZ KOHEN
Moiz Kohen, Türkleşme akımının ileri saftaki neferlerindendi. Bir
hahamın oğluydu, kendisi de hahamlık eğitimi almıştı. Selanik Alyans Okulu'ndan
yetişti. İsmini Munis Tekinalp diye değiştirdi. Yazar, gazeteci, avukat ve
tüccardı. Pek Kemalist ve kimilerine göre de pek fırsatçıydı. Yakın zamanda
hakkında yazan Liz Behmoaras, "Kitabımda da belirttim. Kohen'in yaptıklarında
her şey iç içe. Çıkar da var, ülkesine hizmet isteği de, inanç da..."
diyor.[152] Gazetede
Behmoaras'ın anlattıkları şöyle:
"- Kürt olup da Türkçülüğün Esasları'nı
yazan Ziya Gökalp ile Türkçülük, Türk
Ruhu adlı kitapları kaleme alan Moiz Kohen'in buluşmasını nasıl
yorumluyorsunuz?
-Moiz Kohen, Ziya Gökalp'i yeni bir Kabalist olarak görüyor. Onun
Kürt kimliğinden haberi bile yok bence. Gökalp'in ideolojisi, kendini arayan
bir adama çok cazip geliyor.
- 20'li yaşlarındayken, 'Türkçe konuşalım, Türkleşelim...' demeye
başlıyor Moiz Kohen. Bunu bütün hayatı boyunca da sürdürüyor. Ne kadarı,
yaşadığı ülkeye vefa, ne kadarı kendince cemaatine iyilik?
-Hepsi var. Ayrıca o dönemde, Osmanlı Yahudilerinde Türkleştirme
akımı yaygın. Moiz Kohen onların en ileri saftaki neferlerinden. Çünkü
Türkleştirme söz konusu dönemde Yahudiler için moda bir şey.
- İttihat ve Terakki'nin çalışmalarına da katılıyor ki dernekte
Sabetaycılar da var. Zaten Selanik, Sabetaycılığın üssü durumunda. Ama onlardan
hiç söz etmiyorsunuz kitapta...
-Çok pratik bir sebepten dolayı... O kadar çok söz edildi ki
Sabetaycılardan, benim kitabımda da eksik kalsınlar diye düşündüm. Elbette
Kohen'in de Müslüman arkadaşları içinde Sabetaycılar vardır. Özetle Kohen'in biyografisinde
vazgeçilmez bir ayrıntı olmadığı için ilgilenmedim.
- Kendine hayrı olmayanın başkasına hiç olmaz denir. Kime hayrı
dokundu Moiz Kohen'in sizce?
- Kendine hayrı dokunduğunu söylemek zor. Belki uzun vadede Yahudi
cemaatine, yaşadığı ülkeyle uyum içinde yaşama yollarını gösterenlerden biri:
Ya kalk git ya da burada yaşayacaksan, buranın bir vatandaşı gibi hisset
diyenlerden...
- Kohen'in samimiyeti konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Attığı her adım için samimi olduğunu söyleyemem. Ama bazılarında,
Kemalizm kitabında ve bu konuyla ilgili düşüncelerinde
samimi bence.
- Tarihçiler bu kitabı nasıl değerlendiriyor, araştırdınız mı?
- Kemalistler, Moiz Kohen'in iyi bir Kemalist olduğunu düşünüyor.
Konuştuğum tarihçilerin çoğu, bu kitabı son derece ciddiye alınması gereken bir
inceleme olarak görüyor.
- Millî ekonomiyle ilgili yazılar yazarken Varlık Vergisi'ne maruz
kalıyor. Evini satmak zorunda kalıyor. Niye onu koruyan kimse çıkmadı, onca
çalışmasından sonra?
- Onu koruyanı, kollayanı çıkmıştır belki de, biz bilmiyoruz.
Varlık Vergisi öylesine keyfi bir uygulamaydı ki belki aksi takdirde varlıklı
olmamasına rağmen daha da büyük bir miktar tarh edilirdi ona; 60 yaşını geçmiş
olmasına rağmen Aşkale'ye de yollanırdı.
- İki kez aday olduğu CHP'yi, Varlık Vergisi söz konusu olunca,
gerçekten partiye duyduğu inanç yüzünden mi savundu?
- Kitabımda da belirttim: Her şey iç içe; çıkar da var, ülkesine
hizmet isteği de, inanç da... Mutlaka tavır alınacaksa hadi diyelim ki burada
çıkar ağır basıyor; çünkü hayatta en çok istediği şeylerden biri politikaya
atılmak.
- Moiz Kohen'in, yazmayı düşündüğünü günlüklerinde belirttiği son
kitabının adı Musevi Mucizesi. Ömrü yetseydi yazacaktı
kitabı. Bu size ne ifade ediyor?
- Kitabın ismine bakılırsa Museviliği ön plana çıkaracak bir kitap
yazmayı planlıyordu.
- Bu durumda yeğeninin e-postası doğru olamaz mı sizce?
- Belki de bütün o hayal kırıklıklarının sonunda köklerine dönme
kararı almış olabilir. Ama 'Yahudiden konsolos olmaz' sözünü o e-posta dışında
doğrulatamadığım için gene de kesin bir şey söyleyemem."
Samimi olduğundan kuşku duyulmayacaksa, hem Türçülük yapmanın hem
de siyonist olmanın samimiyete halel getirmediğine inanmak gerek. Tekinalp,
1909 yılı Aralık ayında Hamburg'ta yapılan Dünya Siyonist Kongresi'ne Selanik Delegesi
olarak katılıyor.
Teorisine göre: "Türk'üm diyen her ferdi ırkına
bakmaksızınTürk kabul etmeli." Oğuz Çetinoğlu'na göre "Ziya Gökalp'in
sözlerini; 'Irken Türk olmayanların da Türk kabul edilmesi gerektiği' şeklinde
yorumlaması, kendi konumu ile ilgili bir değerlendirme olarak kabul edilebilir.
Ancak Tekinalp'in samimi bir Türkçü olduğunda şüphe yoktur. Tavsiyeleri ve
yönlendirmeleri ile Türk milletine ve Türkçülüğe ne ölçüde hizmet ettiği ise
tartışmalara açıktır."[153]
Aynı makalede bu tartışma şöyle yürütülüyor: "Diğer taraftan
Tekinalp'in Türkçülük fikrini benimsemiş olmasını da fazla büyütmemek gerekir.
Bu hükme, 'Müşterek Vicdan' başlıklı makalesindeki şu cümleler üzerine
varıyoruz: 'Fransa'da Fransız, İngiltere'de İngiliz, İtalya'da İtalyan olan bir
Musevi'nin Türkiye'de hemen Türk olmaması için hiçbir sebep yoktur' Bir başka
cümlesinde aynen şu ifadeyi kullanıyor: 'Yahudi, kendini Osmanlı hissetmesine
rağmen Yahudi olarak kalabilecektir' Bunun anlamı açıktır: 'Şeklen Türk
görünsen bile, aslında Yahudisin!' Bir başka cümlesinde ise şu tehlikeli hedefi
gösteriyor: '…ve merhum Theodor Herzl'in dileği olan; Yahudilerin kendi
toprakları olmasını istiyorsak, bu topraklar Türkiye'dir."[154]
İşte Tekinalp'in Türkçülüğü bu minval üzerindedir. Türk derken
kastettiği Türkler değildir. "Beyaz Türkler"i biliyoruz ve herhalde
sözü edilen Beyaz Türklerdir. Beyaz Türklerin yeni yurdunun Türkiye olduğuna
inanan bir Yeni Türk için aşağıda yazılanların anlamı biraz
"Hermönatik" bilgisi gerektirmiyor mu? "Turan yaşıyor. Fakat
Çinli pençesi ve Rus çizmesi altında. Turan, esir ve mahkûm. Turan, hakir ve
mazlum. Onu bu halde bırakmak, Turancılık için en büyük zillettir. Gözünü
açmış, milletini tanımış her Türk'ün en birinci, en mübrem, en mukaddes
vazifesi, Onun imdadına koşmak ve Onu Çin ejderi ile Rus kartalının kanlı
tırnaklarından kurtarmaktır. Türk şahsiyetleri hep bu vazife ile
mükelleftirler."[155]
Tekinalp, mensubu bulunduğu dinin temel öğretilerini içeren
"On Emir" ile, emrin hükümlerini adapte ederek Türkiye'de yaşayan
Musevilere şöyle sesleniyor: 1- Adlarını Türkleştir. 2- Türkçe konuş. 3-
Havralarda duaların hiç olmazsa bir bölümünü Türkçe oku. 4- Okullarını
Türkleştir. 5- Çocuklarını memleket okullarına gönder. 6- Ülke işlerine karış.
7- Türklerle düşüp kalk. 8- Cemaat ruhunu kökünden sök. 9- Millî iktisat
sahasında vazife-i mahsusanı yap. 10- Hakkını bil.[156] Turan, arz-ı mavud ise, on emrin gerekleri yerindedir. Yeni bir
Türk ve yeni bir Türkçülük için açı işte budur.
1935'e gelindiğinde, Türkiye'de Tekinalp'in "Yeni Türk"
olarak adlandırdığı bir yeni millet doğmuştur. Yeni bir tarihe,
"Allah"tan vazgeçip, "Tanrı" diye adlandırdığı yeni bir
yaratıcıya inanan yeni bir millet. Yeni Türk başka bir kafaya, başka bir
devlete, farklı bir ekonomiye ve yeni bir dile sahiptir.[157] Tekinalp'e göre bu yeni Türk'ün soyadını da değiştirmesi
yerindedir; İslam adlarını bırakıp Türk adları alacaktır artık. Yaban'ın,
kendini sürgüne attığı o köyde bulamadığı her şey, "Kemalizm" olarak
var olmaktadır.
"Kemalizm" de laik bir ulus yaratmaktan söz ediyordu;
ancak laiklikten ne anladığını söylemiyordu. İslamdan arındırılmış bir Türklük
istediği bellidir. Yer yer Kemalizmi yeni bir din olarak algılama eğilimi de
sezilen Tekinalp'i heyecanlandıran şeyin sadece düşünsel olmadığı bellidir.
"O, Türklüğe etnik açıdan değil, kültürel açıdan bakıyor; kültürümüzü de
Cumhuriyet'le başlatıyordu. Ona göre Osmanlı Devleti'nin varlığı, Türk kültürü
ile bağdaşmayan İslamiyet'in gölgesi altında kalmıştı. 'Bu gölgeden
uzaklaştıkça Aydınlanma gerçekleşecektir' diyordu."[158]
Tekinalp, 1956 yılında Fransa'nın Nice şehrine yerleşti. Aynı yıl
iki defa Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na yazılı olarak başvurdu ve konsolosluk
görevi istedi. Militanlığını yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi değil, Demokrat
Parti iktidardaydı. İsteği reddedildi. 1961 yılında Nice şehrinde öldü ve
vasiyeti üzerine oradaki Musevi mezarlığında toprağa verildi. Dediği gibi,
"kendisini Türk hissetmesine" karşın hep "bir Yahudi
olarak" kaldı. Bir kısım Yahudimiz için Türklükle Yahudilik arasındaki
mesafe bu kadar kısaydı.
MEHMET MEHDİ GÖKALP
Peki Mehmet Ziya Gökalp kimdi? Yüksek öğrenimini İstanbul'da Baytar
Okulu'nda yaparken son sınıfta okuldan kovuluyor. Diyarbakır'da küçük
memurluklar buluyor. Diyarbakır gazetesinde yazmaya başlıyor. Mehmet Ziya,
Ziyaettin ve Ziya adlarıyla şiirler yayımlıyor. Peyman gazetesini çıkarıyor.
Psikolojik olarak hasta olduğu bu dönemde intihara teşebbüs ediyor. Tedavisini
yapan Abdullah Cevdet tarafından İttihat ve Terakki'ye kazandırılıyor.
Ailesinin dinci ve muhafazakâr olması, bunalımının nedeni olarak gösteriliyor.
Sıktığı kurşun kafasında kalıyor. Bu, düşüncesindeki gelgitlerin nedeni
sayılmalıdır. Peyman'da Mehmet Mehdi takma adını kullanıyor. Bunu mehdiye
inanmaya devam ettiği şeklinde alabiliriz.[159] Başlangıçta Osmanlıcıdır. Sonra tekrar "dönüyor." Ülken,
"Ziya Selanik'e gidince şiddetli bir ruhi dönüş(conversion) geçirdi. Bu
fikirleri bıraktı." diyor. Kürt Mehmet Mehdi'nin Türkçü olması Selanik'te
gerçekleşmektedir.
Baytar Mektebi günlerinde İbrahim Temo ve İshak Sükûti ile ilişki
kuruyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılıyor. 1898'de tutuklanıyor ve bir
yıl cezaevinde kalıyor. Serbest bırakıldıktan sonra Diyarbakır'a sürgüne
gönderiliyor. 1908'e kadar Diyarbakır'da küçük memuriyetlerle idare ediyor.
İkinci Meşrutiyet'ten sonra İttihat ve Terakki'nin Diyarbakır şubesini kurdu.
1909'da Selanik'te toplanan İttihat Terakki Kongresi'ne Diyarbakır delegesi
olarak katıldı. Bir yıl sonra, örgütün Selanik'teki merkez yönetim kuruluna üye
seçildi. 1910'da kurulmasında öncülük yaptığı İttihat Terakki İdadisi'nde
sosyoloji dersleri verdi. Bir yandan da "Genç Kalemler" dergisini
çıkardı. 1912'de Ergani Maden'den Meclisi Mebusana seçildi, İstanbul'a taşındı.
Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer aldı. Derneğin yayın organı "Türk
Yurdu" başta olmak üzere Halka Doğru, İslam Mecmuası, Millî Tetebbular
Mecmuası, İktisadiyat Mecmuası, İçtimaiyat Mecmuası, Yeni Mecmua'da yazılar
yazdı. Bir yandan da Darülfünun-u Osmani'de sosyoloji dersleri verdi.
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın yenilmesinden sonra tüm
görevlerinden alındı. 1919'da İngilizler tarafından Malta Adası'na sürgüne
gönderildi. 2 yıllık sürgün döneminden sonra Diyarbakır'a gitti, Küçük
Mecmua'yı çıkardı. 1923'te Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti
Başkanlığı'na atandı, Ankara'ya gitti. Aynı yıl İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet
Meclisine Diyarbakır mebusu olarak girdi. 1924'te kısa süren bir hastalığın
ardından İstanbul'da yaşamını yitirdi.
Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecinde yeni bir ulusal kimlik
arayışındaydı. Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle,
Batı'dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasındaydı.
"Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" diye özetlediği bu yaklaşımın
kültürel ögesi Türkçülük, ahlaki ögesi de İslamcılıktı.
1918'de "tehcire karışmak" suçlamasıyla yargılanıyor ve
Malta adasına sürülüyor. Yeni hükümet Ziya'yı ödüllendiriyor; telif ve tercüme
heyeti başkanı ve mebus oluyor. 1924'de ölüyor. Sürgünden sonra yazdığı bir
yazıda şunları yazıyor: "Millî Misak bize etnoğrafik bir sınır çiziyor. Bu
sınırın içinde kalan yerler Türklerle Kürtlerin sakin olduğu yerlerdir. Millî
programımız, yeni topraklarımızın dışında hiçbir Türk köyünün kalmasına razı
olmadığı gibi, hiçbir Kürt köyünün de ayrı düşmesine razı olamaz. Bundan dolayı
Musul'da, Bağdat'ta, Kürtlerle yahut Türklerle meskûn ne kadar yer varsa
anavatana kavuşturmak, vatan ödevlerimizin en mühimlerindendir."[160]
Cemil Meriç onu şöyle anlatıyor: "Ziya Gökalp budala bir
adamdı tam manasıyla. Ağaoğlu budala değildi. Haris bir adamdı. Ziya Gökalp
ayran budalasıydı. Cahil bir adamdı. Son derece ümmiydi. Evvela Selanik'te
pohpohladılar; İttihad Terakki emellerine alet etti. Politikanın bütün
büyüklerine, Enver'e, Talat'a, Mustafa Kemal'e sen -hâşâ– Allah'sın, sen
Peygambersin diye kasideler yazdı.
Büyük milliyetçi, milliyet nazariyecisi oldu... Ben Ziya Gökalp'in
bazı yazdıklarını eleştirdim. Bazı şeyler var ki münakaşa edilir. Bazı şeyler
var ki münakaşa edilemez. Ben hiç kimsenin münakaşa edemeyeceği şeyleri
eleştirdim. "Türkiyat, Türkperestlik." diyor. "Türkköri kelimesi
Türkperestliktir. Türkiyat da, Türkolojidir." diyor.
Türkköri bu manaya hiç gelmez. Madrabazlık yapmıştır. Bütün
söyledikleri yanlıştır. Bunları dünyada mevcut bütün lügatlarla ve vesikalarla
ispat ettim. Niçin bunu yaptığımı anlattım. Bitirdim hikâyeyi. Hiç kimse ağzını
açıp cevap vermedi. Herkes kızdı. Buyurun canım hata etmiş olabilirim. İnşallah
hata etmişimdir."[161]
Mehmet Ziya, Türkçü olmasına rağmen Türk değildi; buna
şaşırmıyoruz. Ancak Kürt görünmesine rağmen Kürt olmaması da mümkündür. Önemli
olan, içinde Türk olmayan Türkçü bir siyasetin bir parçası olmasıdır.
İçindeki "siyaset"in ötesinde, adındaki iddiaya rağmen
Türkçülüğün içinde etnik vurgunun son derece zayıf olduğu da açıktır. Türkçülerin
Türk olmamasının, Türkçülüğün Türklükle ilgisini en aza indirdiği de
söylenebilir. Hangi sebepten kaynaklanıyor olursa olsun, Türkçüler, Türkçülüğü
etnik değil, kültürel bir mesele olarak alıyorlar ve Türk olmak için
"his" kaçınılmaz oluyor. His, etnik boşluğu doldurmak içindir ve his
varsa mutluluk da kaçınılmazdır; "Ne mutlu Türküm diyene" sözü işte
bu hisli duruma işaret ediyor. Bizim milliyetçilik teorimizde ne mutlu ki etnik
bir temel yoktur. Dolayısıyla köken açısından hislere bakmanın bir yolu
bulunmuyor ve sonradan bunu yapmak isteyenlerin ellerinin boş kaldığını
öğreniyoruz.[162]
Yaban, duygusaldır. Aradığını, umduğunu bulamamışlığın hırsıyla
yazdığı bellidir. Yaban, hep kurguladığını arar: Hayal kırıklıkları da, hayal
kırıklığımız da buradan kaynaklanıyor. Artık yeni bir gerçeğimiz var; o köyde,
o köyün yanındaki yalçın kayalıklarda kurgusunu arayan yabanlarımız yoktur.
Artık biliyoruz... Tanrı Dağı kadar Türk'üz ve Hira Dağı kadar
Müslüman! Kurguyu görüyoruz ve gerçeği arıyoruz. Aldığımız mesafeyi görmek için
zamana ihtiyacımız var. Geriye doğru baktığımızda görebildiğimiz şu: Dün kurgu
gerçek sanılıyordu, şimdi gerçek kurgu sanılmaktadır.
MODERN TÜRKÇÜLÜĞÜN KÖKENLERİ
Bir "Alp" sorunumuz var. Türkiye tarihindeki iki Türkçü
Alp, Türk değildir. Bunlardan ilki Ziya Gökalp, ikincisi ise Munis
Tekinalp'tir. Ziya Beyefendi'nin Kürt olduğu zaten biliniyordu. Munis Bey ise
son yıllarda biraz kıyıda köşede kaldığı için onu hatırlayan yok. Halbuki o
daha çok Moiz Kohen olarak bilinmektedir ve mezarına da bu adıyla gömülmüştür.
Demek bu Alp adı sonradan tercih ediliyor.
Ziya Alp'in tutucu bir Osmanlıcı iken İttihat ve Terakki'nin
1909'daki Selanik kongresinden sonra Türkçülükte karar kıldığını biliyoruz.
Selanik'de ne oldu da "Türklerin üstün ırk" olduğuna karar verdi
bilmiyoruz, ama sonuçta eğer böyle bir ırk varsa, kendisinin oraya dâhil
olmadığı açıktır. Bu durumda onunki sadece bir siyasi Türkçülük olabilir ki bu
da onun teorisiyle şiddetle çatışmaktadır. Bu yüzden İttihatçı arkadaşlarının
ona "Sen Kürt'sün, ne işin var Türkçülükle?" dediği biliniyor. Ziya
Alp, büyük bir olasılıkla, bu şakacı arkadaşlarına hiçbir cevap vermemiştir.
Kişiliğinin, bu tür cevaplar vermeye müsait olmadığı biliniyor.
Munis Alp ise "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyasının
mucitlerinden biriydi. Ermeni ve Rum yurttaşlarımızı hedef aldığı kesindir. Ama
insan, böyle birinin ikinci dili için bu kadar çırpınmasını anlayamıyor.
Vatandaş Türkçe konuşsa ne, konuşmasa ne? Demek bu şiddetli "Türkçülük"te,
sonradan Türk olmanın şiddeti var.
Bir Alp'imiz daha var. Ölümünün ardından yazılanlar, son Alp'in
şiddetli Türkçülüğüne rağmen, garip bir tarikatın müridi olduğunu ortaya
çıkardı. Yeni Şafak gazetesi bu ilişkiyi "Türkeş Arusilerle Gizlice
Görüşürdü" başlığı ile verdi. Bu küçük tarikatın şeyhi Küçük Hüseyin
Efendi. Tarikatın başka ünlü müridleri de var; Üzeyir Garih öldüğünde bu
tarikatın müridi olduğu ortaya çıkmıştı. İlginç değil mi, Eyüp Mezarlığı'nda
henüz bilemediğimiz bir şekilde öldürülen Üzeyir Garih ve Türkeş Alp -veya
akrabalarının iletişim kopukluğundan aldığı adla Türkiş Alp- aynı tarikin
yolcusu. Yani ikisi de bu durumda Küçük Hüseyinci oluyorlar.
Yeri gelmişken belirtelim, bu "Türkiş" lafı espiri değil;
Ali Aslan veya Alparslan'ın ailesi Kıbrıs'a göçünce akrabalarının bir kısmı
Kayseri'de ve Adana'da kalıyor. Soyadı kanunu çıkınca, ana karada kalan
akrabalar "Türkiş" soyadını tercih ediyor. "Keş"likte bir
yarar görmüyorlar ve "iş"in daha yararlı olacağını düşünüyorlar.
"Keş" olan Ali Aslan, babası tarafından elinden tutulup
bu Küçük Hüseyin'e götürülüyor. Rivayet odur ki Küçük Hüseyin Bey o mübarek
parmağıyla, bu ismi henüz olgunlaşmamış çocuğu gösterip, "Bu çocuğa dikkat
edin... Türklüğün tarihinde çok önemli roller oynayacak." diyor.
Bu durumda Ali Aslan adlı çocuğa yeni bir isim bulmak şart oluyor.
Alparslan bulunuyor, fakat bütün iddiasına rağmen biz bu ismin "Ali
Aslan"a benzesin diye seçilmiş olduğunu anlıyoruz. Demek, o tarihlerde
Küçük Hüseyin'in karizması da henüz yeterince olgunlaşmamış. Öyle anlıyoruz.
Ayrıca bir tarikat şeyhinin kendisini hiç de ilgilendirmeyen "ırk"
konularında böyle ileri geri konuşması belli ki pek makbul ve mantıklı
bulunmamış.
Yani, Alparslan adının alınmasında, Türkçülükle ilgili
"apriori" bir iddia yok. Öyleyse, bunda "Türk" görünmenin
etkisini düşünebiliriz. Hele, küçük Ali Aslan'ı Harp Okulu'na göndermek isteyen
bir aile için bu, haddinden fazla yararlı görülmüş olmalıdır.
Ancak Türkçülerin Türk olmaması bizim tarihimizin henüz yeterince
araştırılmamış trajedilerinden biridir.
Yeni Şafak gazetesinde son Alp'imizin de içinde yer aldığı ilginç
bir cemaatin öyküsü hakkında şunlar anlatılıyor:
"25
Ağustos 2001 günü, Musevi kökenli ünlü iş adamı Üzeyir Garih, Eyüp
Mezarlığı'nda bıçaklanarak öldürüldüğünde, herkes Garih'in Müslüman
mezarlığında ne işi olduğunu tartıştı. Garih'in cesedinin Mareşal Fevzi
Çakmak'ın kabrinin yanı başında bulunması çeşitli komplo teorileriyle
yorumlandı. Cesedin yakınlarında bir kabir daha vardı: Küçük Hüseyin Efendi'nin
kabri. İlk gün gözden kaçan bu küçük ayrıntı, ertesi gün Garih olayının
göbeğine oturdu. Garih'in Eyüp Mezarlığı'nda yatan Nakşibendi Şeyhi Küçük
Hüseyin Efendi'nin kabrini düzenli olarak ziyaret ettiği ortaya çıktı. 1930
yılında vefat eden Nakşi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi'nin Garih'in babası ile
yakın dost oldukları, hatta iki kişi arasında neredeyse şeyh-mürit ilişkisi
olduğu iddiaları gündeme geldi. Üzeyir Garih'in Küçük Hüseyin Efendi'nin
mezarını yaptırttığı da ortaya çıktı. İddialara göre Garih'in babası gizlice
Müslüman olmuştu. Öte yandan yaptığımız araştırmalar sonucunda Musevi iş adamı
Üzeyir Garih ile yakın ilişkisi bulunan MHP'nin efsanevi lideri Alparslan
Türkeş'in Küçük Hüseyin Efendi'nin müritlerinden Ömer Fevzi Mardin'in kurucusu
olduğu Arusilik'le yakın ilişkisini ortaya çıkarmış, hazırladığımız bir kitapta
bu bilgileri kamuoyuna aktarmıştık. Böylece kamuoyu Arusilik adıyla anılan
tasavvufi akımın varlığına tanık oldu...
...Türkeş'in siyasi kimliğinin yanı sıra ruh dünyası da ilginçti.
Türkeş'in bazı cemaat liderlerini ve tarikat şeyhlerini gizlice ziyaret ettiği
ülkücü camia içerisinde konuşuluyordu. Türkeş'in çok yakın çevresinin bildiği
bu ilişkiler vefatından sonra parça parça da olsa ortaya çıktı. Türkeş'in büyük
yakınlık duyduğu tarikatlardan biri de Arusilik'ti. Türkeş, Küçük Hüseyin
Efendi'nin müritlerinden Ömer Fevzi Mardin'in kurduğu Arusiliğin şeyhleriyle
1960'lardan vefatına kadar görüştü.
Hüseyin Efendi'nin Türkeş'in ailesi ile tanıştığı da ortaya çıktı.
Ailenin tanışıklığını açıklayan sıradan bir kişi değil, Türkeş ailesinin
yakından tanıdığı ve saygı duyduğu Mehmet Faik Erbil'di. Erbil, Arusilerin en
önde gelen isimleri arasında yer alıyor. Erbil, Türkeş'in sağlığında sık sık
ziyaret ettiği bir kişi. Erbil, yıllardır dile getirilen bir iddiaya da açıklık
getiriyor. İddia, Alparslan Türkeş'in ilk adının Hüseyin Feyzullah olduğudur.
Hüseyin Küçük, Hüseyin Efendi'ye; Feyzullah ise Küçük Hüseyin Efendi'nin şeyhi
Feyzullah Efendi'ye nispettir. Bu ismi Türkeş'in babası Ahmet Hamdi Bey ve
annesi Fatma Zehra Hanım koydu. Türkeş'in dedesi Tuzlalı Arif Ağa da Şeyh
Feyzullah Efendi ile aynı dönemde Sultan Abdulaziz tarafından sürgün edildi.
Arif Ağa, Kayseri'den Kıbrıs'a, Nakşi Şeyhi Feyzullah Efendi ise İstanbul'dan
Midilli'ye gönderildi.
Türkeş'e Hüseyin Feyzullah ismin verilmesinin hikâyesini Mehmet
Faik Erbil şöyle anlatıyor: "Bildiğim kadarıyla rahmetli Hacı Alparslan
Türkeş'in nüfus kaydındaki ismi Hüseyin Feyzullah'tır. Biz işin aslını
biliyorduk, ama vesile teşvik etmişken kendisinin 1989 senesinde bize söylediği
bir sözü burada nakledelim: 'Ankaralı Büyük Evliya'dan Küçük Hüseyin Efendi
Hazretleri'nin huzuruna kendisi 7-10 yaşları arasında iken ebeveyni tarafından
getirilmiş ve mübarek zat kendisine bakarak, şehadet parmağı ile işaret eyleyip
'Bu çocuk... Bu çocuğa dikkat edin. Türk tarihi bu çocuğu altın harflerle
yazacaktır' diye buyurmuşlardır. Buradaki incelik şudur: Alakaları sebebiyle
daha sonra ebeveyni oğullarına huzuruna getirdikleri mübareğin ve mürşidinin
ism-i şeriflerini koymuşlar."
Arusi Şeyhi Mehmet Faik Erbil'in sözünü ettiği Küçük Hüseyin Efendi
1930'da İstanbul'da vefat ederek Eyüp Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Küçük Hüseyin Efendi'nin mütevazı mezarının hemen yanında ise Mareşal Fevzi
Çakmak ve ailesinin kabristanı yer alıyor.
Mehmet Faik Erbil Efendi, Küçük Hüseyin Efendi'nin yanı sıra
tarikatlarına mensup ünlü isimleri açıklıyor: "Yolumuzun ulularından
Arif-i Zat-ı Billah Esseyyid Mevlâna Küçük Hüseyin Efendi'ye ve Halife-i
Hassası Zat Mürşidi Esseyyid Ömer Fevzi Mardin Hazretleri'ni zikrettikten sonra
terbiyesinde yetişmiş pek çok değerli dervişlerinden birkaçının isimlerini
burada dercetmek istiyoruz: Eski başvekillerimizinden vatanperver Hüseyin Rauf
Orbay, beynelmilel tıp ilmi ile mücehhez Ord. Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım,
yine tıp âleminden Ord. Prof. Dr. ve aynı zamanda Paşabahçe Tezyin-i Sanatlar
Hocası muhterem Ahmet Süheyl Ünver, Washington Büyükelçimiz Münir Ertegün, eski
Adliye ve Hariciye vekillerimizden Ord. Prof. Dr. Yusuf Kemal Tengirşenk,
Sağlık eski bakanlarından Tıp Profesörü Dr. Nihat Reşat Belger, Atina
büyükelçimiz Enis Akaygen, Müzeler Umum Müdürü Prof. Dr. Burhan Toprak, Mareşal
Mustafa Fevzi Çakmak ve teğmen rütbesi ile huzuruna varıp mübareğin kendisine
gösterdiği keramet üzerine ömrünün son demine kadar mum ışığında Kur'an-ı Kerim
okuyan Balıkesir Kumandanı Korgeneral Kurtcebe Noyan Paşa. Bu vesile ile ayrıca
belirtmiş olalım ki Halveti Tarikati'nden Şark Orduları Başkomutanı Kazım
Karabekir Paşa, Mevlevi Tarikati'nden hava kuvvetleri komutanı Orgeneral Tekin Arıburun
(Paşa) ve aziz şeyhimin 'Ordumuzun en değerli paşası Faik Türün Paşa'dır' diye
buyurduğu 1970 ve 1973 arasında İstanbul 1. Ordu Kumandanı Org. Faik Türün Paşa
da birer mübarek tarikat mensubudurlar…"
Ord. Prof. Hasan Reşat Sığındım (Ender Mermerci'nin babası),
İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın babası Mühürdar Mehmet Emin Paşa, Nurettin
Topçu'nun şeyhi Abdulaziz Bekkine, Musevi Doktor Salih Arazraki, Üzeyir
Garih'in diş hekimi babası Azra Garih, Devlet Bakanı Ali Babacan'ın halası
Hatice Suat Babacan'ın annesi Naciye Hanım (Şeyh Yahya Dergâhı'nın son
postnişini Abdulhay Öztoprak'ın eşi) da Küçük Hüseyin Efendi'nin müritlerinden.
Koç Holding'in duayenlerinden Can Kıraç'ın eşi İnci Kıraç da Küçük Hüseyin
Efendi'nin torunlarından. Sevgi (Koç) Gönül de Küçük Hüseyin Efendi'nin
torunlarından, Sabiha Hanım'ın aile dostları arasında yer aldığını açıklamıştı.
Mehmet Faik Erbil, İsmet Paşa döneminin bakanlarından Suat Hayri
Ürgüplü ve babası Şeyhülislam Hayri Efendi'nin Küçük Hüseyin Efendi ile
ilişkisini şöyle anlatıyor: "Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri'nin huzuruna,
büyük bir evliya olduğunu öğrenen Ürgüplü'nün babası, o devrin Şeyhülislamı
Hayri Efendi gelirler. Hayri Efendi: 'Efendim tahsiliniz nedir?' diye sorarlar.
Mübarek şu cevabı verirler: 'Maksûd' Bunun üzerine Hayri Efendi istihza ile
güler ve şöyle söyler: 'Aman efendim. Benim odacım dahi maksûd dersini çoktan
geçti' Akabinde alaycı bir tavırla anlayamadığını ifade eder. Mübarek yine,
'Maksûd evladım' cevabını verirler... Ürgüplü, tekel bakanı iken hakkında
açılan dava karşısında Küçük Hüseyin Efendi'nin makam-ı şerifine giderek
Allah'a şu niyazda bulunur: 'Ey Allah'ım. Suçlu değilim. Aile şerefimiz ayaklar
altına alınmak isteniyor. Huzurunda bulunduğum mübaret zatın yüzü suyu
hürmetine bu iftira davasından beni kurtar' diyerek hüngür hüngür ağlarken,
yapıştığı türbenin demirleri dua esnasında devamlı salıncak gibi
sallanmaktadır. Ve tam yedi gün sonra her türlü baskıya rağmen beraat kararı
çıkmıştır. Ondan sonra mübareği unutmamış ve fırsat buldukça ziyaretine
gitmiştir…
Mehmet Faik Erbil'in verdiği bilgilere göre Ömer Fevzi Mardin'in
müritleri arasında Türkiye Öğretmenler Birliği genel başkanlarından Ahmet Sami
Ayral da var. Buna göre Ayral, Arusi-yi Selami Tarikati'nin önde gelen
isimlerinden. Mardin'den sonra şeyhlik makamına oturan eski Kadıköylü olarak
bilinen GS divan üyelerinden Bedirhani'lerden Mustafa Aziz Çınar (vefatı 1979),
yine Abdulkadir Paşa olarak bilinen Kadri Yıldırım Paşa Kadiri tarikatına
mensup iken Arusi oldu. 1980'de vefat eden Paşa Arusi şeyhlerinden biriydi.
Gümrük ve Tekel eski bakanı MHP'li merhum Gün Sazak'ın eşi Nilgün Sazak da
Arusilere yakınlık duyan isimler arasında. Ömer Fevzi Mardin'in sohbet
halkalarına katılan ünlü isimlerden birisi de kadın romancı-yazar Cahit Uçuk.
1909'da Selanik'te dünyaya gelen Cahit Hanım 2003 Ocağında Yapı Kredi
Yayınları'ndan çıkan Erkekler Dünyası'nda Bir Kadın Yazar
isimli anılarında Ömer Fevzi Mardin'den şöyle söz ediyor: "Şimdi masamın
üzerinde bana yıllardan beri en ümitsiz günlerimde güç veren sıcacık ve alçak
gönüllü gülümseyişiyle bakan, adının üstüne sadece 'Allah kulu' diye imzasını
atan sevgili, aziz büyüğüm Ömer Fevzi Mardin'in resmi var. 'Bu kalem senin
elinde mi? Sen yazmaya devam et çocuğum' sözleri kulaklarımda çınlamakta."
Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin'in Varlık Vergisi'nin uygulandığı
1940'larda zorda kalan Musevilere yardım edilmesini tavsiye ettiği ifade
ediliyor. İsmet İnönü'nün "Siyasete karışmazsanız hayatınız garanti
altındadır." dediği Ömer Fevzi Bey, DP'nin kuruluşuna kadar siyasi
konulardan uzak kaldı, talebelerine de aynı şekilde davranmalarını tavsiye
etti. Ömer Fevzi Bey, 1946'da Demokrat Parti'nin kurulmasından sonra halk
arasında demokrasi bilincinin kökleşmesi için kitaplar yazdı. 1942'de
Kadiköy'de kurduğu İlahiyat Kültür Telifleri Derneği, Müslümanlar ve
gayrimüslimler arasındaki diyalogda etkili oldu. Mardin, 1950'de DP iktidarında
Kore'ye asker gönderilmesi kararını da savunan bir din adamı olarak dikkat
çekti. Bu amaçla, Kore Savunmasına Katılmamızda Dinî ve
Siyasi Zaruret isimli kitabı yazdı.
Ömer Fevzi Mardin'in mensubu olduğu Mardinizadeler'den bazı ünlü
isimler şunlar: Ord. Prof. Ebulula Mardin, Prof. Şerif Mardin, Betül Mardin,
Yusuf Mardin ve Arif Mardin. Arif Mardin, Küçük Hüseyin Efendi'nin
müritlerinden olduğu söylenen Merhum Büyükelçi Münir Ertegün'ün oğlu Atlantic
Records'un patronu Ahmet Ertegün'ün ABD'deki yakın çalışma arkadaşı. Ünlü plak
yapımcısı Arif Mardin, meslek yaşamının 7'nci Grammy ödülünü aldı. Atlantic
Records şirketinin başkan yardımcısı, yapımcı ve bestekâr Arif Mardin, Los
Angeles'ta düzenlenen galada Grammy
özel liyakat ödülü olan 'Trustees' ödülünü de aldı. Ömer Fevzi Mardin'in annesi
Osmanlı'nın hariciye nazırlarından Halil Şerif Paşa'nın kızı Leyla Şerife
Hanım. Şerife Hanım, Osmanlı döneminin ilk kadın roman yazarı olarak biliniyor.
…Kaptanıderya Turgut Reis'in soyundan gelen Erbil'in babası Ahmet
Faruk Erbil de Rıfai-Uveysi idi. Muhabere çavuşu Ahmet Faruk Efendi, eniştesi
Alay Kumandanı Miralay İbrahim Hakkı Ertan ile Balkan savaşları ve Birinci
Dünya Savaşı'na katıldı. Heyemola adlı denizci türküsü de Erbil'in ninesinin
babası Bahriye albaylarından Hacı Ali Kaptan için yazılmış. Kaptanıderya
Süleyman Paşa, Korgeneral Şükrü Naili Paşa, Ruşen Eşref Ünaydın, Trablusgarb
Valisi Turgut Bey, Ticaret eski Bakanı Zeyyat Mandalinci, Kaptanıderya Cafer
Paşa, İçişleri eski Bakanı Şükrü Kaya, Prof. Mehmet Uluç da aynı aileden.
1930'larda Ömer Fevzi Mardin ile başlayan ve Bedirhani Mustafa Aziz
Çınar ile devam eden Arusi-Selami-Ömeriye tarikatinin son şeyhi olan Mehmet
Faik Erbil, Türkeş'in gizli dünyasında önemli bir yer tutuyor…
DSP Eskişehir eski Milletvekili Mail Büyükerman da üniversite
yıllarında tanıştığı Ömer Fevzi Mardin'in sohbet halkalarında yetişti.
EKLER
"Serez'de yoksul bir hahamın oğlu olarak dünyaya gelen,
sonrasında diğer aile fertlerinin hiçbirinin elde edemediği fırsatları bularak
eğitim hayatına Selanik'teki Alyans İsrailite Okulu'nda devam eden, Yeni Asır
gazetesinde yazdığı makaleleri, kıyısından köşesinden de olsa karıştığı
politika ortamı, inişli çıkışlı iş hayatı, biraz da zorunluluktan kaynaklanan
bir şekilde yaptığı evliliği, hayatın zorlukları ile mücadele edebilmek adına
girişilen işler, politik ve edebî ortamlarda bir araya gelinen dönemin önde
gelen siyaset ve düşünce adamlarıyla kurulun dostluklar.
Ve elbette bütün bunlara azınlık olmanın, ama özellikle de Yahudi
cemaatine mensup olmanın verdiği iki arada bir derede kalmışlık hali içerisinde
göğüs germek adına gösterilen olağanüstü çabayı da eklemek gerekecek. Hatta
1908 yılında ilan edilen meşrutiyet sonrasında önce Osmanlılık kavramı
etrafında, ancak o başarısız olunca bu kez de Cumhuriyet Türkiyesi'nin anayasal
vatandaşlık kavramı çerçevesi dâhilinde bütün bu sorunları aşabilme mücadelesi.
Tabii ki bütün bu mücadelelerin verildiği süreçte hem mensubu olduğu Yahudi
cemaati tarafından olmayacak dualara amin demekle eleştirilmek, hem de diğer
kesimlerin -özellikle de hâkim unsur olan Türklerin- gözünde faaliyetleri
dolayısıyla hep şüpheyle karşılanmak.
Sabatay Sevi (sözde) Müslüman olduktan sonra İzmir'deki kardeşi
Elijah Sevi'ye yazdığı mektubu şöyle bitiriyor:
'Beni yalnız bırak. Allah beni Türk yaptı. Kardeşiniz Mehmet
Kapıcıbaşı oturak.'
Sabatay, kendini 'Türk' (Turco) ve 'Mısırlı' (Musurman) olarak
tanıtmıştır. Moses Pinheiro'ya göre bu yıllar boyunca Sabatay mektuplarını
'Turco' olarak imzalamıştır, ancak Gershom Scholem, 'Türk' kelimesinin İbranice
yazılışının, Kabalaca bir yorumla 'Tanrı'nın Dağı' okunabileceğini belirtir.
Scholem, ayrıca 'Musurman' kelimesinin, 'Mısırlılaşmış' anlamına geldiğini,
yani Kelipa Krallığı'nın kötü güçleri anlamına gelen Misraim, Mısır küresine
girmiş kişi anlamında kullanılmış olabileceğini belirtir.
Yukarıda Sayın Düzdağ ve Freely'nin kitaplarından yaptığım
alıntılar çok önemli bir sırra ışık tutuyor. Sabataycıların hiç gocunmadan ve
rahatlıkla Türk kelimesini kullanmalarının hikmetini anlayabilmek böylece
mümkün oluyor. Takdir edersiniz ki insanların kendilerini ait olmadıkları bir
ırka nisbet ederek tanımlamaları onlara oldukça zor gelen bir davranıştır.
Hatta birisine hakaret etmek için bile başka bir milliyetin adı yakıştırılır.
Halbuki Sabataycıların dillerinden düşürmedikleri kelimelerden birisidir
'Türk'. Peki, neden sorusunun cevabı da böylece karşılanmış oluyor. Değil mi ki
mesihleri Sabatay Sevi kendisini Türk olarak tarif ediyor, üstelik bunu
Tanrı'nın dilediğini beyan ediyor, onun izinden giden müritlerine de aynı yolu
takip etmek düşüyor.
İşi Yahudilerin Türk olduğu iddialarına kadar götürenler bile
vardır. Almanca bir sitede Yahudilerin 'Türk'ten başka bir şey olmadıkları'
ifadesi ve aşağıda Musa Hiram'ın masonluk sitesinden alınan yazı buna bir
misaldir. Araştırılması gereken bir diğer husus da Bozkurtlar meselesidir.
Cumhuriyet dönemine kadar kimsenin bilmediği bozkurt masalları, hiçbir yerde
rastlanmayan bozkurt figürleri acaba kimlerin eseridir? İsrail'in 12
kabilesinden biri olan Benjamin'in sembolü kurttur. Türkçülerin kullandığı bozkurt
figuru ile Benjamin kurtu arasındaki benzerlik sadece bir tesadüf mü, yoksa
aşağıdaki iddiaya muvafık bir tezin şuurlu bir tezahürü mü? Sabataycılar
kendilerini Türk olarak gösterdiler, kimileri onları Türk sayıyor. Asıl mesele
nedir, Yahudileri türkleştirmek mi, yoksa Türkleri Yahudileştirmek mi?" (www.orinternet.de)
EK 2: SİYONİZM HAKKINDA KÖŞELİ BİLGİ[163]
"Yıl dönümlerinin önemi, anmanın yanı sıra, anlamaya da vesile
olabildiği ölçüde artıyor. Amerikan entelektüelleri, 28 Ağustos 1897'de
toplanan Birinci Dünya Siyonist Kongresi'nin yüzüncü yıl dönümünü vesile
yaptılar, tartışıyorlar. Tartışmayı izlerken, tarihsel lezzeti iştah kabartan
anekdotları yiyip yutmamak mümkün değil. Sindirimle birlikte, Osmanlı-Batı
ilişkileri üzerine yeni keşiflerin ve yeni merakların heyecanı da başlıyor.
Viyanalı gazeteci Theodor Herzl'in Yahudi Devleti
kitabı 1896'da yayımlandığında, imparatorlukların son demleriydi. Ancak ne
Osmanlı, Habsburg, Romanov hanedanları farkındaydı bunun ne de Eski Kıta'da
milliyetçilik bayrağını açanlar.
Geçmişi İ.Ö. VI. yüzyıla uzanan ve kaynağını Eski Ahit'te bulan
Filistin'e dönüş rüyası, Herzl'in kitabında 'eski diyarda yeni devlet' diye
formülünü bulunca, başta Yahudiler tepki gösterdi: 'Neden parçası olduğumuz Avrupa'yı
bırakıp, dilini bile konuşmadığımız İbrani topraklarına gidelim?'
Diğer grupların kabaran milliyetçilik dalgalarında rahatça sörf
yapabileceklerine inanan bazıları, tam bir fantazist saydıkları Herzl'e 'Jules
Verne' lakabını taktılar. Lakabın değil, 'fantezinin' tutmasında, etnik baskı
ve yok etme girişiminin birçok cephede birden başlaması etkili oldu.
Rusya'da Yahudi katliamı (pogrom) 1881'de resmî politikaya dönüştü.
Sonraki kuşakların Hitler'le özdeşleştireceği 'Juden Raus' (Yahudiler Dışarı) sloganı,
XIX. yüzyılın sonunda Berlin'de yankılanmaya başlamıştı çoktan.
Geçen hafta Basel'da yapılan Birinci Dünya Siyonist Kongresi'ni
anma toplantısının önemli sonuçlarından biri de bu tablonun kavranmasına
ilişkindi: 'Siyonizmi, köken olarak da olumlu ve olumsuz potansiyel bakımından
da diğer milliyetçilik akımlarından apayrı göstermek pek de doğru değildi
aslında'
1948'de İsrail Devleti'nin kurulmasına yol açan uluslararası
uzlaşma zeminini belirleyen ders, Nazi soykırımıydı. Oysa 'Filistin'de Yahudi devleti'
pazarlığı çok önce başlamış ve Avrupa 'mekik diplomasisinin' yeni bir tipiyle,
bu sayede tanışmıştı. Siyonistler, esas muhatabın Sultan İkinci Abdülhamid
olduğunu görüyorlardı. İlk akla gelen aracı ABD oldu. O dönemde, bir Yahudi
Amerikalı'nın elçilik yaptığı tek başkent İstanbul'du. ABD böylece, Filistin'de
sayıları özel bir kampanya sayesinde 25 binden 50 bine çıkarılabilen Yahudi
topluluğunu gözetiyordu. Ancak iş, siyonist taleplerin telaffuzuna gelince,
Washington 'Hayır' dedi.
Herzl, İstanbul'u ilk kez, 1896 yazında, Polonyalı aristokrat Kont
Nevlinski ile birlikte ziyaret etti. Abdülhamid, 'Osmanlı'nın iktisadi
sıkıntısını, Yahudi sermayesiyle aşalım. Karşılığında Filistin'de resmî Yahudi
yerleşimi için kanun çıkarın' teklifine, 'İmparatorluğumu böldürtmem!' yanıtını
verdi. Daha etkili bir aracı gerekiyordu; Almanya'da karar kılındı. Çabalarının
karşılığını, Ekim 1898'de aldı Herzl.
Alman kayzeri İkinci Wilhelm İstanbul'daydı. Abdülhamid'ten önce,
Herzl ile görüşmek istedi. Yıldız Köşkü'nde, Osmanlı'dan gizli buluştular.
Kayzerin 'sıcak' yaklaşımına rağmen, sonradan Berlin'in de İstanbul'un da
kafasına tam yatmadı Herz'in teklifi; 'Alman himayesinde Yahudi yerleşimi'
meselesi rafta kaldı.
Herzl'in Abdülhamid'le ilk yüz yüze görüşmesi 17 Mayıs 1901'de
gerçekleşti. Bu kez aracı, Sultan'ın kızkardeşi Prenses Fatma'nın yabancı dil
hocası Arminius Vambery idi. Beş din değiştirmiş bu Macar profesör sayesinde
Abdülhamid'le buluşan Herzl, daha sonra Sultan'ı 'Sakalları kötü boyanmış; ufak
tefek, pejmürde bir adam' diye tasvir edecekti.
Herzl-Abdülhamid pazarlığı basitti: Yahudiler, Osmanlı borçlarını
senetle kapatacaklar, karşılığında Filistin'de resmî bir yerleşim kurulacaktı.
Herzl'e nişan taktı Abdülhamid; Yahudilere hayranlığını anlattı. Ancak Rothschild'ler
gibi zengin Yahudi ailelerinin eli cebine bir türlü gitmiyordu; Sultan'a
güvenmiyorlardı. Herzl ancak 1902'de, Siyonist Eylem Komitesi'ni Osmanlı'ya 3
milyon franklık bir kredi mektubu için ikna edebildi.
Müjdeyi vermek üzere İstanbul'a döndüğünde, Osmanlı diplomasisinin
'sürprizi' bekliyordu onu. Abdülhamid, siyonistlerin teklifini pazarlık kozu
yaparak, Paris'ten yüklüce borç almanın yolunu aralamıştı. Fransa Dışişleri
Bakanı Maurice Rouvier huzurdaydı.
Siyonizm tarihinin farklı yönlerini daha nice anekdotta yakalamak
isteyenler, Basel'daki anma toplantısının belgelerine bakabilirler."
(Milliyet 09.01.1997-Yasemin ÇONGAR)
EK 3: TÜRK'ÜN KEŞFİ
"Osmanlı Devleti'nin son döneminde ulusal bilincin gelişmesi,
başlangıçtan itibaren Şarkiyatçılığın bir dalı olarak gelişen 'Türkoloji'nin
etkisi altında kalmıştır. Türkoloji ise, XVII. yüzyılda Cizvit papazlarının
başlattığı Sinoloji (Çin araştırmaları) disiplinine bağımlı olarak gelişmiştir.
Gerçekten Çin uygarlığı ile bilgilerin artışı ve Çin kaynaklarının tanınması
Orta Asya Türkleri ve bunların tarihi ile ilgili birçok bilginin ortaya
çıkmasına yol açmıştı. İşte, kendisi de Sinolog olan ve bu konudaki bilgileri
değerlendiren Deguignes, XVIII. yüzyıl ortalarında eski Türklerle ilgili ilk
eseri yazmıştır.
Deguignes, eserinde hiong-nou'lardan başlayarak, daha sonra birçok
eserde -yer yer düzeltilerek- tekrarlanan bilgileri vermiştir. Deguignes,
'zalim ve acımasız' olarak nitelediği Türklerin, hangi isimler altında
anıldıklarını ve gelişmelerini anlatmış; ayrıca Ergenekon destanının Çin
kaynaklarına dayanan ilk versiyonunu vermiştir. Deguignes'in eseri,
Osmanlıların dikkatini yüz yıldan fazla bir süre sonra çekecektir.
1822'de 'Asya Derneği'ni (Societe Asiatique) kuran ve 1828'de
Journal Asiatique'i çıkararak Şarkiyatçı çalışmalara hız kazandıran iki âlim,
J. Klaproth ve A. Rémusat, Türkoloji bakımından ayrı bir önem taşıyorlardı. Bu
yazarlar, çağdaş antropologların Türkleri Kafkas ırkından sayan tasniflerini
kabul etmemekle beraber, onları Moğollardan ve Tatarlardan da ayırıyorlardı.
Klaproth, bu açıdan Ebülgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Türk'ünde dahi, Türklerin
'beyaz Tatarlar' adı altında ayrı ele alındığına dikkati çekmiştir. A. Rémusat
da Rus yazarların Türkleri yanlış olarak Tatar saydığını ileri sürmüş ve fizyolojik
kriterlerle tamamlanması gereken dil tasnifleri ileri sürmüştür. Türklerin
kökeni ve Moğol-Tatar kavimleriyle ilişkileri, OsmanIı İmparatorluğu'nda da
ilgi yaratan birtakım başka eserlerde tekrar ele alınmıştır. Fakat bu konuda en
popüler olan ve Osmanlı Devleti'nde Türkçülüğün doğuşunu en çok etkileyen eser,
Leon Cahun'un 1896'da yayımlanan eseri olmuştur.
(...)
XIX. yüzyılda, Türklerin Çin kaynaklarından çıkarılan kökenleriyle
ilgili bilgiler egemen görüş haline gelene kadar, Osmanlı tarihini yazan
Şarkiyatçılar, daha ziyade Osmanlı, İran, Arap ve Grek kaynaklarına
eğiliyorlardı. XVIII. yüzyılda Batı'da çok ilgi uyandıran Dimitri Kantemir'in
eserinde de bunu görüyoruz. Kantemir'in eserini beğenmeyen Hammer de meşhur
eserinde aynı yolu izlemiştir. Buna karşılık, Hammer'den sonra Osmanlı tarihini
yazan W. Zinkeisen'in bu konularda Çin kaynaklarını aktaran Türkologlara
dayandığını görüyoruz: Klaproth, Rémusat ve Deguignes gibi... Bu yaklaşım,
giderek Türk tarihçilerinin de benimsediği egemen görüş haline gelmiştir.
Osmanlı dünya görüşünde 'ırk' ve 'ulus' kavramları yoktu. Emeviler
devrinde Araplarda olduğu gibi, Arap kökenli olmayan Müslümanları 'Mevali'
sıfatı ile küçülten bir ayrım, Osmanlılara yabancı idi. Şeri ilimlerden ve
yardımcı disiplinlerden oluşan kapalı bir manevi dünya, Osmanlı düzeninde XIX.
yüzyılın ikinci yarısına kadar egemen olmuştur. Osmanlılarda tarih anlayışı,
silsilenameler şeklinde hikâye edilen kutsal bir tarihti. Bu anlayış içinde
şecerelerini Hazreti Nuh'un oğlu Yasef'e kadar götürüyorlardı. Modern çağların
ırk ve ulus tartışmaları içinde Hazreti Nuh'un üç oğlu, ayrı üç ırkın ataları
haline geldiler. Ham (ve Hamiler) siyahları; Sam (ve Samiler) semitleri; Yafes
ise beyazları temsil eder oldular. Böylece Osmanlılar, âdeta farkına varmadan,
kendilerini Batılılarla birleştirmişlerdir. Osmanlılarda kutsal tarihi
vakanüvisler, çağlarının somut kronikleri ile devam ettiriyorlardı. Bu anlatım
içinde 'Türk' sıfatı, daha çok köylüler ve Türkmen aşiretleri için kullanılan
ve çoğu kez yanına 'kaba', 'cahil' gibi küçültücü sözcükler ilave edilen bir
sıfattı. Hristiyan ve Yahudi toplulukları için kullanılan 'millet' kelimesi
ise, modern ulus anlamına değil, dinî cemaat anlamına geliyordu.
Osmanlılarda 'kimlik sorunu'nun ortaya çıkışı, XVIII. yüzyıl
sonlarından itibaren Osmanlı düzeninin varlığını devam ettirebilmekte
karşılaştığı ciddi sorunlarla ilgilidir. Osmanlıların savaşlarda yenilmeye ve
bağımsızlıklarını kaybetmeye başladıkları dönemde, bünyelerindeki 'millet'ler
de Batı'daki ulusal hareketlerin etkisiyle kıpırdamaya başlamışlardı. Osmanlı
bütünlüğü açısından tehlikeli olan bu hareketleri, Osmanlılar kısmen baskı ile,
kısmen de bazı 'reform'larla önlemeye çalışmışlardır. Bununla beraber, aynı
zamanda Osmanlıların etnik kökeni ile ilgili bir düşünce süreci de başlamıştır.
Biraz önce değindiğim bölücü niteliği dolayısıyla, uzun süre siyasal akım
haline gelemeyen bu eğilim, 'Türklerin aslı', 'Türklerin tarihi', 'Türklerin
dili' gibi sorunlar etrafında yoğunlaşmıştır. Gerçekten yüzyıllık bir süreden
beri 'Türklerin tarihi'ni yazmaya çalışıyoruz ve 'Türklerin aslı'nı
araştırıyoruz. Aslında sorunun bu biçimde konulmuş olması, kendi irademiz ve
seçeneklerimiz dışında belli cevapları da beraberinde getirmiştir. Çünkü bu
yaklaşım biçimi, daha önce sorulması gereken temel bir soruyu hasıraltı
etmiştir. O da XIX. yüzyılda kendini 'Osmanlı' ve 'Müslüman' olarak tanımlayan
bir topluluğun, ne gibi somut koşullarda ve ideolojik ortamda Türk olmayı
seçtiği ve Türkleşmeyi benimsediğidir. Eğer felsefi bir terim kullanmak
gerekirse, Türklüğün fenomenolojisidir: Türklüğe temel teşkil eden somut toplum
tabanıyla, Türk olma bilinci arasındaki ilişkinin, özgül koşulların da
değerlendirilmesi yapılarak, ortaya konulmasıdır. Bu yapılmadığı sürece,
'Türklerin tarihi' sadece etnik açıdan yazılmaya mahkûmdur ve bu tarihe
verilecek 'değerler' de yarattığımız değerler değil, Batı ideolojisinin ona
atfettiği değerler olacaktır.
Osmanlılar, 'kimlik sorunu' üzerinde düşünmeye başladıkları zaman,
kültürlerinde bu konuda kendilerine yardımcı olabilecek düşünce araçları yoktu.
Oysa Batı, kütüphane ve kataloglarıyla, bilimsel dernek ve kurumlarıyla,
uzmanlaşmış yayınlarıyla bütün dünyaya egemen olacak bir düşünce arsenali
yaratmıştı. Sosyo-ekonomik az gelişmişlikle bir arada giden kültürel bir az
gelişmişlik içinde bulunan Osmanlı aydınları, bu kültür kıtasında düşünmeye
başladılar. Eğer sabırlı bir çalışma ile Batı kültürünü özümleyebilseler ve
buna kritik bir biçimde bakabilselerdi, sorun çok daha ileri bir çözüme
kavuşabilirdi. Oysa bunun ön koşulları yoktu. Osmanlı aydınları devletten
bağımsız değildiler ve hepsinin de ortak amacı 'devleti kurtarmak' idi. Bu
yüzden Batı düşüncesine selektif bir biçimde ve savunma içgüdüsüyle baktılar.
Osmanlı Devleti'nde Türkçü hareketi başlatanlar, kısmen Batı'daki
antropoloji ve filoloji çalışmalarından yararlandılar; fakat daha ziyade
Türkoloji araştırmalarına dayandılar. Daha 1869'da, Mustafa Celâleddin Paşa, Eski ve Yeni Türkler başlıklı eserinde, filolojik verilere
dayanarak, Türklerin 'Turo – Aryan'(!) bir ırk olduğunu kanıtlamaya
çalışıyordu. M. Celâleddin Paşa'nın bu konularda sağlam bir formasyonu yoktu ve
tezi ikna edici değildi. Yusuf Akçura, eserin 'şöyle böyle Avrupa metotları
kullanılarak... Avrupa kaynaklarından alınıp' yazılmasını, yine de övgüye değer
bulmuştur.
Celâleddin Paşa'nın yaklaşımı, Türk aydınları arasında fazla
taraftar bulmadı. Son dönem Osmanlı tarihçilerinde Aryan-Turan sentezi
konusunda bir çaba göremiyoruz. Mizancı Murat Efendi dahi eserinde 'Türk cinsi,
Hint-Avrupa eczasından biridir' diye yazdığı halde, Türkleri Moğollarla
birlikte ele alıyordu. Gerçekten Türkçülüğün doğuşuna daha ziyade Türkologlar
egemen oldular.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda,
Türkçülüğün ilk döneminde Deguignes'in önemini belirtir ve bu akımın
kurucularından Süleyman Paşa için şunları yazar: '...Memleketimizde ilk defa
olarak Çin menbalarına istinaden Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde
bilhassa Deguignes'i mehaz eylemiştir' Ancak Türkçülüğü asıl etkileyen eser,
yüzyılın sonuna doğru yayımlanan L. Cahun'un eseridir. Eser, hemen Necib Asım
tarafından Türkçeye çevrilmiş ve hakkında Osmanlı basınında övgüler çıkmaya
başlamıştır. Cahun'un eseri hakkında daha önce bilgi verdim. Türkler hakkında
epeyce ağır yargılar veren ve ciddi bir Türkolog tarafından 'roman gibi' diye
nitelenen bu eserin başarı sırrı nerededir? Buna cevabı, Türkçü hareketin
tümüyle değerlendirilmesi içinde arayalım.
Osmanlı son döneminde, ulusal bir bilinç yaratma konusundaki fikir
çabalarına bakarsak, bunların Batı'da aynı konulardaki kültürel ürünlere göre
hazin bir fakirlik içinde olduklarını görürüz. Osmanlı aydınları bu dönemde
Batı kültürünün üstünlüğünü kabul etmelerine ve Batı dillerini bilmelerine
rağmen, bu kültüre üniversalist bir biçimde yaklaşamamışlar, savunma kompleksi
ile hareket etmişler ve farkına varmadan Batı'nın en kötü ideolojisinin etki
alanına düşmüşlerdir. Cahun'da temel ilkeleri bulunan bu Türkçülük, siyasal
program halini alarak Alman pangermen hareketinin bir aracı olmuş; Parvus gibi
Alman militarizminin ajanları Türkçülere yol göstermişler; Osmanlı ordusu Alman
komutanlara teslim edilmiştir. Bunun dışında, Osmanlı son döneminde aldığı
biçimiyle Türkçülük, Türk tarihine de yanlış bir yaklaşım getirmiştir.
Türklerin tarihte ulaştıkları en uygar seviye, beğenelim veya beğenmeyelim, XV.
- XVIII. yüzyılları arası Osmanlı Devleti olduğu halde, gözler eski Türk
tarihine çevrilmiş ve saf bir Türk uygarlığı aranmaya başlanmıştır. Bir kısım
Batı ideologlarının cevabı bile gerektiremeyecek ırkçı yargıları ciddiye
alınmış ve bunların çürütülmesi için kalemler seferber olmuştur. Osmanlı
yıkılış döneminin yarattığı siyasal sorunlar içinde aynı yaklaşım, İslama ve
Arab'a karşı kuşku, güvensizlik ve hatta düşmanlık yaratmış ve böylece hem
kendi tarihimizle hem de yaşadığımız bölgeyle bağlantıyı koparan bir süreç
başlamıştır.
Burada şu soru sorulabilir: Her ülkede böyle 'romantik' bir dönem
olmamış mıdır? Bu yaklaşım tarihî evrimin zorunlu bir aşaması değil midir?
Ayrıca tarihî kökenlerimizle ilgili bilgilerimizi artırarak yararlı olmamış
mıdır?
Cevaplara sonuncu sorudan başlayalım. Türkçü hareket, eski
Türklerle ilgili bilgileri Çin kaynakları ile takviye etmişse de o döneme çok
büyük bir ışık tutmamıştır. Bu husus, eski Türk toplumlarının niteliklerinden
doğan bir güçlükten kaynaklanıyor. Kendi tarihlerini yazmayan, uygarlıklarının
bol miktarda nesnel ürünlerini geriye bırakmayan ulusların tarihini, başka
ulusların tarihine dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihimiz,
efsaneler ve destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam etmiştir. Ziya
Gökalp, meşhur Turan şiirinde, 'İlim için müphem kalan Oğuz Hanı, kalbim tanır
tamamıyla' diyordu. Oysa birçok tarihçi, efsaneleri bilimsel gerçeklermiş gibi
aktarmışlardır.
Romantizmin zorunlu bir dönem olduğuna gelince, burada şu gerçeği
gözden uzak tutmamak gerekir: Batı romantizminin aksine, Türk ulusçuluğunun
romantik safhası, yerli bir kültür ürünü olmamıştır. Batı'nınki, uluslararası
buhran koşullarında, politik amaçlarla Osmanlı aydınlarına şırınga ettiği bir
programdır. Bu politik programı ve bunun iletiliş mekanizmasını, bugün bile
bütün yönleriyle ortaya çıkarmış değiliz. Fakat biliyoruz ki 'yönetici ulus',
'asker ulus' diye Türkleri övenler (!) ve onlara Orta Asya'yı gösterenler, aynı
zamanda Türkleri 'anlayışı kıt', 'uygarlığa yeteneksiz' olarak görüyorlardı.
Bizim romantiklerimiz, bunların fikirlerini -ve tabii sansür ederek- almışlar
ve 'asker ulus'la övünmüşlerdir.
(Taner Timur, Yapıt, Sayı 5. Haziran-Temmuz,
1984.)
VI. Bölüm
Bu Prolegomena,
çıraklar için değil, geleceğin öğretmenleri için yazılmıştır; bu öğretmenler
de, zaten ortada olan bir bilimin sunduğunu düzenlemeleri için değil, ilk önce
bu bilimin kendisini kurmaları için yardımcı olmalı.
Felsefe
tarihini (eskisini olduğu kadar yenisini de) kendi felsefeleri sayan bilginler
vardır; elinizdeki Prolegomena bunlar için yazılmış değildir. Onlar, aklın
kendisinin kaynaklarından bir şeyler çıkarmaya çabalayanların, işlerini
bitirinceye kadar beklemelidirler; ancak o zaman, olan bitenden dünyaya haber
vermek için onlara sıra gelecektir.
Immanuel Kant
Yunanlılar ise Mısırlılara göre sosyal çocuklardı. Ne medeniyetleri
ne yaşayışları ne de fikirleri-inançları henüz keskin çizgilere sahip değildi.
Ölümü önemsememiş olmaları doğaldır. Kendilerini her şeyi kapsayan bir bütünün,
kozmosun bir parçası olarak görüyorlardı. Kozmosa sonsuz bir yasa egemendi ve
tanrılar da insanlar da bu yasaya tabiydiler. Dolayısıyla nesnelerde bir
tanrısallık seziyorlardı."Bu ne?" diye soruyorlardı ve cisimlere
sonsuz bir merakla bakıyorlardı. "Bu ne?" için verdikleri çocuksu
yanıtları biliyoruz ama bunun bir ahlak arayışı ile aynı zamanda ortaya çıkması
da onların özel tarihinin uzantısıdır. Tarihin çocukları, olgunlaşmak
istiyorlardı ve iyinin, güzelin, doğrunun, erdemin tanımlarını yeniden
yapmaktan başka yolları yoktu.
Modern Batılılar ise uzay ile başladı. Nicolaus Copernicus, evreni
aydınlatan yeni bir güneş bulmuştu. Felsefede Copernikusvari devrimi ise Kant
yaptı. Bu, hem uzayın hem de aklın kapısını açan yepyeni bir gelişmeydi.
Greklerin kozmosu ve Orta Çağ'ın tanrısı bu güneşin altındaydı artık.
"Devrimi", De Revolutionibus'la ilgilidir;
Copernikus şöyle anlatıyor: "Ne ki hepsinin ortasında Güneş durur. Zaten
kim bu son derece güzel tapınaktaki bu ışık kaynağını bütün eşit biçimde
aydınlatabileceği bu yerden başka ya da daha iyi bir yere koyabilir ki?
Kimileri ona yerinde olarak evrenin ışığı, kimileri evrenin aklı, kimileri ise
evrenin yöneticisi adını veriyor. Trismegistos ona görünebilir tanrı; Sophokles'in
Elektra'sı her şeyi gören diyor. Gerçekten de Güneş, sanki bir kral tahtında
oturur gibi çevresinde dolaşan yıldız ailesini yönetiyor."[164] Devrim, din
ile başlamıştır, din olmak için artık çok geç olduğu için devrim olmuştur.
Copernik için, Güneş'te bir tanrısallık bulmadan onu merkez yapmak imkânsızdır;
inancın bir imkân yarattığını artık görebiliyoruz.
Aslında Gök'e Mısırlılar da aynı merakla, yani derin inançla
bakıyorlardı. Orada tanrılar bulmuş olmaları ve onların en tepesine de Güneş'i
oturtmuş olmaları doğaldır. Yolculuk gökleredir ve çöl ikliminin, tanrıları hep
görüş mesafesinde tuttuğunu biliyoruz. Bizde zaman zaman gölgeleniyor olsa da
anlamını aradığımız hayatı her şeyden önce Güneş'e borçluyuz ve Copernikus'un
da inandığı gibi: "Işık iyidir."
Aydınlanma'dır bu; devrimini yaparken bile eski Mısır
kozmogonisine, Trismegistes'e gönderme yapmaktan geri durmaz. Çünkü Eski
Yunanistan kadar Hermes'in gizemli metinlerini okuyarak kurmuştur kendini ve
kurarken örneğin kilisenin tanrısı gibi sığınacak güvenli bir kucak da
bulamamıştır. Sığınak bulamadığı için aklı tanrının yerine koyup son başvuru
yeri yapması da boşuna değildir. Sığınağımız yoksa akla sığınmaktan başka yol
yoktur.
AKIL VE İNSAN
Akıl, kuşkusuz, insana işaret etmektedir ve Aydınlanma, insan ile
doğa arasındaki ilişkiyi aracısız kurmaya kalkıştığı için devrimcidir. Kant'ın
yeniliği de böyledir, merkezde insan, özne, süje vardır artık: "Buna göre,
insan tini (akıl, zihin, benlik) nesnelere doğruca yönelmez; nesneler insan
anlığı için önce işlenmesi gereken malzemeler durumundadırlar. Bilgi,
nesnelerin zihnimizdeki doğrudan yansıları değil; tersine, anlığımızın
nesnelere ilişkin duyumlamalarımızı işlemesinin ürünüdür."[165] Nesneleri
duymamız yetmez; anlığımızın, bilgi olabilmesi için, önce nesnelerden gelen
duyumlarımızı işlemesi gerekir. Böylece, doğa karşısında, onun bir ürünü olan
insan kendini merkez yapmaktadır. Utangaç ve kırılgandır henüz, ama
"patron benim" de diyebilmektedir.
Bunun, kişisel bir kahramanlık ve kişisel bir macera olmadığı
bellidir. Akla bu kaçışın arkasında yeni ve devrimci bir sınıf vardır; Kant,
işte bu sınıfın devrimci öz güveninden dolayı "Dünya ancak benim
yarattığım dünyadır." diyebilmektedir. Nesneler ona değil, artık o
nesnelere hükmetmektedir.
Yeni bir yasa, yeni bir düzen, yeni bir bilim ve yeni bir felsefe
kurmak; devrim bunlar değilse nedir? Ve bir kez kuruluşu gördükten sonra, yıkıp
yeniden kurmayı istemek kolaydır. Kant, 1700'lü yılların sonun doğru, Büyük
Fransız Devrimi'nden 6 yıl önce şöyle yazmaktadır: "...İnsan aklı kurmaya
öyle heveslidir ki, kulenin katlarını çıktıktan sonra temelinin nasıl atıldığını
görmek için onu yeniden yıktığı çok olmuştur. Akıllı ve bilge olmak için hiçbir
zaman geç kalınmış değildir; ama kavrayış geç edilince, onu harekete geçirmek
her zaman daha zordur."[166] Fransız devrimcileri kralın kellesini uçurmak için harekete
geçtiğinde, Kant da tanrısal kuleyi yıkmak, temeli görmek ve yeniden kurmak
için masasının başındadır: "Doğadaki düzenlemeleri ve bunların değişmesini
açıklarken, insan her şeyin yaratıcısı olarak Tanrı'ya sığınırsa, açıklaması en
azından fiziksel bir açıklama olmaz; üstelik bu, felsefenin sonunun geldiğinin
itirafı olur; çünkü gözleri önünde duran bir şeyin olanaklılığının bir
kavramını kurabilmek için, kavramına başka hiçbir yoldan sahip olmadığı bir
şeyi kabul etmek zorunda kalır. Metafizikle bu dünyanın bilgisinden hareket
ederek Tanrı kavramına ve emin çıkarımlarla Tanrı'nın varoluşunun kanıtına
ulaşmak ise olanaksızdır; çünkü bizim, bu dünyanın olabilecek en yetkin bütün
olduğunu bilmemiz, dolayısıyla bu amaç için (onu karşılaştırabilmek için)
olabilecek bütün dünyaları tanımamız, kısacası her şeyi bilir olmamız gerekir
ki, dünya ancak bir Tanrı aracılığıyla olabildi, diyebilelim."[167] Kant,
imkânsızı tarif etmekte; "Tanrı var diyebilmemiz için bizim Tanrı olmamız gerekir"
demektedir.
Hal böyleyken, yeni sınıfın duruşu, işleri sonuna kadar götürmekten
onu alıkoymaya, ürkütmeye, geriletmeye başlamıştır. Devrimin ışığında yıkanan
yoksul halkların ne kadar tehlikeli olabileceği fark edilmiştir. Kilisenin,
dinin gölgesinin halkı disipline etmek için şart olduğu anlaşılmıştır.
Ricatlar, büyük geri dönüşler, gelgitler çağıdır bu. Devrimi yapan üçüncü
sınıfın içinde burjuvazinin rolünü üstlenecek ve işleri mantıki sonuçlarına
ulaştırabilecek bir sınıfın varlığının keşfi, devrim için ölüm çanını
çalmıştır. Fransız Devrimi ancak üç yıl ayakta kalabilmiş; ardından gericilik,
olanca gücüyle hortlamıştır. Ya da Almanya, bu devrimden geri kalmış ve
kaçmıştır; onun, çağının eğilimlerinin tersine, Yunanistan'ın Tanrı kozmosuna
geri dönüşünün ardında Fransız kültürünün altında ezilmişliğinin etkisi vardır;
Tanrı'ya sığınması ise Avrupa'nın yeni yönelimini haber vermektedir. Hegel
artık, gerçekliği antropomorfize edilmiş, insana türdeş kılınmış bir tanrının
(dünya tini, akıl) kendini açımlaması ve bir tarihsel gelişim süreci olarak
tarif ederken[168] gerçekliğin kendisine karşı çıkamadığı için gölgesiyle savaşan
Almanya'nın da sözcülüğünü yapmaktadır.
Avrupa'da devrimin ardından filozoflar, felsefeler, inançlar, dünya
görüşleri, sanat anlayışları bu çalkantının damgasıyla damgalanmıştır. Gökteki,
Tanrı katındaki her şey, yeryüzünden düşen gölgeler gibidir. Birbiriyle
çatışan, acı çeken, devriminden pişman olan ruhların gölgeleridir bunlar. Ama
bu ruhların çaresizlik duygusu o kadar güçlüdür ki hiçbiri dönüp yeryüzüne
bakmaya teşebbüs edememektedir. Filozoflar, felsefeler, inançlar, hepsinin
ayakları yerden kesilmiştir; gölgelerin kendilerini gerçek sanmaları işte o
dönemin geleneğidir.
∑
Avrupa'nın Özneleri
"Bu temel üstünde, romantikliğin gerçek kökü olan sofuluk
hareketi Almanya'ya iyice yerleşti. Bu sofuluk Lutherciliğin bir dalı olup,
Kutsal Kitap'ın dikkatle okunmasından ve insanın Tanrı'yla kişisel ilişkisine
büyük bir saygı gösterilmesinden oluşmaktaydı. Onun içindir ki ruhsal yaşam
üstünde ısrarlı bir vurgusu vardı; öğrenmeyi hor görüyordu, dinsel törenleri ve
biçimleri hor görüyordu, bireysel olarak acı çeken insan ruhunun yaratıcısıyla
bireysel ilişkisi üstünde müthiş duruyordu. Spener, Francke, Zinzendorf,
Arnold-sofuluk hareketinin bütün bu kurucuları, toplumsal açıdan ezilmiş ve
siyasal bakımdan perişan durumdaki büyük bir insan topluluğuna huzur ve
kurtuluş sağlamayı başarmışlardı. Olan, derinden bir tür geri çekilmeydi.
Koşutluklara bakmak tehlikeli olmakla birlikte, bazen insanlık tarihinde böyle
olur; insanın kendisini gerçekleştirmesinin doğal yolu tıkanınca, insanlar
kendi içlerine çekilirler, kendileriyle ilgilenirler, kötü bir kaderin
kendilerine dışsal olarak kapattığı o dünyayı içsel olarak yaratmaya
çalışırlar. Eski Yunan'da Büyük İskender şehir-devletlerini yıkmaya başlayınca
olan, kesinlikle budur: Skoacılar ve Epikurosçular yeni bir kişisel kurtuluş
ahlakı öğütlemeye başladılar; bu, siyasetin önemsiz olduğunu, toplum yaşamının
önemsiz olduğunu, Perikles'in ve Demosthenes'in, Platon'un ve Aristotales'in
savundukları büyük ideallerin eften püften şeyler ve buyurucu kişisel kurtuluş
gereksiniminin yanında hiçbir şey sayılacağını söylemek biçimini aldı.
Bu, uzanamadığımız ciğere murdar demenin çok büyük bir biçimiydi.
Dünyadan gerçekten istediklerinizi elde edemeyecekseniz, kendinize onları
istemediğinizi öğretmelisiniz. İstediğinizi alamayacaksanız, kendinize
alabileceğiniz neyse onu istemeyi öğretmelisiniz. Bu, iç derinliklere, bir
çeşit içkaleye ruhsal olarak çekilmenin çok sık görülen bir biçimidir; orada
dünyanın bütün korkutucu kötülüklerine karşı kendinizi kapılar ardına
kilitlemeye çalışırsınız. Ülkemin kralı benim toprağıma el koymuştur: Öyleyse,
ben de kendi toprağımı istemem. Hükümdar bana rütbe vermek istemiyordur: Rütbe
eften püftendir, önemsizdir. Kral malımı, mülkümü elimden almıştır: Mal mülk
hiçbir şey değildir. Çocuklarım kötü beslenmeden ve hastalıktan ölmüştür: Tanrı
sevgisi karşısında, dünyevi bağlılıklar, hatta çocuk sevgisi bile hiçtir. Ve
daha böyle uzayıp gider. Kendi çevrenize, incinebilecek yüzeyinizi azaltmaya
çalışarak sıkı bir duvar örersiniz; alabildiğince az yaralanmak istersiniz.
Üstünüze her türlü yaralar yığılmıştır; onun için, kendinizi olabilecek en
küçük alana bağlarsınız ki yeni yaralar için olabilecek en az yeriniz açıkta
kalsın.
Alman sofulukçularının içinde bulunduğu ruh hali buydu. Sonuç,
yoğun bir iç yaşam, büyük miktarda çok etkili ve çok ilginç, ama son derece
kişisel ve şiddetle duygusal edebiyat, zekâ / zihinden nefret ve elbette, her
şeyin başında Fransa'dan, peruklardan, ipek çoraplardan, salonlardan,
yiyicilikten, generallerden, imparatorlardan, servetin, kötülüğün ve şeytanın
cisimleşmiş hali olan bu dünyanın bütün büyük ve görkemli figürlerinden nefret.
Bu, sofu ve aşağılanmış bir halk açısından doğal bir tepkidir ve başka yerlerde
de öyle olmuştur. Bu, özellikle Almanların o belirli dönemde yatkın
bulundukları gibi, kültür-karşıtlığının, aydın-karşıtlığının ve yabancı
düşmanlığının belirli bir biçimidir. Bu, bazı Alman düşünürlerinin XVIII.
yüzyılda tuttukları ve kutsadıkları, Goethe ile Schiller'in ise bütün ömürleri
boyunca savaştıkları taşralılıktır.
Hernhuter örgütünün önderi olan Zinzendorf'tan tipik bir alıntı
yapmak istiyorum. Bu örgüt, sofular topluluğunun geniş bir kesimini oluşturan
Moravya Kardeşliği'nin bir çeşit şubesiydi. O demişti ki 'Her kim Tanrı'yı
zihniyle kavramak isterse, ateist olur' Bu, aklın bir fahişe olduğunu ve ondan
uzak durmamız gerektiğini söyleyen Luther'in bir yankısından ibaretti. İşte
size, bu Almanlar hakkında büsbütün ilgisiz olmayan bir toplumsal olgu. XVIII.
yüzyılın bu Almanlarına, Almanya'yı en çok etkilemiş bulunan ve bizim
varlıklarından haberimiz olan düşünürlerin kimler olduğunu sorsaydınız, onlar
hakkında benim önermek istediğim savı -bütün bu şeyin yaralanmış olan ulusal
duyarlığın, korkunç bir ulusal aşağılanmanın bir ürünü olduğu ve bunun,
Almanlar açısından romantik hareketin kökünü oluşturduğu savını- destekleyen
oldukça garip bir toplumsal gerçek vardır. O düşünürlerin kimler olduğunu
sorarsanız, Fransızların durumuna karşıt olarak, onların büsbütün farklı bir
toplumsal ortamdan geldiklerini görürsünüz.
Lessing, Kant, Herder, Fichte hep çok aşağı düzeyden ailelerde
doğmuşlardı. Hegel, Schelling, Schiller, Hölderlin aşağı orta sınıftandılar.
Goethe zengin bir burjuvaydı, ama uygun bir unvana ancak daha sonraları
erişmişti. Ancak Kleist ile Novalis, o günlerde taşra beyleri denebilecek
kimselerdi. Alman edebiyatında, Alman yaşamında, Alman resminde, Alman
uygarlığının herhangi bir türünde aristokratik ilişkisi olduğu söylenebilecek,
benim bildiğim kadarıyla, sadece iki Kont kardeş, Christian ve Friedrich
Leopold Stolberg ile mistik Baron Carl von Eckerthausen vardı; bunlar da pek
öyle birinci sınıf figürler, pek öyle öne çıkan isimler değildi.
Öte yandan, bu dönemin Fransızlarını, bütün köktencilerini, sol
kanadını, Ortodoksluğun, kilisenin, krallığın, statükonun en aşırı
karşıtlıklarını düşünecek olursanız; bütün o insanlar çok, çok farklı bir
dünyadandılar. Montesquieu bir barondu, Condordet bir marki; Mably bir
keşişti(abbe), Condillac da öyle; Buffon sonradan kont oldu, Volney ise iyi bir
ailedendi. D'Alembert bir asilin evlilik dışı oğluydu. Helvetius soylu değildi,
ama babası Mademe'ın hekimiydi ve milyonerdi, mültezimdi; saray çevrelerine
girip çıkıyordu. Baron Girimm ile Baron d'Holbach; biri yakın Bohemya'dan,
öteki Ren bölgesinden Paris'te yaşamaya gelmiş iki Alman'dılar... Voltaire bile
küçük soyluluktan geliyordu. Yalnızca Diderot sahiden yoksulluktan gelmişti.
Rousseau İsviçreliydi, onun için bu kategoride sayılmazdı. Dolayısıyla, bu
insanlar farklı bir dili konuşuyorlardı. Hiç kuşkusuz, muhaliftiler; ama
kendileriyle aynı sınıftan insanlara muhaliftiler. Salonlara gittiler, ışıltılar
saçtılar. Bunlar cilalanmış, iyi eğitim görmüş insanlardı; harika bir nesir
biçemleri, yaşama cömert ve sevimli bir bakışları vardı.
Onların salt varoluşu, Almanları tedirgin etmekte, aşağılamakta ve
kızdırmaktaydı. Herder 1770'lerin başında Paris'e geldiğinde, bu adamlardan
hiçbiriyle görüşmemişti. Ona hepsi yapay, özenti, son derece benlik-bilinçli,
kuru, salonlarda dans eden, insanın iç yaşamını anlamayan ruhsuz küçük insanlar
gibi görünmüşlerdi. Ya bağlandıkları kötü öğretiler ya da yanlış kökenleri yüzünden,
insanın yeryüzündeki gerçek amaçlarını, Tanrı'nın insana verdiği gerçek,
zengin, cömert gizillikleri anlamaktan yoksundular. Bu da Almanlarla Fransızlar
arasında bir uçurumun doğmasına katkıda bulunmuştu; salt bu frondeur'leri
düşünmek, salt bu karşıtlık düşüncesi, kendileri Roma Kilisesi'nden nefret
edenler, kendileri Fransa kralından nefret edenlere bile bulantı veriyor,
onları iğrendiriyor, aşağılama ve aşağılıkla dolduruyordu ve bu durum,
Almanlarla Fransızların arasına, bilginlerin izleyebildikleri bütün karşılıklı
kültürel alışverişlerin bile üstesinden gelemediği müthiş bir çukur yarattı. Bu
belki, romantikliği başlatan, Fransızlara Alman karşıtlığının köklerinden
biridir."
∑
Modern felsefenin bir gölge felsefesi olmasının sırrı budur; onda gerçek
değil ancak gerçeğin gölgesi vardır. Mızmız, geveze ve özneldir. Çok basit bir
gerçeği bile ancak sonu gelmez laf cambazlıklarının arkasına saklayarak
söyleyebilir. Somut, gerçek, canlı insanlara değil, ruhlar âleminin gölgelerine
yazdığının bilincindedir; sırlı, şifrelenmiş bir dil ile konuşur. Gerçek, onun
için en büyük sapkınlıktır.
Hiçbiri, ama hiçbiri; öznellik, gerçekten kaçış, boş laf ebeliği
filozofların özgür iradesinin tezahürü değildir. Özneldir; çünkü ayaklarının
altındaki toprak kayıp gitmektedir. Tekbencidir; çünkü kendisinden yola
çıkmaktan başka bir yol bilmez. Ürkektir; çünkü sırlarının çözüleceğinden derin
korkular duymaktadır. Duygusaldır; çünkü bağlı bulunduğu sınıfın kederini
taşımaktadır. Goethe'nin genellemesi yerindedir, dönemler çökerken bütün
eğilimler özneldir; öte yandan yeni bir çağın koşulları olgunlaşırken, bütün
eğilimler nesneldir. Bu felsefe, bu bakış açısı çöken bir dönemin ürünüdür.
SAF ADAMIN KURUNTUSU OLARAK FELSEFE
Demek ki felsefe, hemen her zaman kendisini dik tutacak bir
toplumsal-tarihsel omurgaya gerek duyuyor, omurgası yoksa saçmalıyor. Saçmalık
omurgasızlığın işaretidir ve saçma, bizim felsefe maceramız içinde her zaman
var. Çoğu zaman, filozofu daldığı düşler âleminden çıkarmak ve uyandırmak
gerekir ki, bunun beyhude bir çaba olduğunu da biliyoruz. Sorunumuz, hâlâ
esaslı olanı boş laftan ayıracak bir ölçümüzün olmamasıdır ve tartışmamızın bir
kısmı bununla ilgilidir.
Bunlar olmuştur: "Bir zamanlar, saf adamın biri, insanların
suda boğulmalarının, yalnızca ağırlık fikrine sahip olmalarından ileri
geldiğini sanıyordu. Ona göre insanlar, -örneğin, bunun dinsel, boş inanlara
dayanan bir tasarım olduğunu açıklayarak- bu tasarımı kafalarından çıkarıp
atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş
olurlardı. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız ve boyuna yinelenen
tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu ağırlık kuruntusuna
karşı savaştı durdu. Bu saf yürekli adam, devrimci Alman filozofları tipinin
aynısıydı."[169] Bu nesnellikte yazmaktadır ve Marx'ın, ilerlemek için idealizmin
ormanına çoğu zaman baltalarla daldığını biliyoruz. O da bir Alman olmasına
karşın kendisini öznellikten, içi boş gevezelikten ayırabilmiştir ve
"bütün eğilimlerin nesnel olduğu" başka bir çağa ait olduğu açıktır.
Başka bir çağ, filozofun egosundan değil, "canlı, yaşayan,
gerçek insanlardan" başlıyor ve Marksizmin bize ilk dersi budur. Felsefe
ile tartışarak kendini kurduğuna göre; evet, bu da bir "felsefedir"
diyebiliriz ama ayrımı, ortaklıklarından daha keskin olan bir felsefedir bu.
Kuşkusuz "saf adam"ınki de bir felsefedir ve dolaştığımız bu alanı
çoğu zaman tekinsiz kılan da "felsefe"nin meşrebinin bu kadar geniş
olmasıdır. Biz de bu bahçede dolaşıyoruz, ama aylak filozofunki ile aynı amaçla
değil. Gerçeği görebilecek bir göze ihtiyacımız var ve aradığımız budur. Bu
torbanın içinde gerçeğe değin ne varsa bulup çıkarmak istiyoruz. Bilebildiğimiz
şudur; boş laf ormanından baltalarla geçmek ve her esaslı olan önünde eğilmekten
başka yolumuz yoktur.
Şimdi "idealizm" diyoruz ve kuşkusuz bu da bir akıl
durumudur. Peki, nasıl oluyor da akıl, akılsız hezeyanlar üretebiliyor? İçinde
akıl olmakla birlikte, sorun aklın her zaman akılcı olmamasındadır; aklı tutmak
için hep sormak, hep yanıtlar aramak gerekmektedir ve idealizm bir atalet
durumuna işaret ediyor. Bu felsefe açısından bir imkânsızlık var; akla
sığınmanın her zaman mümkün olmadığı anlamındadır. İmkânsızdır.
Ne yazık ki dönemlerin ve eğilimlerin esiriyiz biz. Dolayısıyla felsefenin
özgürce uçtuğunu sandığı yerde onu sürünürken yakalamamız şaşırtıcı
olmamalıdır. Ağırlık fikrini atıp boğulma tehlikesini bertaraf etmeye çalışan
saf adamımızın kuruntusu nasıl oluyor da felsefe sayılabiliyor? Çünkü felsefeyi
var eden şey "saf akıl"dan daha karmaşıktır da ondan. Örneğin, XIX.
yüzyılda felsefe yapıyorsanız, bu sizin kendisini gelmiş geçmiş bütün
dönemlerden üstün gören o sarsılmaz ilerleme inancının üzerinde durduğunuz
anlamına geliyor. Dolayısıyla, bir XIX. yüzyıl filozofu olarak İsa'nın doğumu
gibi sarsılmaz bir tarihî dikili taşı olmayan halkları ilkel ve geri saymaktan
kaçınmanız, felsefi olarak mümkün değildir. Bu durumda tarihteki "öznel
öge" yokluğu, yani tarihlerinin "anlatılmamış" oluşu Hintliler
veya Mısırlılar için "ağırlık fikri" olarak iş görüyor ve onları
medeniyet denizinin ta diplerine itiyor. Hegel Tarihte Akıl'ında
tamı tamına böyle söylüyor: "İster yüzyılları, ister bin yılları içine
alsın; ister devrimlerle, göçlerle, en beklenmedik değişikliklerle geçmiş
olsun, tarih yazımından önce geçmiş olan zamanlar, halkların nesnel anlamda
tarihini oluşturmazlar; çünkü öznel öge, tarihin anlatılması ögesi
eksiktir."[170] Oysa Hegel'in de söylediği gibi Çinlilerin çok eski dönemlere
giden ayrıntılı tarih anlatımları vardı. Üstelik demiri işlemeyi ve barutu da
biliyorlardı. Bütün bunlar onları "uygar" yapmamış, "Asyatik
toplum" olmaktan kurtarmamıştır. Çinliler demiri oyuncak ve barutu renkli
havai fişekler yapmak için kullanıyorlardı. Yeni sömürgeler arayan Batı
emperyalizmi Çinlilerden öğrendikleri demiri ve barutu büyük ve etkili toplar
yapmak için kullandılar. Afyon savaşlarında Çin donanması İngiliz toplarının
önünde paramparça olurken onların da geri uluslardan olduğu tescil edilmiş
oluyordu; hem de öznel ögenin var olmasına rağmen!
SAF AKLIN SAFLIĞI
Demek ki boş lafların da, harcıâlem felsefi spekülasyonların da bir
tarihselliği var. Yani, tarihin dışında, her türlü toplumsal kirlenmenin
ötesinde içi bilgi dolu torbasıyla duran bir saf akıl yok. İlerleme inancının
felsefesi, bütün tarihi kendine doğru ilerleyen bir süreç olarak kurgularken;
aynı zamanda, tarihin amacının kendisi olduğunu da söylemiş oluyor. Saf
aklıyla, dünün tarihinin amacının, onun bugününü oluşturmak olduğunu sanıyor.
Dünün insanını, kendi çağının insanından yola çıkarak tarif ediyor, soyutluyor
ve kendisini genel olarak insanın somut hali sayıyor.
Dolayısıyla akıl, tarihte ancak kendi görmek istediklerini görüyor.
XIX. yüzyılın Avrupa'sı kendi ırk köklerini Yunan'da ve Roma'da gördüğü için,
XIX. yüzyılın Avrupalı filozofu da kendi felsefi öncüllerini orada arıyor.
Aydınlanma'nın Mısır'la sorunu yoktu, çünkü hem Aydınlanmışlar Mısır'la
bağlarını koruyorlardı hem de ırkçılık henüz bu topraklarda boy göstermemişti.
Dolayısıyla Copernikus'un Trismegistos'a yaptığı gönderme onun aklına uygundur.
Copernikus, Mısır'dan öğrenmeye açıktı; çünkü o dönemin Avrupa'sında Mısır
açıktı. Oysa Hegel ve çağdaşları Mısır'dan kalan izlerin üzerinden geçip
gittiler; çünkü artık Mısır kapanmıştı. Hegel'in Yunan aşkıyla kendinden
geçtiği ve Marx'ın kariyerine Demokritos ve Epiküros'un doğa felsefeleri
arasındaki farkı tartışarak başladığı zamanlarda, İ.S. III. yüzyılda yazılmış
ve XIX. yüzyıl filozoflarının temel kaynağı olmuş bir kaynaktaki şu felsefe hiç
dikkat çekememiştir: "...Onlara göre evrenin başlangıcında madde varmış,
sonra bundan dört öge ayrılmış ve kimi canlılar oluşmuş. Güneş ve ay birer
tanrıymış, birinin adı Osiris, öbürü İsis'miş; Manethon'un Physika
özetinde, Hekataios'un da Mısırlıların Felsefesi Üzerine
adlı eserinin birinci kitabında söylediği gibi, bunları hamam böceği, ejderha,
atmaca ve başka hayvanlar aracılığıyla anlamlandırmışlar. Tanrının biçimini
bilmedikleri için, onlara heykeller ve tapınaklar yaparlarmış. Onlara göre
evren oluşmuş bir şeymiş, bir gün yok olacakmış ve küre biçimindeymiş;
yıldızlar ateşmiş ve yeryüzündeki her şey bunların ısısıyla oluşmuş; ay
tutulması, ayın dünyanın gölgesi üzerine düşmesiyle oluşuyormuş; ruh ölümden
sonra da yaşar ve başka bedene geçermiş; yağmur havanın değişmesiyle oluşurmuş;
Hekataios ile Aristogoras'ın anlattığı gibi, başka şeyleri de doğaya dayanarak
açıklıyorlarmış; adalete dayalı ve Hermes'e yakıştırdıkları yasalar
çıkarmışlar; yararlı hayvanları Tanrı sayıyorlarmış, geometriyi, astrolojiyi ve
aritmetiği onların bulduğunu söylerler."[171]
Demek ki en spekülatif felsefe bile belli seçimlere dayanıyor ve
biz, seçimimizi yaparken özgür ve nesnel özneler değiliz. Ve yine Marx'a
sığınıyoruz: "Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz
ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Her ideolojide
insanlar ve onların ilişkileri bize, camera obscura'daymış gibi baş aşağı
görünüyorsa, bu görüngü de tıpkı nesnelerin, gözün ağ tabakası üzerinde ters
durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların
tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir."[172] Yani her filozof, kendi çağının çocuğudur ve bundan kaçıp
kurtulması mümkün değildir.
Ne yazık ki bizim modern felsefemiz bir yandan "kaybolmuş
bilgelik"e ve diğer yandan, sonradan uydurulmuş bir dehaya dayanır.
Aydınlanmışlar, Mısır rahipleri gibi sırlıdır; romantikler, Yunan filozofları
gibi geveze. Hatta Alman idealizminin Yunan zihniyetine dönüşü de felsefi bir
tercih değildir. Irk ve kök telakkisi daha öndedir ve "ari"lik dehayı
hep gölgelemiştir.
Evet, insan düşünür, felsefe yapar, evreni ve kendisini yorumlar.
Ama bunu verili bir kültür içinde yapar. Hiçbir düşünür anasının karnından
yepyeni düşüncelerle doğmaz. O bir yandan içinde geliştiği kültürün, dünya
görüşünün taşıyıcısıdır. Diğer yandan bu kültürün, bu dünya görüşünün üretimine
katıldığı sürece yaratıcılığın ve katkının olanaklarını taşır. Kendisini
ayırmaya başladığı, bu dünya görüşüne muhalefete giriştiğinde bile sorularının
kaynağı hâlâ odur.
Burada elbette alttan bakıyoruz; çünkü yapmaya çalıştığımız şey
felsefe katına yerden çıkmaktır: "... Etten ve kemikten insanlara varmak
üzere, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ne de
anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan hareket
edilir; hayır, gerçek faaliyetleri içindeki insanlardan hareket edilir; bu
dirimsel sürecin ideolojik yansı ve yankılarının gelişmesi de, insanların bu
gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir. Ve hatta insan
beyninin olağanüstü hayalleri bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi
temellere dayanan, insanların maddi yaşamlarının sürecinden zorunlu olarak
doğan yüceltmelerdir. Bu bakımdan ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri
kalanı, aynı şekilde bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, derhal bütün özerk
görünüşünü yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine
maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu
gerçek ile birlikte hem düşüncelerini hem de düşüncelerinin ürünlerini
değişikliğe uğratan, insanların kendileridir."[173] Yani bilinç canlı, gerçek bireylerden yola çıkarak açıklanabilir;
bu soyut insanın değil, onların bilincidir.
Dolayısıyla Kant'ta bir XVIII. yüzyıl ve Hegel'de bir XIX. yüzyıl
insanı aramamız yersiz değildir. Her ikisi de çağlarının yanılsamasından kaçıp
kurtulamamıştır. Goethe'nin dediği gibi filozoflar bize kendi yaşama
biçimlerinden çıkmamış hiçbir şey sunamamışlardır.
FELSEFENİN SINIRLARI
Dünya bir akıl düzeni olmalıdır; modern felsefenin kozmik
önermesini böyle özetleyebiliriz. Aydınlanma'nın, Büyük Fransız Devrimi'nin ve
bir anlamda onun düşünsel karşılığı olan Alman felsefesini de bunun içine koyabiliriz;
hepsinin ana ülküsü tanrısal düzenden akli düzene geçiştir.
Bunu, Avrupa'nın insan ve doğa ilişkisinde yeni bir açıklama
ihtiyacının tezahürü sayabiliriz; öyledir. Dünyevi iktidar, kilise babalarının
elindeyken hiçbir seküler felsefe teolojinin karanlığına ışık tutamamıştır.
Ancak burjuva sınıfının ortaya çıktığı hemen her yerde -kilise babalarının
iktidarını kemirmeye başlamasıyla-bu düşünüş için yol açılmaya başlamıştır.
Bu sınıf, doğanın ve toplumun tek hâkimi olarak ortaya çıktığı
içindir ki felsefe, insanı doğanın karşısına aracısız koyabilmiş ve onu bir
özne olarak, doğaya hükmeden soyut bir varlık olarak kurgulayabilmiştir.
Soyuttur; çünkü Tanrı nasıl bütün yeteneklerinin sınırlarından kurtulmuş bir
temsilî doğaysa, burjuva da insanın bütün yeteneklerini üzerinde toplamış,
temsilî insan olmuştur. Dolayısıyla özne, doğaya hükmeden burjuvadan başkası
değildir. Her ikisi de doğadan ayrılmış insana hükmeder, ezilenlerin üzerinden
konuşur ve sınıflı toplumların lanetiyle damgalanmıştır.
Fransız devrimcileri ve Alman filozofları dünyada akli bir düzen
kurma işine büyük bir coşku ile giriştiklerinde, dünyanın aklileşmesi ile aklın
dünyevileşmesinin insanlara mutluluk getireceğinden emindiler. Aklın
dünyevileşmesinin en uç noktasında duran ve bu yüzden de bir ayağı ruhlar
âleminde olan Georg Freidrik Hegel, kendi us kavramını Fransız Devrimi'ne
bağlarken, yazdıklarının, Fransa'dan gelen meydan okumaya bir karşılık olduğunu
biliyordu. Ancak, devrimin attığı ileri adımlardan ve devrimci terörden ürkerek
geri çekildiğinde, dünyanın aklileşmesinin ve aklın dünyevileşmesinin
insanların bütününe mutluluk getirmediğini gördü. Üzerinde durdukları devrimin
ateşi artık sönmüştü, yeni sınıf geriye doğru kaçıyordu.
XIX. yüzyılın ortalarında artık aklileşmiş dünyanın mutsuzları
burjuva sınıfına karşı barikatların arkasına koşarken gerçeği itiraf ediyordu:
Ussal ilerleme mutlulukta bir ilerleme değildir. Marcuse gerisini şöyle
tamamlıyor: "Hegel'in öğrencilerinden biri olan Karl Marx, onun düş
kırıklığının bir ürünü olan bu itirafı tercüme ederek yeni bir dönemin
kapılarını açtı: 'Sınıflı toplumların ilerlemesi, proletaryaya mutluluk
getirmez' Hegel'in dizgesi çağdaş felsefede Descartes ile başlamış ve çağdaş
toplumun temel düşüncelerini tinselleştirmiş olan bütün bir evreyi kapanışa
getirmiştir."[174] Burada us yerine sınıflı toplumların, insanın mutluluğu yerine
proletaryanın mutluluğunun geçirilmesi asla bir rastlantı değildi ve asla
felsefi bir ilerlemeyi göstermiyordu.
Marx, Büyük Fransız Devrimi'nin devrimci sloganlarının,
"eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin" gerçekleşmek için bir başka ortak
paydaya, Bentham'ın faydacılığına gerek duyduğunu yazmadan önce, burjuva sınıfı
dünyanın aklileşmesinin herkese, aynı anlama gelmek üzere insana mutluluk
getireceğine, aslında bu akli dünya içinde sadece bir soyutlama olarak, bir
insan soyutlaması olarak duran proletaryayı da inandırmıştı. Halbuki
proletaryayı insan kılığında bu topluma dâhil etmek için onun bir insan haline
gelişini mümkün kılacak maddi ve entelektüel araçlardan arındırmak gerekiyordu.
"İnsan" doğanın hâkimi olurken, proletarya, doğal zorunlulukların
kölesi olmuştu; bağlı ve bağımlıydı. O insan derken, "ben" demek
istiyordu ve gerçekte de doğanın zorunluluklarından azade olmuş olan oydu.
Demek ki felsefenin insanı, tıpkı teolojinin tanrısı gibi
karşılıksızdır. Tanrı'nın egemenliği nasıl kilise babalarının egemenliğini
içinde saklıyorsa, insanın egemenliği de sermaye sınıfının egemenliğini içinde
saklar. Bazı kullar, öteki kulların ve bazı insanlar da öteki insanların
üzerinden konuşur. Tanrı hep kilise babalarını gözetir ve doğaya egemen olan
hep sermayedarlardır.
FELSEFENİN İNSANI, İNSANIN FELSEFESİ
Collingwood, felsefenin bu maddi ve bayağı hokus pokusu nasıl
yaptığını şöyle anlatıyor: "Tıpkı Eski Çağ tarihçilerinin Romalı
karakterini -örneğin, hiçbir zaman meydana gelmemiş, hep var olmuş ve hep aynı
kalmış bir şey olarak tasarımlamaları gibi- bütün gerçek tarihin insanlık
tarihi olduğunu kabul eden XVIII. yüzyılın tarihçileri de insan doğasını
dünyanın yaratılışından beri tam olarak kendilerinde olduğu gibi var olmuş
sayıyorlardı. İnsan doğası tözsel bir biçimde, durağan ve kalıcı bir şey diye,
tarihsel değişmelerin ve bütün insan etkinliklerinin akışının altında yatan
değişmez bir öz diye tasarımlanıyordu. Tarih hiçbir zaman kendini yinelemiyordu
ve insan doğası sonsuza dek değişmeden kalıyordu. Bu sayıltı, gördüğümüz gibi
Montesquieu'da bulunur, ama aynı zamanda -daha önceki dönemlerden söz etmezsek-
XVIII. yüzyılın bütün felsefi yapıtının temelinde yatar. Descartes'in doğuştan
tasarımları, insan zihni için her yerde ve her zaman doğal olan düşünme
biçimleridir. Locke'daki insan anlığı; çocuklarda, geri zekâlılarda ve
yabanlarda az gelişmiş olsa da her yerde aynı olduğu varsayılan bir şeydir.
Görü olarak uzay ve zamanın, anlık olarak Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük
tasarımlarının kaynağı olan Kant'ın aklı salt bir insan aklıdır, ama Kant onun
var olan ya da var olmuş olan tek insan aklı türü olduğunu tartışmasız
varsayar."[175] Felsefe, bu kavram aracılığıyla bugünün insanını, dünün bütün
insanlarının mantıki sonucu haline getiriyor, onu tarihten soyutluyor ve kendi
çağının Batı Avrupalısı olarak yeniden var ediyordu.
Yani Kant'ın insanı, gerçekte bir Avrupalı, hatta bir Almandı.
Tıpkı Hume'un çözümlediği "insan doğası"nın XVIII. yüzyıldaki bir
Batı Avrupalının doğası olması gibi. Bunun bir yanılsama olup olmaması önemli
değildir. Aydınlanma'nın tasarladığı soyut ussal insanın hiçbir gerçek yanı
olmadığına inanan Hegel de kendi insan tasarımının üzerinden konuşuyordu.
Evet, "O, 'gerçek tarihsel insanlar' diyeceğine 'insan' der.
'İnsan' dediği, gerçekte 'Alman'dır."[176] Devam edelim: "Feuerbach dinsel özü, insan özünde çözümlüyor.
Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir.
Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür."(6.Tez.) Demek ki
felsefenin "Nasıl bilebiliyorum?" sorusu yanlıştır, doğrusu
"Nasıl bilebiliyoruz?" dur. Çünkü bilgi, onu var eden toplumsal
ilişkilerden soyutlanamaz. "İşte bu nedenledir ki Feuerbach, 'dinsel
düşünüş'ün kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve incelediği soyut bireyin
belirli bir toplum biçimine ait olduğunu görmüyor."(7.Tez.) Demek ki
toplumsal ilişkilerinden soyutlanmış bir birey olamayacağı gibi,
tarihselliğinden soyutlatmış bir birey de olamaz.
Bunlar Feuerbach Üzerine Tezler'dendir ve
tezler de felsefi imkânsızlığa dikkat çekmektedir. Tezler, gerçekte bütün
"burjuva filozofları"na çıkarılmış bir faturadır; fakat her nasılsa
felsefeyle ancak dolaylı bir ilişkisi olan 11.Tez diğerlerinin önüne geçmiş,
meselenin "dünyayı değiştirecek filozoflarda" olduğu sanılmıştır.
Oysa şöyle okunmalıdır: Filozoflar sadece yorumlamışlardır, oysa mesele onu
değiştirmektedir. Ne yazık ki yorumlar ile değiştirmek eylemi arasında kurulmuş
bir ilişki görünmemektedir. Sorunun nerede kurulduğu açıktır, Marx kendini
ayırmaktadır.
Dönelim yine "insan"a: "Soyut birey, insan, insanın
özü, bütün çağların bir soyutlaması ve özü olarak insan: Burada, Feuerbach'ın
yerine herhangi bir filozofu koymak, tezlerden hiçbirinin sonucunu
değiştirmeyecektir. Soyut birey, soyut insan: İşte felsefenin gerçek anahtarı
budur. İnsan, felsefenin hem devrimci hem de tutucu yanıdır.
Orta Çağ'ın sonuna doğru belirmeye başlayan yeni düşünce, giderek
belirginleşen bir şekilde insanı merkeze alır. Bu, dinin sınırları içine gerçek
bir saldırıdır, ama çatışmadan yeni dengeler doğar; yeni sınırlar belirlenir.
Teoloji kendi doğrusunun dışında ve yanında bir 'akıl doğrusu'nun (insan)
varlığını kabul etmek zorunda kalır. Felsefe de 'iman doğrusu'nu (tanrı)
teolojinin egemenlik alanına bırakır ve meşruiyetini kabul eder. Yeni Çağ'ın
sonlarına doğru ise felsefenin insanı artık misyonunu tamamlamıştır; Alman
idealizmi, insana türdeş kılınmış tanrıyı (dünya tini-akıl) geri çağırır ve
yeniden kutsar."[177] Demek ki soyut insan kavramı, dinin egemenlik alanına saldırırken
yararlı bir iş görür, ama bir kez mevzileri ele geçirdikten sonra tutuculaşır;
devrimci karakterini yitirir ve bir boş laf haline dönüşür.
FİLOZOF VE PİYASA
Filozofun bu soyut insanı -gerçekte filozofun imalatı da değildir-
o hiç umulmadık bir yerde, piyasa ve mübadele aracılığıyla ete kemiğe
büründürülmüştür. Ama ne filozoflar ne de iktisatçılar, burjuva felsefenin bu
derin soyutlamasının sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birinin yansıması
olduğunun farkına varamamıştır. Çünkü o, filozofun karşısına bir alıcı-satıcı
kimliğinde, bir para sahibi olarak, ne alacağına ve ne satacağına ancak kendi karar
veren özgür bir birey olarak ve nihayet para sahibi olarak, almaya ve satmaya
ehil bir homo ekonomikus olarak her bireyle eşitlenmiş, eşit olmuş bir biçimde
çıkar. Onların bir bölüğünün işçi olması, diğerlerinden farklı bir
"mal"ı satarak para sahibi haline gelmiş olması filozof için önemli
değildir. O, karşısında, her türlü işçi belirlemesini yitirmiş ve kendi insan
soyutlamasına tamı tamına uyan bir birey görür.
Piyasa ve mübadele, doğuştan gelen bütün ayrıcalıkları ortadan
kaldırarak kendini kurar; piyasada ne aristokratların ayrıcalığı vardır ne de
din adamlarının. Piyasa bir tek ayrıcalık tanır: Paranın ayrıcalığı. Para, eski
toplumu yerle bir ederek kendi yolunu açar ve ilerler. Daha önce hiçbir şekilde
alış-veriş konusu yapılmamış şeyler derhal kutsiyetini yitirir ve piyasaya
düşer. "İnsan"ın, "emek"ini satmaya razı olması piyasanın
en şanlı zaferidir. Sistem öyle işlemektedir ki insanın en uç soyutlaması olan
emek -yani insanın "yapabilme yeteneği"- bir mal haline gelir;
piyasaya çıkar ve bir değişim nesnesi olur. Piyasada emek sahibi ile para
sahibi arasında yapılan "sözleşme", insanların bir bölümünün kendi
emek güçlerini devrettiğini, kendi yetenekleri üzerindeki denetimden
vazgeçtiğini gösterir. Emek(çi), üretim sürecine, kendi insani niteliklerinden
vazgeçmiş olarak girer; daha işin başında yeteneğini ücret karşılığında
sattığından, kendi yeteneklerinin gerçekleşmiş, ete kemiğe bürünmüş
ürünlerinden de vazgeçmiş olur. Kapitalist toplumda kölelik, piyasa tarafından
dönüştürülmüş ve özgür sözleşmenin nesnesi yapılmıştır.
Devam edelim; emek gücünü sermayedara kiralamış işçi, üretim
sürecinin dışına çıktığında, malını satmış ve karşılığını para olarak almış bir
dolaşım odağı olmuştur. Artık o da herkes gibi, bir para sahibi olarak
istediğini almakta ve istediğini satmakta özgürdür. Bir para sahibi olarak,
diğer para sahipleriyle eşitlenmiştir; özgür ve eşit olmuştur.
İşçi, ne kendisi alınıp satılan bir mal olan köle ne de toprağa
bağlı bir köylüdür. Onu bir işçi olarak belirleyen şey, ne kölelik yasaları ne
feodal bağlılıklardır. O çalışmaktadır; Çünkü emek gücünden başka satacak bir
şeyi bulunmamaktadır. İlke olarak çalışıp, biriktirip, kazanıp bir işçi
olmaktan çıkması mümkündür. Çünkü artık sınıfsal ayrıcalıklar doğuştan
gelmemektedir, geçişleri imkânsız kılan katı yasalar yoktur. Evet, burjuva bir
sınıf olarak ayrıcalıklıdır, ama onun ayrıcalığı tek bir şeyden, paradan
kaynaklanmaktadır. Para ise, elini kolunu sallayarak piyasada, dolaşım alanında
dolaşmakta, kimin cebine gireceği konusunda hiçbir işaret taşımamaktadır.
Böylece piyasa sınıfları, kastları, tabakaları ortadan kaldırmış;
insanı bütün özelliklerinden soyutlamış ve onu felsefe için sorunsuz iş görecek
bir soyut insan haline getirmiştir. Felsefe insan derken, gerçekte onun
kastettiği piyasadaki, dolaşım alanındaki, alıcı-satıcı kostümünü giymiş
insandır. Her türlü toplumsal bağımlılık biçimlerinden azade olan bu insan,
yalnızca kendi çıkarları peşinde olan bu homo ekonomikus, bir irade sahibi, bir
özne, herkes gibi bir akla sahip tarih üstü bir yaratık olarak ortaya çıkar.
Ancak bu şartlar altında, filozofun "Nasıl bilebiliyorum?" sorusu,
herkes için sorulmuş bir soru haline gelebilir. Yalnız bu şart altında filozof,
bağımsız bir "düşünür" olur.
Bugüne kadar hiçbir filozof ve hiçbir felsefe, insanın bu toplumsal
bağımlılıklarından söz etmemiştir. Çünkü bu filozoflar, kavrayamadıkları o iş
bölümü içinde "düşünmekte"dir. Düşünmeyi bir iş haline getirenin,
aynı düşünme yeteneğine sahip başkalarını kazmalarla çalışmak zorunda bırakan
işbölümü olduğunun farkında değildir. Kendi bağımlılıklarının farkında olmayan
bu felsefenin, bağımsızlık bildirisi kaleme almaya kalkışması gülünçtür. Bu
felsefenin ve bu filozofun özgürlüğü kavrama şansı yoktur.
Burada, felsefenin o büyük günahını işlediğimin farkındayım,
iktisadı yardıma çağırıyorum; çünkü insanı ve özgürlüğü tartışacak bir
"felsefemiz" yoktur. Daha kötüsü, bunlara varmak üzere piyasaya
başvurmamızdır ki -birileri felsefeyi piyasaya düşürmüş olduğumuz için bizi
kınayacaktır- bugüne kadar başvurulmamış olması onun da tıpkı diğerleri gibi
bir piyasa malı olmadığını göstermez. Piyasa, kendinden önceki bütün tabuları
yakmış ve dokunulmaz tabu olarak sadece parayı tanımıştır. Dolayısıyla,
filozofların da paraya dokunması esastır. Paranın ise, işe yarar bir malı
olmayanın dokunmasına izin verdiğine şahit olunmamıştır. Felsefe, parayı
cezbedecek nasıl bir işe yarıyor?
Marx'ın işe yarar bir malı yoktu, şimdilerde denildiği gibi hayatı
boyunca bir dilenci olmuştur. Hangi Alman idealisti ve hangi Avrupalı filozof
dilenmiştir ki? Kant, Hegel, onlar kadar derin olmayan bütün diğerleri Marx'ta
olmayan hangi değerli malı yaratmışlardı ki dilenci olmadılar? Hangi utanç
verici iş bölümüdür bu?
FİLOZOFLAR VE UZAYLILAR
Filozoflar, tanrısal bir göze sahip olan uzaylılar değildir. Ve
toplum, normal insanlar kadar, onlar için de kırıcı bir mercek işlevi görür.
İdeoloji hep vardır ve kaçıp kurtulmamız mümkün değildir. Ve göz dediğiniz
ideolojidir.
İktisada başvurmamız ve piyasanın karanlık dehlizlerinde insan
aramamız demek ki ideolojiktir. Bakmamız gereken yere bakıyoruz ve oradan
felsefe için yeni kavramlar devşirmeye çalışıyoruz. İnsanı anlamak üzere şöyle
başlayabiliriz: "Burjuva 'eşitlik' toplumunun temeli de bir sınıfın
öbüründen artık-değer emme mücadelesidir. Ama bu sınıf mücadelesinin aktörleri
olan insanlar içinde yaşadıkları, eylemde bulundukları, katıldıkları mücadeleyi
bir mücadele olarak kavrayamazlar. Mücadele, hep bu mücadeleyi saklayan bir
kurumsal yapının gerisinde cereyan eder. İnsanlar, toplumda giriştikleri
bilinçli ilişkilerde hep bu kurumsal yapı çerçevesinde eylemde bulunurlar. Bu
kurumsal yapının kendi kendini kavrayış şekli olan ideoloji ile düşünürler.
Mücadeleyi hep ideoloji gözlükleri ardından görürler. Oysa işlevi sınıf
mücadelesini gizlemek olan kurumsal yapı ve bu yapıyı ifade eden ideoloji,
tanımı gereği mücadelenin varlığını inkâr etmek zorundadır."[178] Demek ki
felsefe ve onu var eden filozoflar, açığa çıkardığı için değil, sakladığı için
işe yarardır. Felsefenin görmediği kurumsal yapılar var ve saklamak, demek ki
hiçbir şey yapılmasa bile "işe yarar" bir maldır.
Nedir bu kurumsal yapılar? İdeolojiyle bakıyoruz. "Örneğin
eşitlik kavramı kendiliğinden var olan sınıfsal çelişkiyi gizlemektedir; çünkü
sınıfları değil, 'insanı' önvarsaymaktadır. Oysa 'insan'ın en temel ilişkisi
-bir parçası olduğu doğayla ilişkisi- insani olarak değil, sınıfsal olarak
kurulmuştur. 'Eşitlik ve özgürlük' bu sınıfsal ilişkiyi gizlemekte ya da yok
saymaktadır. Böylece bir burjuva 'Benim özgürlüğün ve eşitliğim' demese de bu,
sahip olma ilişkisini değiştirmez. 'Eşitlik ve özgürlük' yalnızca onun için
geçerlidir. Aynı ilkelerden bir proleter de söz eder ve inanır. Bu inanmışlığı
da onun yoksunluğunu ortadan kaldırmaz. İlkelerin genel kabulünü sağlayan ise
bu ilkelerin her sınıf için -proletarya için- taşıdığı somut değer değil, bu
ilkelerin önvarsayımıdır. Bu önvarsayım sayesinde proleter kendisini proleter
olarak değil, insan olarak görür ve öyle düşünür. Öyle düşündüğü için burjuva sınıfının
değerleri proletaryanın gözünde meşrulaşır. Proleter, kendini insan olarak
tanımladığı ölçüde proleter olarak tanımlamaktan uzaklaşır. Bu süreç bütün
diğer kurumlar için de geçerlidir. Parlamento, sendikalar, milliyetçilik,
siyasi partiler hepsi bu işleyişe uygun olarak çalışır. Demek ki 'üstyapı'daki
bu ilişkinin üretim tarzına, üretim ilişkilerine uygun olduğunu söylemekte
hiçbir sakınca yoktur. 'Eşitlik ve özgürlük'ün fabrika ve üretim yerine, pazara
ve mübadeleye dayanması -yani dolaşım alanında mümkün olması- bunu
doğrulamaktadır. Burjuvazi, fabrika ve üretimdeki egemenliğini mübadele ve
pazar aracılığıyla kurar. Proleterin üretim alanındaki köleliği pazar ve
mübadele aracılığıyla gerçekleşir. Yani 'özgür emekçi' pazarda emek gücünü
hangi sermayedara satacağı konusunda son derece özgürdür; ama bir kez satış
işlemi gerçekleştikten sonra, üretim alanında hiçbir özgürlüğü yoktur.
Fabrikanın kapısı proleter için özgürlüğün bittiği ve köleliğin başladığı
yerdir."[179] Demek ki pazara, mübadeleye ve paraya geliyoruz.
Demek ki birinin özgürlüğünün ve diğerinin köleliğinin oluş nedeni
birdir. Öyleyse, onların ne oldukları, üretimlerine, ne ürettiklerine bağlıdır.
Onların, karşımıza köleler, köylüler, toprak ve köle sahipleri olarak çıkmaması
-tam tersine bütün bu bağlılıklardan özgürleşmiş genel soyut insan olarak
çıkması- piyasa toplumunun aktörleri olmalarındandır.
Onların ne oldukları bir kez bu biçimde belirlendikten sonra,
üretim içindeki kimlikleri belirlendikten sonra; toplumsal, siyasal, kültürel
vb. ilişkilere bu kimliklerden arınarak giremezler. İşçinin bütün bunlar
karşısındaki konumu, sermayedarın konumundan bütünüyle farklıdır. Fark,
onların; yalnızca piyasanın, mübadelenin insanı olarak ilişkiye geçiyor
görünmesi nedeniyle ortadan kalkar. İnsanların içinde düşündüğü-düşünebildiği
kurumsal yapılar bu gerçekliği başkalaştırır, ters yüz eder, sınıfsal özünü
saklar. Üretim biçimi ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal ilişkiler bu
kurumsal yapılar tarafından meşrulaştırılır, doğallaştırılır. Toplumsal,
siyasal, kültürel vb. ilişkiler, insanların üretiş biçimlerinden bağımsızdır
artık. Ahlak, din, fikirler, tasarımlar, felsefeler, her şey toplumun üzerinde
zamandan ve mekândan bağımsız olarak asılı durmaktadır. İnsanlar, şundan veya
bundan etkilenebilir, şöyle veya böyle düşünebilir. Üstyapı bağımsızdır,
yalnızca kendi bildiğini okur. Gerçekliğe karşı bu direniş, bütün sınıflı
toplumların değişmez karakteridir.
Oysa Marx, böyle bir bağımsızlığın asla mümkün olmadığını anlamıştır.
Spekülatif ve bağımsız felsefe en bağımsız göründüğü anda bile bu bağımlılıktan
kaçıp kurtulamamıştır. Aristo'nun düşüncesi şu maddi ilişkilere uygundur,
Kant'ınki ise bir başkasıyla; Hegel'inki de öyledir, Espinoza'nınki de. Onların
bu bağımlılıklarını bilmemesi, görmemesi, sonucu değiştirmemiştir.
Felsefenin bağımsızlaşması ancak onun, bu gerçekliği, kendi
bağımlılıklarını görebilmesiyle mümkün olabilir. Marx'la devam edelim:
"Artık iş bölümüne bağımlı olmayan bireyleri filozoflar, düşünsel olarak
'insan' adı altında tasarımlamışlar ve geliştirmiş bulunduğumuz bütün bu süreci
'insan'ın gelişimi olarak anlamışlardır; o kadar ki geçmiş tarihin her
evresinde 'insan', mevcut olan bireylerin yerine konmuş ve tarihin itici gücü
olarak gösterilmiştir. Bunun için, bütün süreç 'insan'ın kendi kendine
yabancılaşması süreci olarak anlaşılmıştır ve bu da esas olarak; daha sonraki
dönemin sıradan bireyinin, daha önceki dönemin sıradan bireyinin yerine konmuş
olması, daha sonraki bilincin daha önceki bireylere yüklenmiş olması olgusundan
ileri gelmektedir. Bir çırpıda gerçek koşullardan soyutlanan bu altüst oluş
sayesinde; o, bilincin gelişmesinin bir süreci olarak tüm tarihi dönüştürmenin
olanağını sağladı."[180] Yani, filozofun bu gündüz düşünü, onun basit bir kişisel yanılgısı
olarak anlayamayız; insan, filozofun dayandığı sınıfın bakış açısıdır.
ÖZGÜRLÜK EMEKÇİYE DOKUNUR MU?
Demek ki hak, hukuk, özgürlük, eşitlik; bütün bunlar aylak
filozofun keşfettiği ihtiyaçlar değildir. Demek ki "insan hakları"nın
devlet tarafından tanınması, insanı özgürleştirmeye yetmiyor. Demek ki bizim
özgürlüğümüz, ancak onların özgürlüğünün sınırlandırıldığı yerde ortaya
çıkabiliyor. Demek ki "insan"ın emek gücünün alınıp satılabilen bir
mal olduğu yerde özgürlük, insanın özgürlüğü değildir.
Felsefenin bizi getirip bırakabileceği sınırdayız artık: İlerlemek
için felsefeden daha fazlasına ihtiyaç duyulduğu yerde. Bir hayata sahibiz ve
onun bir anlamı olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu anlam hakkında sorular
soruyoruz ve yanıtlar arıyoruz. Sorularımız ortaktır; ancak yanıtlarımızın
farklı olması da kaçınılmazdır. Ne hepimizi kucaklayan bir "tin"
vardır ne hepimizin aynı biçimde gerçekleştirdiği bir düşünce. Mısırlıların
yanıtları, Modern Avrupalınınkiyle asla kesişmez; Çinlilerinki
Yunanlılarınkiyle taban tabana zıttır. Bunlar, insani yaşamın kıyısında, bu
yaşamın yansımaları olarak ortaya çıkan fenomenlerdir. Çünkü Hegel'in evrensel
aklı, o akıl için Çingeneler, Yahudiler, Komünistler Nazilerce katledilirken
intihar etmiştir.
Ancak bir tek işçi sınıfı, düşünceyi evrenselleştirme yeteneğine
sahiptir. Felsefenin kaderi, hiçbir zaman olmadığı kadar onunkine bağlıdır.
İnsanı, insan haline getirmeyi gereksiniyoruz, "doğanın insanlaşması"
için arayıştayız. Evet, felsefeye yüklü borçlarımız var. Ama bu borçlardan
kurtulmadan, felsefeyle ilişkimizi normalleştirmemiz de mümkün olmayacaktır.
Felsefe, kendi gerçeğini, tam bir gerçek haline gelmesi için
tarihin kapısına bırakmıştır ve tarih, sınıflı toplumların ilerlemesinin proletaryaya
bir mutluluk getirmeyeceğinin bilinciyle bu gerçeği devralmıştır. Evet, bu
anlamda -ama yalnızca bu anlamda- tarih, felsefenin gerçeğine borçludur. Tarih,
soyut insan inanışının yerine gerçek insanları ve onların tarihsel
gelişmelerini koyar: "Varlıklı sınıf ile proleter sınıf, aynı insancıl
yabancılaşmayı temsil eder. Ama birincisi, kendisini bu yabancılaşma içinde
kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmada bir doğrulama bulur, bu
yabancılaşmasında kendi özerkliğini görür ve onda insancıl bir varoluş görünüşüne
kavuşur. İkincisi; kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu
yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insandışı bir varoluş gerçekliğini
görür."[181] Artık, bu iki sınıfı 'insan' ana başlığı altında toplamak mümkün
değildir.
Felsefenin en soyut kavramlarından biri olan yabancılaşmanın bile
bundan böyle ortak bir anlamı yoktur; böylece, yabancılaşma üzerine konuşmak
felsefi laf cambazlığı olmaktan çıkar, yaşayan gerçek insanların pratiği
üzerine nesnel bir bilgi haline gelir. Bundan böyle yabancılaşmadan, mülkiyetin
modern biçimlerinden, şeyleşmeden söz eden; üretim biçiminden, piyasadan,
dolaşımdan, fabrikadan, emek gücünden, sermayeden söz etmek zorundadır ve
bunlar bizi "nesnesi kavramlar olan" felsefenin alanından, siyasal
iktisadın, sosyolojinin ve en nihayet tarihin alanına davet eder. Bu davete
uyup uymamak artık sınıfsal bir tercihtir. Öyle olduğu için yeniden felsefe
olmaya çalışan her felsefe yüzünü geçmişe döner, teolojiden yardım dilenir.
Feurbach'ın, Kierkegaard'ın ya da Husserl'in trajedisi budur; tamamlanmak
isteyen her felsefe, maddecilik, varoluşçuluk, fenomenoloji, hatta Gramsci'nin
"tam felsefesi"nin, eski mistik kabuğun güvenli ortamına dönmesi
kaçınılmazdır.
Bilginin ve bilincin tarihselliğidir bu; büyüden çıkıp dine,
felsefeye evrilen bilinç bilimle buluşacaktır. "Ancak bu süreç henüz yolun
başındadır ve felsefenin dinden kopuşunun sancılı ve yaratıcı bir mücadeleyi
gerektirmesi gibi, bilimin felsefeden kopuşu da acımasız bir savaşın sonucunda
olacaktır. Tarihin, rasyonelleşmiş mitoloji olmaktan çıkıp bilim haline
gelişinin ipuçları felsefeyle mücadelesinde aranmalıdır. Ve en nihayetinde
sınıfsal bir iştir bu; proletarya kendini ortadan kaldırmadan tarihin kendini
tamamlaması mümkün değildir. Tarihin kurtuluşu, zihinsel değil; tarihsel bir
iştir."[182]
Kant, doğanın kavranılışında bir öznellik ararken doğru bir yöntem
izliyordu, ama onun öznesinin toplumsal karşılığı yoktu. Kant'ın öznesi; doğa
karşısında, bütün maddi ilişkilerinden soyutlanarak konumlandırılmış insandı.
Son adımı atmak tarihe kaldı: Evet özne sınıftır. Tarihsel bilginin öznesi
kavga eden, ezilen sınıfın kendisidir.
Bu devrimci sınıf, felsefenin de kaderini değiştirdiğinde, kendini
ortadan kaldırıp insani bir doğa ve doğal bir insan için kapıyı aralayacaktır.
Althusser'in kehanetlerinden biridir: "Felsefe bölücüdür.
Bilim birleştirir ve bölmeksizin birleştirirse, felsefe böler ve bölmeden
birleştiremez." Şöyle devam eder bu; işte, şimdi Lenin'in gülümsemesi
anlam kazanıyor: Felsefi bildiri yoktur, felsefi tartışma yoktur. Şundan;
eninde sonunda felsefenin nesnesi kavramlardır, onu bölücü yapan da
önermelerini kararsız kılan da budur. Bir felsefi önermeyi onaylarsınız ya da
onaylamazsınız, ama onu ne doğrulayabilir ne yanlışlayabilirsiniz... Eğer
felsefenin içinde kalmak niyetindeyseniz. Birleşmek isteyen, bilimin sınırları
belli ve kesin alanında kalmalıdır. Biz şimdi, bir "insan hakları
felsefesi" geliştirmenin ötesindeyiz. Varsa, bilimsel verilere bakmanın
daha yararlı olacağı bellidir ve bu yazı, bölmeksizin birleştirebilecek bir
payda peşindedir.
"İnsan hakları" söylemi etrafındaki patırtının Türkiye'de
hâlâ ilgi çektiği açıktır, başka yerlerde de böyleydi. Ancak, örneğin Avrupa'da,
bunun anlamlı olmadığı bir dönem yaşandı, sefalet koşullarının ortadan
kalkmasıyla devrim ajitasyonu yapmaya uygun koşullar ortadan kalktı,
kapitalizmin hümanist açıdan eleştirisi önem kazandı. Meta fetişizmi,
yabancılaşma, şeyleşme, Batılı aydınını daha bir heyecanlandırır oldu. Marx'ı
böldüler, genç Marx'ı, olgun olanının önüne çıkardılar.
Hümanizme, insana bu vurgu; her durumda kesin bir biçimde sınıfın
geri plana itilmesine, unutulmasına yol açtı. Bu sınıftan kaçış ve insana
sığınış, insan hakları üzerine herhangi bir tartışmanın yapılabileceği tek alan
olan Marksizmi sakatladı, anlaşılma ve tartışılma olanağını ortadan kaldırdı.
Oysa Marksizm insandan değil, sınıftan yola çıkar; insan, toplumsal
bir çözümleme aracı olarak Marksizmin bir aracı değildir. Özgürlük ve
eşitlikten söz ettiğimizde, hangi sınıfa ait bir kavram olduğunu açıklama
zorunluluğumuz vardır ve sınıfı atlayarak "insan özgürlüğü" üzerinden
konuşmak bizi doğrudan ideolojik bir tutum almaya götürür.
Dolayısıyla, bu düzeltmeye çok açıkmış gibi görünen
"Hümanizm" kavramıyla başlama gereğimiz var. Bu düzeltmenin ilki
Marksizmin bir hümanizm olmadığı noktasındadır; evet bir "Marsist
hümanizma" yoktur. Daha ilerisi Althusser'in o güzel formülasyonuyla
"Marksizm teorik bir anti-hümanizmdir."
Bu düzeltme bizi "teorik bir sorun"un kapısına getirip
bırakır. Söz konusu olan "insana karşı olmak" değildir; çünkü o bir
ideoloji olarak insancılığa karşıdır. Çünkü "genel olarak insan"
tanımı ve tanımdan kaynaklanan hümanizm, belli bir sınıfın bakışını ve
yanılsamasını ifade etmekle sakattır.
Şundan; hümanizmin kaynağı, burjuva toplumla birlikte ortaya çıkan
"doğuştan gelen haklar" düşüncesidir. Buna göre, toplumsal
konumlarından soyutlanmış olarak ele alınan insana, doğarak elde ettiği
birtakım haklar ithaf edilir. Yalnızca doğmuş olmakla elde edilen bu haklar da
burjuva özgürlük anlayışının temellerini oluşturur. Yani, burjuva özgürlük
anlayışının ayırıcı özelliği sınıfa değil, genel olarak insana dayanıyor
görünmesidir. Hakkı "insan hakkı" olarak ifade ettiğimizde onu
sınıfsallığından, bu tek yanlılığından kurtarmış değiliz. Ama öte yandan, bu
anlayışın bir kandırmaca olduğu iddiasında da değiliz; bir sorun var ve elbette
teorik bir sorundur bu.
Yani genel kanın tersine insan kavramı üzerine temellendirilen bu
özgürlük ve eşitlik tanımının "sahte" olduğu söylenemez, onu
tartışmak için bu özgürlüğün gerçek olup olmadığından değil, varsayımlarından
yola çıkmak gerekir. Oysa bu varsayımlar burjuva bakış açısının dışındadır, ona
örtük olarak içerilmişlerdir ve tartışılmayı talep etmezler. Bunları felsefi
olarak tartışmak da mümkün değildir.
Marx'ın "Bir yanlış bilinçlilik olarak ideoloji" önermesi
de burjuva bakış açısının bu konumlanışından kaynaklanır. Bu bakış açısı,
düşünür tarafından bilinçli olarak yürütülen bir süreçtir; ama kendisini
harekete geçiren itici güçler, kendisince bilinmez bir şey olarak kalır.
"İnsanın hakkı olmalıdır." diye düşünür, sonra onu temellendirmek
için çabalar. İnsanın bir karşılığının olmadığının farkına varmaz, onun içini
doldurmak için çabalamaz; insan, filozofun bir kurgusudur aslında. İnsan
kavramının içeriğini tarihin kendisinde araştırıp göstermez, kendi kendisinin
ya da kendinden öncekilerin felsefi ideolojisinden ödünç alır. Sırf düşünme
yoluyla üretilmiş bir şey olarak -örneğin "insan" kavramını hiç
bakmadan kabul edip- onunla iş görür. Düşünceden bağımsız, nesnel, elle
tutulabilir bir kaynağı yoktur; ama en nihayetinde elinde "düşünmeye
dayalı" bir malzeme vardır. Böylece "insan", saf bir düşünce
malzemesi olarak, felsefenin alanında sorunsuzca iş görür; üstünde başka
malzemelerin imal edinmesine izin verir, onu destekler.
Locke da, Hobbes da, Rousseau da düşünürken tamı tamına bu yolu
izler. Gerçekte, bütün bunların altında "pratik bir zorunluluk"
yatar; ait oldukları sınıfın, kendi çıkarını bütün sınıfların çıkarı olarak
gösterme zorunluluğu. Dolayısıyla, "insan" kavramının, bütün diğer
sınıfları burjuva sınıf yararına kapsamak gibi pratik bir yararı vardır ve bu
çıkar nedeniyle onun, ne "insan"la ne "insancılık"la ne de
özgürlüğü ve eşitliği mümkün kılan "haklar"la bir çelişkisi vardır.
Hukuka bakalım; "insan" bu sınıfın hukukuna
"kişilik" olarak girer. Her insan bir kişiliktir ve bir kişilik
olarak vazgeçilmez, devredilmez haklara sahiptir. Tıpkı, insan kavramının ayrım
yapmaması gibi, kişilik de her tür ayrımdan yalıtılmış görünür. Bu hukuk, ilke
olarak kişinin zengin veya yoksul, proleter veya burjuva oluşu ile ilgili
değildir. Bu hukuki tanım, kendi başına ele alındığında pratikten bağımsız,
birleştirici ve eşitleyicidir.
Oysa kişiliğin asıl itici gücü hukukun çerçevesi dışındadır; onu
bir kavram olarak mümkün kılan piyasadır, dolaşım alanıdır, bütünün toplamı
olan piyasa toplumudur. İnsanı, somut konumundan soyutlayarak bir kişi haline
getirmek için, düşünmenin işini görmesinden önce piyasının işini görmesi
gerekir. Burjuva kendi ayrıcalığını, doğuştan gelen ayrıcalıkları ortadan
kaldırıp, yerine paranın ayrıcalığını geçirerek kurar. Bunun ilk koşulu, bütün
insanları birer alıcı ve satıcı kimliğine büründürmektir; piyasa, birer alıcı
ve satıcı ise insanın sosyal konumu ile ilgili değildir. "Her iki taraf da
bir 'kişi'dir. Aralarındaki biçimsel (resmî) ilişki, eşit ve özgür
mübadelecilerin ilişkisidir. Bu biçimin bir yanılsama ve aldatıcı bir yanılsama
olduğu hususu; hukuki ilişki açısından bakıldığında, tümüyle dışsal bir
konudur." Yani, piyasa ve dolaşım alanı, bu düzenin gerçek özgürlükler
âlemidir; insanı ve kişiyi mümkün kılan da budur.
Bu düzen eşitlikçidir; çünkü doğuştan gelen ayrıcalıkları ortadan
kaldırarak kendini ayrıcalıklı kılar. Özgürlükçüdür; çünkü ancak özgür insanlar
birbiriyle mübadele ilişkisine girer. Toprağa bağlı köylü ile modern proleter
arasındaki fark da budur; işçi, sermaye karşısında bir tüketici ve bir ödeyici
olarak, bir para sahibi biçiminde, para biçiminde, basit bir dolaşım odağı
biçiminde çıkmalı, yani özgür olmalıdır. Emeğine zorbalıkla el koyulmamalıdır,
kendi emek gücünü kiralayıp kiralamamaya tamamen kendi özgür iradesiyle karar
vermelidir. Öte yandan işçi burada, sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri
olarak işçi belirlemesini yitirir; bir alıcı veya satıcı kimliğiyle, piyasadaki
herkesle eşit olur. Dolaşım alanının "sonsuz" olanakları olmadan
eşitlik ve özgürlük olmaz.
Bu mükemmel mekanizmanın bir tek sorunu vardır, bütün hikâye boyunca
üretim alanı; fabrika, sürecin dışında bırakılmıştır. Tartıştığımız bu alan,
piyasanın, dolaşımın alanıdır; zaten burjuva ideolojisi de dolaşım alanında
üretimi unutur. Demek ki burjuva karekterli özgürlüğü tartışabileceğimiz yer,
bunun bir kandırmaca olmasında değil, dolaşım alanıyla sınırlanmış
olmasındadır. Üretim alanına geçer geçmez bütün bu özgürlük görüntüsü sona erer
ve zorunlulukların egemen olduğu gerçek somut bir dünya, sınıflı bir dünya
başlar. Üretim alanında ne eşitlik ne de özgürlük vardır; çünkü emekçi, emek
gücünü daha işin başında sermayedara kiralayarak devreden çıkmıştır. Emek gücü,
insanın bu yeteneği kiralanarak insandan ayrıldığı, devredildiği için
"emek" biçimine bürünür. Oysa insandan ayrılmış bir "emek"
yoktur, emek insanın yaratıcı yeteneğidir, potansiyel gücüdür. Problem de tam
bu alana, üretim alanına aittir; yoksa dolaşım alanı, emek gücü alım-satımının
sürüp gittiği bir garip âlem, insanın doğuştan gelen haklarının tam bir
cennetidir. Burada egemen olan yalnızca özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve
çıkardır. Özgürlüktür; çünkü emek gücü dâhil, bütün malların alıcı ve
satıcıları yalnızca özgür iradeleri ile hareket eder. Tamamen özgür kişiler
olarak anlaşmaya varırlar ve bu, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir
şey değildir. Eşitliktir; çünkü taraflar bir meta sahibi olarak ilişki
içindedirler ve eş değeri eş değerle değiştirirler. Mülkiyettir; çünkü taraflar
kendi malları üzerinde tasarrufta bulunurlar ve çıkardır; her iki taraf da
yalnızca kendi çıkarını düşünür. Demek ki burada ilke olarak hiçbir sınıfın
ayrıcalığı yoktur, hukuk burada ayrıcalığın yerini almıştır.
Mevcut bireyleri insan olarak tasarlamak, demek ki sınıfsal bir
ilişkinin varlığına rağmen, özgür ve eşit bir toplumdan sözetmenin imkânını
yaratıyor, ezilen sınıfın yanılsamasını destekliyor, derinleştiriyor. İnsan ve
hakları bir kez oluştukları tarihsel dönemden soyutlandılar mı, onları tarihin
ve toplumun üstünde asılı duran gerçekler olarak, zeki insanların keşifleri
olarak algılamak kolaydır. Düşünmenin ürünü olan eşitlik ve özgürlük gerçekte
tartışılmazdır, bunun üstüne ne söylenirse söylensin belirleyici olan hepsinin
düşünmenin ürünü olmasında, tarihsel bir karşılığının bulunmamasındadır.
Burada "ideal bir model" kurabilir ve
söylebileceklerimizi bunun üzerine sıralayabiliriz. Öyleyse, hümanizm ve
ayrıcalığın yerini almış bir hukuka dayanan insan hakları, burjuva toplumun
yapısıyla çelişmez; tam tersine, bunları geliştirdiği oranda güç kazanır.
"Burjuva toplumun ürünü olan modern devlet; kendi başına, insan haklarını
ilan ederek kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey
yapmaz." İşte bu yüzden, modern devlet tarafından insan haklarının
tanınması, İlk Çağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından farklı değildir.
Çünkü "özgür insan" burjuva toplumun temelidir. Marx'ın dediği gibi,
insan hakları insanı dinden kurtarmaz, tam tersine ona din özgürlüğü sağlar;
onu mülkiyetten kurtarmaz, tam tersine ona mülkiyet özgürlüğü sağlar; onu
yaşamını kazanma zorunluluğundan kurtarmaz, tam tersine ona girişim özgürlüğü
sağlar. Öte yandan mülkiyet edinme özgürlüğü, mülkiyet edinememe özgürlüğünü
içerir ki mülkiyetten arındırılmış geniş kitleler için teorik olarak girişim
özgürlüğünün tanınmasının hiçbir zararı yoktur.
Din özgürlüğü de bu tablonun tamamlayıcı parçasıdır. Emek gücünden
başka satacak bir şeyi olmayanların hangi tanrıdan yardım isteyeceği ilke
olarak burjuva sınıfını ilgilendirmez. Çalışmanın yüceltilmesi yeterlidir;
tembellik hakkı ise öteki dünyaya ait bir değer olarak alttan alta varlığını
sürdürür. Bütün dinlerin bu dünyada çalışmayı kutsamasına karşılık, öteki
dünyada tembellik vadetmesi, bu tepetaklak âlemin en somut belirtisidir.
Oysa bizim, özgürlük derken üretim alanındaki özgürlükten söz
ettiğimiz açıktır. Bizim özgürlük talebimiz, onların özgürlüğünden kategorik
olarak farklıdır. Üretimde özgürlük; işte insan ancak bu koşul altında mümkün
olabilir. Marksist toplumsal kurtuluş projesi, sınıflara bölünerek varlığı
ortadan kaldırılan insana yeniden insanlaşma önerisidir. Çünkü uygarlık tarihi,
insanlığın sınıflara bölünmesi ile birlikte ve bu bölünme sonucu ezilen
sınıfların ruhsal ve fizik sefaletleri yerine, ezen sınıfların toplumsal
bilinçlerinin ve ön yargılarının ikamesi, onun bu bilinç ve ön yargılar altında
"yapaylaştırılması" ve giderek doğayla insanlığın serüveninin
ayrılmasının tarihidir. Sınıflı toplumların birer ürünü olan aile, din, ahlak,
devlet ve çeşitli ideolojik hegemonyalar ezilen sınıfın insandışılığını
pekiştirmiş, onu çok çeşitli açılardan sınırlandırmış, onun kendi özgürlüğünün
yerine din özgürlüğünü, vicdan özgürlüğünü, çalışma özgürlüğünü, emek-gücünü
satma özgürlüğünü vb koymuştur. Bütün bunlara karşı sınıfsız bir toplum isteği;
bireyin toplumla, toplumun bireyle barıştırılması, onu sınırlayan bütün
kurumların kaldırılması, bireysel eğilimlerin özgürce geliştirilmesi, cinsel
özgürleşme, emeğin yaşam ile aynılaştırılması, yani "insanın doğallaşması,
doğanın insanlaşması" talebidir.
Böyle bakıldığında sınıflı toplumlar tarihinin bütün ihtişamına
rağmen insan açısından pek az mesafe katettiği görülecektir; bu tarih, insanlık
tarihinin tarih öncesidir. Asıl başlangıça önsözdür. Tarih boyunca yaşanan
büyük altüst oluşlara rağmen onun temel eşitsizlikçi karakteri değişmemiştir.
Onun için, toplumsal bilincin çeşitliliğine ve değişimine rağmen, ancak
sınıfsız bir toplumun kurulmasıyla son bulacak birtakım ortak biçimlerin bilinç
halleri olarak kendini göstermesi doğaldır.
Ne hümanizm ne de insan hakları bu ortak biçimlerden uzaklaşamaz;
her ikisi de sınıflı bir toplumun ürünü olmasının sınırlayıcı damgasını
yemiştir. Filozofların bütün özgürlük ve eşitlik şamatasına rağmen; kölelik ve
eşitsizlikler varlığını sürdürür, filozofların inadına derinleşerek sürer. Bir
sınıf olarak proletarya, "insan"a dâhil değildir; proletarya insanı
sırtında taşır. Bu düzenin insan üzerinde yaptığı tahribat ve özgürlük
ihtiyacıdır, bize sınıfsız toplumun yolunu açan. Bu hukuk ve bu ideoloji,
insanın yabancılaşmasını ve iç sıkıntısını ortadan kaldırmaz; tam tersine ondan
beslenir. Ama işte, burjuva devlet artık eskimiş bir biçim olarak bu görüntüyü
taşıyamamaktadır. Egemen sınıfın içinde bulunduğu durum, bir ideoloji olarak
hümanizmi gereksiz ve olanaksız kıldığı gibi, hukukun yeniden ayrıcalığın hukuk
olmaya yönelmesi onun himayesi altında gerçekleşmektedir.
İşte bu yapı bize hukuku, eşitliği ve özgürlüğü önermektedir. Onu
bir komediye dönüştüren tarihin işini görmüş olmasına rağmen, bu talebin sahibi
görünmeyi becermektedir. Varsayımları tartışılmadan yapılmış her özgürlük
vurgusu ilerici değildir. Sosyalizme en sağ eleştirilerin bu kılıkta yapıldığı
unutulmamalıdır. Kavramlar masum, sınıfsal kirlenmeden azade değildir. Temizlik
gereklidir ve bunu yapmayanın aklı kirlenir. Evet, özgürlük ve eşitlik
istemekte haklıyız, evet modern devlet kendi hukukunu çiğnemektedir. Ama öte
yandan onun varlık sebebidir bu. "Modern ancien regime, sahici
kahramanları ölmüş bir dünya düzeninin komedyeninden başka bir şey değildir.
Tarih aslidir ve kendi, eskimiş bir biçimini mezara götürürken birçok
evrelerden geçer. Dünya tarihinde bir biçimin son evresi onun kendi
komedisidir." Devrimci Fransa'nın yerine Amerika Birleşik Devletleri,
Rousseau'nun yerine Fukuyama; komedi budur.
Evet, Marksizm teorik bir anti-hümanizmdir ve "aslında teorik
olan bu sorunun" açılımı şöyledir: "Sosyalist devrim, geleneksel
mülkiyet ilişkilerinden en köklü biçimde kopmadır; kendi gelişimi içinde
geleneksel düşüncelerden de en köklü biçimde kopma olacağına
şaşırmayalım."
VII. BÖLÜM
Yanıyorum
ateşimi körükle,
Boğuluyorum
beni derin denizlere at
REMBETİKA
1715'de Peloponez'in Osmanlı ordusu tarafından işgali ile tüm Elen
dünyası Osmanlı egemenliği altına girmişti. 1718'deki Pasarofça Antlaşması ile
başlayan bu dönem, 1821 yılına kadar sürdü. Rus propagandasının etkisiyle zaman
zaman baş gösteren ayaklanmalar ise etnik olmaktan çok dinsel bir kimlik
taşıyordu. Sorun hep oldu, ama bu ikinci dönemi Peleponez'de yaşayan Elenler
için bir yıkım sayamayacağımız açıktır.
Yıkım değildir; çünkü tarım da ticaret de güvenli bir ortamı
varsayıyordu. Sultan'ın toprakları her zaman, istikrarsız küçük devletçiklerden
daha iyiydi. Yunan Tarihçi Svoronos da bu dönemde Sultan'ın topraklarında
yapılan Batı'yla dış ticaretin Helenlerin eline geçtiğini belirtmektedir:
"Tek rakipleri, Selanikli Yahudilerdi. Ama bu rekabet fazla önemli
değildi. Helenler, Anadolu'daki Ermenilerle de iş birliği halindeydiler."[183] Fransa ve
İngiltere ise iş ortaklarıydı ve ticaret için Batı'ya açılan Elenler bu
ülkelerin pasaportları ile geri dönüp kapitülasyonlardan da yararlanmanın
yollarını bulmuştular. Helen ticaret filosunun temelleri de o yıllarda atıldı.
Fener'deki patrikhanenin etrafında konuşlanmış olan Fener
beylerinin devri başlıyordu. Fenerli beyler, hem Yunanistan'ı kontrol ediyorlar
hem de Osmanlı'nın dış ticaretini ellerinde bulundurmanın gücüyle hareket
ediyorlardı. Svoronos şöyle anlatıyor: "XVIII. yüzyılın en karakteristik
olayları, Türk egemenliği altındaki Helen toplumunun daha yüksek bir aşamaya
erişmesi ve politik alanda sağladığı olgunluk sonucunda başarılar elde
etmesidir. Fener Rumlarının Türk yönetimindeki yerleri günden güne sağlamlaştı.
Avrupa'nın sorunları üzerine olan bilgileriyle Babıali'de önemli mevkiler
almaya başladılar. Tuna ülkelerinde prenslik unvanları sağladılar, bu ülkelerin
yönetiminde söz sahibi oldular."[184] Helenlerin, ülkelerini tamamen kaybettiklerine inanıldığı bir
zamanda Osmanlı'yı bütünüyle kontrolleri altına almış olmaları yeni bir
değerlendirmedir. Sadece iç bölgeler değil, Tuna ülkeleri de kontrollerindeydi.
Rum kökenli birkaç aile müthiş bir servet ve müthiş bir siyasi güç
biriktirmişti. Hukuken olmasa bile fiilen bir devlet oldukları görülmektedir.
Svoronos, bu yeni aristokratlara Mavrokordatos ve İpsilantis ailelerini örnek
veriyor ve Fener'in de kontrolünün onlarda olduğunu ekliyor. Ortodoks kilisesi
emirlerindedir.
Güçleri ve nüfuzları var. Peki, "Barbar Türkler"in
Elenleri ezdiği fikrini besleyen nedir?
İsyan döneminde ezilenler "Türkler"dir. Bu, görülüyor.
Kırda hep yoksulluk vardı ve bu yoksulluktan Türk köylüler kadar, onlarla yan
yana yaşayan Rumlar da paylarını aldılar. Şehirler ise Rum burjuvazisinin
kontrolündeydi; "Türkler" için bir dönemin egemenleri hep onlar
oldular. Yalnız bir devlet değillerdi, ama devlet gücü ellerindeydi.
Bu durumda Fenerli beyleri devlet içinde devlet saymakta bir
sakınca bulunmamaktadır; dış ilişkilerinin oldukça güçlü olduğu bilinen bu iç
devletin içte iktidarla yetinmeyip emperyalist emeller de beslediğini
öğreniyoruz. Svoronos'a göre, arkasındaki bu güçle hareket eden Fener
Kilisesi'nin ulusçuluğu günden güne artmıştı. O denli ki Fener Patrikhanesi'nin
diğer Balkan halkları karşısındaki tutumu emperyalist bir tutuma dönüştü.[185] Paraları ve
iktidarları vardı; Geniş topraklar ellerindeydi. Fener Rumları sınırları
belirsiz bir Elen dünyasının liderleri olarak hem bir Elen rönesansı yaratmaya
giriştiler hem de yayıldıkları hemen her yerde kontrolü ele geçirdiler.
Yunanistan yoktu, ama bir Yunanistan Osmanlı'nın içinde çoktan doğmuştu.
Öyleyse yeni bir soruyu ortaya atmak yerindedir: Helen devleti ne
zaman kuruldu? Sanıldığı gibi 1800'lü yılların ilk çeyreğinde mi? Öyleyse
Svoronos'un, "1795 ve 1796'da Helen bayrağı, Marsilya limanında görülen
ikinci ya da üçüncü bayrak durumundaydı."[186] tespitini nasıl algılayacağız?
1821'de Mora ayaklanması işte bu şartlarda başlamıştı. Görüntü,
mazlum bir halkın, "barbar efendiler"e başkaldırmasından çok, hem
Avrupa hem de Rusya tarafından kışkırtılmış feodallerin siyasal iktidarı yasal
olarak da talep etmesi şeklindeydi. Ancak, iktidarı örselenmiş olsa da Osmanlı
hâlâ bir imparatorluktu; baş gösteren ayaklanmaları bastırmayı becerdiğini biliyoruz.
Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa 1825 ile 1827 yılları arasında
başkaldırmış Yunanistan'a tekrar girdi ve çok kısa bir zamanda darmadağın etti.
İsyan bitmişti.
Moralıların artık, yeniden başlamak için ayaklanma cesaretinden
daha fazlasına ihtiyaçları vardı. Daha fazlası ise Batı'dan geldi. Bu
tarihlerde Avrupa bir kıta olarak kendi sınırlarını yeniden belirleme
telaşındaydı; henüz bir kıta değildi ve kıta olmak için yeni duvarlar örmeye
ihtiyacı vardı. Yunanistan'ı duvar yapmaya karar verdiler; Mora'da bağımsız bir
Yunanistan icat etmek üzere birleşik Avrupa donanmasının 1827'de Osmanlı-Mısır
donanmasını yakması gerekecekti.
Bir bağımsızlık mücadelesi böyle sonuçlandıysa Yunanistan meselesi
bir Osmanlı iç meselesidir denilebilir mi? Böyle algılandığını biliyoruz.
Ancak, bu durumda Navarin açıklamasız kalmaktadır. Navarin'i açıklamak için ise
Mora Hristiyanlarının başkaldırısından daha fazlasına ihtiyaç var. Peki, içinde
Osmanlı-Mısır donanmasının ve Birleşik Avrupa kuvvetlerinin olduğu bir savaş
neden yerel bir çatışma olarak algılandı?
I. Dünya Savaşı bir Avrupa iç savaşıydı, bu söyleniyor. İkincisi
bir "Dünya Savaşı" olmaya daha yakındır; Asya'dan Rusya ve Japonya ve
okyanus ötesinden ABD var. Fakat bu "dış güçler" Avrupa iç savaşının
taraflarıdır ve kıtasal bir cepheleşmenin parçaları değildir. Dünya savaşı için
hiç olmazsa "cepheleşmiş" kıtalara ihtiyaç var ve bu ölçüyle
Navarin'i gerçek bir dünya savaşı saymamız daha yerindedir. Navarin'de bir
kıtalar savaşı oldu: Osmanlı, Asya idi; Mısır, Afrika. Birleşik Avrupa
donanmasının Navarin'de yaktığı oydu. Avrupa, Navarin'in ganimeti olan
Yunanistan ile bir duvar ördü, Asya'dan ayrı bir kıta oldu. Afrika'yı bir daha
kendine gelmemek üzere yendi. Helen Bağımsızlık Savaşı aslında Avrupa'nın kıta
olma savaşı oldu.
AVRUPA DUVARI
Peki, bu durumda Avrupa nedir? Herhalde en başta Hristiyan
tepkiciliğidir. Sonra elbette "ilerleme"dir. Irkçılık, az telaffuz
edilmekle birlikte onun kendini tarifinin en sağlam kavramlarından biri
sayılmalıdır. Sonuncusu ve az bilineni ise romantik Helenizm...
Hareket halinde ve ilerleyen, dolayısıyla "ilerici bir
kıta" fikriyatının arkasındaki temel neden, herhalde ekonomik ve
endüstriyel gelişmeye dayalı yayılmacılıktı. Bütün eski uygarlıkların
mirasçılarını ticari ve askerî güçle alt ettiler. Teknolojik bilgilerini silah
imali için kullanmaya ihtiyaç duymayan Çinlileri yendiler, Hindistan'ı ve
Mısır'ı işgal ettiler. Asya ve Afrika'da saygı duyacakları hiçbir şey
bırakmadıklarında, artık kendilerinin en ileri ve üstün oldukları yolundaki
inancın oluşması için kapıları aralanmıştı. "Avrupa, Rönesans'tan beri
yaşamın değiştiğini, tarih çizgisi üstünde yeni aşamalara geçtiğini fark
ediyordu. Mousnier, 1745'te Fransız Akademisi adına şu açıklamada bulunuyordu:
'Paris Akademisi, Avrupa'nın devamlı değişmiş ve halen değişmekte olan bir kıta
olduğunu açıklar. Bu değişim, bizim gelişen bilgi ve bilincimizin bir eseridir.
Akademiye göre dünyanın diğer bölgeleri durgunluk içindedir.' Daha XVII.
yüzyılın sonunda gezginlerden Chardin 'Asya atalet demektir, Avrupa ise sürekli
değişen bir dünyadır' diyordu."[187] Peki ama değişen yer neresiydi ve bu Avrupa dedikleri şey nasıl
tanımlanacaktı?
Irk, bu belirsizlikte ilk başvurulan düşünceydi. Hint-Hitit,
Hint-Avrupa Ari ırkının icadı Avrupa'ya ortak etnik bir temel yaratmak içindi.
Helenlerin, Asya'da yaşayan benzerlerinden ayrılması da bu ırk temelli
görüşlere dayanarak mümkün kılındı. Bu görüş biçimi, Avrupa'nın tamamıyla yeni
bir buluşuydu; "ırk" düşüncesini başka halklardan, başka kültürlerden
öğrenmemişlerdi. Böylece yüzyıllar boyunca, hanedanlıklarının arkasında
birbiriyle kanlı çatışmalara girmiş kabile toplulukları birdenbire akraba
oldular. Başlangıçta ellerinde takvim, sayı, alfabe gibi kültürel alışverişin
en çok mobilize olduğu alanlardaki ortak terimlerden başka hiçbir şey yoktu.
Aydınlanma'nın aklı kararmaya yüz tutmuştu; ortak kültür ile ırkı birbirine
karıştırma kötü alışkanlığı o karanlıkta yeşerdi. İnsanlar, iki yüzyıl içinde
hiç tanımadıkları ile yakın, bilemedikleri bir tarihten beri yakın oldukları
ile uzak olduklarında karar kıldılar. Hititler ile Hintliler, Batı Türkleri ile
Moğollar, Helenler ile Cermenler birbirleriyle yakınlaştılar. Avrupa için
örülen duvar buydu ve bu duvar Türkleri, Türk ve Helenleri de Helen yapmanın
koşullarını hazırlamıştı.
Eski kutsal kitap masallarından esin alan bu anlayışın temel çıkış
noktası ise Hristiyanlıktı. Avrupa'nın en temel ve en derin düşüncesi gibi
görünmekle birlikte o da Mısır'dan ve onun bir özeti olan Yahudilikten arta
kalanlardan başka ne olabilirdi? Musa Yahudi değildi, ama buna karşılık Jesus
bir Essenli Yahudiden başka bir şey değildi. Öte yandan duvardaki
Hristiyanlıkla, "Avrupa"nın Hristiyanlığı ayrıydı. Elenler dinî
anlayışı ile olduğu kadar, ritüelleri ve kiliseleri ile de Doğuluydu. Doğu'nun
renklerini içinde barındırdığı kadar, çatışmalarını ve çelişkilerini de
taşıyordu.
Yunanistan bağımsızlığı için Avrupalılar Doğu'daki cepheye
koştuğunda, hem Osmanlı saflarında hem de ideolojik savaşın içinde, kendilerini
kurmak için harekete geçtikleri her yerde Yahudilerle karşılaştılar. Çünkü bu
din daha Roma döneminden beri Hristiyanlığa gerçek bir rakip olmuştu.
Yahudilik, unutulması gereken bir dindi; hem rekabet nedeniyle hem de duvarın
sağlığı için.
"Aydınlanma hareketinin devrimci sonuçları, gericilerin
zihninde, Yahudi akılcılığı ile yakından ilgiliydi."[188] Öyleyse, bir kıta olarak Avrupa'nın mümkün olabilmesi için Mısır
unutulmalıydı, Yahudilik yenilmeliydi. Avrupa, Aydınlanma'dan vazgeçip
romantizmin sularına yelken açtığında, yaptığı şey bunlardan başkası değildi.
Aydınlama'dan vazgeçiş, hemen her yerde Hristiyanlığa bir ricat hareketi olarak
ortaya çıktı. Avrupa, bir kıta olarak oluşmaya başladığında çoktan gericileşmişti;
Aydınlanma'dan duyulan derin korku ile Hristiyanlığın etkisi yeniden arttı.
Avrupa'nın devrimci geçmişinde, Mısır vardı, Yahudilik vardı, Asya ve Afrika
vardı. Devrimci sınıf yüzünü geriye döndüğünde, Hristiyanlığı ve Yunanistan'ı
gördü. Bağımsız Yunanistan, ricat eden Avrupa'nın imalatıydı.
Her ikisi de kendini "öteki"nden çok katı bir biçimde
ayırıyor, devrimci fikirlerin beslendiği kaynakla arasına aşılmaz duvarlar
örüyordu. Yunanistan'ın ve Avrupa'nın Doğu'dan, Mısır'dan kopması ancak böyle
mümkün olabildi.
Aslında, bu büyük ideolojik atılımın yaşandığı dönem Avrupa için
oldukça çalkalantılıydı. Fransız Devrimi'nin ve Napolyon'un yarattığı depremle
sarsılan kıta, yeni bir denge arıyordu. Eski Mısır'ın defterinin kapandığı ve
doğan boşluğun Eski Yunanistan ile doldurulduğu bir ideolojik restorasyon,
siyasal restorasyon ile birlikte gidiyordu. Bu ortamda Yunan ihtilalinin
karmaşık duygular yaratması kaçınılmazdı. Öncelikle aydınlar ve öğrenciler
arasında bu ayaklanma koşulsuz destek bulmuştu. Ancak büyük devletler
kuşkuluydu. 1821'de Aleksandr İpsilantis'in Boğdan'da başlattığı ayaklanmanın
desteksiz bırakılması bu nedenleydi.[189] Avrupa ideolojisi, Avrupa'nın sıkıntılı zamanlarında oluştu.
Siyasal bir ricat hareketi yaşanıyordu, ama kıta ekonomik olarak ilerliyordu.
Kapitalizmin ve yayılmacılığın zaten Aydınlanma'ya ihtiyacı yoktu. Hristiyanlık
ve ırkçılık ise, her kapıyı açan bir balta gibiydi.
"İlerici ve değişmekte olan tek kıta" fikrinin arkasında
emperyalist istila vardı. Oysa Avrupa'da bu büyük geri çekilmenin yaşandığı
tarihte gerçek bir değişim geçiren coğrafya Akdeniz civarıydı. Mısır, modern
tarihini başlatma aşamasındaydı; giriştiği reformlarla, Avrupa'nın birçok
ülkesine rakip hale gelmişti. Yine Osmanlı'nın bir parçası olan Mora
yarımadasında Elenler ayaktaydı; bağımsızlık hareketi ile modern Yunanistan
tarihinin başlama vuruşu yapılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu da adını koymamış
olmasına rağmen bu yola girmişti; hem Mısır'ın baskısı hem Yunanistan
ayaklanmasının zoruyla ve Avrupa'nın sıkıştırmalarıyla geleneksel kabuğunu
yırtmaya çalışıyordu.[190]
İşte bu şartlarda oluşan Yunan ayaklanması, Bernal'in deyişiyle
"kıtalar düzeyinde bir mücadele" haline gelmişti. Biliyoruz, bir
yanında Avrupa vardır; öbür yanını ise artık sadece Osmanlı diye tanımlamak
zordur. Osmanlı'nın ve Mehmet Ali Mısırı'nın Avrupa açısından Asya ve Afrika'yı
temsil ettiği açıktır ve Navarin'de ortak Avrupa donanması tarafından yakılan
da Osmanlı-Mısır donanması değil, Asya-Afrika donanmasıdır.
Avrupa ideolojisinin oluştuğu tarih olan XIX. yüzyılın başı iki
eski uygarlığın, Mısır ve Yunanistan'ın modern tarihlerinin de başlangıcıdır.
Zaman içinde biri kapanmış ve diğeri açılmıştır. Avrupa tarafından Mısır'dan
daha az tehlikeli görülen Osmanlı İmparatorluğu ömrünü bu yüzyılın sonuna kadar
uzatabilmiştir. Osmanlı'nın ömrünü uzatması, bu kapanış ve açılış arasında
kalması ile mümkün olmuştur. Mısır'ın Mehmet Ali ile büyük parlayışının
ışıkları ise, Helenizm duvarına çarpıp sönmüştür. Doğu için geriye kalan sadece
yıkım değildir; "...Oryantalizmin oluşumunda can alıcı olan 1820'lerin
başlıca olayının, Hristiyan Yunanlıların, Müslüman Türklere ve Mısırlılara
karşı verdiği bağımsızlık savaşı olduğunun kaydedilmesi önemlidir."[191] Avrupa
ideolojisinin Doğu'ya bakan yüzü; oryantalizm de bu "dünya savaşı"nın
ürünüdür. Bakiyeleri topluyoruz…
Mısır'ın ışığı neden söndü? Bir ilk yanıt var; "Mısır XVI.
yüzyıldan itibaren Türk İmparatorluğu'nun bir parçası olmuştur. Ne var ki
Türkler, Mısır'ı kendilerinden önceki yöneticiler olan Memlükler aracılığıyla
yönetmeye devam ettiler. Memlükler, büyük ölçüde Kafkasya kökenli köle
birlikleriydi ve ordunun en müthiş bölümünü oluşturuyorlardı. XIII. yüzyıldan
beri Mısır'ın kontrolünü bunlar ellerinde bulunduruyordu... Bununla birlikte,
XVIII. yüzyılın sonunda ticari tarım üretimi, ticaret ve imalat sanayii,
Mısır'ın dünya standartlarına göre zengin sayılmasanı sağlayacak bir düzeye
yükseldi. Daha sonra Memlük yönetimi ve Türk metbuluğu, Napoleon'un 1798'deki
fethiyle ciddi şekilde zayıfladı. Fetih, geniş ölçüde Mısır toplumundaki
sınıfsal, dinsel ve etnik farklılıkları kucaklayıp yönlendirerek
gerçekleştirilmişti. 1808'de -Fransa'nın çekilmesi ve Britanya'nın müdahalesini
izleyen büyük karışıklıktan sonra- Britanyalılar ülke dışına sürüldü ve
iktidar, Türk kuvvetlerinin Arnavut asıllı generali Mehmet Ali'nin eline geçti.
Mehmet Ali Paşa birkaç yıl sonra Memlükleri katlettirdi ve genel vali oldu;
gerçekte Türklerden hemen hemen bağımsızdı. Mehmet Ali Paşa, Mısır
ekonomisinde, toplumunda ve devlet yönetiminde bir modernleşme başlattı; bu,
ancak Rusya'da Büyük Petro'nun ve Japonya'da Meiji İmparatoru'nun modernleşme
hareketleri ile kıyaslanabilir. Memlüklerin ve vergiye tabi çiftlik sahiplerinin
ellerindeki topraklar istimlak edilerek doğrudan üreticilere dağıtıldı.
Üreticiler, artık devlete kira ile vergi karışımı bir ödeme yapıyordu. Muazzam
sulama projeleri başlatıldı ve büyük ölçekli ticari pamuk ve şeker üretimine
geçildi."[192] Demek ki Avrupa'nın değiştiği zamanlarda Mısır da değişmektedir.
Peki değişim, "Doğu'da olduğu için" mi başarısız olmuştur?
İlk yanıttaki yanıt şöyle: "... Kısa vadede program şaşırtıcı
bir başarı sağladı. 1830'larda Mısır, modern sanayi kapasitesi bakımından
İngiltere'den sonra ikinci geliyordu. Bu ekonomik ve siyasal temellere dayanan
Mehmet Ali, ülke dışında da bir imparatorluk kurmaya girişti. Mehmet Ali
Paşa'nın modern orduları, Batı Arabistan'daki Türk eyaletlerinin çoğuna boyun
eğdirdi; 1822'de ise generalleri Sudan'ı zapt etti. Paşa, aynı zamanda
gözlerini yukarıya, Suriye ve Yunanistan'a doğru da dikmişti. Birçok Yunanlı,
Osmanlı İmparatorluğu'nun sıradan tebaası olarak Nil deltasında yaşıyordu.
Bunlar, ekonominin yeni ticari sektörlerinde giderek artan ölçüde özel roller
almaya başladılar. Mehmet Ali Paşa'nın iktidara geçmesinden sonra ülkeye, hem
orduya katılmak hem de muazzam ekonomik büyümede yer almak için daha çok
Yunanlı gelmişti."[193] Demek ki bir başarısızlık yok ve tam tersine hiç olmazsa
başlangıçta müthiş bir "devrim" var.
Yunan ayaklanmasının Mısır direnişiyle karşılaşmasını talihin bir
oyunu mu saymalıyız? Elbette, bu var; Ancak Mısır'ın büyüme sancısı hesaba
katılmazsa talihin oyunu için sahnenin eksik kalacağı açıktır. Mehmet Ali'nin
Mısır'ı yeniden bir dünya gücü durumuna getirme arzusu sahneyi hazırlamıştır;
ısrarlı ve sabırlı bir mücadele ancak böyle anlaşılıyor: "1821'de
Yunanistan Bağımsızlık Savaşı'nın başlamasıyla, çaresizlik içindeki Türk
Sultanı, isyancıları temizleme göreviyle Girit ve Mora paşalıklarını -yani bu
vilayetlerin valiliğini- Mehmet Ali'ye verdi. Becerikli ve yırtıcı Yunan
donanması yüzünden, Mısırlılar dört yıl boyunca ülkeyi işgal edemediler. Fakat
1825 yılında Mısırlılar, Yunan donanmasının ödemeler yapılmadığı için isyan
etmesinden yararlanarak, Mehmet Ali'nin oğlu İbrahim'in komutası altındaki
disiplinli bir orduyu karaya çıkardılar. Bu kuvvet, Yunan çetelerinin korkunç
direnişini, ancak vahşet ölçüsü gittikçe artan bir baskıyla ezmeyi başardı.
İbrahim bundan sonra, Türklerin Yunan milliyetçilerini kuşatma altında tuttuğu
Messolongi'ye doğru kuzey yönünde hareket etti. Üstün Mısır ordusunun gelişi,
dengeyi Türkler lehine değiştirdi ve Yunan devriminin bu merkezi, ancak
kahramanca bir savunmadan sonra alınabildi. Bu savunma, Şair Byron'ın burada
ölmesiyle, Avrupa hükümetlerinin Yunan davasını destekleyen Helen hayranı
öğrencilerin ve sanatçıların konumuna getirilmesinde kritik bir önem
taşımıştır. Artık ayaklanma kıtalar düzeyinde bir mücadele haline gelmişti: Bir
tarafta Avrupa, öteki tarafta Asya ve Afrika vardı."[194] Bu, Mehmet Ali ve Mısır'ı için bütünüyle yeni bir tarihtir; demek
ki Mehmet Ali'nin "Osmanlı paşası" olmanın ötesinde temsiliyetleri
var.
Afrika, Avrupa'nın bir kıta olma mücadelesinin içindedir ve Afrika
o tarihte tek başına Mehmet Ali'dir. Fakat Bernal'in değerlendirmesi, bu
değerlendirmeden sonra bile havada kalmaktadır: "Kimilerince, gerileme
halindeki Türkiye, Yunanistan ve Avrupa için, Mısır'dan daha ufak bir tehdit
olarak görülüyordu. Avusturya Şansölyesi Metternich'in yazdığı gibi, Mısır'ın
Türkiye'den tam bağımsızlık elde etme ihtimalini göz önünde bulundurunca, 'İşte
o zaman, sık sık Avrupa için en büyük tehlike olarak ilan edilen şeyin
gerçekleştiği görülür: Yeni bir Afrika devleti...' Böyle bir ihtimalin
gerçekleşmesini engellemek için Britanya ve Fransa hükümetleri Mısır'ı
Türkiye'den ayırmaya çalıştı... 1827 yılında Britanya, Fransa ve Rusya'ya bağlı
filolar Navarin'de Türk ve Mısır donanmalarını tahrip ederek Yunanistan'ın
bağımsızlığını güvence altına aldılar."[195] Peki neden? Mısır'ı Osmanlı'dan daha tehlikeli yapan şey nedir?
Osmanlı, Avrupa için önemli değilse, Mısır için de önemli değildir.
Bu durumu doğrulayan ise Mısır kuvvetlerinin bu tarihte Osmanlı toprakları
içinde büyük ilerleyişidir. Girmişler ve devirmişlerdir. "1839 yılında
Mehmet Ali Paşa, Babıali'den bağımsızlığını ilan etti ve Türkiye'nin büyük bir
bölümünü işgal etti. Beş gün sonra da Sultan öldü. Bundan kısa bir süre sonra
Türk donanması isyan ederek Mısırlılara katıldı. Avrupalı olmayanların denetimi
altındaki Doğu Akdeniz'den gelen tehdit, düşünülmeyecek kadar korkunçtu ve
Avusturya, İngiltere, Fransa, Prusya ve Rusya, 60 yıl sonra Çin'deki Bokserler
Ayaklanması'na kadar eşi görülmeyecek bir birlik gösterisiyle Türkiye'nin
yardımına koştu."[196] Devrilen Sultan'ı kaldıran Avrupa'dır. Bu işgal, Batı için
Doğu'daki birliğin silah zoruyla fiilen sağlanması anlamına geliyordu. Bu
nedenle Batı da birleşti. Avusturya, İngiltere, Fransa, Prusya ve Rusya
birliği, Batı'da oluşmuş en geniş birliklerden biriydi ve bu birlik, Mısır'a
karşı Osmanlı'yı kurtarmak için oluşturulmuştu.
Mehmet Ali, Mısır'ı yeniden bir imparatorluk yapmaya girişmişti;
Batı'nın dehşetinin bir bölümü bununla ilgilidir. Fakat daha korkunç olan şey,
"Mehmet Ali sosyalizmi"ydi.
Mehmet Ali dönemi Bernal'in deyimiyle "Ramses II.'den beri
kurulan en büyük Mısır imparatorluğu"ydu. Avrupa duvarı Yunanistan'a
dayamaya çalışırken, Mısır kuvvetleri bütün Mora'yı denetimi altına almıştı.
Bu, hem Avrupa'nın maddi çıkarlarına hem de yeni tarih kurgusuna aykırıydı.
Mısır, bu girişimiyle birkaç açıdan Avrupa bakış açısını geçersiz kılıyordu; "Doğu'da
gelişme olmaz" miti yıkılıyordu; Mısır'ın uygarlık kuramayacağı yargısı
tahrip olmuştu. Avrupalı uygarlığın "yaratıcısı" Elenler, Mısır
tarafından birkaç kez denetim altına alınmıştı. Afrika etkisi tam unutulmaya
yüz tutmuşken ümmi Mehmet Ali'nin hareketi konkunç bir tehdit olarak
algılanmıştı.
Mısır yenildi; bu tarih Mısır ekonomisinin geleneksel Türk modeline
geri dönmesinin de tarihiydi. Nihai çöküş ise Britanya'nın Mısır yönetimini ele
geçirdiği 1880'li yıllarda gerçekleşti. Mısır'da Mehmet Ali sosyalizmiyle
girilen kalkınma yolu, birleşik Avrupa güçlerinin direnciyle kırılmıştı.
Avrupa ideolojisi Yunanistan'ın elinden tutmuştu, Mısır'ı ise
dipsiz bir kuyunun dibine itti. Helenizm, işte bu açı içinde doğmuştu.
Kendisini doğuran büyük güçlerin niyetlerine hiçbir zaman nüfuz edemedi, sonsuz
ve sorunsuzca ilerleyebileceğini sandı. Ancak, ideoloji ile çıkarın çatıştığı
zamanlar vardı. Bu kuvvet, Anadolu içlerine ilerleyen Elen güçlerinin
arkasından çekilince büyük Elen trajedisi için de kapı aralanmış oldu. İzmir'e
doğru ricat eden şey, Elen ordusunun yanı sıra geriye koşan büyük Elen düşüydü.
Helenizm ve oryantalizm; ilk dünya savaşından kalan Batılı yan
bunlardı. Ne yazıktır, Osmanlı ikisini de anlayamadı; kişisel bir mesele sandı.
Mısır ise savaştan kalan Doğu bakiyesiydi; dünya politikasında iddiasını
sürdürüyordu. Hem Avrupa tarihini hem Osmanlı tarihini etkilemiş ve
değiştirmiştir.
Bunun da eksik anlaşıldığını biliyoruz. Osmanlı her yerde
yenilirken Mısır ilerliyordu. Osmanlı yöneticileri o gün için henüz
olgunlaşmamış Avrupa yerine muzaffer Mısır'a baktılar. "Aslında çoktan
bakıyorlardı. Mehmet Ali -bazı yabancıların Doğu'nun Bonaparte'ı dedikleri bu
adam- Türkiye Tanzimat'a gelmeden, Tanzimat'ı aşarak geride bıraktı."[197] Tanzimat'ın
modeli Mısır'dı; ancak Mısır, Tanzimat'a modellik etmekten hep daha fazlasıydı.
DOĞU'NUN DİRENİŞİ: MEHMET ALİ
Yaşadığı dönem, Rumeli paşalarının padişahla anlaşmaya oturacak
kadar güçlendiği bir dönemdi. Ayanlarla yapılan anlaşma 1808'de imzalandı.
Sened-i İttifak, aslında Rumeli feodallerinin gücünün bir ifadesiydi. Henüz
imparatorluk güçleriyle baş edecek kadar olgunlaşmamıştılar; ama yeni ve daha
fazlasını isteyecek güçleri vardı. "Rusçuk Ayanı Mustafa Paşa'nın okuma
yazma bilmediği söylenir; ancak Batı dünyasının gücünü ve temel reformların
gereğini anlamıştı..."[198] Rusçuk Ayanı Mustafa Paşa, saray içindeki entrikalarda kayboldu
gitti. Sultan Mahmud, Rumeli ayanlarının gücünü kırmak için harekete geçti.
Yunan ayaklanması yeniçerilerin de bir işe yaramadığını göstermişti. Mehmet
Ali, Mısır'da çok ciddi askerî ve ekonomik reformlara girişmiş, güçleniyordu.
II. Mahmud, öğretmen bulmak için Mehmed Ali Paşa'ya başvurdu. Mahmud'un
istediği gibi öğretmenler henüz ortada yoktu. Bu tür kadrolar ancak onun
ölümünden sonra bulunabildi. 1848 Devrimi'nden kaçıp Osmanlı'ya sığınan Macar
ve Polanyalı mülteciler imdada yetişmişti. Artık çoğunun Yahudi kökenli
olduğunu biliyoruz.
Yaşadığı dönemin ikinci büyük gelişmesi imparatorluğu sarsan Elen
ayaklanmasıydı. İmparatorluk hızla gerilerken Osmanlı içindeki Rumlar hızla
güçleniyordu. "Ortodoks kilisesinin hiyerarşisinden ileri gelen
örgütlendirme yeteneğiyle, Rum armatörlerin altı yüzü aşkın ticaret gemisindeki
beş bini aşkın top, ayaklanmanın küçümsenmeyecek bir güce sahip olduğunu
gösteriyordu."[199] İmparatorluğun, yeni güçler karşısında uzun süre dayanamayacağı
belli olmuştu.
Fransız Devrimi'nden 20 yıl önce Kavala'da doğmuştu. Babası
Bekçibaşı İbrahim Ağa'yı küçük yaşında kaybetti. Koruyucusu Kavala Mütesselimi
Tosun Ağa'nın da hükümetin emri ile idam edildiği belirtiliyor. Koruyucusuz
kalan Mehmet Ali, Kavala'da tütün ticareti yapan Leon adlı bir Fransız
tacirinin yanında çalışmaya başladı. 18 yaşında asker olduğu ve dul ve zengin
bir kadınla evlenerek askerliği ve ticareti bir arada götürmeyi becerdiğini
öğreniyoruz. Fransız Devrimi'nden sonra, devrimi kendi yöntemiyle yayan
Napolyon'un işgal kuvvetlerini Mısır'dan çıkarmak üzere gönderilen bir birliğin
içinde kaderinin düğümlendiği yere haraket etti. Biyografisinde Osmanlı
ordusunun Fransızlara karşı mücadelesine tanık olmasının sonraki hayatı
üzerinde tartışılmaz bir etkisi olduğu belirtiliyor.[200]
Birisi, kendisinin de içinde bulunduğu iki ordu gördüğü ve
karşısındaki ordunun farklı bir ordu olduğu açıktır. Bu ordu, Fransız
Devrimi'nin yarattığı en önemli kurumlardan biriydi; teknoloji ve tekniğinin
ötesinde yeni bir değerler sistemi için savaşan askerler çok etkileyiciydi. Yeni
ordu, Mehmet Ali'nin en önemli sorunlarından biri oldu.
Netayic ül-Vukuat'a göre becerikli, gözü pek ve yönetim işinde
yetenekliydi. Kolay yükselmiştir: "Kavala Çorbacısı Hüseyin Ağa'nın yeğeni
olan bu Mehmet Ali Ağa, okuması yazması olmayan bir kişi idi ise de
becerikliliği, gözü pekliği ve yönetim işindeki yeteneği, ileri görüşlü bir
subay olması dolayısı ile 'serçeşmelik', yani bütün başıbozuk askerî
sergerdelerin başkanı olma görevini elde etmişti."[201]
Başlamak için herhalde savaş iyi bir fırsattı; "Napoleon'un
Mısır seferi neticesinde, kölemenlerin en sebatlı ve iradeli unsurları
mahvolmuş idi. Mehmet Ali bu durumdan layıkı ile istifade etmesini bildi.
Kölemenleri Osmanlılara, Arnavutları kölemenlere karşı kışkırtarak, meydena
gelen karışıklıkları kendi lehine kullandı; halkın muhabbetini kazandı. Zekâ ve
kudreti sayesinde, çevirdiği entrikalar ile Mısır'ın son valileri bulunan can
düşmanı Hüsrev, Tahir, Ali ve Hurşit paşaları bertaraf ettikten sonra, halk
tarafından desteklendi ve Mısır'da hemen hemen müstakil bir şekilde idareyi
eline aldı."[202] Kolay ilerleyebildiği görülüyor.
Babıâli, Mehmet Ali'nin Memlüklerden daha tehlikeli olduğunu çabuk
anlamıştı. Onu Mısır'dan almak istediklerini, lakin başaramadıklarını
öğreniyoruz. Ancak Osmanlı pragmatisttir; durumu yerinde görmek üzere Mısır'a
yollanan padişah yakını Salih Bey'in eline hangi taraf güçlü ise ona verilmek
üzere; biri yerinde bırakma, biri de atama fermanı olmak üzere iki ferman verilmiştir.
Mehmet Ali güçlüdür, yerinde kalma fermanını almış olduğun tahmin edebiliyoruz.[203] 1807'de
İskenderiye'de İngilizleri de yenilgiye uğratmıştır; bu hem Babıali'nin hem de
güçlü İngiltere'nin düşmanlığını kazandığı anlamına gelmektedir. Ancak,
biyografisine göre düşmanları arttıkça dokunulmazı da artmaktadır; bu, herhalde
"kamuoyu desteği"ndendir. Netayic-ül Vukuat, "Halkın onun
başlarına Tanrı tarafından yollanmış olduğuna inandığını"[204] haber vermektedir.
Osmanlı yönetimi içinde de taraftarları çoktur; İngilizlere indirdiği bu
darbenin ardından İstanbul'a rehine bırakılan oğlu İbrahim Bey'i geri
alabilmiştir.
İngilizlerden sonra Vehhabilerin üzerine yürüdü. Bunu yapmadan önce
bir merasim için çağırdığı 470 Memlük beyini kılıçtan geçirdiği not ediliyor.
Bu, Mısır'ı düzleme hareketinin başlangıcıdır.[205] 1813'te Mekke'yi zaptedince ününün doruğuna ulaştığını anlıyoruz.
Mehmet Ali, artık Doğu'da yeni bir kuvvettir. Oğlu İbrahim'in seferlerinden
sonra Kızıldeniz'e giden ticaret yolları açılmış ve denildiğine göre hac
yolculuğu yeniden yapılabilir hale gelmişti. Bu durum, ayrıca İslam dünyasının
desteğini aldığı, Avrupa'nın "dikkatini" çektiği anlamındadır.
Sudan'ın ilhakından sonra Mehmet Ali'nin nüfuz sahasını Basra
Körfezi'nden Libya Çöl'üne, Sudan'dan Akdeniz'e kadar genişlettiğini anlıyoruz;
artık Avrupa'nın yarısı kadar bir saha kontrolündedir. Mehmet Ali, imparatorluk
içinde imparatorluk kurmuştur ve Elenler de imparatorluk içinde devlet olmayı
başararak ilerlemektedir. Bunları birer gecekondu sayabilir miyiz? Gerileme
devrinde Osmanlı tapulu sahasında gecekondu kurmanın mümkün ve kolay olduğu
biliniyor. Ancak Mehmet Ali'nin gecekondusu Avrupa için tehlikeli, Elenlerinki
ise faydalı bulunmuştur; farkları budur. Karşılaşmaları, talihin bir oyunu
değil, tarihin bir zorunluluğudur.
Karşı karşıya gelmeleri denildiği gibi, Mehmet Ali'nin bir
"Osmanlı paşası" olması nedeniyle midir? Biyografisinde şöyle
anlatılıyor; "Osmanlı Devleti, Yunan ihtilalini tenkil edemediğinden,
isyan Akdeniz ve Ege Denizi adalarına da sirayet etmiş idi. Mehmet Ali
Babıali'den Akdeniz Rum korsanlarının takibi emrini aldı. Zaten bu yüzden Mısır
ticareti de zarar görmeye başlamış idi."[206] Elbette öncelik sırası yapmamız gerekmiyor; yine de Mehmet Ali
için Mısır ticaretini garanti altına almanın daha önde olduğunu düşünmemizi
engelleyen bir veri yoktur. Rum korsanları takip eden Mehmet Ali kuvvetlerinin,
takip dönüşü beraberinde Girit'i ve Mora valiliğini getirmesi ise asla bir
rastlantı değildir. Bir mücadele var ve bu mücadelede Mehmet Ali, Osmanlı'dan
daha önemli bir figürdür.
Mora ihtilalini kim bitirdi? Mehmet Ali ve oğlu İbrahim'in
Avrupa'nın Elen rüyasını bir kâbusa dönüştürdüğü açıktır. Birleşik bir
donanmanın Navarin'de Osmanlı-Mısır donanmasını yok etmesi süreci böyle
başlamıştır. İngiltere ve Fransa'nın durdurmak istediği güç Mısır'dır ve
Navarin'den sonra Mısır kuvvetlerini çekilmesi ile Yunanistan bağımsızlığının
mümkün kılındığını anlıyoruz.
Ancak çekilme Mehmet Ali'ye pek az zarar vermiştir: "Mehmet
Ali'nin pek çok can kaybına, büyük masraflara ve donanmasına mal olan Mora
seferinden Girit adasından başka bir kazancı olmadı: fakat buna mukabil
Mısır'ın manevi nüfuzu arttı. Hemen hemen müstakil bir hükümdar gibi,
Babıâli'nin bir tavassutu olmadan, Avrupa devletleri ile anlaştı. Bundan başka,
Mısır ordusu yeni harp usul ve vasıtalarını tatbik etme imkânı buldu ve sonunda
istiklal hareketlerini teşvik eden en mühim hadiselerden biri vukua
geldi."[207] Bu önemli hadise, Türk-Rus harbine katılma çağrısını reddetmesidir
ve bu reddiyeden sonra artık Mehmet Ali bağımsızdır.
Sonra, kuvvetleri Suriye'yi fethedip, Kütahya'ya kadar
ilerlemiştir. Mehmet Ali'yi Osmanlı'yı topyekûn yıkmaktan kurtaran ise Avrupa
ve Rusya'dır. Mısır, kendi bayrağını açmıştır; Mehmet Ali Arap yarımadasını tek
bir devlet haline getirmek üzere ilerlemektedir. Hep tehlikeli bulunduğunu ve
hep Avrupa'yı birleştirdiğini anlıyoruz. Avrupa Mısır meselesi etrafında
yeniden guruplaşmaktadır. "İngiltere hariciye nazırı Lord Palmerston'a
göre [208](Mehmet
Ali'nin-) asıl gayesi, Arapça konuşulan bütün ülkeleri içine alan bir Arap
devleti kurmak idi. Filhakika Mehmet Ali, burada hâkimiyetini Bahrayn
Adaları'na kadar genişletti. Bu suretle Akdeniz tariki ile Hindistan'a giden
deniz yollarının ikinci kapısını da ele geçirdi. Şatt al-Arab'a bir donanma
gönderdi; Basra, Bagdat ve İran ile münasabetler kurdu. Böylece İngiliz-Rus
rekabet sahasında İngiltere aleyhine hesaba katılması icap eden bir kuvvet
haline geldi. İngiltere'nin Süveyş berzahında bir köprübaşı elde etmek veyahut
Süveyş-Kahire arasında bir demir yolu inşa etmek gibi arzuları Mehmet Ali
tarafından şiddetle reddedildi.[209] Bir politika var ve bu politikayla Doğu'nun, Mehmet Ali ile
yeniden ayağa kalktığını anlıyoruz.
Osmanlı'yı Mehmet Ali'nin üzerine gönderen yine Batı siyasetidir,
fakat Nizip'te Osmanlı ordusu bir kez daha bozguna uğratılmıştır. Osmanlı bir
güç değildir, birleşik Batı ise güç yettirememektedir. Doğu'nun başkaldırısı
Mehmet Ali'nin "Osmanlı paşası" kimliği ile örtülmektedir."[210]
DİRENİŞİN ŞİFRESİ: MEHMET ALİ
SOSYALİZMİ
Mısır, Batı için neden bu kadar önemliydi? Avrupa ideolojisinin
henüz yeşerdiği, Doğu için Batı bakış açısının yeni kurulduğu bir zamanda
Mehmet Ali birçok açıdan bu gelişimin karşısına dikilmişti. Önce Doğu'da
gelişme olamayacağı yargısını güçlü bir biçimde tekzip etmişti. Doğu'da
Osmanlı'nın ötesinde yeni bir imparatorluk kurmaya girişerek, Batı'nın
karşısına taze bir güç olarak dikilebileceğini göstermişti. Sonra, kendisi
küçük; ama anlamı Batı için büyük olan Yunanistan'ı dağıtmıştı.
Mehmet Ali nasıl direndi? Bir yüzyıl sonra Rusya'nın büyük
direnişini biliyoruz; "güç"e ihtiyaç, hep var ve yoksunlukta gücün
tek bir biçimde, kolektivizmle sağlanabileceğini de biliyoruz. Ekonomik
altyapının kollektivize edilmesi, askerî güçte köklü bir reform yapılması,
eğitimin yeniden örgütlenmesi, özel mülkiyete önemli sınırlandırmalar
getirilmesi ve sanayileşme anlamındadır ki bilinmeyen, bu yola Rusya'dan önce
Mehmet Ali Mısır'ının girdiğidir. "Mehmet Ali, siyasi muvaffakiyetlerini,
hatta kısmen Mısır'ın içtimai ve iktisadi yükselişini, kurduğu modern ordu
sayesinde temin etti. Ordunun ihtiyacını karşılamak gayesi ile birçok
imalathane kuruldu ve ilmî eserler tercüme edildi."[211] Biyografisine göre, ilk adım Asvan'da açılan harbiye mektebiydi;
Fransa'dan öğretmenler getirtti. Sudan'dan getirilen 20 bin kişi ile ilk
düzenli birlikler kuruldu ve yeni yetişen komutanların emrine verildi. Bu
devşirme usulü istenilen sonucu vermeyince Mısır halkından asker alınmaya
başlandı. Başlangıçta büyük direnişle karşılaşan bu teşebbüsün tutunması,
başarı sağlandıkça mümkün oldu; ordu zaferler kazandıkça vatan ve millet
duyguları yeşermeye başladı. Mısır, kendince Fransız Devrimi'ni böyle
yaşıyordu.
Artık askere alındığına göre köylü, aşağı sınıf olmaktan
çıkmalıydı; fellah kelimesinin tahkir manasında kullanılması yasaklandı. Artık
çiftçi "milletin efendisi"ydi. "Kısa bir zaman içinde askerî
mektepler çoğaldı; piyade, süvari, topçu, bahriye ve erkânıharbiye mektepleri,
hatta bir askerî mızıka okulu açıldı. Mısır ordusunun muhtaç olduğu her türlü
silah, teçhizat ve levazımı, memleket içinde hazırlamak gayesi ile büyük askerî
imalathaneler tesis edildi; ayda 3-4 top, yılda 36.000 tüfek ve 15.784 kantar
barut imal edilebiliyordu. 1839'da ordunun mevcudu 235.880'di; Mısır, Sudan,
Hicaz, Suriye vb. bölgelere taksim edilmiş bulunuyordu... Akdeniz donanmasını
kuvvetlendirmek için de önceleri Marsilya ve Trieste tersanelerine gemiler
ısmarlandı; aynı zamanda Fransız ve İtalyan bahriye zabitleri celbederek,
onları efradın talim ve terbiyesi ile vazifelendirdi... İskendireye tersanesine
daha büyük ehemmiyet verdi. Cerisy adında tanınmış bir Fransız mühendisi, bu
tersaneyi üç sene içinde modern bir hale ifrağ etti. Beş adet kızağı ve 8.000
amelesi bulunan tersanede, pusula ve dürbüne varıncaya kadar, bütün donanma
malzeme ve ihtiyaçlarını imal eden mükemmel atölyeler var idi."[212] Askerî
ihtiyaçlar için örgütlenen silah sanayi, Mısır'da yepyeni bir sınıf
doğuruyordu.
Eğitim devrimi, bu dönüşümün zorunlu sonucuydu; "Mehmet
Ali'nin Mısır için yaptığı en büyük hizmetlerden biri de hiç şüphesiz, büyük
sayıda ve her derecede açtığı mekteplerdir. Bu mekteplerde Avrupa tedris usul
ve programları da tatbik edildi. İlk yüksek mektep, kalede açılan hendese
mektebi idi (1816). İhtiyaç artınca, Avrupa'da yetişen unsurlar ile Bulak'ta
Mühendishane tesis edildi (1834). Mısır'ın tarihi, folkloru ve içtimai durumu
hakkında kıymetli bilgiler veren Dr. Clot Bey'den istifade edilerek, Tıbbiye
kuruldu (1827); bu mekteplere Fransız hocalar da getirildi; dersler Fransızca
veriliyor ve Arapça tercüme ediliyordu. Kısa fasılalar ile eczacı, ebe, lisan,
maden, muhasebe, sanat, ziraat ve veteriner mektepleri açıldı."[213]
Biyografisinde takip ediyoruz: Mehmet Ali, Mısır'ı -devlet
menfaatine olmak üzere- iktisaden yükseltmek için, elinden geleni yaptı. Nil'in
Dimyat kolundan su alarak, Reşid koluna veren el-Fravniya Kanalı'nı kapattı
(1809). Eski İskenderiye Kanalı'nı, delta sahasını sulamak ve İskenderiye ile
dâhili Mısır arasında irtibat temin etmek üzere açtırttı; bu kanala
al-Mahmudiya adı verildi. Sulama işlerini tanzim için ziraat sahalarını
muntazam küçük kanal şebekeleri ile örttü. Nil feyezanlarının zararlarını
önlemek ve muazzam su kütlelerini toplamak gayesi ile birçok setler inşa
ettirdi. Ezcümle Abu Kir seddini yaptırdı. Bu suretle gayet münbit, geniş bir
toprak sahası elde edildi. Son senelerine doğru, Hayriya Barajı'nın inşasına
başlandı; muazzam sahalar bu sayede yılda birkaç defa mahsul verecek bir hale
geldi.
Mehmet Ali, meşhur Kale Katliamı'ndan sonra, kölemenlerin elinde
bulunan Mısır arazisinin büyük bir kısmına tesahup ederek, iltizam usulünü
lağvetti... Vakıfların zaruri masrafları hükümet tarafından görülmek üzere,
bunları da devlete mal etti; mütevelli vazifesini gören şeyhlere maaş bağladı.
Bu suretle Mısır'ın hemen hemen bütün arazisi devletin malı oldu ve fellahlara
3-5 feddan olmak üzere, tevzi edildi. Artık vergiler, doğrudan doğruya hükümete
teslim ediliyordu. Mamafih fellahlar bu değişme ile toprağın sahibi olmadılar;
ellerindeki araziden -eskiden olduğu gibi- vergisini verdikleri müddetçe,
intifa hakkına haiz idiler. Bu bakımdan fellahlar ziraat amalesi mesabesinde
kaldılar. Kendilerine, ödünç olarak hayvan, ziraat aletleri ve tohum verildi.
Her fellaha verilecek arazi miktarı ile her nevi ziraata tahsis edilecek arazi
miktarı hükümet tarafından, memurlar vasıtası ile tespit edilirdi. Hasat zamanı
hükümet, fellahtan inhisar usülünün mevzuatına göre, tayin edilen fiyat ile
mahsülü satın alırdı. Vazedilen bu arazi nizamının esası, ferde mülkiyet hakkı
tanımamak idi. Mültezimlerin elinden alınan haklar devlete mal edilmiş idi.
Arazi kısımları, verimlerine göre vergiye tabi tutuldu. Fakat
vergiler çok ağır idi. Birçok fakir köylü vergisini veremez oldu; zenginlerin
fakirler yerine, zengin köylerin de fakir köyler yerine vergi vermesi usulü iyi
bir netice hâsıl etmedi. Mamafih, bütün bunlara ve binlerce fellahın askere
alınmış olmasına rağmen, 1821'de Mısır'da ekilen arazi sahası 2 milyon feddan
iken, 1840'ta hemen hemen iki misline çıktı. Hububat ziraatinden başka
ipekçiliğe de büyük bir ehemmiyet verildi. 2.000 felllah ve Suriye'den
getirtilen usta işçi ile kısa bir zamanda milyonlarca dut ağacı yetiştirildi.
1832-1833 yıllarında 12.000 okka ipek istihsal edildi. Mehmet Ali, bilhassa
pamuk ziraatında büyük bir inkılap yaptı. Pamuk cinsini ıslah ve istihsal
miktarını fevkalade arttırarak, Mısır'ı pamuk istihsal eden başlıca
memleketlerden biri haline getirdi.
Mehmet Ali inhisar sistemini, ziraat ve ticaretten başka, büyük
imalathaneler kurmak suretiyle sanayide de teşmil etti. Bu yüzden küçük
sanatlar körleşti. Halbuki sayıları hiç de az olmayan ve senede 30.000 kese
kazanç temin eden bir halk kütlesi var idi; bunlar devlet fabrikalarında amale
oldular; mesaileri arttı, fakat kazançları azaldı. Bulak'ta birçok imalathane
kuruldu; pamuklu kumaş imali için Malta fabrikası, çuha imalathanesi, ayrıca
keten kumaş ve fes imalathanesi açıldı. Avrupa'dan birçok mütehassıs
celbedildiği gibi tecrübeli işçi yetiştirmek gayesi ile muhtelif memleketlere
işçi gönderildi. Amme hizmetine mahsus birçok büyük binalar inşa edildi. Birçok
hastahane ve kütüphaneden başka, kalede hükümet konağı olarak kullanılan Kasr
al-Cavhara ve Türk tarzı mimarisine göre, kendi ismi ile anılan Zarif Cami'yi
yaptırdı. Yine kale civarında defterhaneyi (arşiv) inşa ettirerek, resmî
vesaikin iyi bir şekilde muhafaza edilmesini temin etti. İskendireye'de muazzam
Ra's el-Tin Sarayı'nı inşa ettirdi; Bulak'ta bir rasathane açtırdı. Müze
açılmasına himmet ederek, asar-ı antikanın Mısır'dan dışarı çıkarılmasını
menetti. Sıhhıye ve posta işlerini tanzim ettirdi.[214] Avrupa'yı sadece gücüyle değil, uygulamasıyla da ürküttüğü
kesindir. Korku, her zaman birleştirir.
Mehmet Ali sosyalizminin başarıları kesindi; Kızıldeniz ve Akdeniz
yeniden güvenli hale gelmişti. Yollar yapılmış, Mısır yeniden Hindistan
ticaretinin merkezi haline getirilmişti. Mısır'da yaşam seviyesi hızla
yükselmiş; üst sınıf olan kölemenler yok edilmişti. Bunları yaparken kendisi de
Mısırlılaşmıştı. Biyografisine göre "sosyalist" Mehmet Ali bunları
yaparken tamamen ümmi idi; okuma yazma öğrenmeye 40'ından sonra girişebildi.
Ümmi olmasına rağmen Mısır'ın Nil'in ürünü olduğunu anlamıştı. Doğu'da, çok
hızlı bir ilerleme çizgisini, belki de Sovyetler'den önce tutturmuştu. Ancak,
Sovyetlerle aynı kaderi paylaşmaktan kurtulamadı.
Yunanistan'ın bağımsızlaşması için Mısır yıkılmalıydı. Yunanistan
bağımsızlaştırılarak Doğu'ya aşılmaz bir duvar örüldü. Duvarın arkasında
Osmanlı için büyük can çekişme dönemi açılmıştı; Mısır ise hemen öldürüldü.
Tanzimat, Yunan duvarı ile Mısır başkaldırısı arasında açılmıştı. Ancak,
Osmanlı da Mısır'ın infaz mangasına katıldı; Tanzimat köksüz kaldı. Mısır
modeli, bir daha hatırlanmaması için tarihin derinliklerine gömüldü.
1838 Ticaret Antlaşması neden imzalandı? Osmanlı'nın Mısır'dan
duyduğu derin korku ile bu antlaşma arasında artık bağ kurabiliriz. Osmanlılar
bu anlaşmayı Mısır'ı durdurmak için imzalamıştır. Tahribatının gerçekte Mısır
ekonomisi üzerine olduğunu biliyoruz. Taner Timur şunları yazmaktadır:
"Mehmed Ali yenilgisini ve Hünkâr İskelesi Antlaşması'nı izleyen yıllarda
Osmanlı sultanı için, asi paşanının cezalandırılması ve kırılan onurunun
tamiri, merkantil düşüncelerden çok önce gelen bir sorundu."[215] Taner Timur,
Fransız elçisinin Paris'e yolladığı raporda "II. Mahmud'un Mehmed Ali'nin
cezalandırılması için imparatorluğun yarısını vermeye hazır olduğunu"
haber ettiğini belirtmektedir. Tamamını vermiş sayabilir miyiz? İngiltere
Mısır'ı tahrip etmeye girişitiğinde, Osmanlı'nın da varlık sebebi ortadan
kalkmıştı. Gerisi sadece bir zaman sorunuydu.
BALKANLARDA ERKEN ELEN EMPERYALİZMİ
Yunan Bağımsızlık Savaşı Mora'da değil Fener'de başladı. Fener
feodalleri büyük bir ekonomik gücü ellerinde bulunduruyorlardı. Osmanlı'nın
içinde hem iktidar oldular hem de bu iktidara dayanarak ayaklandılar.
Osmanlı'nın tasfiye edemeyeceği kadar güçlü olduklarını biliyoruz.
Komnenos Hanedanı soyundan oldukları iddia edilen Fenerli İpsilantiler,
Balkanlar'da Osmanlılara karşı başlayan isyanın öncüsüydüler. Ailenin ilk
tanınmış şahsiyeti Atanasios İpsilantis 1730'da İstanbul'da doğmuştu. İtalya'da
Padova Tıp Fakültesi'nde öğrenim görmüş, İstanbul'da Vezir Ragıb Paşa'nın
hekimliğini yapmıştı.
Aileden Aleksandros İpsilantis ise Fransızca, İtalyanca, Türkçe,
Arapça ve Farsça konuşabilen bir entelektüeldi. 1774'te Babıali'ye baştercüman
olarak atandı; ardından Boğdan ve Eflak Voyvodalığı'na getirildi. Burada
oluşturduğu gizli silahlı örgüt Yunan ihtilalinin temelini oluşturacaktı.
Aleksandros, 1806 yılında tutukluyken öldü. Yerine geçen oğlu Konstandinos
keskin bir Rus taraftarıydı. O da görevinden azledildikten sonra Rusya'da öldü.
Aleksandros'un oğlu Konstandinos Rus çarının harp yaveriydi ve
Odessa'da kurulan Filiki Eterya Cemiyeti'nin başındaydı. 1820'de başlayan
Eflak-Boğdan isyanında önemli rol oynadı. 1821 'de başlayan ayaklanmanın
içindeydi ve Bükreş'i işgal etmişti. Ancak, yerli halk Fenerliler destek
vermedi; tutunamayacağını anlayan Aleksandros, Avusturya'ya kaçmak zorunda
kaldı.
Aleksandros'un kardeşi Dimitrios da bağımsızlık savaşına katılanlar
arasındaydı. 1825'te İbrahim Paşa'nın ilerleyişine karşı koymaya çalıştı.
1832'de Nauplion'da öldü. En küçük kardeşleri Nikolaos 1821'de ağabeyi
Aleksandros'un yanında kutsal birliğin topçu komutanlığını yaptı.
Mavrokordatolar ise bir başka Fener ailesiydi. Köprülü Fazıl Ahmed
Paşa 'nın 1671 yılında baştercüman olarak göreve getirdiği Aleksandro
Mavrokordato, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sırasında da görevine devam etti.
II. Viyana Kuşatması'nın başarısızlığa uğraması sonucu gözden düşerek görevden
alındı. Yıldızı Karlofça Antlaşması'nın müzakereleri sırasında yeniden parladı.
"Şerefli yenilgiler dönemi" başlamıştı, Osmanlı toprak kaybediyordu.
Emekliye ayrıldığında oğlu Nikola Mavrokordato onun yerine baştercüman yapıldı;
imtiyaz, artık babadan oğla devrediliyordu.
XVII. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı Devleti, Eflak ve Boğdan
vilayetlerinin beylerini yerli asillerden seçmekteydi. Bu vilayetlerin
yöneticilerinin oğulları Osmanlı Devleti'ne isyan etmelerini önlemek için
İstanbul'da rehin tutulurlardı. Bu rehinelerden biri olan Dimitri Kantemir'in
ülkesine Boğdan beyi olarak geri döndükten sonra Rusya ile birleşip Osmanlı
Devleti'ne isyan etmesi, Osmanlıların yerli asillere güvenemeyeceğini
gösreriyordu. Baştercüman Nikola Mavrokordato, Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa
tarafından Boğdan beyliğine atandı. Bir başlangıçtı, bu tarihten sonra Eflak ve
Boğdan beyleri hep Fenerli aileler arasından seçildi.
Fenerliler, Eflak ve Boğdan eyaletlerinin gerçek egemenleri
oldular. Fiilî durumu yasal bir çerçeve kavuşturma düşüncesinin gelişmesi için
artık ortam hazırdı. Yunan Bağımsızlık Savaşı'nın başlama vuruşunu da bu
beylerden biri, XIX. yüzyılın başlarında Boğdan eyaletine bey olarak atanan
Aleksandro İpsilanti yaptı. Filiki Eterya Derneği'nin başındaydı; bu dostluk
derneğinden bir ihtilal örgütü çıktı. Yeni kurulan devlet de Fenerli
feodallerin kontrolündeydi.
İsyanı örgütleyen "Filiki Eterya", 1814 yılında Odesa'da
kurulmuştu. Kısa zamanda üye sayısını arttırdı ve merkezini İstanbul'a taşıdı.
Başında, Rus çarının yaverliğini yapan Alexander İpsilantis bulunuyordu.
İpsilantis, 6 Mart 1821 tarihinde Eflak ve Boğdan'ı istila etti. Rus yardımı
almayı ve Balkan Ortodokslarının dâhil olacağı genel bir ayaklanma çıkarmayı
umuyordu. Fakat hem Rusya'nın hem de Avrupa'nın kuşkuları vardı; birkaç ay
içinde Osmanlı kuvvetleri İpsilantis'yi bozguna uğrattı. Bir süre sonra
Mora'daki Elenler ayaklandılar. Adalar Denizi halkının katılımıyla isyan
yayıldı. Fener Beyi İpsilanti 1821 ayaklanmasının da lideriydi.
1824 yılına kadar çatışmalar sürdü; Osmanlı çaresiz kalmıştı.
Saldırıya direnebilecek tek güç olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'dan yardım
istendi. Yardım karşılığında, Girit ve Mora valilikleri teklif edilmişti.
Mora'ya üzerine gönderilen İbrahim Paşa, Elen isyanını bastırdı. Avrupa
tehlikeyi görmüştü. Yunan isyanının hamilerinden Çar I. Nicola, Mehmet Ali'nin
Mora ve Girit'e yerleşmesinin Doğu'ya ilerlemenin sonu anlamına geldiğini
biliyordu.[216] Mehmet Ali Paşa'nın Mora seferi İngiltere'yi de kaygılandırmıştı.
Mısır valisinin Doğu Akdeniz'e yerleşmesi, İngiliz İmparatorluğu için
tehlikeliydi. İçeride ise Helenizm yanlısı sivil halkın baskısıyla karşı
karşıyaydı. Doğu Akdeniz'de zayıf bir Osmanlı Devleti ile küçük bir
Yunanistan'ın bulunması çıkarlarına da uygundu.
"St. Petersburg Protokolü" ile birliğin ilk nüvesi
İngiltere ve Rusya tarafından oluşturuldu. Protokol, Yunanistan'ı Osmanlı'ya
bağlı özerk bir devlet haline getirmeyi öngörüyordu. Birliğe Fransa'nın
katılımıyla imzalanan Londra Antlaşması ile Yunan bağımsızlığı bir Avrupa iç
meselesi haline gelmişti.
Akdeniz'deki İngiliz, Fransız ve Rus donanması Mora ve Çanakkale
Boğazı'nı abluka altına aldı. Mehmet Ali'nin yolunu kapatmak için Navarin'deki
Osmanlı donanmasını yok ettiler. İbrahim Paşa, Mora'daki askerlerini Mısır'a
çekti. 1829'da Yunanistan bağımsızlaşmıştı. Arkasından gelen Osmanlı-Rus Savaşı
ile Eflak ve Boğdan da Osmanlı kontrolünden tamamen çıktı. Savaş sonunda
imzalanan Edirne Anlaşması ile "Mora hükümeti onaylandıktan başka, bütün
Çerkesistan ve Ahıska kaleleri Ruslara verilmiş; Eflak topraklarında bulunan
kaleler yıkılarak Eflak Emirliği'ne bırakılmış; Memleketeyn (Eflak-Boğdan) ve
Sırbistan'ın ayrıcalıkları arttırılmış ve sağlama bağlanmış; altı nahiye daha
katılarak Sırbistan sınırları genişletilmiştir."[217] Bu antlaşmanın Rus uyruklulara tanıdığı ticari ayrıcalıklar ise
yerli Hristiyanlar tarafından kullanılmış, Odessa'dan bir pasaport almayı
başaran her Osmanlı tebaası, Rus konsolosluğunun himayesine girmiştir.[218] Bu
pasaportlarla Osmanlı liman kentlerine yerleştiklerini ve "Türkler"i
ticaretten sildiklerini biliyoruz.
Osmanlı'nın bildiği ise, Mora'yı kaybedeceğidir; çünkü gücü yoktur.
Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül- Vukuat'ında "Savaş yapmadan Mora Krallığı
tanınırsa yol olur." saikiyle Yunanistan bağımsızlığına direnildiğini
haber vermektedir. Savaş yapılmış; ancak yine de "yol olmuş"tur. Mora
Krallığı'na karşı gerçek direnişi gösteren zaten Osmanlı değil, Mısır'dır.
Rum ailelerin gücü, Batı'ya yayılmış Elen nüfusuna dayanıyordu.
XVII. yüzyılın ortalarından itibaren Batı'ya ve Doğu'ya göçen Helenler önemli
bir diaspora oluşturmuştu. Yahudilerle rekabetleri, onların da "Doğu
Akdeniz'in Yahudileri" haline gelmesiyle yakından ilintiliydi. Richard
Clogg Modern Yunanistan Tarihi'nde şöyle anlatıyor:
"Yunanlılar bir diaspora halkıdır. Osmanlı yönetimi sırasında gelişen göç
hareketleri günümüze de taşınmıştır. Daha bir Yunan devleti ortaya çıkmadan
önce, XVIII. yüzyılın sonlarında, Yunan tüccarları Doğu Akdeniz'de, Balkanlarda
ve Hindistan gibi uzak topraklarda bir ticaret imparatorluğu kurmuşlardı. XIX.
yüzyılda göçler hızla Mısır'a, Güney Rusya'ya; yüzyılın sonlarındaysa Amerika
Birleşik Devletleri istikametinde gelişti... Ülkelerindeki yoksunluk onları
dışarı yöneltmişti ve çoğu önce yurtdışında birkaç yıl kadar kalmayı, sonra
anayurda kesin dönüş yapmayı düşünüyordu. Ne var ki pek çoğu göç ettikleri
ülkelerde kaldılar, iç savaş döneminde ABD'nin yasaları göçmen akışını
sınırlarken, Yunanistan Küçük Asya'dan, Bulgaristan'dan ve Rusya'dan gelme bir
milyonu aşkın sığınmacıya kucak açtı."[219] Demek ki Osmanlı içinde bir değil, iki "diaspora halkı"
barınıyordu. İkisi de ticaret yapıyordu ve bu nedenle rekabet halinde idiler.
Diaspora halkından biri, diğerini tasviye etti.
Elen göçü var; yalnız göçü sadece dışarıya doğru almak doğru
değildir. Edirne Antlaşması ile birlikte bir kısmının imtiyazlarıyla birlikte
Sultanın topraklarına döndüğünü biliyoruz; dönenlerin çoğu tüccarlardır. Öte
yandan, Anadolu Rum halkının XIX. yüzyıl boyunca yoksulluktan göçmüş olduğunu
anlıyoruz. Sadece Avrupa ve Amerika'ya değil, daha çok Pontus'tan olmak üzere
Rusya'ya da. Bunların yerine, Osmanlı içinde filizlenen Elen ticaret
burjuvazisi ve adamları geldi. Çoğu Avrupa devletlerinin pasaportunu taşıyor ve
bu da onları vergiden muaf kılıyor, ticari ayrıcalıklar tanıyordu. O tarihlerde
Anadolu'daki Elenlerin sayısı ne kadardı? Nakracas'a göre 1939'da Tanzimat'ın
ilanıyla Mora'dan ve adalardan Anadolu'ya önemli miktarda göç yaşanmış,
Anadolu'daki Ortodoks Hristiyanların sayısı XIX. yüzyılın sonuna doğru 2
milyona ulaşmıştı.[220] Demek, Anadolu'da erken bir mübadele olmuş; gidenlerin yerine
gelenler, ezenlerin kimliğiyle gelmiştir. Olmuşsa, Anadolu'daki Türkler ile
Yunanlıların mücadelesi de budur.
Hristiyanlık değilse, modern Yunanlığın ayırıcı özelliği nedir?
"Fransız İhtilali'nden önce, Yunanistan'ın ana kara kesimindeki nüfusun
çoğunluğu, belirgin ulusal kimlikler olmaksızın Arnavutça, Ulahça ve Slavca
konuşan sakinlerden oluşuyordu. Yunanca konuşan sakinlere gelince, onların da
sırasıyla büyük bir oranı Flamanların, Katalanların, İtalyanların,
Fransızların, Almanların, Mora Slavlarının, Yahudilerin vs. Yunanlılaşmış
torunlarından oluşuyordu."[221] "Elen ulusu", Avrupa tarafından icat edilmişti. Atina
köyü bu icat nedeniyle başkent olarak seçildi. Ellerine geçirdikleri her türlü
olanakla Türkçe konuşan ve büyük ölçüde Türkleşmiş olan Rumları yeniden
Helenleştirmeye giriştiler. 1850'ye kadar patrikhane ile ilişkiler de askıya
alındı ve bir ulusal kilise kuruldu. Yeni Yunanistan, uzun süre Bizans
deneyimini de hatırlamak istemeyecekti; bu, birlikte olanların ayrı olması için
şarttır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken Yahudiler geriliyor, Yunanlılar
ise ilerliyordu. Yunanlılar ticari avantajlarını siyasi avantaja çevirmesini de
becerdiler. Osmanlı Devleti'nin önemli mevkilerini artık Yahudiler değil,
Elenler tutuyordu. Fenerliler iktidardaydı. Diplomasi 1699 Karlofça
Antlaşması'ndan, 1821'deki ayaklanmaya kadar hemen hemen Elenlerin
yönetimindeydi. Ticaret aracılığıyla Helenleştirdikleri Balkanları, siyasal
olarak da kontrol edebiliyorlardı.[222] Osmanlı da geriye düşürdükleri ise sadece Türkler değildi.
ELEN - İBRANİ İÇ SAVAŞI
Yunan Bağımsızlık Savaşı doruğundayken Osmanlı yönetimi Yeniçeri
Ocağı'nı dağıttı. 1826 yılında, Osmanlı'yı, yüzyıllarca zaferden zafare taşıyan
bir sistem kaldırıldı; "hayırlı olay"dı bu. Yeniçeri kıyımında birçok
Yahudinin de kellesinin alındığını biliyoruz.
1821'de Mora ayaklanması patlak verince Fener Patriği Grigoryos
Babıali'ye getirilerek sorgulandı. Sonra yaftası göğsüne takılarak
patrikhanenin orta kapısında idam edildi. Gerisini Yalçın Küçük anlatıyor:
"Arkası geldi. Patrikten sonra Mora ayaklanması ile ilgileri olduğu
gerekçesiyle tüccar ve eşraftan on beş Rum idam edildi. Bununla da durmadı.
İstanbul'un çeşitli yerlerinde en önde gelen Rum din adamları için sehpalar
kuruldu. Kayseri, Edremit, Tarabya metropolitleri Balıkpazarı, Kaşıkçılar Hanı
ve Parmakkapı'da kurulan sehpalarda ölüme gönderildiler. Resmî idamlar
sürdürüldü; birçok din adamı hayatını kaybetti. Ancak böyle durumlarda
beklenebileceği gibi idamlar resmiyet sınırları içinde kalmadı. 'Bu idamları
görenler, bazı Müslümanlara yaptıkları işkencelerin intikamını almak için
düşmanlıklarından dolayı gözlerine kestirdikleri Hristiyanları idam etmeye
başladılar' İstanbul, bir mezbahaya döndü; beş yıl sonraki büyük kıyımın
provası yaşandı."[223] Bu da bir hayırlı olaydı. Fakat her hayırlı olayda, kellesi giden
ya Yahudiler ya da Rumlardı. "Prova", bunun içindir.
Hayırlar kimin için? "Hayırlı olay"ın Yahudiler için
olmadığı açık… "Yahudiler, eski sistemle bütünleşmiş vaziyetteydiler;
dolayısıyla, Batılılaşma yanlısı Türk ıslahatçılarının bu sistemi tafsiye etme
girişimlerinden ilk dönemlerde büyük sıkıntı çektiler. Bu anlamda II. Mahmut
devri Yahudiler açısından çok önemli bir dönem oldu. Bu dönemin en kayda değer
başarısının, Vakayi Hayriye diye bilinen yeniçeri ordusunun lağvedilmesi
olayının, Yahudiler için hiç de hayırlı olmadığı cemaatin başı (nasi) ve
imparatorluğun önde gelen mültezimlerinden Behor İzak Karmona'nın boğularak
öldürülmesiyle meydana çıkmıştı. Bu, cemaat liderliğinin gerçek anlamıyla
boynunun vurulması demekti."[224] Müslümanlar bir yana bir "din" çatışması var; bunu, bir
çıkar çatışması olarak algılamakta sakınca yoktur. Osmonlı'da ticaret, her
zaman bu iki dinin mensuplarının ellerindeydi ve din de ticarete örtü olmuştur.
Osmanlı toplumunun zenginleri-burjuvaları hep gayrimüslimlerdi. Bu olgunun
Müslümanların egemen olduğu düşünülen bir yapıda ortaya çıkması şaşırıtıcıdır.
Ancak görülüyor, zenginleşenler her durumda iktidara yakınlaşmaktadır ve
Yahudi-Hristiyan iç savaşını bir iktidar savaşı saymakta sakınca bulunmuyor.
Peki, bu iki "hayırlı olay"da Müslümanlara düşen hayır
nedir? İlki, Yunan ayaklanmasıdır; "yol olmuştur", imparatorluğa
başkaldırmanın yolu açılmıştır. İkincisi ise imparatorluğu kurtarmanın yolunu
açamamıştır. Her iki durumda da kazananların arasında "Müslimler"
yoktur. Müslimler, imparatorlukta var mıydı? Şimdi soru budur.
Rumlar, Osmanlı'nın ilerlediği her yerde kapıları açtılar; Doğu
Roma İmparatorluğu, Türk-Rum kaynaşması nedeniyle yok oldu. Yahudilere ise Türkler
bütün kapıları açtılar. Önemli bir sorun yaşandığı kaydedilmiyor. Öyleyse
Türklük ya da Müslümanlık imparatorlukta "yok hükmünde"dedir; hiçbir
kapıyı tutmuyorlar ve hiçbir çatışmaları yoktur. Belki kimliksizdiler, bütün
kimlikleri benimsediler. Belki, bütün kimlikleri benimsedikleri için
kimliklerini hiç kaybetmediler. Bütün eski dinler din, bütün eski peygamberler
peygamberdiler. Kitabı olan herkes kitap ehliydi, cemaati olan herkes
dokunulmazdı. Müslümanlık gibi Türklük de evrendeki her şeyi kutsamaya hazırdı.
Cepheye koştular; Musa aşkına, İsa aşkına ve Muhammed aşkına…
Yahudiliğe daha mı yakındılar? Yahudi kaynaklarına göre öyledir:
"Musevi ve İslam tanrıbilimleri birbirlerine Hristiyanlıktan çok daha
yakındır. Her ikisi de -Hristiyan inancındaki üçlemeye karşılık- kesin bir
biçimde tek tanrıya inanır. Gerek Musevilik, gerekse Müslümanlık İsa'nın
Tanrı'nın oğlu olduğu görüşünü reddeder… Ayrıca her iki dinde yasa dinidir,
Musevilerin Halakha'sı ve Müslümanların şeriatında pek çok ortak nokta bulunmaktadır.
Aynı yemek yasalarına uymakla birlikte -sünni- Müslümanlar Yahudilerin
pişirdiği eti yiyebilirler; farklı kurallara göre olsa da, Yahudiler de
Müslümanlar da sünnet yaparlar; rahiplik kurumu, Musevilerde Kudüs'teki
tapınağın yıkılmasından beri, Müslümanlarda ise hiç olmamıştır."[225] Geçişlerin de
çok kolay olduğunu anlıyoruz; ayrılıkları önemsizdir. "İslam tanrıbilimi
asıl Bağdat'ta, yani Mezopotamya'nın yüzyıllardır Yahudi geleneğinin merkezi
olan bölgesinde biçimlenmiştir. Abdullah ben Salem ve Kaab el-Ahbar gibi bazı
Müslümanlığı kabul etmiş Yahudiler bu çalışmaya katkıda bulundular. Yine Kur'an
ve hadislere ek olarak bir dizi eski İslam din malzemesi bulunmaktadır.
Peygamberle ilgili çoğu Miraç'a bağlanan ve herhalde dönme Yahudiler tarafından
yayılmış öyküler. Bu malzeme, İslam edebiyatında İsrailiyat adıyla geçmiştir.
Bu arada pek çok Musevi-Müslüman tarikatı da oluştu; Sura akademisinin kurucusu
(III. yüzyıl!) Raw'a yakıştırılan şu söz, bu bağlamdadır: 'Yabancı birinin yönetiminde
yaşamaktan, İsmail'in yönetimi altında yaşamak yeğdir!"[226]
Uyum var ve uyum için ilginç bir yaklaşım da var.
"Müslümanlığın başlangıç dönemlerinde birçok ayrılıkçı Yahudi tarikatı
filizlendi. Muhammed, Tanrı tarafından Araplara ya da -Yahudiler dışında- tüm
insanlığa gönderilmiş bir peygamberdi. Bir Arap tanrıbilimci 800'lerde bu
konuda şunları söylüyordu: 'Günümüzde Irak topraklarındaki Yahudiler, Allah'tan
başka Tanrı olmadığını ve Muhammed'in Tanrı'nın elçisi olduğunu kabul
ediyorlar. Ancak onun Musevilere değil, yalnızca Araplara peygamber olarak
gönderildiğini ileri sürüyorlar… Sonuçta herhangi bir Yahudi, Muhammed'in
Tanrı'nın elçisi olduğunu kabul etse de eski dinini bırakıp Müslüman olduğunu
açık biçimde söylemedikçe Müslüman sayılamaz."[227] Bunların ve uzun Yahudi-Arap ortak yaşamının deneyimiyle uyumun,
Hristiyanlardan daha kolay yakalandığı anlaşılıyor.
Oysa Jesus'u Yahuda İskaryot ispiyonlamıştı. Bu Yahudi tarikatını
din yapan da kindi. İki toplumu da diri tutan kinleri oldu. Dinlerini tahkim
ettiler, cemaatlerini kapalı tuttular ve hep çatıştılar.
I. yüzyılın başlarında Yunanlılarla Yahudilerin birlikte
oturdukları Antakya, İskenderiye gibi kentlerde çatışıyorlardı. "Bu tür
tutumların en çarpıcı örnekleri İskenderiye'de yaşandı. Yahudilerin, kendi
gelirlerini azalttığını iddia eden bazı Yunanlılar, Apion adlı bir hatibin
kışkırtıcı konuşmalarıyla, kentte Yahudi karşıtı nümayişler düzenlemeye
başladılar. Roma İmparatoru Caligula'nın 38 yılında, yarı Yahudi olan
Agrippa'yı Yukarı Galilee (Celile) bölgesine vali olarak ataması, Yahudiler
tarafından sevinçle karşılandı. İskenderiye'de çeşitli kutlamalar düzenlendi.
Bu kutlamadan bir gün sonra amfitiyatroda toplanan Yunanlılar, yarım akıllı bir
cüceye Yahudi kralı kıyafeti giydirerek, Yahudilerle alay ettiler. Ardından,
Yahudilerin sinagoglarına Roma İmparatoru'nun büstünü koyarak, Roma'ya
bağlılıklarını göstermelerini istediler. Halbuki İmparator›un kendilerine
bahşettiği ayrıcalık çerçevesinde, Yahudiler bunu yapmak zorunda değillerdi.
Dolayısıyla bu isteği yerine getirmediler. Bunun üzerine kızgın Yunanlılar,
zengin Yahudilere ait evlere saldırarak, 400 tanesini yağmaladılar. Esasen,
kendisi de Yahudi aleyhtarı olan Caligula›nın, olayları bastırmak için bir
girişimde bulunmaması, İskenderiye saldırısının boyutlarının büyümesine yol
açtı. İmparator Caligula›nın yerine geçen Cladius›un çabalarıyla İskenderiye
olayları yatıştı; ancak Yahudiler ile Yunanlılar arasında başlayan güvensizlik
ortamı bundan sonra da devam etti.
Roma İmparatoru Konstantin›in Hristiyanlığı benimsemesinden sonra,
devlet mekanizmasının Yahudilere karşı tutumunda bir sertlik oluşmaya başladı.
483 yılında İmparator Theodosius döneminde hazırlanan kanunla Yahudi karşıtı bir
yapı oluşturuldu. Söz konusu kanunun XVI. kitabının sekizinci ve dokuzuncu
bölümlerinde, Yahudilerin dinsel bayramlarından olan Purim›in kutlanması,
törenler sırasında haç yaktıkları gerekçesiyle yasaklandı. Yine Yahudilerin
Hristiyan köle edinmeleri ve yeni sinagoglar inşa etmelerinin önüne geçildi.
İmparator Jüstinyen'in Corpus Iuris Civilis Kanunları da yeni
ayrımcı hükümler getirdi. Buna göre, Vandallardan fethedilen Kuzey Afrika
topraklarında, Yahudi dininin gereklerini yerine getirmek yasaklandı. Bu
kanunla Yahudi dinsel doktrinine de müdahale edilerek, Torah'ın
yorumlanmasında, Targum'un kullanılması istenirken Mishnah'ın kullanılması
yasaklandı. Yahudiler, Bizans İmparatorluğu döneminde de, çeşitli ayrımcı
uygulamalara tabi tutuldular."[228]
Yahudilerin sahip oldukları ekonomik güç, zaman zaman baskıcı
politikaların kurbanı olmalarına, zaman zaman da devletten destek görmelerine
neden oluyordu. 1229›da İmparator Theodore, Bulgar Çarı II. Ivan Asen›e karşı
açtığı savaşı finanse edebilmek için Yahudilerin mal varlıklarına zorla el
koymuştu. VIII. Michael Palailogos ise Roma ile tekrar bütünleşme girişiminin
Ortodokslar tarafından tepkiyle karşılanması üzerine finansal destek bulabilmek
amacıyla Yahudilere özgürlükler tanımıştı.[229]
Yahudiler için "barış", Osmanlılar ile birlikte geldi.
Orhan Bey, Bursa kentini fethedince, çok sayıda Yahudi ilk Türk başkentine
yerleşti. Mesleki kısıtlamalar yoktu. Edirne'de bir Romaniot cemaati yaşıyordu.
Şehir Osmanlıların eline geçince Yahudi nüfusu hızla arttı. "Yahudilerin
Osmanlı Beyliği sınırları içindeki yaşamı, Orhan Bey'in fetihleriyle
başlamıştır. Bu tarihten önce bir Osmanlı-Yahudi ilişkisi söz konusu değildir.
Bursa, Gelibolu, Ankara ve Edirne Yahudileri, evvelce göç ettikleri bu kentlere
Osmanlı fetihleriyle birlikte geri dönmüşler ve yönetimden hoşnut biçimde
yaşamlarını sürdürmeye başlamışlardır. Bu tutumlarından dolayı onlara, diğer
gayrimüslim cemaatlerden farklı olarak 'kendi gelen' adı verilmiştir. Orhan
Gazi Bursa'yı fethettiğinde, Bizans yönetimi altında yaşayan Bursa Yahudileri
Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamışlardır. Orhan Gazi, Bursa'da Etz
Ha-Hayim (Hayat Ağacı) Sinagogu'nun inşa edilmesine izin vermiştir.
Başkent, Edirne'ye taşındığı zaman, Bursa'dan Edirne'ye sürgün
politikasıyla göç ettirilen Yahudiler, kentin gelişmesine katkıda
bulunmuşlardır. Kentteki Yeşiva (Din Akademisi), tüm Osmanlı kentlerinden
öğrenci kabul eden bir Yahudi eğitim merkezi haline gelmiş, hatta bu merkezde
okumak için Edirne'ye Macaristan, Polonya ve Rusya'dan Yahudi gençleri gelmeye
başlamıştır. Ayrıca kentte, her Yahudi cemaatinin (Romaniot, Eşkenazim,
Karayim) mali, idari ve hukuki işlerinden sorumlu ve aynı zamanda Osmanlı
Devleti'nin temsilcisi konumunda birer hahamın görev yapmasına izin
verilmiştir. Hahamların, Müslüman cemaatindeki dinî görevlilerle aynı
yükümlülüklere sahip oldukları bu dönemde, ilk kez Subaşı ve Başyazıcı unvanı
alan Yahudilere rastlanmaktadır."[230] Hemyönetimde, hem de toplumda yükseldiler. "I. Mehmet
zamanında dönme bir Yahudi olan ve bir derviş ayaklanmasına katılarak sonunda
asılan, Torlak adıyla anılan Samuel ün kazanmıştı. Sultan II. Murat'ın
hekimbaşı olan ve soyu sürekli olarak vergiden muaf tutulan Yahudi bir doktoru
vardı. II. Murat askerlikten muaf tutulmak için vergi ödemeyen Yahudilerden
oluşan bir gayrimüslim kolordusu kurdu (Gareba). Bizanslılara güvenmeyen Fatih
Sultan Mehmet İstanbul'un fethinden üç gün sonra Asya cemaatlerinden Yahudileri
buraya göç etmeye çağırdı, onlara 'ev, toprak ve bağlar' vadetti. II. Mehmet
maliye bakanını Yahudiler arasından seçmişti: Hekim Jakub. Özel doktoru da yine
bir Yahudiydi: Moşe Hamon."[231]
"Yahudi tarihine geçmiş" Osmanlı padişahları vardı ve bu
"altın çağ"a işaret etmekteydi: Sultan Bayezid, "Yavuz"
Sultan Selim, "Kanuni" Sultan Süleyman… Yahudi kaynaklarına göre
Selim, Yahudileri çok seviyordu… Kanuni, Kudüs'ün surlarını yeniden yaptırmış
ve kan iftirası davalarının yalnızca kendi huzurunda görülmesini sağlamıştı.
Yahudiler için koruyucudur ve Kanuni lakabını hak etmektedir. "Osmanlı
Devleti›nin, Yahudi tebaasından son derece hoşnut olduğu, Yahudi göçüne, 1492
yılından önce kapılarını açtığı ve Rumlara ve Ermenilere nazaran daha güvenilir
bulduğu Yahudi tebaasına karşı tutumunun genelde hoşgörülü olduğu sonuçlarına
ulaşmak mümkündür. Bu daveti takiben çok sayıda Alman Yahudisi Osmanlı
İmparatorluğu›na gelmiş ve yerleşmiştir. II. Mehmed İstanbul›u fethettiğinde,
Bizans Yahudileri (Romaniotlar) kendisini bir kurtarıcı olarak karşıladılar.
Bizans›ın son Hahambaşı Moşe Kapsali Türk İstanbul›unun ilk hahambaşısı oldu ve
II. Mehmed tarafından divanına davet edildi."[232]
Aynı kaynağa göre Sultan II. Bayezid İspanya ve Portekiz
göçmenlerini kabul etmekle kalmamış, eyalet valileriyle sancak beylerine
gönderdiği bir fermanla göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir
zarara sebebiyet vereceklerin cezalandırılacağını buyurmuştu. Üstelik
Musevilerin, kendilerine İspanya'yı terk etmeleri için tanınan son tarih olan 2
Ağustos'dan önce ülkeden çıkabilmelerine yardımcı olmak üzere, Piri Reis'in
amcası Kemal Reis kumandasındaki Osmanlı kadırgalarını İspanyol limanlarına
göndermişti.
Görünüşe göre Sultan topraklarındaki ilk sorunlar da böyle başladı.
Yahudi cemaati, Rum rahiplerin baskısı altında kalmıştı. Bunun üzerine
Hahambaşı Moşe Kapsali, padişahı özel bir vergi karşılığında (Rav akçesi)
kendisini Yahudi cemaati için ayrı bir idari ve dinî lider olarak atamaya ikna
etti.
Geldiler ve ummadıkları bir yer edindiler. Yerlilerin tahkim
edilmiş bir dinleri ve kimlikleri yoktu. Oysa onlar "öteki" oldukları
bir çevrede sıkı bir dayanışma ruhu oluşturmuştular. Matbaayı, barut imalatını
ve top dökümünü biliyorlardı. Bunları yükselmek için kullandılar.
İmparatoruluğun ilk matbaası 1493'de İstanbul'da Sefarat David ve Samuel ibn
Nahmias tarafından kuruldu. Barut imali ve top dökümü konularında uzmanlaşmış
Yahudiler, bilgilerini Osmanlı'nın emrine sundular. İspanya'da devlet hizmetlerinde
bulunmuş olanlar dışişleri ve maliyede yer edinmekte zorlanmadılar. Hekimlik
ise öteden beri bir Yahudi mesleğiydi. Saray hekimlerinin çoğu Museviler
arasından seçilmişti. Bunlar arasında Hekim Yakub, Josef ve Mose Hamon, Daniel
Fonseca, Gabriel Buenaventura özellikle sivrilen isimlerdi. Dışişleri alanında
önemli görevlere getirilen Yahudiler arasında Kanuni'nin 'Frenk Bey Oğlu'
dediği, II. Selim için 'Naxos Adası ve Ege Denizi Kiklad Takımadaları Dükü'
olan Josef Nasi özellikle öne çıkmıştı. Nasi, çağının en önemli Yahudisi kabul
ediliyordu. 'La Sinyora' diye anılan teyzesi ve kayınvalidesi Dona Grasya Nasi
de ünlü Yahudilerdendi. Sokullu Mehmet Paşa'nın can dostu ve İnebahtı Savaşı
sonrası Osmanlı-Venedik müzakerelerini yürütmekle görevlendirilen Salamon ben
Natan Eşkenazi, III. Murad tarafından 'Midilli Dükü' unvanı verilen ve
Osmanlı-İngiltere diplomatik ilişiklerinin mimarı Salamon Aben Yaeş, I. Ahmed
döneminde İspanya ile müzakereleri sürdürmek için görevlendirilen Gabriel
Buenaventura, Karlofça görüşmelerine katılan Israel Konian, Ruslara karşı bir
ittifak konusunda İsveç ile müzakere için Köprülü Mehmed Paşa tarafından atanan
Yuda Berberi, altın çağın altın adamları oldular.[233]
XV. yüzyılın sonlarından itibaren Yahudi cemaati Osmanlı
Devleti'nin en önemli aktörlerini içinden çıkardı. Selanik, onların
yerleşmesinden sonra imparatorluğun önemli merkezlerinden biri oldu; zengin
Yahudiler sarayda tutundu. Bunlar arasında Mendes ailesi, özellikle Yasef Nassi
ve Salomon Aben-Ayish gibi son derece güçlü şahsiyetler çıkmıştır… Bu dönemde
44 sinegogu ve 30.000'i bulan Yahudi nüfusu ile İstanbul, Avrupa'nın en
kalabalık Yahudi cemaatini barındıran bir şehir haline gelmişti.[234] Direniş ise
hep Hristiyanlardan geldi.
Osmanlı Yahudiliğinin düşüşe geçmesindeki en önemli nedenlerden
biri, Hristiyanların -özellikle Rumların- Ermenilerin ve Hristiyan Arapların
başlattıkları rekabetti. Hristiyanların sayıca Yahudilerden üstün olmaları;
Yahudilerin Batı ile ticari bağlarının azaldığı bir ortamda, çocuklarını eğitim
için Avrupa'ya gönderebilmeleri ve Yahudilerin aksine hem kendi kilise
örgütlenmeleri hem de Avrupalı Hristiyan devletler tarafından himaye edilmekte
olmaları; Hristiyanların Yahudiler karşısındaki yükselişinin itici güçleriydi.
XVII. yüzyılın ikinci yarısında başlayan "Sabbetay Sevi Hareketi",
konumlarını sarstı. Hahamların otoritesi arttı, ağırlık kazanan skolastik
eğitim sistemi, Yahudilerin modern eğitim sisteminden yoksun kalmalarına yol
açtı. Yahudiler, ticaret sektörü ve yönetim kadrolarındaki yerlerini, Batılı
devletlerin himayesi altındaki Rumlara ve Ermenilere kaptırmaya başlamışlardı.
Bir iç savaştır, öyle okunabildiğini biliyoruz: "Osmanlı
yönetiminin Yahudilere sağladığı en önemli haklardan biri de din değiştirme
konusunda tanınan ayrıcalık olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu›nda başarılı olan
herkes yönetici sınıfına yükselebilme imkânına sahip olmakla birlikte bu
statüyü elde edebilmek için Müslüman olmak bir ön koşuldu. Bu nedenle, yönetici
sınıfına girmek isteyen azınlıklar için din değiştirerek Müslüman olmak bir
zorunluluktu. Hristiyanlar -din değiştirmeleri halinde- kendilerinin ve
babalarının adlarını değiştirerek bir Müslüman adı alırlar ve baba adları da
"Allah›ın Kulu" anlamına gelen Abdullah olarak değiştirilirdi (ör:
Ahmed ibn Abdullah). Öte yandan, Yahudilerin din değiştirmesi halinde kendi
Yahudi ve baba adlarını taşımalarına izin verilirdi. (ör: Isak ibn Abram).
Böylece Yahudilerin yönetici sınıfın içine girmeleri kolaylaştırılmış oluyordu.
Bizans İmparatorluğu›nun yıkılmasında Türklerin tarafını tutan
Yahudilerin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta da birtakım ayrıcalıklara
sahip olmaları, Hristiyan azınlığın onlara karşı tepkisini körüklemiştir.
Özellikle Rumlar arasında, Yahudilere karşı tarihten gelen hoşnutsuzluk devam
etmiştir… Bu hoşnutsuzluk iki biçimde kendisini göstermiştir. Birincisi,
Hristiyan dini liderlerinin; Hristiyan topluluğun haklarını, Yahudi cemaati
aleyhine genişletmek üzere sürekli olarak Osmanlı padişahlarına ve Osmanlı
yöneticilerine başvurmalarıdır. Mesela Rum patrikleri, resmî Osmanlı
törenlerinde hahambaşından önce gelmek için uzun süreli bir mücadeleden sonra,
1697'de Fransız ve İngilizlerin de baskısıyla bu ayrıcalığı elde etmişlerdir.
İkincisi, başta Rumlar olmak üzere, Hristiyan cemaatlerin
Yahudilere karşı giriştikleri fiilî saldırılar ve manevi baskılardır. Bu
saldırılar daha çok, Yahudilerin Pesah (Hamursuz) Bayramı sırasındaki dinî
ayinlerinde Hristiyan çocukları kurban ettikleri söylentilerine dayanmaktadır.
Literatüre kan iftirası olarak geçen bu söylentiler, Roma ve Bizans döneminde
ortaya çıkmış ve Osmanlı döneminde de zaman zaman gündeme getirilerek, Yahudi
cemaatine karşı gerginlik yaratmanın temel dayanaklarından biri olarak
kullanılmıştır. 1215'te toplanan Lateran Konsülü'nde, Hristiyan topraklarında
yaşayan Yahudilere özgü işaretler takmaları zorunluluğu getirildikten sonra, bu
topraklarda Yahudi aleyhtarlığı dinsel bir boyut kazanarak gelişmiştir.
Yahudiler en çok, Hristiyanların ayin sırasında kullandıkları ve
Hz. İsa›nın etini ve kanını temsil eden ekmeği murdar kılmakla suçlanmıştır. Bu
suçlamaya göre, Yahudiler Hz. İsa›nın her türlü tezahürünü önlemek maksadıyla,
ayinlerde kullanılan ekmeği kiliselerden çalarlar, ekmeğe iğne batırırlar, kaynar
suya atarlar ya da harca gömerlerdi. Hristiyanlara göre bunun cezası ölümdü.
Osmanlı tarihinde kan iftirası nedeniyle, Rumların Yahudilere karşı
harekete geçmelerinin birçok örneği bulunmaktadır. Mesela, 1530'ların sonunda
Rumlar Tokat'da bir Yahudi mahallesini, Yahudilerin Hristiyan çocuklarını
kaçırıp, kurban ettikleri bahanesiyle talan etmişlerdir. Padişahın özel doktoru
Moshe Hamon devreye girerek padişahı, o tarihten sonra bu tür davaları yerel
makamların ve hâkimlerin değil, padişahın ve Divanıhümayun›un göreceğine
ilişkin bir ferman yayınlamaya ikna etmiştir.
Buna benzer bir olay, 1663'te meydana gelmiştir. İki
yeniçeri, Hamursuz Bayramı'nın (Pesah) başladığı akşamda babası
tarafından öldürülerek, -suçu Yahudilere atmak için cesedi Yahudi mahallesine
bırakılan- bir Rum çocuğunun Yahudiler tarafından öldürüldüğü yolunda şikâyette
bulunmuştur Bunun üzerine, Fener›de oturan Rumlar ertesi sabah Balat›a gelerek
sinangoga gitmekte olan Yahudilere ve ticarethanelerine saldırmışlardır. Ne var
ki sadrazam, Rum mahallesindeki muhbirleri aracılığıyla olayın gerçek yüzünü
öğrenmiş ve Padişah›ı durumdan haberdar etmiştir. İftira atan iki yeniçeri idam
edilmiş; ancak Padişah olaya müdahale edene kadar 20 kadar Yahudi, Rumlar
tarafından öldürülmüş ve Balat›taki bütün dükkânlar yağmalanmıştır.
…Yahudi ve Rum cemaatleri arasındaki rekabet çok değişik
platformlarda devam etmiştir. Yahudiler ve Rumlar arasındaki mücadele
padişahların tahta çıkarılması konusunda bile yaşanmıştır. Mesela, Sultan II.
Selim›in tahta çıkışının, Kanuni Sultan Süleyman›ın karısı Hürrem Sultan›ın
desteğiyle, Yahudi cemaatinin eşrafından Dona Gracia ve Don Joseph tarafından
finanse edildiği yönünde iddialar vardır. Buna karşılık, Rum cemaatinden
Michael Cantacuzesne, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa›nın da desteğiyle Şehzade
Bayezid'in tahta çıkarılması için mücadele etmiştir.
XVII. yüzyılda Osmanlı merkezî otoritesinin zayıflaması ile Yahudi
cemaatinin gücünü yitirmesinin aynı zamanda gerçekleşmesi bir rastlantı
değildir. Devletin korumasını büyük ölçüde kaybeden Yahudi tüccarları,
uluslararası ticaretteki üstünlüklerini, Avrupalı Hristiyan devletlerin de
yardımıyla birtakım ayrıcalıklar elde eden Rum, Ermeni ve Avrupalı rakiplerine
kaptırarak, oldukça fakirleşmişlerdir. Bu dönemde imparatorluk toprakları
içindeki ticarette üstünlük yine de Yahudi tüccarlardadır. Avrupa'dan ve Uzak
Doğu'dan mallarını getirip satmak isteyen Rum, Ermeni ve Avrupalı tüccarlar, bu
malları Yahudi tüccarlar aracılığıyla satmak durumunda kalmışlardır.
Rumların Yahudilere karşı kullandığı kan iftirası XVIII. ve XIX.
yüzyılda da zaman zaman gündeme getirilmiştir. Mesela 1774'de, Rumların
uyguladıkları baskılar dolayısıyla Selanik'ten kaçarak İzmir›e gelen
Yahudilerin sayısında büyük bir artış olması üzerine, Yahudilerin Hristiyan
kanı ile ayin yaptıkları söylencesinin, Rum ileri gelenleri tarafından kasıtlı
olarak yayılmasıyla kentin Rum ahalisi ayaklanmış ve çıkan olaylar sırasında
İzmir'in Yahudi mahalleleri yağmalanmıştır."[235] Bir yüzyıl sonra, İzmir'in Hristiyan mahalleleri ile birlikte
Selanik'in Yahudi mahalleri bir kez daha yakılacaktır.
İÇ SAVAŞ TANZİMAT'I
1821 ve 1826; ilkinde Helenlerin, ikincisinde Yahudilerin kelle
verdiğini biliyoruz. Ancak ilkinde Yahudi parmağı, ikincisinde Helen parmağı
teşhis edilememektedir. Her yerde çatışan bu iki cemaat hayırlı olaylarda neden
susmuştur?
Susmalarına imkân var mıdır? "O zamanlar Türklük ve Yahudilik
sık bir biçimde birbirine bağlanmıştı. Osmanlıların her zaferi, her yerde sürek
avı yaşayan Yahudilerin soluk almasını sağlamış; Türkiye'nin her yenilgisi
Yahudiler ve Yahudilik için, çifte yenilgi olmuştur."[236] Öyleyse Yunanistan Bağımsızlık Savaşı'nı da Yahudilik için bir
çifte yenilgi sayabilir miyiz? Yeniçerilik kurumu ile büyük ölçüde iç içe
geçmiş olan Yahudi bezirgânlığının 1826'da, Yunanistan'ın kopmasından hemen
önce, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması ile büyük bir darbe yediğini biliyoruz.[237] XVIII. yüzyıl
boyunca yeniçerilere mal satan ve bankerlik yapan Karmona, Acıman ve Gabay
aileleri büyük servetler edinmişlerdir. Yeniçerilerin başsarrafı olan Behor
İsak Karmona da Vakayi Hayriye'nin kurbanları arasındadır. Diğer ailelerin
ekonomik durumları da ciddi zararlar görür.[238] Tanzimat ile ayrıcalıklarını büsbütün yitirdiklerini
söylebiliyoruz. 1856'da Islahat Fermanı ilan edilirken Paris Merkezî Cemaat
Kurulu'ndan Alphonse de Rothschild hazır bulunmuştur.[239] Osmanlı Yahudilerinin çöküşü, bütün Yahudi cemaatleri tarafından
endişe ile izlenmektedir. Hem siyasal hem de ekonomik üstünlük hızla Ermeni ve
Rumlara geçmektedir ve herhalde sözü edilen yenilgilerden biri de budur.
Çökmekte olan Osmanlı ekonomisi en çok Yahudileri arkasından sürüklemiştir.
Yahudilerin Ermeni ve Rumlara karşı rekabet savaşına girebilmesi ancak XX.
yüzyılın başında Alyans okullarının açtığı yolla mümkün olabilir.
Öyleyse, daha işin başında, Helen bağımsızlık hareketinin
karşısında Yahudilerin de bulunması şaşırtıcı değildir. Yunan İhtilali
sıralarında, Türkiye Yahudileri bu ihtilalcilere karşı Türklerle iş birliği
yapmışlardır. Avram Galanti'nin aktardığına göre, Mescidi Aksa'nın tahribinden
sonra, ilk defa olarak silahlı Yahudiler görülmüştür.[240]
Öyleyse, bunların bir karşılığı olması da normaldir. İşte Helen
ayaklanması için kısa bir bilanço: "Mora yarımadasıyla Ege ve
Adriyatik›teki bazı adalarda, Müslümanlarla birlikte Yahudiler de Yunanlı
ayaklanmacıların saldırılarına hedef olmuşlardır. 1830'da Yunanistan›ın
bağımsız olmasıyla sonuçlanacak Yunan ayaklanması 1821'de başlamış olmakla
birlikte, bu tarihten önce de Osmanlı yönetimine karşı küçük çaplı ayaklanmalar
gerçekleştirilmiştir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren meydana gelen
bu tür olaylarda, Yunanlı asiler ve çeteciler, Müslüman ve Yahudi nüfusa karşı
sistemli saldırılar yürütmüşlerdir. Bu eylemler sonucunda, Eğriboz (Chalkis),
İstifa (Thebes) ve İnebahtı (Navpaktos) Yahudileri tamamen yok edilmiştir.
Yunan ayaklanmasının başlamasıyla birlikte, Müslümanlara ve
Yahudilere yönelik saldırılarda çok önemli bir artış olmuştur. Eylül 1821'de
Mora'daki Tripolitza kentine saldıran Yunanlılar, 5.000-8.000 Yahudiyi de
barındıran 30.000 nüfuslu bu kenti tamamen yakıp yıkmışlar, kentte sakinlerinin
ancak üçte birinden azı bu katliamdan kurtulabilmiştir. Saldırı sırasında
Müslümanlarla Yahudiler, Yunanlılar tarafından hiçbir ayrım gözetilmeden
öldürülmüştür. Tripolitza Katliamı, 1821 baharında, Eflak ve Boğdan›da başlayan
bu tür eylemlerin devamı niteliğindedir. Bu bölgede yaşayan Rumlar, Ulahlarla
birlikte yüzlerce Yahudi ve Müslümanı katletmişlerdir. Tripolitza'da öldürülen
Yahudilerin sayısı 1.200'dür. Mora adasının tümüne bakıldığında ise bu rakam
5.000'e tırmanmaktadır. Tripolitza katliamına şahit olan İngiliz John Hartley,
katliamı 'Yahudi kanı Türk kanıyla karışıp işgal edilen şehrin sokaklarında
aktı. İshakoğulları ve İsmailoğullları aynı kaderi paylaştılar...' cümleleriyle
tasvir etmektedir. Yunan ayaklanmasının sona ermesinden ve Bavyera Prensi I.
Otto'nun krallık tahtına oturtulduğu Yunanistan Krallığı'nın kurulmasından
sonra da Yahudiler, Yunanlıların saldırılarından kurtulamamışlardır. Yahudilere
karşı gerçekleştirilen eylemlerin en çarpıcı olanlarından biri de 1847'deki
Pacifico Vakası'dır. Geleneksel olarak Yunanlılar, Ortodoks Paskalya Yortusu
esnasında Rumca 'Yahudi' olarak adlandırdıkları Judas›ın bir kuklasını yaparak,
bunu sokaklarda gezdirmekte, bu esnada kukla halk tarafından taşlanmakta ve
daha sonra da yakılmaktaydı. Bu olay sırasında zaman zaman Yahudilere ve Yahudi
mahallelerine de saldırılarda bulunulmaktaydı. 1847 Paskalyası'nın öncesinde,
Yahudi kökenli İngiliz Baron Rothschild, bir kredi konusu için Atina'yı ziyaret
edeceğinden, Yunan hükümeti, söz konusu kukla gezdirme 'töreni'ni iptal etti.
Bunun üzerine halk galeyana gelerek, Atina'daki Sefardim Yahudilerinden David
Pacifico›nun evine saldırdı. İngiltere vatandaşı olan Pacifico, saldırıdan
canını zor kurtararak İngiltere konsoloshanesine sığındı. İngiltere hükümeti, Pacifico›nun
mülküne verilen zararın tazmin edilmesini defalarca istedi. Nihayet 1850'de
İngiltere donanmasının Pire limanını ablukaya alması üzerine Yunan hükümeti,
zarar gören Yahudiye tazminat ödemeyi kabul etti."[241] Yahudilerin Elenlerin önünde bozgun yaşadığı görülmektedir. Peki,
Tanzimat'ı çatışmanın neresine oturtacağız?
1839 yılında Tanzimat Fermanı'nın ilan edilmesi, Yahudi cemaatinin
düşüşünü geri dönülmez bir yola sokmuştu. 1856 Islahat Fermanı da reformlara
karşı olan hahamlar tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Islahat Fermanı
Yahudilerden çok, Batılı devletlerin himayesi altında olan Rumların ve
Ermenilerin işine yaramıştı. Yahudilerin devlet yönetiminden ve ticaretten
tasfiyesi böylece hızlandı. "Yahudilerin sosyal ve ekonomik sorunları bu
dönemde hâlâ çözülememiş ve son derece tutucu olan hahamlar ile reformistler
arasındaki mücadele devam etmiştir. Reform yanlılarının çoğunluğunu, XVII.
yüzyıl ortasında Livorno'dan gelerek Tunus, Balkanlar ve Anadolu'daki liman kentlerine
yerleşen Portekizli Yahudiler (Frankos veya İbranice Gornim) oluşturmaktaydı.
XVIII. yüzyıl ortasında İstanbul'dan ayrılıp, Viyana'ya yerleşen; ancak Osmanlı
kimliğini kaybetmeyip, İstanbul'la ilişkilerini kesintisiz sürdüren küçük bir
Sefardim grubu da reformistleri desteklemekteydi. Reformist-tutucu mücadelesi
1862'de kriz noktasına ulaştı. Osmanlı makamlarının duruma el koymasından sonra
bu mücadele; tutucuların zaferi, reformistlerin ise hapsedilmesiyle sonuçlandı.
1865'de yürürlüğe giren 'Hahamhane Nizamnamesi', bir süre önce
Ermeni cemaati için düzenlenen 'Cemaat Nizamnamesi'nin örnek alınmasıyla
hazırlandı. İki nizamname arasındaki tek fark, Ermenilerin kendi
nizamnamelerini kendilerinin hazırlamalarıydı. Osmanlı makamlarının, 'Hahamhane
Nizamnamesi'nin uygulaması için yaptığı baskıya rağmen, hahamların karşı
koyması sonucu nizamname uygulanamayarak ölü bir belge haline geldi. Böylece
hahamlar cemaatin denetimini tekrar ele geçirdiler. Hahamların üstünlüğüne,
ancak XIX. yüzyıl sonunda faaliyetlerine başlayan, Alliance Israelite
Universelle'in (Evrensel Yahudi Birliği), Osmanlı Yahudi cemaatini sosyal,
ekonomik ve kültürel alanlarda kalkındırma çabaları sayesinde son verilecektir.
Bu dönem, Osmanlı Yahudi cemaatinin, Aydınlanma dönemidir."[242]
Bu tarih, Yahudi kaynakları ile çakışmaktadır. Bir Yahudi kaynağı
1453'ü Osmanlı Yahudileri açısından altın çağın başlangıcı sayıyor. Bunun bitiş
tarihi 1602'dir ve 1856'ya kadar olan dönem çöküş sayılıyor. Bu tarihten II.
Dünya Savaşı'na kadarki dönem ise yeni bir başlangıç sayılmaktadır.[243] Arada
sorunların halledildiğini ve Hristiyan direnişinin kırıldığını varsayabiliriz.
Çöküşün başlangıcı ise herhalde "Vakayi Hayriye" dir.
Groupler'e göre Selanik ve İstanbul Yahudilerinin yeniçerilerle yoğun
ilişkileri vardı. Ocak bezirgânlığı ocak kaldırılana dek birkaç Yahudi
ailesinin tekelindeydi. Yeniçerilerin lojistiğini Yahudi aileler sağlıyordu.[244] Bir başka
kaynakta ise şunlar anlatılıyor: "…Yahudiler sarraflık, mültezimlik ve
toptancılık da yapıyorlardı ve özellikle yeniçeri ordusuyla çok yakın bir
ilişki içindeydiler. Sık sık kazan kaldıran yeniçerilerin bu hareketlerinden
herkes gibi Yahudiler de zarar görüyordu; ancak birçok Yahudi tüccar ve banker,
bu ordunun iaşe işi sayesinde zenginleşmişti. XIX. yüzyılın başlarında Gabay,
Acıman ve Karmona ailelerinin -ki bunlar aynı zamanda Yahudi cemaatinin
liderliğini yürütmekteydiler- sarraflık yaptığı ve yeniçerilerin finansmanı ile
yakından ilgili oldukları bilinmektedir."[245] Bu da imparatorluğun en önemli askerî gücünü kontrol edebildikleri
anlamındadır.
Hayırlı vakanın ardından başka birçok tüccar Yahudi de öldürülmüş,
mallarına el konulmuştu. Yeniçeriliğin tasfiyesi, Yahudi bezirgânların
tasfiyesi ile birlikte olmuştu. Bu gelişmelerden sonra cemaatin ciddi bir mali
bunalım yaşadığı haber veriliyor.[246]
Yahudi bankerlerinin silinişi ise en çok Ermeni sarrafların önünü açmıştı;
Yahudilerin düşüşü, Ermenilerin yükselişi anlamına geldi. Uluslararası
ticarette ise liderlik Rumların elindeydi. Birbirlerine diş bilediklerini ve
kin biriktirdiklerini artık biliyoruz. Gerisini "Semitik" bir
kaynaktan izliyoruz: "Art arda gelen bu rejim değişiklikleri, Türk-Yahudi
ilişkilerinde bir değişim yaratmamıştır. Osmanlı Devleti'nde, Türk-Rum ve
Türk-Ermeni ilişkilerinin aksine, Türk-Yahudi ilişkilerinde daima egemen olan
şey 'güven duygusu' olmuştur. II. Abdülhamid, uyguladığı baskılar dolayısıyla,
Rumlar ve özellikle Ermeniler tarafından, sık sık suçlanmış; fakat Yahudiler,
Sultan'dan herhangi bir şikâyette bulunmamışlardır. Alliance Israelite
Universelle'in Osmanlı topraklarındaki okullarının müdürleri, Paris'teki
merkeze gönderdikleri mektuplarda, Abdülhamid'in 'zorba' bir padişah olduğunu;
ancak 'antisemit' olmadığını ve 'Yahudileri koruduğunu' yazmışlardır.
Abdülhamid döneminde, Tan gazetesi muhabirinin Yahudi cemaati hakkında yazdığı
makale, Osmanlı makamlarının bu cemaate olan güven duygusunu ortaya koymaktadır
: 'Yahudilerin, Batı'nın kültürel değerleriyle tanışmalarında Batı'daki Yahudi
eğitim kuruluşlarının, XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı
Yahudilerini eğitme sürecine girmelerinin büyük payı oldu. Ancak, bu eğitim kurumlarının
amaçları milliyetçi duyguları uyandırmaktan ziyade, Yahudi gençlerinin,
yaşadıkları topluma yararlı birer fert olarak yetişmelerinin sağlanmasıydı. Bu
kuruluşlar, genç Yahudileri Batı felsefesi doğrultusunda eğitti ve Yahudi
kimliğini onlara öğretti. Ancak genç Yahudilerin birçoğu, bu kuruluşlar yerine
Osmanlı okullarına gitmeyi yeğlemişler, özellikle tıp ve hukuk fakültelerini
tercih etmişlerdir. Buralardan mezun olan Yahudi gençler, zamanla Osmanlı elit
tabakası içerisine girerek; bakan, büyükelçi ve vali unvanları almışlar;
böylece Osmanlı Devleti'nin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında etkili olmaya
başlamışlardır. Özellikle Yahudi tüccarlar, iktisatçılar ve doktorlar önemli
konumlara gelmişlerdir."[247]
Fakat bundan önce hep baskı var. Özellikle Osmanlı Devleti'nde
özerk bir statü kazanmış olan Romanya ve Sırbistan'da Yahudiler büyük bir baskı
altındaydılar. İngiliz konsolosunun 1867 Martında gönderdiği bir rapora göre,
Belgrad Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu, Yahudileri 'Türklerin casusu ve gizli
ajanı' ilan etmiş ve onlara savaş açmıştı.[248] İçeride de kanlı çatışmalar sürüyordu. "Abdülaziz'in
padişahlığı döneminde, 1865'de İstanbul'un Kuzguncuk semtinde yaşayan Rumlar,
mahallelerinde bir Rum çocuğunun kaybolması üzerine, çocuğun Yahudiler
tarafından, kurban edilmek için kaçırıldığı şaiyasını yaymış ve buna kulak
veren çok sayıda Rum, Yahudi evlerine saldırmıştır. Çocuğu aramak bahanesiyle
evlere giren Rumlar, 300 Yahudiyi öldürmüştür. Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin
Paşa, olayları zorlukla kontrol altına alabilmiştir. Yapılan soruşturma
sonucunda, iddianın mesnetsiz olduğu ve Rumlar tarafından uydurulduğu
anlaşılmıştır."[249] İçeride ve dışarıda Osmanlıların geri çekildiği ve yetişemediği
her yerde eziliyorlardı. Tıp ve hukuk okuyan Yahudiler, ihtilalci Osmanlıların
en dinamik unsurları oldular; Türklerlerle bir daha kaynaştılar. Bu tarihten
sonra yeniden "iktidar" olduklarını anlıyoruz. "İttihatçı hükümetin,
özellikle Talat Paşa Kabinesi'nin Filistin'de kurulan siyonist kolonilere
kolaylıklar sağladığı; Talat Paşa'nın, Arap-Yahudi sürtüşmelerinde Yahudilere
yakınlık göstererek, göçmen Yahudilerin birçoğuna Osmanlı vatandaşlığı
verilmesi hususunda etkili çabalar sarf ettiği yönünde bilgiler bulunmaktadır.
Bu tutumlar, zaman zaman Parlamento'da eleştirilere yol açmıştır. Mesela Rum
Kosmidi Efendi, yaptığı bir konuşmada kabineyi eleştirerek, Yahudilere kültürel
ve hukuksal özerkliğin tanınmasının yanlış olacağını söylemiştir. Bu
tartışmaları basına da yansımış; Ahmet Ağaoğlu, Esad Bey, Dr. Abdullah Cevdet
gibi 'Türkçüler', Yahudilerin yanında yer almış; siyonizmin yabancı güçler
tarafından manipüle edildiğini savunan Ali Kemal ise İkdam ve Peyam
gazetelerinde anti-siyonist bir tutum takınmıştır."[250] Bu durum, Yahudilerin iktidarı paylaştıkları "Türkçüler"
ile birleşerek 1826'da kaybettiklerini geri almaya başladıkları anlamındadır.
Savaş dış savaşla birleşince, 1914'te büyük tasfiyenin başlama vuruşu
yapıldı; bunu biliyoruz. Hristiyan Ermeniler ve ardından Hristiyan Rumlar
Anadolu'dan sürüldüler. Bu, gerçekten de "yeni bir başlangıç"tır.
ÇATIŞMA BÖLGELERİ: İZMİR VE SELANİK
Dünyadaki en kalabalık Yahudi nüfusu barındıran Rusya, Yahudileri
büyük bir baskı altında tutuyordu. Almanya ise siyonizmi Orta Doğu'da ilerlemek
için bir kalkan olarak kullanmaya çalışıyordu. Siyonistler, Almancayı resmî dil
yapmayı kabul edecek kadar Almancıydılar. İngiliz ve Fransızlar ise Osmanlı
ticaretini kontrol eden Rum ve Ermenilere yakındılar. Her iki Hristiyan halkın
tüccarları da, bu iki devletin ticari ortaklarıydı. Rusya da öteden beri her
iki halkı kollama politikası izliyordu. Osmanlı İmparatorluğu, İttihat ve
Terakki'nin oldubittisiyle Rusya'ya saldırdı. Saldırı ile birlikte büyük
Hristiyan tasfiyesi de başlamıştı; bunu, "yeni başlangıç"a uygun
sayabiliriz.
Bunlar, "Türkçülük"ün doğuş yıllarıdır; yeni bir
başlangıç için "kimlik" şarttır ve böylece "Türkler"in ilk
kez bir "ulusal" kimliği olmuştur. "Türkçülük ve Siyonizm"
bölümünde bu kimliğin nasıl inşa edildiğinin öyküsü var.
Böyle bir savaşı yürütmek için Yahudilerimizin bir
"nüfus" sorunu vardı; "kimlik" yaratmak, müthiş bir
müttefik yaratmak anlamındadır. Yalnız, yine de "çatışma bölgesi"
sınırlı kalmıştır. "Özneleri"ni düşündüğümüzde, savaş alanını İzmir
ve Selanik'in dışına taşımaya çalışmak yalnızca karışıklık yaratmaktadır. Bu
durumda iki yangın teşhis edebiliyoruz. Birincisi İzmir yangınıdır; bunu
biliyoruz. İkinicisi Selanik yangınıdır ki bu daha az bilinmektedir. Çatışma
varsa, yangın kaçınılmazdır.
Selanik yangını İzmir'den öncedir ve şöyle anlatılıyor:
"Birinci Dünya Savaşı sırasında Selanik'te meydana gelen en önemli
gelişme, 5 Ağustos 1917'de çıkan ve birkaç saat içerisinde kentin Müslüman ve
Yahudi mahallelerini tamamen tahrip eden yangındır. Kentin ticari merkezlerinin
de yok olduğu yangında, 52.000 Yahudi ve 11.000 Türk, evlerini ve iş yerlerini
kaybetmişlerdir. Yangının nasıl çıktığı ve nasıl bu denli hızlı yayıldığı
açıklık kazanamamıştır.
New York Times gazetesinde, yangından iki yıl sonra yayımlanan bir
yorumda, "Hükümet hiçbir zaman tatmin edici bir açıklama yapmadı.
Atina'nın liberal eğilimli günlük bir gazetesinde, yangından ve Makedonya'nın
kadim gettosunun yok olmasından duyulan mutluluğu yansıtan haberler yer aldıça,
Selanikliler doğal olarak şüphelerini bu yöne çevirdiler." denilmekteydi.
Yangının çıkış nedeni ne olursa olsun, yangın sonrasında yaşanan
gelişmeler; olayın Yahudilere değil, Yunanlılara bazı avantajlar sağladığını
göstermektedir. Yangından bir hafta sonra hükümet, tahribata uğrayan tüm
alanları kamulaştırmış ve kentin yeniden imarı için bir plan hazırlamıştır.
Ancak, bu plan çerçevesinde yeni binalar inşa edilirken, yangından mağdur olan
Yahudiler ve Müslümanlar, Yunanlılarla eşit haklara sahip olamamışlar ve yeni
Selanik'ten dışlanmışlardır. Mahallelerini kendileri inşa etmek isteyen
Yahudilerin işleri, hükümet tarafından bilinçli olarak yavaşlatılmıştır."[251] Yangın, demek
ki düşmandan bir kurtuluş yoludur. Buna, "Bir savaş biçimidir"
demekte de bir sakınca yoktur. İzmir'i kim yaktı? Bilge Umar'a göre yangının
sorumluluğunu Türkler, Yunanlıların ya da Ermenilerin; Yunanlılar ve Ermeniler
ise Türklerin üzerine yüklemektedir. Yazar ise yangında Türklerin ve
Ermenilerin ortaklaşa sorumlu olduğunu düşünmektedir. Bilgece bir tutum… Çünkü
yangını Yunanlıların çıkarttığına değin bir işaret yoktur. Umar, "İzmir'e
doğru çekilirken, yolları üzerindeki bütün şehir, kasaba ve köyleri ateşe veren
Yunanlılar, beklendiğinin ve korkulduğunun aksine, İzmir'den ayrılırken şehri
yakmadılar. Yangın, onların ayrılmasından (8 Eylül 1922) tam 5 gün sonra, 13
Eylül günü başladı."[252] demektedir. Fakat bu deyişten bazı sorunlar çıkmaktadır; yangını
"bekleyen" ve yangından "korkanlar" kimlerdir? Eğer
"bekleyen ve korkan"lar Türkler ise, İzmir neden Yunanlılar
çekildikten sonra yakılmaktadır?
Bilebildiğimiz, İzmir'in Ermeni mahallelerinden yanmaya
başladığıdır. Önce "iş birlikçiler" yakılmıştır. "9 Eylül 1922
günü ve onu izleyen iki gün, şehrin diğer bölümlerinde olağandışı yangın
olayları görülmediği halde, Ermeni mahallesinde 30 yıllık itfaiye
istatistiklerinde görülmeyen sayıda yangın çıkmış; fakat bunlar
söndürülebilmişti. 13 Eylül günü aynı yerde başlatılan yangın ise söndürülemedi
ve İzmir'in yarısını bir kül yığınına çevirdi."[253] Şehrin yarısı, kuşkusuz Ermeni ve Rum mahalleleridir. Yangından
kurtulan diğer yarıda ise elbette Türk ve Umar'ın adını anmadığı Yahudi
mahalleleri vardır: "... 8 Eylülde İzmir'i boşalttılar. Kentin Türklerin
eline geçmesinin ardından 30.000 kadar Yunan ve Ermeni kökenli Hristiyan
katledildi. Çıkan büyük yangında yalnızca Türk ve Yahudilerin yaşadıkları
semtler ayakta kaldı."[254]
İzmir ve Selanik'te bir savaş ve bir yangın saptaması
yapabiliyoruz. Ancak yangın için savaş şarttır ve savaşı "Türkler ile
Yunanlılar" arasına sıkıştırmanın mümkün olmadığı görülmektedir.
Selanik'te savaşın tarafları Karşıyaka'dan nettir: "Yunan ordusunun
Selanik'in dış mahallelerini ele geçirmeye başladığı, 27 Ekim 1912'de yerel bir
Rum gazetesi olan Embros bir haber yayımlayarak, bazı Yunan askerlerinin
yediklerinden zehirlendiklerini ve bunun Yahudilerin bir komplosu sonucunda
olduğunu duyurdu. Henüz herhangi bir soruşturma bile yapılmadan yayımlanan bu
haber, Rumların Yahudilere karşı harekete geçmesi için yeterli oldu.
Asıl olaylar, Yunan ordusunun kenti tamamen ele geçirmesinden sonra
başladı. Selanik kentinin Türk komutanı Tahsin Paşa'nın 9 Kasım 1912'de teslim
olmasından hemen sonra; önce Yunan birlikleri, ardından da Bulgar ordusu kente
girdi. Bunu fırsat bilen yerli Rumlar, büyük bir fanatizm örneği sergileyerek
Türk ve Yahudi mahallelerine saldırmaya başladılar. Yunan askeri, birlikleri ve
saldırıları engelleyecek yerde, çoğu zaman fanatik Rumlarla birlikte hareket
ettiler. Olaylar tam bir pogrom niteliği taşıyordu. 50'den fazla kadının ırzına
geçildi. Yahudilere ait 400 dükkân ve 300 ev yağmalandı. Yağmalamaya karşı
koymaya çalışanlar öldürüldü…"[255] Selanik'te Yunanlılar için asıl düşman Yahudilerdir ve yangında
yanmışlardır.
Aynı kaynak Karşıyaka'da da cephenin söylendiğinden geniş olduğunu
belirtmektedir. İzmir'de ve Anadolu içlerinde Yahudiler de cephededir ve
yangından önce savaşın içindedirler: "Yahudi Cemaati, İstanbul'un İtilaf
devletlerince işgalini izleyen ilk günlerde Türklere olan bağlılığını
göstermiştir. İşgal altındaki İstanbul'da dahi, Avram Galanté ve Behor Haim
Bejerano gibi önderlerin izindeki Yahudilerin çoğu, İstanbul hükümetinin İtilaf
kuvvetlerinin dayatmalarına boyun eğmesini kabul etmemişlerdir. Yahudilerin bu
tutumu, ilk kez açık olarak, İstanbul'un işgalinden on ay kadar önce, Mayıs
1919'da İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi sırasında sergilenmiştir.
Kanlı işgali protesto etmek üzere ilk toplu gösteri İzmir'deki Yahudi
Mezarlığı'nda gerçekleştirilmiştir. Bu tarihten sonra bazı Yahudiler İzmir'i
terk ederek, Anadolu'nun içlerine geçmişler ve ulusal direnişçilere
katılmışlar; bu süre zarfında cemaatin önderlerinden olan Haim Nahum da Mustafa
Kemal ve direnişçilerle iş birliği yapmıştır… Yunan ordusunun, Türklere ve
Yahudilere eşit derecede nefret duyduğu, İzmir'in ve diğer Anadolu kentlerinin
işgali sırasında bariz biçimde görülmüştür. Batı Anadolu'da binlerce Türk ve
Yahudi katledilmiş, özellikle İzmir ve Bursa'nın işgali sırasında Türklerin
yanı sıra birçok Yahudi de öldürülmüştür. İzmir'deki Alliance Israelite
Universelle Erkek Okulu'nun müdürlüğünü yapan Albert Nabon, 6 Temmuz 1919'da
Alliance'a verdiği raporda, 'Şehir ateşe verildi. Yerel halkın elinden bütün
varlıkları alındı. Yiyecek yokluğu tüm halkın olduğu gibi din kardeşlerimizin
de çok sıkıntı çekmesine sebep oluyor' cümleleriyle karşı karşıya kalınan
durumu açıkça ortaya koymaktadır. Nabon aynı raporda, İzmir'in yanı sıra Aydın,
Bergama ve Manisa'daki saldırılar sonucu halkın yiyeceksiz ve ilaçsız kaldığını
ve bu sebeple buralardan gelen birçok kişinin de okula sığındığını da
anlatmaktadır. Nabon, Yunanlıların özellikle fes giyen Yahudileri
kurşunladıkları ve Yahudi mezarlıklarını tahrip ettikleri bilgilerini de
vermektedir.
İzmir'in ardından, Anadolu'nun içlerine doğru ilerleyen Yunan
kuvvetleri, Yahudilere karşı ikinci en büyük kıyımı Manisa'da
gerçekleştirmişlerdir. Yüzlerce yıldır, Müslümanlarla birlikte, sorunsuz bir
yaşantı süren Manisa yahudi cemaati, 26 Mayıs 1919'da kenti işgal eden Yunan
ordusunun mezalimi ile karşılaşmıştır. Sağ kurtulabilenler, başka kentlere göç
ederken, Manisa'daki Yahudi varlığı bir daha eskisi gibi olamayacak biçimde
tahrip edilmiştir. Yunan ordusunun, 19-20 Haziran 1919 tarihlerinde Nazilli'de
gerçekleştirdikleri harekâtta da, yüzlerce Türk''ün yanı sıra 16 Yahudi de
öldürülmüş, camiler gibi Nazilli sinagogu da yakılmıştır."[256] Demek ki
İzmir'de olmasa bile, Yunan ordusunun geri çekildiği diğer kentlerde yangında
Yahudiler de vardır. İzmir, Manisa ve Bergama'da Yahudilere ait ev ve iş
yerlerinin yanı sıra birçok sinagog, yeşhiva ve hastane yakılmıştır. İşgal
edilen bölgede yaşayan Yahudiler göçe zorlanmışlardır.
Savaş sonunda göç ettirilenler göç ettirilmiş, Hristiyanların izi
Anadolu'dan silinmiştir. Büyük mübadeleden sonra, Yunanistan'daki Yahudi
izlerinin de silindiğini biliyoruz. Bunu, iç savaş tanzimatının sonu sayabiliriz.
ANADOLU'DA ERKEN NÜFUS DEĞİŞİMİ
Peki, Türklerle Helenler arasında hiç çatışma olmadı mı? Olmadı
demek elbette mümkün değildir. Ancak, bu tartışma Yunan Bağımsızlık Savaşı'ndan
sonra Anadolu'nun Rum nüfusunun büyük göçü olmadan yürütülemez. Bu tarihten
sonra Anadolu'nun Rumları göçmüş ve yerine büyük ölçüde Moralı Helenler
gelmiştir. Gelirken, ayrıcalıklarını da beraberinde getiren Helenler ile
Türkler arasında bu yüzden kin biriktirilmiştir.
Tarihçi Gerasimos Augustinos, ilk göçü şöyle anlatmaktadır:
"Küçük Asya kıyı şehirlerinin, Rumları iç bölgelerden göçe teşvik eden
elverişli ticari fırsatları, Yunan Krallığı vatandaşları ile birlikte Ege'deki
adalıları da davet ediyordu. Uygun iklimi ve hâlâ seyrek nüfusuna karşın
birazcık ünü olan çok az sayıda ticaret merkezine sahip, toplumsal düzen
yönetsel yeterlilik sorunuyla boğuşan bir hükümetin yönettiği Yunanistan, ilk
zamanlardaki umut vadeden ülke özelliğini kaybetmeye yüz tutmuştu. Osmanlı
İmparatorluğu'nun yoğun nüfuslu bölgelerinde kişisel emniyete yönelik
tehlikelerin az olması ve yetkililerin halkların özel meselelerine keyfî olarak
müdahalede bulunmamaları; çok sayıda Rum'un, Sultan'ın topraklarında kalmasına
ve diğerlerinin, daha iyi ekonomik fırsatlar için Yunan Krallığı'ndan göç etmesine
yetecek sebeplerdi.
Yunan ayaklanmasından sonra ortam durulup Müslümanların
misillemelerinin son bulduğu dönemde canlarını kurtarmak için kaçmış olan
birçok Rum, artık ana yurtlarına dönmeye başlamıştı. Bu durum bağımsızlık
savaşında korkunç bir bedel ödemiş olan adalılar için de geçerliydi. 1840'ların
başlarında binlerce Rum, Sultan'ın nüfuz alanına yerleşmek için Yunan
topraklarından ayrılmış ve adalara gelmişti. Aralarında ayrıca, günümüzde
Yunanistan Devleti'ne bağlı Kiklad Takımadaları'nda (Cyclades) sığınmış olan
Psara vatandaşları da bulunmaktaydı.
Küçük Asya'nın batı kıyısına yakın adalardaki, çoğunluğunu Rumların
oluşturduğu nüfus; devrim sırasında büyük maddi zarara uğradığından, yeni
olanaklar arayışı artmıştı. Hemen yakındaki ana kara, gelişen ticari merkezleri
ve artık büyük kısmı işlenmekte olan verimli geniş topraklarıyla bu talep
sahiplerine göz kırpıyordu. 1830'lu yıllarda, iş gücüne ihtiyaç duyan zengin
Osmanlı toprak sahipleri, adalardan Küçük Asya kıyılarına zaten binlerce Rum köylü
getirtmişti. İzleyen dönemlerde aileleriyle ya da yalnız gelen binlercesi daha
Ege kıyısını bir insan dalgası halinde kaplamıştı. 1880'lerin başlarında, son
çeyrek yüzyıl içinde Ege Denizi'nde meydana gelen değişikliklere dikkat çeken
bir İngiliz gözlemcinin belirttiğine göre, bu dikkate değer insan akışı,
'Müslüman nüfusun neredeyse tamamının Archipelago'daki Türk adalarından gelen
Rumlarca yerlerinden edilmesiyle sonuçlanmıştır. Adalar, her yıl dışarıya yeni
göçmenler göndermektedir; Assos'tan Scala Nuova'ya (Kuşadası) kadar, kıyı
merkezleri artık büyük oranda Rumların elindedir. Bunun dışında, Menderes ve
Harmus vadilerinin bereketli toprakları da aşama aşama Hristiyanların eline
geçmektedir."[257] Göçten önce bir göç var ve bu göçün Anadolu Rumlarının sayısını
azalttığı ortaya çıkmaktadır. "Küçük Asya'nın Trabzon civarındaki
kuzeydoğu kıyıları Helenizmin XIX. yüzyıldaki kaderine dair çarpıcı, bir o
kadar da çelişkili bir örnek sergilemektedir. 1840'lardan 1870'lere uzanan
süreçte Trabzon'un Pontus döneminden kalma limanının ticari değeri arttıkça bu
merkez ve çevresindeki Rum nüfus da aynı oranda çoğalmıştı. Oysa aynı dönemde
neredeyse paradoksal bir şekilde binlerce Rum, Pontus bölgesinden göçmeyi
seçmiştir. Söz konusu dış göç hareketi tam olarak 1828-29 Rus-Türk Savaşı
sırasında başlamıştı. Bu savaşın getirdiği yıkımlar, imparatorluk
hükümetlerinin nüfus politikaları, yerel ekonomik ve toplumsal koşullarla hepsi
beraber, Rum ailelerinin sürekli hareketliliklerinin çerçevesini çizmiştir."[258] Gerasimos
Augustinos bütün bunların dışında Pontus kıyılarındaki yerleşim yerlerindeki
Rus konsolos ve temsilcilerin de bu bölgedeki kalifiye Rumları Çarlık
topraklarına göç için teşvik ettiğini not etmektedir.
Yani Anadolu Rum nüfusu göçmekte, yerine yenileri gelmektedir.
Kırdaki göç, kente dış göç yığılması ile örtülmektedir. Türk köylülerle
sınıfsal olarak eşit, kültürel olarak ortak olan Rumların yerine gelenler hem
kültür açısından yabancı hem de sınıfsal olarak efendi konumundadır. Kin
birikmektedir.
Neden kin? "Başta demir yolu olmak üzere birçok sektörde Aydın
Vilayeti'ne akıtılan Avrupa sermayesinden Türkler hemen hiç pay alamazken,
güçlenen Rum burjuvazisinin Avrupa'daki soydaşları ve onların iş çevreleriyle
olan ilişkileri bölgenin geleceğinin belirlenmesinde son derece etkili
olacaktı.
Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, bazı Avrupa ülkelerinin Doğu
Akdeniz'de yaptığı ve hacmi giderek artan ticaretten XVIII. yüzyılın ilk
çeyreğinden itibaren -özellikle deniz taşımacalığı yoluyla- önemli bir pay
almaya başladığı görülen Rumlar, devletin kapitülasyonlarla Avrupalı tüccarları
muaf kıldığı mevzuatta bulunan ticaretlerini engelleyici bazı hükümlerden
sıyrılmaya çalışıyorlardı. Aynı yüzyılın ortalarında önce Batı Avrupa, Almanya
ve Avusturya'da, daha sonra Güney Rusya (Odesa) ve Fransa'da (Marsilya) yeni
Yunan kolonileri oluştu. Bunlar daha önce olduğu gibi göçmenlerce değil,
ticaret amacıyla yurtdışına giden Yunanlılarca kurulmuştu. Batılılar arasında
süren rekabetten yararlanmasını bilen Yunan kolonistlerin bir süre sonra
onların kapitülasyonlarla elde ettikleri haklardan yararlandıkları
anlaşılmaktadır."[259] Kin sınıfsaldır; Berber'e göre Ruslar, 1774'ten sonra Osmanlı
Devleti sınırları içinde sayılarını arttırdıkları konsolosların tamamını Rumlar
arasından seçmişlerdi. Artık kapitülasyonları delme arzusu içinde bulunan
Rumlar için konsolos olmak veya konsolosluklara hizmetli olarak girerek yabancı
tüccar gibi davranmak yolu açılmıştı.[260] Yazara göre, Osmanlı Devleti ile ticari ilişkileri çok sınırlı
olan ABD bile, 1831-1911 yılları arasında açtığı elliye yakın konsoloslukta
birçok Rum'a konsolosluk dâhil önemli görevler vermişti. Konsolosluktaki görev,
ayrıcalık demekti. Yani gelenler, gidenlerin tersine, emperyalistlerin iş
birlikçisi olan kompradorlardır. Ezdiklerinin kin biriktirmesi kaçınılmazdır.
ZAHAROF: GÖÇÜN İKTİDARI
Asıl adı, Osmanlı Devleti nüfus kayıtlarına göre Vasil Zaharyas.
1918'de şövalyelik unvanı aldığı Britanya'da Sir Basil Zaharoff olarak
tanınıyordu. Sir Basil, 1850 Muğla doğumlu. 1936'da uluslararası silah ticareti
ve finans yoluyla elde ettiği dev bir servetin içinde öldü.
İstanbul kökenli ailesi, 1821 Yunan Ayaklanması esnasında bir süre
iltica ettikleri Rusya'da isimlerinin sonuna "-of" son ekini almıştı.
1840'lı yıllarda geri dönerek Muğla'ya yerleştiler; Basil de burada doğdu.
1855'de ailesi ile birlikte İstanbul'a göçtü.
Basil, Avrupalı turistlere rehberlik yaparak iş hayatına atıldı.
Sonra döviz acenteliği ve tefeciliğe başladı. 24 yaşında Londra'ya gitti.
Tutunamayınca Atina'ya döndü. Silah ticareti işine de orada başladı.
Basil, ilk servetini Nordenfeldt I denizaltısını Yunan deniz
kuvvetlerine pazarlayarak edindi. ABD deniz kuvvetlerinin güvensiz bularak
almayı reddettiği bu denizaltı satışı, karşı tarafa da satış şansını
doğurmuştu. Basil, Osmanlı devlet yetkililerini de bu yeni Yunan denizaltısının
arz ettiği tehdit konusunda ikna etti ve iki adedini de onlara pazarladı. Rus
deniz kuvvetlerini de Türk denizaltıları konusunda ürkütmeyi başarmıştı; iki
adet de onlara sattı.
Basil Zaharoff, bu müthiş başarısından sonra Maxim otomatik
makinalı tüfekleri pazarlayan Nordenfeldt'in ortaklığına yükseldi.
Giderek zenginleşen Basil, Japon Amirali Fuji'ye rüşvet skandalı
ile ünlendi. Amiral'e donanmaya silah alması karşılığında yüklü ödemeler
yapmıştı. Skandal, Amiral'in harakiri yapmasıyla kapandı. Basil, artık Vickers
şirketinin zirvesindeydi.
Zaharof, I. Dünya Savaşı'na giden yıllarda Japonlara yenilerek
büyük moral bozukluğu yaşayan Rusya'da dev bir silah üretim kompleksinin inşa
edilmesini sağladı. Bu arada Vickers, rakip Almanya'da örtülü üretime devam
ediyordu. Serveti artan Zaharoff finans sektörüne de girdi. Union Parisienne Bankası'nı
ve Excelsior gazetesini satın alarak, silah sanayi için önemli bir destek
oluşturdu. Fransız denizcileri için bir huzurevi kurarak Legion d›Honneur
nişanını, kurduğu derin dostluklar aracılığıyla da Britanya'dan baron unvanını
almayı başardı. Muğlalı Basil, "Sir" olmuştu.
I. Dünya Savaşı'nda muazzam bir kâr elde etti. Yunanistan'ın
Britanya-Fransa-Rusya ve İtalya'nın yanında savaşa girmesi için çaba gösterdi.
The Times gazetesi, Basil Zaharoff'un Britanya'nın çıkarları için savaş boyunca
50 milyon sterlin harcadığını yazdı. Kazancının ne kadar olduğu ise bilinmiyor.
Basil, bu savaştan yenilerek çıkmış, Türkiye'den toprak kazanımı
için de çalışmıştı. Yunanistan'ın "Küçük Asya Felaketi"nden sonra
itibarı düşüşe geçen Basil, petrol işine girdi; BP'nin (British Petroleum)
temellerini attı. Muğla'da doğan Basil, bir ölüm taciri olarak öldü.[261]
AVRUPA' NIN DÜŞÜ
Helen Bağımsızlık Savaşı, Avrupa'yı -bir kıta haline gelmek üzere-
Asya'dan kopardı. Yunanistan sınırlarındaki aşılmaz duvar böyle örülmüştü.
Geride, tahrip edilmiş bir Mısır ve derin bir aşağılık kompleksi içindeki
Türkiye kaldı. Tanzimat'la başlayan "Batılılaşma" hareketi bu derin
kompleksin ete kemiğe bürünmesiydi. Türkiye, artık "Avrupa Türkiyesi"
değildi. Çünkü Avrupa, coğrafi bir kavram olmaktan çoktan çıkmıştı.
"Duvar"ı ilk görenlerden biri Rus düşünür Danilevski'ydi:
"Danilevski, Avrupa'yı Asya'dan açıkça ayıran hiçbir doğal coğrafi sınır
bulunmadığı için, Avrupa'nın bir coğrafya birimi olmadığını söylemektedir. Coğrafya
bakımından Avrupa, Asya'nın batı yarımadasından başka bir şey değildir; hem de
Asya'nın başka birçok yarımada veya bölgesinden çok daha az açıklıkla
belirlenmiştir.
Avrupa bir coğrafya birimi değildir, bir çeşit kültür-tarih
birimidir. 'Cermen-Roma uygarlığının bir bölgesidir ya da... Avrupa,
Cermen-Roma uygarlığının kendisidir. Bu iki terim özdeştir'Avrupa ya da
Cermen-Roma uygarlığı evrensel bir insan uygarlığı değildir. Birçok uygarlıktan
yalnızca biridir. Yunan ve Roma uygarlıkları bile Avrupa değil, Akdeniz
uygarlıklarıdır. Bunların alanları, Akdeniz'in kısmen Avrupa, kısmen de Asya ve
Afrika kıyılarında yayılmıştır. Homeros, öyle sanılıyor ki Anadolu'da
doğmuştur; şiir, felsefe (Thales), tarih (Herodotos), tıp (Hipokrates) ve Yunan
heykeli de yine orada başlamıştır. Yunan kültürü, oradan Ege denizini geçmiş ve
Avrupa kıyısına yerleşmiştir. Merkezi Atina olmuş, oradan da İskenderiye'ye
yayılmıştır.
'Böylelikle, gelişmesi boyunca eski Helen kültürü üç kıtaya da
yayılmış ve buralarda serpilmiştir; Asya, Avrupa ve Afrika. Hiçbir bakımdan,
Avrupa'nın mülkiyet tekelinde değildir. Yunan-Roma kültürü, Avrupa'da doğmadığı
gibi, Avrupa'da sona ermemiştir de...' Aynı şekilde, 'Rusya da ne iyi ki -ya da
ne yazık ki- Avrupa yahut Cermen-Roma uygarlığına dâhil değildir."[262] Fakat duvar,
Yunanistan'ı Avrupa'ya yakınlaştırmıştır ve Sorokin'in deyişiyle, "Bize
yakın olan, büyük görükür." Helen kültürünün büyüklüğü daha çok Avrupalı
bakış ile ilgilidir. Bizim tarih sahnesinde gördüğümüz Yunanistan, Avrupa'ya
yakın olan o Yunanistan'dır. Yakındır ve büyüklüğünü buna borçludur.
Şimdi, yeniden "Yunanistan uydurmacasınının nasıl imal
edildiği"ne dönebiliriz. Helenler, Avrupa gözlüğü ile bakmadan önce
kültürlerinin büyük olduğunu düşünüyorlar mıydı? Büyüklüklerini Avrupa'dan
öğrendikleri kesindir. Clogg, şöyle yazmaktadır: "Eski Yunan dünyasının
dili ve kültürünün Avrupa çapında gördüğü büyük saygı, XIX. yüzyıl başlarındaki
ulusal canlanışın can alıcı yıllarında Yunanlıların kendilerini kamçılayan
yaşamsal bir ögeydi. Milliyetçi aydınlar açısından ise, evrensel olarak tapılan
(Öyle ki, Amerika Birleşik Devletleri'nin emekleme yıllarında Eski Yunanca
neredeyse ülkenin resmî dili olarak benimsenecekti!) bir geçmişin kalıtçıları
olduklarının bilincine varmaydı. Osmanlı yönetimi altında geçen yüzyıllarda
bunun ayrımına varmış tek tük birkaç kişi vardı, ayrıca Batı Avrupa'dan gelme
'geçmişe bağlılık anlayışı', Balkanlar'daki diğer bağımsızlık hareketleriyle
karşılaştırıldığında, Yunan ulusal hareketinin erken gelişmesinde büyük çapta
katkıda bulunan başlıca etkendi. Geçmişin kalıtları, aynı zamanda liberallerin
ve kuşkusuz muhafazakârların ilgisini uyandırmak, başkaldıran Yunanlılara
yazgıları hakkında bir fikir vermek açısından da önemliydi."[263] Demek ki
yüzyıllar boyunca geçmiş ataların büyüklüğüne inanlar birkaç kişidir. Yoktur da
diyebiliriz. Geçmişin sahiplenmesi, başarının büyüklüğünün gösterilmesi ile
mümkün olmuştur. Bu büyük kampanya sırasında Marx'ın "Yunanlılar kendi kendilerinin
babası olmuşlardır." demesini anlayabiliyoruz. Büyük bir dönüşümdür bu ve
bu büyük dönüşümde egemen sınıfın iktidarını yeniden hissedebiliyoruz.
Bu kampanyanın fiilî halleri ise şöyle: "Patlak veren
bağımsızlık savaşına uygar dünyadaki liberal görüş anında ve uyumlu bir tepki
gösterdi, bu Kutsal İttifak'ın tutucu hükümetlerine kesinkes ters düşen bir
yaklaşımdı. Helensever komiteler kuruldu, savaştan olumsuz etkilenenlerin
sıkıntılarının giderilmesi amacıyla fonlar ayrıldı ve savaşın yürütülmesi
uğruna (yüksek oranda) borçlar verildi. Batı Avrupa'dan ve Amerika Birleşik
Devletleri'nden gelen -aralarında istekli, ancak başarısız ilericilerin,
topluma uyumsuz kişilerin ve saplantılı kimselerin de bulunduğu- Yunan dostu
gönüllüler, Yunanistan'a akın ettiler; içlerinde bir de Kübalı bulunuyordu.
Bunların en ünlüsü, 1824 Nisanınında Mesolongi'de, savaşa henüz etkin biçimde
katılmadan yakalandığı hummadan ölen Lord Byron'dı. Onun Yunan bağımsızlığı
uğruna ölmesi, Avrupalı okuyucuların hayran oldukları ayaklanmacıların içinde
bulundukları duruma duydukları ilginin ayakta kalmasını sağladı. Bunun
ötesinde, Yunan dostu görünen diğerlerinin tersine -ki Puşkin bunlardan
biriydi- ayaklanmanın patlak verişinden önce Yunan topraklarını boydan boya
gezmiş olan Byron, Yunan halkının eski atalarının idealleştirilmiş görüntüsüyle
uzaktan yakından boy ölçüşemeyeceğini anladığında onlardan soğumuş
değildi."[264] Byron'un hayal kırıklığında, hayal ile gerçek arasındaki uçurumun
dehşeti sezilmektedir. Ancak denildiği gibi insan "İdeolojik olarak
görür."; gördüğüne inanmadığını biliyoruz.
Duvar yıkılmış mıdır? "1980 yılında, Yunanistan'ın Avrupa
Topluluğu'na katılımının nasıl oylanacağı üzerine İngiliz parlamentosunda
yapılan bir tartışmada, dış işleri bakanı, Yunanistan'ın üyeliğinin
'Avrupalıların yaklaşık üç bin yıllık Yunan mirasına olan kültürel ve siyasal
borçlarının geri ödenmesi' olarak görüleceğini belirtmişti."[265] Tahkim edilmiş
olduğunu biliyoruz. İşte 1830'lu yıllarda bir köy olan Atina'nın bir başkent
haline gelmesinin öyküsü budur.
Peki, duvardan sonra Avrupa sınırının nereden geçtiğini biliyor
muyuz? Bir sınır tarifini İlber Ortaylı veriyor: "Hırvatlar ve Sırplar
aynı dili konuşur ve dilin adı Sırp-Hırvatçadır. Farklılıklar, Hırvatların
Katolik kilisesi ve Latin uygarlığına, Sırpların Ortodoks kilisesi ve Bizans
uygarlığı çevresine girmiş olmalarından ileri gelir. Bu nedenle aynı dili
birinciler Latin harfleriyle, ikinciler Kiril alfabesiyle yazarlar. Tarihî
gelişimde Hırvat krallığı önce Macaristan'ın ve Avusturya'nın egemenlik
alanında kalmışken; Sırplar XV. yüzyıldan itibaren Osmanlı egemenliğine
girmişlerdir. Karadağlılar Osmanlı fütuhatına kadar Sırp Çarlığı'na bağlı Sırp
kabilelerinden iken, Osmanlılardan sonra sadece haraçgüzar ve Osmanlı
kontrolünde yaşadılar... Bosna'da kilise hiyerarşisine karşı bir mezhep olan
Begomilizm, daha doğrusu ona benzer bir mezhep yaygınlaşmıştı. Bu neden,
Osmanlı fethinden sonra halkın önemli bir kısmının Müslümanlığa dönüşünü
kolaylıştırdı."[266] Yugoslavya dağıldıktan sonra Hırvatistan Avrupa Birliği'ne alındı.
Sırplar ve Bosnalılar ise dışında kaldı. Sınır, budur.
Bernal, "Eski Yunanistan uydurmacası nasıl imal edildi?"
diye sorar. Kuşkusuz, bu imalat "Batı"nındır. Ama aslında, yeni
Yunanistan da Batı tarafından yapılan bir imalattır. İlki olmadan, ikincisinin
gerçekleşmesi mümkün değildir.
Kendi tarihçileri de, bu ulusun yaratılması ile Osmanlı işgali
arasında bağ kurmaktadır. Svoronos, "XVIII. yüzyıl, Helen ulusu için dönüm
noktasıdır. 1715'de, Peloponez'in işgali ile tüm Helen dünyası Türk egemenliği
altına girmişti. Ekonomik yaşamı felce uğratan Balkan savaşları da sona
ermişti. Barışla, Anadolu Avrupa ticaretinin merkezi oldu. Venedik ve Rusya ile
savaşlar kısa süreliydi. Ticaret tümüyle iki büyük gücün elindedir: Fransa ve
İngiltere. Helenler için çok önemli bir olay da ticaretin, Osmanlı
İmparatorluğu'nun güney ve güneydoğu bölgelerinden kuzey ve kuzeybatıya
geçmesiydi. Batı dış ticaretinin gelişmesi, Balkan yarımadası ticaretinin de
gelişmesine yol açtı. Bu bölgenin ticareti Helenlerin elinde
bulunmaktaydı."[267] demektedir. Ticaret ile uluslaşma arasında her zaman sıkı bir bağ
var. Erken uluslaşmaları, Osmanlı ticari yaşamındaki ayrıcalıklı konumları ile
mümkün olabildi.
Yunanlılar arasında Antik Yunan'a dönüş de bu yüzyıl içinde ortaya
çıkmıştı. Çocuklara Antik Yunan isimleri verilmesi, eski metinlerin çevrilmesi,
ataların yüceltilmesi geleneği de. Başlangıçta Bizans dışlandı; Helen ırkının
kirlenmesinden Osmanlı kadar onlar da sorumluydu. Saflık dönemine geri dönmek
için, onlardan kurtulmak şarttı.[268] Fakat Bizans'ı -aradan çıkarmanın yol açtığı sorunlar yüzünden-
bağımsızlıktan sonra yeniden keşfettiler. Bizans "bir sürekliliğe işaret
edecek biçimde" yeniden kurgulandı. Böylece Yunanlılar, üç bin yıldır
tarih sahnesinde olan bir ulus haline getirildi.[269]
Ekonomik olarak güçlendikçe, bunun bir siyasi karşılığı olması
kaçınılmazdı. Onlar için ataların ve geçmişin keşfinin böylesine dünyevi
anlamları vardı. "Yunan ihtilalini hazırlayan iç ve dış iki şart vardır.
Birinci şart, Yunanistan'daki üçüncü sınıfın kavuştuğu büyük maddi gelişmedir.
İkinci şart, Fransa İhtilali'nden gelen demokrasi fikirleridir. Yunanistan'da
maddi bir gelişme olmasaydı büyük Fransız İhtilali'nin fikirlerini kabul edecek
Yunanlılar bulunmayacaktı. Bir kere sınıf olarak teşekkül eden bu burjuvazi
niçin bir classe sociale mevkiine yükselmek istemesin? Ve niçin iktidarı eline
almasın? Bunu yapabilmek için de birinci şart Osmanlı hâkimiyetini devirmekti.
İktidarın önüne dikilen en büyük engel bu hâkimiyetti."[270]
Yunanistan'nın tarımsal üretimi daha Osmanlı zamanında ve
ihtilalden önce üç misli artmıştı. "Gelişmeden, toprak sahipleri kadar
bütün Karadeniz ve Akdeniz limanlarında yaşayan Rum armatörler yararlandı.
1814'te Odessa'da kurulan Philiki Hetairia (Filiki Eteria-Dostluk Cemiyeti)
büyük ölçüde Karadeniz limanlarındaki ve Rusya'daki Yunanlı aydın ve
tüccarların toplandığı gizli bir cemiyetti."[271] Balkanlar, işte bu ticari ve siyasi güçle
"Helenleştirilmiş"ti. Avrupa'nın Helenizmi'nin bir maddi temeli
yoktu; oysa modern Helenizm, ticaretin gücüyle ilerliyordu. "1821'de Mora
İhtilali patlak verdiğinde, sanıldığının tersine Avrupa'nın aydın çevrelerinden
önce Bulgarlar, Yunanlıları desteklemeye koştular. Avrupa aydınlarının Perikles
devri Yunanistanı'na duyduğu hayranlık veya saygı, Bulgarlarda çağdaş
Yunanlılığa karşı da vardı. XIX. yüzyıl başlarına kadar Bulgaristan'da modern
eğitim büyük ölçüde Rum okullarında yapılıyordu. Balkanlar'ın ticaret dili
(lingua franca) Rumcaydı. Bulgar tüccar ve aydınlarının birçoğu
"hetairiai" denen Yunan ulusçu gruplara üye veya sempatizandı ve bu
gizli gruplar Bulgaristan'ın her yerine dağılmıştı."[272] Üç denizde, bir Yunan ticareti gerçeği vardı. Avrupa'da gelişen
romantizm, yüzünü Antik Yunanistan'a dönmüştü. "Osmanlı İmparatorluğu'nun
en zengin tebaasının yaşadığı, stratejik yönden en önemli ülkesindeki ihtilal,
kısa zamanda büyük devletlerin başlıca sorunu haline geldi."[273] Duvarın ve
ticaretin denk geldiği açıktır. Duvar ile pazar arasında da bir bağ var.
Öyle olduğu için Osmanlı'nın içindeki rakipleri Türkler değil,
ticari dehaları tartışılmaz Yahudiler oldular. Osmanlı'nın modern iç savaşı bir
Yahudi-Hristiyan mücadelesi olarak ortaya çıktı.
Türkçülük ve siyonizm; Türkiye'yi oluşturan üç tarz -ı siyasetin en
önemlisi Helenizmdir. Osmanlı'ya karşı ilk kalkışmalardan birine imza atan
Helenler, sadece Osmanlılarla değil, imparatorluğun Yahudi tebaası ile de karşı
karşıya kaldılar. Çatışma her yerde, bir iç savaşın kuralları ile yürüdü. XX.
yüzyılın başındaki büyük hesaplaşmaya kadar, Avrupa'yı da şekillendirecek olan
Helenizm ve siyonizmin gerçek karşılaşma alanı Osmanlı toprakları oldu.
Biri Avrupa romantizmin yeni keşfi, diğeri gelecekteki Batı
ittifakının en önemli müttefikiydi. Çatışmanın borçları Türklere kaldı.
EK 1: BİLİMDE "HELEN-MISIR" SAVAŞI
Martin Bernal'in aşağıdaki makalesi "Bryn Mawr Classical
Review" adlı yayında yayımlandı. Makalede Bernal, Mary Lefkowitz
tarafından kendi tezlerine yöneltilen eleştirilere cevap veriyor. Lefkowitz,
Avrupa merkezciliğin büyük ölçüde tarih tahrif edilerek kurulduğunu ve bu
amaçla uygarlık tarihi içinde Mısır'ın, Samilerin ve bir bütün olarak Afrika
mirasının silindiğini ileri süren Martin Bernal'i ve diğer Avrupa merkezci
olmayan tezleri Afrika merkezci olmakla suçluyor.
Bernal'in çalışmasının ilk cildi Kaynak Yayınları arasında Kara Atena adıyla yayımlandı. Bernal'in temel tezlerini bu
çalışmadan izlemek mümkündür. Lefkowitz'in Bernal'i eleştiren çalışması ise
"Afrika'dan Değil: Afrika merkezcilik, Tarihi Mit Olarak Öğretmenin Nasıl
Mazereti Oldu?" başlığını taşıyor.
Martin Bernal'den Mary Lefkowitz'e cevap
Martin Bernal
Mary Lefkowitz, 1991'de Afrika merkezcikle ilk karşılaşmasında
hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü Yunan uygarlığının Mısır'dan türediğini,
hatta Mısır'dan çalındığını öğreten veya böyle kitaplar yazan kişilerin
varlığını keşfetmişti. Bunlar eski dünyanın Sokrat, Kleopatra ve diğer önemli
kültürel figürlerinin Eski Mısırlılar gibi siyah olduğunu iddia ediyorlardı.
M.Ö. II. binyılda Yunanistan'ın Afrika'nın hükmü altında olduğunu, Yunan din ve
gizem sistemlerinin Mısır model alınarak kurulduğunu ve Yunan felsefesi denen
şeyin aslında masonik tipteki Mısır localarının gizli öğretisi olduğunu öne
sürüyorlardı. Ayrıca bu iddialarına destek olan fikirler büyük tarihî hatalarla
doluydu. Örneğin Aristoteles'in İskenderiye Kütüphanesi'ni kendi geniş çaplı
felsefi ve bilimsel çalışmaları için talan etmesi gibi. Aslında, İskenderiye
Kütüphanesi, Makedonyalı Yunanlar tarafından, Aristoteles'in ölümünden en az
otuz yıl sonra kurulmuştu.
Eğer Mary Lefkowitz tüm bunların fantezi olduğunu ve modern
klasisistler ile eski tarih uzmanlarının onca özenle toparladıkları gerçeklere
uymadığını biliyorduysa buna cevap vermek için neden bu kadar zahmete girmişti?
Kendi açıklamasına göre, "Çünkü Afrika merkezci edebiyat sadece belli
birkaç bölgedeki okulda değil, üniversitelerde bile yaygın olarak okunmakta ve
öğretilmekte"ydi. Ayrıca kendi kampusunda de Afrika merkezci görüştekilere
sorular yönelttiğinde kabaca terslenmişti. Daha da kötüsü meslektaşları
yardımlarını rica ettiğinde ona destek vermemişlerdi. Bu gönülsüzlüklerinin
görünürdeki nedeni "tüm tarih zaten bir kurgu iken, farklı bakışlardaki
öyküler için yeterince yer olduğu" şeklindeki izafi görüşleriydi. Bu
nedenle de Afrika merkezci tarih yaklaşımı Yunan uygarlığının kökeni hakkındaki
klasist yaklaşımdan daha az doğru sayılamazdı. Ancak Mary Lefkowitz'e göre,
meslektaşlarının yardımcı olmayışlarının ardında başka bir önemli neden
yatıyor: Irkçı olarak yaftalanmak korkusu.
Lefkowitz, Afrika merkezcileri dış bilgiden yalıtılmış entelektüel
bir gettoda yaşayan ve öne sürdükleri görüşlerin doğruluğundan çok, sadece
"iyi hissetmek" faktörü ve Afrika kökenli Amerikalıların cılız öz güvenlerini
güçlendirmekle ilgilenen kişiler olarak görüyor. Bu saik için bir miktar saygı
duysa da daima nesnel olması gereken tarihi yazarken veya öğretirken bu tip
yaklaşımların yeri olmadığını savunuyor. Bu yüzden Afrika merkezcilerin
eğitimin temel ilkelerine, hakikate, mantıksal tartışmaya ve açık münazaraya
verdikleri hasarın karşısında kendisini siper ederek mücadele etmek zorunda
olduğunu hissediyor.
Bu nedenle bu mitler üzerinde birbirini yineleyen birçok makale
yazmıştır. Bu yazıda incelenen kitap, bu makalelerin bazı madde ve tartışmalar
ilave edilmiş bir derlemesidir. Kitabın amacı Afrika merkezci saçmalıkları bir
seferde herkes için ortaya çıkarmaksa da, bu saçma görüşlerin çürütülmesi başta
sandığından çok daha karışık bir hal almış olmalı ki kitap oldukça uzun
tutulmuş.
Daha fazla ilerlemeden önce "Afrika merkezcilik" ile ne
kastedildiğine bakmak istiyorum. Mary Lefkowitz'in de işaret ettiği gibi terim,
dünyaya bir Afrikalı gözüyle bakmanın Avrupa merkezci görüşten ve onun
uzantılarından kaçış için bir yol sağlayacağını düşünen Molefi Asente
tarafından bulunmuş. O zamandan beri "Afrika merkezci" etiketi
entelektüel bir yelpaze içinde "Tüm iyi şeyler Afrika'dan çıkmadır"
veya Leonard Jeffries'in deyimiyle "Afrika yaratır, Avrupa taklit
eder" gibi görüşlerden, aralarında kendimi de saydığım, Afrikalıların ve
Afrika kökenlilerin dünyanın gelişmesine hatırı sayılır bir katkıda bulunduğu
ve bunun son iki yüzyıldır sistematik olarak Avrupalı ve Kuzey Amerikalı
tarihçilerce yok sayılmaya çalışıldığı görüşüne dek birçok farklı görüşü
içeriyor.
Mary Lefkowitz, bu yelpazenin tamamından hazzetmiyor. Frederick
Douglass, Edward Blyden ve W.E.B. Du Bois'ye Afrika kökenli Amerikalıların,
Eski Mısır'la ortak bir Afrika mirasını paylaştığını iddia ettiği için sataşıyor.
Ancak temeldeki itirazı, Nil Vadisi ve Mısır üzerine odaklanan ve diğer Afrika
bölgelerini ve uygarlıklarını göreli olarak ihmal eden ve bazı Afrika kökenli
Amerikalılarca "Nilocentric (Nil merkezci)" olarak adlandırılan 20.
yy grubuna yönelik. Karşı çıktıkları arasında, ben de dâhil olmak üzere John
Henrik Clark, Cheikh Anta Diop, Yosef Ben-Yochannan ve tüm bunların üstünde
George G. M. James de yer alıyor.[274]
Lefkowitz, daha baştan karar vermiş ki Afrika merkezciler birçok
hata yapmış olmalıdır. Çünkü Afrika merkezciler düşman bir dünyayla kuşatılmış
oldukları ve mutlak, genel gerçeğe sahip oldukları sanısındadırlar. Bu da
kişiyi detaylara özen göstermemeye iter. Bundan da önemlisi gerekli dilleri
öğrenmek için eğitim imkânı, araştırmalarını sürdürmek için yer ve zaman, kitap
almak; hatta kütüphanelere erişim sağlamak için para, akademik kontrol ve
redaksiyon yapacak kişileri ayarlayacak yayıncılar bulmak konusunda
karşılaştıkları olağanüstü zorluklardır. Bu zorlukların hiçbiri elbette Latin
ve Yunan dillerinde (Eski Mısırca hariç!) layıkıyla eğitim almış olan, zengin
bir kolejde çalışan ve Afrika merkezci görüşe karşı saldırılarını yazabilmesi
için büyük vakıflardan mali destek alan Mary Lefkowitz için söz konusu
değildir. Aslında asıl şaşırtıcı olan Mary Lefkowitz'in birçok nazari hata
yapmış olmasıdır.
Örneğin Pelops, onun yazdığı gibi (s. 13) Argos'un efsanevi
kurucusu değildi. Onun Yunanistan'daki faaliyetleri Elis ve Pisa'da
odaklanmıştı; Argolid'de değil. Hiyerogliflerin 1836'da çözüldüğünü (s. 35)
belirtiyor. Hâlbuki hiyeroglifleri çözen kişi, Champollion, 1831'de ölmüştür.
Hiyerogliflerin çözüldüğü yıl olarak genelde Champollion'un büyük buluşunu
gerçekleştirdiği 1821-1822 yılları veya Precis du Systeme
Hieroglyphique… eserini yayımladığı yıl olan 1824 verilir. Lefkowitz s.
77'de ise Nil'in bolluk veren suyunun Güney rüzgârları ile eriyen karın sonucu
olduğu teorisinin gerçeğe hiç de uzak olmadığını yazıyor. Oysaki bu yanlıştır
ve büyük Yunan bilim adamı Eudoxos'un da farkına varmış olduğu gibi Nil'in suyu
Etiyopya'daki yağmurlar sonucu oluşmuştur.
Hepimiz bu tipte yanlışlıklar yapabiliriz ve bu hatalar göreli
olarak önemsiz ve zararsızdır. Ancak Lefkowitz'in diğer hataları daha az masum.
Örneğin Eudoxos'un Mısır'a Pers işgali altında iken gittiğinin sanıldığını
yazıyor. Lefkowitz, onun Mısır'a gitmişliğinden şüphe etmekte tek başına
kalmaktadır. Genel olarak kabul edilen görüş, Eudoxos'un Mısır bağımsız iken[275] yani M.Ö. 380
veya 370'lerde Mısır'a gittiğidir. Bu hata da Lefkowitz'in savruk yaklaşımından
kaynaklanmış görünebilir. Ancak bu hata Eudoxos'un Mısır'a gitmediğini,
gittiyse bile Mısır hakkında edindiği bilginin Pers yönetimi nedeniyle dolaylı
ve muğlâk bir bilgi olduğunu veya kendi deyimiyle "bilgi edinmekte çok
ciddi problemlerle karşılaşmış olabileceğini" öne sürerek onun genel
davasına, yani Eski Yunanlıların Mısır hakkında çok az şey bildiği iddiasına
hizmet etmektedir.
Daha asli ve önemli bir hata ise "Bu ülkenin (ABD)
kuruluşundan beri, Eski Yunan ile demokrasinin idealleri yakından bağlantılı
olmuştur." şeklindeki ifadesidir. Aslında alıntı yaptığı tek kaynak çok
farklı şeyler söylemektedir:
…1787 ve 1788'de Anti federalistlerin dayanabilecekleri hiçbir
klasik dayanak yoktu. Faydalanabilecekleri herhangi bir temsili demokrasi
geleneği oluşmamıştı ve Atina gibi doğrudan demokrasi örnekleri ise
istikrarsızlık, şiddet, çürümüşlük ve adaletsizliği çağrıştırdığı için
Amerika'daki birçok demokrasi yanlısı bile demokrasi kelimesini telaffuz
etmekten kaçınıyordu. Karma hükümetin savunucuları gibi onlar da
"cumhuriyet" sözcüğünü kullanıyorlardı…[276]
Mary Lefkowitz'in buradaki hatası önemsiz görünebilir ama aslında
onun genel iddiasında çok önemli bir amaca hizmet etmektedir. Bu da Eski
Yunan'ı saygı ile öğrenmeyen birinin özgürlük veya demokrasiye sahip
olamayacağı imasıdır, bu sönmeyen hürmet meşalesi bizim korkularımızı
körüklemektedir. Bu yüzden -ima etmektedir ki- Afrika merkezciler özgürlüğün
düşmanıdırlar.
Bu iddia, Batı geleneği için bile doğrulanamaz. 17 yy. İngiliz
"devrim"i İncil'in kraliyet karşıtı yönleri üzerine ve Sakson
özgürlük mitlerine dayanırken, 18. yy. Amerikan ve Fransız devrimleri
Cumhuriyetçi Roma'yı model olarak almıştır. Kuşkusuz ki 1820'lerden beri Eski
Yunan'ın -özellikle de Atina'nın- imgeleri olumlu bir işleve hizmet etmiştir.
Diğer yandan, iç savaştan önce Güneyli yazarlar Eski Yunan ve Atina'yı
köleliğin politik ve kültürel faydalarını göstermek için kullanmışlardır[277] ve birazdan
Mary Lefkowitz'in de yakinen bağlantılı olduğunu göreceğimiz, günümüz aşırı
muhafazakârları Eski Yunan imgelerini kendi politik gündemleri için
kullanmaktadırlar.
Afrika'dan
Değil kitabında bulunan diğer bir hata da, yazarın istediğini
keşfettikten sonra daha fazla kontrol etmeyi ihmal etmesi. Örneğin, Mısırlı
rahiplerin Sicilyalı Diodoros'a I. yy'da verdikleri bilgilere atıfta bulunurken
Yunanistan üzerindeki Mısır etkilerine dair iddialardan alıntı yapıyor ve şunu
ekliyor:
…"Bunların kanunları birçok Mısırlı âdetlerini
içermektedir". Ancak Diodoros bu kanunların tam olarak neler olabileceğini
söylemiyor, muhtemelen de bunu kimse bilmiyordu. Erken dönem Yunan kanunlarının
Mısır kanunlarından esinlendiği tarihsel bir kurmacadır. (s.75)[278]
Lefkowitz, bir sonraki sayfada Diodoros'un spesifik bilgi
vermekteki yetersiz olduğu iddiasını tekrarlıyor. Diodoros'tan alıntı yaptığı
pasaj I. 98. 2. no.lu bölüm. Eğer Lefkowitz biraz daha geriye[279] I.77. 5. no.lu
bölüme gitseydi, Diodoros'un veya onun bilgi kaynaklarının herkesin gelirini
beyan mecburiyeti ile ilgili Solon kanununun Mısır'dan uyarlandığını
söylediklerini görecekti. Bölüm I.79. 3'te Diodoros, Mısır'dan uyarlandığı
düşünülen bir başka Solon kanununu, meşhur "seisachteia", yani
"borçların ödenmesi" kanununu açıklıyor. Bu kanuna göre bir kimse
borcundan dolayı hapse atılamaz veya köleleştirilemez. Diodoros'un iddialarının
doğru olup olmadığını bir yana bırakırsak -ki bu sonuncusu bazı kronolojik
sorunlara rağmen 20. yy. da oldukça ciddiyetle ele alınmıştır- bunlar,
Lefkowitz'in öne sürdüğü gibi belirsiz değildir ve spesifik örnekler
içermektedir.[280] Açıktır ki yazarın Diodoros'u muğlâk ve yeterince sarih olmayan
bir kaynak olarak gösterme arzusu, kendi iddiasını zayıflatabilecek
referansları gözden kaçırmasına neden olmuş.
Mary Lefkowitz'in bazen iddia ettiğim şeyler yerine iddia
etmediklerime saldırmayı tercih etmesini bir iltifat kabul ediyorum. Örneğin,
benim Yunanca hikesios (duacı) kelimesini -ki sonraları Yunanlılar hyksos
olarak telaffuz etmişlerdir- Mısırca HK3 h3st "yabancı tepelik ülkenin
reisleri"nden türettiğime inanmaktadır. Bu insanlar, M.Ö. 18. yy.da
Mısır'ı Kuzeydoğudan işgal ettiler ve bazıları Ege'ye devam etmiş olabilirler.
Aslında "hikesios"dan türetilmiş görünen hiko veya hikneomai
kelimelerinin etimolojisi hakkında bir açıklama yapmıyorum. Sadece hyksos ve
Hikesios arasında bir ilişkinin varlığını ve Mısırca ismin, Tanrı Zeus'un yerel
adı olarak Hikesios'un temelini oluşturmuş olabileceğini söylüyorum.
Yaptığım iddialara saldırdığında ise tam olarak Afrika merkezcileri
suçladığı şeyi kendisi yapıyor: İspatını argümanlarını desteklemeyen verileri
reddederek yapıyor. Örneğin Athena isminin Mısırca HtNt'den (Sais şehrinin dinî
ismi, bakire Tanrı Neit kültünün merkezi) türetildiği konusundaki teklifimin
"ustalığını" kabul etmektedir. Fakat başka bir alternatif vermediği
gibi benim teklif ettiğim etimolojinin fonoteğini de sorgulamıyor. Ancak bu
iddiamı reddediyor; çünkü iki ilahe arasında benzerlik olmadığını düşünmektedir
(sayfa 65). Etimoloji için kanıtın ana hatları ki -III. ciltte daha detaylı
olarak vereceğim- I. ciltte belirlenmiştir (sayfa 51-52). Burada Platon'un da
iki ilahe tanıladığını, ikisini bağlayan güçlü ikonsal ve resimli kanıtların
olduğunu ve HtNt'den türetilmesinin, ismin ilahe ve onun şehri için çift
kullanımını açıkladığını net bir şekilde yazmıştım.
Birçok Afrika merkezcinin bahanesi olan eğitim ve kaynak
yetersizliği kendisi için söz konusu değilken Mary Lefkowitz niçin bu kadar çok
hata yapsın ve bu kadar kaygan argümanlar kullansın? Nedenlerden biri, 1991'den
bu yana dört yıl geçmesine rağmen kitabın aceleyle yazılmış olmasıdır. Kaynağının,
popüler ve yarı-popüler basın için fazla akademik gezintiler yapmadan tutkulu
bir aciliyet içinde yazılmış makalelerin bir araya getirilmesinden ibaret
olduğunu gösteren işaretler bulunmaktadır. Ancak bunun, diğer iki etkenin
etkisinden daha az önemli olduğuna -ki ilginçtir aşırı Afrika merkezcilerle
paylaştığı bir durum- ikna oldum. Bunlardan birincisi spesifik kısımları
önemsememesine izin veren mutlak genel bir doğruya haiz olduğuna dair olan
inancıdır. İkincisi ise kendisinin ve ittifakçılarının kuşatılmışlık hissidir
ve bu nedenle bazen açık akademik bir tartışmanın gereklerini terk etmeye
mecbur hissetmektedirler.
Onun genel gerçeği, Yunan medeniyetinin herhangi önemli bir
kısmının Mısır'dan alınmadığıdır. Bunda Yunan ve Roma geleneğini geçtiği gibi çoğu
klasikçi meslek arkadaşlarından da daha ileri gider. Örneğin Platon'un Mısır'a
gittiği hakkında aşırı şüphecidir; çünkü ziyaretlerin sadece geç Helenistik
dönemde (M.Ö. I. yy) ortaya çıktığına dair olan kaynakları göz önüne alır.
Fakat konu üzerindeki en son çalışmalara göre yolculuk geleneği Platon'un
yeğeni ve ondan sonra Akademi'nin[281] başı olan Speusippos'a kadar geri gider. Aynı şekilde Mary
Lefkowitz XIX ve XX. yüzyıldaki klasik akademik çalışmalara da meydan okumaktadır:
"Bildiğim her İngilizce çeviri ( Heredot II 43. 2'nin)
Heracles'in uzaktan Mısır'dan geldiğini söylemektedir. Fakat çeviri yanlış.
Heredot, Aegyptus adındaki adamı kastetmektedir, ülke olan Aigyptos'ı (Mısır)
değil." (s.25).
Onun geleneksel sağduyudan bu sapışının dayanağı daha önceki
çalışanların ön ek "apo"yu yanlış tercüme etmelerinden gelmektedir.
Ona göre apo öneki bu bağlamda sadece "soyundan gelmek" anlamında
kullanılabilir ve "Eğer ülke olan Mısır'ı kastetmiş olsaydı ek kullanmış
olmalıydı." (s. 181). Tüm çevirmenlerin Egypt'i Aigyptos'a tercih
etmelerinin üç nedeni var. Birincisi hiçbir mitografiker Aigyptos'un yaşayan
tek oğlu Lynkeus ile Herakles'in ebeveynlerinden[282] biriyle bile arasında bir bağ olduğunu göstermemiştir. İkinci
olarak herhangi bir ayrım yapmaya gerek yoktu; çünkü Danaos'un ikiz erkek
kardeşi, efsanevi Aigyptos'un direkt Mısır'dan geldiği varsayılmaktaydı. Üçüncü
nedense, önceki bilim adamları Heredot'un burada apo'yu kullanmasıyla
ilgilenmiyorlardı. Lefkowitz o (cansız şeyler için o) ve ek arasındaki farkı
abartıyor. Heredot'un apo'yu bir yerden hareket olan orijinal anlamında
kullandığı yüzlerce örnek var. Ap'Aigyptou tümcesi birkaç bölüm sonraki
mısralarda iki kez görünüyor; Melampos, Mısır'da öğrendiği şeyleri Yunanistan'a
getirdi ve "Neredeyse tüm tanrıların isimleri Yunanistan'a Mısır'dan
geldi." [283]
Mary Lefkowitz'in buradaki zorlama iddiası Yunan'ı Mısır'dan ayırma
konusundaki istekliliği ve Afrika merkezcilerin gözünü korkutmak üzere dil
bilgisini kullanma arzusu ile kolaylıkla açıklanabilir. Lefkowitz'in Yunanca ve
Latince bilgisi şüphe götürmez. Diğer taraftan, bu dilleri bilmesine rağmen,
dilbilim hakkında fazla bilgisi yoktur ve Mısır ile Yunan arasındaki ilişkilere
bakarken alakalı bir alan olan dil ilişkisinden de hemen hemen hiç
anlamamaktadır. Örneğin şöyle der:
"Gerçek Mısırcayı okuyabildiklerinde... Mısır ve Yunan kültürü
arasındaki ilginin düşündüklerinden daha az yakın olduğunu açıkça gördüler.
Mısırca Afrika-Asya ailesine aitken, Yunanca Hint-Avrupa dili olup Latince gibi
Sanskrit ve Avrupa dillerine akrabadır. (s 57-8)"
Dil ailesi ilişkileri şüphesiz doğru; ancak bildiğim kadarıyla
hiçbir Afrika merkezci Mısırlılar ile Yunanlılar arasında genetik bir ilişki
olduğunu iddia etmemiştir. Onların ve benim iddia ettiğimiz şey Eski Mısır
kültürünün Yunan kültürü üzerinde yoğun bir etkisi olduğu ve bunun Yunancadaki
Mısırcadan alınan çok sayıda kelimelere yansıdığıdır.[284] Mary Lefkowitz, başka bir dilden kelime almanın genetik
ilişkilerden çok dönemsel ilişkileri yansıttığını anlamamış görünüyor. Örneğin,
Çinliler genetik olarak Koreli ve Japonlara, Mısır ve Samilerin Yunanlılarla
olduğundan çok daha uzak olmakla birlikte, Korece ve Japonca Çinceden alınmış
kelimelerle doludur.[285]
Bir başka yerde ise şöyle yazıyor:
"Muğlâk benzerlikler, sözcükler arasında herhangi bir bağlantı
olduğunu kanıtlamaz. Ses kaliteleri birbirine benzeyen ünlü ve ünsüz harflerle sözcükler
bir dilden diğerine geçerken asimile olduğu için değişir ve hatta başka dilden
alınan ödünç kelimeler bile değişime uğrar: Mesela Latinleşmiş Yunanca kelime
episcopus M.S. 9.yy'da Saksonların ağzında Bishop'a dönüşmüştür.(s.23-4)"[286]
Son cümle, okuyucularını onun bilgisi hakkında etkileyebilir, fakat
aslında bu onun temel argümanını zayıflatmaktadır. Eğer birbirine benzemediği
açıkça görülen episcopus ve bishop gibi iki kelime ilişkilendirilebiliyorsa, bu
da semantik paralelliklerin, muğlâk benzerliklerin dikkate alınmasını
gerektirir. Ayrıca Mısır ve Yunan gibi binlerce yıl kültür alışverişinde
bulunmuş iki ülke söz konusu olduğunda olta atacak alan çok daha
genişlemektedir ve birçok fonetik benzerlik bulunacaktır.
Şunu söyleyerek devam ediyor: "Linguistler epeydir göreli
olarak çok az Mısırca sözcüğün Yunancaya girmiş olduğunun farkındadırlar."
Temel Yunan lugatının yarıdan fazlasının Hint-Avrupa kökenli sözcüklerle
açıklanamadığından bahsetmiyor veya Kara Athena I kitabımda
uzun uzun tartıştığım fikirleri göz önüne almıyor. Bunlar a) Yunanca sözlük
hazırlayanlar Eski Mısırcayı bilmiyorlardı. b) Hiyerogliflerin ilk kez
çözüldüğü 1820'lerden beri önemli veya temel Yunanca sözcükler için Mısırca
kökenlerin bulunmasının istenmeyişinin ideolojik sebepleri vardır. Belirtmek
gerekir ki çalışmamın geniş kabul görmüş olan kısmı da tarihsel ve ideolojik
olarak kesinlik taşıyan bu kısmıdır.[287] Fakat Mary Lefkowitz, Mısır ve Yunan arasında Mısır'ın Büyük
İskender tarafından fethine kadar kayda değer bir temas olmadığından emindir ve
genel doğrusuna sadakati onu iddiasının tüm kıvrımlarına sıkı sıkıya asılı
tutuyor.
Dil bilgisi ile etkileme ve gözdağı vermek amacı, daha kitabın en
başında çalışma arkadaşı Guy MacLean Rogers'a yaptığı Latince ithaftan
anlaşılıyor. Satırlar çevrilmemiş ve kaynağı belirtilmemiştir. Aslında
Horace'nin (I vii) Yunan Salamis'inden kovulduktan sonra yeni ve daha büyük bir
Salamis kurmak için Kıbrıs'a yelken açan Truvalı efsanevi kahraman Teucer için
yazdığı bir methiyeden alınmıştır.[288] Son beyitte şöyle denmektedir:
"Evet, cesur kahramanlar, benimle kalıp beter talihsizliklere
katlananlar, şimdi endişeyi kovun şarapla! Yarın yine kadir yelkenimizle yola
çıkacağız." (Mary Lefkowitz sadece italik kısımları alıntı yapmış.)[289]
Şimdi, bu hangi kişisel bağlantılara veya içki partilerine atıfta
bulunuyor bilmiyorum ama siyasi mesaj basit. Afrika merkezcilik açısından
bakınca, bu "hakkını arama mücadelesi" olarak adlandırılabilir. Mary
Lefkowitz şuna inanıyor ki kendisi ve yoldaşlarına birçok iftira ve onun
deyimiyle "çamur" (s. 10) atılmıştır, ama er ya da geç haklılıkları ispatlanacaktır.
Mary Lefkowitz'in mantıksızlığa ve "politik doğruluk"
denen iblisin güçlerine karşı savaşan küçük bir direnişçi gruba ait olduğu
hissiyatı Afrika merkezcilikle karşılaşmasından öncedir. 1991'den önce
klasiklerde feminist saçmalık olarak gördüğü şeye musallat olmuştu [17 a]. Her
iki mücadelesinde de aşırı sağdan kuvvetli yardımcıları olmuştur. Afrika'dan Değil'in önsözünde Wellesley Koleji'ne ve Bradley
ve Olin vakıflarına bağışları için teşekkürlerini sunmuştur.[290] Son ikisi
Ulusal Gözden Geçirme, Miras Vakfı ve Ulusal Bilim adamları Birliği (NAS) gibi
birçok sağ örgüte en cömert katkıları sağlayan kurumlar arasındadır. Mary
Lefkowitz, NAS'ın danışma kurulunda Jeane Kirkpatrick, Peter Diamondopoulos ve
3 düzine kişiyle daha beraber yer almaktadır ve bu birliğin Akademik Sorular
isimli dergisinde aktif bir rol oynamaktadır. Tüm bu organizasyon ve dergilerin
başlıca derdi, üyelerinin ve katkı sağlayanların görüşüne göre sadece toplumu
değil, eğitimi ve entelektüel medyayı da içine alıp sürükleyen liberalizm ve
çok kültürlülük dalgalarından geri dönmektir.[291] Bu kendilerini neden kuşatılmış sandıkları ve düşmanlarını gerçek
ya da gelecekteki kurbanları olarak gördüklerini açıklar.
Bu durum birçok zenci Afrika merkezci tarafından da tecrübe edilen
izole edilme ve eziyet hissine benzer. Zira Afrika merkezcilerin Mary Lefkowitz
gibi dışarıdan ve düşman olanlardan gelen müdahalelere karşı gösterdikleri
hoşgörüsüzlük bu şekilde açıklanabilir. Ancak temel bir fark bulunmaktadır:
Afrika merkezciler gerçekten sosyal ve akademik bir gettonun içindedirler.
Hâlbuki o ve destekçileri büyük ölçüde hayali bir gettodalar. Afrika merkezci
zenci bilginlerin aksine -ya da beyaz liberallerin- çok geniş maddi fonlara
sahiptirler ve birçok prestijli dergiye erişimleri vardır.[292]Afrika'dan
Değil kitabı Lefkowitz'in New Republic, The Wall Street Journal,
Partisan Review, The Chronicle of Higher Education and Academic Questions gibi
dergilerde çıkan makalelerinden oluşmuştur. Bu nedenle o ve onun tutucu
yoldaşları araştırma yapmak, bulguları yayımlamak ve akademik tartışmalarda
özgürce yer almak için her türlü fırsata sahiptirler. Tüm bunlara rağmen
kendisi aşırı uçtaki Afrika merkezciler kadar hoşgörüsüzdür.
Kişisel bir örnek vereyim: O ve meslektaşı Guy Rogers (yukarıda adı
geçen) Kara Atena Revisited isimli kitabın
yayımlanmasını organize ettiler. 520 küsur sayfalık bu oldukça kalın kitap,
Kara Athena için yazılmış kitap eleştirilerinden -özellikle kitaba düşman
içerikli olduğu için seçilenlerden- oluşmuştu.[293] Kitabın yazarı olmama rağmen, bu projeden haberdar edilmedim ve
kitabı durumdan rahatsız olan bir katılımcıdan aylar sonra öğrendim. Bir cevap
yazabilmek için derlenen parçaları bir an önce görmek istediğimi belirttiğim
bir e-postayı derhal Mary Lefkowitz'e gönderdim. Bana, benden bir cevap
istemediklerine karar verdiklerini açıklayan bir yanıt aldım. Saygın bilimsel
çalışmalarda söz konusu yazarın hayatta ve cevap verme arzusunda olduğu halde
böyle bir cevap yazısını koymamanın çok tuhaf olduğunu yazdım kendisine. O da
çoğu parçanın zaten başka yerlerde çıkmış olduğunu ve onları zaten yanıtlamış
olduğumu söyledi. "Peki, bunlar kitapta bulunacak mı?", "Hayır,
onların konulmamasına karar verildi." Fikirlerin serbest piyasası için çok
bile fazla!
Lefkowitz'in Afrika merkezci iddialara karşı başlıca hücumlarına
geçmeden önce, yaklaşım ve yöntemle ilgili olarak iki önemli konuyu göz önüne
almak gerekiyor. Bunlardan ilki Mary Lefkowitz, ön yargılarının olabileceğini
kabul ettiği; ancak bunların "belirli bir politik amaca ulaşmak için
bilinçli olarak koyulan bir ön yargı"dan çok farklı olduğunu söylediğinde
ortaya çıkıyor (s. 161). Kendi ön yargılarının neler olduğunu söylemiyor; ancak
bunlardan en önemli iki tanesi kitap boyunca gayet açık olarak ortaya çıkıyor.
İlki, Avrupa Afrika'ya, Yunanistan da Mısır'a hiçbir şey borçlu değildir ve
ikincisi, eğitimsiz yabancılar eğitimli ve salahiyetli kişilerin vardığı sonuçları
sorgulayamazlar. On yıl önce, "belirli bir politik amaca ulaşmak için
bilinçli olarak koyulan bir ön yargı" sahibi olmakla suçlanmaktan
kaçınabilirdi; çünkü o zaman Mary Levkowitz ve onun gibiler eksiksiz bir
akademik güce sahiptiler. Bu duruma ulaşmaları da 19. yy boyunca Avrupalı ve
Ari kültürün Afrika'ya ve "Sami"lere borçlu oluşunu inkâr etmekte
açık ideolojik ve politik emelleri olan Kuzey Avrupalı bilginler sayesinde
olmuştur.[294] Fakat 1991''den beri Mary Lefkowitz'in kendisi, benim ve Afrika
merkezcilerin çalışmalarını itibardan düşürerek "politik bir amaca ulaşmak
için bilinçli olarak ön yargılar koymak"tadır. Muhafazakâr gündemin
maddelerinden biri olan bu politik amaç, çok kültürlülük (veya kültür çeşitliliği)
görüşünden geri dönmektir.
İkinci konu, Mary Lefkowitz'in kendi deyişiyle "doğrulanmış
gerçekler" ile "kabul edilebilir iddialar" arasında kati bir
ayrım yapılmakta olduğuna dair ısrarıdır (s. 51). Bu benim "kanıt" ve
"akla uygunluk" tanımlamalarımla paralel görünüyor. Mesela altı
milyondan fazla Yahudi ve diğer kökenden insanın Naziler tarafından öldürüldüğü
bir soykırıma dair kesin kanıtlar olduğunu kabul ediyorum. Hâlbuki Mary
Lefkowitz bu yaygın olarak dokümante edilmiş olayın 2500 yıl önceki Yunan
uygarlığının karanlık kökenlerinin yeniden yaratılması ile aynı düzlemde ele
alınmasının saçma olduğunu düşünüyor. Oysa bu noktada kanıt veya
"doğrulanmış gerçekler" sathında değil, "akla uygun görüş"
sathında hareket etmekteyiz. Ayrıca, kendisi genelde muhafazakâr, genelde beyaz
okurlarının karşısında makullüğe veya kabul edilebilirliğe sık sık başvuruyor,
en azından Afrika merkezcilerin başvurduklarından çok daha sıklıkla.
Mary Lefkowitz, Yunan kültürünün Mısır'a yüklü borcu olduğuna
inanmış çok sayıdaki Yunanlı ve Romalı yazarı inkâr eden modern klasik yapıyı
takip ettiği için, eski çağa ait bu tanıklıkların üstesinden gelmek üzere sık
sık "görünüşe göre", "açıkça", "görünmüyor",
"Ya eğer…?", "…Neden olmasın?" gibi kelimeler ve tümleçler
kullanmak zorunda kalıyor. Bunun uçtaki bir örneği, Platon'un Cumhuriyet eserini idealize edilmiş bir Mısır hayali üzerine
kurduğu hakkındaki eski bir geleneği ele alış tarzıdır. Şöyle yazıyor:
"Bernal hikâyeyi… olduğu gibi alıyor. Ama gerçek kaynak büyük
olasılıkla bir komedideki, sonradan ciddiye alınmış bir espriden
geliyordur." (s. 82)
Bu "garanti bir gerçek" mi, yoksa "kabul edilebilir
bir iddia" mı? Her ikimiz de "rekabetçi bir inandırıcılık"
zemininde hareket ediyoruz.
Afrika merkezci iddiaları yıkmak üzere Lefkowitz'nin bazı girişimlerine
dönersek; Hannibal'ın oyun yazarları, Terence Afer ve St. Augustin'in zenci
olmalarına inanmanın çok çok güç olduğunu iddia ediyor, eğer "zenci"
kelimesiyle Batı veya Orta Afrikalı görünümüne sahip kişi demek isteniyorsa.
Kartacalı Afrika nüfusunun yüzde 20'sinin "zencimsi"lerden oluştuğuna
ve İtalya'da Hannibal'ın paralı askerlerine üzerinde "zenci" başı ve
filler olan madeni paralar ödediğine dikkat çekmek gerekiyor.[295] Fakat üst
sınıftan bir Kartacalı olan Hannibal, büyük ihtimal soyunun Levant'taki Tyre
metropolisine giden izini sürdü. Terence ve Aziz Augustine Kuzey Afrika'da
doğup büyümüşlerdi ve onların Kuzeybatı Afrikalı soyundan geldiklerine inanmak
için her türlü neden var.
Sokrat'ın zenci olduğu iddiası ile ilgili olarak Mary Lefkowitz
daha önceki bir makalesinde, herhangi bir şekilde onun Afrika kökenli olma
olasılığını şu sözlerle çürütür: "Komedi şairleri, Sokrat'la bir
Etiyopyalı olduğu için dalga geçme şansını atlamazlardı." Buna cevap
vermekten kendimi alıkoyamadım: Sokrat kendi öğrencileri Platon ve Xenophon
tarafından bir "silenus" olarak tasvir edilmişti ve daha sonraki
dönemde heykeltıraşlar bunu, onun çok kısa bir burun, geniş burun delikleri,
geniş bir ağız ve fırlak gözler olarak portresini yaparak yorumlamışlardı. Bu
nedenle Sokrat'ın Atina vatandaşı olduğu açık ve Yunan kültürüne ait olmasına
rağmen, bu onun "mükemmel" Avrupalı hatları olmasını gerektirmez.
Kitabında, bu iddianın "ustaca yapılmış" olduğunu kabul ediyor, fakat
yanlış olduğunu söylüyor: "Eğer bir silenusa olan benzerliğini kökeninin
nereden olduğunu bulmak için kullanacaksak, aynı şekilde onun at kulaklı ve
kuyruk sakallı insanlardan geldiğini çıkarmak da aynı derecede mantıklı
olurdu." (s. 30) Bir kez daha o eski çağın insanlarını -bu sefer
heykeltıraşları-yanlış yapmış olarak görüyor. Bilmeleri gerekirdi ki bir
Afrikalı yüz siması önermek onu at uzuvları ile tasvir etmekle aynı
absürtlüktedir.
Madeni paralar üzerinde yer alan gösterimleri dışında
Kleopat-ra'nın çağdaş bir portresi yoktur. Fakat görünüşünün Akdenizli tipinde
olduğuna inanmak için her türlü sebep bulunmaktadır. Bu nedenle ne Afrika
merkezcilerin resmettiği gibi Batı Afrikalı ne de Elizabeth Taylor gibidir.
Kleopatra'nın büyükannesinin etnik kökenleri hakkında bazı şüpheler vardır.
Mısırlı veya Nubyalı olmuş olabilir ve böyle bir durum, eğer Viktoria
İngilteresinde ya da 20. yy başlarında İngiltere veya Amerika'da yaşasaydı
Kleopatra'yı beyazlar arasında "evlenilemezler" sınıfına sokardı.
Ancak Mary Lefkowitz, bu olasılığın uzak olduğunu söylemek hakkına sahiptir.
Şimdi Mary Lefkowitz'in saldırı ve öfkesinin özüne geliyoruz:
Yunanlıların Mısır dinini, felsefesini ve bilimini çaldıkları suçlamasına.
Burada birinci yüzleşilecek konu Hermetik külliyatla ilgili sorundur. Çoğu
tinsel kabul edilme törenleri ile ilgili olan ve gizemli bilgelik figürü veya
ilahi Hermes Trismegistos üzerinde yoğunlaşan bu tasavvufi ve filozofik
diyaloglar, Mısır'da M.Ö. I. yüzyıldan itibaren ortalıkta dolaşıyordu. Yunanca
yazılmasına, Platoncu ve Neo-Platoncu yazılarda bulunan birçok fikir ve
özellikleri taşımasına rağmen, tasvir edilen karakterler Mısırlıdır. Bu konuda
Lefkowitz 20. yy'ın başlarında geçerli olan standart yorumu benimser. Bu yoruma
göre 17. yy başlarında bu metinlerin sahte oldukları ortaya çıkarılmıştı.
Aslında Yunanca yazılmışlardı; ancak yazarlar, ünlerini artırmak için
kendilerini edebî bir kendini beğenmişlikle bir Mısırlı olarak tanıtmışlardı.
Yukarı Mısır'daki Nag Hammadi'de aslında 1945 yılında bulunan Koptik Gnostik
Metinler Kitaplığı'nın 1970'lerde yayımlanmasından beri bilimsel düşüncenin tam
tersine döndüğünü göz ardı etmektedir. Bunlarla Hermetik Korpus arasındaki
gayet açık olan paralelliklerin sonucu -çağdaş bilim adamı Garth Fowden'ın
kulak verirsek- şöyledir:
"Geleneksel Mısır düşüncesine ve gnostizme daha yakın bir
ilişkiler çerçevesinden bakıldığında hızla artan sayıda birçok bilimsel
çalışmanın konusu Hermetizmin entelektüel bağlamı ve kökenleri
olmaktadır."[296]
Hermes'in Mısır'daki dengi, bilgelik tanrısı Tot'tur ve Hermes
Trismegistos isminin "Büyük Tot Thrice"' şeklinde güzel bir Mısırca
prototipi vardır.[297] Ancak, Mary Lefkowitz gayet sertçe, "Mısır dilinin kökeninin
nereden türediğine dair yazılı herhangi bir kayıt yoktur." demektedir (s.
101). Kıptice metinlerdeki yakın paralellik dışında, aslında Toht ile bir
havari arasındaki tamamen Hermetik tarzda bir diyoloğun büyük bir kısmını
kapsayan çok sayıda Demotik (geç Mısır dönemi) papirüs vardır. Ayrıca, Mary
Lefkowitz iddiasını büyük Mısır bilimcisi Sir William Flinders Petrie
tarafından ileri sürülen fikirlerle bağdaştırmıyor. Bu iddiaya göre Hermetik
külliyattaki bazı metinler M.Ö. 6.yy'daki Pers dönemi kadar eskiye gider.[298] Bu nedenle
gerçekte Hermetik metinlerle Platonik ve neo-Platonik felsefe arasındaki en
azından bazı benzerliklerin Platon ve onun yandaşlarının Mısırca kaynaklardan
yararlanmalarının bir sonucu olabilir.[299]
Bu bizi, ana sorun olan Çalınmış Miras'a
getirir. Mary Lefkowitz, fikirlerini mason geleneğinden aldıkları için -ki bu
iddia 18. yy romanlarına, özellikle Abbe'nin Sethos'una dayanır- George James
ve diğer Afrika merkezci yazarlara çok fazla vurgu yapar. Bu da onun Ortodoks klasikçiler
tarafından öğretilen "gerçekler" ve Afrika merkezcilerce ortaya
atılan "kurgu" arasında yaptığı ayrımı çok güzel bir şekilde
destekler. Kuşkusuz, Çalınmış Miras'ta ve diğer Afrika
merkezci yazılarda ileri sürülen masonluktaki mertebelerin ve kabul edilme
törenlerinin birçok detayı bu romanlardan türetilmiştir. Ancak Mary
Lefkowtiz'in itiraf ettiği gibi bu romanlar bilimsel niteliğe sahipti ve eski
Yunan ve Latin kaynaklarına dayanıyorlardı ki Yunan gizemlerinin ve
bilgeliğinin Mısır orijinini vurgulamaktaydılar. Fakat gene de kendisi
Herodot'u özel bir durum olarak değerlendirip yok sayabilmektedir. Yine
Diodoros, Strabo ile Helenistik ve Roman dönemlerde yaşayan diğer yazarları
"geç" dönem olarak nitelendiriyor ki 20.yy'da yazan birisinden böyle bir
şeyi duymak biraz şaşırtıcı geliyor. Şöyle yazıyor:
"Mısır Gizem Sistemi diye bir şey hiçbir zaman olmamıştır.
Gizem kavramı ya da kabul edilme ayinleri temel olarak Yunan'a aittir ve Mısır
gizemleri hakkındaki bilgilerimiz Mısır'ın Yunanlılar ve Romalılar tarafından
işgal edilip onlardan etkilendiği döneme denk düşer." (s.157)
Gizemler, doğaları gereği gizemlidirler ve çok nadir olarak
doğrudan tanımlanırlar. Ayrıca Mısır kabul törenlerinin iki detaylı tasviri
Roma döneminden gelmektedir. Biri, Kuzey Afrikalı yazar Apuleius tarafından
yazılan Latince roman Altın Eşek'deki bir tasvirden
gelmektedir. Diğeri ise eski ibadet merkezlerinden Abidos, Busiris ve Karnak'ta
yer alan Horsiesis adlı bir rahibin kabul törenlerini tasvir eden Mısırca
metnin bulunduğu papirustur.[300] Her iki ayinde de üç çarpıcı özellik vardır. Birincisi, tamamen
Mısır geleneğine dayandıkları görünmektedir. İkincisi, pasajların birçoğu Ölüler Kitabı ya da orijinal ismiyle Gün
ile İlerlemek'te bulunan pasajlara benzemektedir. Üçüncüsü de, en ünlü
Yunan gizemlerinin icra edildiği yer olan Atina'nın kuzeydoğusundaki Eleusis'te
yapılan ayinlerin birçoğu ile bu ayinler arasında bir paralellik görülmektedir.
Şüpheci bilim adamı, Profesör Gwyn Griffiths, bu üç benzerliği
bağdaştırmaya çalışmıştır. İddiasına göre mevcut hayatta ruhun yeniden doğuşu
temasının temeli Eski Yunan ve Elevsis'e özgüdür. Ancak şunu da eklemek zorunda
hissediyor: "Fakat Mısır'da da Helenistik dönem esnasında aynı tema çok
eski bir cenaze merasimi geleneğinin uzantısı olarak geliştirilmiş
olabilir."[301] Yani Eski Yunan ve geç dönemlerindeki Eski Mısır, her ikisi de
birbirinden bağımsız olarak yaşayanlar için ölü ruhların yoluculuğunu temsil
eden ayinler icat etmişlerdir. Ancak Mısır ritüellerin uygulanmasıyla eski
Mısır ayinleri yeniden can bulmuş ve Yunan ayinleri bunlar üzerinde gelişmiştir
şeklindeki Mısır delisi fantazyanın yayılması ile bu gerçek, zaman içinde
karıştırılmış. Bu, Yunan ayinlerinin Mısır ayinlerinden türemiş olduğunu
düşünen eski görüşü açıkça kabul etmek varken oldukça kullanışsız bir iddiadır.
En azından yüzeysel bir seviyede bile, Demeter'e tapınmak için
yapılan tören ve ayinler Abidos'ta ve Mısır'ın diğer kutsal merkezlerinde
Osiris için yapılanlarla benzerlik taşımaktadır. Ayrıca Elevsis'te M.Ö. IX veya
VIII. yüzyıla ait bir mezarda Mısırlıların kutsal saydığı bokböceği tılsımları
ve İsis'in -Eski Yunan'daki muadili Demeter- bir sembolü bulunmuştur.[302] Bu nedenlerle,
klasisistlerin büyük çoğunluğunun inkârına rağmen, XX. yüzyılın önde gelen
uzmanları Demeter kültünün Truva Savaşı öncesinde veya bugün Geç Bronz Çağı
diye adlandırdığımız dönemde Mısır'dan alındığında hemfikirdirler. Bunlar
arasında XX. yüzyılın ilk yıllarındaki Elevsis çalışmalarını yürüten ve detaylı
çalışması muhafazakârlar tarafından bile saygı gören Paul Focart en çok itibar
edilen kişidir.[303] Charles Picard Foucart'ı çürütmeye çalışmasıyla bilinir, buna
rağmen VIII. yüzyıl öncesinde Elevsis ayinlerinin büyük derecede Mısır etkileri
taşıdığını kabul etmiştir.[304] 1971 yılında İngiliz bilim adamı A. A. Barb da temel
benzerliklerin farkına varmıştır.[305] Hatta katı bir ayrımcı olan Jean Hani bile İsis ve Demeter'den
bahsederken "Görünen odur ki tarih öncesinden bu yana Eski Mısır ve Yunan
arasında bir çeşit karşılıklı kavrayış olmuştur." itirafında bulunmuştur.[306]
Mary Lefkowitz, ruhun mevcut hayatta yeniden doğuşunun sadece Eski
Yunan'a özgü bir kavram olduğunu ve Ölüler Kitabı'nda
ruhun yolculukları ile ilgili anlatılan Mısır tasvirlerinin sadece tasvir
olduğunu ve ayinlerle bir alakası olmadığını iddia eden muhafazakâr çizgiyi
takip ediyor. Hâlbuki Apuleius ve Horsiesis kaynaklarının sağladığı delillerden
başka I. Seti (M.Ö. 1309-1291) için yapılan bir yeraltı anıt mezarı mevcuttur.
Bu yapı, Ölüler Kitabı'ndan bölümler ve hiyeroglifler
işlenmiş karmaşık geçitleri ve gizemli bir dinî oyunun metinleri ile süslenmiş
bir hol ile tuhaf bir yeraltı adası gibidir.[307] Yapının ayinler için kullanıldığını düşünmek oldukça mantıklıdır.
Bunlara ilaveten, M.Ö. 17.yy'a dek geri gidildiğinde, hayatta olmasına rağmen
"m3'hrw" veya "Sesin Gerçeği" diye adlandırılan -ki bu
isim, genelde ölümsüz ölüler için kullanılır- kişilere yapılan atıflar vardır.[308] Hatta Ölüler Kitabı'nda anlatılan ritüellerden birine katıldığını
söyleyen bir kişiden söz edilmektedir.[309] Bu durumda kanıtların uyumu göstermektedir ki Ölüler
Kitabı, yaşayanların yaptığı ayinler için de kullanılmıştır; Yunan
gizemleri ve bunlarla ilişkili ayinlerin Mısır'dan türediğini savunan antik
görüşü kabul etmek gerekir. Bu iddianın kesinlik içeren kanıtlara dayanmadığını
kabul ediyorum; ancak bu, diğer iddialara göre çok daha akla uygun bir
görüştür. Fakat Mary Lefkowitz'in Yunan gizemleri ve ritüelleri üzerinde Mısır
etkisi olmadığını iddia etmesi ve bunun da ispatlanmış gerçeklere dayandığını
söylemesi saçmadır.
Memphis'te ve diğer Mısır şehirlerinde "kolej"ler veya
"üniversite"ler olup olmadığı konusu ise tanımlamanın nasıl
yapıldığına bağlıdır. En azından Eski Krallık döneminden (M.Ö. 3000 yılları)
beri uzmanlaşmış kâtipler, hekimler ve büyücülerden meydana gelen ayrıntılı bir
bürokratik kurumun varlığı ve Orta Krallık döneminde (M.Ö. 2000 yılları)
"pr'nh" yani "Hayat Evi" diye adlandırılan bir kurumun
varlığı bilinmektedir. Mısır uzmanları "Hayat Evi"nin nasıl
değerlendirileceği konusunda ikiye bölünmüşlerdir. Alan Gardiner gibi bir kısım
uzmanlar bunun sadece bir nevi "scriptorium" yani papirüslerin
saklandığı bir arşiv olarak tanımlamaktadır.[310] Diğerleri ise "Hayat Evi"nin bir çeşit üniversite olduğu
kanaatindedirler. Örneğin, Mısır uzmanı P. Derchain, Pers işgalinin ilk
döneminde M.Ö. 525-404 yılları arasında bu kurumlarda tıptan, astronomi,
matematik, efsaneler ve mumyalama yöntemlerinden coğrafyaya kadar birçok alanda
yazılmış papirüsler bulunduğunu, yani bu kurumların Mısırlıların tüm felsefi ve
bilimsel bilgilerinin eksiksiz bir toplamının bir arada bulunduğu yerler
olduğunu söylüyor.[311] Bu konu, elbette tartışmaya açık bir konudur, ama aynı derecede
açıktır ki Mary Lefkowitz, Antik dönem ve 18.yy araştırmacılarının ve Afrika
merkezcilerin tarif ettiği "Mısır Kolejleri"nin tamamen kurmacaya
dayandığını iddia ederken hata etmektedir.
Eski Mısırlılarda bilim var mıydı ve eğer var idiyse bunun Yunanlar
üzerinde kayda değer bir etkisi olmuş muydu? Birkaç yıldır bu iki görüş
üzerinde çalışmakta ve muhakeme yapmaktaydım. Bu görüşler üzerindeki
argümanlarımı Harvard ve Cambridge üniversiteleri bilim tarihi ve felsefesi
bölümlerine sunduğumda bazı dinleyiciler bana katıldı, kimileri katılmadı;
ancak sunduğum görüşler akademik bir tartışma için mantığa uygun bir konu
olarak kabul gördü. Hatta Rönesans bilimi tarihçisi Robert Palter ile aramızda
bu konu üzerinde bir polemik doğdu.[312] Kimin üstün geldiğini söylemek bana düşmez; ancak Yunan matematiği
uzmanı Victor Katz bu tartışma hakkında şunları yazdı: "Matematik söz
konusu olduğu sürece, Palter birçok spesifik noktada Bernal ile tartışmasına ve
Bernal'in her iki iddiasını da reddetmesine rağmen, bu iddialara açık ve kesin
bir karşılık vermedi."[313] Bu konuda da Mary Lefkowitz Afrika merkezci görüşleri absürt
diyerek göz ardı etmek de yanlıştır.
Bu, Eski Yunan'da gelişen Helenistik bilimin tamamen Mısır
bilgisinden oluştuğu ve onun üzerine hiçbir şey eklemediği anlamına
gelmemektedir. Aynısı felsefe için de geçerlidir. "Felsefe" terimi
olağanüstü nazik ve değişken bir terimdir; ancak Sokrat'ın "merak, hakikat
üzerinde düşünmek ve gerçeklik" tanımından yola çıkarsak, felsefenin Eski
Mısır'da var olduğunu varsaymamız için her türlü neden mevcuttur. Aslında, Eski
Yunanlar ve Romalılar arasında felsefenin Mısır'dan türediği, geleneksel
bilgeliğin bir parçasıydı.[314] Ayrıca, Afrika merkezci bakış açısı Yunan felsefesinin bazı
detaylarını anlamamız için bir imkân olabilir. Örneğin Mary Lefkowitz, G.G.M.
James'in Çalınmış Miras kitabında Democritus'un
bulduğu "atom" kelimesinin "bölünemezlik" anlamındaki
kelimeden değil, Mısır Tanrısı Atum'dan türemiş olduğu iddiasına dudak büküyor
(s.149).[315] Bu kutsal
isim, hem "doluluk" ya da "var olma" hem de "var
olmamak" anlamlarına geliyor. Mısır uzmanı Erik Hornung böyle bir kavramı
tercüme etmenin zorluklarından söz ettikten sonra şöyle bir sonuca varıyor:
"Atum 'başlangıçta her şey olan' tanrıdır; yekvücut, tek bir
varlık olarak bütündür ve aynı zamanda mevcut olmayandır; çünkü mevcudiyetin
onun yaratma işinden önce olması mümkün değildir."[316]
Felsefeci Anthony Preus şunu savunuyor: "Eğer bu ifadeyi ünlü
'DK156—MH\MA=LLON TO\DE\NH)\TO\MHDE\N EI)=NAI' ifadesinin yanına koyarsak, şu
sonuca varabiliriz ki Demokritus, Mısırlı 'Atom'un belirsizliğinin farkındaydı
ve bu kavramı Yunancaya ithal etti."[317]
James'in, Klasisist Geoffre Kirk'e göre Mısırlılar ve
Mezopotamyalılardan önemli derecede etkilenmiş olan Sokrat öncesi filozoflar
yerine, düşüncesi ayırt edici şekilde Yunan sayılan Aristoteles üzerinde
yoğunlaşması gariptir.[318] Benzer şekilde Mısır'dan çok fazla etkilenmiş olan ve 2000 yıldan
beridir Platoncuların onun düşüncesini Mısır'a doğru geri giden zincirde şanlı
bir halka olarak gördükleri Platon üzerinde odaklanabilirdi.[319]
Mary Lefkowitz'in rasyonel bir Yunan ve irrasyonel bir Mısır olarak
kategorik bir ayrım olduğu kanaati, nedenselliğin ancak Aristo'nun formel ikili
mantığı ve Öklid'in aksiyomatik geometrisi ile başladığına -ki bildiğimiz
kadarıyla her ikisi de Eski Mısır'da yoktu- inanılırsa geçerli olabilir. Fakat
bu iddia, bu konu hakkında çok daha yetkin ve detaylı çalışan bazı
araştırmacıların çalışmalarına göre yeniden işlenmelidir. Bunlardan ilki E. R.
Dodds, "Yunanlar ve İrrasyonellik" adlı parlak çalışmasında çılgınlık
ve Şamanizmin Yunan yaşamında ve düşüncesinde nasıl bir merkez olduğunu
göstermektedir.[320] İkincisi, klasisist bilim tarihçisi Heinrich von Staden geçenlerde
şöyle yazmıştır:
"…Modern tarihçilerin seçimlerini ve dikkate almadıkları
konuları şekillendiren kültürel şartlar hakkında yürütülen fikirler eksik ve
kifayetsizdir. Bu kültürel şartlar temelde, karşılıklı birbirini takviye eden
iki kolektif deneyimi içermektedir: Birincisi, Antik Yunan'ın kültürümüzün
kaynağı olarak görüldüğü modern algılayıştır, ikincisi ise modern Batı
biliminin yol gösterici ilke oluşudur. Bu kaynak ve yol göstericinin esas
olduğu, zamanla oluşmuş kolektif yapılar, modern bilim tarihinde kalıplaşmış ve
kolay kolay değişmez sabit fikirlere yol açmıştır. Bu nedenle Kutsal Hastalık Üzerine adlı eserinde Hipokrat'ın yazdığı
tezlerde büyüyü eleştirmesi ve hastalığın nedenlerini öğrenmek için kutsal
tanrılara başvurulmasını sorgulaması antik bilimi inceleyen tüm tarihçiler
tarafından bilinmekte ve bu eser, Yunan biliminin 'başkalığı'nı anlatan
görüşlerle dolu olarak sık sık tercüme edilmekte ve hatta daha da sık
derlenmektedir. Bu da Hipokrat üzerine yazılmış külliyatın büyük bir kısmını
teşkil etmektedir, hâlbuki Hipokrat'ın jinekolojik hastalıklar üzerine
tezlerinin hiçbir İngilizce tercümesi yoktur."[321]
Mısır'da da rasyonalite alanları vardı -sofistike ve kuvvetli bir
matematik, süper bir geometri, tıbbi semptomlar hakkında harika gözlemler,
kusursuz bir cerrahi vs. mevcuttu- ancak bunların tamamını şimdi büyü ve hurafe
olarak değerlendirmeliyiz. Böylelikle, Mary Lefkowitz'in bu iki kültür
arasındaki kategorik ayrımını onun sandığında çok daha kolay ve hızlı
yapabiliriz.
Şimdi Mary Lefkowitz'in nihai korkusuna, Afrika merkezcilerin Çalınmış Miras iddialarına gelelim. Yukarıda da bahsedildiği
gibi, kitapta Afrika merkezcilerin birçok konuda yanılmış olduklarından şüphe
edilmemektedir. Ayrıca, Mısırlıların sahip olmadığı bir bilgiyi, mesela Aristo
mantığını veya Öklid geometrisini Yunanlıların çalmış olması zaten mümkün
değildir. Fakat Afrika merkezciler büyük bir antikite geleneğinde gedikler
açmaktadırlar ve en azından din ve bilim alanlarındaki görüşlerinde bir miktar
doğruluk payı da vardır.
M.S. I.yy'da Yeni Pisagorcu Tyanalı Apollonios Hindistan'ı ziyaret
etmişti. Onun biyografi yazıcısı Philastros'a göre Hintliler Apollonios'un
bilgeliğini görünce çok şaşırmışlardı. Çünkü Mısırlılar, onlara
"Yunanlılar arasında revaçta olan kurban törenlerinin ve ritüellerin"
Mısırlılar tarafından kurulduğunu ve Yunanlıların haydut olduklarını
söylemişlerdi.[322] Yunanlıların Mısır dinini örnek aldıkları fikri Hermes
külliyatının bir pasajında da geçmektedir.[323] M.S. 100 yılları civarında Bybloslu Philo Yunanlıların Finike ve
Mısır'ın eski efsanelerini alıp kendi versiyonlarını geliştirerek diğer
insanlara benimsettiklerini iddia etmiştir.[324] M.S. 2.yy'da Asurlu Christian Tatian, Yunanlıların Finike
alfabesi, Mısır geometrisi ve tarih yazımı dâhil tüm kültürlerini
"barbar"lardan aldığını söylemiştir.[325] Kilise pederi İskenderiyeli Clement daha da ileri gitmiş ve
Yunanlıları "hırsızlar" olarak nitelemiştir.[326]
Hristiyanların ve Yunanlı olmayan diğer yazarların aleni
taraflılığına ve diğer yandan Heredot, Platon, Aristoteles ve diğerlerinin
Mısır'ın kendi kültürleri üzerindeki merkezî önemini kabul etmekteki
samimiyetlerine rağmen yukarıdaki iddialar tümden mantık dışı da değildir.
Mesela, Pisagor üçgenlerinin Yakın Doğu'da Pisagor'dan bin yıl öncesinden beri
kullanılmakta olduğunu biliyoruz.[327] Arşimet'e göre piramitlerin hacmini hesaplayan ilk kişi olan
Eudoxos'tan çok zaman önce piramitlerin hacmi, hemen hemen eşit şekilde
hesaplanmaktaydı.[328] Arşimet'in "terazi"si ve "vida"sı daha Yunanlı
bilginler doğmadan asırlar önce Mısır'da kullanılmaktaydı.
Akademisyenler, daha zarif olan "kendine mal etme"
sözcüğünü tercih edebilirler; ancak bu gibi vakalarda "çalmak"
kelimesi de tamamen uygunsuzdur denemez.
Bu noktada daha geniş bir tarihî kapsam içinde her iki tarafın da
pozisyonlarını netleştirmek istiyorum. Bazı deformasyonlara rağmen Afrika
merkezciler Kara Atena'da yer alan ve Yunan
uygarlığının kökenini benim "Eski Çağ Modeli" olarak adlandırdığım
modelle açıklayan görüşü savunmaktadırlar. En azından, M.Ö. 5. yy'dan sonra
Yunanlılar ve diğer halklar şuna inanıyorlardı: Mısır, Finike ve diğer Asya
ülkelerinden insanlar Yunanistan'a gelip şehirler inşa etmişler, hanedanlar
oluşturmuşlar, din ve gizem öğretilerini aktarmışlardı. Sonraları Yunanlılar
Mısır ve daha az oranda Doğu üzerinde çalışmaya başladılar ve felsefeyi,
matematiği ve bilimi ithal ettiler.[329] "Eski Çağ Modeli"nin Afrika merkezciler tarafından
özellikle üzerinde durulan kısmı 19. yy bitiminde oldukça ses getirmiştir. Bu
görüş masonik gelenek ve romanları kısmen esas almakla beraber temelde Charles
François Dupuis, Constantin de Volney ve A. H. L. Heeren gibi bilginlerin
çalışmalarına dayanmaktaydı. Bu üç kişi Eski Mısırlıların zenci olduğunu;
Avrupalıların da uygarlıklarını Afrika'dan geliştirdiklerini iddia ediyorlardı
ve bu görüş o dönemde köleliğin kaldırılmasını savunanlar tarafından ırk
kökenli köleliğe karşı çıkmakta kullanılıyordu.[330]
Eski Çağ Modeli'nin yorumlanışındaki bu değişiklik klasikler için
modern bir disiplinin yaratıldığı 1820'den sonraki çeyrek yüzyıllık dönemde
yaşanan değişiklikten daha keskin değildir. Bu dönemde genç bilim adamları
"Eski Çağ Modeli"ni bir kenara attılar ve Eski Yunan'ın Mısır'dan
büyük bir kültürel miras aldığını inkâr ettiler. Bu inkâr, hiyerogliflerin
çözülmesinin bir sonucu değildi; çünkü klasisistler Chompallion'un
çalışmalarını ancak 1850'lerde kabul etmişlerdi. 1870'lerden önce başlamamış
olan Bronz Çağı Yunanistan'ı için yapılan kazılardan da bu sonuca varamazlardı.
Eski Çağ Modeli, ideolojik nedenlerden dolayı reddedilmişti. Avrupa
uygarlığının beşiği olarak görülen Yunanistan'ın, artık yeni "ırk temelli
bilim"in daha aşağı olarak kategorize ettiği Afrikalılar ve Asyalılar
tarafından uygarlaştırılması mümkün görünmüyordu. 1840'larda yeni bir model,
"Ari Modeli" ortaya çıktı. Buna göre Yunan uygarlığı kuzeyden gelen
"Hint-Avrupa" ya da "Aryan" dili konuşan Helenlerin
fetihleri sonucunda gelişmişti. Bunlar, Ege'nin -artık isimleri kaybolmuş olan
ve bu nedenle basitçe "Pre-Helen" (Helen-öncesi) olarak adlandırılan-
eski yerlilerini hükümleri altına almışlardı. Bu "Ari Modeli"nin
bilimsel dayanağı o dönemde Hint-Avrupa dillerinin incelenmesi ve Yunan dilinin
de bu ailenin bir üyesi olduğunun anlaşılmasına istinaden, erken bir dönemde
Hint-Avrupa topraklarından Kuzey Ege'ye önemli göçler veya kültürel etkilerin
gelmiş olması gerektiğiydi. Ancak Yunan dilinin Hint-Avrupa dilleri ile
açıklanamayan yüzde 50'lik kısmını izah edebilmek için
"Pre-Helen"lere ihtiyaç vardı.
Yunanistan'ın temelde "Hint-Avrupa"lı olduğu gerçeğinin
Mısırlı ve Sami etkilere dair onca belge içeren "Eski Çağ Modeli" ile
uzlaştırılamamasının hiçbir mantıki nedeni yoktur. Fakat Ari Modeli'ni kuran ve
günümüzde de Mary Lefkowitz gibi Yunan üzerindeki önemli bir Mısır etkisi
olmadığında ısrar eden romantik ırkçılar için böyle bir kültürel ve linguistik
karışım tahammül edilemezdir.
Bu, komik bir ironi ortaya çıkarmaktadır. Mary Lefkowitz, Arthur J.
Schlesinger'in Afrika merkezciliğin sadece grup öz güvenini geliştirmek üzere
bir çaba olduğunu, hâlbuki tarihin "tarafsız analiz, yargı ve
perspektif"[331] açıklamalar içermesi gerektiği görüşünü tekrar ediyor. Fakat
aslında, böyle bir tarih, okullarda öğretilen - her zaman milliyet ile vatanın
vurgulandığı ve diğerlerininkine göre daha üstün görüldüğü- tarih anlayışından
çok uzaktır. Mesela 17 yaşımda Fransa'ya gönderildiğimde Fransız arkadaşımla
ben İngiltere-Fransa arasında yapılan savaşların tamamen farklı iki listesini
biliyorduk. Her birimiz kendi ülkemizin zaferlerini öğrenmiştik, yenilgilerini
değil. Bu nedenle Afro-Amerikan çocukların Afrika'nın ve dünyaya yayılmış
Afrika kökenlilerin zaferlerini öğrenmesi, ırkçı bir toplumda sürekli psikolojik
tacize maruz kaldıkları düşünülürse özellikle faydalı olacaktır.
Diğer yandan Schlesinger ve Lefkowitz'e tarih araştırmacılarının
mümkün olduğunca bulundukları çevreyi aşıp nesnelliğe ulaşmaya çalışmaları
gerektiği konusunda katılıyorum. Ancak "Ari Model"in antik geleneği
reddi ve saf beyaz, saf Avrupalı bir Yunan fikrinde ısrarı beyazların "iyi
hissetme"sine yarayan bir ilim ve eğitimin aşırı uçta bir örneğidir.
Mary Lefkowitz, kitabının son bölümünü George Orwell'in 1984'üne, eski kültürün sistematik yıkımının ve bu kültürün
2050 yılında tamamen ortadan kalkacağının anlatılışına dokunaklı bir gönderme
yaparak bitiriyor. Şöyle devam ediyor:
"Orwell'in 2050 yılı için tahmin ettiği şey, 1954'te Çalınmış Miras'ın basılması ile aslında bir asır önce gerçekleşmiş
oluyor. Çünkü George G. M. James bu kitapta tarihi öylesine baştan aşağı
yeniden yazmıştır ki artık bilinen tarihten tamamen farklı ve onunla çelişen
bir tarih yaratmıştır." (s. 154)
Aslında hesabında bir asırlık bir hata vardır. Tüm yanlışlarına
rağmen, James eski tarihî geleneği takip ediyordu. Eski Yunan'ın oluşumu ile
ilgili bilinen tüm eski tarihi apaçık bir kopuklukla yeniden yazanlar, Mary
Lefkowitz'in sıkı sıkıya bağlı kaldığı Ari Model'in kurucularıdır.
[1] Çıkış, Musanın
İkinci Kitabı. Bap1.
[2] Marx, Engels.
Din Üzerine. s.329–330.
[3] Voltaire,
Felsefe Sözlüğü.
[4] Johnson, Paul,
Yahudi Tarihi. s.330.
[6] Bernal,
Martin, Kara Atena, s.402.
[8] Gökdemir,
Orhan, Aydınlanma Tarikatı. s.79.
[13] Williams,
Paul.L. Vatikan Sırları, s.22.
[14] Marx, Karl,
Grundrısse. s.185.
[15] Bernal,
Martin, Ari Yunan Kökeni Modelinin Oluşturulmasında Irk, Sınıf ve Toplumsal
Cinsiyet, Cogito, sayı: 39.
[18] Marx, Engels,
a.g.e. s.123.
[19] Marx, Engels,
Seçme Yapıtlar, C: 1, s.592.
[22] Engels,
Friedrich, Doğanın Diyalektiği, .s.36.
[26] Marx, Engels,
Din Üzerine, s.316-317.
[27] Herodotos,
Herodot Tarihi, s.106.
[30] Thomson,
George, İlk Filozoflar, s. 163-164.
[31] Freud,
Sigmund, Musa ve Tek Tanrıcılık, s.13.
Musa veya Moşe hakkındaki bu tartışmaların modern zamanların âdeti
olduğunu belirtelim. Buna karşı Aydınlanma düşüncesi Musa ve onun dinî hakkında
derin bir kuşku beslemektedir. Voltaire, sözlüğünde şunları yazmaktadır:
"Acaba gerçekten bir Musa var mıydı? Mısırlılarda bütün doğaya egemen bir
insan yaşamış olsaydı, böylesine olağanüstü olaylar Mısır tarihinin belli başlı
bölümünü meydana getirmez miydi? Tarihçi Jesephe, Yahudilerin lehine olan bütün
kanıtları elden geldiği kadar toplamıştır; andığı yazarlardan hiçbirinin,
Musa'nın göstermiş olduğu mucizelerden bir sözcükle olsun söz ettiklerini
söylemeye bile cesaret edemiyor. Nasıl olur! Nil Nehri'nin suları kana
çevrilir, bir melek Mısır'da yeni doğan çocukları boğazlar, deniz yarılır,
suları sağa sola asılı kalır da hiçbir yazar bundan söz etmez mi! Demek uluslar
bütün bu olağanüstü şeyleri unutmuş olacaklar, olaydan binlerce yıl sonra da
küçük, barbar bir köle ulustan başka bize bu öyküleri anlatan olmayacak, öyle
mi? Söylentiye göre, bir Ptolemeos'un, merak edip Yahudilerin yazılarını
Yunancaya çevirttiği zamana kadar, bütün dünyanın adını bile bilmediği bu Musa,
o halde kimdir? Yahudilerin Musa'ya dair dedikleri her şeyi, Doğu masalları
yüzyıllardan beri Bakkhos'a mal ediyordu. Bakkhos, suları kana çevirmiş;
değneğiyle, tanrının günü mucizeler göstermişti: daha Yahudilerle hiçbir ilişki
kurulmamış, bu zavallı ulusun kitapları olup olmadığı bile daha öğrenilmemişken
bütün bu olaylar Bakkhos ayinlerinde şarkılarla söylenmişti. Bu kadar yeni,
bunca zaman oradan oraya göç etmiş, bu kadar geç tanınmış, Filistin'e de bu
kadar geç yerleşmiş bir ulusun, Fenike diliyle birlikte Fenike masallarını da
almış ve bunları, bütün kaba taklitçilerin yaptıkları gibi, daha da süsleyip
püslemiş olması çok büyük bir olasılık değil midir?" Voltaire, Felsefe Sözlüğü, Moise.
Bernal, İkhanaton ile ilgili bulgulara ulaşılmasından sonra 18.
Sülale kraliyet ailesinin üyelerinin Mısırlı değil, yabancılar olduğu
iddiasından yola çıkarak onların Ari olduğu sonucuna varıldığı ve böylece
Atonculuk ile Hristiyanlık arasında bağ kurulduğunu belirtiyor. Freud'un Aton
dinini Museviliğin kaynağı olarak göstermesinde ise başka kaygıları vardır.
Bernal, Freud'un zamanın yoğun anti-semitizmini yatıştırmak için, Yahudiliği ve
Yahudileri Hristiyan tek tanrıcılığına baskı yapma sorumluluğundan mazur
gösterip, suçu İkhanaton ve Mısırlılara yüklemek istediğini iddia ediyor.
Bernal, Kara Atena, s.520.
[37] Timur, Taner, Batı, Irkçılık, Ulusal Kimliğimiz, Yapıt, Haziran-Temmuz
1984, sayı: 5.
[38] Oba, Ali
Engin, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge. Ankara 1995. s.124.
[42] Ataöv,
Türkkaya, Siyonizm ve Irkçılık, AÜSBFY, Ankara, 1982,
s.28.
[43] Avcıoğlu,
Doğan, Türkiye'nin Düzeni, Bilgi, Ankara, 1969, s.144.
[45] Yetkin, Çetin,
Türkiye'nin Devlet Yaşamında Yahudiler, Gözlem,
İstanbul, 1996. s.128.
[50] Goloğlu,
Orhan, İttihatçılar ve Masonlar, Gür, İstanbul, 1991, s.175.
[51] Tunaya, Tarık
Zafer, Türkiye'de Siyasal Partiler, cilt 3, s.222.
[52] Galanti,
Avram, Türkler ve Yahudiler, Tan, İstanbul, 1947,
s.80.
[57] Aktaran
Goloğlu, a.g.e., s.22-23.
[59] Rodrıgue,
Aron, Türkiye Yahudilerinin Batılılaşması, çev.
İbrahim Yıldız, Ayraç, Ankara, 1997, s.188.
[61] Lewis,
Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev: Metin
Kıratlı, TTK, Ankara, 1998, s.211.
[68] Bkz. Goloğlu,
a.g.e., s.208 ve devamı.
[72] Umar, Bilge,
İzmir'de Yunanlıların Son Günleri, Bilgi, Ankara, 1974, s.322.
[75] Avcıoğlu,
Doğan, Millî Kurtuluş Tarihi, cilt 3, Tekin, İstanbul, 1979, s.1108.
[80] Basalel,
Yusuf, Yahudi Tarihi, Üniversal, İstanbul, 2000, s.94.
[81] Erman, Azmi
Nihat, İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri, Temel, İstanbul, 1971,
s.188-189.
[82] Yetkin,
a.g.e., s.232-233-234.
[83] Banka İttihat
ve Terakki'nin kontrolündeydi, 1918 yılında el konuldu.
[84] Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü.
[85] Cassirer,
Ernst, Devlet Efsanesi, çev: Necla Arat, Remzi, İstanbul 1984, sf.233.
[87] Lewis,
Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev: Metin
Kıratlı, TTK, 1998, sf.330.
[90] Akçura, Yusuf,
Üç Tarz-ı Siyaset, TTK, 1987, sf. 23.
[91] Oba, Ali
Engin, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge, Ankara, 1995, sf.20.
[92] Hobsbawm,
E.J., Milletler ve Milliyetçilik, çev: Osman Akınhay,
İstanbul, 1993, sf.41-42.
[94] Febvre,
Lucien, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, çev:
Mehmet Ali Kılıçbay, İmge, Ankara, 1995, sf.72.
[97] Marx, Karl,
Yahudi Sorunu, çev: Niyazi Berkes, Ankara, 1968, s.20.
[101] Gökdemir,
Orhan, İnsan ve Doğa/Ölen bir ideoloji üzerine incelemeler, Ataol, İstanbul,
1994, s.179.
[105] Rodinson,
Maxıme, İslamiyet ve Kapitalizm, çev: Orhan Suda, Gün, İstanbul, 1969. s.43.
[107] Gökdemir,
Orhan, Öteki İslam, Sorun, İstanbul, 1998, s.48.
[112] Challaye,
Felicien, Dinler Tarihi, çev: Samih Tiryakioğlu, Varlık, İstanbul, 1994, Ölüler
Kitabı'nın CXXV. bölümü, s.37-38.
[113] Meriç, Cemil,
Cemil Meriç ile Söyleşi, Cogito, sayı: 32, 2002.
[115] Berkes,
Niyazi, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Y., İstanbul, s.589.
[116] Akçura, Yusuf,
Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Y., İstanbul, 1988, s.39.
[118] A.g.e., s.279.
Bir de düzeltmesi var, Cahun'un Müslümancı yerine Türkçü demiş olduğunu
öğreniyoruz.
[121] Timur, Taner, Batı İdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik Sorunumuz, Yapıt,
sayı: 5. Haziran-Temmuz, 1985.
[123] Basalel,
Yusuf, Yahudi Tarihi, İstanbul, 2000, s.84.
[125] Groepler, Eva,
Anti-Semitizm, çev: Süheyla Kaya, Belge Y., İstanbul,
1999, s.192-193.
[131] Koestler,
Arthur, Onüçüncü Kabile/Hazar İmparatorluğunun Mirası,
çev: Belkıs Çorakçı, İstanbul, s.168.
[132] Basalelel,
a.g.e., s.81.
[133] Parvus Efendi,
Türkiye'nin Mali Tutsaklığı, çev. Muammer Sencer. May Y., İbt., 1977, s.269 ve
sonrası.
[135] Berkes,
a.g.e., s.462. Parvus'un Alman Dış işleri Bakanlığı ile operasyonu hakkında
bakınız: s.616.
[137] Rodrıgue,
Aron, Türkiye Yahudilerinin Batılılaşması, çev. İbrahim Yıldız, Ayraç Y., Ank.,
1997, s.191.
[139] Ülken, Hilmi
Ziya, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, Selçuk Y., İst., 1966, s.100.
[141] Rodrıgue,
a.g.e., s.190.
[142] Goloğlu,
Mahmut, İttihatçılar ve Masonlar, Gür Y., İst., 1991, s.188. Bu tartışmaların
tutanakları Osmanlı'nın Son Döneminde Türkçülük ve Siyonizm'in içindedir.
Fabrika, sayı 58.
[147] Rodrıgue,
a.g.e., s.247.
[148] Yetkin, Çetin,
Türkiye'nin Devlet Yaşamında Yahudiler, Gözlem Y., İst., 1996, s.169
[149] Galanti,
Avram, Türklük İncelemeleri, Yeditepe Y., İst., 2005, s.20-21.
[153] Oğuz
Çetinoğlu, www.orienternet.de.
[156] Tekinalp,
Munis, Kemalizm, Toplumsal Dönüşüm Y., İst., 1998, s.16.
[161] Cogito, sayı:
32. 2002. Gerisi ise şöyle: "Talat Paşa, yukarıda değinilen bağlamda hem
masonluğu hem de ilişkide olduğu çevreler açısından modernleşme/milliyetçilik
sürecinde çok önemli sembollerden birisi. 3 Mart 1909'da İstanbul'da,
Tokatlıyan Otel'de Mason Yüksek Şurası için bir toplantı yapılıyor. Toplantıya
o anda 33. dereceye ulaşmış 12 mason katılıyor. Bu 12 kişi kıdem sırasına göre
1'den 12'ye kadar sıralanıyor. 1 Numara'daki kişinin adı Mehmet Talat Sai, o
esnada İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi Reisi ve milletvekili. Ondan önce de
Alyans İsrael'de Türkçe öğretmenliği yapıyor. O zamanlar bu isimle tanınıyor ve
daha sonra tarihe Talat Paşa olarak geçecektir...
Talat Paşa, İttihat Terakki'nin sivil kanadının lideridir. Bu örgüt
ustası, İttihat Terakki'nin temel yapı taşlarının oturtulması ve Cumhuriyet'e
kadar uzanan tarihsel süreçte devlete katkılarıyla önemli bir konumdadır.
Edirne'de bulunduğu sıralarda Musevilerle kurduğu ilişkiler ve bu ilişkilerin
örgüte taşınması, ideolojik alan başta olmak üzere, İttihat Terakki'yi derinden
etkilemiştir. Etkileri günümüze kadar uzanan, Türkiye-Museviler, siyonist
örgütler, İsrail -Türkiye ilişkilerinin temelleri İttihatçıların bu güçlü
adamının izlerini taşır.
Aliya, Erez İsrael'e yani Nil'den Fırat'a kadar olan, vadedilmiş
Kenan ülkesi topraklarına göç demektir. Bu topraklara gelene "ole",
yani yükseğe çıkmış deniyor. Çünkü bu topraklarda yaşamak bir farz, dinî bir
vecibe... Talat Paşa hem mason hem de Bektaşi. Halifebaba Turgut Koca'nın
geriye bıraktığı önemli belgeden bunu bir kez daha öğreniyoruz. Talat Paşa,
Edirneli; ancak hiç kuşkusuz Selanik ile çok yakın bağı var...
Gençliğindeki intihar girişiminin izini ömür boyu taşıyacak olan M.
Ziya Gökalp, Diyarbakırlı. Dedesi, yörenin ünlü fikir insanlarından birisi.
Gökalp'i çok etkileyen babası Tevfik Efendi; memur, vilayetin resmî gazetesinin
müdürlüğünü yapmış, istatistiki salname yazmış, Diyarbekir Tarihi isimli bir
kitabı var; en son görevi de nüfus işlerini idare etmek. Annesi Zeliha Hanım da
eşraftan bir ailenin kızı. (Ali N. Göksel, Ziya Gökalp : Hayatı-Eserleri,
Aktaran: Mehmet Karakaş, Türk Ulusçuluğunun İnşası, s.166) Namık Kemal ile
Nazım Hikmet akrabadır. Bunu açacağız. Ahmet Mithat, Namık Kemal ve Ziya
Gökalp'in ortak bir paydaları da hepsinin mason olmasıdır. Ahmet Mithat
Efendi'nin bir de Melami olduğunu biliyoruz. (Toplumsal Tarih, Ocak 2002)
Yasemin Pirinçcioğlu'nun dedesi Arif Fevzi Pirinçcioğlu'nun babası ile Ziya
Gökalp'in annesi kardeş. Arif Fevzi Bey, Ziya Gökalp'in dayısının oğlu.
Anlatıma göre, Arif Fevzi'nin babasının kız kardeşlerinden, diğer üç kız
kardeşten olan çocukların birisi Cahit Sıtkı Tarancı, diğerleri Ziya Gökalp ve
Süleyman Nazif. Demek ki, Cahit Sıtkı, Süleyman Nazif ve Ziya Gökalp'in üçü
teyze çocukları. Yasemin Pirinçcioğlu'nun annesinin, geçenlerde ölen Halide
Edip'in asistanı da olan Hayrunisa İnci Hanım'ın teyzesi Selçuk Yaşar'ın annesi.
Yani, Hayrunisa İnci Hanım'la, Selçuk Yaşar teyze çocukları. Hayrunisa İnci
Hanım yakın zamanlarda vefat etti ve Teşvikiye'den kalkan cenaze
Zincirlikuyu'ya gömüldü. ( )
Pirinçcioğlu'nun anlattıklarında ismi geçen Vefik Pirinçcioğlu,
Varlık Vergisi'nin başındaki kişi.
Dönemin etkin dergisi Yeni Mecmua'da Moiz Kohen'le (Tekin Alp)
birlikte yazan Ziya Gökalp, dönemin ideolojisini yansıtan solidarizmin
(dayanışmacılık, bağlılık) de yine Moiz Kohen'le birlikte yerli versiyonunun en
büyük teorisyenleri. Ziya Gökalp'in kıymeti haiz olarak gördüğü ve en çok
methiyeler düzdüğü kişiler de Talat Paşa ve Mustafa Kemal. Yazan: gokyuzu, 27
Nisan 2003 (www.f27.parsimany.net).
[162] Geçtiğimiz
günlerde bir gazetemiz, elinde ölçü aletiyle kafatası ölçmeye çalışan Nihal
Atsız'ın kafatası ölçülerinin Türk çıkmadığını haber verdi. Ancak ne yazık ki
"ne çıktığını" öğrenme şansımız olmadı. Türk değilse, başka bir
"ırk" olmalıdır.
[163] Yazının
orijinal başlığı "Siyonizm ve Osmanlı"dır. Başlık bize aittir.
[164] Copernikus,
Nicolaus, Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine, İst., 2002, s. 44.
[165] Günümüzde
Felsefe Disiplinleri, İst.1990, s.16-17.
[166] Kant,
Immanuel, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena,
Ank., 1983, s.4.
[167] Kant,
Immanuel, Pratik Aklın Eleştirisi, Ank., 1980, s.150.
[168] Günümüzde...
ag.e. s.16.
[169] Marx-Engels,
Alman İdeolojisi, Ank., 1987, s.30.
[170] Hegel, Gerg
Wilhelm Friedrich.Tarihte Akıl, İst., 1995, s.159.
[171] Leartios,
Diogenes, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, İst., 2004, s.16.
[172] Marx-Engels,
a.g.e, s.44-45.
[174] Marcuse,
Herbert, Us ve Devrim/Hegel ve Toplumbilimin Doğuşu, İst., 1989, s.202.
[175] Collingwood,
R.G, Tarih Tasarımı, İst., 1990, s.95.
[176] Marx-Engels,
a.g.e., s. 49.
[177] Gökdemir,
Orhan, Felsefi Aklın Eleştirisi, İst., 1997, s.43.
[178] Marx-Engels.
A.g.e. s.20.
[179] Gökdemir,
Orhan, İnsan ve Doğa/Ölen Bir İdeoloji Üzerine İncelemeler, İst, 1994, s.49-50.
[180] Marx-Engels,
a.g.e., s.123.
[181] Marx-Engels. Kutsal Aile, Ank., 1976, s.61.
[182] Gökdemir, Felsefi... a.g.e., s.41.
[183] Svoronos,
Nikos, Çağdaş Helen Tarihine Bakış, Belge, İst., 1988, s.27.
[187] Ortaylı,
İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Alkım, İstanbul, 2005, s.15.
[188] Bernal,
Martin, Kara Atena, çev.Özcan Buze, Kaynak, İst.,
1998, s.465.
[197] Küçük, Yalçın,
Aydın Üzerine, Tekin, İst., 1984, C.1, s.202.
[200] İslam
Ansiklopedisi, Mehmet Ali Paşa, Şinasi Altındağ.
[201] Mustafa Nuri
Paşa. Netayic ül-Vukuat, Cilt III-IV, TTK, Ankara, 1987, s.265.
[203] Mustafa Nuri
Paşa. a.g.e., s.266.
[205]
"Vahhabilere karşı Hicaz'a ordu yollayacağı gün, alayda bulunmak üzere
Mısır'daki bütün kölemen beylerini kaleye davet etti. Daha önceden hazırladığı
askerleri, ansızın bunlar üzerine saldırtıp bir anda birkaç yüz Mısırlı emiri
ve ileri gelenleri öldürttü. Çevrede ve Mısır'ın başka yerlerinde bulunan,
bunun gibi kişileri de ele geçirip öldürttü… Böylece Mısır'daki kölemen ocağı
toptan söndü. Sadece bu son saldırıda, binden çok Çerkes bahadırı yok
edildi.", Netayic-ül Vukuat, s.267.
[210] İngiltere'nin
sonunda galip geldiği bu savaş, Osmanlının kaybettiği topraklara yeniden
kavuşması ve Mısır ordusunun 18 bin kişiye indirilerek savaş kabiliyetini
kaybetmesi ile son buldu.
[215] Timur, Taner,
Osmanlı Çalışmaları- V, Ankara, 1989, .s.186.
[216] Rusya,
Avusturya ile bir antlaşma yaptıktan sonra, 1812 tarihli Bükreş Antlaşmasının
yürütülmesi şekline itiraz ederek, Babıali'ye bir ültimatom verdi. 7 Ekim 1826
tarihinde Rusya ile güçsüz Osmanlı arasında Akkerman Antlaşması imzalandı. Bu
Antlaşmaya göre Sırbistan'ın muhtariyeti onaylanacak ve bir anayasa verilecek,
Eflak ve Buğdan'a, Rusya'nın onayı alınarak, yerli beylerden bir voyvoda
atanacak, Rumeli ve Kafkasya sınırlarında Rusya lehine bazı düzeltmeler
yapılacak ve Rus ticaret gemilerine Osmanlı denizlerinde serbest dolaşma hakkı
verecekti.
[217] Mustafa Nuri
Paşa. a.g.e., s.259.
[219] Clogg,
Richard, Modern Yunanistan Tarihi, çev. Dilek Şendil,
İletişim, İst.,1997, s.11-12.
[220] Nakracas,
Georgios, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni, çev. İbram Onsunoğlu. Kitabevi,
İst., 2005, s.50.
[224] Rodrıgue,
Aron, Türkiye Yahudilerinin Çağdaşlaşması, çev.
İbrahim Yıldız, Ayraç, Ankara, 1997, s.44.
[225] Groupler, Eva,
İslam ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler, çev.Süheyla Kaya, Belge. İst., 1999,
s.19.
[228]Yunan
Toplumunda Yahudi Düşmanlığı, SAEMEK-Stratejik Araştırma ve Etütler Milli Komitesi, (Saemk.org)
[231] Groupler,
a.g.e. , s. 29-30.
[236] Lorewe,
Heinrich, Türkiye'nin Doğusunda Yahudiler, İslam ve
Osmanlı Dünyasında Yahudiler içinde, s.58.
[237] Benbassa,
Esther-Rodrıgue, Aron, Türkiye ve Balkan Yahudileri Tarihi, çev. Ayşe Atasoy,
İletişim, İst., 2003, s.135.
[240] Galanti, Avram, Türkler ve Yahudiler, Tan Matbaası, İst., 1947, s.38.
[249] SAEMEK,
a.g.s., "Osmanlı Devleti'nde yaşayan Rumlar ve Ermeniler, XIX. yüzyılın
sonundan itibaren, Yahudilere karşı tutumlarını öylesine sertleştirmişlerdir ki
Yahudilerin yeni sinagoglar inşa etmelerine bile karşı çıkmışlardır. Mesela,
1899'da Haydarpaşa'da bir sinagog inşasına başlanması üzerine, Rumlar büyük bir
nümayiş düzenleyerek inşaatı durdurmaya çalışmışlar; fakat Sultan Abdülhamid,
bölgeye Selimiye kışlasından askeri birlikler sevkederek, göstericileri
dağıttırmıştır.
Çorlu Eşkanaz Yahudi cemaati lideri, 1902'de Alliance Israelite
Universelle merkezine gönderdiği bir mektupta, kentteki Rumların Yahudilere
karşı takındıkları tutumdan şu sözlerle yakınmaktadır: 'Trakya'nın diğer
yerlerinde olduğu gibi, bizim kentimizde de fanatik Rumlar, gerçek
Hıristiyanlığın ruhuna aykırı olarak Judas Iscariote'nin [Hz. İsa'yı Romalılara
ihbar ettiğine inanılan Yahudi (13. Havari)] resmini yapmakta ve bu resmi
kutsal cumartesi akşamları yakmaktadırlar. Tarihteki Yahudileri canlandırdığına
inandıkları ağaç ve bezden bir kuklayı da aynı biçimde, cahil ve fanatiklerden
oluşan bir grubun önünde aleni biçimde ateşe vermektedirler. Bu kişilere
kiliselerde, İsa›nın acı çekmesine neden olanların Yahudiler olduğu yönünde
hikâyeler anlatılmaktadır. İki cemaat arasında yeni düşmanlıklar yaratmamak
için bugüne kadar bir şikâyette bulunmadık. Ancak bu fanatiklerin çılgınlıkları
arttı. Biz alevleri görüyoruz ve Yahudilere karşı nefret çığlıklarını
duyuyoruz… İzmir Eyaleti Valisi Mehmet Kamil Paşa›nın, 1859›da Babıali'ye
yolladığı bir belgede, İzmir›deki Rumların diğer gayrimüslim ahaliye ve
özellikle Yahudilere karşı uygunsuz davranışlar içine girdikleri yazılmaktadır.
Vali, Rumların kutsal günlerini ve Yunanistan›ın bağımsızlığını kazanma yıl
dönümünü bahane ederek Yahudilere saldırılarını daha da yoğunlaştırdıklarını,
böyle hareketlerde bulunanlara müsamaha edilmediğini ve olaylara karışan bazı
Rumların tutuklandıklarını bildirmektedir.
1891'de Zaptiye Nezareti›nce yazılan bir belge İstanbul Rumlarının
Yahudi karşıtı eylemlerinden birini ortaya koymaktadır. Belgeye göre Büyükdere
Rumları, Paskalya döneminde; Yahudileri tasvir eden resim ve kuklalar yapmış,
bunları pazar gibi ahaliye açık yerlerde gezdirmiş, Yahudilere hakaret etmiş ve
bu resimle kuklaları yakmışlardı. Bu durumun Rum ve Yahudi cemaatleri arasında
nefreti körüklediği ve Hahambaşının da durumdan şikâyetçi olduğu ifade edilen
belgede, böylesi durumlara meydan verilmemesi için her türlü önlemin alındığı
kaydedilmektedir.
Yine 1891'de Zaptiye Nezareti'nce kaleme alınan bir başka belgeye
göre de, Yunanlıların baskı ve saldırılarına maruz kalan Korfu Adası
Yahudileri'nden 65 kişinin İstanbul'a kaçtıkları bildirilmektedir. Söz konusu
belgede ayrıca, Yunanlıların davranışlarından zarar gören 8000 kadar Yahudinin
de, başta İskenderiye olmak üzere çeşitli yerlere göç etmek zorunda kaldığı
ifade edilmektedir… 2 Nisan 1891'de Roubina Sardas adlı genç bir Yahudi kızın
cesedi, Korfu Sinagog'unun yakınlarında bulundu. Polylas'ın gazeteleri, derhal
kızın aslında bir Hıristiyan olduğu ve Yahudilerin onu, kanını ayinlerinde
kullanmak için öldürdüğü şaiyasını yaymaya başladılar. Bunun üzerine, Ortodoks
Rumlar Yahudi mahallelerine ve Yahudilere karşı saldırıya geçtiler. Paskalya
boyunca süren saldırılarda çok sayıda Yahudi öldürüldü. Hükümet olaylara, ancak
başladıktan bir ay sonra müdahale etti. Olaylardan önce 271 kişiden oluşan
Zante'deki Yahudi cemaati, 30 kişi kalmıştı. Korfu ve Zante'den Osmanlı
Devleti'ne ve Batı Avrupa ülkelerine yoğun bir göç yaşandı. 1891 olaylarıyla
İyonya büyük ölçüde Yahudilerden temizlendi."
[252] Umar, Bilge,
İzmir'de Yunanlıların Son Günleri, Bilgi, İst., 1974, s.322.
[257] Augustinos,
Gerasimos, Küçük Asya Rumları, çev.Devrim Evci, Ayraç, Ankara 1997, s.42-43-44.
[259] Berber, Engin,
Sancılı Yıllar: İzmir 1918-1922, Ayraç, Ankara, 1997, s.23.
[261]
"ZAHAROFF, SIR BASIL [Zaharoff, Sir Basil] (Basileios Zacharias) ,
1850-1936, international financier and munitions manufacturer, b. Anatolia,
Turkey, probably of Greek-Russian parents, educated in England. His name is
best known in connection with the Vickers-Armstrong munitions firm, of which he
was director and chairman. For his services to the Allies during World War I,
Zaharoff was knighted by George V and decorated by the French government. He
was, however, popularly known as the "mystery man of Europe" and was
accused of fomenting warfare and of secret political intrigue through his
association with European statesmen, notably Lloyd George, and through his
reputed holdings in Krupp, Skoda, and other munitions firms."
[262] Sorokin,
Pıtırım Aleksandroviç, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete
Tunçay, Göçebe, İst., 1997, s. 72-73.
[266] Ortaylı,
a.g.e., s.75. dipnot.
[268] Milas, Herkül,
Geçmişten Bugüne Yunanlılar, İletişim, İst..,2004,
s.166.
[270] Sadi, Kerim,
Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Devri ve Tarihi Maddecilik, İst., 1962, s.18.
[274] Siyah ve
Afrika merkezli tarih bilimi üzerine iyi bir inceleme yapılması açısından
aşağıdaki kaynağa bakınız: "Bibiliographic Essay", s. 309-332, Black
Folk Here and There, vol. I by St. Clair Drake. Los Angeles: Center for
Afro-American Sudies (1987). Mary Lefkowitz, Afrika merkezli araştırmalarını
son derece ilginç sonuçlar aldıkları geleneksel araştırma yöntemi ile
birleştiren genç araştırmacılarla çalışmaz. Örneğin bkz. Thomas M. Scott,
Egyptian Elements in Hermetic Literature, Th.D. Harvard 4/18/1987 (U.M.I.,
1991. 3058) and Mauluna N. Karenga, Maat, The Moral Ideal in Ancient Egypt: A
Study in Classical African Ethics, Ph.D. U.S.C. 1994. (U.M.I.1994.9601000).
[275]Eudoxos'un
Mısır'ı ziyaret ettiği tarihe dair fikir birliği ile bkz. Christian Froidefond,
Le mirage egyptien dans la litterature Grecque d'Homere a Aristote Aix en
Provence. Publications universitaires des lettres et sciences humaines. 1971.
p. 270.
[276] Carl J.
Richard, The Founders and the Classics: Greece Rome and the American
Elightenment. Cambridge, MA: Harvard U.P. (1994) p. 234. Yunan hayranlığının
devam ettiği, "demokrasi" ve "demokrat" kelimelerinin son
derece saygın hale geldiği 1820'lerin sonuna kadar radikaller Roma terimini
kullanmaya devam ettiler.
[278] Yunan
hukukunun Mısır hukukundan alındığına dair eski inanç için bkz. Aristotle, The
Politics VII.10.
[279] Diodoros
burada yanılmış olabilir ve Peisistratos tarafından Atina'ya getirilen hukuk
sisteminin Mısır ile yakın benzerlikler taşımasına rağmen, Mısır modelini
getirmiş olması güçlü bir olasılık değildir.
[280] Bkz. Aristide
Theodorides, "The Concept of Law in Ancient Egypt", s. 291-322, John
Harris (ed.), The Legacy of Egypt. Oxford: Oxford U.P. p. 319. Sorunlar ve
olası çözümler için bkz. Bernal, "Phoenician Politics and Egyptian Justice
in Ancient Greece," s. 241-261, Kurt Raaflaub (ed.), Anfänge politischen
Denkens in der Antike, München: Schriften des Historischen Kollegs Kolloquien
24. p. 259.
[281] Bkz Heinrich
Doerrie, Der Platonismus in der Antike: II, der hellenistische rahmen des
kaiserzeitlichen Platonismus. Stuttgart, (1990). p.429. n.13. and Jonathan
Barnes,"The Hellenistic Platos", Apeiron 24 (1991) p.118.
[282] Apollodoros,
II.1. and Pausanias, II.16.2.
[283] Herodotos,
II.49.2 and 50.1.
[284] Tahminime göre
Yunanca kelime dağarcığının dörtte biri Mısır'dan, sonrasında da %15-20 civarı
kadarı Batı Sami dillerinden gelir.
[285] Ne Korece ne
de Japonca morfoloji ve fonetik olarak Çinceden önemli ölçüde etkilenmemiştir.
Herhangi bir dilde konuşanların, esas sözel yapıları kullanmayı bırakmadan çok
önce kelime dağarcığından vazgeçmeleri normaldir. Bu ışıkta Aryan modelinin
dilbilimsel şeması nispeten daha olağandışıdır. Helen atalarının, sözde
Hint-Avrupa dilli fatihleri geldikten sonra kendi morfoloji ve fonetiklerini
terk etmekle birlikte, kelime dağarcıklarının büyük bir bölümünü muhafaza
etmişlerdir. 20. Yüzyılın ortası ve sonlarındaki dilbilimciler, olağandışı bir
dilbilimsel bir ilişki formunu önermeleri söz konusu olamazdı.
[286] Detaylandırmak
gerekirse, Anglosakson kelimesi bishop yerine bisceop olarak okunur.
[287] Bkz. Perry
Anderson, "The Myth of Hellenism," The Guardian, 3/13/87; Sir Edmund
Leach, "Aryan Warlords in their Chariots," The London Review of
Books, 2/4/87, p. 11; Michael Vickers, Antiquity 61: 480-81 (Nov. 1987); Martha
Malamud, Criticism vol.1 (1989) 317-22; ve daha birçok kaynak.
[288] Bu arada, iki
korunaklı liman için kullanılan Salamis isimli yerin, açık bir şekilde Sami
kökeni var. Salaam/shalom kelimesinin anlamı "huzur" ve "güven"dir,
örneğin Tanzanya'daki "Huzur Evi" anlamına gelen, modern Dar es
Salaam.
[289] Artık
kullanılmayan ve Loeb serisine ait C.E. Bennet çevirisi, Horace: Odes and
Epodes p. 25.
[290] Bkz. Ellen
Messer-Davidow, "Manufacturing the Attack on Liberalized Higher
Education," Social Text Fall (1993) 40-80. Christina Hoff Summers'ın
akademik feminizm üzerine saldırıları için iki vakıftan fon desteği almıştır.
John K. Wilson, The Myth of Political Correctness: The Conservative Attack on
Higher Education, Durham: Duke University Press (1995) pp. 26-27.
[292] NAS için
yapılan müsrif fon desteği için bkz. Messer-Davidow, p. 63 and Wilson p. 27.
[293] Misal
oluşturması açısından, örneğin kitap Helenist ve Eski Mısır bilimcilerin
eleştirilerine yer verirken, Mısır – Ege bölgesi uzmanlarına yer vermemiştir.
John Ray ve Stanley Burstein gibi araştırmacılar aşağıdaki makaleyi
değerlendirmişlerdir: Black Athena, Times Literary Supplement 18/10/91 pp. 3-4,
and Classical Philology 88.2 (4/93) p. 157-162. Ve birçok konuda hemfikir
olmamakla birlikte, çalışmamı ciddiye almışlardır. Bu Black Athena Revisited
makalesinde yer almamakla birlikte, diğer yandan Tunç Devrinde Mısır – Ege
ilişkileri üzerine uzman olan Amerikalı Eric Cline katkı sağlamak için davet
edilmiştir. Ancak o da Ray ve Burstein ile aynı tavrı ortaya koyduğundan,
editörler hazırladığı beş altı sayfa için 520 sayfalık kitapta yer kalmadığına
karar vermişlerdir.
[294] Bkz. Black
Athena I pp. 281-399.
[295] Bkz M-C.
Chamla, "Les hommes des Sepultures proto-historiques et puniques d'Afrique
du Nord I (Algerie et Tunisie) L'Anthropologie 79 (1975); p. 659-692 and II 80
(1976): 75-116, p.97. Madeni paralar için, bkz. F. Snowden, Blacks in
Antiquity: Ethiopians in the Greco-Roman Experience. Cambridge, MA: Harvard
University Press. (1970) pp. 70-71.
[296] Academic
Questions (Summer 1994) p. 7.
[297] The Egyptian
Hermes. Cambridge: Cambridge University Press (1986) p. xv. Brian Copenhaver
describes the same scholarly shift in more detail, in his Hermetica: The Greek
Corpus Hermeticum and the Latin Asclepius in a New English Translation, with
notes and introduction. Cambridge University Press (1992) pp. lvi-lviii.
[298] Referanslar
için bkz. Black Athena, I p.465 n.53.
[299] Bkz. R. Jasnow
and Karl-Th. Zausich, "A Book of Thoth?" (paper given at the 7th
International Congress of Egyptologists: Cambridge, 3-9 September 1995).
[300]
"Historical References in the Hermetic writings," Transactions of the
Third International Congress of the History of Religions. Oxford I (1908) pp.
196-225 and Personal Religion in Egypt before Christianity. New York: Harpers
(1909) pp. 85-91.
[301] Bu konuyla
ilgili benim değerlendirmem için bkz. Black Athena I p. 465. n. 48.
[302] B.H. Stricker
Die egyptische Mysterien Pap. Leyden T. 32 Oudheidkundige Mededelingen uit het
Ryksmuseum van Oudheden te Leiden, vols. 31 & 34 and Max Guilmot Les
inities et les rites initiatiques en Egypte ancienne. Paris: Lafont (1977) pp.
95-175.
[303] J. Gwyn
Griffiths, The Isis Book (Metamorphoses, Book xi). Leiden: Brill (1975) p. 31.
[304] Bkz. Anthony
Snodgrass, The Dark Age of Greece: An Archaeological Survey of the Eleventh to
the eighth centuries BC. Edinburgh: Edinburgh University Press (1971) pp.
116-117.
[305] Bkz. Foucart
Les mysteres d'Eleusis. Paris: A. Picard (1914). Konuyla ilgili, pers. comm.
Kevin Clinton Autumn 1988.
[306] "Sur la
patrie et les peregrinations de Demeter," Revue des Etudes Grecques, XL,
1927, pp. 330-69, p.324.
[307] "Mystery,
Myth and Magic," in The Legacy of Egypt, 2nd ed., pp.138-169, p. 152.
[308] La Religion
egyptienne dans la pensee de Plutarque. Paris: Belles Lettres (1976) p. 9.
[309] Bkz. H.
Frankfort, The Cenotaph of Seti I at Abydos, London (1933), Egypt Exploration
Society no. 39; and Guilmot pp. 100-103.
[310] Pierre Montet,
La vie quotidien au temps des Ramses, Paris 1946 pp. 298-300; and Guilmot
pp.124-5.
[311] "Stele de
Baki", Turin no 156, pub. A. Varille, Bulletin de l'institut français
d'archeologie orientale 54 (1954) p. 131-132.
[312] A.H. Gardiner,
"The House of Life," Journal of Egyptian Archaeology 24 (1938): p.
157-179.
[313] P. Derchain,
Le Papyrus Salt 825 (B.M. 10051): rituel pour la conservation de la vie en
Egypte. Academie Royale de Belgique, Classe des Lettres Memoires 58 (1965)
p.57. İddiaların mantıklı değerlendirmeleri için bkz. Marshall Clagett,
Egyptian Science: I, Knowledge and Order. Philadelphia: American Philosophical
Society (1989) pp.1-46.
[314] Bernal,
"Animadversions on the Origin of Western Science," Isis 83 (1992):
596-607; Palter, "Black Athena, Afrocentrism and the History of
Science," History of Science 31 (1993): 227-287; Bernal, "Response to
Robert Palter," History of Science 32 (1994): 445-464; and "Palter
Answers Bernal," History of Science 32 (1994): 464-468.
[315] Newsletter of
the International Study Group on the Relations Between the History and the
Pedagogy of Mathematics 35 (1995): 10.
[316] Bkz.
Isocrates, Bousiris 28 and Cicero Tusculanae Disputationes V. 3.9. See also
Black Athena I, p. 104, Anthony Preus, Greek Philosophy: Egyptian Origins,
Research Papers on the Humanities and Social Sciences, III (Binghamton,
1992-1993); and Christos Evangeliou, When Greece Met Africa: The Genesis of
Hellenic Philosophy, Binghamton: Institute of Global Studies 1994. Evangeliou,
modern, klasik araştırmacılar ile Platon ve Aristo gibi antik düşünürler
arasında keskin farklılığı vurgular ve eskiler lehine sonuca varır, s. 26-29.
[317] George G. M.
James, Stolen Legacy: Yunan Felsefesinin kurucuları Yunanlılar değil, genel
olarak Mısırlı diye bilinen Kuzey Afrikalılardır. San Francisco: Richardson
(1976), 75. Preus, p. 8.
[318] Erik Hornung,
Conceptions of God in Ancient Egypt: The One and the Many, trans. John Baines
(Ithaca, 1982), 66-67.
[320] "Popper
on Science and the Presocratics," Mind 69 (1960) pp. 326-327
[321] Bkz. Black
Athena I, pp. 16-172.
[322] University of
California Press (1951).
[323] Heinrich von
Staden, "Affinities and Elisions: Helen and Hellenocentrism," Isis 83
(1992) p. 584.
[324] Life of
Apollonius of Tyana 3.32.
[325] Hermetica 16,
1-2. Copenhaver, p. 58. Bu kaynak yazarların Yunan değil, Mısırlı olduğunu
söyler.
[326] Bkz. Philo
"Phoenician History" in Felix Jacoby, Die Fragmente der griechischen
Historiker 3.C 813.10. See Albert I. Baumgarten, The Phoenician History of
Philo of Byblos: A Commentary, Leiden: Brill (1981) p. 19.
[327] Tatian I.1,
and 40, ed. Miroslav Marcovitch, Tatiani Oratio ad Graecos, in Patristische
Texte und Studien. Berlin: De Gruyter, (1995) pp. 7 and 72.
[328] Stromateis,
I.87.2 ve geri kalan tüm kaynaklarda. Ayrıca bkz. Daniel Ridings: The Attic
Moses: The Dependency Theme in Some Early Christian Writers, Gothenburg: Acta
Universitatis Gothoburgensis, 1995. p.223.
[329] Bu konuda araştırmak
için bkz. Bernal, "Response to Robert Palter," History of Science 32
(1994) p. 11.
[330] Bkz. Richard
Gillings, Mathematics in the Time of the Pharaohs. New York: Dover
(1972).185-193.
[331] Bkz. James
Williams, Fundamentals of Applied Dynamics. New York: Wiley (1996) p.30. Bkz.
Black Athena I, pp. 75-169.
« Prev Post
Next Post »