VEHHABİLİK VE TEMEL PRENSİPLERİ
| |
T.C.
MARMARA
ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLÂHİ YAT ANABİLİM DALI
İSLAM MEZHEPLERİ TARİHİ BİLİM DALI
VEHHABİLİK VE TEMEL PRENSİPLERİ
Yüksek Lisans
Tezi
VEYSEL KOÇ
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ III
KISALTMALAR IV
GİRİŞ 1
A.
ARAP YARIMADASININ FİZİKİ VE BEŞERİ YAPISI 1
B.
VEHHABİLİĞİN ORTAYA ÇIKTIĞI DEVREDE OSMANLININ DURUMU
VE BÖLGEDEKİ YÖNETİMİ 7
BİRİNCİ BÖLÜM
MUHAMMED B. ABDULVEHHAB’IN HAYATI, İLMİ FAALİYETLERİ,
SEYAHATLERİ VE ESERLERİ
I.
HAYATI
VE AİLESİ 22
II.
İLMİ
FAALİYETLERİ 23
A.
İLMİ
SEYAHATLERİ VE HOCALARI 25
1)
Mekke
ve Medine Seyahatleri 26
2)
Basra
Seyahati 29
3)
Ahsa
Seyahati 31
B.
HUREYMİLÂ’YA
DÖNMESİ VE NECİD’DEKİ DAVETİNE BAŞLAMASI 33
C.
UYEYNE’YE
GÖÇ ETMESİ 36
D.
DER’İYYE’YE
İNTİKALİ VE MUHAMMED B. SUUD’LA İTTİFAKI 42
III. MUHAMMED B.
ABDULVEHHAB’IN ESERLERİ 49
1)
Kitâbu’t-Tevhîd 50
2)
Keşfu’ş-Şubuhât 52
3)
MüfîduT-Müstefîd
fî Küfri Târiki’t-Tevhîd 53
4)
el-Usûlü’s-Selâse
ve Edilletuhâ 53
5)
Kelimâtün
fî Beyâni Şehâdetü en Lâilâhe İllallah ve Beyânü’t-Tevhîd 54
6)
Kelimâtün
fî Ma’rifeti Şehâdetü en Lâilâhe İllallah 54
7)
el-KavâiduT-Erbaa 54
8)
el-MesâiluT-Hams
el-Vâcibu Ma’rifetuhâ 55
9)
Tefsîru
Kelimetu’t-Tevhîd 55
10)
Kısasu’
1-Enbiyâ 56
11)
Mesâilu’l-Câhiliyye 56
12)
Muhtasara
Sîreti’r-Resûl 57
13)
Muhtasara
Zâdu ’ 1-Meâd 5
7
14)
et-Tefsîra
alâ Ba’di Suveri’l-Kur’an 58
15)
Usûlü’l-îmân 58
16)
Kitâbu
FadluT-İslâm 59
17)
Kitâbu’
I-Kebâir 59
18)
NasîhatuT-Müslimîn 59
19)
FedâiluT-Kur’an 60
20)
el-Ehâdis
fî’LFiten ve’l-Havâdis 60
21)
Mecmûu’l-Hadîs
alâ EbvâbiT-Fıkh 60
22)
ÂdâbuT-Meşyi
ile’s-Salât 60
23)
İbtâlu
VakfuT-Cenfı vel-İsm 61
24)
Ahkâmu’s-Salât 61
25)
Muhtasara’1-İnsâf
ve’ş-Şerhu’l-Kebîr 61
26)
Sittetü
Mevâzıa Mine’s-Sîre 62
27)
Hutabu’ş-Şeyh 62
28)
Fetâvâ’ş-Şeyh 62
29)
er-Resâilu’ş-Şahsiyye 62
30)
İbn
Abdulvehhab’a Nisbet Edilen Diğer Kitaplar 64
İKİNCİ BÖLÜM
VEHHABİLİĞİN TEMEL PRENSİPLERİ
I.TEVHÎD 69
A.
Kavram ve Istılah Olarak Tevhid 69
B.
Selefiyye’nin Tevhid Anlayışı 70
C.
Muhammed b. Abdulvehhab’a Göre Tevhid 73
1)
Tevhîdu’r-Rubûbiyye 78
2)
Tevhîdu’l-Ulûhiyye 82
3)
Tevhîdul-Esmâ ve’s-Sıfat 87
II.
ŞİRK
VE KÜFÜR 92
III.
BİD’AT 99
IV.
ŞEFAAT 115
V.
TEVESSÜL 122
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SİYASİ ALANDA VEHHABİLİK
VEHHABİLİĞİN TARİHİ
SEYRİ 131
SONUÇ 137
BİBLİYOGRAFYA 141
İslam dininin serbest düşünceye ve içtihada geniş bir alan
bırakmasının sonucu olarak İslam tarihi boyunca birçok görüş, fırka ve mezhep
teşekkül etmiştir. Bu mezheplerden bir kısmı siyasi otoriteyle işbirliğine
girişerek, görüşlerini geniş halk kitlelerine yayma faaliyetinde bulunmuşlar,
bir kısmı ise ilk başta dini söylemlerle ortaya çıkmakla birlikte zamanla
amacından uzaklaşarak siyasi alanda faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır.
Son asırlarda yenilik hareketleri adı altında îslam dinini
ilk zamanlarındaki sadeliğine döndürmek gayesiyle yeni fikirler ileri sürerek
ortaya çıkmış akımlardan biri de tezimizin konusunu oluşturan Vehhabiliktir.
Vehhabilik XVIII. Yüzyılda Arap Yarımadasının Necid bölgesinde başlangıçta dini
bir hareket olarak ortaya çıkmış, ancak daha sonra siyasi otoriteyle ittifakı
neticesinde dini-siyasi bir hareket haline gelmiştir.
Tezimizin giriş bölümünde Arap Yarımadasının coğrafi,
fiziki, beşeri durumunun yanı sıra bölge halkının yaşantısı üzerinde durulmuş,
ayrıca Vehhabiliğin ortaya çıktığı devrede Osmanlı devletinin durumu ve
Vehhabilik karşısındaki tutumu ele alınmıştır.
Birinci bölümde Vehhabiliğin müessisi Muhammed b.
Abdulvehhab’ın hayatı, ailesi, ilmi faaliyetleri, seyahatleri ve eserleri
hakkında bilgi verilmiştir.
İkinci bölümde Vehhabiliğin Temel Prensipleri olan ve
Vehhabiliğin müstakil bir mezhep olarak yorumlanmasına neden olan Tevhid, Şirk,
Bid’at, Şefaat ve Tevessül konuları ele alınmıştır.
Üçüncü bölümde ise, Vehhabiliğin siyasi alandaki
faaliyetleri ile Muhammed b. Abdulvehhab’dan sonra Vehhabiliğin tarihi seyrine
değinilmiştir.
Tez konusunun seçimi ve hazırlanması safhalarında değerli
tavsiyelerini esirgemeyen saygıdeğer hocam Prof. Dr. Mustafa ÖZ bey’e, yakın
alakaları ve tavsiyeleriyle her zaman desteklerini sunan değerli hocam Doç. Dr.
Mazlum Uyar bey’e, ilimlerinden ve görüşlerinden istifade ettiğim bölümdeki diğer
hocalarıma şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.
İstanbul 2005 Veysel
KOÇ
KISALTMALAR
a.g.e. |
: Adı geçen eser |
a.g.m. |
: Adı geçen makale |
a.s. |
: Aleyhisselâm |
AÜİFD
: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
a.y. |
: Aynı yer |
b. |
: îbn |
bkz. |
: Bakınız |
c. |
: Cilt |
çev. |
: Çeviren |
DÎA |
: Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi |
H. |
: Hicri |
Hz. |
: Hazreti |
ÎA |
: Milli Eğitim Bakanlığı İslam
Ansiklopedisi |
m. |
: Miladi |
Nşr. |
: Neşreden |
s. |
: Sayfa |
sy. |
: Sayı |
thk. |
: Tahkik eden |
trc. |
: Tercüme eden |
ts. ö. |
: Tarihsiz : Ölümü |
vdğr. |
: Ve diğerleri |
A. ARAP YARIMADASININ FİZİKİ VE BEŞERİ
YAPISI
Vehhabilik hicrî XII., miladî XVIII. yüzyılda Arap
Yarımadasının Necid bölgesinde ortaya çıkmış dini-siyasi bir harekettir.
Arabistan bölgesinin asıl adı “Arap Yarımadası” anlamındaki
“Şibh-ü Cezîrati’l- Arab”dır. Arap Yarımadası değişik coğrafyacılar tarafından
değişik birçok bölgeye ayrılmakla birlikte, genel olarak Hicaz, Yemen ve Necid
olarak üç bölgeye ayrılmaktadır.[18]
Arap Yarımadası, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesişme
noktasını teşkil eden Güneybatı Asya’nın güney kısmında yer alır. Doğudan Umman
ve Basra körfezleri, güneyden Arap denizi ve Aden körfezi, batıdan da
Kızıldeniz ve Akabe körfezi ile tabii olarak sınırlanmıştır.Güneyde Bâbülmendep
Boğazı ile Afrika’dan ayrılan yarımadanın kuzeyinde yeryüzü şekilleri
bakımından kesin bir smır bulmak mümkün değildir.[19] [20]
Arap Yarımadasını oluşturan bölgelerden biri olan Necid,
coğrafi olarak Arap Yarımadasının tam ortasında yer alır. Kuzeyinde Şâmıye Çölü
ve Şammar dağı, doğusunda Ahsâ kıtası ve Dehnâ, batısında Asîr ve Hicaz,
güneyinde ise er-Rub’u’l- Hâlî çölü ile çevrilidir.[21]
Necid bölgesinin kuzeyi “Cebel” ismiyle bilinir. Buranın
asıl merkezi Hâil ve çevresinden oluşmaktadır. Araplarca meşhur olan
Hâtemu’t-Tâî bu bölgede yaşamıştır. Bölgede tatlı sular, zengin bahçeler,
şelaleler bulunmaktadır. Havası mutedil, suyu bol, toprağı verimlidir. Hurma
bahçeleri, sebze ve hububat bol miktarda bulunmaktadır. Buranın sakinleri
ziraat ve ticaretle geçinirler. Necid’in güneyini ise Riyad bölgesi oluşturur.
En önemli şehirleri Riyad ve Der’iyye’dir. Havası sıcak, suyu tuzludur. Riyad
çevresinde hurma bahçeleri yer aldığı gibi, bölge halkı
genellikle ticaretle uğraşmaktadır. Necid’in doğu bölgesinde Ahsâ yer alır.
Kâtif diye de bilinen bölgede tatlı sular, vahalar bulunmaktadır. Ahsâ bölgesi
Osmanlı zamanında müstakil bir liva idi. Burası ziraat ve ticaret şehridir.
Necid’in orta bölgesi ise Kasîm diye bilinen bölgedir ve burası Necid’in kalbi
durumundadır. Uneyze, Büreyde, Ress, Bekriyye, Şakrâ gibi şehirlerden oluşur.
Mahsulü Necid’e yetecek kadar bol olan şehirde ticaret ve ziraat yaygındır.[22]
Bölgede iki dağ silsilesi bulunmakla birlikte Necid,
dağlardan çok kumluklardan oluşur. Bölgede akan bir nehir yoktur.[23] Kuzeyden
güneye doğru vahalar uzanmaktadır. En önemlileri, Kasîm, Sedîr, Veşem, Ânz,
Haraç, Eflâc, Vâdî’d-Devâsir’dir. Ânz Vâdi- i Hanîfe diye de bilinir.[24] [25] Vehhabiliğin
ortaya çıkıp yayıldığı şehirler olan Hureymilâ, Uyeyne ve Der’iyye bu bölgede
yer almaktadır.
Necid binlerce kilometrelik bir alanı işgal eden geniş bir
platodur. Bu plato lav ve
tüflerle kaplıdır. Plato kuzey, güney ve doğudan çöllerle
kuşatılmıştır. Araplara göre yarımadanın en sağlam havalı, en güzel kısmı bu
bölgedir. Şammar dağları Necid’in Nüfud veya Dahnâ karşısında kuzey sınırını
meydana getirir.[26]
Bölgede nehir bulunmaz. Bazı kaynak suları varsa da toprak
üzerinde akamadığmdan toprak altından akar. Bölgedeki ahali umumiyetle kuyu
suyu içer. Yollar da genelde su kuyularının bulunduğu bölgelerden geçer.
Verimli toprak çok azdır. Rüzgar devamlı yön değiştirdiğinden muayyen bir
havası olmamakla birlikte havası genelde sıcaktır. Sıcaklık en soğuk mevsimde
10 derecenin altına düşmez. Yazın ise gölgede 45-50 dereceye kadar çıkar.[27]
Necid kıtasının nüfusu Bedevi ve Hazarî diye iki kısma
ayrılmaktadır. Hazarîler ekilip dikilebilen arazilerde kuyular kazıp, bahçeler,
tarlalar yaparlar ve binalarda yaşarlar. Yılda birkaç ay çadırlarda yaşayarak
çölün saf havasını teneffüs etmeye de alışıktırlar.[28] Kır, sahra, çöl anlamına gelen
“bâdiye”de yaşayan kimselere Bedevi veya ehlü’l-bâdiye denir. Bedeviler deve
veya keçi kılından yapılmış çadırlarda göçebe hayatı yaşadıklarından onlara
ehlü’l-hıyâm da denilmektedir. Sâmi dillerinde çöl manasına gelen “Arab”
kelimesi eski devirlerde aynı zamanda çölde yaşayan kimse, yani bedevi için de
kullanılıyordu.[29] [30] Necid’de
yaşayan hazarîler çöllerle çevrili vaha ve vadilerde, su kenarlarında kurulmuş
kasabalarda, şehirlerde yaşayan; ziraat ve ticaretle uğraşan ahalidir. Bunlar
daha önceden bedevîlikten geldiklerinden, yağmurdan sonra yeşillenen çöllere
çekilerek çadırlarda yaşamaya alışıktırlar. Daha çok ticaret, ekin, hurma,
hayvancılık ve ziraatle uğraşan hazarîler, bedevilere oranla daha azdırlar.[31]
Bedeviler ise hayvan yetiştirmek, avlanmak, ticaret yapmak,
baskın düzenlemek gibi işlerle geçimlerini sağlayıp; çiftçilik, el işleri ve
sanatları ile denizcilikten hoşlanmazlar, hor gördükleri bu işleri asil
insanlara yakıştıramazlar. Gıda maddelerini pişirmeleri hariç, bu maddeleri
hemen hemen olduğu gibi veya çok az değiştirerek tüketirler. Dişi develerden
oluşan bir. sürü bir bedevi için en büyük servettir. Bedevi, hem yük hem de
binek hayvanı olan devesinin sütünden, etinden, derisinden, gübresinden, yününden
ve gölgesinden faydalanır. Açlığa ve susuzluğa günlerce dayanabilen bu hayvan
sayesinde çölün zorluklarına göğüs gerer. Bedeviler iklim şartlarına ve
otlattıkları develere bağlı olarak sürekli göç etmek zorunda kalmışlardır.[32]
Bedeviler hayatlarında hiçbir çatının altına girmeyerek
ömürlerini kıldan yaptıkları çadırlarda ve deve sırtında seyahatle geçirirler.
Bazen yiyecek ve elbise için çevrelerindeki şehir ve kasabalarla irtibat
kurarlar. Geniş çöller bedevilerin sosyal hayatlarına ve şahsiyetlerine yön
vermiş, bu çöller bedeviler arasında paylaşılmıştır. Her bedevi kabilesinin, ne
kadar hareketli olursa olsun, mutlaka “Dirah”(Zirah) denilen bir alanı bulunur.
Çöldeki yer isimleri bile bu aşiretlere nisbetle verilmiştir. Bedeviler
kendilerine ait ziraate elverişli yerleri ne kendileri eker, ne de başkalarına
ektirirler. Hayvanlarıyla dolaşarak mevsime ve yağmura göre yer değiştirirler.
Onları yönlendiren sahip oldukları hayvanların ihtiyaçlarıdır.Yılda kaç kez
mekan değiştirip, kaç kez seyahat edecekleri belli değildir. Kafileler daima su
kuyularını takip ederek hareket ederler. Bu da seyahatin zamanını ve yolun
uzunluğunu etkiler. Ayrıca yer değiştirirken başka kabilelerle muhtemel
çarpışmalar da yolculuğa yön verebilir. Yer değiştirirken başkalarına ait
arazilere girmekten çekinmezler, hatta bazen vahalardaki hazarîlerin bağ-
bahçelerini yağmalarlar. Bu yüzden hazarîler, bedevilere uhüvve (kardeşlik)
vergisi vererek yağmalanmaktan kurtulurlar.[33] [34] [35]
Bedevilerin temel besin maddesi vahalarda elde edilen hurma
ve süttür. Sütten yağ ve bir nevi peynir yapar, sonra da su ile karıştırarak
yerler. Et ancak misafir şerefine ve şenlik günlerinde hayvan kesildiğinde
yenir. Av hayvanları da onlar için önemli bir besin kaynağıdır. Bedeviler
avlanmaya çok düşkündürler. Av hayvanları arasında dağ keçisi, yaban sığırı,
ceylan, yaban eşeği, tavşan, keklik, devekuşu ve büyük kertenkeleler
sayılabilir. Zaman zaman çöle gelen çekirge sürülerinden de faydalanan 17
bedeviler, bunları bazen pişirip, bazen de hurma ile karıştırıp ezme yaparak
yerler. Hazarîler kuyudan çıkardıkları bir miktar su ile mahsûl yetiştirerek
dışarıya muhtaç olmazlar. Dışarıdan zâhire celbi zor olduğundan her aile birkaç
senelik hubûbatı biriktirmeye mecburdur. Ziraati yıldız hesabıyla yaparlar.
Hurma bahçelerini düzenli bir şekilde oluşturup, kendilerine yetecek miktarda
hurma yetiştirirler. Necid’de bahçelerde bamya, patlıcan, kabak, soğan,
sarımsak, domates, hıyar, kavun ve karpuz yetiştirirler.
Araplar, ister hazarî ister bedevi olsun, hayatlarını devam
ettirebilmek için ticaret yapmaya mecbur kalmışlardır. Bedevi, muhtaç olduğu
şeyleri şehirlilerden mübâdele usulü ile temin eder. Bu durum yağ ve yün
yanında deve ve keçi kılından kumaşlar, hah, deriden tulum ve kırba, çuval, ip
ve hasır gibi bazı el işlerini yapıp satmaya bedeviyi mecbur etmiş, bunlara
karşılık hubûbat, hurma, elbise ve kapkacak satın almaktadırlar.[36]
Bedevi toplumu bir babadan geldiğine inanan insanların
meydana getirdiği kabile esasına dayanır. Aralarında başka yollarla da akrabalık
bağı meydana getinnektedirler.
Çetin çöl şartlarında hayatın devamı için kabile
dayanışmasına fazlaca ihtiyaç duyulmaktadır. Bedevi, hem ağır tabiat
şartlarına, hem de düşman kabilelerden gelebilecek tehlikelere karşı
kabilesinin yardımına muhtaçtır. Bedeviler için en kutsal bağ ailedir. Aile
bireyleri daima bir arada dolaşıp, mallan ortak kullanmaktadırlar. Yegane
sosyal bağlan ise bu ailelerin meydana getirdiği kabilelerdir. Kabile bedeviler
arasındaki siyasi birliğin simgesidir ve herkes birbirinin kardeşidir. Bedevi
Arap kabileleri köklü bir aileye mensup bir şeyhin idaresinde bulunurlar. Şeyh
gücünü asaletinden ve zenginliğinden alır. Bir şeyh ailesi yüzyıllar boyu bu
mevkiyi işgal edebilir. Gücü örf ve âdetlerden kaynaklanan şeyhin konukseverliğini
gösterebilmesi için zengin olması gerekir. Kabilenin meşveret meclisi olsa da
tek söz sahibi şeyhtir ve • 21 bütün kararlan o verir.
Bedevilerin birlikte yaşamak, birlikte harekete geçmek,
haksızlıklara birlikte karşı koymak, kabileyi birlikte savunmak ve sürekli bir
dayanışma içinde olmak gibi özellikleri vardır. Mülkiyetin kollektif oluşu da
kabile içindeki irtibatı ve dayanışmayı güçlendirmektedir. Günlük kullandığı
eşyaları dışında bedevinin ferdi mülkiyeti çadır ve deveden ibarettir. Kabile
fertleri arasında “asabiyet” denilen körükörüne bir tarafgirlik duygusu ve
dayanışma mevcuttur. Suçun ferdiliği kabul edilmediğinden, bunun tabii sonucu
olarak kan davaları ortaya çıkmakta, bu kan davalan da kabile dayanışmasını
daha da artırmaktadır. Şeyh adalet işlerini hakem veya ârife havale eder.
22
Hakemin kararma uymayan âsi ilan
edilerek kabileden atılır.
Necid’de bulunan kabilelerde başa geçen her hakim selefinin
mezalimini zikrederek âdilâne hükmetmeye başlar. Zaman geçip kuvvet kazandıkça
zulmünü ve sefahatini artırmaya başlar. Ahali sabredemeyecek duruma gelene
kadar sabreder. Sonunda ahali hakim olan kişinin rakibine müracaat ederek isyan
eder. Necid’deki idare bu şekilde iki aile arasındaki mücadelelerle sürüp
gider. Bedeviler galip geleceğini tahmin ettikleri tarafa meylederek
menfaatlerini temin ederler. Hazarîler ise biçare bir [37] [38] [39] durumda zarar görürler. Bir
taraftan bedevilerin yağmasına, diğer taraftan da iki ailenin 23 zulmüne maruz
kalırlar.
Akm (gazve) bedevilerin hayatında esaslı bir yer tutar.
Deve çalmak ve çoğu defa bu arada kadın ve çocuk kaçırmak, her kim rastgelirse
ondan veya tercihen düşman kabilesinden çalmak, ortaya herhangi bir kan davası
çıkmaması için mümkün olduğu kadar az kan dökmek...İşte bedevinin ideal hayatı
budur. Kaçırılan kadın ve çocukların fidye verilerek tekrar satın alınması
kâbildir.[40] [41] Bu çöllerde
yaşayan kabileler arasındaki, diğerinin malını yağma etmek geleneğine “gazve”
adı verilir. Bu gazveler nedeniyle kabileler arasında savaş eksik olmaz. Bu
yüzden malları ve canlan her an tehlike içindedir.[42] Bu yağmalama ve çapulculuk
olaylarına karşı bedeviler her an teyakkuz halindedirler. Hayatlarının önemli bir bölümünü gazvelerde geçirirler. Gazveler bazen
başka bir kabilenin sürü ve çadırlarını, bazen de hazarîlerin ekili arazilerini
yağmalamak amacıyla düzenlenir. Çoğu zaman da hakim oldukları bölgelerden geçen
kervanları ve hac kafilelerini yağmalarlar. Osmanlı Devleti buralara hakim
olduğu dönemde “Urban Tahsisatı” adlı bir ödenekle bir ölçüde yol emniyeti
sağlamaya çalıştıysa da onlar hiçbir zaman yağmacılıktan vazgeçmemişlerdir.
Gazvede can almaktan daha önemli olan şey mal almaktır.[43] Çünkü bölge halkı için
başkalarına saldırıp ganimet almak bir geçim kaynağı haline gelmiştir.
Gazveye çıkılacağı zaman büyükler aralarında toplanarak,
kimin katılacağını belirlerler. Bunlara para, silah ve deve verilir. Gazveden
sonra herkes eline geçen malı şeyhin önünden geçirir, şeyh bunların arasından
beğendiğini alır.[44] [45] Her bedevi
kabilesi başka kabilelerden gelebilecek gazvelere karşı tetikte olmak
zorundadır. Bazen bu gazveler daha büyük kabilelerin oluşturduğu ittifaklar arasında
meydana gelebilir. Bu durumda bedeviler, daha çok galip geleceğini tahmin
ettikleri tarafta yer alarak diğerini yağmalarlar. Düzenli bir orduları
bulunmamaktadır, ancak aralarındaki kan bağı bundan no daha etkili
olabilmektedir.
Bedeviler genelde tek eşlidirler. Su ve yakılacak şeyleri
temin etmek, hayvanları sağmak, yağ yapmak, mutat olduğu üzere yemek
hazırlamak; çadır, elbise ve örtü dokumak kadınlara düşer. Yaşlı kadınlar
verilecek kararlar üzerinde çoğu defa büyük bir etkiye sahiptirler.[46] [47]
Bedeviler devamlı göçtüklerinden dolayı hürriyetlerine çok
düşkündürler. Kanun- nizam tanımazlar, kendi hürriyetlerini sınırlayacak
herhangi bir hakimiyet altına girmeye yanaşmazlar. Çölün su ve yiyecek
bulunamayan zor şartları onları cömert olmaya itmiştir. Cömertlik ve
ziyafetleri meşhurdur, cömertlikleriyle de övünürler. Yolcuların yollarını
bulmaları için ateş yakarlar. Kişinin fakir olması misafir ağırlamasına engel
olmaz. Misafirlerini en güzel şekilde ağırlayıp doyurur, hatta düşmana karşı
savunurlar. Cesur olmak, nesep ezberlemek, vefalı olmak , asabi mizaçlı ve sert
tabiatlı olmak[48], kin gütmek
ve intikam alma hırsları[49] bedevilerin
en çok sahip oldukları özelliklerdir.
Bedeviler din konusunda yalnız gevşek değil, hatta
lâkayttırlar. İnandıkları şey azdır. Fakat Vehhabi tesiri altında kalmış
sahalarda, bilhassa Necid’de, İslam dininin erkanına hiç olmazsa zahiren riayet
etmektedirler. Vehhabilerin koyu taassupları, birçok göçebenin karakteri
üzerinde fena tesir yapmıştır. Buna mukabil şehirli Araplar dindardırlar.[50] Genelde
Vehhabiliğe mensupturlar. Camilerde hasır yoktur, toprak üzerine secde etmek
efdaldir. Her köyde hem imamlık yapan, hem de çocukları okutan hocalar
bulunmaktadır. İlim tahsili için genellikle Riyad, Şakrâ gibi büyük şehirlere
gidilir. Necid’in en meşhur âlimleri bu şehirlerde bulunur. Buralarda dünyevî
ilimler yer almayıp, genelde dînî ilimler okutulmaktadır. Okullar hocaların
evleridir. Okuma- yazma bilen hazarîler ender olduğu gibi, bedeviler umumiyetle
ümmîdirler.[51]
B.
VEHHABİLİĞİN ORTAYA ÇIKTIĞI DEVREDE OSMANLI’NIN DURUMU VE
BÖLGEDEKİ YÖNETİMİ
Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethedince (923/ 1517) Arap
Yarımadası da Osmanlı Devletinin hakimiyeti altına girmiştir. Ancak bu bölgeye
Osmanlı direkt olarak nüfuz edememiş, bölgenin isim olarak Osmanlı Devleti’ne
bağlı kalmasıyla yetinilmiştir. Nitekim Vehhabiliğin ortaya çıktığı yer olan
Necid bölgesinin yakınındaki bölgeler Osmanlı nüfuzuna girmesine rağmen,
Necid’e Muhammed b. Abdulvehhab’m davetinden önce doğrudan nüfuz edememiştir. Bu
bölge Osmanlı hakimiyetini tanımayan emirlerin yönetiminde küçük emirliklere
bölünmüştü. Kabile hayatı yaşayan bedevi ve hazarî Arap halkının oluşturduğu
Necid’e kabile şeyhleri hükmetmekteydi. Bu kabilelerin çoğu ise mahalli
yönetimlerden oluşuyordu. Mesela Uyeyne’de Âl-i Muammer, Der’iyye de ise Âl-i
Suud hükmediyordu. Genellikle bu reislerin halka karşı mezalimi yaygındı.[52] [53] [54] Osmanlı
Devleti de bölgeyi fethettikten sonra bu geleneksel yönetim şekline müdahale
etmeyip, aynen devam etmesine müsaade etmiştir.
H.
12. y.yılda Necid’de birçok emirlik ve şeyhlik bulunuyordu. Uyeyne’de
Al-i Muammer, Der’iyye’de Âl-i Suud,. Riyad’da Âl-i Devvâs, Ahsâ’da Benî Hâlid,
Necran’da Âl-i Hazal, Hâil’de Âl-i Ali kabileleri hükmediyordu. Bunların
dışında birçok emirlik ve şeyhlik bulunuyordu. Hatta bazı köyler bile birçok
emirliğe bölünmüştü. Bu emirlikler arasında bir istikrar bulunmuyor, zayıf
buldukları anda birbirlerine saldırıyorlardı. Bölgede siyasi bir istikrar
yoktu. Fitne ve düşmanlık her tarafa hakim olmuştu. Emirler arasında savaş
doğal bir durumdu. Beldeler sürekli korku halinde yaşıyorlar; herhangi bir
rahat, güven ve emniyet bulunmuyordu. Barış olduğu zamanlarda bile insanlar
beldelerinde hapis kalıyorlar, bir başka yere gidemiyorlardı.
• 37
Çünkü yollar bedevi kabilelerin
baskınları nedeniyle hiç de emin değildi.
Dînî bakımdan Necid’de İslamiyetten önce puta tapıcıhk
hakimdi. Bekir b. Vâil Necid’e Mecusiliği sokmuş, bazı Temim kabileleri bu dini
benimsemişlerdir. M.VI. asırda Necid’e Hristiyanlık girmiş ve İbn Vâil
kabilesinde yayılmıştır. İslamiyet geldiği zaman Necid de diğer bölgeler gibi
İslam’ı benimsedi. Hz. Peygamberin vefatından sonra İslam’ı tam anlamayan
kabileler dinden döndüler ve onlara karşı ridde savaşları yapıldı. Daha sonraki
asırlarda Necid’de hurafeler yayılıp İslam dini ihmal edildi,
İslam’ın emirleri ve ibadetler terk edildi. Cinler
kutsanıyor, hastalara şifa olması için kurbanlar kesilip onlara sunuluyordu.
Kabirler kutsanıyor, onlara adaklar adanıyordu. Bazı kimseler ise para
karşılığı büyü ve tılsım yapıyorlardı.
Bu devirde Necid’de cehalet ve ümmilik yaygındı. Düzenli ve
kapsamlı bir eğitim bulunmuyordu. Bazı bölgelerde âlimler Kur’an, Sünnet ve
Fıkıh gibi dînî ilimler okutuyorlardı. Okutulan konuların başında ise özellikle
Hanbelî fıkhı geliyordu. Necid’de Hanbelî mezhebi yaygındı. Çünkü dört mezhep
içinde Kur’an ve Sünnet nasslarmın zahirine en yakın mezhep Hanbelî mezhebidir.
Hanbelî mezhebi bu sıfatıyla basitliği temsil ediyordu. Necid halkına göre ise
basitlik sevilen bir işti. Bu cehalet ve ilim azlığı Necid’de tehlikeli akîdevî
bozukluklara yol açmaktaydı. İnsanların hayatına birçok şirk tezâhürleri
girmiş, ağaçlara, taşlara, kabirlere itikat artmış, kabirlere bina yapmak,
onlara adak adamak, cinlere kurban ve yemek ikramı gibi birçok uygulamalar
ortaya çıkıp, yayılmıştı.
Necid’le iç içe ve bölgenin en önemli parçası olan Ahsâ
kıtasında Osmanlı hakimiyeti Yavuz Sultan Selim devrinde tesis
edihniştir.(1519) Gerçek hakimiyetin Kânûnî zamanında OsmanlI’nın Basra Körfezi
kıyılarına ulaşmasıyla başladığı da bir gerçektir. Irakeyn seferi sırasında
Padişah Bağdat’ta iken(1534), Ahsâ’nm uzantısı sayılan Bahreyn ve Kâtipten
elçilerin gelerek itaatlerini arzettikleri kaydedilir. Ancak Ahsâ’nm ne zaman
ve nasıl hakimiyet altına alındığı kesin olarak bilinmemektedir. Başlangıçta
bir süre doğrudan idare edilen Ahsâ, daha sonra Osmanlı eyalet sistemi içinde
salyâneli olarak “Lahsâ Beylerbeyliği” adıyla idare edilmeye başlanmıştır.
Bölgede Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinin eskiliğini gösteren 1555 ve 1566
yıllarına ait Osmanlı camileri bulunmaktadır. Ancak Osmanlı’nm Ahsâ’nm da
bulunduğu sahil kesiminde hakim olduğu görülmektedir.[55] [56] Daha içeride yer alan Necid
bölgesinde ise Osmanlı Devleti doğrudan hakimiyet tesis edememiştir.
Necid bölgesinde çoğunluğu Güney Arabistan’dan buralara göç
etmiş bedevi kabileleri yaşıyordu. Bunlardan bir kısmı yarı müstakil, diğer
kısmı ise kabileler arası konfederasyonlarla idare edilmekteydi. Bazen bu
kabilelerin arasından güçlü bir kişi çıkarak böyle bir ittifakın başına
geçebilir, hatta uzun yıllar devam eden hanedanlıklar tesis edebilirdi. Ancak
bu bölgede yaşayanların mallarını satıp, ihtiyaçlarım karşıladıkları, bölgenin
can daman olan Ahsâ’nın hakimlerine başkaldırıp, hakimiyetlerini inkar etmeleri
imkansızdı. Bu yüzden Ahsâ’ya hakim olan güç, Necid’in içlerine de hakim olmuş
demekti. Osmanlı Ahsâ’ya hakim olmakla Necid üzerindeki hükümranlığını da tesis
etmiş, oluyordu. Çünkü Ahsâ Necid bölgesinin dış dünyaya açılan penceresiydi.
Ancak gerek Ahsâ, gerekse Necid’de fetih öncesi mevcut durum bozulmayarak,
oralara hakim olan ailelerin devlete sadakatlerini bildirmeleri şartıyla
geleneksel hükümetlerinin devamına müsaade edilmiştir. Devletin güçlü olduğu
zamanlarda problem olmayan bu durum, zayıfladığı zamanlarda problem teşkil
ediyordu. Çünkü imkan bulup güçlenen bu mahalli idareler, zaman zaman Osmanlı
hakimiyetini tartışılır hale getirmekteydiler. 1849 yılından itibaren devlet
salnamesinde Necid, Habeş eyaletine bağlı ve üç kazadan oluşan bir liva olarak
gösterilmektedir. Bu tarihteki kazalan Der’iyye, Cübeyle ve Kâtif ile birlikte
Ahsâ(Lahsâ)’dır. 1866 yılma kadar bu şekilde devam eden durum, bu tarihte Habeş
ve Hicaz eyaletlerinin birleştirilmesiyle Necid, Necd-i Urbânî adıyla bu
eyaletin bir livası olarak kaydedilmektedir. 1875 yılında ise Ahsâ Necid
Sancağı adıyla Basra’ya bağlanmıştır. Böylece Necid ve Ahsâ birbirlerinin
yerine kullanılmışlardır.[57] Buradan da
anlaşılıyor ki Osmanlı Devletinin Ahsâ’yı hakimiyeti altına almasıyla birlikte
Necid de devletin hakimiyeti altına girmiş, ancak bu hakimiyet resmi olarak
bağlılıktan öteye gitmemiştir. Çünkü bölge eskiden olduğu gibi kabileler
tarafından yönetilmeye devam etmiştir.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Necid’de Osmanlı
hakimiyeti direkt olarak teessüs etmemiş, Ahsâ, Basra, Habeş ve Hicaz gibi
eyaletlere bağlı bir liva veya sancak olarak idare edilmiştir. Ancak Necid’de
doğrudan bir Osmanlı yönetimi yerine bölge, kabile şeyhlerinin ve emirlerin
yönetimine bırakılmış ve bunlar tarafından idare edilmiştir. Fakat bölgedeki
çekişme ve ihtilaflar hiçbir zaman durmamış, hakim olan kabileler arasındaki
savaşlar sürekli olarak varolagelmiştir. Bu durum, Osmanlı’nm bölgeye
girmesinden Vehhabiliğin dini-siyasi bir hareket olarak ortaya çıkışma kadar
devam etmiştir.
Muhammed b. Abdulvehhab’m ortaya çıktığı ve
davetini ilan ettiği dönem Birinci Abdulhamid’in tahta çıkışının ilk
zamanlarında olup, o zamanlarda Osmanlı Devleti’nin askerleri Rus ordularıyla
savaşmakta idi. Savaş sonundaki Kaynarca Antlaşmasıyla ise Osmanlı Devleti ağır
hükümleri kabul etmek zorunda kalmıştır. Müteakiben Mora ve Arnavutluk devlete
başkaldırmışlar; Tataristan Hanları birbirine düşüp, Kırım kıtası da Ruslar’ın
eline geçerek devletin sırtındaki yük bir kat daha ağırlaşmıştır. Hele Rusya,
Almanya ve Avusturya devletlerine mecburiyet karşısında ilan edilen harp
üzerine devletin başındaki gaile arttıkça artmış idi. Yeniçerilerin ayaklanması,
I. Abdulhamid’in vefat etmesiyle de Vidin ve Sırp isyanlarını bastırmak için
defalarca asker şevkine ihtiyaç duyulmuştur. Daha sonra Fransızlar’m Mısır’ı
istila etmeleri, bilahare kölemen beylerinin istiklal savaşma katılmaları, Akka
muhafızı Cezzar’la Tepedelen’li Ali Paşa’nın isyanları ve Mora’hlann
ayaklanması devlet heyetini büsbütün şaşırtmıştı. Fransızlar’m Mısır’ı zabtı,
İngiltere’nin önce Dersaadet’e daha sonra Mısır’a donanma şevki ise
İngiltere’ye harp ilanım gerektirmiş, bundan sonra yeniçeriler ayaklanarak
Nizâm-ı Cedit ile kavgaya tutuşmuş ve buldukları yerde devlet adamlarının
çoğunu ve Nizâm-ı Cedit elbisesi giymiş olanları öldürmüşlerdir. Bütün bunlar
ve Sultan III. Selim’in şehid edilmesi Osmanlı Devleti’ni mecalsiz bırakmış ve
kımıldayamaz hale .. • • • 42
getirmiştir.
Vehhabiliğin ortaya çıktığı devrede Osmanlı Devletinin
durumu işte bu minvalde idi. Devlet bir taraftan Rusya, Avusturya, İngiltere ve
Fransa gibi büyük devletlerle ardı arkası kesilmez savaşlar yapmak zorunda kalırken,
diğer taraftan da Fransız İhtilalinin ortaya çıkarmış olduğu milliyetçilik
akımlarının da etkisiyle imparatorluğu oluşturan Arnavut, Sırp gibi
toplulukların isyanlarıyla baş etmeye çalışıyordu. Bir yandan da yeniçerilerin
ayaklanmalarım bastırmakla uğraşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti, Arap
Yarımadasında olup bitenlerle ilgilenememiştir.
Nitekim Vehhabilik ilk ortaya çıktığı zaman Harameyn
bölgesinde epeyce feryat edilmişti. Sultan I. Abdulhamid, bu fesat ateşinin
ilerde alevleneceğini düşünerek epeyce telaşlanmıştı. Ancak devletin ileri
gelenleri bu işin inceliğini kavrayamamıştı. Şam valisinden gelen yazıda, îbn
Abduvehhab’m eşkiyalık yapacak, ortalığı karıştırıp [58] kasıp kavuracak kimse
olmadığı, yalnız ilmi konuda davası olduğu, talebeye ders veren bir kimse
olduğu bildiriliyordu. Bu bildiri ile durumun tehlikeli olmadığı kanısına
varılmış ve olaya önem verilmemiştir. İbn Abdilvehhab gerçekten isyan edecek
kimse değildi. Ancak Der’iyye Şeyhi gibi bazı kasıp kavuran kimseler kendi
mezhebine bağlı idi. Onlar da başlarına birçok Arab’ı toplamışlardı.[59] Bu nedenle
de Vehhabiliğin ileride devletin başına problem olması muhtemeldi. Ama yönetim
kademesinde bulunanlar bu durumun inceliğini kavramaktan yoksundular.
Vehhabiliğin kolayca yayılmasındaki en önemli etken bedevi
hayatına hitap etmesiydi. Bedevilerin sert ve toleranssız bir tabiatları vardı
ve etrafa kolayca saldırmaktaydılar, işte bu anlayışlarına uyan bir
katı/fanatik dini anlayışı kolayca benimsemişlerdir. Bu benimsedikleri inanış
zaten kendilerinde mevcut olan yağmacılığı meşru hale getiriyordu. Bu da
Vehhabiliğin bedeviler arasında kolayca yayılmasını sağlıyordu.Vehhabiliğin
bölgede yayılmasının bir nedeni de bu tarihten önce Necid bölgesinde sadece
adının bulunması, • dönemin Müslümanlar için pek parlak olmayıp otorite
boşluğunun olmasıdır.[60] Bu
nedenlerle Vehhabilik Necid bölgesindeki bedeviler tarafından büyük ilgi
görmüş, kısa zamanda yayılarak Arap Yarımadasına hakim olmuştur.
Vehhabiliğe ilk tepki Basra, Mekke ve Medine Ulemasından
gelmiştir. Mağrib ve Şam uleması da Vehhabiliğe reddiyeler yazmışlardır.
Osmanlı tarafından Vehhabi Hareketine bir başkaldırı hareketi olarak
bakılmasından dolayı onlar harici olarak nitelendirilmiş, meseleye siyasi boyut
kazandıran Muhammed b. Suud ve halefleri harici olarak isimlendirilmiştir.
Vehhabiliğin bölgedeki faaliyetleri, bölgede yaşayanları rahatsız etmekle
birlikte, Osmanlı’yı rahatsız etmemiştir. Çünkü Osmanlı meseleyi mahalli bir
anlaşmazlık olarak görüyordu.[61]
Osmanlı Devleti, Osmanh-Rus ve Avusturya savaşlarından
(1787-1792) yeni çıkmış, XVIII. yüzyıl boyunca süren savaşlardan dolayı yorgun
ve bitkin bir haldeydi. Savaşlar yüzünden saltanat makamı zayıflamıştı. Merkezi
otoritenin zayıflaması taşradaki valilerin keyfi uygulamalarına veya valileri
hiçe sayan ayanların karışıklık çıkarmalarına neden oluyordu. Bütün bu durumlar
karşısında devlet işi büyütmemek için yumuşak tedbirler alıyor, böylece yan
müstakil idareler doğuyordu. Vehhabiliğin geliştiği dönemde Osmanlı 1768’de
Rusya’yla savaşa girmişti. 1773’te yeniden başlayan savaş, 1774’te Küçük
Kaynarca Anlaşmasıyla çöküşün başlangıcı olmuştur. 1788’de başlayan
Avusturya-Rusya seferinin Ziştovi ve Yaş anlaşmalarıyla bitmesi Osmanlı için
bir yıkım olmuştur. 1798’de Napolyon Mısır’ı işgal etmiş, devlet bütün
dikkatini buraya toplamıştır. îç karışıklıklar çıkmış, Hristiyan tebaa arasında
milliyetçilik faaliyetleri hızlanmış, 18O5’te Rusya Fransızlar’la OsmanlI’ya
savaş açmış, İngiliz donanması İstanbul önlerine kadar gelmiş, bütün bunlar
Osmanlı’nm Vehhabi hareketiyle ilgilenmesini imkansız hale getirmiştir. Ayrıca
saltanatta sürekli zorla son verme, IV. Mustafa’nın kısa süren saltanatı, II.
Mahmut’un tahta geçmesi Vehhabiliğin intişarı için birer avantajdı. İkinci
Mahmud’la birlikte kurulan istikrar sayesinde devlet Vehhabi meselesiyle
ilgilenmeye başlamıştır.[62]
Osmanlı Devleti için o zaman önemli olan hac yolunun
güvenliği idi. Başlangıçta hac yollarının güvenli olması OsmanlI’yı aldatmış,
bu durum Vehhabilerin Mekke ve Hicaz’ı işgal etmelerine kadar devam etmiştir.
Osmanlı durumun vehametini ancak Vehhabilerin hac yollarını kesip, hac
yapılmasını engelledikleri zaman anlamıştır. Hac yollarının güvenliğini
bölgedeki valilere havale eden Osmanlı’ya karşı, valiler kendi nüfuz
bölgelerini koruyup, Hicaz’ın Vehhabilerin eline geçmesine seyirci
kalmışlardır. İbrahim Paşa Der’iyye’yi yıkmış, ancak Vehhabileri yok
edememiştir. Osmanlı da onların inancına çare bulmak için bölgeye Vehhabi
emirlerini kaymakam olarak atamıştır. Bu durumda da Hicaz’ı koruyamayan bir
İslam hükümetinin meşruluğu tartışılmaya başlanmış, devlete olan muhalefet
artmıştır.[63] Böylece
Osmanlı’nm mahalli bir anlaşmazlık olarak gördüğü ve önemsemediği mesele, kısa
zamanda büyüyerek devletin önünü alamayacağı kadar büyük bir problem haline gelmiştir.
Vehhabilik ortaya çıktıktan sonra Vehhabiler İslam dinine
davet yolunda civarlarındaki aşiretlere ve kabilelere galip gelerek
hükümetlerini genişletmekte idiler. Böylece Vehhabi Mezhebi günden güne etrafa
yayılmakta idi. Der’iyye Şeyhi Muhammed b. Suud zekat malından başka kimseden
bir şey istemez, ganimet mallarının ise beşte birini alırdı. Bundan dolayı
kabileler ve aşiretler kendisine kolaylıkla tabi oldular. İbn Suud az vakitte
kuvvetini artırarak bu yeni mezhep sayesinde bir Arap Yarımadası hükümdarlığı
kurma sevdasına düşmüştü. Fakat Osmanlı Devletinin kudretinden korktuğu için
mamur yerlere taarruzdan çekiniyordu. Ancak Muhammed b. Suud’un vefatından
sonra oğlu Abdülaziz b.Suud yerine geçip, günden güne artan kuvvet ve
iktidarına güvenerek Devlet-i Aliyye’den dahi korkmamaya başlamış, bundan 48
sonra bir taraftan Hicaz’a, bir taraftan da Irak memleketlerine tecavüzlere
başlamıştı.
Vehhabiler Mekke Şerifleri’nin kendilerinin haccetmelerine
müsaade etmemeleri üzerine kılıç kuvvetine başvurdular. Bu yolda gitgide
kuvvetlenerek Mekke emiri’ne endişe oldular. Hatta Vehhabilerin Haremeyn’e
hücum edecekleri haberleri Haremeyn ahalisinin telaşına sebep olduğundan(h.l
190), Şerif Sürür Dersaadet’e bir yazı göndererek Vehhabilerin yok edilmesi
için kâfi kuvvet gönderilmesini istemesi üzerine keyfiyet Cidde, Şam ve Bağdat
valilerine sorulmuştur. H.1191’de bunu teyit eden bazı yazılar gelmiş ise de
Cidde valisinin tahriratında keyfiyet o kadar şiddetli yazılmadığından işe
ehemmiyet verilmemişti. Muhammed b. Abdulvehhab, Mekke emiri tarafından
hakkında Dersaadet’e şikayette bulunulduğunu işitince Şam valisine hususi bir
adam gönderip, talebelere ders vermekten başka meşguliyetinin olmadığını,
tahsilinin Şam’da olması nedeniyle oraca durumunun malum olduğu ve Mekke
emirinin dediği gibi fesat çıkarmaya gücünün bulunmadığı beyanıyla Mekke
emirinin şikayetlerini yalanlamış olduğundan, sonradan Şam’dan gelen
cevapnamede bu durum açıklanarak: “Merkum bir kabile reisi değil ki
ayaklanabilsin” diye Mekke emirinin şikayetleri abartı olarak
nitelendirilmiştir. Gerçi İbn Abdilvehhab bir kabile reisi değil idiyse de
Der’iyye Şeyhi Muhammed b. Suud’u önüne katıp, onun eliyle kuvvetli bir cemiyet
teşkil etmişti. Fakat bu cemiyet gereği gibi tesis edinceye dek, Osmanlı Devleti’nin
dikkatini celbedecek bir hareketten de sakınmıştır. O zamanlar Devlet-i Âliyye
memurlarının bu gibi hususlarda politikaları pek zayıf olduğundan Vehhabilerin
maksat ve hadeflerinin neler olduğunu anlayamamışlardı. Mekke emiri bu gidişin
fenaya varacağını anlamış ise de devlet adamlarına anlatamamıştır.[64] [65]
Bu sebeple Vehhabiler nüfuzlarını zahmetsizce
genişlettiler. Fakat Mekke emirinin de Arap aşiretleri üzerinde büyük nüfuzu
olduğundan Hicaz tarafına pek tecavüz edemiyorlardı. 1202 senesinde Şerif Galib
Vehhabiler üzerine asker gönderdi. Bundan sonra Şerif Galib ara sıra asker
gönderdiyse de bu yetersizdi. Çünkü bu meselenin halledilebilmesi için büyük
bir ordu gerekliydi. Şerif Galib ile emîrü’l-hac Cezzar Ahmed Paşa’nın
şikayetleri üzerine h. 1208’de Dersaadet’te bir meclis toplanmış, bu mecliste
daha önce Hicaz’da bulunmuş bazı sadrazamlar da yer almıştır. Bu mecliste bazı
sadrazamlar îbn Abdilvehhab’m emr-i bi’l- ma’ruf yaptığını iddia edip
savunurken, bazıları onun bir harici olduğunu ve hemen cezalandırılması
gerektiğini söylüyor, bir diğer kısmı ise meselenin Mekke emiri ile
anlaşmazlıktan ileri geldiğini savunuyorlardı. Neticede meselenin Bağdat
valisine havale edilmesine karar verildi. Bağdat valisinden gelen cevapnamede
ise, Vehhabilerin zararsız hale getirilmesinin kolay bir iş olmadığı
belirtiliyordu.[66] Böylece
Vehhabilik Arap Yarımadasında hızla yayılırken Osmanlı vezirleri durumu
defalarca tartışmış, meseleyi bölge valilerine havale etmiş, valiler ise
Vehhabiler üzerine gitmeye cesaret edememişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin nasıl buhranlı bir dönem geçirdiği
buradan da anlaşılmaktadır. Nice seneler önce tebaasından birinin ihdas ettiği
yeni bir mezhep hakkında pek çok seneler ilmi münakaşalar cereyan etmiş, Hicaz
ve Irak alimleri tarafından çeşitli kitaplar telif olunmuş olduğu halde, en
sonunda dinin asıl vatanı olan Arap Yarımadası’nda bu mezhebin tesirleri
sebebiyle Der’iyye şeyhi huruç ederek müstakil bir hükümet kurmuştur. Devletin
meselelerinin halledilmesi için müracaat ettiği mecliste buna dair malumat
olmayıp, bu yeni mezhep sayesinde bir kabile şeyhinin bir hükümdar kadar
kuvvetlendiği bilinmiyor, hâlâ Vehhabilerin meramının neden ibaret olduğu
sadrazamlar arasında mücadele ve münakaşa konusu oluyordu. Böyle elli-altmış
seneden beri sürüp gelen ve devlet içinde müstakil bir hükümet teşkiline dair
henüz sahih bir malumat sahibi olunamaması marnlamayacak bir durumdur.[67]
Bütün bunlara rağmen Vehhabi fitnesinin bu kadar büyümesine
meydan verilmeyebilirdi. Ancak o asrın vekilleri, “Bu Arap gâilesi de başımıza
büyük bir bela oldu. Mekke ve Medine’de cereyan eden hadiseler her sene rahat
ve huzurumuzu kaçırıyor, artık Araplar da işin tadını kaçırdılar” gibi sözlerle
Hicaz’da olup bitenlere ehemmiyet bile vermemişlerdir. İstanbul’a Mekke ve
Medine’den gelen haberciler kimin yanma gidip hallerini arz ettiler ve kimden
yardım talebinde bulundularsa soğuk karşılanmışlar, durum Sultana
bildirilmemiştir. Bazen, “Dersaadet’ten Vehhabileri ilzam ve mezheplerini
tetkik için ulema yollayacağız”; Bazen de “Osmanlı’nm gücünü göstermek için
Cidde, Mısır, Bağdat ve Şam valilerine talimatlar göndereceğiz” gibi sözlerle
şerifleri oyalamışlardır.
îşte bu gibi ahvalden Vehhabiler istifade ederek
kendilerine az muhalefet eden kabileleri vurup yağma ederek günden güne
çevrelerini genişletmekte idiler. Muhammed b. Suud Osmanlı’nm korkusundan Hicaz
ve Irak’a tecavüzden çekinirken, yerine geçen oğlu Abdülaziz Arap
Yarımadası’nda ulaştığı kuvvete güvenerek şımarmış, cihangirlik davasına
düşmüştü. Oğlu Suud’u büyük bir kuvvetin başında gönderip Ahsâ ve Kâtif
taraflarını zaptederek Basra sınırına kadar olan yerleri hakimiyeti altına
aldı.[68] [69]
Vehhabiler bu sırada Irak taraflarına tecavüzden geri
kalmıyorlardı. Bağdat valisini sıkı tedbirler almaya mecbur ettiklerinden başka
da Şiflerden öç almak için Kerbelâ kasabasını vurmuşlar, üzerlerine asker şevki
düşünülürken, Bağdat Valisi Süleyman Paşa’mn vefatı üzerine Bağdat’ta ihtilal
olmuş, nihayet Kethüda Ali Paşa ihtilali bastırıp, uhdesine Bağdat eyaleti
verilerek asayiş güç de olsa sağlanmıştır. Kerbelâ vakası meselenin
ehemmiyetini ortaya koymuş olduğundan, sadrazamlar arasında tekrar görüşülen
meselede yine kesin bir karar verilememiştir. Bunun üzerine Vehhabiler Necid
bölgesini tamamen hakimiyetleri altına alıp, Bahreyn ve Ahsâ’yı zaptederek
Bağdat ve Basra’yı tehdit etmeye başlamışlardır. Arap Yarımadası’nın her
yanında Abdülaziz b. Suud’un hükmü geçmeye başlamış, Mekke’den başka kendisine
mani kalmamıştır. Çöllerde ağır orduların hareketi zor olduğundan işin halli
pek güçleşmişti.[70]
Bunun üzerine mesele meşveret meclisinde tekrar
görüşüldükten sonra h.1217 cemaziyelahir sonlarında toplanan mecliste, asker
şevki zor olduğundan devletin sınırlarını muhafaza etmek üzere Medine’ye
yedi-sekizyüz asker ile bir muhafız tayin edilmesi kararı alındı. Dimyat
muhafızı Ahmet Paşa vezirlik rütbesiyle Medine muhafızlığına tayin olunurken,
müderrislik ve evkaf müfettişliği yapmış olan Adem Efendi de Vehhabilerle
mücadele etmek üzere hicaz’a gönderilmiştir.[71]
Abdülaziz b. Muhammed b. Suud’un son günlerinde işin başına
oğlu Suud geçmiştir. Bu durumda Vehhabiliğin III. zamanı başlamış oluyordu.
Muhammed b. Abdulvehhab’m ilk çıktığı zamanlarda senelerce Hicaz ve Irak
uleması onu reddetmek ve önlemek için uğraşmış, bu yolda hayli kitaplar telif
etmişlerse de hiçbir tesiri olmamış, Vehhabi mezhebi Arap Yarımadası’nda
yayılmıştır. Bu sırada İbn Abdilvehhab’m evlat ve torunları bu mezhebin telkin
ve talimi ile meşgul idiler. İşte durum bu dereceye gelmiş olduğu halde biçare
kadıasker efendiler henüz işin hakikatine vâkıf olamadıklarından ilmi tartışma
ile Vehhabilerin niyetlerinin ne olduğunu sormak ve öğrenmek için ulemadan
birinin Necid’e gönderilmesini uygun görerek Adem Efendi’yi göndermişlerdir.
Gerçi böyle bir adamın Necid’e gönderilmesi faydalı ise de altmış sene önce
gönderilmesi gerekirdi. Yoksa iş bu dereceye geldikten sonra kalem ve lisan ile
iş bitmeyip askeri kuvvete dayanmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Fakat bu
meseleyi defedecek yeterli kuvvetin o tarafa şevki güç olduğundan Osmanlı ilk
önce kendini korumaya çalışmıştır.[72]
Abdülaziz b. Suud ise bu sırada Yemen ve Taife saldırdı.
Şerif Galib, Yemen tarafındaki ihtilallerin önünü alayım derken, Taif tarafında
da ihtilal olunca ne yapacağını şaşırdı ve tekrar Osmanlı’ya müracaattan başka
çaresi kalmadı. Mekke ahalisi de korku ve telaşa düştüler ve devlete durumu
şikayet etmek üzere eşraftan bazıları Mekke’den İstanbul’a hareket ettiler. Bu
olayları duyduğu zaman Sultan III. Selim çok müteessir olmuş, kızarak Bâbıâlî’ye
bir hatt-ı hümayun göndermiş ve bu işin halledilmesini emretmiştir. Sadrazam
başkanlığında bir meşveret meclisi toplanıp
Vehhabi meselesi ele alındıysa da söz tartışmalarla uzayıp
gitmiş ve yine bir netice alınamamıştır.[73]
Bu sırada Vehhabiler Taifi ele geçirip yağma ettiler.
Malların beşte birini emirlerine verip geri kalanını da kendi aralarında taksim
ettiler. Daha sonra Suud b. Abdülaziz hac mevsiminde Mekke’ye ulaştı. Şerif
Galib Cidde, Mısır ve Şam valilerine Suud’la savaşmayı teklif ettiyse de Cidde
Valisi Şerif Paşa dışındakiler haccı tamamlayıp Mekke’den ayrıldılar. Şerif
Galip ile Şerif Paşa da Mekke ahalisini Allah’a ısmarlayıp Cidde’ye gittiler.
Eman isteyen Mekke ahalisine Suud eman verip Mekke’ye girdi ve halkı Mescid-i
Şerifte topladı. Sağ tarafına Hanefi Müftüsü Abdulmelik Efendi’yi, soluna da
beldenin kadısını alarak şu konuşmayı yaptı: “Allah’a şükrederim ki sizi
İslam’a hidayet edip şirkten halâs eyledi. Sizi yalnız Allah’a ibadet edip de
bulunduğunuz şirk halinden ve delaletten feragata davet ederim. Şerîat-ı
îslâmiye üzere Allah’ı sevenlere dost ve Allah’ın düşmanlarına düşman olmak
üzere sizden biat isterim” dedikten sonra oturup elini uzattı. Herkes gelip
biat etti. Sonra atma binip; “Ey Mekke halkı, ikindi namazında Mescid-i Haram’da
toplanın ki size Şerîat-ı İslam’ı beyan edeyim” diyerek çadırına döndü. İkindi
vaktinde halk toplandı. Suud Zemzem-i Şerif arkasındaki makam üzerine çıktı.
Mekke-i Mükerreme ahalisini Der’iyye halkı gibi bir şey bilmez zannettiğinden
koyun çobanlarının bile bildiği meseleleri halka anlatmaya başladı. Her
meseleyi beyan ettikçe Hanefî müftüsü Abdulmelik Efendi’ye hitaben: “ Halka
tefhim et ki cahiller bile anlasın” derdi. Halbuki Mekke ahalisinin en cahili
bile bu gibi meselelerde Vehhabilerin ulemasından daha bilgili idi. İlkönce
öğretmek istediği mesele içki ve zinanın haram olduğunu açıklamak idi ki,
Abdulmelik Efendi: “Ey insanlar, malumunuz olsun ki Emir Suud içki haramdır
diyor. Yarın çıkarak kubbeleri yıkıp, putları atınız. Yarın Allah’tan başka mabud
kalmasın” diye halka hitap etti. Ertesi gün Vehhabilerle onların tarafını
tutanlar müslümanların mescitlerini ve kıymetli eserlerini yıkmaya başladılar.
Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Fâtımâ’nın doğdukları
evler ile Hz. Hatice’nin evini ve değerli alim ve kimselerin kabirlerini de
yıktılar. Suud Mescid-i Haram’da herkesin ayrı ayrı namaz kılmasını yasaklayıp
bir imamın arkasında namaz kılmalarını emretti. Yine Suud’un emriyle Mekke’de
ne kadar sigara, nargile ve saz çeşidinden ne varsa toplatılıp yakıldı.
Bir gün Suud ezan okunurken Mescid-i Haram’a gelmiş,
müezzinlerin salât-u selam getirdiklerini, sahabeler için duada bulunduklarım
işitince çok kızmış ve “îşte bu Allah’a karşı en büyük ortak koşmaktır” diyerek
bunu yasaklatmış, Keşfu’ş-Şubuhât adlı eserin okunmasını emrettiğinden, Mekke
alimleri bunu okutmaya, halk da dinlemeye mecbur kalmıştı. Bu sırada Adem
Efendi Mekke’ye ulaşmıştı. Suud Adem Efendi’nin görevinin ne olduğunu anlamak
için yamna çağırttı. Adem Efendi’yi küçük ve harap bir çadıra getirdiler. Adem
Efendi sadrazamın mektubunu Suud’a verdi. Aralarında meydana gelen konuşmada
Suud gururlanarak halkı dine davet ettiklerini söylemiştir.[74]
Daha sonra Şerif Galib, Şerif Paşa ile Mekke’yi
Vehhabilerden geri aldıysa da Medine’nin de Vehhabilerce tecavüze uğraması
üzerine üzülen Sultan Selim tarafından Mısır Valisi Hüsrev Paşa’ya Vehhabilerin
üzerine gitmesi için emir gönderildi. Ancak bu sırada çıkan karışıklıklardan
dolayı Hüsrev Paşa kendini korumaktan bile aciz idi.[75]
İşte Osmanlı Devleti’nin Vehhabiliğin ortaya çıktığı
devredeki durumu bu idi. Aynı anda birçok devletle yıllarca süren savaşlar
yapmak zorunda kalan Osmanlı, Arap Yarımadası’nda olup bitenlerle
ilgilenememiş, Şeriflerden ve Hicaz ahalisinden gelen yoğun şikayetler üzerine
meseleyi meşveret meclislerinde tartışarak vakit geçirmiştir. Meşveret
meclislerinde tartışılan konu ise Vehhabiliğin siyasi yönünden çok dini yönü
olmuş, Muhammed b. Abdulvehhab’ın emr-i bi’l-ma’ruf yaptığı veya şeriflerle
anlaşmazlık içinde olduğu gibi ihtimaller tartışılmıştır. Bu meşveret
meclislerinden olumlu bir netice alınamamış, mesele valilerden olayı tahkik
etmelerini isteme veya Vehhabilerle tartışıp fikirlerini öğrenmek üzere alim
gönderme gibi tedbirlerle geçiştirilmiştir.
Osmanlı’nm bu şekilde davranmasının nedenlerinin devletin
çaresizliğinden ve devlet adamlarının bilgisizliğinden olduğu anlaşılmaktadır.
Bu şekilde Osmanlı Vehhabi meselesini meşveret meclislerinde tartışadursun,
Vehhabiler Arap Yarımadası’mn büyük bölümünü ele geçirmişler, Hicaz’ı istilâ
edip, Bağdat ve Şam gibi Osmanlı topraklarını tehdit eder hale gelmişlerdir. En
sonunda meselenin boyutlarının nereye varacağını anlamaya başlayan Osmanlı,
meseleyi halletmek için ilk önce Bağdat valisini görevlendirmiş, Bağdat valisi
ise Vehhabilerin üzerine gitmeye cesaret edemediğinden devleti oyalayarak vakit
geçirmiştir. Aradan epey zaman geçtikten sonra en sonunda Osmanlı Devleti
Vehhabilerin üzerine gitmesi için Mısır’da yönetimi ele almış olan Kavalah
Mehmet Ali Paşa’yı görevlendirmiştir.
Birinci Bölüm
MUHAMMED BİN ABDULVEHHAB’IN HAYATI,
İLMİ
FAALİYETLERİ, SEYAHATLERİ VE ESERLERİ
Vehhabiliğin kurucusu Muhammed b.
Abdulvehhab hicri 1115, miladi 1703 yılında Arap Yarımadasının Necid bölgesinde
bulunan Uyeyne şehrinde doğmuştur.[76] Doğum yeri ve
tarihi konusunda kaynaklar müttefiktirler.
Muhammed b. Abdulvehhab Âl-i Müşerref ailesine mensuptur.
Âl-i Müşerref ise meşhur Temim kabilesinin bir kolu olan Âl-i Vehbe’ye
dayanmaktadır. Müşerref Muhammed b. Abdulvehhab’m dokuzuncu dedesidir. Nesebi,
Muhammed b. Abdulvehhab b. Süleyman b. Ali b. Ahmed b. Râşid b. Berîd b.
Muhammed b. Berîd b. Müşerref şeklindedir.[77]
Âl-i Müşerref ailesi hicri X. ve XI. asırlarda Necid’in
ilim merkezi olan Uşeykır’da yaşıyordu. Daha sonra Necid’in değişik bölgelerine
dağılmışlardır. Temim kabilesinin Necid’de siyasi rolü büyüktü. Ancak Muhammed
b. Abdulvehhab’m ailesi olan Âl-i Müşerref daha çok dini ilimler sahasında
meşhur olmuştur. Hicri X. asırdan itibaren bu aileden bölge alimleri arasında
isimler görülmeye başlanır. Abdülkadir b. Berîd b. Müşerref meşhur bir kadı
idi. Muhammed b. Abduvehhab’ın dedesi Süleyman b. Ali hicri XI. asırda bu
bölgenin en büyük âlimi idi. Sedir bölgesinde kadı iken belde reisleriyle ihtilafı
sonucu Uyeyne’ye göçüp, oraya kadı oldu. Uyeyne Şehrinin fıkhi konularda
danışılan bir alimi idi. “Tuhfetu’n-nâsik fi Ahkâmi’l-Menâsık “adlı bir eseri
mevcuttur.[78]
Süleyman b. Ali Uyeyne’ye kadı olarak oğlu Abdulvehhab’ı
bıraktı. Abdulvehhab Hanbeli mezhebinde fakih idi. Hadis ve Tefsiri iyi
biliyor, Uyeyne mescidinde Fıkıh. Tefsir ve Hadis dersleri okutuyordu.[79]
Muhammed b. Abdulvehhab diğer çocuklar gibi oyun oynamak
yerine babasından dini ilimler öğrenmeyi tercih etti. Babası Uyeyne kadısı,
amcası İbrahim b. Süleyman fakih ve müctehid, amcasının oğlu Abdurrahman b.
İbrahim alim, büyük kardeşi Süleyman ilim talebesi idi. İlme düşkün bir aileden
geldiği için diğer çocuklar gibi okula gitmedi. Çünkü evi bir medreseydi ve
babası da ilk hocasıydı.[80] İlim ve
cisim olarak akranlarından önde olan Muhammed b. Abdulvehhab, 10 yaşma gelmeden
Ku’an-ı Kerim’i ezberlemiş, 12 yaşma gelmeden de büluğa ermiştir. Babası onun
cemaatle namaza namaza devam ettiğini görünce onu evlendirdiğini söylemektedir.[81]
Muhammed b. Abdulvehhab’m çocukluğu ve gençliği ile ilgili
kaynaklarda ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Daha çok onun, küçük yaşlardan
itibaren akranları gibi oyun oynamak yerine ailesinin ve babasının ilmi konumu
nedeniyle ilim öğrenmeye, okumaya önem verdiği aktarılmaktadır.
Muhammed b. Abdulvehhab, yakalandığı hastalık sonucunda
hicri 1206, miladi 1792 yılının 22 Haziranında yaklaşık 92 yaşında vefat edip,
Der’iyye’de bir mezarlığa defnedildi.[82]
Muhammed b. Abdulvehhab’m dedesi Süleyman b. Ali’nin,
çocukları İbrahim ve Abdulvehhab’ı ilme teşvik etmesi gibi, Abdulvehhab da
çocukları Süleyman ve Muhammed’i ilme teşvik etmiştir. Muhammed küçük yaşlarda
Kur’an-ı Kerim’e yönelmiş, büluğundan ve 10 yaşından önce onu ezberlemiş, daha
sonra ise diğer şer’i ilimlere yönelmiştir. Özellikle de Hanbeli fıkhı üzerinde
yoğunlaşmış ve babası Abdulvehhab’dan dersler almıştır. Ailesinin ilmi mevkisi
ile babasının beldenin kadısı olması onun için ilim öğrenmede avantaj olmuştur.
Babasının kadı olması nedeniyle evlerine birçok öğrenci geliyor ve ilmi
tartışmalar oluyordu. Muhammed b. Abdulvehhab bütün bunlardan istifade
etmiştir. Hatta babası Abdulvehhab, yaşının küçük olmasına rağmen oğlu
Muhammed’in ilminden istifade ettiğim belirtmiştir.
Necid’in ilmi faaliyetler bakımından sınırlı olması,
bölgede çok fazla alimin bulunmaması nedeniyle Muhammed b. Abdulvehhab Necid’de
alabileceği kadar ilim tahsil etmiş, daha fazla ilim öğrenmek için de Necid
dışına giderek, değişik bölgelerdeki değişik hocalardan ders alıp ilmini
artırmak istemiştir. Bu yüzden ilmi seyahatlere çıkmıştır.
Kaynaklarda Muhammed b. Abdulvehhab’m, özellikle de ilmi
seyahatlerine çıkmadan önceki hayatı ile ilgili bilgiler sınırlıdır. Bu döneme
ait ayrıntılı malumat bulunmamakta, kaynaklarda yer alan bilgiler birbirinin
tekrarı şeklinde görülmektedir, îlmi seyahatlerinin nerelere olduğu ve gittiği
yerlerde nasıl yaşadığı konusunda ise, kaynaklarda ya tamamen aynı bilgiler
verilmekte, ya da çok farklı bilgiler yer almaktadır. Bu durumun, onun hayatı
ile ilgili bilgilerin yaşadığı dönemde değil de vefatından sonra yazılmış
olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Bazı kaynaklarda Muhammed b. Abdulvehhab’ın hayatı, Suud
ailesi ile tanışmadan önceki ve tanıştıktan sonraki dönem şeklinde iki dönem olarak
ele alınıp İncelenmektedir.[83] [84] îbn
Abdulvehhab’m Suud ailesiyle ittifakından önceki dönemde siyasi bir faaliyette
bulunmadığı, daha çok ilimle iştigal edip, ilmini artırmak ve çevresindeki
insanları irşad etmek için çalıştığı görülmektedir. Suud ailesiyle ittifak
yaptıktan sonra ise, dini düşüncelerine siyasi bir yön kattığı ve fikirlerinin
yayılması için siyasi iktidarla işbirliği içerisinde olduğu görülmektedir.
İbn Abdulvehhab, babasından Sarf, Nahiv, Lügat, Hadis ve
Hanbeli Fıkhı öğrendi. Şeyh Abdurrahman b. Ahmed’den ders aldı. Uyeyne ve
Hureymilâ’da hadis okudu. 16 yaşında iken Kasîm şehri alimlerinden Şeyh Haşan
et-Temîmî’ye tabi olup ondan Fıkıh ve Tefsir okudu. 20 yaşma geldiğinde,
çevresindeki bazı bozuklukları görüp, bu gördükleri konusunda kendisinden büyük
olanlarla münakaşa etti.[85] [86]
A. İLMİ
SEYAHATLERİ VE HOCALARI
Muhammed b. Abdulvehhab, küçük yaşlardan itibaren akranları
gibi oyun oynamak yerine ilim öğrenmeyi tercih etmiş, babasmîh konumu da onun
ilme yönelmesinde etkili olmuştur. Onun yöneldiği ilk ilim Kur’an-ı Kerim idi.
Nitekim onun büluğ çağma gelmeden ve 10 yaşından önce Kur’an’ı ezberlediği
aktarılmaktadır. Daha sonra diğer şer’i ilimlere yönelen îbn Abdulvehhab,
babasından özellikle Hanbeli fıkhı okumuştur. Onun kendi şahsiyeti, içinde
doğup büyüdüğü aile, çevresi, zekası ve ilim öğrenmeye karşı merakı ilme
yönelmesinde etkili olan faktörler olmuştur. 12 yaşında büluğa eren Ibn
Abdulvehhab, babasının da isteğiyle bu yaşta evlenmiştir. Daha sonra ilk önce
hac yapmak isteğiyle Necid’den Hicaz’a giden Muhammed b. Abdulvehhab, birçok
İslam beldesini dolaşmış, değişik hocalardan çeşitli ilimler okumuştur.
Muhammed b. Abdulvehhab’m Necid’de ilk hocası babası
Abdulvehhab b. Süleyman olmuştur. Abdulvehhab b. Süleyman alim ve fakih bir
kişi, aynı zamanda da Uyeyne kadısı idi.[87] Muhammed b. Abdulvehhab
babasından Hanbeli fıkhı, Tefsir ve Hadis okumuştur. O, küçük yaşından itibaren
Tefsir, Hadis ve Akaid kitaplarına meraklıydı. Şeyhülislam İbn Teymiyye ve İbn
Kayyım el-Cevziyye’nin kitaplarını mütâlaa ederek onlardan etkilenmiştir.[88] [89] İbn
Abdulvehhab’m babası Hanbeli Mezhebinde fakih idi. Hadis ve Tefsiri iyi
biliyor, Uyeyne mescidinde Fıkıh, Tefsir, Hadis dersleri veriyordu. Muhammed b.
Abdulvehhab da ilk hocası olan babasından Sarf, nahiv, Lügat ve Hanbeli fıkhını
öğrenmiştir. Ayrıca evleri, babasının Uyeyne kadısı olması nedeniyle bir ilim
merkezi ve ilmi tartışmaların olduğu bir yer idi. İşte Muhammed b. Abdulvehhab
evlerinde meydana gelen ilmi tartışmalardan ve evlerine gelen öğrencilerden de
istifade etmiştir.
1)
Mekke
ve Medine Seyahatleri
Muhammed b. Abdulvehhab’ın 12 yaşlarında Mekke’ye gidip
ilim meclislerinde bulunduğu, daha sonra oradan ayrılıp Medine’ye giderek orada
iki ay kaldığı zikredilmektedir. Kaynaklarda bu ziyaretinin hac farizasını
yerine getirmek için gerçekleştiği belirtilmektedir.[90] [91]
îbn Abdulvehhab, birçok alimin Tevhid ve Şirk konularındaki
kitaplarını okuyup bu konulan iyice öğrendi. Okumuş olduğu bu kitaplar
neticesinde çevresinde yapılmakta olan şeylerin sahih İslam inancıyla
bağdaşmadığına hükmetti. Çevresinde bid’at olduğunu düşündüğü şeylere karşı
tepkisini dile getirdiyse de, etkili olmayınca Uyeyne’den ayrılmaya karar
verdi. Uyeyne’deki ilmi seviye İbn Abdulvehhab’ın ilmi arzusunu karşılayacak
seviyede değildi. Bu yüzden başka bölgelere gitmeye kararlıydı. Onun Uyeyne’den
kaç yaşındayken ayrıldığı konusunda kaynaklarda net bir bilgi yoktur. Ancak
Uyeyne’den 20 yaşma gelmeden ayrılmış olduğu kabul edilmektedir. Torunu
Abdurrahman b. Hasan’a göre, onun ilk yolculuğu Basra’ya, oradan da Ahsâ’ya
olmuştur. Ahsâ’dan ayrıldıktan sonra Medine’ye gitmiş, oradan da Necid’e
dönmüştür. Ancak İbn Bişr ve İbn Gannam’a göre onun ilmi seyahatlerinin ilki
Hicaz’a olmuştur. Bu iki tarihçinin bildirdikleri daha sıhhatli görünmektedir.
Böylece o ilk seyahatini Mekke’ye gerçekleştirip ikinci kez hac yapmıştır. Bu
süre zarfında Mekke’de bazı alimlerden ders aldığı kaydedilmekte ise de hangi
hocalardan ders aldığı 75 zikredilmemektedir.
Mekke’de hac farizasını eda eden îbn Abdulvehhab, Medine’ye
geçip orada ders görmeye başladı. Medine’de ilmi ortam Uyeyne’den daha iyi idi.
Uyeyne’de sadece Hanbeli fıkhı okutulurken, Medine’de birçok ilim okutulmakta
idi. Ayrıca Uyeyne’de ulema az ve alimlerin ilimleri sınırlı iken, Medine’de
hem çok ulema bulunuyor, hem de buradaki alimler ilim bakımından daha ileri
seviyede bulunuyorlardı. Medine birçok İslam beldesinden gelen alimlerin ve
öğrencilerin buluşma merkezi idi. Birçok ilim talebesi Medine’ye gelip orada
kalırken, bir kısmı da orada bir süre ilim öğrenip memleketine dönüyordu. İşte
Medine, İbn Abdulvehhab için ilim öğreneceği, ilimleri ve 76 hocaları seçme imkanı bulacağı bir yer olmuştur.
Medine’de o devirde bulunan alimlerden biri, Necidli Âl-i
Seyf ailesinden Şeyh Abdullah b. İbrahim b. Seyf idi. İbn Abdulvehhab bu
alimden çok istifade etmiştir. Şeyh Abdullah, İbn Abdulvehhab’ı sevdi ve onu
korudu. Onun ilim ve kültürünün artması için büyük çaba gösterdi. Aralarındaki
alakanın ve muhabbetin gelişmesindeki en büyük etken, tevhid akidesi konusunda
fikirlerinin uyuşmasıydı. Necid halkının içinde bulunduğu batıl akide ve bozuk
ameller de aralarındaki ilginin oluşmasım sağlayan bir başka etken olmuştur.
İbn Abdulvehhab, Şeyh Abdullah’la olan ilişkisinden çok istifade etti. Şeyh Abdullah
ona iki tarikten Hadiste icazet vermiştir. Birincisi, Şeyhülislam İbn Teymiyye
ile başlayıp, Ahmed b. Hanbel’de sona eren İbn Müflih tarîki; İkincisi ise, İbn
Kayyım ile başlayıp, yine Ahmed b. Hanbel’de sona eren Abdurrahman b. Receb
tarîki. Yine Şeyh Abdullah b. İbrahim b. Seyf İbn Abdulvehhab’a, Sahîh-i
Buhârî, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâî, Sünen-i Ebû Dâvud,
Sünen-i İbn Mâce ve Sünen-i Dârimî gibi sahih Hadis kitaplarında icazet
vermiştir.[92] [93] [94] [95] Abdullah b.
İbrahim b. Seyf Hanbeli fıkhı ve Hadiste alim bir zattı. İbn Teymiyye’yi
beğenen bir kişiydi. Şüphesiz ki, İbn Abdulvehhab’ı İbn Teymiyye’nin
kitaplarını okumaya o teşvik etmiştir. Ayrıca o, Necid’in dini ve içtimai
yönden kötü durumda olduğunu düşünüyor, bu durumun ancak ilimle ıslah
olabileceğini düşünüyordu. Abdullah b. İbrahim b. Seyf, İbn Abdulvehhab’a
evinde ders veriyordu. Bir gün öğrencisi Muhammed’e: “Sana şehrim için
hazırladığım silahlan göstereyim mi?” diye sordu. Evet, cevabı alması üzerine
onu içinde birçok kitap bulunan bir eve sokup: “İşte bunlar benim onlar için • 79 hazırladığım silahlardır” dedi.
Muhammed b. Abdulvehhab’m Medine’de ders aldığı
hocalarından bir diğeri de muhaddis Şeyh Muhammed Hayat es-Sindî idi. İbn
Abdulvehhab onun fikirlerinden etkilenmiştir. Hz. Peygamber’in hücre-i
saadetinin yanında insanların yapmakta oldukları bid’atler ve şirk tezahürleri
konusunda İbn Abdulvehhab’a ne düşündüğünü sorduğunda, onun: “Şüphesiz onların
içinde bulundukları din yıkılmıştır, yapmakta
80
oldukları da batıldır” ayetiyle cevap vermesi hocasının
hoşuna gitmiştir. Muhammed Hayat es-Sindî, îbn Abdulvehhab’a kendisinin sahip
olduğu saf akideyi, her yerde hakim olan kötü işleri ve bid’atleri, büyük ve
küçük şirki öğretti. O, fıkhi mezhep taassubuna karşı çıkan biriydi. İçtihadı
savunuyor, bütün bunlara ek olarak da dindeki 82
bid’atler ve şirke neden olan
amellerle şiddetle savaşıyordu.
îbn Abdulvehhab’m Medine’de ders okuduğu alimler arasında
Şeyh Ali Efendi ed-Dâğıstânî, Şeyh İsmail el-Aclûnî, Şeyh Abdullatif el-Afâlikî
el-Ahsâî ve Şeyh Muhammed el-Afâlikî el-Ahsâî zikredilmektedir. Şeyh Dâğıstânî
ve Ahsâî ona icazet vermişlerdir.
Kaynaklar İbn Abdulvehhab’m Medine’de ilim öğrenmek için ne
kadar kaldığını zikretmemektedirler. Ayrıca orada kaldığı süre müddetince
geçimini nasıl sağladığı konusunda da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak
o dönemde Medine’de ilim talebeleri için kurulmuş vakıflar bulunuyordu.
Muhammed b. Abdulvehhab’m da diğer öğrenciler gibi bu vakıflardan istifade etmiş
olması muhtemeldir. Ayrıca geçimini temin etmek amacıyla belirli zamanlarda
kitap çoğaltma işiyle uğraşmış olması da muhtemeldir. Bir diğer ihtimal de,
kendisi gibi Necid’li olan hocası Abdullah b. Seyf e misafir olmuş olmasıdır.
Bütün bu ihtimallerle birlikte, ailesinin zengin olması 84 nedeniyle onun kendi şahsi parasından harcamış olması
tercihe şayan görülmektedir.
îbn Abdulvehhab ilim öğrenmek için Medine’de geçirdiği
zamanın yeterli olduğuna kani olunca Uyeyne’ye döndü. Medine’de kaldığı süre içerisinde
görmüş olduğu şeyler, okumuş olduğu dersler ve ilim öğrendiği hocalar onun
düşüncesinde büyük etki yapmıştır. Onun düşüncesini etkileyen şeylerden biri de
okumuş olduğu îbn Teymiyye’nin kitaplarıdır. Ayrıca mezhep taassubu ve
bid’atlere karşı savaşan Muhammed Hayat es-Sindî’ye talebelik yapması da onun
düşüncesini etkilemiştir. Kitaplardan okuduğu, hocalarından öğrendiği şeyler
ile Hz. Peygamber’in kabri [96] [97] [98] [99] [100]
çevresinde bazı cahil insanların yapmakta
oldukları davranışlar, onda bir ıslah 85
hareketinin gerekliliği fikrinin oluşmasına
neden olmuştur.
Medine’de iki ay kaldıktan sonra h. 1136, m. 1723 yılında
oradan ayrılan Muhammed b. Abdulvehhab, Uyeyne’ye döndü ve orada babasının
derslerine devam etti. Görüşlerini açıkça ortaya koyarak, sahih dini öğretiye
dönmenin gerekliliğini çevresindeki insanlara açıkça söylemeye başladı. Bazı
kimseler ona şiddetle karşı çıkarak onunla alay ettiler. Bu yüzden ailesi ile
muhalifleri arasında sıkıntılar yaşanmaya başlandı. Bunun üzerine o, Uyeyne’den
uzaklaşıp, başka şehirlerin alimlerinden ders almaya ve ilmini artırmaya karar
verdi. Kaynaklarda Medine’den döndükten sonra ve Irak seyahatine çıkmadan önce
Uyeyne’de ne kadar süre kaldığı belirtilmemektedir. İbn Abdulvehhab’ın torunu
Abdurrahman b. Haşan’a göre o Uyeyne’de tam bir yıl kalmıştır.[101] [102] [103] [104] Böylece İbn
Abdulvehhab h. 1136, m. 1724 yılında oo
ilim öğrenmek için ikinci kez Uyeyne’den ayrılmıştır.
Uyeyne’den ayrıldıktan sonra yolculuğunun yönü Irak’a olmuştur.
2)
Basra
seyahati
Basra Muhammed b. Abdulvehhab’ın Irak’ta ilk ziyaret ettiği
şehir, Basra seyahati de onun en uzun süren seyahatidir. Basra seyahati onun
ilmi ve ameli hayatının en önemli dönüm noktalarından birini oluşturur. Zira o
Basra’da sadece bir ilim talebesi olarak bulunmamış, bir taraftan ilim
öğrenirken diğer taraftan da yeni oluşmaya başlayan fikirlerinin savunucusu ve
tebliğcisi olmuştur. Bu bakımdan o, Basra’da hem ilim öğrenmiş, hem de
çevresinde bulunan kişilerle fikri münakaşa ve mücadelelerde bulunmuştur.
Necid’e kıyasla Basra kozmopolit bir şehir idi. Şehirde Sünniler yanında Şiiler
de çoktu. Ayrıca Basra’nın ticaret için gelip gidenlerin çok olduğu bir liman
şehri olması da Muhammed b. Abdulvehhab’ın orada değişik fikirlerdeki
insanlarla tanışıp münakaşalarda bulunmasına, fikirlerini değişik halk
kitlelerine tebliğ etme fırsatı bulmasına vesile olmuştur.
Bir süre Basra’da ikamet eden İbn Abdulvehhab, orada bir
grup alimden ders aldı. Bu alimlerden birisi Şeyh Muhammed el-Mecmûî’dir. Şeyh
Mecmûî’den Nahiv, Lügat ve Hadis okudu.[105] Ayrıca birçok hocadan Fıkıh
ve Hadis öğrendi. Ancak kaynaklarda hangi hocalardan ders aldığı geçmemektedir.
Kaynaklarda Basra’da ders okuduğu hocalardan sadece Muhammed el-Mecmûî’nin ismi
geçer.[106]
Basra o devirde önemli bir ticaret merkezi idi. Bu
sıfatıyla oraya değişik bölgelerden, değişik fikirdeki insanlar geliyordu. Buna
ek olarak bu şehirde Şii mezhebine mensup olanlar çoktu. Basra, Necef ve
Kerbela gibi mukaddes Şii şehirlerinden uzak değildi. İşte bütün bunlardan
dolayı Muhammed b. Abdulvehhab hakk’a muhalif olarak gördüğü şeyleri inkar
ederek bunlarla mücadele etmeye başladı.[107] [108] Kitaplar yazıp bid’at ve
hurafeler konusundaki görüşlerini etrafa yaymaya çalıştı. Kabir 92 ehlinden
istekte bulunanlara karşı ayet ve hadislerle karşı çıktı.
İbn Abdulvehhab Basra’da kendisini tanıtmayıp, basit bir
öğrenci gibi davranmıştır. Ancak Necid’den gelen bazı tüccarlar onun Necid’deki
davetinden bahsedip, insanlar da onun ilmini gördükleri zaman ona karşı ilgi
duymaya başladılar. Birçok kişi onun derslerine devam etti. İbn Abdulvehhab
orada, hurafelerin yayılması, evliya ve salih kimselerin kabirlerinin takdis
edilip, onların vesile kılınması gibi bid’atlere dikkat çekerek, insanları bu
davranışları terk etmeye davet etti. Basra halkından birçoğu bu durumu hoş
karşılamadı. Düşmanları onun aleyhinde faaliyette bulunmak için fırsat
kollamaya başladılar. H. 1138, m. 1726 yılında Basra valisi Ömer Ağa azledilip
yerine Circis Ağa getirildi. Circis Ağa da kadı olarak Hüseyin İstanbûlî’yi
atadı. Düşmanlan bunu fırsat bilerek İbn Abdulvehhab’ı kadıya şikayet ettiler.
Kadı onun evine giderek bizzat kendisiyle konuşmayı tercih etti. Daha sonra
kadı ile İbn Abdulvehhab’m dost olup, biribirlerinin ilim meclislerine devam
etmeleri düşmanlarını daha da kızdırdı. Onu ölümle tehdit edip, Basra’yı terk
etmesini istediler. Bunun üzerine İbn Abdulvehhab, Basra’dan aynlarak Zübeyr
şehrine doğru yaya olarak yola çıktı. Yolda sıcaktan ve susuzluktan takati
kesildi ve yürüyemez hale geldi. Ölmek üzereyken Zübeyr halkından Ebâ Hamîdân
adlı bir kişi imdadına yetişti. Ona su verip eşeğine bindirerek, sağ salim onu
Zübeyr’e ulaştırdı. Bu îbn Abdulvehhab’m davetinde • • 93 karşısına çıkan ilk
sıkıntı ıdı.
3)
Ahsâ
Seyahati
Kaynaklarda belirtildiğine göre Muhammed b. Abdulvehhab’m
ziyaret ettiği şehirlerden biri de Ahsâ’dır. Ahsâ’da bazı alimlerden ders
almış, bir kısım alimle de tevhid ve akide konularında münakaşada bulunmuştur.
Ahsâ’da ders aldığı alimler: Abdullah b. Fîrûz, Abdullah b. Abdüllatif ve
Muhammed b. Afâlik idi. Ahsâ o devirde Necid gibi Arap Yarımadası’nm kuzey
bölgelerinden ilim öğrenmek için gelen öğrencilerin çok olduğu bir şehirdi ve
orada değişik mezheplere mensup birçok alim bulunuyordu.[109] [110]
îbn Bişr’e göre Ahsâ, îbn Abdulvehhab’m Necid’e dönmeden
önce ziyaret ettiği son şehirdir. Abdurrahman b. Haşan’a göre ise onun ziyaret
ettiği son şehir Medine’dir.[111]
Ahsâ’da Abdullah b. Fîrûz ve Ebu Muhammed el-Kefîf gibi
alimlerden ders alan îbn Abdulvehhab, bu alimlerin yanında İbn Teymiyye ve îbn
Kayyım el-Cevziyye’nin eserleriyle tanışmıştır.[112]
Muhammed b. Abdulvehhab, ilmi seyahatlerini sürdürmek için
Şam’a gitmek niyetindeydi. Ancak hem parasının azalmış olması, hem de babasının
Uyeyne’den Hureymilâ’ya göç ettiğini duyması onu bu fikrinden vazgeçirdi. H.
1138, m. 1724 yılında Uyeyne emiri Abdullah b. Muammer’in ölüp, yerine torunu
Muhammed b. Hamd’ın geçmesi üzerine, yeni emirle Abdulvehhab b. Süleyman
arasında ihtilaf çıkmıştır. Yeni emirin onu azledip yerine yeni bir kadı tayin
etmesi üzerine de Abdulvehhab b. Süleyman Uyeyne’den ayrılıp Hureymilâ’ya göç
etti ve bu şehrin kadısı oldu. Bu nedenle îbn Abdulvehhab, Hureymilâ’ya
babasının yanma dönmeye karar verdi. Ahsâ’da Şeyh Abdullah b. Muhammed b.
Abdullatif eş-Şâfii el-Ahsâî’ye
Q7 misafir olup, birkaç gün yanında kaldıktan sonra
Hureymilâ’ya hareket etti.
İbn Abdulvehhab’a yakın kaynaklar onun Necid dışına olan
seyahatlerinin üçü geçmediğini, Hicaz, Ahsâ ve Basra dışında bir yere
gitmediğini söylerler. Ancak bu üç şehirden başka yerlere de gittiğini iddia
eden kaynaklar da mevcuttur. Bir müellif onun Bağdat ve İran bölgesine seyahat
ettiğini zikreder. Bir diğeri ise, onun İsfahan’da no öğrenim gördüğünü söyler.
Ancak bu rivayetler sahih görünmemektedir.
Lem’uş-Şihâb müellifine göre Muhammed b. Abdulvehhab Basra,
Bağdat, Kürdistan, Hemedan, Isfahan, Rey, Kum, Halep, Şam, Kudüs ve Mısır’ı
ziyaret etmiştir. Sonra da Yenbû’, Medine ve Mekke yoluyla memleketine
dönmüştür. Yine aynı müellife göre o felsefî ilimler ve Türkçe öğrenmiştir.
Ancak bu müellifin söyledikleri tarihi hakikatlerden uzaktır. Çünkü bu müellif,
İbn Abdulvehhab’ın ilmi seyahatlerine 37 yaşında başladığını söyler. Bu
durumda, İbn Abdulvehhab h. 1115’te doğduğuna göre onun Necid’den hicri
1152’den önce ayrılmadığı sonucu ortaya çıkar. Halbuki onun bütün seferlerinden
bu tarihten önce Necid’e döndüğü tarihi olarak sabittir. Yine aynı müellif İbn
Abdulvehhab’ın Fars memleketlerinde senelerce kalıp ders okuduğunu, Farsça ve
Türkçe’yi öğrendiğini iddia etmektedir. Ancak onun bu iki dili bildiğine dair
açık bir delil yoktur. Ayrıca o iddia edildiği gibi Felsefe ve Tasavvuf
öğrenimi görmüş olsaydı, eserlerinde mutlaka bunun etkileri görülürdü. Halbuki
eserlerinde böyle bir ize rastlanılmamaktadır. Müellifler arasında onun
Bağdat’a gitmiş olduğu daha çok yayılmıştır. Bazı müelliflere göre o Bağdat’a
gidip, meşhur alim Sıbgatullah el- Hıdrî’den ders almıştır."
Muhammed b. Abdulvehhab’ın Mekke, Medine, Basra ve Ahsâ
şehirlerine gidip, bu şehirlerde bir süre ikamet ettiği ve bu şehirlerde yaşayan
bazı alimlerden dersler aldığı konusunda bütün kaynaklar müttefiktirler.
Bağdat, Şam, Rey, Isfahan, Mısır gibi bölgelere gitmiş olduğu konusu ihtilaflı
olmakla birlikte, bu şehirlere gitmiş olduğu rivayeti pek sağlıklı
görünmemektedir. Çünkü îbn Abdulvehhab’ın bütün seferlerinden babası vefat
etmeden önce, yani h. 1139’dan önce döndüğü kabul edilmektedir. Bu kısa [113] [114] [115]
süre içerisinde iddia edildiği gibi bütün bu şehirleri
dolaşmış olması, hatta bu şehirlerde Farsça, Türkçe gibi dilleri, Tasavvuf ve
Felsefe gibi ilimleri öğrenecek kadar uzun süre kalmış olması pek akla yatkın
görünmemektedir. Aynca bu rivayetler tarihi gerçeklere aykırıdır.
B.
HUREYMİLÂ’YA
DÖNMESİ VE NECİD’DEKİ DAVETİNE BAŞLAMASI
Muhammed b. Abdulvehhab ilmi seyahatlerini sona erdirerek,
Lügat, Fıkıh, Tefsir ve Hadis gibi birçok ilim elde etmiş olarak Hureymilâ’ya
döndü.[116] Babası h.
1139 yılında Uyeyne’den Hureymilâ’ya göç etmişti. İbn Abdulvehhab’m
Hureymilâ’ya gelişi h. 1140 yılma tekabül etmektedir.[117] [118] Bununla birlikte bazı
kaynaklarda onun Hureymilâ’ya dönüşü ile ilgili farklı tarihler de
verilmektedir. Ancak kabul edilen görüşe göre o, babasının Uyeyne emiri ile
aralarında ihtilaf çıkıp, Hureymilâ’ya göçüp oraya kadı olmasından sonra
Hureymilâ’ya gelmiştir.
İbn Abdulvehhab, uzun ilmi seyahatlerinden birçok ilim elde
etmiş olarak döndü. Bir süre babasının derslerine devam edip, Tefsir, Hadis ve
diğer dini ilimlerle meşgul oldu. Özellikle İbn Teymiyye ve İbn Kayyım
el-Cevziyye’nin eserlerinden etkilenmiştir. Bu iki alimin eserleri onun ilmini
artırdıkları gibi, düşüncesini de yönlendirmişlerdir. İbn Abdulvehhab Necid’de
ve ilmi seyahatleri esnasında bir çok sapık inanç ve bozuk âdetlerle
karşılaştır. İşte bunlara karşı mücadele edip, davetini • 102 açıklamaya karar
verdi.
İbn Abdulvehhab ilmi seyahatleri esnasında, insanların,
gerçek İslam’a aykırı olduğunu düşündüğü şirk ve bid’atlere saplandıklarını
gözlemlemişti. Medine’de bulunduğu sırada insanların Hz. Peygamber’e
istiğâse’de bulunduklarını, Allah’tan başkasına dua ettiklerini görmüştü.
Necid’de hurafelerin ve sapık inançların halk arasında yaygınlaştığım
gördüğünde bunların sahih İslam’a aykırı olduğunu düşünüyordu.[119] Bütün bu
görüp duydukları İbn Abdulvehhab’ı etkilemiş, bu
yapılanların gerçek İslam akidesiyle bağdaşmadığı fikrine
sahip olmuştur. Ayrıca îbn Teymiyye ve İbn Kayyım’m eserlerini okuyup bunların
etkisinde kalmış olması bu düşüncelerini güçlendirmekteydi. Bu sebeplerden
dolayı insanları yapmakta oldukları hurafelerden alıkoyup, onlara gerçek İslam
akidesini anlatmanın, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapmanın gerekli
olduğuna inanmaya başlamıştır.
Hureymilâ’da babasının derslerine devam eden İbn
Abdulvehhab, bir taraftan da insanları açıkça Kitap, Sünnet ve selefin yoluna
uymaya davet etti. Ancak Necid halkı böyle bir davete hazır değildi. Halk ona
karşı çıkıp eziyet etmeye başladı. Bunun üzerine babası da onun bu davetten
vazgeçmesini istedi.[120] Bu konuda
babası ile arasında ihtilaf meydana geldi. Bu ihtilafın akide konusunda
olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, babasının mahkemede rüşvet alması
nedeniyle gerçekleştiğini iddia edenler de bulunmaktadır. Bu ihtilafın davetin
konusunda değil de üslubunda olması muhtemeldir. Sebep ne olursa olsun îbn
Abdulvehhab babasımn ölümüne kadar davetine daha esnek olarak devam etmiştir.
Bu dönemde bir yandan Fıkıh, Tefsir, Hadis gibi şer’i ilimlerde ders verirken,
bir yandan da en önemli eseri kabul edilen “Kitâbu’t- Tevhîd”i telif etmiştir.[121]
îbn Abdulvehhab’m Hureymilâ’da başlatmış olduğu bu davetine
şiddetle karşı çıkanlar oldu, eziyete uğradı. Ancak bunlar onu yıldırmadı.
Babası onun davetindeki sertliği uygun görmüyordu. Bu nedenle davetini
durdurup, kendisine tabi olan kimselere şer’i ilimler öğretmeye başladı.
Şöhreti halk arasında yayıldı. Çevre şehirlerden Tefsir, Hadis, fıkıh, siyer,
ve Tevhid gibi ilimleri öğrenmek üzere bir çok insan geldi. Böylece tabileri
çoğaldı. îbn Abdulvehhab Hureymilâ’nın önde gelen kişilerini eleştirip, fesat
ve günahları olduğunu söyleyince, ona tuzak kurup öldürmeye teşebbüs ettiler.
Ancak o bu tuzaktan kurtuldu.[122] [123]
Babası h. 1153 yılında vefat edince insanları tekrar açıkça
davete başladı. Sapık
107 inançları eleştirerek, insanları resulullah’m söz ve
fiillerine tabi olmaya çağırdı.
Babasının ölümünden sonra Hureymilâ’nın en büyük ilmi
şahsiyeti oldu. Bütün dikkatler onun üzerine çevrildi. Hatta şöhreti başka
beldelere kadar yayıldı. Bazı beldelerin reisleri de onun davetini kabul
ettiler. Bunlardan biri de Uyeyne emiri Osman b. Harnd b. Muammer idi.[124]
İbn Abdulvehhab Hureymilâ’mn önde gelen kişilerinin
şerlerinden kurtulmak istiyordu. Ayrıca bu şehrin davetinin yayılması için
yeterli olmadığını, daha büyük bir şehir gerektiğini düşünüyordu. Uyeyne o
devirde Necid’in en büyük ve en kalabalık nüfusa sahip şehriydi.[125] Bu yüzden
Uyeyne’ye göç etmek istedi. Uyeyne’ye göç etmek istemesinin en önemli
nedenlerinden biri de bu şehrin emiri olan Osman b. Hamd b. Muammer’in onun
davetini kabul etmesiydi. Hureymilâ’da iki aile arasında siyasi çekişme
mevcuttu. Ayrıca Uyeyne onun asıl memleketiydi. Bütün bu nedenlerden dolayı îbn
Abdulvehhab Uyeyne ‘ye göç etmeye karar verdi.[126]
Muhammed b. Abdulvehhab Necid’i tek bir
yönetim altında birleştirmenin gerekli olduğunu düşünüyordu. Kuvvetli ve
nüfuzlu bir emirin himayesi olmaksızın davetinin kısa sürede yayılmasının zor
olacağını biliyordu. Bu yüzden Osman b. Muammer’e bir mektup yazdı. Onun
davetini kabul etmeye hazır olduğunu görünce Uyeyne’ye göç etti. Osman b.
Muammer onu ikram ve hürmetle karşıladı. İbn Abdulvehhab Cevhere binti Abdullah
b. Muammer’le evlenerek, emirle arasındaki ilişkiyi akrabalık bağıyla daha da
güçlendirdi. Davetini, tevhidin manasını Uyeyne emirine açıklayıp, ondan bu
kutlu davet için yardım istedi. Osman b. Muammer’e şöyle dedi: “ Eğer sen
Lâilâhe illallâh’ı hakim kılmaya yardım edersen, ümit ediyorum ki Allah da seni
Necid ve halkına hakim kılacaktır”. Osman b. Muammer ona yardım etme sözü verdi.
Böylece İbn Abdulvehhab Uyeyne’de halkı fikirlerini kabul etmeye davet edip,
emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapmaya başladı.[127]
îbn Abdulvehhab ilk zamanlarda Uyeyne’de
siyasi işlere karışmayıp, eğitim ve öğretimle meşgul oldu. Böylece kendisine tabi
olanlar çoğaldı. Emir Osman b. Muammer’in halası Cevhere ile evlenmesi de onun
Uyeyne’deki davetini kolaylaştırdı. Bir taraftan halkı irşad etmeye çalışırken,
diğer taraftan da Necid’deki bazı alimleri ve kadıları fikirlerine davet eden
mektuplar yazdı. Bir yandan da fikirlerine karşı çıkan muarızlarına da cevaplar
veriyordu. Muhalifleri onu küfre düşmek ve dinden çıkmakla itham edip, halkı
onun aleyhine kışkırtmaya başladılar.[128] [129]
Onun Hureymilâ’dan Uyeyne’ye hangi tarihte
intikal ettiği konusunda ilk kaynaklarda bilgi verilmemektedir. Münir
el-Aclânî’ye göre bu olay h. 1155 senesinde vuku bulmuştur. Babasının h.H53’te
vefat ettiği ve onun babasının vefatından hemen sonra Uyeyne’ye göç etmediği
göz önünde bulundurulursa bu tarihin gerçeğe uygun 113 olduğu anlaşılmaktadır.
Uyeyne’de bulunduğu sırda onun dikkatini en
çok çeken şey, bazı cahil insanların yapmakta oldukları bid’atlardı. Bazı
ağaçlardan bereket umuluyor,
Uyeyne’de sahabeden Zeyd b. Hattab’m mezarı olduğuna
inanılan bir kabir bulunuyor, insanlar bu kabire giderek dua ediyorlar, adaklar
adıyorlardı.[130] İnsanlar
ağaçlardan bereket umarak, elbiselerinden parçalar koparıp bu ağaçlara
asıyorlardı. Uyeyne’de bir çok evliya kabri vardı. İnsanlar bu kabirlere
giderek onları kutsuyor, onlara hediyeler takdim ediyor, kurbanlar kesip,
adaklar adıyorlardı. Bütün bu yapılanlar İbn Abdulvehhab’ı etkiledi ve
kızdırdı. Ancak o, şimdilik bunlara sabrederek münasip vaktin gelmesini
bekledi.[131]
Muhammed b. Abdulvehhab bir gün evinden
dışarıya bakarken bir adamın Zeyd b. Hattab’tan kaybettiği devesini bulmak için
yardım istediğini işitti. Adama şöyle seslendi: “Ey adam, Zeyd’e değil, Zeyd’in
ilah’ı olan olan Allah’a dua edip, ondan yardım iste”. Bu sözü üzerine tepki
gösterip, insanlar onunla mücadele etmeye başladılar. Kasımlarıyla tabileri
arasındaki husumet daha da sertleşti. Bunun üzerine İbn Abdulvehhab, bid’atlere
karşı çıkma ve kıyam etme vaktinin geldiğini düşünerek emir Osman b. Muammer’in
yanma gitti. Ondan, insanların istiğâse’de bulunup, şefaat istedikleri ve dua
ettikleri kabirlerin kubbelerinin yıkılıp, ağaçların kesilmesi talebinde
bulundu. Emir Osman ise bunları yapması için ona izin verip, yardım edeceğini
ve onu koruyacağını söyledi.[132] [133]
İbn Abdulvehhab bazı insanlara para vererek
onları bu ağaçları kesmeye gönderdi. Herhangi bir mukavemet olmaksızın ağaçlar
kesildi. Daha sonra İbn Abdulvehhab, aralarında Âl-i Muammer’in ileri
gelenlerinin de bulunduğu 70 kişilik bir toplulukla diğer ağaçları da kesti. Bu
esnada yanlarında Der’iyye emirinin kardeşleri Süneyyân ve Müşârî de
bulunuyordu. Bu ağaçlar arasında “kurt ağacı” denilen büyük bir ağaç
bulunuyordu. İbn Abdulvehhab ağacın yanma giderek bizzat kendisi bu ağacı
kesmek istedi. Bu sırada onu gören bir koyun çobanı onu engellemek 117 istediyse de, çobana bir miktar para vererek onu susturdu
ve ağacı kesti.
Şüphesiz ki İbn
Abdulvehhab’m yapmış olduğu bu icraatlar çeşitli bölgelerde onun şöhretini
artırmıştır. Ayrıca onun bu faaliyetleri davetinin yeni bir merhaleye, • *118
fikri sahadan ameli sahaya geçmesinin başlangıcı olarak
kabul edilmektedir.
Muhammed b. Abdulvehhab, ikinci bir adım
atarak, Osman b. Muammer’den kabirler üzerine yapılmış olan kubbeleri,
özellikle de el-Cebile köyünde bulunan Zeyd b. Hattab’m mezarı üzerine yapılmış
olan kubbeyi, yıkmak için izin istedi. İbn Muammer ona bunu yapması için izin verdi.
Ancak îbn Abdulvehhab Cebile halkının karşı koyarak onlara engel olmalarından
korktuğunu söyleyerek, Osman’ın da onlara katılmasını istedi. Bunun üzerine
emir Osman yanma 600 silahlı adamını alarak, İbn Abdulvehhab’la birlikte
Cebile’ye doğru yola çıktı. Cebile, Uyeyne’den yaklaşık 25 kilometre uzakta
bulunuyordu. Cebile halkı da olayı haber alıp onlara karşı koymak üzere
toplanmışlardı. Ancak emir Osman’ı ve yanında bulunan adamlarını görünce bir
şey yapamadılar. îbn Abdulvehhab’m yanında bulunanlar Zeyd b. Hattab’m mezarı
üzerinde bulunan kubbeyi yıktılar. Muhammed b. Abdulvehhab da eline bir balta
alarak, orada bulunan diğer mezarların kubbelerini yıkarak yerle bir etti. Daha
sonra Uyeyne’de bulunan diğer bütün kabirlerin kubbelerini yıkıp, ağaçlan kesmeye
devam ettiler.[134] [135]
İbn Abdulvehhab’m Uyeyne’de yapmış olduğu bu
işler bütün Necid’de duyuldu. Bazı kimseler ona düşmanlık beslediler. İbn
Abdulvehhab’ı zemmedip, malının ve kanının helal olduğunu söylediler. îbn
İsmail el-Mevîsî, İbn Abîd, Ahmed b. Yahya, Abdullah b. Sahîm, Süleyman b.
Sahîm ona düşmanlık besleyenlerin başında geliyordu. Bu kimselerden bazıları
Ahsâ, Mekke, Medine Basra, Bağdat ve Şam gibi şehirlere birçok mektup yazarak,
İbn Abdulvehhab’m davetinin dinden çıkış olduğunu, onun hareketinin fesat,
delalet ve küfür hareketi olduğunu, onun harici bir tarikat kurduğunu iddia
ettiler. Yine onun Şerîat-ı Muhammedi’yi değiştirmiş olduğunu, din hakkında
yeterli bilgisinin olmadığını, dinden çıkıp küfre düşmüş olduğunu iddia
ediyorlardı. Emir Osman b. Muammer ve adamlarını da zekat vermeyip, Cuma namazı
kılmamakla itham ettiler. Hatta bu kimselerden bazıları Vehhabilerle beraber
namaz kılmayıp, onlardan ezan bile dinlememeye insanları teşvik ettiler. Bütün
bu ithamlara karşı ibn Abdulvehhab, etrafa birçok mektup göndermiş ve bu
iddiaları reddetmiştir.
Muhammed b. Abdulvehhab, kabirlere ve
ağaçlara karşı yapmış olduğu icraatlarının yanında, başka beldelerdeki
önderleri ve alimleri kendi safına ve görüşlerine davet eden mektuplar göndermiştir.
Aynı zamanda başka bölgelere, insanları irşat etmek için davetçiler
gönderiyordu. Davet mektubu gönderdiği kimseler arasında Der’iyye kadısı
Abdullah b. İsa da bulunuyordu. Ayrıca o, Riyad ve Menfûha 121 halkına da kendi
görüşlerine davet eden mektuplar göndermiştir.
İbn Abdulvehhab’m huzuruna bir kadın gelerek
zina ettiğini itiraf etti. Bu kadın Ahsâ emiri Süleyman b. Muhammed’in yakını
idi. İbn Abdulvehhab kadının doğru söyleyip söylemediğini vc onun aklını
araştırıp, olayın gerçek olduğuna hükmedince kadının recmedilmesini emretti.
Kendisinin de iştirak ettiği recm hükmü yerine getirildi. Hatta kadına ilk taşı
atan da emir Osman b. Muammer idi. Bu uzun zamandan beri uygulanan ilk recm
kararı idi.[136] [137] [138] Bu olay
onun şöhretini Arap Yarımadasında daha da artırdı. Onun fikirlerine ve davetine
karşı çıkanlar ise bu olay karşısında korkuya kapılıp dehşete düştüler.
Bu olay neticesinde îbn Abdulvehhab’a muarız
olan bazı alimler, bazı emirlere mektuplar yazarak, onlara Muhammed b.
Abdulvehhab’m yaptıklarının tehlikesinden bahsedip, emirlerden insanların
akidelerini korumalarını istediler. Ayrıca Muhammed b. Abdulvehhab’m
hedeflerinden birinin halkı emirlere karşı kışkırtmak olduğunu iddia ettiler.
Bu alimlerin çabaları bazı emirler nezdinde başarıya ulaştı. Bütün bu uyarılara
cevap verenlerin başında, Ahsâ hakimi ve Halidoğulları kabilesinin reisi
Süleyman b. Muhammed geliyordu. Süleyman b. Muhammed, îbn Abdulvehhab’a tabi
olanların çoğaldığını görünce, onun davetinin bölgenin yapısını değiştirip, Halidoğullarının
bölgedeki nüfuzunu tehdit edeceğini düşündü. Ayrıca Halidoğulları ile Âl-i
Muammer arasındaki siyasi ilişkiler kuvvetli idi. Süleyman b. Muhammed Osman b.
Muammer’e mali yardımda bulunuyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı,
Süleyman b. Muhammed, Osman
b. Muammer’den îbn Abdulvehhab’tan kurtulmasını • •
♦ 123
istemiştir.
Yapılan şikayetler ve îbn Abdulvehhab’ın
Uyeyne’de yaptıklarını duyması üzerine, Ahsâ hakimi olan Süleyman b. Muhammed,
Uyeyne emiri Osman b. Muammer’e bir mektup yazarak, îbn Abdulvehhab’ı ya Uyeyne
‘den çıkarmasını, ya da kendisine göndermesini istedi. Aksi halde her yıl
ödemekte olduğu mali yardımı keseceğini bildirdi. Bu mali yardım 12.000 dinar
ile birlikte yiyecek ve elbiselerden oluşuyordu. Emir Osman, îbn Abdulvehhab’ı
çağırarak bu durumu kendisine haber verdi ve Halidoğulları reisine karşı
koyacak gücünün bulunmadığım bildirdi. îbn Abdulvehhab da Osman’a cevaben, eğer
Allah’ın dinine yardım ederse Allah’ın da onu bölgeye hakim kılacağını söyledi.
Bunun üzerine Osman tereddüt ederek bir süre bekledi. Süleyman b. Muhammed yeni
bir mektup yazarak: “ senin yanında bulunan bu adam yapacağını yapmıştır. Bu
mektup sana ulaştığında onu öldür. Eğer bunu yapmazsan, senin tüccarlarını
Ahsâ, Kâtif, Katar sahiller gibi hükmüm altında bulunan bütün şehirlerde
dolaşmaktan men edeceğim” diyerek Osman’ı tekrar tehdit etti. Osman b. Muammer
bu mektup karşısında korktu ve îbn Abdulvehhab’ı tekrar yanma çağırarak Ahsâ
hakiminin onu öldürmesini emrettiğini söyleyerek, şehirden çıkıp bir- iki sene
başka yerde ikamet etmesini, duruma göre daha sonra geri dönebileceğini
belirtti. îbn Abdulvehhab ise, Süleyman b. Muhammed’in kendisine vermemekle
tehdit ettiği malı Osman’a sağlayabileceğini söylemesi üzerine Osman b. Muammer
tekrar tereddüde düştü.[139] [140]
Süleyman b. Muhammed bunun üzerine
Uyeyne’lileri tehdit ederek, onlardan îbn Abdulvehhab’a uymayıp, onu
şehirlerinden çıkarmalarını istedi. Aksi takdirde Uyeyne’lilerle savaşacağını,
bu şehirde harmanlayacaklarını belirtti. Bunun üzerine bazı tabileri, Ahsâ
hakimine mal ve adam olarak karşı koyacak güçlerinin olmadığını, ona uymak
zorunda olduklarını belirterek, İbn Abdulvehhab’ı terk ettiler ve onu
Uyeyne’den çıkarmayı kararlaştırdılar. îbn Abdulvehhab’ın kardeşi Ali b.
Abdulvehhab ona gelerek, Allah’ın arzının geniş olduğunu, eğer daveti hak ise
Allah’ın ona yardım edeceğini söyleyerek kardeşinin Uyeyne’den ayrılmasını
istedi.
Muhammed b. Abdulvehhab da kardeşinin
söylediklerini kabul etti. Ancak binlerinin gelip, ailesine, malına veya evine
saldırmasından korktuğunu söyleyerek, kardeşinden ine
Ali b. Rebîa ve Abdullah b. Hüseyin den kendisi
için himaye talebinde bulunmasını istedi. Kardeşi de himaye talebinde bulunmak
üzere bu iki şahsâ gitti. Bu sırada halk silahlanarak toplanmış, İbn Abdulvehhab’m
malına ve ailesine saldırmaya hazırlanıyorlardı. Bu anda Ali b. Rebîa ve
Abdullah b. Hüseyin gelerek, İbn Abdulvehhab’ı himaye ettiklerini belirttiler.
Emir Osman b. Muammer İbn Abdulvehhab’m yanma gelerek, onun nereye gideceğini
sordu. Der’iyye’ye gideceğini öğrenince sevindi. Çünkü Osman b. Muammer’in
Der’iyye emiriyle arası iyiydi. Ayrıca kızı Der’iyye emirinin oğlu Abdülaziz b.
Muhammed b. Suud ile evliydi. Osman b. Muammer Ferid adlı bir kişiyi birkaç
atlı kişi ile beraber İbn Abdulvehhab’ı gideceği yere sağ salim ulaştırması
için görevlendirdi. Böylece Muhammed b.
126
Abdulvehhab Uyeyne’den ayrılarak Der’iyye’ye doğru yola
çıktı.
Muhammed b. Abdulvehhab Der’iyye’ye doğru yaz
sıcağında yaya olarak yol alıyordu. Arkasından onu Ferid ez-Zafîrî adlı bir
atlı şahıs onu takip ediyordu. Osman b. Muammer’in bu şahsâ yolda İbn
Abdulvehhab’ı öldürmesini emrettiği söylenmektedir. Bu kişi onu öldürmeye
yeltendi, ancak başaramadı ve Uyeyne’ye döndü.[141] [142] [143]
Muhammed b. Abdulvehhab Uyeyne’de kaldığı sürede
davetinin fikri sahadan ameli sahaya yöneldiği görülmektedir. Onun Osman b.
Muammer’le ittifakı, fikirlerini yaymak için siyasi iktidarın gücünü
kullanmasına ilk örnektir. O, Uyeyne emirinin siyasi nüfuzunu kullanarak
fikirlerini yayma ve uygulama imkanı bulmuştur. Böylece Hureymilâ’da olduğu
gibi sadece insanları uyarıp, davetini sözle açıklamakla yetinmemiş, insanları
kendi fikirlerine aykırı olarak gördüğü şeylerden emirin de desteğiyle
alıkoymaya çalışmıştır. Uyeyne’de insanların ziyaret ettikleri ağaçları kesmiş,
mezarlar üzerine yapılmış olan kubbeleri yıkmış, zina eden bir kadını
recmetmiştir. Böylece o, fikri mücadeleden fiili mücadeleye geçişine ilk olarak
Uyeyne’de başlamıştır.
D.
DER’İYYE’YE
İNTİKALİ VE MUHAMMED B. SUUD’LA İTTİFAKI
Suud' ailesinin Der’iyye’ye gelmesi hicri
dokuzuncu asrın ortalarına rastlamaktadır. Muhammed b. Suud ise h. 1138 yılında
Der’iyye emiri olmuştur. Der’iyye emirinin Halidoğulları kabilesi ile arası
kötüydü. Halidoğulları’nm îbn Abdulvehhab’m Uyeyne’den çıkarılmasına neden
olmasından dolayı îbn Abdulvehhab ile îbn Suud ortak bir düşmana sahip
olmuşlardır. Bu durum îbn Abdulvehhab’m Der’iyye’ye gitmesinin nedenlerinden
biri olmuştur. Bu sebepten daha da önemlisi, Muhammed b. Abdulvehhab’m daveti
Der’iyye’deki önemli kişiler arasında kabul görmüştü. Süveylim ailesi, Muhammed
b. Suud’un kız kardeşleri Süneyyân, Müşârî ve oğlu Abdülaziz bunlardandır.[144] [145] Bütün bu
nedenlerden dolayı İbn Abdulvehhab, başka yere değil de Der’iyye’ye gitmeyi
tercih etmiştir.
îbn Abdulvehhab’m Der’iyye’ye hangi tarihte
ulaştığı konusunda kaynaklar ihtilaf etmektedir. Ancak kabul edilen tarih, îbn
Gannam’m verdiği h. 1157 tarihidir. Çünkü İbn Gannam diğer müelliflerden îbn
Abdulvehhab’a daha yakındır. Ona göre îbn Abdulvehhab, Der’iyye’ye geldikten sonra
basımlarıyla savaşlar başlayana kadar iki yıl geçmiştir. Kasımlarıyla savaşın
h. 1159 yılında başladığı konusunda ise kaynaklar ittifak halindedir. Buna göre
o h. 1157’de Der’iyye’ye göç etmiştir.
Muhammed b. Abdulvehhab Der’iyye’ye ulaştığı
zaman ilk önce öğrencisi olan Abdullah b. Abdurrahman b. Süveylim el-Arînî’ye
misafir oldu. Daha sonra bir diğer öğrencisi Ahmed b. Süveylim’in evine geçti.
İbn Bişr’e göre Ahmed b. Süveylim, îbn Abdulvehhab evine misafir olduğunda
Der’iyye emiri Muhammed b. Suud’un bunu duymasından ve kendisine bir zarar
gelmesinden korktu. Ancak îbn Abdulvehhab nasihatte bulunarak onu
sakinleştirdi. Bundan sonra Ahmed b. Süveylim’in evi bu davetin merkezi haline
geldi. însanlar, özellikle de ilim öğrenmek isteyenler, îbn Abdulvehhab’tan
faydalanmak için Ahmed b. Süveylim’in evine gelmeye başladılar. Bu durumdan
hoşnut olmayan îbn Abdulvehhab, emir Muhammed b. Suud’a ulaşmak istedi. Bu
amaçla emirin kız kardeşleri, aynı zamanda öğrencileri olan Süneyyân ve Müşârî
ile konuştu. Onlar da emirin karısını araya koyarak Muhammed b. Suud’un îbn
Abdulvehhab’ı ziyaret etmesini istediler. Emir
Muhammed b. Suud’un karısı Mevzâ binti Ebî Vehtân zeki ve dindar bir kadındı.
îbn Suud’a îbn Abdulvehhab’ın ilminden, faziletinden bahsedip, onunla
görüşmesini isteyerek şöyle dedi: “Senin şehrine gelen bu adam, sana Allah’ın
bir ganimetidir. Ona ikram ve tazimde bulun ve onun zaferinden faydalan”.
Muhammed b. Suud karısının bu sözlerinden etkilendi. îbn Abdulvehhab’ı ziyarete
giderek, ona hürmet gösterdi. îbn Abdulvehhab da emire davetinin amaçlarını,
kelime-i tevhid’in manasını, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker’i ve
cihadı açıklayıp, Necid halkının yapmakta olduğu tevhid’e aykırı şeylerden ve
bunların ıslah edilmesi gerektiğinden bahsetti. Ayrıca tevhid’in resulullah’ın
gönderilmesine sebep olan asıl mesele olduğunu, Necid halkının dinlerinin zayıf
olduğunu, İslam şeriatını bilmediklerini, bu yüzden de şirke batmış olduklarını
söyleyerek, îbn Suud’dan davetine yardımcı olmasını istedi. Eğer bu konuda
kendisine yardım ederse, Allah’ın onu bütün Necid’e hakim kılacağını söyleyip,
yönetimin de îbn Suud’dan sonra onun zürriyetinde kalacağını vaat etti.131
Muhammed b. Suud îbn Abdulvehhab’ın kendisine
söylediklerinden çok etkilendi. Onun kendisine anlattıklarının Allah’ın ve
Resulünün dini olduğunu söyleyerek, tevhid’e aykırı hareket edenlerle savaşıp
cihad etmeyi, fikirlerini yaymak konusunda îbn Abdulvehhab’a yardım etmeyi vaat
etti. Ancak iki şart ileri sürdü. Birincisi; bu daveti yaymak için savaşıp,
şehirler ele geçirdikten sonra İbn Abdulvehhab’ın kendilerini terk edip başka
yere gitmemesi, İkincisi; Der’iyye halkından her yıl ürün vaktinde almakta
olduğu vergiyi almaktan kendisini alıkoymaması. Bunun üzerine îbn Abdulvehhab
Muhammed b. Suud’a elini uzatarak biat etti. Onları terk etmeyeceğine söz
verip, Allah’ın İbn Suud’a şehirler fethettireceğini, Der’iyye halkından aldığı
vergilerden kat kat fazlasını Allah’ın ona vereceğini söyledi. Muhammed b. Suud
da emr-i bi’l-ma’ruf yaparak ve davetini yayma konusunda cihat etmeye söz
vererek Muhammed b. Abdulvehhab’a biat etti.132
H.1157, m. 1744 yılında gerçekleşen Muhammed b.
Abdulvehhab’ın Der’iyye emiri Muhammed b. Suud’la ittifakı sonucu Vehhabi
devletinin temelleri atılmış oldu.
Bu ittifak ile Muhammed b. Abdulvehhab
fikirlerini müdafaa edip yaymak için sağlam bir maddi güç ve destek, Muhammed
b. Suud da bu fikirlerin doğuracağı imkanla kendi nüfuz bölgesini genişletmek
ve bölgede hakimiyetini artırarak, Arap Yarımadası’na hakim olmak için iyi bir
fırsat elde etmiş oldu.[146]
Bazı müellifler Muhammed b. Abdulvehhab ile
Muhammed b. Suud’un, siyasi işlerin Muhammed b. Suud’a ve kendisinden sonra
zürriyetine; dini işlerin ise İbn Abdulvehhab’a ve kendisinden sonra da nesline
ait olması konusunda anlaştıklarını iddia ederler.[147]
Muhammed b. Abdulvehhab’m daveti o gelmeden
önce Der’iyye halkı arasında yayılmıştı. Ancak Der’iyye’ye göç ettikten sonra
davetinin halk arasında yayılması doğal olarak daha da hızlanmıştır. O
insanlara davetini açıklıyor, bu konuda öğrencileri de kendisine yardımcı
oluyorlardı. Bu öğrencileri arasında emir Muhammed b. Suud’un iki kız kardeşi
de bulunuyordu. O, bir taraftan Der’iyye halkına davetini açıklarken, bir
yandan da başka şehirlerdeki tabileri heyetler halinde onun derslerine devam
etmek için geliyorlardı. Der’iyye’ye gelenler de şehirlerine dönmeyip orada
kalıyorlardı. İbn Bişr’e göre bu kimselerden fakir olanları nafakalarını temin
etmek için geceleyin çalışıyor, gündüzleri ise İbn Abdulvehhab’m derslerine 135 devam ediyorlardı.
Uyeyne emiri Osman b. Muammer, İbn
Abdulvehhab’m davetinin günden güne insanlar arasında' yayıldığını öğrenince
onu şehrinden çıkardığına pişman oldu. Der’iyye’ye gelerek İbn Abdulvehhab’tan
özür diledi ve onun tekrar Uyeyne’ye dönmesini istedi. Muhammed b. Abdulvehhab
ise: “ Bu konuda karar bana değil, Muhammed b. Suud’a aittir. Eğer o seninle
beraber gelmeme izin verirse gelirim, yanında kalmamı isterse kalırım, beni kabul
edip iyi karşılayan birini terk etmem” diye cevap verdi. Osman b. Muammer İbn
Suud’a giderek bu konuda izin istedi. Ancak 136 olumsuz
cevap alınca eli boş olarak Uyeyne’ye döndü.
Muhammed b. Abdulvehhab, Der’iyye’de kaldığı
ilk iki sene içerisinde ders vermek ve tevhid konusunda küçük risaleler
yazmakla meşgul olmakla birlikte, davetine katılmaları için birçok alim ve
kabile reisine de mektuplar göndermiştir. Onun bu çabaları sonuç verip,
Hureymilâ ve Menfuhâ gibi beldeler davetini kabul edip Der’iyye’ye katılırken,
bazı beldeler ise onun davetini reddetmişlerdir.[148]
H. 1159 senesinde Muhammed b. Abdulvehhab,
davetini yeni bir merhaleye taşımanın gerekli olduğunu, ikna yerine kuvvete
başvurmanın zamanının geldiğini düşündü. Bunun için çevre beldeleri Der’iyye
devletine katıp, bu devleti güçlendirmek gerekliydi. Muhammed b. Suud bunun
için savaşmaya hazırdı. Çünkü bu savaş onun nüfuzunun genişlemesine vesile
olacaktı. Ayrıca bölge güçlü bir merkezi otoriteden uzaktaydı. Böylece herhangi
bir dış müdahaleye maruz kalmadan bir çok askeri başarı kazanılabilirdi. Ayrıca
Der’iyye’nin iktisadi imkanları sınırlı idi. Dışarıdan davete katılan bir çok
kişi geliyordu ve bunların çoğu fakirdi. Ayrıca bu öğrenciler büyük bir ordu
kurulmasında önemli bir rol oynuyorlardı.[149] Bütün bu sebeplerden dolayı
Muhammed b. Abdulvehhab ve Muhammed b. Suud daveti yaymak için ikna yerine
artık kılıç kuvvetine başvurmaya karar verdiler. Böylece söz, kitap ve
risalelerle başlayan davet, kılıçlı, silahlı sıcak savaşlara dönüştü.
Bütün bunların yanında îbn Abdulvehhab, bir
taraftan da dersler vermeye devam ediyordu. Onun evi bu dersler için dar
gelmeye başlayınca, Der’iyye’ye bir cami yapıldı ve o bu camide dersler vererek
davetinin yayılmasına çalıştı; Der’iyye’de bulunan herkesi camide cemaatle
namaza çağırdı, gelmeyenlerin cezalandırılmalarını • 139 emretti.
Necid bölgesinde Muhammed b. Abdulvehhab’m
davetine karşı çıkıp, mücadele edenlerin başında Hureymilâ kadısı olan kardeşi
Süleyman b. Abdulvehhab geliyordu. Onun çabaları sadece Hureymilâ ile sınırlı
kalmamış, Uyeyne halkını da Vehhabi davetinden döndürmeye çalışmıştır. Süleyman
b. Abdulvehhab kardeşinin davetine, özellikle de tekfir ve savaş konularında,
reddiyeler yazmıştır. Ancak ne bu reddiyeler, ne de yapılan savaşlar
Vehhabiliğin yayılmasına engel olmamıştır.[150]
Böylece Vehhabilerle Necid bölgesindeki şehirler
arasında yıllar süren savaşlar başlamıştır. H. 1187 yılında Vehhabiler Riyad’ı
ele geçirmişler, böylece işleri daha da kolaylaşmıştır. Bu tarihten sonra
Muhammed b. Abdulvehhab, siyasi işlerden elini eteğini çekmiş ve bu işleri
Abdülaziz b. Muhammed b. Suud’a devretmiş, kendisi sadece ders vermekle meşgul
olmuştur. Ancak ne Muhammed b. Suud, ne de oğlu Abdülaziz, onun görüşünü
almadan hiçbir işe kalkışmamışlardır.[151]
Muhammed b. Suud’un ölümü (1179/1766)
üzerine, yerine geçen oğlu Abdülaziz b. Muhammed b. Suud (ö.1218/1803)
babasından daha büyük bir heyecanla Muhammed b. Abdulvehhab’a bağlandı. İlk
önce kitap ve risalelerle başlayan davet, silahlı mücadelelere dönüştü.
Savaşlarda savaştıkları kabilelerin mallarından aldıkları ganimetlerin beşte
birini devlete ayırıp, geri kalanını savaşanlar arasında paylaştırdılar.
Böylece Vehhabi ideolojisi maddi bir cazibe de kazanarak, cihada katılma isteği
her gün biraz daha arttı. Böylece Suud ailesi günden güne güçlendi. Muhammed b.
Abdulvehhab’m küçük kitapçıkları bir heyecan kaynağı olmakla kalmadı, başka
unsurlarla da birleşerek Arap Yarımadası’nda bir fiili durumun ortaya
çıkmasına, Osmanlı İmparatorluğu’nun dini bütünlüğünün parçalanmasına neden
oldu.[152]
Muhammed b. Abdulvehhab Der’iyye’de insanları
şirk ve bid’atlerden kurtularak dine girmeye davet ediyordu. Kendilerine
uymayanları, yani ona göre hak dine uymayanları kılıçla yola getirmenin gereği
üzerinde duruyordu. O, insanların delalete düştüklerini, mezar ve türbe
ziyaretleri, tarikatlere girme vb. işler yüzünden tevhidin bozulduğunu;
dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve
mallarının kendisine inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti. Bütün bu
fikirler, zaten bu tür işlere müsait olan Necid bölgesi halkına pek cazip gelmişti.
Nitekim Necid bölgesi Hz. Peygamber devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok
önceleri Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Şam’ın tesiri altında çeşitli
akidelere sahne olmuştu. Hz. Peygamber’den sonra Müseylemetü’l-Kezzâb, Secâh,
Tuleyhâ ve Esvedü’l-Ansî gibi yalancı peygamberler yine bu bölgeden çıkmıştı.
Sonraki dönemlerde muhalif isyancı gruplar burada görülmüştü. Kısacası bu bölge
halkı isyankar ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler, bölgede cehalet yaygın
idi. işte bu anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdulvehhab’ın ganimet vadeden
fikirleri cazip gelmişti. Öyle ya, bir müddet evvel saldırganlık ve
yağmacılıkla elde edilen ganimet, bu defa îbn Abdulvehhab’ın “tevhid dini”ni
yaymak için kudsiyet kazanıyor ve meşrulaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri
kabul etmeyenler kılıçtan geçiriliyor, mallarının beşte biri ganimet hukukuna
göre devlete ayrıldıktan sonra, geri kalanı savaşanlar arasında taksim
ediliyordu. Bu durum, İbn Abdulvehhab’ın görüşlerinin çölde revaç bulup
taraftar kazanmasının en önemli sebeplerinden biri oldu.[153]
Muhammed b. Abdulvehhab Der’iyye’de h.1206,
m. 1792 senesinde yaklaşık 91 yaşında öldü.[154] [155] Onun ölümünden sonra daha
sağken başlatmış olduğu hareketinin dini yönünden çok, siyasi yönü ağırlık
kazandı.
Der’iyye hakimi olan
Suud ailesinin Muhammed b. Abdulvehhab’ın davetine yardımcı olmaları, bu
davetin yayılmasında büyük rol oynamıştır. Aynı şekilde İbn Abdulvehhab’ın
daveti de Suudî devletinin kurulup genişlemesinde büyük bir etkiye sahip
olmuştur. Bu yüzden îbn Abdulvehhab’ın bu yeni kurulan devletin yönetilmesinde
büyük rolü olması gayet tabiidir. O, Der’iyye’ye gelen zekat, humus gibi mallan
dilediği gibi dağıtıyor, onun izni ve emri olmaksızın ne Abdülaziz b. Muhammed
b. Suud, ne de bir başkası bu mallardan bir şey almıyordu. Ayrıca onun görüşüne
başvurulmaksızın herhangi bir şey yapılmıyordu. O ordular ve çevre beldelere
görüşlerine davet eden heyetler gönderiyor, gelen heyetleri kabul ediyordu.
Kısacası İbn Abdulvehhab, yeni kurulan bu devleti Suudî emirlerle birlikte • 1 145
yönetiyordu.
Der’iyye’ye yerleştikten sonra, ilk senelerde
gelen öğrencilerine ders vermek ve çevre beldelere görüşlerine davet eden
mektuplar göndermekle meşgul olan
Muhammed b. Abdulvehhab, daha sonraki
senelerde bunun görüşlerini yaymak için yeterli olmadığım anlamış ve
fikirlerini kılıçla yaymanın gerekli olduğunu düşünmüştür. Bu düşüncesini
gerçekleştirmek için gerekli olan desteği, Der’iyye emiri olan Muhammed b. Suud
ve ondan sonra yerine geçen oğlu Abdülaziz b. Muhammed b. Suud’dan görmüştür.
Arkasına aldığı bu siyasi destekle, fikirlerini yaymak için çevredeki
beldelerle birçok savaşlar yapılmış, böylece Vehhabilik ilk önce Necid
bölgesinde, daha sonra da Necid dışında yayılarak bütün Arap Yarımadası’na
hakim olmuştur.
Muhammed b. Abdulvehhab’m altısı kız, altısı
da erkek olmak üzere toplam on iki çocuğu olmuştur. Erkek çocuklarının
isimleri, İbrahim, Abdülaziz, Abdullah, Haşan, Hüseyin ve Ali’dir. Kızlarının
isimleri ise, Selma, Vasfiye, Fâtıma, Se’dâ, Âyide ve Habibe’dir.[156] Onun
soyundan gelenler “Âlu’ş-Şeyh” diye anılmaktadır. Çocuklarından bir kısmı o
hayattayken ölmüşlerdir. İbn Abdulvehhab öldüğü zaman hayatta olan dört oğlu
Hüseyin Abdullah, Ali ve İbrahim idi.[157]
Hüseyin onun çocuklarının en büyüğü ve aynı
zamanda onun halefi idi. Der’iyye kadılığı ve Der’iyye camisinin imamlığını
yapmıştır. 1224/1809’da veba hastalığından ölmüştür. Ali, Haşan, Abdurrahman,
Hamd ve Abdülmelik isimli beş erkek çocuğu vardı.[158] En büyük çocuğu olan Ali,
Suud b. Abdülaziz, Abdullah b. Suud, Türkî b. Abdullah ve Faysal b. Türkî
zamanında kadılık yapmıştır. Hamd b. Hüseyin öğrencilik döneminde ölmüş, Haşan
b. Hüseyin, Türkî b. Abdullah döneminde Riyad’da kadılık yapmış, Abdurrahman b.
Hüseyin Türkî ve Faysal zamanında kadılık yapmış, Abdülmelik b. Hüseyin ise
Faysal zamanında kadılık yapmıştır.[159]
Abdullah, Muhammed b. Abdulvehhab’m ikinci
çocuğu, büyük kardeşi Hüseyin b. Muhammed b. Abdulvehhab’m halefidir. Suud b.
Abdülaziz 1218/18O3’te Mekke’ye girdiğinde Abdullah da yanında bulunuyordu.
H.1232 yılında İbrahim Paşa Der’iyye’yi kuşattığında Mısır ordusuna karşı
savaşmıştır.[160] İbrahim
Paşa Der’iyye’yi istila edip Suud ve İbn Abdulvehhab ailesini Mısır’a
götürdüğünde, Abdullah da bu kişilerin arasında bulunuyordu. Uzun müddet
Mısır’da kaldı ve orada öldü. Süleyman ve Abdurrahman isimli iki oğlu vardı.
Bunlardan Süleyman Der’iyye savaşı esnasında öldürülmüştür.[161] [162] Süleyman Der’iyye kadısı idi.
Ayrıca Suud zamanında Mekke emirliği de yapmıştır. “Mecmûatu’t-Tevhid” adlı
eseri o yazmıştır. Abdullah’ın diğer oğlu Abdurrahman ise babasıyla birlikte
Mısır’a götürülmüş, orada yaşayıp Ezher Üniversitesinde okumuştur. 1274/1858’de
Mısır’da ölmüştür.[163]
İbn Abdulvehhab’m bir diğer oğlu Ali, fakih
ve müfessir idi. Zühd ve takvasından dolayı kadılığı reddetmiştir. Onun Muhammed
haricindeki çocukları küçük yaşta ölmüşlerdir.[164]
Haşan b. Muhammed b. Abdulvehhab’m dört oğlu
vardı. Ali, Abdurrahman, Haşan ve Abdülmelik. Bunlardan Abdurrahman b. Haşan
meşhur bir alim ve “Fethu’l- Mecîd” adlı eserin müellifidir. Muhammed b.
Abdulvehhab’m diğer oğullan İbrahim ve Abdülaziz ise kadılık yapmamışlardır.[165]
III. MUHAMMED B. ABDULVEHHAB’IN ESERLERİ
Muhammed b. Abdulvehhab, alimlere ve emirlere
mektuplar göndermek, yönetim işleriyle meşgul olmak, irşad için dersler vermek
gibi faaliyetlerde bulunurken, bir taraftan da bir çok eser telif etmiştir.[166] O, Fıkıh,
Tefsir, Hadis, Siyer-i Nebi, Akide gibi bir çok sahada eser telif etmiş olmakla
birlikte, yazdığı eserlerin ağırlık noktasını tevhid konusu oluşturmuştur.
Yazmış olduğu eserlerinde ve göndermiş olduğu mektuplarında en çok işlediği
konu tevhid’dir. Tevhid konusunu Kitâbu’t-Tevhîd, Keşfu-ş-Şubuhât,
Mesâilu’l-Câhiliyye, MüfîduT-Müstefîd, Tefsîru Kelimetu’t-Tevhid gibi
eserlerinde müstakil olarak işlemekle birlikte, aynı zamanda “er-Resâilu’ş-Şahsiyye”
diye bilinen çevre beldelere göndermiş olduğu mektuplarında da bu konuyu
işlemiştir. Çevre beldelerde yaşayan alimler ve yöneticilere gönderilen bu
mektuplarda îbn Abdulvehhab, bazen tevhid konusundaki görüşlerini açıklarken,
bazen de bu mektupları soru-cevap şeklinde kaleme almıştır.
Davetinin özü usûlu’d-dîn olan bir kişinin
tevhid konusunu bu kadar çok işlemiş olması gayet normaldir. Onun Tevhid,
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Siyer gibi işlediği konularla ilgili çeşitli büyüklükte
bir çok kitabı, risalesi, şahsi mektupları, hutbeleri ve fetvaları mevcuttur.
Eserlerinde kullandığı dil, basit, kolay ve sadedir. Zor ve edebi kelimeler
kullanmamıştır. Cümleler genellikle kısa, ancak Arap Dili gramerine uygundur.
Bununla birlikte o bütün eserlerinde aym üslubu kullanmamıştır. Yazılan konuya,
amaca ve mektuplarını yazdığı kişiye göre üslubu farklılık göstermektedir.
Örneğin, onun siyer-i nebi konusunda yazdığı eserdeki üslubuyla, fıkıh
konusunda yazdığı eserdeki üslubu aynı değildir. Tevhid konusundaki eserlerinin
tamamında bile aynı üslubu kullanmamıştır. Nitekim ikisi de tevhid konusunda
olmalarına rağmen, 157
“Kitâbu’t-Tevhîd”in üslubu ile “Keşfu’ş-Şubuhâf’m üslubu
tamamen farklıdır.
Muhammed b. Abdulvehhab’ın eserlerinden bir
kısmı İngilizce, Fransızca, Urduca gibi çeşitli dillere çevrilmiş, bir kısım
eserlerinin de bir çok şerhi yapılmıştır. Özellikle, onun tevhid konusundaki
temel görüşlerini ihtiva eden “Kitâbu’t-Tevhîd” adlı eserinin bir çok kimse
tarafından şerhi yazılmıştır. îbn Abdulvehhab eserlerinde genellikle kendi
görüşlerine ya hiç yer vermemiş, ya da çok az yer vermiştir. Genellikle
Kur’ân-ı Kerim ayetleri ve hadisleri kullanmakla yetinmiştir.
Kitabın tam adı, “Kitâbu’t-Tevhîd ellezî Hüve
Hakkullâhi ale’l-Abîd”dir. Ancak bu kitap “Kitâbu’t-Tevhîd” diye meşhur
olmuştur. îbn Gannâm’ın rivayetine göre, îbn Abdulvehhab bu eseri
Hureymilâ’daki ikameti esnasında telif etmiştir. Torunu Abdurrahman b. Hasan’a
göre ise o bu kitabı Basra şehrinde yazmıştır. Bu kitap ibn Abdulvehhab’ın en
meşhur eseridir. Eserde tevhidin hakikati ve sınırları, şirk ve şirke yol açan
istiâze, istiğâse, tevessül, Allah’tan başkasına dua etmek, Allah’tan başkasına
[167] [168] adak ve
kurbanda bulunmak, sihir ve kehanet gibi konular ele alınıp işlenmektedir.[169] Yine
bu kitabın konuları arasında, şirke düşmekten korkulması gerektiği, Allah’tan
başkasına yapılması caiz olmayan ibadet çeşitlerinden örnekler, kelime-i
tevhidin manası ve onu telaffuz etmenin kişinin malını ve kanını korumadığı,
Salih kimselerin kabirleri konusunda aşırıya kaçmak ve peygamberin bunu haram
kıldığı, sihir ve çeşitleri, körü körüne taklit, dehr’e sövmek, kaderi inkar
etmek gibi konular yer almaktadır.[170]
Muhammed b. Abdulvehhab’m tevhid ile alakalı
temel görüşlerini ihtiva eden Kitâbu’t-Tevhîd, bablara ayrılmış olup, her babın
müstakil bir ismi bulunmaktadır. Eser iyi bir sistematiğe sahip olmayıp, bazı
konular mükerrer olarak işlenmiştir. Kitabın hacmi çok büyük değildir. Bablar
genellikle Kur’ân-ı Kerim’den bir veya birkaç ayetle başlar. Daha sonra konu
ile alakalı hadisler sıralanır. Ayet ve hadislerden sonra ise, bunları te’yid
eden sahabe ve tâbiûn sözlerine yer verilir. Bazen de îbn Teymiyye, İbn Kayyım
el-Cevziyye • gibi müteahhirun alimlerinin görüşlerine yer verilir. İbn
Abdulvehhab, çoğu babta kendi görüşlerine ya hiç yer vermemekte, ya da çok az
yer vermektedir. Çoğunlukla babın en sonunda “ mesâil” başlığı altında özet
açıklamaları yer almaktadır.
Kitâbu’t-Tevhîd’in değişik kütüphanelerde
yazması bulunmaktadır. Ayrıca bu eser İngilizce, Fransızca, Almanca, Türkçe,
Urduca gibi bir çok dünya diline tercüme edilmiştir.
Kitabın konuları son derece muhtasar
tutulmuştur. Çoğu zaman ayetler bile tamamen yer almamış, bab’a başlık olacak
kadarı yer almıştır. İbn Abdulvehhab bu kitapta değişik hadis kitaplarından
aldığı yüz yirmi beş kadar hadis kullanmıştır. Bu hadisleri hangi kaynaklardan
aldığını da çoğunlukla belirtmiştir.[171]
Kitapta yer alan konuların muhtasar tutulması
nedeniyle onun birçok şerhi yapılmıştır. Bu şerhlerin en meşhuru, îbn
Abdulvehhab’m torunu Abdurrahman b. Haşan’a ait olan “FethuT-Mecîd Şerhu
Kitâbi’t-Tevhîd”dir. Bir başka torunu
Süleyman b. Abdullah’a ait
“Teysîri’l-Azîzi’l-Hamîd fî Şerh-i Kitâbi’t-Tevhîd” adlı bir şerh de
bulunmaktadır. Bunların yanında Said b. Abdülaziz el-Cendûl’a ait “ed-
Durru’n-Nazîd alâ Kitâbi’t-Tevhîd”, Abdurrahman b. Hasan’a ait “ Kurret-i
Uyûni’l- Muvahhidîn”, Muhammed Salih el-Useymîn’e ait “el-Kavlu’l-Müfîd alâ Kitâbi’t-
Tevhîd” adlı eserler Kitâbu’t-Tevhîd’in en meşhur şerhleri arasında yer
almaktadırlar.
Bu eserin ne zaman te’lif edildiği konusunda
kaynaklarda bilgi verilmemektedir. Ancak üslubunun muarızlara cevap verici
nitelikte olduğu göz önünde bulundurulursa, îbn Abdulvehhab’m davetine
başlamasından sonra yazıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre bu eserin, İbn
Abdulvehhab’m Uyeyne’deki ikametinin son zamanlarında veya 162
Der’iyye’ye intikal ettikten hemen sonra yazılmış olması
muhtemeldir.
Eser cedelî bir üslupla kaleme alınmıştır.
İbn Abdulvehhab’m diğer eserlerine göre cümleleri daha uzundur. Bu cümlelerde
genellikle şart edatları kullanılmıştır. Eserin muhtevası dar ve hacmi küçük
olmasına rağmen, İbn Abdulvehhab’m muarızlarına karşı yazdığı en meşhur
kitaplarından biridir.
“Keşfu’ş-Şubuhât” tevhidle alakalı bir
kitaptır. Kitapta tevhidi bozan veli, gavs, kutub gibi inanışlara sahip olma,
tevessül, şefaat, istiğâse gibi konular işlenmektedir. Bu tür inanışların
tevhide aykırı olduğu Kur’ân-ı Kerim’den deliller gösterilerek savunulmaktadır.[172] [173] İslamiyet
gelmeden önceki müşriklerle şu andaki müşrikler arasındaki farklar, ibadet
kapsamına giren fiiller, tevhidin en büyük farz olduğu kitapta yer alan diğer
konulardır.
Muhammed b. Abdulvehhab bu kitapta,
tevhîdu’l-ibâde’nin resulullah’la düşmanları arasındaki asıl ihtilaf konusu
olduğunu savunur. Resulullah zamanındaki müşriklerin tevhîdu’r-rubûbiyye’yi
kabul ettiklerini, ancak bunun onları Müslüman kılmadığını, tevhîdu’l-ibâde’nin
lâilâhe illallah’la aynı anlama geldiğini savunur.
Kitap, tevhidin kalp, lisan ve amelle olması
gerektiği, bunlardan biri eksik olursa kişinin Müslüman olamayacağı konusu
açıklanarak sona ermektedir.[174]
Muhammed b. Abdulvehhab’ın tevhid konusundaki
görüşlerini ihtiva eden ve onun en önemli eserlerinden biri sayılan bu kitabın
hacmi gayet küçüktür. Bu kitapta diğer kitaplarında olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim
ayetlerine çokça yer verilmekle birlikte, İbn Abdulvehhab’ın şahsi görüşleri de
yer almaktadır. Kitabın birçok baskısı yapılmıştır.
3)
Müfîdu’l-Müstefîd
fî Küfri Târiki’t-Tevhîd
Muhammed b. Abdulvehhab. bu kitabı h.1167
senesinde kardeşi Süleyman b. Abdulvehhab’a akide konusunda bir cevap ve
reddiye olarak kaleme almıştır. Kardeşi Süleyman, İbn Abdulvehhab ile İbn
Teymiyye arasında tekfir konusundaki farkı kaleme alan bir kitap yazmıştı. İşte
“Müfîdu’l-Müstefîd” bu kitaba bir cevap olarak yazılmıştır. Üslubunun cedeli
olması bakımından kitap “Keşfu’ş-Şubuhâf’a benzer. Ancak bu kitapta
“Keşfiı’ş-Şubuhâf’taki gibi şart edatları kullanılmamıştır.[175]
İbn Abdulvehhab tekfir konusunda İbn Teymiyye
ile farklı görüşte değil, aynı görüşte olduğunu savunur. Bu konuda delil olarak
İbn Teymiyye ve başka alimlerin görüşlerine yer verir. Ayrıca, amellerinde şirk
belirtisi olan kişilerin tekfir edilmesi gerektiğini savunur.[176] [177] [178]
4)
el-Usûlü’s-Selâse
ve Edilletuhâ
Bu kitap ibn Abdulvehhab’ın en küçük
eseridir. Onun bu kitabı Der’iyye’ye göçmeden önce kaleme almış olması
muhtemeldir. Ancak, İbn Bişr’e göre o Der’iyye’de halka Usûl-i din konusu
anlatıyordu. Anlattıklarını da işte bu eserde 1 40 toplamıştır. Kitabın üslubu
ve metodu onun bu görüşünü te’yid etmektedir.
Müellif usûl-i selâse’ye hadislerle değil de,
üç mukaddimeyle başlamaktadır. Bu mukaddimelerin konularla irtibatlı olduğu
anlaşılmaktadır.[179]
Eserde işlenen üç konu, her insana rabbinin,
dininin ve peygamberinin bilgisinin gerekli olduğudur.[180] Daha sonra bu üç konu
Kur’ân-ı Kerim’den delillerle açıklanır. Birinci konuda rabbin anlamı ve sadece
ona yapılması gereken ibadet çeşitleri, ikinci konuda dinin mertebeleri ve her
mertebenin rükünleri, üçüncü konuda ise Hz. Peygamber’in yaşamı özetle
açıklanmaktadır. Bu üç konudan sonra ölümden sonra yeniden dirilme, tağutları
inkar etmenin gerekliliği gibi konular hadislerden delillerle işlenmektedir.[181]
5)
Kelimâtun
fî Beyâni Şehâdetü en Lâilâhe illallah ve Beyânu’t-Tevhîd
Bu risale îbn Abdulvehhab’m akide konusunda
yazmış olduğu en eski eseridir. Eserde tevhid’in önemi, bütün peygamberlerin
yalnızca Allah’a ibadet etmeye davet için gönderildikleri, “ilah” kelimesinin
mabud anlamına geldiği, ibadet çeşitleri gibi konular işlenmektedir. Ayrıca,
îbn Abdulvehhab’m diğer birçok eserinde ele aldığı, ilk müşriklerin
tevhîdu’r-rubûbiyye’yi kabul ettikleri, zamanımız müşriklerinin onlardan daha
müşrik oldukları, şirke düşmekten korkmak gerektiği gibi konular da
işlenmektedir.[182] [183]
6)
Kelimâtun
fî Ma’rifeti Şehâdetü en Lâilâhe illallah ve Enne Muhammeden Resulullah
Bu küçük risalenin başında îbn Abdulvehhab,
kalbinden samimi olarak Lâilâhe illallah diyenin cennete gireceği hadisini ele
alır. Bu sözü söylemenin yeterli olmadığını, onun gereğince amel etmek
gerektiğini açıklar. Daha sonra Hz.
173
Muhammed’in peygamberliğine dair akli ve nakli delilleri
zikreder.
Bu kitapta tevhid’le alakalı bazı konular
dört kaide adı altında ele alınıp işlenmiştir. Bu dört kaide şunlardır: a)
Resulullah’m savaştığı cahiliye Arapları tevhîdu’r-rubûbiyye’yi kabul edip,
Allah’ın yaratıcı, rızık verici ve müdebbir olduğunu kabul ediyorlardı. Ancak
bu onları İslam’a sokmadı, b) Cahiliye müşrikleri putlara, Allah’a
yakınlaştırmaları için ve şefaatlerini umarak ibadet ediyorlardı, c)
Resulullah, meleklere, peygamberlere, Salih kişilere ibadet eden bu müşriklerle
aralarında fark gözetmeksizin savaşmıştır. Bu müşriklerle ağaçlara, taşlara,
güneş ve aya tapanlar arasında hiçbir fark yoktur, hepsi müşriktirler, d)
Zamanımız müşrikleri cahiliye müşriklerinden daha aşındırlar. Çünkü cahiliye
müşrikleri sadece rahattayken şirk koşuyorlardı. Zamanımız müşrikleri ise, hem
rahattayken, hem de sıkıntılı anlarında şirk koşmaktadırlar.[184]
ibn Abdulvehhab, bu dört meseleyi Kur’ân-ı
Kerim ayetlerinden deliller göstererek açıklar. Bu eser “Mecmûatu’t-Tevhîd”
isimli kitabın içinde basılmıştır.
8)
el-Mesâilu’l-Hams
el-Vâcibu Ma’rifetuhâ
Bu küçük risalede yer alan konular, İbn
Abdulvehhab’ın diğer eserlerinde yer alan konulardır. Risale mukaddimesiz şu
meseleyi açıklamaktadır: Şirkten sakındırmak resulullah’m nübüvvetinin ilk
meselesidir. Şirkten sakındırmak yalnızca Allah’a ibadet etmek gerektiği
anlamına gelir. Bu iki meseleyi kabul eden kişinin müşriklerden nefret edip,
tevhid ehlini sevmesi gerekir. Her müslümamn Allah’ın resulünü şirkten
sakındırdığını bilmesi ve buna göre amel etmesi gerekir. Her müslümamn
Kur’an’da yer alan her şeye iman etmesi gereklidir. Kim onda yer alan herhangi
bir şeyi inkar ederse o kafirdir.[185]
İbn Abdulvehhab bu eserde, kelime-i tevhidin
Allah’tan başkasına ibadet etmeyip, yalnız Allah’a ibadet etmek anlamına
geldiğini iddia etmektedir. Ayrıca diğer eserlerinde bahsettiği, “ilah”
kelimesinin mabud anlamına geldiği iddiasını tekrarlamaktadır. Cahiliye
müşriklerinin şefaatlerini umarak putlara ibadet ettiği, onların şirkinin
zamanımız müşriklerinin şirkinden daha hafif olduğu bu eserde 176
tekrarlanan konular arasındadır.
Bu eser isminde geçtiği gibi sadece
peygamberlerin kıssalarım anlatmamakta, İslamiyet geldikten sonra çeşitli
zamanlarda gerçekleşen hadiselerden de bahsetmektedir. Eserde, Hz. Adem’den
sonra aşırılığa kaçanlardan, Hz. Nuh’un ve diğer peygamberlerin şirkin yaygınlaşması
üzerine gönderilmesinden, Hz. İbrahim’den, Arap Yarımadası’na puta tapıcılığın
girmesinden, Hz. Peygamber’in doğumundan vefatına kadar gerçekleşen bazı
olaylardan, kelime-i şehadeti söylemenin kişinin kanını ve malını haram
kılmayacağından ve buna benzer konulardan bahsedilmektedir.[186] [187]
Bu kitabın orjinal adı, “el-Mesâilu’ İleti
Hâlefe fîhâ Resulullah Ehle’l- Câhiliyye”dir. Kitapta, Hz. Muhammed’in cahiliye
toplumunun inançlarına karşı mücadelesi anlatılmaktadır.
Kitap, Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce
ehl-i kitab’ın ve Arap müşriklerinin arasında yaygın olan, ancak İslam’ın
reddetmiş olduğu yüz yirmi dokuz meseleyi açıklamaktadır.[188] Eserde Salih kimselere dua
etmek, taklit, fasık alime veya cahil âbide uymak, sihir, Allah’ın isim ve
sıfatlarında ilhad, şirk, dehre sövmek, şefaatin yanlış anlaşılması, Salih
kimselerin kabirlerini mescit kılmak, kabirlerde ışık yakmak, kabirleri bayram
yeri kılıp, oralarda kurban ve adak kesmek gibi konular ele alınıp
işlenmektedir.
Bu eser üslup ve muhteva bakımından İbn
Abdulvehhab’m diğer eserlerinden farklı değildir. Onun diğer birçok eserinde
işlemiş olduğu konuları bu eserinde tekrar ele aldığı görülmektedir. Konular
işlenirken, ilk önce konu ile alakalı ayet ve hadisler zikredilmekte, daha
sonra da meselenin tafsilatına geçilmektedir. Bu kitap Mahmud Şükrî el-Âlûsî
tarafından genişletilerek basılmıştır.
Bu eser hacim olarak küçük olmakla beraber
muhteva olarak geniştir. îbn Abdulvehhab, bu eserine kaynak olarak îbn Hişam’m
siyeri ile muhtelif hadis kitaplarını kullanmıştır.
Bu eserin üslubu hikayeci
tarzdadır ve kolaydır. Olaylar oluş yıllarına göre kronolojik olarak
sıralanmışlardır. Kitap, Hz. Peygamber’in nesebi ile başlayıp, fil hadisesi,
Hz. Peygamber’in ailesi ve yaşamı ile devam eder. Ayrıca cahiliye dönemi puta
tapıcılığından, Kureyş’in risaletten önce kabeyi inşa etmesinden de
bahsedilmektedir. Eserin devamında, Hz. Peygamber’in
ölümüne kadarki
1 peygamberlik dönemi işklenmektedir.
Eserde sadece Hz. Peygamber döneminde
gerçekleşen olaylar işlenmemiştir. Onun vefatından sonra meydana gelen ridde
olayları, kurulan İslam devletleri, Abbasi devletinin kuruluşu, Hadis ve Megazi
kitaplarının tedvini gibi konular da işlenmiştir. Ayrıca îbn Abdulvehhab bu
eserde İslam tarihinde gerçekleşen olayları zikretmekle yetinmemiş, bazı
hükümler de çıkarmıştır.
Bu eser, İbn Kayyım el-Cevziyye’nin
“Zâdu’I-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbâd” adlı eserinin muhtasarıdır. Kitap,
“Muhtasaru Hedyu’n-Nebevî” şeklinde de isimiendirilmektedir. Bu eserde Hz.
Muhammed’in doğumundan vefatına kadarki yaşamı, genel ve özel tasarrufları
anlatılmaktadır.
Eser, h,1391’de Beyrut’ta “Muhtasaru
Zâdu’I-Meâd” ismiyle basılmıştır. H. 1197 senesinde de Muhammed b. Seyf b.
Hamîs tarafından “Muhtasaru Hedyu’n- Nebevî” ismiyle yeniden şerh edilmiştir. [189]
îbn Abdulvehhab esere Allah’ın Hz. Muhammed’i
peygamber olarak seçmesini anlattığı bir mukaddimeyle başlar. Daha sonra onun
tüm yaratılmışlardan üstün oluşunu, abdest, namaz, zekat, sadaka, oruç, hac,
selam, yemek adabı gibi konulardaki yaşantısını ele alır. Ayrıca resulullah’m
gazveleri, yaptığı savaşlar bablar halinde işlenmektedir.[190] [191] [192]
14)
et-Tefsîru
alâ Ba’di Suveri’l-Kur’an
Bu eserde Muhammed b. Abdulvehhab’ın tefsir
ettiği bazı Kur’an-ı Kerim sureleri yer almaktadır. Bu sureler tefsir edilirken
her ayetten onlarca hüküm çıkarıldığı görülmektedir.
Eserin mukaddimesinde Fatiha suresinin
tefsiri yer almaktadır. İbn Abdulvehhab fatiha suresinin tefsirini Uyeyne’deki
ikameti esnasında Der’iyye emirinin oğlu Abdülaziz b. Muhammed b. Suud’un
isteği üzerine yazmıştır. Fatiha suresinin tefsiri bu eserde yer alan diğer
surelerin tefsirlerinden daha tafsilatlıdır. İbn Abdulvehhab’ın tefsir yaparken
metodu, ayetlerde yer alan kelimeleri açıklayıp, onlardan “mesâil” adlı
hükümler çıkarmaktır. Bazen bir ayeti bir başka ayetle veya hadislerle açıklama
yoluna gider. Bazen de ayetin delalet ettiği hükmü çıkarmakla yetinir. Onun bu
181 tefsirlerden çoğunu öğrencilerine ders verdiği sırada yaptığı
anlaşılmaktadır.
Kaynaklar bu eserin ne zaman telif edildiği
konusunda bilgi vermemekle birlikte, konusu göz önünde bulundurulduğunda, İbn
Abdulvehhab’ın davetinin ilk dönemlerinde yazıldığı anlaşılmaktadır. Bablanndaki
bazı yönlerden Kitâbu’t- Tevhîd’e benzemektedir. Eser bablara ayrılmış olup,
her babta müstakil bir başlık altında konular işlenmektedir. Bu eserde ayetlere
çok az yer verilmiş, daha çok 182 hadisler kullanılmıştır.
Müellif esere Allah’ın isim ve sıfatları
konusundaki hadislerle başlar. Daha sonra iman ve kader konularındaki hadisler
sıralanır. Ayrıca meleklere iman, Kur’an’a sarılmak gerektiği, başka kutsal
kitap okumanın sakıncaları, peygamber’in ümmeti üzerindeki hakları, ilim
öğrenmenin gerekli oluşu gibi konular bu eserde işlenen diğer ı
konulardır.
Bu eserin konuları göz önünde
bulundurulduğunda îbn Abdulvehhab’m davetinin ilk dönemlerinde kaleme alındığı
anlaşılır. Konuların sıralanışı ve işlenişi bakımından “Usûlü’1-îmân” adlı
kitaba benzer. Ancak hacim olarak bu eserden daha küçüktür. Eserde, İslam dini
diğer dinlerden üstün olduğu için kişinin İslam’a uyması gerektiği,
resulullah’m sünnetine uymanın gerekliliği , bid’atlerin şirkten sonra en büyük
tehlikelerden biri olduğu, bid’atler için edilen tevbenin kabul edilmediği,
şirk ve çeşitleri, İslam dinine girmiş olan bid’atler gibi konular
işlenmektedir.
Bu eserin konularına bakıldığında Der’iyye’de
kaleme alınmış olduğu anlaşılmaktadır. Konu başlıkları, hadislerin
açıklanmayışı ve hüküm çıkarma metodu bakımından “Usûlü’1-îmân” adlı esere
benzemektedir.[193] [194] [195] [196]
Eserde büyük günahların çeşitleri bablar
halinde açıklanmaktadır. Her babta günahlar ayet ve hadislerle açıklanır. İbn
Abdulvehhab’m şahsi yorumları ise çok az yer almaktadır.[197]
Bu eserde kibir, riya, yalan, cimrilik,
haset, müslümana su-i zanda bulunmak, yöneticilerin yönetilenler ve
yönetilenlerin yöneticiler üzerindeki hakları, İslam kardeşliği, müslümanın
müslüman üzerindeki hakları gibi konular ele alınıp işlenmektedir.
Eserin konuları genel olarak
“Kitâbu’l-Kebâiri’e benzemektedir. Muhtemelen Der’iyye’de kaleme alınmıştır.
“Kitâbu’l-Kebâiri’den hacim olarak daha büyük ve konu olarak dâ farklıdır.[198] [199]
Bu eserde İslam dinini açıklayan birçok
hadise yer verilmektedir. Konular hadisler serdedilerek açıklanmakta, şahsi
görüşe çok az yer verilmektedir. Eserde selamlaşma, musâfaha, mizah, isim
çağırma, kabile asabiyeti ve riya gibi konular yer almaktadır.
Bu eser “Fadlu’l-îslâm” adlı esere
benzemektedir. Eserde genellikle Kur’an-ı Kerim’le ilgili kavramlar yer
almaktadır. Kur’an’m tilaveti, öğrenilmesi, öğretilmesi, müteşabihlere tabi
olma, müteşabihler konusunda görüş belirtme, bu konuda insanların ihtilafa
düşmesi, Kur’an’ı name ile okuma gibi konular eserin belli başlı konuları
arasında yer almaktadır.[200]
20)
el-Ehâdis
fî’I-Fiten ve’I-Havâdis
Hz. Peygamber’in kendisinden sonra ve ahir
zamanda ortaya çıkacak olan olaylar, fitneler ve kıyamet alametleri ile ilgili
hadislerinin yer aldığı bir hadis mecmuasıdır.
21)
Mecmûu’I-Hadîs
alâ Ebvâbi’l-Fıkh
Eserde genel olarak fıkıh kitaplarında yer
alan konular bulunmaktadır. Hanbeli fıkhı ile alakalı yeni ve orjinal
görüşlerin yer almadığı eser, Muhammed b. Suud Üniversitesi tarafından
neşredilmiştir.
ibn Abdulvehhab’m diğer eserlerine göre gayet
kısa olan, fıkıh ile alakalı bir eserdir. Kitabın şer’i konularda öğrencilere
ders vermek amacıyla kaleme alınmış olması muhtemeldir. Bu yüzden de ne Hanbeli
mezhebinin, ne de bir başka mezhebin görüşlerine bu eserde yer verilmemektedir.[201] [202] [203]
Kitabın ismi namaza yönelmekle alakalı
olmakla birlikte, namazla alakalı bütün meseleleri ihtiva etmektedir. Ayrıca
eserin konuları sadece namaz ile sınırlı değildir. Namaz dışında zekat, sadaka,
oruç gibi ibadetler bu eserde işlenen konular arasında yer almaktadır.
23)
İbtâlu
Vakfu’l-Cenf ve’l-İsm
Bu eserde îbn Abdulvehhab, kendisi ile
muarızları arasında ihtilaflı meselelerden biri olan vakıf konusuna
değinmiştir. Muarızları onun vakfın haramlığma hükmettiğini iddia ediyorlardı.
O ise bu eserde bütün vakıf çeşitlerine değil, kişinin şer’i taksimata uymayıp
kendi hevasına göre malını taksim etmesi gibi haram olan vakıflara karşı 192 olduğunu belirtmektedir.
Namazla alakalı olarak kaleme alınmış gayet
kısa bir risaledir. Abdestin farzları, abdesti bozan şeyler, namazın şartları
ve rükünleri, namazı bozan şeyler bu eserde işlenen belli başlı konulardır.
25)
Muhtasaru’l-İnsâf
ve’ş-Şerhu’l-Kebîr
Bu eser îbn Abdulvehhab’ın en hacimli
eseridir. Bu eserde Hanbeli fıkhına dair meseleler ele alınmıştır. Bu eser, Ali
b. Süleyman el-Merdâvî’nin “el-İnsâf” adlı eseriyle, Abdurrahman b. Ömer îbn
Kudâme’nin “eş-Şerhu’l-Kebîr” adlı eserinin muhtasarıdır. Bu iki eser ise, îbn
Kudâme’nin “el-Muqnî” adlı eserinin şerhleridir.
îbn Abdulvehhab bu eserinde “el-însâf” adlı
eserden daha çok “eş-Şerhu’l- Kebîr” adlı esere yer vermiştir. Eser metod
olarak, her fasılda belirli bir problemin ele 193 alındığı
fasıllara ayrılmıştır.
26)
Sittetü
Mevâzıa Mine’s-Sîre
Bu eserde Hz. Peygamber’in siretinden altı
olay açıklatmaktadır. Bunlar; Vahyin nüzulünün başlaması, tevhid öğretisi ile
küfrü reddetme, garânik hadisesi, Ebu Talib’in vefatı, hicret olayı ve Hz.
Muhammed’in vefatından sonra gerçekleşen irtidat olaylarıdır.[204]
Muhammed b. Abdulvehhab’a nisbet edilen,
bazıları Cuma, bazıları ise bayram günlerine ait olan, neşredilmiş hutbelerdir.
Hutbeler ve hutbeleri oluşturan cümleler gayet kısadır. Bu hutbelerin sonunda
îbn Abdulvehhab’m yöneticilere övgüde bulunmadığı görülmektedir. Çünkü ona göre
bu iş bid’at idi.[205]
îbn Abdulvehhab’a ait fetvalardır. Ona ait
birçok konuda fetva mevcuttur. Bu eserde yer alan fetvalar, genellikle
usûlü’d-din ile alakalı fetvalardır. Çok nadir olarak furu’ ile alakalı
fetvalara da yer verilmektedir. Eserde yer alan fetvalar gayet kısadır.[206]
Muhammed b. Abdulvehhab’m çeşitli amaçlarla
değişik bölgelere ve kimselere göndermiş olduğu mektupları, Muhammed Biltâcî,
Seyyid Haccâb ve Abdülaziz b. Zeyd er-Rûmî tarafından bir araya getirilerek “
Müellefâtü’ş-Şeyh el-îmâm Muhammed b. Abdulvehhab” adıyla Muhammed b. Suud
Üniversitesi tarafından basılan Muhammed b. Abdulvehhab külliyatı içerisinde
yer almaktadır.
İbn Abdulvehhab bu mektuplardan bir kısmını
belirli bir isme, bir kısmını da belirli bir bölge halkına göndermiştir.
Mektupların çoğunun öğrencilerine gönderildiği anlaşılmaktadır. Ancak kabile
reislerine, belde emirlerine yazılmış olan mektuplar da mevcuttur.
Bu mektuplarda
İbn Abdulvehhab’m üslubu, mektubun gönderildiği kişiye ve işlenen konuya göre
değişmektedir. Bu mektuplardan bir kısmı şunlardır:
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan bu mektubun ulaştığı kimseye
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Şeyh Fâzıl Ebû Mezîd’e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Mekke Şerifi Ahmed b. Said’e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Sedir, el-Veşm ve el-Kasîm bilginlerine
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Bağdat alimlerinden Abdurrahman b. Abdullah es-Süveydî’ye
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Abdullah b. Muhammed b. Abdullatif e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Mekke Şerifi Galib b. Said’e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Abdullah b. Sehîm’e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Muhammed b. Abbâd kardeşe
•
Vakıfa
izin verme olayı hakkında bir mektup
® Riyad halkına mektup
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Abdullah b. İsa ve oğlu Abdulvehhab’a
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Ahmed b. Muhammed b. Süveylim’e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Abdurrahman b. Rebîa’ya
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Ahmed b. Abdulkerim’e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Ahmed b. İbrahim’e
•
Muhammed
b. Abdulvehhab’dan Ahmed b. Yahya’ya
107
•
Uyeyne
halkına mektup
30)-İbn Abdulvehhab’a
nisbet edilen diğer kitaplar
Bu eserlerin dışında bazı kaynakların
Muhammed b. Abdulvehhab’a nisbet ettikleri bazı eserler mevcuttur. Bu eserleri
bir kısmı ona ait değilken, bir kısmı ise eserlerinden bir bölümdür.
Bu eserlerden biri “Risâletün fî
Mebhasi’l-İctihâd ve’t-Taklîd” adlı eserdir. Ancak ona nisbet edilen bu eserin
İbn Kayyım el-Cevziyye’ye ait “İ’lâmu’I- Muvakkıîn” adlı eserden bir bölüm
olduğu anlaşılmaktadır. Ona nisbet edilen bir diğer eser, “er-Risâletü’l-Medeniyye
fî Marifeti Behâi’l-îlâhiyye”dir. Ancak bu eserin Abdülaziz b. Muhammed b.
Suud’un Haremeyn alimlerine davetin ilkelerini açıklamak için gönderdiği bir
mektup olduğu anlaşılmıştır. Ona nisbet edilen “el-
1 QR
Cevheru’l-Mudîe” adlı eser ise
“Keşfu’ş-Şubuhât adlı eserin bir bölümüdür.
197
A. Vehbi Ecer, Tarihte Vehhabi Hargketi ve Etkileri,
Ankara 2001, s.59-61
198
el-Useymîn, a.g.e., s. 110-111
İkinci Bölüm
VEHHABİLİĞİN TEMEL PRENSİPLERİ
Vehhabi ismi akaid’de Muhammed b.
Abdulvehhab’a tabi olanlara verilmekle birlikte, Necid bölgesinde onun daveti üzerine
kurulmuş olan devlet de bu isimle adlandırılmaktadır.[207] Muhammed b. Abdulvehhab’m
kurmuş olduğu mezhebe babasının adına nisbetle “Vehhabilik” denilmiştir.[208] [209] [210]
Vehhabi ismi kurucusunun hayatmda muhalifleri
tarafından verilmiştir. ibn Abdulvehhab’m Necid bölgesindeki muarızlan vehhabi
ismini kullanan ilk kimselerdir. Muhaliflerinin bu ismi vermesinin nedeni, onun
davetinin yeni bir din veya mezhep 202 olduğu iddiasıyla insanları onun
davetinden uzaklaştırmaktır.
Bununla birlikte Vehhabiler, kendilerine
“Muvahhidûn” derler ve kendilerini îbn Teymiyye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b.
Hanbel’in mezhebini devam ettiren Sünniler olarak görürler.[211] Nitekim onlar; “Biz itikatta
selef, amelde de Hanbeli mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel itikat konusunda
selef mezhebinin nassçı(eseriyye) kolunu temsil eder, onun amelde de yolu
budur. Binaenaleyh biz itikatta ve amelde Hanbeli’yiz. Vehhabi diye bir şey
yoktur. Muhammed b. Abdulvehhab, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir
şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir” derler. Ancak onların amelde ve
itikatta yeni birtakım esaslar kabul ettikleri, taassupta kan dökecek kadar
ifrata vardıkları, fikir ve vicdan hürriyeti tanımadıkları, birçok konuda Ahmed
b. Hanbel ve İbn Teymiyye’den ayrıldıkları görülmektedir.[212] Bu yüzden Muhammed b.
Abdulvehhab’m daveti ve ortaya atığı fikirleri müstakil bir mezhep olarak kabul
edilmiş, bu mezhebe de babasının adına nisbetle “Vehhabilik” ismi verilmiştir.
Muhammed b. Abdulvehhab’a ve onun davetine
tabi olanlar ise, Vehhabi ismini reddetmekte, bu ismi kendileri için
kullanmamaktadırlar. Genel olarak kendileri için, tevhid ehli anlamındaki
“Muvahhidûn” ismini kullanırlar.
Ancak kendilerini “Müslümanlar”, davetlerini
“İslam Dini”; bazen de “Da’vetu’t- Tevhîd”, “Da’vetu’s-Selefiyye” veya sadece
“Da’vet” olarak adlandırdıkları da * 9 görülmektedir.
Vehhabiliğe Türk tarihinde haricilik hareketi
olarak bakılmış ve harici olarak isimlendirilmiştir. Davranışlarındaki sertlik,
imanlarındaki taassup ve kendi inanışlarında olmayanları küfürle itham etme
bakımından VehhabilikTe Haricilik arasında benzerlikler bulunmaktadır. Bunun
yanında bu davete karşı çıkanlar onlara 207 “bid’atçiler” ve “mülhidler” gibi
isimler de vermişlerdir.
Vehhabiler ise, kendilerinin mülhid ve harici
oldukları iddialarına karşı çıkarak, bunların ithamlardan ibaret olduğunu
ispatlamak için haricilerle kendi aralarındaki farkları sayan çalışmalar ortaya
koymuşlardır. Onlara göre bu hareket, isminden başka bir şey kalmamış İslam’ın,
sünnetin ve tevhid akidesinin ihyasıdır. Kendileri ise selef-i salihin’in
yolunu takip etmektedirler. Ayrıca usul-i din’de ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e,
amelde ve fıkıhta Ahmed b. Hanbel’in mezhebine mensup olduklarını iddia
etmektedirler.
Günümüzde Vehhabiler, reformcular,
modemistler ve yenilikçiler olarak vasıflandırılmaktadırlar. Muhammed b.
Abdulvehhab’m ortaya sürdüğü prensipler incelendiğinde, İbn Teymiyye tarafından
ta’dil edilen Hanbeliliğin, Hariciliğin ve Zâhiriliğin izleri görülmektedir.
Vehhabilere göre inançta bir mezhebe bağlılık yasaktır, içtihat kapısı
kapanmamıştır. İcma’ı ve akla dayalı istihsan ve benzeri şeyleri reddeden
Vehhabiler, dini meselelerin hallinde akla yer vermemek, İslam’ın kaynaklarını
sadece Kur’an’ın ve Sünnet’in zahirlerinde görmek, kendi inançlarında olmayan
Müslümanları kafir saymak gibi anlayışları ile İslam dinine hususi bir mana ve
mahiyet vermişlerdir.[213] [214] [215] [216]
Muhammed b. Abdulvehhab ve taraftarları ile
onlara muhalif olanlar arasındaki ihtilaf konuları genel olarak şunlardır:
Tevhid ve tevhid’le alakalı meseleler, kabir ziyaretleri ve kabirler üzerine
bina yapmak, bid’at, şirk ve tekfir, ictihad ve taklit. Bunların dışında emr-i
bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, şefaat ve tevessül gibi konular da
ihtilaflı meseleler arasında yer almaktadır.
Vehhabilerin üzerinde daha fazla durdukları konular
göz önünde bulundurulursa Vebhabiliğin temel prensiplerini beş bölüm halinde
incelemek yerinde olacaktır. Bu beş temel prensip şunlardır: Tevhid, Şirk ve
Küfür, Bid’at, Şefaat ve Tevessül.
I. TEVHİD
A.
Kavram
ve Istılah Olarak Tevhid
Sözlükte birlemek, bir kılmak, bir şeyin bir
olduğuna hükmetmek[217] anlamlarına
gelen tevhid, Arapça’da “VHD” kökünden tef il babında mastardır. Mastar kipinde
kelimeye Kur’an’da rastlanmadığı gibi, “vhd” kelimesi Kur’an’da fiil olarak da
hiç kullanılmamıştır. Allah’ın birliği Kur’an’da “vâhid, ehad” sıfatlarıyla
veya daha başka tarzlarda açıklanmıştır.[218] [219] [220] [221]
Bir ıstılah olarak tevhid, Allah’u Teâlâ’nm
zatını, akılların tasavvur edebileceği, zihinlerin ve fikirlerin
canlandırabileceği her şeyden uzak tutmaktır. Tevhid Allah’ı rab ve ilah olarak
tanımak, onun birliğini ikrar etmek ve her çeşit ortağı ondan nefyetmekle 211 gerçekleşebilir.
El-Cürcânî (0.816/ 1413) tevhid’i; “Zât-ı
ilâhî’yi, düşünce ve anlayışta tasavvur edilebilen, vehim ve zihinlerde
tahayyül olunabilen her şeyden tecrit etmektir” şeklinde tarif eder. Tevhid’in
bir başka tarifi ise şöyledir. “Tevhid, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve
fiillerinde bir olduğuna inanmak, yani Allah’tan ortak, benzer ve zıtları
nefyetmektir”. îtikat açısından böyle tarif edilen tevhid, ameli bakımdan ise,
ibadeti sadece Allah’a has kılmak2’2, yani Allah’tan
başkasına ibadet etmeyip, yalnızca Allah’a ibadet etmek anlamına gelmektedir.
Tevhid ilmi selef metoduyla îslam akaidinden
bahseden bir ilimdir. Selef metodu ise teslimiyete dayanan bir iman metodudur.
Buna göre Kur’an’da ve sahih hadislerde mevcut olan itikada müteallik
hükümlere, bunlarda nasıl mevcut ise, aynen öylece inanılır. Bu itikadi
hükümlerin hiçbiri reddedilmediği gibi, akim müdahalesiyle O 1 Q herhangi bir
te’vile de tabi tutulamaz.
Allah’ın birliğinden bahseden ve çoğu
Mekke’de nazil olan ayetler, doğrudan tevhid’i telkin edenler ve şirki
reddedenler olmak üzere iki grupta mütalaa edilebilir. Daha çok vâhid, ehad
kelimeleriyle doğrudan Allah’m birliğini ifade eden ayetler hadislerle de
desteklenmiştir. Bunların dışında Kütüb-i Sitte’de Allah’ın isimlerinden biri
olarak yer alan “vitr” (tek) kelimesi, Kur’an’da ve hadiste Allah’a nisbet
edilmiş bulunan “kâfi” ( yeten, kulunu bütün ihtiyaçlarını karşılayan)
kelimesiyle, onun aşkın bir varlık olduğunu ifade eden “âlî”, “azîm”, “refî”
gibi isimler Allah’ın birliğini doğrudan telkin eden terimlerdir.[222] [223] [224]
“Tevhid” kelimesi bir ıstılah olarak îslam
kültüründe aynı zamanda kelam ilminin bir müradifı olarak da kullanılmaktadır.
Bunun sebebi, tevhidin bütün akaid meselelerinin esasını teşkil etmesi cihetiyle,
Kelam ilminin en önemli, en meşhur konusu ve bir bakıma onun gayesi olmasıdır.
Bundan dolayıdır ki, İslam dini “tevhid 215
dini “ olarak da adlandırılır.
Çünkü onun esasını Allah’ın birliği teşkil eder.
Kısaca tevhidden maksat, Allah’ı birlemek,
onu bir olarak kabul etmektir. Allah’ın birliğinden maksat, onun sayı yönünden
bir olması değildir. Çünkü sayı yönünden bir olmak sadece Allah’a mahsus
değildir ve bu anlamda benzeri bulunmayan her şeye “birdir” denebilir. Allah’ın
birliğinden esas maksat, onun hiçbir suretle şerikinin olmaması, sahip olduğu
müteâl, ezelî ve ebedî isim ve sıfatlarıyla hiçbir şeye benzememesi, benzeri ve
zıddınm bulunmaması; aded, temekkün, teğayyur, zeval bulma, nihayet ve hududdan
münezzeh, doğmamış ve doğurmamış olması; kısaca Kur’anTn ifadesiyle “hiçbir
suretle denginin bulunmaması” dır. Dolayısıyla onun birliğini sayı yönünden
anlatmak, onu gerçek manada ifade edemez. O, bütün birlerin kendisine muhtaç
olduğu sayı üstü birdir.[225]
B.
Selefîyye’nin
Tevhid Anlayışı
Muhammed b. Abdulvehhab, Ahmed b. Hanbel, İbn
Teymiyye ve İbn Kayyım el- Cevziyye gibi selef alimlerinin görüşlerini gerek
itikadi meselelerde, gerekse ameli konularda benimsemiştir. Bu nedenle
Vehhabiliğin tevhid konusundaki görüşlerine geçmeden önce selefiyye’nin tevhid
anlayışının incelenmesi yerinde olacaktır.
Resulullah bir hadis-i şeriflerinde,
ümmetinin yetmiş küsür fırkaya ayrılacağını, bunlardan ancak bir tanesinin
kurtuluşa ereceğini, onların da kendisinin ve ashabının yolunu takip edenler
olduğunu bildirmiştir. Diğer sahalarda olduğu gibi akaidde de Resulullah ve
ashabının yolunu teslimiyet ve ihlas ile takip edenler selefiyye olmuştur.
Tabiûn, mezhep imamları, büyük fukaha ve muhaddisler ile az da olsa seçkin bir
zümrenin benimsediği selef metodu nakle mutlak bağlılığı şiar edinmiştir.
Ayetlerde ve sahih sünnette varid olan her şeye, haberi sıfatlar ve
müteşabihler dahil, teslimiyetle 11 O iman edilir. Ne teşbihe düşülür, ne de
red veya te’vile gidilir.
Selefiyye iman esaslarıyla ilgili konularda
ayet ve hadislerde yer alanlarla yetinip, bunları aynen kabul ederek, teşbih(
Allah’ı yaratıklara benzetmek) ve tecsim( Allah’ı cisim sayma)’e düşmeyen,
te’vil( bir başka manaya yorumlama) yoluna da gitmeyen ehl-i sünnet
topluluğudur. Selefiyye’nin en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol
vermemek, ayet ve hadislerle yetinmek, müteşabihleri te’vil etmeden bunları
bilmeyi Allah’a havale etmektir. Selefiyye’nin müteşabihler konusundaki
görüşüne şöyle bir misal verilebilir: Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimede; “Allah’ın
eli onların ellerinin üstündedir”[226] [227] [228] buyurmaktadır. Selef bu ayeti
şu şekilde değerlendirir: “ Allah’u Teâlâ ayette yed(el)’inin varlığını
bildirmektedir. Allah’ın elinin olduğuna inanırız ve bu elden kastolunan manayı
Allah’a havale ederiz. Bunu ancak Allah bilir der, mahiyeti üzerinde
düşünmeyiz. Başka bir manaya da yorumlamayız ( te’vil, teşbih ve tecsim’e 220 yönelmeyiz). Bu konuda soru sormaktan da kaçınırız.
Selefiyye’nin bu şekilde inanıp, herhangi bir
yoruma yer vermeden Kur’an ve sünnet nasslarının zahirlerine inanmalarının
nedeni, te’vil peşine düşenlerin Kur’an-ı Kerim’de zemmedilmesidir.[229] Eğer
müteşabihlerin peşine düşüp, onları te’vil etmek caiz olsaydı, Kur’an’da bu tür
kimseleri zemmeden ayetler yer almazdı. Ayrıca te’vil zanla varılan bir
hükümdür ve zan ile hüküm vermek caiz değildir. Çünkü Allah’ü
Teâlâ’nın maksadının aksine hükmedip, delalete
düşme ihtimali vardır. Bu yüzden en sağlıklı yol, müteşabihlerin zahirlerine
inanıp, batınını tasdik etmek ve bunların anlaşılmasını Allah’a havale
etmektir.
Eş’arilik ve Maturidilik gibi akaid
sahasındaki mezhepler ortaya çıkıncaya kadar ehl-i sünnete mensup olan
Müslümanların benimsemiş olduğu inanç selef inancı idi. Bu yüzden selefiyye Hz.
Peygamber, Hulefâ-i Râşidîn, sahabe, tâbiûn ve tebe-i tâbiûn dönemlerindeki
tavrı aynen benimsemiştir.
Selefiyye sadece kendi takip ettiği yolun Kur’an
yolu olduğunu kabul eder. Kur’an-ı Kerim’de Allah yoluna ve İslam dinine davet
etmenin metodu gösterilmiştir. Kur’an-ı Kerim’e göre irşad için tespit edilen
yolun üç derecesi vardır: Hikmet, güzel öğüt ve cedel.[230] [231] [232] [233]
Selef inancımn esasları şunlardır: Takdis:
Allah’ı zatına ve ismine layık olmayan özelliklerden münezzeh kılmak, Tasdik:
Kur’an ve sahih hadiste Allah ne şekilde vasıflanmış ise öylece kabul edip
inanmak, Aczini itiraf etmek:Ayet ve hadislerdeki Allah’ın sıfatları ile
ilgili haberleri anlayamayanların acizliklerini idrak ederek, “bunları ancak
Allah bilir” demeleri gerekir, Sükût: Müteşabihler konusunda soru
sormamak, İmsâk: Müteşabihler üzerinde dil ile yorum ( te’vil) yapmamak,
Keff: Bu tip ayet ve hadislerin yorumu ile kalben dahi meşgul olmamak ve
onlar hakkında düşünmemek, Ma’rifet ehlini teslim: Halkın, kendisinin
bilmediği şeyleri Hz. Peygamber’in, sahabelerin ve mütehassıs alimlerin
bilebileceklerini kabul etmeleri gerekir.
Selefiyye’nin mütekaddimîni akaid
bahislerinde akla ve felsefi manada serbest bir tefekküre asla yer
vermiyorlardı. Onlara göre nazar, tefekkür ve istidlal ancak nassın zahiri
manası çerçevesinde olabilirdi. Hicri yedinci asırda vefat eden Hanbeli îbn
Kudâme ( 0.620/ 1223) bile bir selefi olarak şöyle der. “ Peygamber’in haber
verdiği ve ondan sahih olarak nakledilen her şeye iman etmemiz gerekir. Haber
verilen şeyi duyularımızla idrak etsek de etmesek de onun hak ve gerçek
olduğunu kabul ederiz.
Konunun, aklımızın erdiği veya eremeyip içyüzüne
vâkıf olamadığı bir şey olması durumu değiştirmez”.
İbn Teymiyye ( 0.728/ 1328) gibi itikatta
selefi olan müteahhirûn, akıl karşısındaki tutumlarım değiştirmişler ve akaid
bahislerinde akla da önem vermişlerdir. Ona göre sarih akıl ile sahih nakil
hiçbir zaman çatışmaz. Çatışmadığına göre te’vile de lüzum yoktur. Şayet akıl
ile nakil arasında teâruz göze çarpıyorsa ya akıl sarih değil, ya da nakil
sahih değildir. Bu duruma göre İbn Teymiyye selef akidesinin tabiri caizse
felsefesini yapmaktadır.[234] [235]
C.
Muhammed
b. Abdulvehhab’a Göre Tevhid
Vehhabiliğin temel konusunu tevhid meselesi
oluşturmaktadır. Muhammed b. Abdulvehhab selef akidesinin ve Hanbeli mezhebinin
hakim olduğu Necid bölgesinde doğmuş, çocukluğu ve ilk gençliği bu ortamda
geçmiştir. Babasından ve Necid’deki hocalarından Hanbeli fıkhını ve kültürünü
almıştır. Necid dışına, Mekke, Medine ve Basra gibi şehirlere yapmış olduğu
ilmi seyahatlerinde, başka mezheplere mensup alimlerden de ders almakla
birlikte daha çok Hanbeli mezhebine mensup alimlerden ders almıştır. Görmüş
olduğu bu dersler esnasında selef alimlerinden olan îbn Teymiyye ve îbn Kayyım
el-Cevziyye’nin eserleriyle tanışmış, bu kitaplardan etkilenmiş ve bunlar büyük
oranda onun fikri altyapısını oluşturmuştur.
îbn Abdulvehhab, gerek doğup büyüdüğü Necid
coğrafyasında, gerekse ilmi seyahatleri esnasında İslam coğrafyasının değişik
bölgelerinde bir çok bid’at ve şirk tezahürleriyle karşılaşmış, görmüş olduğu
şeyler onu bir tecdid hareketine girişme ve İslam’ı bozuk akidelerden kurtarma
fikrine götürmüştür. Bu nedenle onu en çok meşgul eden mesele tevhid konusu
olmuştur. Bu konuda kendisine özellikle selef alimlerinden olan İbn Teymiyye’yi
örnek almıştır.
Tevhid konusu Muhammed b. Abdulvehhab ve
taraftarlarının meşgul olduğu en önemli meseledir. Bu yüzden muhalifleri ile
aralarında özellikle tevhid konusunda ihtilaf meydana gelmiştir. îbn
Abdulvehhab’a göre tevhid îslam dinidir. Peygamberlerin gönderilmesine,
kitapların indirilmesine neden olan şey tevhid’in açıklanması ve gereğince amel
edilmesidir.[236] [237]
Muhammed b. Abdulvehhab akaidle ilgili
meselelerde tamamen selef metodunu benimsemiştir. Özellikle selef metodunun
temsilcileri olan Ahmed b. Hanbel, îbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye’nin
eserlerinde takip ettikleri metodlan İbn Abdulvehhab da eserlerinde aynen takip
etmiştir. Bu durum usûlu’d-dîn ile alakalı olarak yazmış olduğu
Kitâbu’t-Tevhîd, Keşfu’ş-Şubuhât, Mesâilu’l-Câhiliyye gibi eserlerinde ve şahsi
mektuplarında açıkça görülmektedir.
İbn Abdulvehhab akaidle ilgili telif etmiş
olduğu eserlerinde, her şeyden önce Kur’an-ı Kerim ayetlerine ve hadislere yer
vermekte, meseleleri bu şekilde açıklama yoluna gitmektedir. Eserlerinde ayet
ve hadislerden sonra Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye
gibi selef alimlerinin görüşlerine yer vermekte, kendi görüşleri ya hiç yer
almamakta, ya da çok az yer almaktadır.
Muhammed b. Abdulvehhab’m akide konusundaki
görüşlerinin temelini tevhid meselesi oluşturmaktadır. Ona göre tevhid Hz.
Muhammed’in getirmiş olduğu en büyük farzdır. Nitekim o, Keşfu’ş-Şubuhât adlı
eserinde şöyle demektedir: “ Bil ki tevhid, peygamber’in getirmiş olduğu en
büyük farzdır. Tevhid namaz, oruç, zekat ve hac’dan daha büyüktür ve daha
önemlidir. Bu farzlardan birini inkar eden birisi kafir kabul 229 edilirken, nasıl olur da tevhidi inkar eden kişinin küfrüne
hükmedilmez?”
îbn Abdulvehhab şefaat, tevessül, adak,
kurban, Salih kimselere dua, istiğâse, kabir ziyaretleri, tevekkül gibi
meseleleri tevhid kapsamında ele alıp değerlendirmekte, bunları ibadet olarak
algılayıp, bunların Allah’tan başkasına yapılmalarını tevhid’e aykırı olarak
görmektedir. Ona göre bütün peygamberlerin asıl gönderiliş amacı, tevhid’in
hakikatini yerleştirmek ve insanları Allah’tan başka tâğutlara ibadet etmekten
sakmdırmaktır. Peygamberler bunun için gönderilmiş olduğuna göre, tevhid bütün
meselelerin aslıdır, dinin özüdür.
Muhammed b. Abdulvehhab’ın seyahatlerinde ve
vermiş olduğu derslerde zihnini en çok meşgul eden mesele, İslam’ın direği
olarak kabul ettiği tevhid konusudur. Ona göre İslam, İslam’ı kabul etmeyenlere
karşı Lâilâhe illallah ile temeyyüz etmiştir. Tevhid konusuna verdikleri bu
önemden dolayı o ve tabileri kendilerini “Muvahhidûn” (tevhid ehli) olarak
isimlendirmişlerdir. İbn Abdulvehhab, Hicaz’da bulunduğu sırada ve İslam aleminin
değişik bölgelerine yapmış olduğu seyahatlerde İslam’ın en büyük farzı olarak
kabul ettiği tevhid’in bozulduğunu, İslam dinine tevhid’e aykırı bir çok
mefsedetin girdiğini görmüştür. Ona göre evliya kabirlerini ziyaret etmek,
onlara kurban ve adak takdim edip, onlardan fayda ve zarar beklemek, türbelere
yolculuk yapıp, onlardan medet ummak gibi davranışlar tevhid’e aykırı olan
davranışlardır ve bunlar Allah’a şirk koşmaktır.[238] [239]
Tevhid konusu Vehhabiler ile muhalifleri
arasındaki ihtilaflı meselelerden biridir. Vehhabiler kendilerine göre
tevhid’in ilkeleriyle bağdaşmayan her inancı ve ameli reddetmişlerdir.
Tevhid’in ilkeleri olarak belirledikleri kriterlere aykırı davrananları tekfir
etmişler, ellerinde yeterli delil bulduklarında tevhid’e aykırı inanç ve ameli
olanların öldürülmesini caiz görmüşlerdir. îbn Abdulvehhab, Muhammed b. lyd’e
göndermiş olduğu bir mektubunda davetinin şu dört mesele ile şöhret bulduğunu
belirtmiştir: “Birincisi tevhid’in açıklanması, İkincisi şirk’in açıklanması,
üçüncüsü tevhid’in Allah’ın ve resulünün dini olduğunu bilmelerine rağmen
insanları bundan alıkoymaya çalışanlarla, şirki ve resulüllah’ın şirkle
savaşmak üzere gönderildiğini bildiği halde , bunun günah olmadığını
savunanları tekfir etmek, dördüncüsü de yeryüzünde fitne kalmayıp, din yalnız
Allah’ın oluncaya kadar savaşmak”. Her ne kadar İbn Abdulvehhab davetinin bu
dört meseleye dayandığını iddia etmiş ise de, bunlar arasında en önemlisi
tevhid konusudur. Çünkü diğer üç mesele de yine sonuçta tevhid’e dayanmaktadır.
Bütün peygamberlerin risaletleri tek bir
noktada toplanmaktadır ki o da, insanları Allah’ı birlemeye yöneltmek ve
ibadeti yalnız Allah’a has kılmaya davet etmektir.
Çünkü Allah’ı birlemeye dayanmayan her amel
batıldır ve Allah katında makbul değildir.[240] [241]
Muhammed b. Abdulvehhab’a göre insanlar saf
tevhid’den uzaklaşmışlar, tevhid’i bozan bir çok akidevi bozukluklar ortaya
çıkmıştır. Aslında Müslümanların geri kalmasına neden olan en büyük sebep, ona
göre Müslümanların halis tevhid’den uzaklaşmaları, İslam’a bir çok bid’at ve
hurafelerin girmiş olmasıdır. İşte onun asıl amacı dine sonradan sokulmuş olan
bu bozuk inançlardan İslam’ı arındırmak ve tekrar halis tevhid’i
yerleştirmektir. Bu amaçla İslam dinine sonradan girmiş olan; İslam’a ve
tevhid’e aykırı olarak gördüğü tevessül, istiğâse, istiâze, kabirlere adak ve
dua gibi şeylere karşı çıkmış, onlarla mücadele etmiş ve bu tür davranışları
şirk veya küfür olarak değerlendirmiştir.
Peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid,
Allah’ü Teâlâ’nm ilah olduğunu kabul edip Lâilâhe illallah’ı söylemek
suretiyle, ondan başkasına ibadet etmemeyi, sadece ona tevekkül etmeyi, sadece
onun için ibadet etmeyi ve ondan başkasını dost edinmemeyi içermektedir. Aynı
zamanda Allah’ın kendisi için ispat ettiği isim ve sıfatları da aynen kabul
etmek gereklidir. Nitekim Allah’ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“ilahınız tektir, ondan başka ilah yoktur, o rahman ve rahimdir” , “Kim bir
delili olmadığı halde Allah’tan başkasına dua ederse, onun hesabı rabbi
katindadır”[242] [243] işte
tevhid’i bu şekilde kabul edip inanmak gerekir.2j5
Muhammed b. Abdulvehhab, tevhid ile alakalı
konularda îbn Teymiyye’den etkilenmiş, onun tevhid konusunda takip ettiği
metodu aynen takip etmiş ve uygulamıştır. İbn Abdulvehhab, tevhid’i işlerken
İbn Teymiyye’nin üçlü taksimatını benimsemiştir.
îbn Teymiyye’ye göre, Allah’ın göndermiş
olduğu peygamberler insanları tevhîdu’r-rubûbiyye’ye davet ettikleri gibi,
tevhîdu’l-ulûhiyye’ye de davet ediyorlardı, ona göre tevhîdu’r-rubûbiyye
Allah’ı yaratmada, mülkte ve yönetmede bir kılmaktır.
Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Bil ki
yaratma ve yönetme ona aittir” , “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a
aittir”[244] [245] [246] [247]. Bu ayetler
de göstermektedir ki, Allah yaratmada, mülkiyette ve yönetmede tektir. Tevhîdu’l-ulûhiyye
ise, Allah’ı ibadette bir kılmak, ondan başka ne bir meleğe, ne bir peygambere,
ne bir veliye, ne de başka bir şahsâ ibadet etmeyip yalnızca Allah’a ibadet
etmektir. Nitekim bu durum Kur’an’da şöyle açıklanmaktadır: “Biz her ümmete Allah’a
ibadet edip, tâğutlardan sakının diye peygamber gönderdik” , “Allah’la beraber
başka bir ilaha dua etme” . Buna göre Allah’tan başka ibadet edilen şeyler
batıldır. Tevhîdu’r-rubûbiyye ve tevhîdu’l-ulûhiyye’yi İslam’a mensup olan
ehl-i kıble asla inkar edemez. Çünkü Allah rablıkta ve ilahlıkta tektir.
Tevhid’in üçüncü kısmı ise tevhîdü’l-esmâ ve’s-sıfat’tır. Bu da Allah’ın ve
resulünün Allah için belirlemiş oldukları isim ve sıfatları benimseyip, onlara
inanmaktır.[248]
İbn Kayyım el-Cevziyye’ye göre ise tevhid iki
kısımdır. Birincisi ma’rifet ve isbat noktasındaki tevhid’dir. Bu Allah’ın
rablığı ile isim ve sıfatları ile ilgili tevhid’dir. Bu tevhid Allah’ın
varlığını, isimlerini, sıfatlarım, fiillerini içermektedir. Kur’an-ı Kerim’de
Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden bahseden ayetler, ma’rifet ve isbat
noktasındaki tevhid’i ispat etmektedirler. Bu tevhid, tevhîdu’r-rubûbiyye ile
isim ve sıfat tevhidini içermektedir. Tevhid’in ikinci kısmı ise, talep ve kast
noktasındaki tevhid’dir. Bu tevhid, İbn Teymiyye’nin taksimatındaki
Tevhîdu’l-ulûhiyye veya tevhîdu’l-ibâde’ye karşılık gelmektedir. Kur’an-ı
Kerim’de insanları Allah’tan başka ibadet edilen mabudlardan ve tâğutlardan
sakındıran ve yalnızca Allah’a ibadet etmeye çağıran ayetler, talep ve kast
noktasındaki tevhid’e işaret etmektedirler.[249]
Muhammed b. Abdulvehhab hem îbn Teymiyye’den,
hem de onun öğrencisi olan îbn Kayyım el-Cevziyye’den etkilenmekle birlikte,
tevhid konusunda özellikle îbn Teymiyye’yi örnek almış ve eserlerinde onun
sistematiğini kullanmıştır. Buna göre İbn
Abdulvehhab, îbn Teymiyye gibi tevhid’i üç
kısma ayırmakta ve bu şekilde işlemektedir: Tevhîdu’r-Rubûbiyye,
Tevhîdu’l-Ulûhiyye, TevhîduT-Esmâ ve’s-Sıfat.
Tevhîdu’r-rubûbiyye Allah’ın rablıkta, rab
olarak yapmış olduğu fiillerinde bir olması, rab olarak ondan başka bir varlık
kabul etmemek demektir.
Rab kelimesi terbiye etmek, ıslah etmek,
tasarrufta bulunmak, tamamlamak, kemâle erdirmek, mesuliyetini üstlenmek,
efendisi olmak, kefil olmak, toplamak, yığmak, sahip olmak, bakmak, büyütmek,
gözetmek, sözünü geçirmek, istediğini yaptırabilmek gibi manalara gelmektedir.
Rab ismi Kur’an-ı Kerim’de Allah’ü Teâlâ’nın ulûhiyyetini belirtmek için Allah
lafz-ı celâlinden sonra en çok kullanılan kelimedir.[250]
Tevhîdu’r-rubûbiyye Allah’ü Teâlâ’nın tek
yaratıcı, rab ve rızık verici olduğunu kabul etmek[251], Allah’ın her şeyin rabbi,
yaratıcısı, maliki ve rızık vericisi olduğunu ikrar etmektir. O, hayat veren,
öldüren, fayda ve zarar verendir. Bütün işlerde yegane tasarruf sahibi odur. Bütün
hayr onun elindedir. Dilediği her şeye gücü yetmektedir ve bu konuda onun bir
ortağı bulunmamaktadır. İşte bütün bunları kabul etmeye tevhîdu’r- rubûbiyye
denilmektedir.[252]
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabileri
Tevhîdu’r-rubûbiyye’yi bir çok şekilde tarif etmektedirler. Bu tariflerden
biri, “Allah’ın alemin yaratıcısı, rızık vericisi ve yöneticisi olduğunu ikrar
edip, buna inanarak Allah’ın fiillerinde birlcnmesidir” şeklindedir. Bu her
insana vaciptir ve bu konuda İslam mezhepleri arasında herhangi bir ihtilaf
yoktur. Hatta putlara tapan Arap müşrikleri bile Allah’ı bu fiillerinde bir
olarak kabul ediyorlardı.[253]
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabileri Kur’an-ı
Kerim’de tevhîdu’r-rubûbiyye’ye delalet eden birçok ayet olduğunu ileri
sürerek, bu ayetleri eserlerinde delil olarak kullanmışlardır. “Göklerin ve
yerin hükümranlığı Allah’a aittir”[254], “Şüphesiz ki rabbiniz
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş’a istivâ eden, ayı ve yıldızlan
emrine boyun eğmiş olarak yaratandır. Bilin ki yaratmak da emretmek de ona
mahsustur. Alemlerin rabbi olan Allah ne yücedir”[255]. İşte İbn Abdulvehhab ve
tabileri Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve Allah’ın yaratmasına, yönetmesine
delalet eden bu ve benzeri ayetleri tevhîdu’r-rubûbiyye’ye delil olarak
gösterip, eserlerinde yer vermektedirler.
İbn Abdulvehhab’a göre kişi sadece
tevhîdu’r-rubûbiyye’yi kabul etmekle iman dairesine girmiş olmaz.
Tevhîdu’r-rubûbiyye’yi ikrar etmesi kişinin malını ve canım koruması için
yeterli olmaz. Çünkü Hz. Peygamber’in savaşıp kendileriyle mücadele ettiği Arap
müşrikleri Tevhîdu’r-rubûbiyye’yi ikrar ediyorlar, Allah’ın yaratan, rızık
veren, tek, ortağı bulunmayan, diriltip öldüren, bütün işleri yöneten, göklerde
ve yerde bulunan her şeye sahip olan, her şeyi tasarrufu altında bulunduran
yüce varlık olduğunu kabul ediyorlardı. Bütün bunlara delil olarak şu ayetler
gösterilebilir: “ De ki; Size yerden ve gökten kim rızık veriyor? Veya
kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim
çıkarıyor? Her türlü işi kim idare ediyor? “Allah” diyeceklerdir”[256], De ki;
Eğer biliyorsanız söyleyin bakalım, bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?
“Allah’ındır” diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünmüyor musunuz! de. Yedi kat
göklerin ve azametli arşın rabbi kimdir? diye sor. “Allah’tır” diyecekler. O
halde Allah’tan korkmuyor musunuz? de. Eğer biliyorsanız söyleyin, her şeyin
melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi
koruyup kollayan, fakat kendisi korunmaya muhtaç olmayan kimdir? diye sor.
“Allah’tır” diyecekler. Öyle ise nasıl oluyor da büyüye kapılıyorsunuz? de.”[257] Bütün bu
ayetler de göstermektedir ki , Arap müşrikleri Allah’ın rab olduğunu, yani
tevhîdu’r-rubûbiyye’yi kabul ediyorlardı. Ancak bu durum onları resulullah’ın
davet ettiği tevhid’e sokmamıştır.[258]
Arap müşrikleri Allah’ın yaratıcı, rızık
verici ve müdebbir olduğunu ikrar etmelerine rağmen, Allah’a yakınlaştırıp
şefaatçi olmaları için meleklere, Lât gibi Salih bir kimseye veya İsa gibi bir
peygambere dua ediyorlardı. İşte işlemekte oldukları bu şirklere karşı
resulullah onlarla savaşmış ve onları ibadeti yalnızca Allah’a yapmaya
çağırmıştır. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Mescitler Allah’ındır.
Allah’la birlikte bir başkasına dua etmeyin”[259]; “Gerçek davet onundur. Ondan
başkasına dua edenler , dua ettikleri şeylerden icabet göremezler”[260] [261]. İşte resulullah
bütün duanın, kurbanın, adağın, istğâsenin, kısacası bütün ibadet şekillerinin
yalnızca Allah’a yapılması için müşriklerle savaşmıştır. Böylece onların
tevhîdu’r-rubûbiyye’yi kabul etmeleri onları İslam dinine sokmamış, melekleri,
peygamberleri, evliyayı Allah’a yakınlaşmak için birer aracı ve şefaatçi kabul
etmelerinden dolayı tevhîdu’r- 253 rubûbiyye’yi kabul etmeleri mallarını ve
canlarını haram kılmamıştır.
Kelamcılar ve tasavvufçular tevhid konusunu
yanlış anlamaktadırlar. Onlara göre Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu,
varlık alemindeki her şeyin onun tasarrufu ile meydana geldiğini, yani
tevhîdu’r-rubûbiyye’yi ikrar edince tevhid tüm yönleriyle ispat edilmiş
olmaktadır. Halbuki tevhid sadece bundan ibaret değildir. Kişi sadece Allah’ı şanına
layık olan sıfatlarla tavsif edip, şanına layık olmayan sıfatları ondan
nefyetmekle, onu bütün noksanlıklardan tenzih edip, onun her şeyin yaratıcısı
olduğunu ikrar etmekle gerçek anlamda muvahhid olamaz. Kişinin gerçek anlamda
tevhid ehli olabilmesi için, “Lâilâhe illallah”ı söylemesi, sadece Allah’ı
ibadete layık gerçek bir ilah olarak kabul etmesi ve bütün ibadet çeşitlerini
yalnızca Allah için yapıp, Allah’a herhangi bir şeyi ibadette ortak koşmaması
gerekmektedir.[262]
Vehhabiliğin muhaliflerine göre tevhid’in
tevhîdu’r-rubûbiyye ve tevhîdu’l- ulûhiyye şeklinde ikiye ayrılıp ele alınması
gereksiz bir şeydir. Çünkü Kur’an’da ve sünnette böyle bir ayrım yapılmamıştır.
Ayrıca tevhîdu’r-rubûbiyye tevhîdu’l- ulûhiyye’yeyi de içermektedir. “Lâilâhe
illallah”taki ilah kelimesi hem tevhîdu’r- rubûbiyye, hem de tevhîdu’l-ulûhiyye
anlamını karşılamaktadır. Yine rab kelimesi de aynı zamanda ilah kelimesini
karşılamaktadır. Eğer tevhid’i bu şekilde iki bölüme ayırmak gerekli olsaydı
daha önce yapılırdı. Buna göre rubûbiyet ve ulûhiyet mü’min için aynı manayı
vermektedir. Vehhabiler ise, bazen rab kelimesinin ilah anlamı verdiğini kabul
ederler. Ancak her ne kadar bu kelimeler aynı anlamda kullanılıyorsa da,
gerçekte iki farklı kelimedirler ve her birinin kendine has anlamı vardır.
Öyleyse tevhîdu’r-rubûbiyye Allah’ın mülkte ve tasarrufta birlenmesi,
tevhîdu’l-ulûhiyye ise, Allah’ın ibadette birlenmesidir. Tevhîdu’r-rubûbiyye’yi
ikrar etmek kişiyi Müslüman kılmaz. Çünkü onu ikrar etmek sadece Müslümanlara
has bir şey değildir. Resulullah zamanındaki müşikler tevhîdu’r-rubûbiyye’yi
ikrar ediyorlardı. Ancak bu onları mü’min kılmadı. Çünkü tevhîdu’l-ulûhiyye
Müslüman ile Müslüman olmayanlar arasındaki alâmet-i fârikadır. Yine
bilinmektedir ki, resulullah kavmini sadece Allah’ın yaratıcı, nzık verici ve
müdebbir olduğuna inanmaya davet etmedi. O aynı zamanda ibadetin de yalnızca
Allah’a yapılmasına davet etmiştir.
Bir kimsenin Allah’ın her şeyin rabbi ve
yaratıcısı olduğunu ikrar etmesi, bu kimsenin sadece ona ibadet eden, sadece,
ona dua eden, sadece ondan korkup bunları bir başkasına yapmayan, Allah’ın
resulüne itaat edip, onun emrettiğini emreden ve nehyettiğini nehyeden bir
kimse olduğu anlamına gelmez. Müşriklerin büyük çoğunluğu Allah’ın her şeyin
yaratıcısı olduğunu ikrar ediyorlardı. Ancak onlar aynı zamanda şefaatçiler
edinerek Allah’a ortak koştular. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah’tan başka kendilerine ne yarar, ne de zarar sağlamayan şeylere ibadet
ediyorlar ve bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir diyorlar” , “insanlardan,
Allah’tan başka ilahlar edinip, Allah’ı sever gibi onları sevenler vardır”[263] [264] [265] [266]. Buna göre
mü’min olmak için sadece tevhîdu’r-rubûbiyye’yi kabul etmek yeterli değildir.
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabileri,
tevhîdu’r-rubûbiyye’yi Allah’ın yaratmasında, bütün alemlerin rabbi olmasında
ve alemdeki olan-biten her şeyin onun tasarrufu altında bulunması noktasında
Allah’ın bir ve tek kabul edilmesi, ona bu konularda herhangi bir ortak
koşulmaması olarak kabul etmektedirler. Bu anlamda tevhîdu’r-rubûbiyye’yi
Allah’ın ibadette tek kabul edilip, sadece Allah’a ibadet etmek, ondan başka
ibadet edecek bir varlık kabul etmemek anlamlarına gelen tevhîdu’I-
ulûhiyye’den ayırmaktadırlar. Nitekim bu ayrıma delil olarak da resulullah’m
Allah’ın rubûbiyetini kabul eden Arap müşrikleri ile savaşmasım
göstermektedirler.
Vehhabilere göre Arap müştikleri Allah’ın tek
yaratıcı, alem üzerindeki tek tasarruf sahibi olduğunu kabul ediyorlardı. Ancak
bu onları Müslüman ve tevhid ehli kılmamıştır. Çünkü onlar Allah’ı ibadette bir
kılmıyor, Allah’tan başka varlıklara da ibadet şekilleri olan istiğâse
tevessül, şefaat ve dua gibi şeylerde bulunuyorlardı. îşte
tevhîdu’r-rubûbiyye’yi kabul edip, tevhîdu’l-ulûhiyye’ye uygun davranmamaları
onların mallarını ve canlarını haram kılmaya yetmemiştir. Kısacası Vehhabilere
göre bir kişinin Müslüman olarak kabul edilebilmesi için tevhîdu’r-rubûbiyye’yi
ikrar etmesi yeterli değildir. Aynı zamanda tevhîdu’l-ulûhiyye’yi kabul edip,
Allah’tan başka ibadete layık hiçbir varlık tanımaması gereklidir.
TevhîduT-ulûhiyye Allah’ın ilah olduğunu
kabul etmek ve onu ibadette bir kılmaktır.[267] Tevhid Allah’ı ibadette bir
kılmaktır ve onun peygamberler göndermesinin en büyük sebebidir.[268] [269] [270]
TevhîduT-ulûhiyye zahirleri ve batınlarıyla bütün ibadetleri 261 yalnızca
Allah’a has kılıp, ibadette ona herhangi bir şeyi ortak koşmamaktır.
TevhîduT-ulûhiyye
sadece Allah’a ibadet etmek, hiçbir şeyi ibadette ona ortak koşmamak;
muhabbeti, korkuyu, ümidi, tevekkülü yalnızca Allah’a has kılıp, ona • 262
ibadette hiçbir denk kabul etmemektir.
TevhîduT-ulûhiyye tevhîdu’r-rubûbiyye ile
tevhîdu’l-esmâ ve’s-sıfat’ı da içermektedir. Çünkü ulûhiyet hem kemal
sıfatlarını, hem de rubûbiyet sıfatlarını içine alan geniş bir kavramdır.[271]
Tevhîdu’l-ulûhiyye’ye, tevhîdu’l-ibâde veya tevhîd-i amelî de denilmektedir.
“Lâilâhe illallah’Tn anlamı, Allah’tan başka
ne olursa olsun bütün ilahları nefyetmek, ulûhiyetin yalnızca Allah’a ait
olduğunu ispat etmektir. îşte bütün peygamberlerin kavimlerini davet ettikleri
tevhid budur. Kur’an-ı Kerim başından sonuna kadar buna delalet eden ayetlerle
doludur. Kelime-i tevhid’i kalple iman etmeden ve gereğince amel etmeden
söylemek hiçbir işe yaramaz. Kim kelime-i tevhid’i kalbiyle iman etmeden ve
gereğince amel etmeden söylerse, o saf cahildir. Müşrikler kelime-i tevhid’i
lafzen ikrar etmişler, manen ise inkar etmişlerdir. Onlar bunu lafzen
söyledikleri halde, sevgi, ta’zim, havf, reca, tevekkül gibi ibadet çeşitlerini
Allah’tan başka varlıklara da yapıyorlardı.[272] [273] [274]
“insanlardan Allah’tan başka dostlar edinip,
onları Allah gibi sevenler vardır” bu ayet göstermektedir ki, bazı kişiler
Allah’ı büyük bir sevgiyle sevmekte, fakat bu onları Müslüman kılmamaktadır.
Allah’a denk kıldığı şeyi Allah’tan çok seven nasıl Müslüman olabilir?
Resulullah da şöyle buyurmaktadır: “Kim Lâilâhe illallah deyip, Allah’tan başka
dua ettiklerini bırakırsa, malı ve kanı haram olur, onun hesabı Allah’a
aittir.” İşte bu hadis kelime-i tevhid’in en büyük açıklamasıdır. Kelime-i
tevhid’i telaffuz etmek malı ve kanı korumaya yetmemekte, lafzıyla birlikte
manasının da bilinmesi, Allah’tan başka dua edecek, ona ortak kılacak bir
varlığın olmaması gerekir. Kişinin Müslüman olup, kanının ve malının haram
olabilmesi için, Allah’tan başka ibadet ettiği her şeyi inkar edip terk etmesi
gerekir. Eğer bunu yapmazsa veya bunda 266
şüphe ederse malı ve kanı haram
olmaz.
Tevhîdu’l-ulûhiyye muhabbeti, korkuyu, ümidi,
tevekkülü ve duayı yalnızca Allah’a has kılıp, bu ibadet çeşitlerini yalnızca
Allah’a yapmaktır. Allah’tan başka ne bir mukarreb meleği, ne de bir
peygamber’i Allah’la birlikte ibadete layık görmemek gerekir. Allah şu
ayetlerde tevhîdu’l-ulûhiyye’yi açıklamaktadır: “ yalnız sana ibadet eder,
yalnız senden yardım dileriz”[275]; “Ona
ibadet et ve ona tevekkül et. Rabbin yaptıklarından gafil değildir”[276] [277] [278]; “O
göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin rabbidir. Ona ibadet et” ; “Ona
tevekkül eder ve ona yönelirim” . işte bu tevhid dinin başı ve sonu, zahiri ve
batınıdır. Bu peygamberlerin ilk ve son davetidir. Lâilâhe illallah’m manası da
budur. Bütün yaratılanlar tevhîdu’l-ulûhiyye için yaratılmışlardır. Bu yüzden
peygamberler gönderilmiş, kitaplar indirilmiş, insanlar bu yüzden kafir ve
mü’min diye iki gruba ayrılmışlar, cennet ve cehennem ehli olarak insanlar bu
yüzden ikiye ayrılmışlardır. Allah şöyle buyurmaktadır: “”Ey insanlar, sizi ve
sizden öncekileri yaratan rabbinize ibadet edin. Umulur ki sakınırsınız.”[279] [280]. İşte bu
Kur’an’daki ilk ve en *77?
önemli emirdir.
Allah insanları sadece kendisine ibadet
etmeleri için yaratmıştır. Nitekim o Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”[281] [282]. Allah
insanları kendisine ibadet etmek için yarattığına göre, namazın yalnız abdestle
sahih olması gibi, ibadet de ancak tevhid’le sahih olur.
Herhangi bir sıkıntıyı gidermesi veya bir
menfaat sağlaması için hiçbir mahluka güvenmemek ve yardım istememek gerekir.
Çünkü bunları sağlamak yalnızca Allah’ın elindedir. Hayır talebi veya bir
belanın defi için kalbin Allah’tan başkasına yönelmesi şirktir.[283]
Kelime-i tevhid İslam ile küfrü ayıran
şeydir. Bu kelimeyi manasını bilmeksizin dille söylemek yeterli değildir. Çünkü
münafıklar bunu dilleriyle söylemekteydiler. Halbuki onlar cehennemin en alt
tabakasında yer alacaklardır. Kelime-i tevhid’i kalple tasdik etmek, tevhid
ehline sevgi beslemek, ona muhalefet edene buğzetmek gereklidir. Lâilâhe
illallah Allah ile kul arasındaki bütün vasıtaları iptal eder. Allah ile kul
arasında velayet gibi şeylerle vasıtalar kılmak tevhîdu’l-ulûhiyye’ye
aykırıdır. Resulullah’ın savaştığı müşrikler Salihlere, meleklere, İsa’ya, Uzeyr’e
ve başka evliyalara dua ediyorlardı. Bu kimseler Allah’ın yaratıcı ve rızık
verici olduğunu ikrar etmelerine rağmen, tevh’idu’l-ulûhiyye’yi kabul etmeyip,
Allah’tan başkasına ibadet çeşitlerini yaptıkları için kafir olmuşlardır.[284]
Resulullah’m davet ettiği tevhid, ulûhiyyeti
bütün yönleriyle Allah’a ait kılıp, Allah’tan başka mabud olmadığına şahitlik
etmektir. Allah bu büyük sebepten dolayı bütün yaratıkları yaratmış, bunun
bilgisi ve gereğince amel için bütün peygamberleri göndermiştir. îlah, kalplerin
ibadeti, istiğâseyi, duayı, recayı, tevekkülü yaptığı varlıktır. Kim bu ilahlık
özelliklerinden veya ibadet çeşitlerinden birini bir mahluka verirse, ilah
olarak nitelendirmese bile, onu Allah ile beraber ilah kılmış olur.[285]
Tevhîdu’l-ulûhiyye ibadette birliği ve ihlası
gerektirir. Bu yüzden buna tevhîd-i amelî de denilmektedir. Çünkü
tevhîdu’l-ulûhiyye bütün amelleri yalnız Allah’a has kılmaya dayanır. Kur’an-ı
Kerim’de bununla ilgili pek çok ayet mevcuttur. Allah bu tevhîd’e uyanlara
daimi nimetleri, muhalefet edenlere de elim azabı Kur’an’da vaat etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’deki bütün sure ve ayetler tevhîdu’l-ulûhiyyeyi içerir ve buna
çağırır. Nitekim Kur’an-ı Kerim Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden haber
vermektedir. Bu ise tevhîd-i rubûbiyye’dir. Tevhîdu’l-ulûhiyye İslam Dininin
hakikatidir. Allah bu olmaksızın hiç kimseden hiçbir şeyi kabul etmez. İslam
Allah’a ibadet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Bu ise emredileni yapma,
nehyedileni terk etme ve yalnızca Allah’a yönelme ile gerçekleşir. TevhîduT-ulûhiyye
bütün ibadet çeşitlerinin yalnızca Allah’ yapılmasını farz kılar. Kim Allah ile
bir başka varlık arasına bu ibadetlerden birini sokarsa o müşriktir.
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabilerine göre
tevhîdu’l-ulûhiyye veya tevhîdu’l- ibâde tevhid’in en önemli kısmıdır. Bu
yüzden de tevhîdu’r-rubûbiyye ile onun arasındaki farkı ayırt etmek gerekir.
TevhîduT-uluhiyye’ye verdikleri bu önemden dolayı tevhidin tamamını buna uygun
ve mutabık olarak anlama yönüne gitmişler ve “tevhid, Allah’ın ibadette birlenmesidir”
demişlerdir.[286]
İmanın manası Allah’ı tek mabud kabul edip,
ondan başka mabud kılmamak ve bütün ibadet çeşitlerini yalnız Allah’a
yapmaktır. Allah’tan başka ibadete layık hiçbirvarlık görmeyip bütün mabudları
nefyetmek gerekir. İman ihlas ehlini sevip dost olmak, şirk ehline buğzedip
düşman olmaktır. İşte Hz. İbrahim’in yolu olan haniflik budur.[287] [288] [289]
Ulûhiyyet ibadet anlamına gelir. Allah’tan
başkasına ibadetin yapılmaması gereklidir. Çünkü Allah’tan başkasına yapılan
ibadet kabul olunmaz ve sahih olmaz. Lâilâhe illallah ibadette tevhid’dir.
Allah’tan başkasına ibadet edenleri tekfir etmedikçe gerçek muvahhid olunamaz.
Lâilâhe illallah söylenirken aynı zamanda ilim, ihlas, sıdk, yakîn olması ve
şüphenin olmaması gereklidir. Kişi işte bu şekilde inanıp, bunları kabul 280
etmedikçe gerçek tevhid ehli olamaz.
îbn Abdulvehhab’a göre tevhîdu’l-ubûdiyye
Allah’ın peygamber göndermesinin asıl sebebidir. O Necid’de ve Necid dışına
yapmış olduğu seyahatleri esnasında bazı kimselerin enbiyanın ve evliyanın
kabirlerini ilah kıldıklarını, yine bazı mağara ve ağaçları mabud kılarak,
onlara adak, kurban, istiâne, istiğâse ve dua gibi birçok ibadet şekillerini
yapmakta olduklarını görmüştür. Halbuki bu tür ibadetlerin sadece Allah’a
yapılması gerekir. îbn Abdulvehhab bu tür şeylere karşı çıkarak, ibadetin
sadece Allah’ın emrine itaat etmek olduğunu açıklamıştır. Ona göre ibadet
kelimesi, Allah’ın sevip razı olduğu bütün söz ve amelleri kendinde toplayan
bir kelimedir. Buna göre namaz, oruç, zekat, kurban, adak, tavaf, istiâne,
istiğâse ve dua birer ibadettirler. Kim bunlardan herhangi birini Allah’tan
başkası için yaparsa Allah’a ortak koşmuş olur, o 901 kimse müşriktir.
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabilerine göre
tevhîdu’l-ulûhiyye’yi tevhîdu’r- rubûbiyye’den ayıran en önemli fark,
tevhîdu’r-rubûbiyye’nin Allah’ın yaratıcı, rızık verici ve yöneten olması;
tevhîdu’l-ulûhiyye’nin ise Allah’tan başka ibadet edilecek hiçbir mahlukun
olmaması, Allah’ın bütün ibadet çeşitlerinde birlenmesidir. Onlara göre
tevhid’den asıl maksat, tevhîdu’l-ulûhiyye’dir. Allah’ın peygamber ve kutsal
kitap göndermesinin asıl sebebi tevhîdu’l-ulûhiyye’yi yerleştirmektir. Nitekim
Hz. Peygamber’in geldiği dönemde Arap müşrikleri Allah’ın yaratıcı, rızık
verici ve müdebbir olduğunu biliyorlar ve kabul ediyorlardı. Ancak Lât gibi
Salih kimseleri, İsa gibi peygamberleri ve melekleri Allah’a ibadette ortak
koşarak, onlara ibadet ediyorlardı. Onlar Allah’ın varlığını kabul etmelerine
rağmen resulullah aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin hepsiyle savaşmıştır.
Bu da göstermektedir ki, sadece Lâilâhe illallah demek veya sadece Allah’a
inanmak kişinin Müslüman olmasına yetmemekte, kişinin malım ve canım haram kılmamaktadır.
Lâilâhe illallah’ı söylemek ve Allah’a inanmakla birlikte, bunların anlamının
bilinmesi, davranışlarda gösterilmesi, yani amel edilmesi gerekir. Kim kelime-i
tevhid’in gereğince amel etmezse, onun malı ve cam muvahhidlere helaldir.
Tevhîdu’l-ulûhiyye’nin gereği olarak
Allah’tan başkasına ibadet çeşitlerini sarfetmeyip, Allah’ı ibadete layık tek
varlık olarak kabul etmek gerekir. Buna göre muhabbet[290], korku[291], tevekkül[292], dua ve şefaat talebi[293], kurban[294], adak[295], tavaf[296], tevbe[297], istiğâse[298] gibi
şeylerin tamamı, Kur’an-ı Kerim’de delilleri olan ve Allah’tan başkasına
yapılması caiz olmayan, bir başka varlığa yapıldıklarında tevhîdu’l-
ulûhiyye’ye zarar veren birer ibadet çeşididirler.[299]
Cenâb-ı Allah zatında her bakımdan bir ve tek
olduğu gibi sıfatlarında da birdir. Allah’ü Teâlâ’yı anlayabilmemiz için
kendisinin bize bildirdiği vasıflara ve özelliklere onun sıfatları denilmiştir.
Kur’an’da ve hadiste Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilen sıfatların bir kısmı sadece
kendisine hastır. Ondan başka hiçbir varlık için söz konusu edilemez. Bir kısmı
da kelime ve kavram olarak yaratıklar için de kullanılır. Bununla beraber onun
bütün vasıfları mahiyeti, içyüzü, asli özellikleri bakımından kendine hastır,
hiçbir yaratığın sıfatına benzemez.[300] İşte buna tevhîdu’l-esmâ
ve’s-sıfat denir.
Tevhîdu’l-esmâ ve’s-sıfat Allah’ın bizzat
kendisini ve resullerinin gerek ispat(kabul), gerekse nefyetme (reddetme)
açısından Allah’ı vasıflandırdıkları şeylerle vasıflandınlmasıdır. Kendisinin
kendisi hakkında ispat ettiğinin kabul edilmesi ve nefyettiğinin de
reddedilmesidir.[301] Allah’ın
her şeyi bilen, heşeye kadir, işiten, gören, arş’a istiva etmiş, ortak
koşulanlardan münezzeh olduğunu kabul edip, esmâ-i hüsnâ’sını ve sıfatlarım
kabul etmektir.[302] [303] [304]
Allah’ın isim ve sıfatlan
konusunda birçok görüş ortaya çıkmıştır. Bazı kimseler Allah’ın ne varlıkla, ne
de yoklukla vasıflandırılamayacağım savunmuşlardır. Onlara göre Allah varlıkla
vasıflandmlırsa yaratılmışlara benzetilmiş, yoklukla vasıflandınlırsa yok
olanlara benzetilmiş olur. Bu yüzden Allah’tan varlık ve yokluk kavramlarının
nefyedilmesi gerekir. Bir diğer görüşe göre Allah’ın sıfatları ispat edilmez,
bu sıfatların zıtlarının Allah’tan nefyedilmesi gerekir. Bazı kimseler ise,
Allah’ın isimlerini ispat edip, sıfatlarını reddetmişlerdir. Böylece Allah’ın
isim ve sıfatlan konusunda Cehmiyye, Mu’tezile, Müşebbihe, Sıfâtiyye gibi
birçok farklı görüş ve mezhep ortaya i 295
çıkmıştır.
Tevhîdu’l-esmâ ve’s-sıfat Allah’ın
isimlerinde ve sıfatlarında birlenmesidir. îbn Abdulvehhab ve tabilerine göre,
tevhîdu’r-rubûbiyye ve tevhîdu’l-ulûhiyye tevhîdu’l- esmâ ve’s-sıfat ile tamam
olur. Onlar Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de kendisi için, resulünün de hadislerinde
Allah için ispat etmiş olduğu isim ve sıfatlan tahrif, ta’til, temsil ve
keyfiyet olmaksızın kabul ederler. Allah’ın ve resulünün nefyetmiş olduğu
şeyleri de nefyederler. Cevher, cisim, araz gibi hakkında ispat veya nefy
olmayan meselelerde ise susmayı tercih ederler. Onlara göre kim Allah cevher,
cisim veya arazdır derse bid’atçidir. Kim de Allah bunlar değildir derse, o da
bid’atçidir. Çünkü bu 296 mesele hakkında görüş belirtmekten kaçınılması
gereken bir meseledir.
Vehhabilere göre, Allah’ın muayyen bir sayıda
sıfatı yoktur. Kur’an’da ve hadislerde varid olan bütün sıfatları kabul edip,
hakikatine iman etmek gerekir. Çünkü
Kur’an’da ve hadislerde yer alan şeyler
haktır. Mu’tezile’nin Allah’tan nefyedilmesi gereken sıfatları tefsir etmesini
sahih tevhid’e aykırı görürler. Allah bütün ulûhiyet sıfatları ile mevcuttur.
Onlar Allah’ın sıfatlarını inkar edip, hepsini bir sıfat olarak kabul edenlere
de karşı çıkarlar. Çünkü bu durum vahdet-i vücud’a yol açar. Allah ihlas
suresinde kendisini iki büyük sıfatla , “ehad” ve “samed” sıfatlarıyla
vasıflandırmıştır. Onun sıfatları hiçbir şekilde yaratılmışların sıfatlarına
benzemez. “Ehad” sıfatı Allah ile yaratılmışlar arasındaki bütün benzerlikleri
nefyeder. “Samed” sıfatı ise, Allah için bütün kemal sıfatlan ispat edip, kemal
olmayan sıfatları ondan nefyeder. Örneğin, Allah’tan “zulüm” sıfatı
nefyedildiğinde, onun zıddı olan “adalet” sıfatı Allah için ispat 907 edilmiş
olur.
İbn Abdulvehhab ve tabileri, Allah’ın
sıfatlan konusunda selefin yolunu takip ettiklerini iddia ederler. Selef yolu
ise, muattıla ile müşebbihe arasında bir yerdedir. Mu’tezile Allah’ın
sıfatlarım nefyedip, sahih olmayan bir şekilde onları te’vil etmektedir.
Örneğin Kur’an’da geçen “istivâ” kelimesini “istilâ” olarak tefsir etmekte,
böylece te’vil ve tahrife düşmektedirler. Bir diğer grup olan müşebbihe ise,
“istivâ”yı insanın oturması gibi tefsir etmekte ve teşbihe düşmektedirler. İbn
Abdulvehhab ve tabileri ise bu konuda selefin yolunu takip ederek Malik b.
Enes’in: “ İstivâ malumdur, keyfiyeti meçhuldür, ona iman etmek vaciptir ve ondan
sual etmek bid’attir” sözüne uymaktadırlar. Onlar istivâ konusundaki bu
görüşlerini Allah’ın diğer sıfatlarına da tatbik ederler. Çünkü Allah
keyfiyetini bildirmeksizin kendisini o şekilde vasıflandırmıştır, dolayısıyla
öylece inanmak gerekir. Allah keyfiyetini bikldirmeksizin zatını nasıl ispat
etmişse, keyfiyetiyle ilgili konuşmaksızın sıfatlarını da öylece kabul edip,
inanmak gerekir.[305] [306]
Allah’ın ve resulullah’m vasıflandırdığı
sıfatlardan başka sıfatlarla Allah’ı tavsif etmek caiz değildir. Bunu yapan
kişi Cehmiyye’dendir, Allah’a hakkında bilgi sahibi olmadığı bir şeyi isnat
etmekte ve delalete düşmektedir. Allah’ın kitabında ve resulünün hadislerinde
bulunan sıfatlar haricinde kim Allah’a sıfatlar eklerse bu kişi
Cehmiyye’dendir. Cehmî’ler ise, müteşabihlerle uğraşmışlar ve kafir
olmuşlardır. Ehl-i Sünnet Allah’ın ve resulünün bildirmiş olduğu sıfatları
kabul etmiş, temsil, tenzil, ta’til
yoluna başvurmamıştır. Ehl-i
Sünnet, Cehmiyye ve ehl-i bid’at’m Allah’a atfettiği, Allah’ın azameti ve
celâliyle uyuşmayacak olan ayıp, kusur ve noksanlıklardan Allah’ı •i t 299
tenzih etmişlerdir.
Muhammed b. Abdulvehhab, isim ve sıfat
konusundaki bir mektubunda , Allah’ın ayetlerde ve sahih hadislerde yer alan
isim ve sıfatlarının teşbih, temsil ve ta’til’e yer vermeksizin kabul edilip
inanılması gerektiğini söylemektedir. Ona göre Allah kendisini nasıl
vasıflandırdıysa öylece inanmak, isim ve sıfatlarında artırma ve eksiltme
yapmamak gereklidir. Ayrıca bu isim ve sıfatlara tefsir ve te’vil edilmeksizin
zahirleriyle inanılmalıdır. Allah’ın isim ve sıfatları mahlukların sıfatlarına
benzetilmemeli, bunların manası da söyleyenine bırakılmalıdır. İmam Malik’in
istivâ konusunda vermiş olduğu cevap yeterlidir ve nüzul, vech, yed gibi diğer
haberi sıfatlar için de geçerlidir.[307] [308] [309]
İbn Abdulvehhab ve tabileri selefin, Allah’ın
isim ve sıfatları konusunda nasslarm zahirlerine sarılıp, arkasındaki manayı ve
hikmeti anlamak için gayret göstermedikleri iddiasını reddederler. Onlara göre
selef, bu isim ve sıfatların manasını bunları tefsir edenlerden daha iyi
anlamaktaydılar. Çünkü bu nasslar onların zamanında ve onların diliyle nazil
olmuştur. Vehhabiler, sıfatlarla ilgili ayetlerin zahiri manada anlaşılmayıp,
mecazi olarak anlaşılması gerektiğini iddia eden muattıla’ya da karşı çıkarlar.
Çünkü bu görüş gerçek akideyi bozar. Bu ayetlerin mecaz olduğunu iddia etmek
Kur’an’m ve vahyin gereksiz olduğu sonucuna götürür. Halbuki Kur’an insanları
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiştir. Yine bu görüş, Hz. Peygamber’in
bu ayetlerin anlamını bilmediği veya bildiği halde açıklamadığı sonucuna
götürür ki, bu da peygamber’in peygamberlik vasfına halel getirir. Dolayısıyla
bu görüş, Kur’an’m ve peygamber’in gerekli olmadığı sonucuna götürür kı bu çok
tehlikeli bir görüştür.
Vehhabiler Allah’ın kelam sıfatını kabul
ederler. Allah’ın dilediği zaman konuştuğuna, onun kelamının harfler ve
seslerden meydana geldiğine inanırlar. Kur’an’m Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz.
Muhammed’e indirilmiş Allah kelamı olduğunu kabul ederler. Allah’ın kelam
sıfatı yaratılmamış sıfatlarından biri olduğu için Kur’an mahluk değildir.
Onlar, Kur’an’m mahluk olduğunu iddia edenlere de, bu konuda bir görüş
belirtmeyip ne mahluk, ne de gayr-ı mahluk olduğunu kabul etmeyenlere de karşı
çıkarlar. Ancak Kur’an’m kendisi ile kıraati farklıdır. Kur’an’m kendisi Allah
kelamıdır ve mahluk değildir. Ancak kıratı, yani insanın onu okuması mahluktur.
Çünkü insanın bizzat kendisi mahluktur.
Vehhabiler diğer konularda olduğu gibi,
tevhîdu’l-esmâ ve’s-sıfat meselesinde de selef yolunu takip etmektedirler. Bu
konuda özellikle İbn Teymiyye’nin metodunu kullanmışlardır. Allah’ın Kur’an’da,
resulullahm da sahih hadislerde Allah için ispat etmiş olduğu bütün isim ve
sıfatlan herhangi bir te’vil, tefsir ve ta’tile düşmeksizin olduklan gibi kabul
ederler. Yed, vech, ayn, istiva gibi müteşabih haberi sıfatlar konusunda ise,
Malik b. Enes’in; “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür, ona iman etmek
vaciptir, ondan sual etmek bid’attır” sözüne aynen katılmaktadırlar. [310]
Şirk sözlükte ortak olmak, ortak koşmak ve
ortak kabul etmek anlamlarına gelmektedir. Istılahi olarak ise, Allah’ü
Teâlâ’ya zatında, sıfatlarında, fillerinde veya ona ibadette ortak tanımak, bu
noktalarda onun benzeri, dengi, ortağı olduğunu söylemektir.[311] Lügatta
örtmek manasına gelen küfür ise, Hz. Peygamber’i Allah’ü Teâlâ’dan getirdiği
kesin olarak sabit olan şeylerde yalanlayıp, tevatüren bize ulaşmış bulunan
esaslardan birini veya birkaçını inkar etmek anlamına gelmektedir.[312]
Doğru ve gerçek inancı örten ve iman etmeyen
manasına gelen “kâfir” ( ç.küffâr ve kefere), kâfir olarak ölürse cehennemde
ebedi azaba uğrayacaktır. Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “ Şüphesiz ki
ayetlerimizi inkar etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlar. İşte Allah’ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Onlar o lanet ve ateş
içinde devamlı olarak kalıcıdırlar. Onlardan ne azap hafifletilir, ne de
kendilerine göz açtırılır”[313], “Şüphe yok
ki cehennem kâfirleri kuşatıcıdır”[314], “Kâfirlerin cehennemden
kurtulma ümitleri yoktur. Azap onlardan hafifletilmeyecek, onlar bunun içinde
umutsuz susayacaklardır”[315]
Şirk en büyük günahtır. Cenab-ı Allah şirki
affetmeyeceğini belirtmiş ve bu günahı işleyenin cennet yüzü görmeyeceğini
haber vermiştir. “Şüphe yok ki Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez.
Bundan başka dilediği kimselerin günahlarını bağışlar”[316] “Hakikat şu ki; kim Allah’a
ortak koşarsa, şüphesiz ki Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer
ateştir”[317].
Şirk ile küfür birbirine yakın iki mefhumdur.
Aralarındaki fark küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu manada
her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Çünkü şirk sadece Allah’a
ortak koşma neticesinde meydana gelir. Küfür ise küfür olduğu bilinen birtakım
inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de Allah’a ortak
tanımak, yani şirktir. Mesela mecusilikte olduğu gibi iki ilah’m varlığını
kabul etmek hem küfür, hem de şirktir. Halbuki ahiret gününe inanmamak küfürdür
ama şirk değildir. Kur’an’ı Kerim’de müşriklerle ehl-i kitab kafirlerin iki 11
A zümresi olarak zikredilmektedir.
Tevhid’e zıt olan şirkin beş çeşidi vardır:
Şirk-i istiklâl Mecusiler gibi iki ilah kabul edenlerin şirkidir. Şirk-i teb’iz
Allah’ü Teâlâ’mn bir olduğunu kabul etmekle beraber, onun ilahlardan mürekkeb
olduğuna inananların şirkidir. Buna örnek Hristiyanlardaki teslis inancıdır.
Şirk-i takrib alemin yaratıcısının bir olduğunu söylemekle birlikte, Allah’a
yakınlık sağlamak ve Allah katında aracı olsun diye Allah’tan başka heykellere,
putlara tapanların şirkidir. îlk dönem cahiliye Araplarınm şirki bu çeşittir.
Şirk-i taklid sonraki Cahiliye Araplannda olduğu gibi, sırf önceki atalarını
taklit ederek, putlara ilah adını verenlerin şirkidir. Şirk-i esbâb ise,
kainattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratmasıyla değil de, eşyanın kendi
kendisinin sebebi ve yaratıcısı olduğuna inananların şirkidir. Tabiatçı ve
maddeci filozofların şirki gibi.
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabilerine göre
şirk en büyük günahtır ve Allah bu günahı affetmeyeceğini bildirmiştir. Bu
nedenle kişinin şirke düşmekten korkması gerekir. Şirke düşmemek için dua,
havf, recâ, tevekkül ve diğer ibadet çeşitlerini yalnız Allah’a yapmak gerekir.
Kim bu ibadet çeşitlerinden birini bir mahluka yaparsa, mahluku hâlıka
benezetmiş olur ki bu şirktir. Buna göre bütün ibadetin, ta’zimin, ümidin,
korkunun, duanın, yardım dilemenin, tevbenin, tevekkülün, istiğâsenin, sevginin
aklen, şer’an ve fıtraten yalnızca Allah’a yapılması gereklidir. Kim bunları Allah’tan
başkasına yaparsa, yaptığı şeyi Allah’a benzetmiş olur. Halbuki Allah’ın eşi
312 ve benzeri yoktur. Bunu yapan kimse müşriktir ve Allah onu asla
affetmeyecektir.
Şirk de tevhid gibi üçe ayrılmaktadır.
Birincisi rubûbiyet şirkidir. Buna ta’til şirki de denir. Firavun’un şirkiyle,
alemin ezeli ve ebedi olduğunu iddia eden filozofların şirki bu nevidendir. îbn
Arabi gibi vahdet-i vücûd’u savunanların, cehmiyye ve karamita gibi Allah’ın
sıfatlarını ta’til edenlerin şirkleri de bu nevidendir. Rububiyet şirkinin bir
diğer çeşidi de Allah’ın isim, sıfat ve rubûbiyetini ta’til etmeden başka bir [318] [319] [320] ilah
edinenlerin şirkidir. Örneğin üç ilah kabul eden Hristiyanlann, hayrı nur’a,
şerri de karanlığa isnat eden Mecusilerin, sabiilerin şirkleri hep bu türdendir.
Evliyanın ruhlarının ölümlerinden sonra tasarrufta bulunduğunu iddia edip,
kabirlere ibadet edenler bu şirki işlemektedirler. Onlar kabirlerdekilerin
hacetleri ve sıkıntıları giderdiğini, kendilerine çağıranlara yardım
ettiklerini, onlara sığınanları koruduklarım iddia etmektedirler. îşte bütün bu
kimseler rubûbiyet şirki işlemektedirler.[321]
Şirkin ikinci çeşidi tevhîd-i esmâ ve’s-sıfat’ta şirktir.
Bu rubûbiyet şirkine göre daha hafiftir. Yaratıcıyı yaratılmışa teşbih edip,
Allah’ın eli elim, görmesi görmem, işitmesi işitmem, istivâ’sı oturmam gibidir
diyenlerin şirki bu çeşittendir. Lât ve Uzzâ gibi ulûhiyet isimlerini başka
varlıklara verenlerin şirki de tevhîd-i esmâ ve’s-sıfat’ta şirktir.[322]
Şirkin üçüncü çeşidi tevhîdu’l-ulûhiyye ve ibâde’de şirktir
ki bu en büyük şirk olan cahiliye şirkidir. Bu Allah’ın ulûhiyette ortağı
olduğuna inanmaktır ki, asıl haram kılınan şirk budur. Allah’a ortak koşup,
ortak koştuğu şeye Allah’a dua ediyormuş gibi dua eden, Allah’tan istiyormuş
gibi ondan şefaat isteyen, Allah’ı seviyormuş gibi onu sevip ondan korkan,
kısacası Allah’a ibadet eder gibi başka varlığa ibadet eden kişi en büyük şirk
olan ulûhiyet şirkini işlemektedir.[323]
îşte Vehhabilerin ilgilendikleri ve asıl karşı çıktıkları
şirk çeşidi ulûhiyet şirki, yani Allah’a ibadette şirktir. Onlara göre şefaat,
tevessül, istiğâse, istiâne, dua vb. şeyler Allah’tan başkasına yapılması caiz
olmayan birer ibadet çeşididirler. Kim bunlardan birini Allah’tan başka bir
varlığa yöneltirse, Vehhabilere göre Allah’a ibadette ortak koşmuş ve şirkin en
büyüğü olan ulûhiyet şirkini işlemiş olur.
Müşriklerin geneli Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu
ikrar ediyorlar, yani Allah’ı rablıkta bir kabul ediyorlardı, ancak onlar aynı
zamanda onun katında şefaatçiler edinerek Allah’a ulûhiyette ortak
koşmuşlardır. Nitekim Allah Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan
başka kendilerine ne fayda, ne de zarar sağlamayan şeylere
ibadet edip, bunlar Allah katında
şefaatçilerimizdir derler”[324] [325] [326]. Buna göre
Allah’a 317
ibadette ortak koşmak en büyük
şirktir.
Şirk ibadete girince onu bozar, amel boşa
gider. Bunu yapan kimse ise cehennemde ebedi kalır. Buna delil olarak şunlar
gösterilebilir: Birincisi, resulullah’ın savaştığı kafirler Allah’ın yaratıcı,
rızık verici, öldürüp dirilten ve bütün işleri yönlendiren olduğunu kabul
ediyorlardı, ancak bu durum onları Müslüman kılmamıştır. İkincisi, müşrikler
ibadet ettikleri şeyler için, “biz onlara bizi Allah’a yakınlaştırmaları ve
Allah katında şefaat etmeleri için ibadet ediyoruz” diyorlardı. Üçüncüsü,
resulullah çeşitli şeylere ibadet eden insanlara gönderilmiştir. Kimisi güneşe
ve aya, kimisi meleklere, kimisi nebi ve Salihlere, kimisi de ağaç ve taşlara
ibadet ediyorlardı. Resulullah bunların arasında fark gözetmeksizin hepsiyle
savaşmıştır. Buna göre, zamanımız müşrikleri ilk müşriklerden daha kötüdürler.
Çünkü ilk müşrikler rahatlık zamanlarında şirk koşup, sıkıntılı anlarında
Allah’a yöneliyorlardı. Zamanımız müşrikleri ise, hem rahatlıkta, hem de
sıkıntıda her zaman Allah’a şirk
•2 10 koşmaktadırlar.
Allah Kur’an-ı Kerim’de; “ Allah kendisine
şirk koşulmasım bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar”[327]
buyurmaktadır. Hz. Peygamber de bir hadisinde; “Kim Allah’tan başkasına dua
ederse cehenneme girer. Kim Allah’a şirk koşmadan ona kavuşursa cennete, kim de
şirk koşarak ona kavuşursa cehenneme girer” buyurmaktadır. Buna göre şirkten
korkmak gerekir. İnsanların en çok ibadet edeni bile olsa, eğer bir •29 A
kimse Allah’a şirk koşmuşsa o
cehennemliktir.
İbn Abdulvehhab’a göre şu
durumdaki kişiler İslam’dan çıkar;
a)
Allah’a
ibadette şirk koşanlar. Bunlara Allah’tan başkasına, mesela kabirlere ve
cinlere kurban kesenler de dahildir.
b)
Kim
Allah ile arasına bir vasıta kılarak, ona dua eder, tevekkül eder veya ondan
şefaat isterse o kafirdir.
c)
Kim
müşrikleri tekfir etmeyip, küfürlerinde şüphe ederse veya mezheplerini doğru
bulursa o kafirdir.
d)
Kim
resulüllah’ın yolundan başka yolun, onun hükmünden başka hükmün daha iyi
olduğuna inanır, tağutlarm hükmünü onun hükmüne tercih ederse o kafirdir.
e)
Kim
resulullah’m getirdiği bir şeye buğzederse, onunla amel etse bile, kafirdir.
f)
Kim
resulullah’m getirdiği dinden herhangi bir şeyle , mesela haram veya helalle,
alay ederse o kafirdir.
g)
Kim
sihir yapar veya sihire razı olursa kafirdir.
h)
Müslümanlara
karşı müşriklere yardım edip arka çıkan kafirdir.
• 321
ı) Allah’ın dininden yüz çeviren,
onu öğrenmeyen, onunla amel etmeyen kafirdir.
Bir kimse; “Ben Allah’a şirk koşmuyorum,
Salihlere ilticada bulunuyorum. Salihlere ilticada bulunmak şirk değildir. Şirk
putlara tapmaktır, ben putlara tapmıyorum” derse, o kimseye ağaçlara, Salihlere
ve kabirlere ilticada bulunmak putlara tapmaktır diye cevap verilir. Cahiliye
Araplarımn şirki zamanımızdaki müşriklerin şirkinden iki bakımdan daha
hafiftir: Birincisi, Arap müşrikleri sadece rahatlık zamanlarında Allah’a ortak
koşup, meleklere, evliyaya ve putlara dua ediyorlardı. Sıkıntılı zamanlarında ise,
sadece Allah’a dua ediyorlardı. Nitekim bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır: “
Kendilerine bir zarar dokununca Allah’a yönelerek dua ederler”[328], “Onları
dağlar gibi dalgalar sardığında dini yalnız Allah’a has kılarak dua ederler”[329]. Buna göre
resulüllah’ın savaştığı müşrikler, sadece rahatlıklarında Allah’tan başkasına
dua ediyorlardı. Bir zarar veya sıkıntı anında ise sadece Allah’a dua ediyor,
ona ortak koşmuyorlardı. Zamanımız müşrikleri ise hem rahatlıklarında, hem de
sıkıntılı anlarında Allah’a ortak koşup, başkalarına dua etmektedirler. İşte
cahiliye müşrikleri ile zamanımız müşrikleri arasındaki birinci fark budur.
İkinci fark ise; Cahiliye müşrikleri kendilerini Allah’a yakınlaştıracak bir
melek, bir peygamber veya evliya gibi günah işlemeyip Allah’a itaat eden
kimselere, ağaç, taş gibi Allah’a isyan etmeyen varlıklara dua ediyorlardı.
Zamanımız müşrikleri ise en fasık kimselere dua etmektedirler. Onların dua
ettikleri, zina, hırsızlık, namazı terk etme gibi günahları işleyen fasık ve
facir kimselerdir. Salih kimselere, ağaç, taş gibi Allah’a asi olmayan
varlıklara inanıp dua eden, günah işleyen fasıklara inanıp dua edenden daha
ehvendir. Bu iki nedenden dolayı resulüllah’ın savaştığı müşriklerin şirki
zamanımız müşriklerinin şirkinden daha hafiftir.[330]
Tekfir ve şirk konusu vehhabilerle
muhalifleri arasında en çok ihtilafa sebep olan meseledir. Vehhabiliğe muhalif
olanlar, onların insanların yapmakta oldukları birçok şeyi şirk olarak
nitelendirmelerine karşı çıkarlar. Onlara göre, Müslüman olduğunu söyleyip,
namazı, zekatı eda eden kimse tekfir edilemez. Bu konuda Hz. Peygamber’in,
“İnsanlarla Lâilâhe illallah diyene kadar savaşmakla emrolundum. Bunu
dediklerinde mallarını ve kanlarını benden korumuş olurlar” hadisi ile, Lâilâhe
illallah diyen birini öldüren sahabeye Hz. Peygamber’in kızmasını delil olarak
gösterirler. Onlara göre, resulüllah zamanındaki müşriklerle zamanımızdaki
insanları aynı kefeye koymamak gerekir.[331]
İbn Abdulvehhab ve tabilerine göre ise,
Kur’an ve hadisler her devirde geçerlidir. Şirk ve küfür işlendiği müddetçe, bu
konudaki nasslar da bunları işleyenler için her devirde geçerlidir. Bir
kimsenin İslam’a intisap etmesi, onun müşrik olamayacağı anlamına gelmez.
Resulüllah ümmetinin yetmiş üç fırkaya bölünüp, bunlardan sadece birinin
kurtuluşa ereceğini, diğerlerinin ise cehennemlik olduğunu bildirmiştir. Ayrıca
o, ümmetinden bir grubun puta tapıcılığa döneceğini haber vermiştir. Buna göre
kişinin Müslüman olması, müşrik diye isimlendirilmesine mani değildir. Büyük
şirkin herhangi bir çeşidini işleyen kimsenin müşrik diye isimlendirilmesi
vaciptir. Bir kimsenin kelime-i şehâdeti söylemesi onun müşrik olmadığım
göstermez. Kelime-i şehâdeti söylediği halde şirk amelleri işleyen kişinin
tekfir edilip öldürülmesi gerekir. îbn
Abdulvehhab bu görüşe delil olarak şunları
göstermektedir: a) Resulüllah zamanındaki münafıklar kelime-i şehâdeti
söyleyip, beş vakit namazı kılıyorlar, hatta peygamberle birlikte savaşa
katılıyorlardı. Buna rağmen Kur’an onları zemmetmiş, cehennemin en alt
tabakasında olacaklarını bildirmiştir, b) Sahabe Hz. Ebûbekir’e zekat
vermeyenlerle savaşmak konusunda ittifak etmiş, onları mürted olarak
isimlendirmiştir, c) “Benî Hanîfe” kabilesi Müslüman olduklarını söyleyip,
namaz kılıyorlardı. Ancak Müseylime’yi peygamber olarak kabul etmeleri
nedeniyle sahabe onlarla savaşmıştır, d) Gulat-ı Şia Müslüman olduklarını
söyledikleri halde, Hz. Ali’yi kutsadıklarından dolayı sahabe onlann küfrünü ve
katlini uygun görmüştür, e) Şaka için bile olsa resulüllah ve sahabe hakkında
kötü şeyler söyleyenleri Kur’an kafir olarak vasıflandırmıştır. f) Câd b.
Dirhem zühdü ve ilmiyle meşhurdu. Ancak Allah’ın sıfatları konusundaki
görüşleri nedeniyle Emevi halifesi onu öldürmüş, tâbiûn da onun öldürülmesini
uygun görmüştür.[332] İbn
Abdulvehhab ve tabilerine göre bütün bu deliller, Müslüman olduğunu iddia eden
bir kişinin, müşrik veya kafir olabileceğini göstermektedir.
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabilerinin küfür
ve şirk konusundaki görüşleri ile birçok kimseyi tekfir edip, müşrik olarak
nitelendirmeleri İslam alimleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve bu konuda
onlara şiddetle karşı çıkılmıştır. Vehhabilerle muhalifleri arasında şirk ve
tekfir konusunda önemli tartışmalar meydana gelmiştir. Hatta Vehhabiliğe karşı
çıkanların en çok eleştirdikleri mesele tekfir meselesidir.
Vehhabilerin tekfir ve şirk konusundaki
görüşlerinin temelini “tevhîdu’l-ulûhiyye” etrafındaki fikirleri
oluşturmaktadır. Onlar ibadet kavramının kapsamını genişletmekte, bir kimsenin
bir başka varlığa her şekilde yönelmesini ibadet olarak değerlendirmektedirler.
Vehhabilere göre Allah’tan başkasına yapılması caiz olmayan davranışları
herhangi bir varlığa yapmak, yani Allah’a ibadette şirk koşmak en büyük şirk
olarak kabul edilmektedir. Buna göre dua, istiğâse, adak, kurban, sevgi,
tevekkül, istekte bulunmak Allah’tan başka bir varlığa yapılması caiz olmayan
birer ibadet çeşididirler. Her kim bu ibadet çeşitlerinden birini Allah’tan
başka herhangi bir varlığa yaparsa o müşriktir, Allah’a ibadette ortak koşmuştur,
tekfir edilmesi vaciptir.
Bid’at kelimesi Arapça’da icat etmek, örneği
olmaksızın yapıp ortaya koymak, inşa etmek anlamlarına gelen “bd’a” kökünden
türemiş olup[333], eskiden
olmadığı halde sonradan icat edilen şey[334] anlamına gelmektedir. Ayrıca
bid’at, sonradan ihdas edilmiş olup, Kur’an’a, sünnete ve icma’a aykırı olan
şey [335] [336] şeklinde de
tarif edilmiştir.
Bid’at öncekilere benzemeyen, evvel yok iken
yeni ortaya çıkan veya çıkarılan şey demektir. Bid’at konusunda İslam alimleri
değişik tarifler yapmışlardır. Bir grup bid’at’ı dar manada ele almış ve “Hz.
Peygamber’den sonra ortaya çıkan, din ile alakalı olup bir ilave veya eksiltme
mahiyetinde olan şey” şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarife göre bid’at
kötüdür, sapıklıktır. Dini bozacağı, değiştireceği için onunla mücadele etmek
gerekir. Diğer bir gruba göre bid’at, Hz. Peygamber’den sonra icat edilen, moda
haline gelen her şeydir. Bu tarif çok geniş olduğu için tek değerlendirmeye
tabi tutulmamış, mezmûme(kötü) ve hasene(iyi) kısımlarına ayrılmıştır. Bu arada
şer’i 330 delillere aykırı her şey ve her davranışa bid’at diyenler de
olmuştur.
Bid’at’ı geniş manada ele alanlara göre, Hz.
Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şey bid’attir. Buna göre dini mahiyette
görülen amel ve davranışlardan başka, günlük hayatla alakalı olarak sonradan
ortaya çıkan yeni fikirler, uygulama ve âdetler de bid’at sayılmıştır. Bu gruba
göre Hz. Peygamber, İslam’da güzel bir çığır (sünnet-i basene) açana, o çığıra
uyanlar bulunduğu sürece sevap verileceğini, kötü bir çığır ( sünnet-i seyyie)
açana da , o çığıra uyanlar bulunduğu sürece günah yazılacağım ifade etmiştir.[337] Hz.
Peygamber’in bid’at’ı reddeden hadisleriyle her devirde günlük hayata girmesi
zorunlu bulunan yenilikleri bağdaştırmanın yegane yolu olarak, bid’at-ı hasene
ve bid’at’ı seyyie diye bid’at’ı ikiye ayıran bu gruba göre Kur’an’ı bir
mushafta toplamak, teravih namazını cemaatle kılmak, minare ve medrese yapmak
iyi bid’at’a; kabirler üzerine türbe yapmak, oralara mum dikmek ise kötü
bid’at’a örnek olarak verilmektedir.[338] [339] [340]
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak ele alanlara
göre ise, dinle ilgisi ve dini mahiyeti bulunmayan şeyler bid’at sayılmaz. Bu
bakımdan örf ve âdet türünden olan davranışlar bid’at kavramının dışında kalır.
Bu grup, görüşlerine mesnet olarak; “işlerin en kötüsü sonradan ihdas
edilenlerdir’ , “Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir” ve “Her bid’at
delalettir”[341] mealindeki
hadislerin genel ifadelerini almışlardır. Bunlar diğer grubun dayandığı
hadisleri de kendi görüşleriyle bağdaşacak şekilde yoruma tabi tutmuşlardır.[342]
Hz. Peygamber sonradan çıkarılan her şeyin
bid’at olduğunu, her bid’at’m sapıklıktan ibaret bulunduğunu ve her sapıklığın
da insanı ateşe sürükleyeceğini bildirmiştir.[343] Daha dindar, daha iyi kul olabilmek
için, birincisi sabahlara kadar uyumayıp ibadet etmek isteyen, İkincisi her
gününü oruçlu geçirmeye azmeden ve üçüncüsü aile hayatından uzak kalmaya niyet
eden üç sahabiye Hz. Peygamber şöyle seslenmiştir: “Ben Allah’ı en iyi bilen ve
onu en ziyade sayanınız olduğum halde, hem ibadet eder hem uyurum, oruç
tuttuğum ve tutmadığım günler vardır, ailem ile de ilgilenirim. Kim benim
sünnetimi terk eder, yolumdan ayrılırsa benden değildir.”[344]
Bid’at sünnetin zıddıdır. Sünnet ise Kur’an
ve resulüllah’tan sahih olarak nakledilen şeydir. Buna ashâb-ı kiram’m
sünnetini de ilave etmek gerekir. Böylece Hz. Peygamber ve ashâb-ı kiram’m dine
ait kavil, fiil ve takrirlerinden bize nakledilenler sünnet, bunun zıddı da
bid’at olmuş olur. Mezhepte bid’at öyle bir görüşün ileri sürülmesidir ki, o
görüşü ortaya koyan ve onunla amel eden şeriat’ın sahibine (Hz. Muhammed’e) ve
dinin büyüklerine uymamış, dinin kesin esaslarına muhalefet etmiş olsun.
Yapılan çeşitli tariflerden de anlaşılacağı gibi bid’at, yani Allah’ın kitabına
ve resulüllah ile ashâb-ı kiram’m sünnetine aykırılık, dinin akaid ve ibadet
kısımlarında, ahkâm-ı dîniyye’nin asıllannda vuku bulur. Bu konuda ittifak
vardır. Bazıları bid’at’ı âdetlere de teşmil eder ve İslam’ın esas ve
ahkâmından olmayan (örneğin kıyafet şekli, kullanılan âletler gibi) sonradan
ortaya çıkan her şeyi bid’atten kabul ederler.
Bid’at’ı geniş manada ele alan görüş, Hz.
Peygamber devrinde olmayıp, ondan sonra ortaya çıkmış olan dini veya din dışı
her türlü yeniliğe karşı çıkmakta ve bu yenilikleri bid’at olarak
nitelendirmektedir. Ancak bu görüş günlük hayatta gereksinim duyulan şeyleri de
bid’at olarak değerlendirdiği için birtakım problemleri de beraberinde
getirmektedir. Çünkü bu anlayış her keşfe, her icada, her yeni âdet ve âlete
cephe alıp bunları kötü bid’at olarak mahkum etmektedir. Halbuki insanların her
devirde yeni icatlara, gelişmiş âletlere ihtiyacı olmaktadır. Bu tür
ihtiyaçları bid’at diye reddetmenin, bunları dine aykırı olarak görmenin
beşeriyet hayatında büyük sıkıntılara yol açması kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim böyle bir görüşün doğru olmadığına en
büyük delil, resulüllah’tan hemen sonra, onu ve İslam’ı en iyi anlayan
halifeleri ve sahabesi tarafından yapılan yeniliklerdir. Bu yenilikler sadece
savaş tekniği ve âletlere münhasır kalmamış, bazı dini meselelere de
uzanmıştır. Bu cümleden olarak Kur’an-ı Kerim mushafta toplanmış, divan
kurulmuş, zekatı vermeyenlerle savaşılmış, teravih namazı cemaatle kılınır
olmuş, Cuma için bir ezan daha ihdas edilmiştir. Buna göre her yeniliğin
peygamberimiz tarafından mahkum edilen bid’at mefhumuna dahil olmadığı
anlaşılmaktadır. Korunması gereken şey, iman, ibadet ve hayat nizamıyla
İslam’dır. Bunları bozan, çehresini değiştiren şey kötü bid’attır. Beşeri
hayatın icabı olarak icad edilen ve keşfedilen âletler, geliştirilen teknik
kötü olmadığı gibi, menedilmiş de değildir. Tam tersine, İslam’ın
yasaklamadığı, insanın refah ve saadetini hedef alan her yenilik İslam’ın
teşvikine mahzar olmuştur.[345] [346]
Bid’at kelimesi, Hz. Peygamber’in sünnetine
tamamen uymak anlayışına karşı, isyana delalet etmesi bakımından kelam ilminde
önem kazanmış, İslam camiasında zuhur eden yeni fikir ve âdetlerin,
peygamber’in sünnetine uymayan gidiş yüzünden her türlü huzursuzluğa alem
olmuştur. Bid’at konusunda iki farklı grup ortaya çıkmıştır.
Biri muhafazakar olup, yavaş yavaş
kaybolmaktadır ki, eskiden daha ziyade Hanbelîler tarafından, günümüzde ise
Vehhabiler tarafından temsil edilmektedir. Bu gruba göre Müslümanların görevi
yenilik (ibtida) değil, var olana uymaktır. Diğer grup ise mekanın ve şartın
değişmesini bir vâkıa olarak kabul ederek, iyi ve hatta zaruri bid’atler
bulunduğunu kabul etmişlerdir.[347]
İbn Hazm, İbn Teymiyye, Muhammed b.
Abdulvehhab gibi alimler, Vehhabiler, Kadızadeliler gibi gruplar Müslümanları
sünnet yolunda birleştirmek ve bid’atleri ortadan kaldırmak için mücadele
bayrağı açmışlardır. Ancak mücadele usulleri çok sert ve kırıcı olduğu için
müsbet netice alamamış, bid’atçilerin taassubunu körüklemiş, birleştirmek
yerine ayrılmalara, sünnete bağlamak yerine ondan uzaklaşmalara sebep
olmuşlardır.[348]
Hanbeli Mezhebi genel olarak dinde ortaya
çıkan her türlü bid’at’a karşı çıkar. Şeriatta yeri olmayan her türlü ibadet
reddedilir. Bu konuda îbn Teymiyye’nin koymuş olduğu kaide şudur: “Din iki esas
üzerine kurulmuştur; sadece Allah’a ibadet etmek ve sadece Allah’ın emretmiş
olduğu ibadetleri yapmak”[349]. İbn
Teymiyye’ye göre nehir, kaynak, ağaç, dağ, mağara gibi şeriatın uygun görmediği
yerlere hayır umarak yönelmek bid’atttır ve bunların en fenası da bu gibi
yerlere adak adamaktır. Kabirlere ve kabir ehline adak adamak da günahtır.
Kabir ehline vefa caiz değildir. Bu yolda adanılan şeyleri ihtiyacı olan
fakirlere tasadduk etmek Allah katında daha hayırlıdır, İslam memleketlerinde
pek çok yerler vardır ki, insanlar oraya gidip dua ve niyazlar ederek günaha
girerler. Senenin muayyen günlerinde pek çok kimse hacca gider gibi bazı
kabirlere gider ve kimisi hasta olup bir türbeye kurban nezreder. Güya
maksatlarının gerçekleşmesine veya korkularının define ancak bu adaklar sebep
olmuştur diye itikat ederler. Bu suretle şer’an haram olan birtakım adaklar
türbedarlara ve mezarların yakınında bulunanlara yiyecek olmuştur. Bunların hepsi
şer’an yasaktır, bid’attır. îşte Hz. Peygamberin inkar ettiği hep bu işlerdir.[350]
İbn Abdulvehhab’a göre her türlü bid’at
çeşitleri reddedilmelidir. Bir mektubunda bid’at-ı hasene diye bir şey
olmadığım, Hz. Peygamberin her bid’at’m sapıklık olup, her sapıklığın da
cehenneme götüreceğini bildirdiğini söylemektedir. Oğlu Abdullah’a göre ise
bid’at, bid’at’ı iyi ve kötü ( hasene ve seyyie) şeklinde ikiye ayıranların
aksine her şekliyle mutlak manada kötüdür. Yine bid’at’m vacip, haram, mendup,
mekruh ve mubah olarak beşe taksim edilmesi de doğru değildir. Bu konuda
selef-i salihin’in vacip, mendup ve mubah şeklindeki üçlü taksimatı esas kabul
edilip, bunun dışındakiler haram ve mekruh sayılmalıdır.[351]
Vehhabiler bid’at konusunda genelde selefin
yolunu takip etmekte, özelde ise İbn Teymiyye’nin bid’at anlayışını
benimsemektedirler. Nitekim İbn Abdulvehhab bid’at konusunda İbn Teymiyye’nin
metodunu benimsemiş, hatta bu konuda ondan daha aşın fikirler beyan etmiştir.
îbn Abdulvehhab aldığı Hanbeli eğitimi vasıtasıyla
îbn Teymiyye’nin eserleriyle tanışmış, bir taraftan İbn Teymiyye’nin eserlerini
okurken, diğer taraftan da bu eserleri tensih etmiştir. İbn Teymiyye’nin
eserleri ona yol göstermiş, hem bid’at konusunda hem de diğer konularda onun
fikirlerinin temelini oluşturmuştur.[352]
Vehhabilerin bid’at olduğunu iddia ederek
karşı çıktıkları meselelerin başında kabirler ve kabir ziyaretleri gelmektedir.
Vehhabiler kabirlerin yer seviyesinden yükseltilmelerine, kabirlerin üzerine
kubbe yapılmasına, kabirlere bina inşa etmeye, kabirlerin mescit kılınmasına,
orada kandiller yakılmasına, kabirlerde namaz kılınmasına, kabir ehline kurban
ve adak nezredilmesine, Salih kimselerin kabirlerine giderek onlardan herhangi
bir istekte bulunulmasına karşı çıkmakta, bunların bid’at olduğunu ve caiz
olmadığını iddia etmektedirler.
Vehhabiler ellerine geçen her köy ve kentteki
türbeleri yıkıp harap etmişlerdir. Öyle ki, bazı Avrupalı yazarlar onlara
“mabed yıkıcıları” adını takmışlardır. Çünkü onlar türbeyle beraber, eğer
yanında varsa, mabetleri de yıkmışlardır. Onların şiddet eylemleri türbelerle
sınırlı kalmamış, görünen mezarlara dahi el atarak yıkmışlardır. Öyle ki, Hicaz
bölgesinde iktidarı ele geçirdiklerinde, tüm sahabe mezarlarını yıkarak yerle
bir etmişlerdir. Şu anda buraların kabir olduğunu gösteren işaretlerden başka,
bu kabirlerden bir şey kalmamıştır. Onlar kabir ziyaretlerini, sadece kabirde
yatana selam vermekle sınırlı kalması şartıyla caiz görmüşlerdir.[353]
Kabirlerin üzerine kubbe, yanlarına mescit
yapmak, peygamberlerin, Salih kimselerin, emirlerin mezarlarına mescit bina
etmek haramdır ve bunların yıkılması gerekir.[354]
İster namaz kılmak, ister dua etmek veya
orada bir şey okumak için kabirlere gitmek caiz değildir. Kabirlerde Allah’ı
zikretmek ve orada kurban kesmek de günahtır. Çünkü bunlar birer ibadet
çeşididirler ki, bunların Allah’tan başkasına yapılması caiz değildir.
Kabirlere namaz kılmak için gitmek caiz değildir. Çünkü ne sahabe, ne de tâbiûn
bunu yapmamışlardır. Sahabe ve tâbiûn Hz. Peygamber’in mescidine giderek namaz
kılıyor, namaz bitince de ya oturuyor, ya da çıkıyorlardı. Hz. Peygamber’in
kabrine giderek, ona salât-ü selam’da bulunmuyorlardı. Çünkü resulüllah
peygamberlerin kabirlerini mescit kılanlara lanet etmiştir. Nitekim sahabe ve
tâbiûn peygamber’in kabrine selam verip gidiyorlar, herhangi bir dua
etmiyorlardı. Ayrıca Hz. Peygamber Mescid-i Haram, Mescd-i Aksâ ve kendi
mescidi haricinde bir mescide yolculuk yapmayı yasaklamıştır.[355]
Nitekim Muhammed b. Abdulvehhab Uyeyne’deki
ikameti esnasında birçok kimsenin kabirleri ziyarete giderek dua ettiklerini,
onlardan istekte bulunduklarını, adak ve kurban nezrettiklerini gördüğü zaman
bunları yadırgamış, bu tür davranışlara şiddetle karşı çıkmıştır. îlk önce
insanları bu davranışlardan vazgeçmeleri için uyarmış, faydası olmayınca da
Uyeyne emiri Osman b. Muammer’in de desteğini alarak Uyeyne yankındaki
el-Cebile’de bulunan sahabeden Zeyd b. Hattab’m mezarı ile o çevrede bulunan
tüm mezarları yıkarak yerle bir etmiştir. Vehhabiler bundan sonra ulaştıkları
ir n başka bölgelerdeki mezarları yıkmaya devam etmişlerdir.
Hz. Aişe’den nakledilen bir hadiste, Ümmü
Seleme Habeşistan’da gördüğü bir kilise ve orada bulunan resimlerden bahsetti.
Hz. Peygamber şöyle dedi: “Onlardan Salih bir kimse öldüğünde onun resmini
yapıp, kabrini mescit kıldılar. Onlar Allah katında insanların en
şerlileridirler.” Bu kimseler hem kabir inşa ederek, hem de resim yaparak iki
fitneyi birden işlemişlerdir. Hz. Peygamber diğer bir hadisinde: “ Allah’ın
laneti Yahudilerin ve Hristiyanlann üzerine olsun. Peygamberlerinin kabirlerini
mescit kıldılar” buyurmaktadır. Hz. Peygamber kendi kabrinin de mescit
kılınmasından korkmuş, Yahudi ve Hristiyanlann yaptıklarından ümmetini
sakındırmıştır. Müslim’in Cündüb b. Abdullah’tan naklettiği bir hadiste ise;
“Sizden öncekiler Peygamberlerinin kabirlerini mescit kılıyorlardı. Kabirleri
mescit edinmeyin, sizi bundan men ediyorum” buyurulmuştur. Ömrünün sonuna doğru
Hz. Peygamber kabirleri mescit kılmayı yasaklamış, bu fiili yapanları da
lanetlemiştir. Namaz kılman her yer mescit sayılacağı 351
için kabirlerde namaz
kılınılmamahdır.
Kabirleri mescit kılmak Yahudi ve
Hristiyanlann âdetidir. Peygamberimiz ümmetini bundan men etmiş, bunu yapanlara
da lanet etmiştir. Hz. Peygamber bid’at ehlinin en şerlilerini açıklamış, selef
alimleri bunları yetmiş iki fırkaya çıkarmışlardır. Râfızîler ve Cehmiyye
bunlar arasındadır. Çünkü kabirlerde ibadeti ilk çıkaran Râfızîlerdir.
Kabirlere ilk mescit yapanlar da onlar olmuştur. İmam Malik’in Muvatta’mda yer
alan bir hadiste resulüllah şöyle buyurmuştur: “Allah’ım kabrimi tapınılan bir
put kılma. Peygamberlerin kabirlerini mescit kılanlara Allah’ın azabı
şiddetlidir.” İbn Abbas resulüllah’ın kabirleri ziyaret edenleri ve mescit
kılanları lanetlediğini rivayet etmektedir.
İbn Abdulvehhab ve tabileri kabir
ziyaretlerini meşru görmekle birlikte, meşru olan ve olmayan kabir ziyaretleri
şeklinde bir ayrıma gitmişlerdir. Meşru olan ziyaret “Kabirleri ziyaret edin.
Bu size ahireti hatırlatır” hadisinde geçtiği gibi, ya ahireti hatırlamak, ya
da ölüye değer verildiğini, onun unutulmadığını göstermek için yapılan
ziyarettir. Ancak ölüye dua edip, ondan şefaat isteğinde bulunulmamalıdır.
Meşru
351 Muhammedb. Abdulvehhab, Kitâbu’t-Tevhîd, s.45-46
3:>2 Muhammed b. Abdulvehhab, a.g.e., s.47-49
olmayıp men edilen kabir ziyareti ise, şeriata
uygun olmayan ziyaretlerdir. Bu da kabirleri ibadet yeri kılmak gibi fiilleri
yapmakla gerçekleşir.[356]
Ebû Dâvud’da yer alan, Ebû Elureyre’nin
rivayet ettiği bir hadiste resulüllah şöyle buyurur: “Evlerinizi kabir
kılmayın, kabrimi bayram yerine çevirmeyin, bana salavat getirin. Nerede
olursanız salavatımz bana ulaşır.” Ali b. Hüseyin bu hadisi delil göstererek,
resulüllah’m kabri yanına gelip dua eden bir adamı bundan men etmiştir.
Peygamber’in kabrini ziyaret etmek amellerin en faziletlisi olmakla birklikte,
sırf ziyaret maksadıyla özel olarak oraya gitmek yasaklanmıştır. Çünkü
resulüllah sırf dua etmek için kabrine gelmeye gerek olmadığını, nerede
olunursa olunsun salavatm kendisine ulaşacağını belirtmiştir. Nitekim
resulüllah kabirlerde namaz kılmazdı.[357]
İbn Abdulvehhab ve tabilerine göre,
resulüllah’ın sadece mescidini ziyaret için yolculuk yapılması gerekir. Bu
ziyaret sırasında onun kabri de ziyaret edilip, ona dua edilebilir. Ancak bu
durum aynı gün içinde olmamalıdır. Çünkü sahabe ve tâbiûn bu davranışı
yapmamışlardır. Resulüllah’m mscidini ziyarete giden kişi, onun kabrini de
ziyaret edip dua edebilir. Ancak dua esnasında kabre değil, kıbleye
dönülmelidir. Peygamberlerin kabirlerini mescit kılanların lanetlendiği hadise
dayanarak, resulüllah’ın kabri yanında namaz kılmayı haram olarak
görmektedirler. Senenin herhangi bir gününde peygamber’in veya herhangi bir
kimsenin kabrinde toplanılmasını bid’at olarak görürler. Çünkü bu durumda kabir
ehlinden istekte bulunulması gibi şirk tezahürleri ortaya çıkabilmektedir,
içlerinde haram kılınan şeyler işlendiğinden dolayı, kabirlerin üzerine
yapılmış olan kubbelerin yıkılması gerekir. îbn Abdulvehhab ve tabilerine göre
kabirler yer seviyesinden yükseltilmemeli, oraya herhangi bir şey yazılmamak,
kabirler süslenmemek ve oralara ışık yakılmamalıdır. Vehhabiler bu konudaki
tavırlarının, sahabe, tâbiûn ve meşhur alimlerin tavrıyla aynı olduğunu iddia
etmektedirler.[358]
Salih kişilerin kabirlerini mescit edinmek
ehl-i kitab’m âdetidir. Bunu yapan kimseler lanetlenmişlerdir. Çünkü bunu
yapanlar ehl-i kitab’a benzerler. Bazı kimseler mescit olmaksızın da kabirlerde
namaz kılmaktadırlar. Kabirlerde namaz kılmak da, oraları mescit edinmek de
haramdır, bunu yapanlar lanetlenmişlerdir. Peygamberlerin eserlerini mescit
kılmak da ehl-i kitab’m geleneğidir ve cahiliye bid’atlarındandır. Ancak bu
ümmetten onların varisleri bulunmaktadır. Bu kimseler peygamber’in ayağının
değdiği, namaz kıldığı yerlere mescit bina etmektedirler. Irak’ta Şeyh
Abdulkadir Geylânî’nin ibadet ettiği yerler olduğu iddia edilen makamlar vardır
ve buralara mescitler inşa edilmiştir. Yine Şiiler Hz. Ali’nin gittiği yerlere
mescitler yapmaktadırlar. Müslüman olduğunu iddia eden bir kişinin bu tür
davranışlardan sakınması gerekir. Sahabe ve tâbiûn peygamber’in ibadet ettiği
yerleri mescit yapmamışlardır. Bu tür yerlere mescit yapmak bid’attır ve
yasaklanmıştır. Hz. Ömer, altında Hz. Peygamber’e biat edilen ağacın,
insanların ibadet nedeniyle altına gitmelerinden dolayı, fitne çıkması
endişesiyle kesilmesini emretmiştir.[359]
Kabirlerde kandil ve lamba yakmak konusunda
ise, resulüllah’m bu tür davranışları yapanlara lanet ettiği hadis bunların
haram olduğuna delildir. Özellikle mübarek gecelerde ve ramazan gecelerinde
ehl-i beyt’in türbelerinde kandiller yakılmaktadır. Bunu yapanlar da iyi bir
şey yaptıklarını düşünmektedirler. Irak’ta insanlar her türbeye belirli bir gün
ayırarak, orada toplanıp ibadet yapmaktadırlar. Bu 357 tür şeyler kabirleri bayram yeri kılmaktır ki, resulüllah’m
hadisiyle yasaklanmıştır.
Şiiler’in yapmakta oldukları bu hareketleri
hoş karşılamayan Vehhabiler, onların kendilerine saldırmasını bahane ederek 21
nisan 1802’de Kerbelâ’ya girmişler, Şii Hazâil kabilesine saldırarak,
çarşılardaki, evlerdeki halkın çoğunu kılıçtan geçirmişlerdir. Hz. Hüseyin’in
türbesinin kubbesini yıkıp, türbede ve çevresinde bulunan her şeyi
yağmalamışlardır. Şehirde bulunan silah, mal, elbise, altın, gümüş, Mushaf gibi
şeylerden ne buldularsa hepsini yağmalayıp, Kerbelâ’da bulunan yaklaşık oco
iki bin kişiyi de kılıçtan
geçirmişlerdir.
Kabirlere bina inşa edip, oralara aşırı
ta’zim göstermenin beraberinde getirdiği birtakım mahzurlar vardır. Bu
mahzurlar şu şekilde sıralanabilir:
•
Kabirlerde
namaz kılınmasına neden olur ki, resulüllah bunu yasaklamıştır.
•
Kabirlerde
yapılan duayı Allah’ın kabul edeceğine inanarak oralarda dua etmek.
•
Kabir
ehlinin fayda ve zarar temin ettiklerine inanmak.
•
Kabirleri
mescit kılarak, oralarda kandiller yakmak. Bunu yapanlar resulüllah’ın lanetine
uğrarlar.
•
Kabirlere
değerli eşyalar, hazineler, mallar koymak.
•
Kabirlere
adak veya kurban nezretmek.
•
Ziyaretçilerin
kabirlere secde etmesi.
•
Kabirlerde
huşu ile durmak ve ağlamak.
•
Oralarda
ibadet etmeye camilerde ibadet etmekten daha çok önem verilmesi.
•
Ziyaretçilerin
yaptıklarının kabir ehline eziyet vermesi.
Bütün bu yapılanlar küfürdür, putlara
tapmaktır. Çünkü bu yapılanlar birer ibadet çeşididirler. Müşriklerin şirkleri
bile bu seviyeye ulaşmamıştır. Bu yapılanların hepsi kabirlere bina inşa etmek
neticesinde gerçekleşmektedir. Üzerine kubbe yapılmayan kabirlere giderek hiç
kimse bu fiilleri yapmaz. Evliyalar konusunda aşırıya kaçmak şirkin aslıdır.
Evliyaya aşırı ta’zim göstererek onları dereceleri üzerine çıkarmamak gerekir.
Onları ilahlık mertebesine çıkarıp, ibadet etmek yerine, gittikleri yolu takip
etmelidir.[360]
İbn Abdulvehhab ve tabileri, ibret almak için
peygamberlerin, Salih kimselerin veya Müslümanlardan herhangi birinin kabrini
ziyaret etmeyi meşru görmekte, ancak kabirlerde yapılmakta olan istiğâse, dua
ve şefaat telebi gibi bid’atlere karşı çıkmaktadırlar. Onlara göre günümüzdeki
kabir ziyaretleri ziyaret değil, âdeta bid’at ve hurafe çarşılarıdır.
Kabirlerde yapılan dua, istiğâse ve şefaat talebi gibi şeyler kesinlikle caiz
değildir. Hadislerde kabirlerin mescit kılınmasının yasaklanmasına dayanarak
îbn Abdulvehhab ve tabileri kabirleri yıkmakta tereddüt etmemişlerdir. Çünkü
onlara göre bu kabirler birer put kılınmaktadır. Münker olan bu bid’at’ı kim
görüpte gücü yeterse, 360
yok etmekte tereddüt etmemelidir.
Kabirleri ve evliyaları takdis, ümmet-i
Muhammed’in düşmüş olduğu bir fitne ve hurafedir. İslam dini kabirlerin üzerine
kubbe yapmak, oralarda namaz kılmak, kabirlerde yatanlardan şefaat istemek gibi
fiillerden men etmektedir. İslam’da kişi ile rabbi arasında bir vasıta yoktur.
Allah’ın katında onun izni olmaksızın şefaat edecek de yoktur. İnsanlar
kabirleri nzıklan için bir kaynak olarak görmekte, oralara ta’zim ve hürmette
bulunmaktadırlar. Bazı kimseler Mekke’de Ebû Tâlib’in kabri yanında, Mısır’da
Ahmed el-Bedevî’nin kabri yanında İslam’la bağdaşmayan şeyler yapmaktadırlar.
Hatta bazı yazarlar, “Türbeleri Ziyaret Adabı” isimli kitaplar yazıp, bazı
şeyhlere ait batıl hikayeler anlatmaktadırlar. Bu tür yerleri ziyaret etmeyi
mubah kılan sahih bir nass olmadığı gibi, resulüllah, ashabı ve selef-i salihin
bu fiilleri işlememişlerdir. Tam aksine, Kur’an ve sünnet nasslarında ve
alimlerin eserlerinde bu tür fiillerin reddedildiği görülmektedir.[361] [362]
İbn Abdulvehhab bid’atleri reddedip, sadece
Allah’a ibadet ve dua etmeye davet etti. Ona göre, ne evliyaya, ne şeyhlere, ne
de türbelere ibadet veya dua edilmemeli, tevessül ve şefaat istenmemelidir.
Kabirlere kurban veya adak nezretmek, kabir ehlinden yardım istemek, orada
secde etmek Allah’ın razı olmadığı şirk çeşitleridir ve tevhid’e aykırıdırlar.
Ayrıca kabirleri süslemek, ipek veya altınla bezemek İslam’dan değildir. İbn
Abdulvehhab’m daveti, İslam’ın ilk döneminden sonra ortaya çıkan her türlü âdet
ve taklitlere karşı bir savaştır. Mevlid okumak için toplanmak, kabir
ziyaretleri, kadınların cenazeyi takip etmesi, name ve raks ile zikir yapmak,
bir yere dokunup teberrükte bulunmak gibi fiillerin hepsi bid’attır. Bu fiiller
fayda sağlamadığı gibi, sahih İslam’a zarar vermektedirler. Bu nedenle bunlar
yok edilmeli, İslam’ın ilk dönemlerindeki sadeliğine ve temizliğine dönülmeli,
kul rabbine vasıtasız olarak ulaşmalıdır. Delâilü’l-Hayrât, Kaside-i Bürde gibi
tevessüllerle dolu kitaplar İslam o rn
akidesine zararlıdır. Bunlarda
yazanların hepsi yalan ve fasid sözlerdir.
Ölen kişinin ameli kesilmiştir ve kendisi
duaya muhtaçtır. Kabir ziyaretinin amacı kabir ehli için dua ve ahireti
hatırlama olmalıdır. Ancak bugün kabirleri ziyaret edenler kendileri için
ölüden şefaat ve dua istemektedirler. Resulüllah’ın mescid-i dırar’ı
yıktırması, kabirlere yapılan mescitlerin ve kubbelerin yıkılması gerektiğine
delildir. Puta tapıcıhk Salih kişilerin kabirlerini ta’zim ve resimlerini yapmakla
başlamıştır. Ümmet-i Muhammed’in en büyük fitnesi kabir fitnesidir. Salih
kişileri ta’zim etmek, kabirlerini bayram yeri kılmakla değil, davetlerine tabi
olmak suretiyle gerçekleşebilir. 363
Kabirleri mescit kılanlar insanların en
şerlileridirler. Bunun sebebi oralarda namaz kılınmasıdır. Oraları mescit
kılıp, namaz kılmak en büyük günah olan şirke düşmeye neden olmaktadır. Ayrıca
bu Yahudi ve Hristiyanlann yaptıkları şeylerdir. Bu nedenle onlara benzememek
gerekir.[363] [364] [365]
İslam aleminin Vehhabilere olan nefretinin ve
kızgınlığının bir nedeni de, onların Mekke’yi ele geçirince yapmış oldukları
şeylerdir. Onlar Mekke’yi ele geçirince Hz. Peygamber’in, Hz. Hatice’nin, Hz.
Ali’nin ve Hz. Ebubekir’in doğdukları evlere yapılmış olan kubbeleri yıktılar.
Hz. Peygamber’in kabrinde bulunan süsleri ve zinetleri kaldırdılar. Bu olaylar
Müslümanları üzdü ve öfkelendirdi. Kimisi bazı tarihi eserlerin ortadan
kalkmasına, kimisi İslam eserlerinin tahrip edilmesine, kimisi de Peygamber’in
kabrine böyle bir muamelede bulunulmasına üzüldü. Vehhabiler ise bu
yaptıklarım, bid’atlerin ortadan kaldırılıp, dinin aslına dönülmesi olarak
değerlendirmişlerdir.[366] Ayrıca
Vehhabilerin Medine’yi ele geçirdiklerinde Bâki mezarlığında medfun bulunan Hz.
Peygamber’in zevcelerinin ve sahabenin mezarlarını yıkarak, taşlarıyla Medine
kalesi yakınında bir kale yaptıkları; Mekke’de ise Beytullah ve Makâm-ı
İbrahim’den başka ne kadar kubbe ve ziyaret yeri varsa hepsini yıktıkları
anlatılır. Onların, Hz. Peygamber’in kabri üzerinde bulunan Kubbe-i Hadrâ’yı
yıkmak istemelerine rağmen
yıkamadıkları, diğer mezar, türbe ve
ziyaret yerlerini insafsızca yıktıkları, değerli 366
eşyaları talan, ettikleri
hususunda ittifak vardır.
Vehhabilerin bid’at anlayışlarında mezarlar
ve türbeler önemli bir yere sahip olmakla birlikte, onların bid’at saydıkları
şeyler şüphesiz ki mezarlarla sınırlı değildir. Müslümanların büyük
çoğunluğunun mubah, hatta gerekli olduğuna inandıkları bir çok yeniliğe
Vehhabiler karşı çıkmışlar, bu yenilikleri bid’attır diyerek haram olduklarına
hükmetmişlerdir. Onların bir çok yeniliği bid’at olarak nitelendirmelerinin
temelinde geniş anlamlı bid’at anlayışının etkisi, her sonradan ortaya çıkan
yeniliği bid’at olarak vasıflandırma düşüncesi yer almaktadır.
Buna göre Kur’an-ı Kerim’i bırakarak
Delâilü’l-Hayrât okumak günahtır. Vehhabiler Peygamberimizin kabrinin
üzerindeki kubbeyi, îslamiyeti belli edip gösteren minareleri, kabenin bazı
yerlerini bid’attır ve sonu kötü işlemlerdir diyerek yıkmak istemişlerdir. Kaşık
ile değil, elle yemek lazım geldiğini, Medine ileri gelenlerinin Zeydiyye
mezhebi usulünü kullandıkları için inançlarının ve davranışlarının şeriata 367 aykırı olduğunu iddia etmişlerdir.
Vehhabilere göre beş vakit namazın cemaatle
kılınması zorunludur. Namazın terk ve ihmali halinde, ihmal gösterenler Ahmed
b. Hanbel ve Şafii gibi büyük imamlar ve onlara uyanlarca şiddetli saldırılara
uğramışlardır. Namazı terk eden kimse mürteddir, kafirdir. Namazı tembellikle
terk eden kimsenin öldürülmesi hususunda Ebu Hanife ve Zührî dışında bütün
alimler müttefiktirler. Namazın cemaatle kılınması da mecburidir. Meşru bir
özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp, münferiden namaz kılanların ehl-i
sünnet ve’l-cemaat’ten hariç olan Şiilere teşbih olunması, şiddetle kötülenmesi
ve suçlanması Vehhabilerce doğaldır. Hatta bu inanışlarını yakın zamanda
uygulamaya koymuşlar, bu işin takibi için cami imamlarını görevlendirmişlerdir.
Her namazın sonunda imam, camide bulunması gereken cemaatin tek tek isimlerini
okuyarak yoklama yapar, namaza gelmeyenleri işaretler ve niçin gelmediklerini
araştırır. Namazını cemaatle kılmaya ihmal gösteren kişiye birinci gelmeyişinde
cami imamı tarafından öğüt verilir. îkinci defa bu ihmal tekrar edilirse, o köy
veya kasabanın hakim- [367] [368] i şer’isi
tarafından uyanda bulunulur. Üçüncüsünde ise şahitlerin huzurunda ta’zir
edilir.[369]
Vehhabilerde, dinde akla yer verilmemesi
esası, mevcut nasslar haricinde içtihat, kıyas ve istihsan yollarına gidilmeye
müsaade etmez. Böyle olunca da peygamber devrinden sonra ortaya çıkan her
hadiseyi iyi olsa da yine bid’at saymak lüzumu hasıl olur. Bu şartlar altında
ilm-i kelam, felsefe ve tasavvuf yapılamaz. Kur’an ayetlerinde derinleşmek de
caiz değildir. Çünkü Hz. Ömer, Subeyg-i Mısrî’yi kader meselesine dair bir
ayetin manasında derinleşmek istediği için Mısır’a nefyetmiştir. Bu gibi
meselelerde kelâmullah, kader ve kıyamet ahvali hakkında sorular bid’attır.
Namazlardan sonra teşbih çekmek, Allah’ın farzetmediği ve resulüllah’m
kılmadığı namazlar ihdas etmek , yeni din vaz etmek kadar günah olur. Minare
yapmak, el öpmek, boyun kesmek bid’attır.[370] [371]
İbn Abdulvehhab, Cuma geceleri ve günlerinde
âdet olan salat ve selam bid’attir diyerek terk edilmesini emretmiştir.
Delâilu’l-Hayrât’ta seyyidinâ ve Mevlânâ tabirleri olduğundan bu kitabı yaktığı
gibi, Ravd el-Riyâhîn adlı kitabı Ravd el-Şeyâtîn’dir diyerek yakmıştır.
Hücre-i Nebeviyye’yi ele geçirirsem onu da yıkar, Beyt-i şerifi ele geçirirsem
altın oluğunun yerine ahşaptan oluk koyardım demiştir. Altıyüz seneden beri
insanlar hep delalettedir dediği de muhakkaktır. Halbuki her dediğini tasdik
edenlere fasık da olsa muvahhiddir deyip, kendisini bir hususta bile tasdik
etmeyenlerin kati surette küfrüne hükmedermiş. İbn. Arabi’yi ve kendilerine,
gönderilen adakları kabul eden seyyidleri tekfir etmiştir. Kendisine eimme’nin
ihtilafı rahmettir denildiğinde, onların ihtilafı azaptır dediği de
muhakkaktır. Vakıfların fesadına hükmederek, Hz. Peygamber’in ve sahabe’nin
vakfettiklerine dair rivayetleri yalanlamıştır. Kadıların
• . 770
aldıkları haracı rüşvet olarak nitelendirmiştir.
Tütün ve nargile içmek İbn Abdulvehhab’a göre
kötü ve çirkin şeylerdendir. Sigara ağzın tadını bozar, kötü kokusu sebebiyle
soğan ve sarımsağa benzer. İçindeki kimyevi maddeler sebebiyle insana
zararlıdır ve hiçbir faydası yoktur. İlim, akıl ve nakil tütünün zararlı
olduğunda müttefiktir. Vücuda zararı kesin olan bir şeyi bilerek kullanmak
şer’an haramdır. A’raf suresindeki; “O Peygamber onlara temiz olan şeyleri
helal, murdar (kötü) şeyleri haram kılar”[372] ayetine dayanılarak murdar ve
kötü olan tütünün haramlığma hüküm verilmiştir. Bu itibarla sigara ve nargile
içenlere, sarhoş olanlara vurulduğu gibi kırk deynek sopa vurulması gerekir.
Ancak Vehhabiler kahve ve tütün konusundaki sert tutumlarını devam
ettirememişlerdir. Bugün Riyad’daki kahvelerde serbestçe nargile içilebildiği
gözlemlenmektedir.[373]
Tasavuf ve tarikat ehlinden olan deccaller
peygamber’in, onun için yapılan mevlid törenlerine veya başka bir amaçla îslam
düşmanlan bid’atçilerin yaptığı mevlid törenlerine geldiğini iddia
etmektedirler. Yine tasavvufçular peygamber’in zikir meclislerine geldiğini
iddia etmektedirler. Bu tür hurafelerle şeriattan herhangi bir delilleri
olmadığı halde, Allah’ın dininin hakikatini bozmaktadırlar. İnançlan ve
yapmakta oldukları şeyler hep bid’attır.[374]
Camilerin süslenmesi, kubbe ve minare
yapılması Peygamber zamanında olmadığı için bid’attır. Camiler Peygamber
zamanındaki gibi sadelik içinde olmalıdır. Bugün Suudi Arabistan’da camiler
süslenmeden uzak bir basitlik içindedir. Makam ile ezan okunmaz. Ramazan, Cuma
ve kandil gecelerinde, minareden ezandan önce veya sonra ezan dışında bir şey
söylemek, ilan etmek bid’attir. Bu Peygamberimizin doğun gününün duyurusu veya
salât-ü selam da olabilir. Cuma nazmından sonra, hutbeden önce Ebû Hureyre
hadisi okumak, Hz. Muhammed’e seyyidinâ ve Mevlânâ demek, Peygamber’i
hatırlamak için sakal-ı şerif ve hırka-i şerif ziyaretleri yapmak bid’attir.
Namazlardan sonra teşbih çekmek de bid’at olduğu için Vehhabilerce kabul
edilmez.[375]
Vehhabiler bid’attir diye bir çok mubah olan
şeye karşı çıkmışlar, hücum etmişler ve yasaklamışlardır. Mevlid toplantıları
bunlardan biridir. Peygamber’i anmak, onun doğumunu ve hayatım anlatan şiirleri
okumak olan mevlid toplantıları Müslümanlar arasında yerleşen iyi geleneklerden
biri olmasına rağmen Vehhabiler’ce hoş karşılanmamıştır. Mevlid okumak,
okutmak, toplantılar tertip etmek ve bu toplantılarda zikir yapmak ile sünnet
ve nafile namazları kılmak da Vehhabiler’in yasakladıkları şeyler arasındadır.
Nazar değmemesi için nazar bocuğu taşımak,
muska takmak, ağaç, taş ve benzeri şeyleri kutlu saymak, belanın, hastalığın
yok olması, güzel görünmek vesaire için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri
takınmak, sihir, büyü, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak bid’attir.[376] [377] [378] [379]
Kim
bid’atçıyla arkadaş olur veya onunla yürürse İslam’ı yıkmaya yürümüş olur.
Resulüllah bid’at ehline lanet etmiştir. Allah bid’atçilerin yaptıklarım kabul
etmemektedir. Bid’atçilerden uzak durup, onlarla birlikte olmamak gerekir.
Çünkü bid’at işleyen delalettedir ve büyük günah işleyen gibidir. Bid’at dinden
çıkmaya yol açar. Nitekim bir çok bid’atçı dinden çıkmıştır. Bid’atçının,
namazını, sadakasını, 377 orucunu, cihadını, haccını ve
diğer ibadetlerini Allah kabul etmez.
îbn Abdulvehhab’ın oğlu Abdullah’a göre,
ister bir ayet okuyarak, ister Peygamber’e salavat getirerek, isterse bunların
dışında bir zikir yapmak suretiyle ezan sırasında sesi yükselterek bir şey
söylemek bid’attir. Yine ölünün yanında sesi yükseltmek, mezarlara su dökmek,
namelerle mevlid okuyup salât-ü selam getirmek, 378 Cuma
namazından sonra beş vakit namaz kılmak ona göre bid’atler arasındadır.
Vehhabiler bid’at konusunda Ahmed b. Hanbel
ve İbn Teymiyye’nin yolunu takip ettiklerini iddia etmelerine rağmen, bir çok
meselede onlardan daha aşırıya kaçmışlar, helal olan, Müslümanlara faydalı
olan, insanların hayatlarını kolaylaştıran bir çok yeniliğe bid’attir diye
karşı çıkmışlardır.
Şefaat 'sözlükte hakkında suç işlemiş
kimseden suçlan bağışlamasını istemek, yalvarıp yakarma yoluyla başkasından
diğer bir başkası için, hayır yapılmasını ve zararın terk edilmesini istemek[380] [381] [382] [383] [384], önüne
düşüp işini görmek, bir iltimasçı ve aracı ile oon müracaatta bulunmak, bir
kişinin bağışlanması için af dilemek anlamlarına gelir.
Şefa’a kelimesine dini saha dışmda da, mesela bir hükümdara
bir niyazda
O O 1 bulunmada, borçlunun lehinde tavassutta bulunmakta
rastlanır.
Terim olarak şefaat, ahirette günahkar
mü’minlerin günahlarının affedilmesi, günahı olmayanların ise, daha yüksek
derecelere yükselmeleri için Allah’ın izin verdiği peygamberler, alimler ve
şehitlerin Allah nezdinde tavassutta bulunmaları demektir. Şefaat kelimesine
umumiyetle dini manada ve daha sarih olarak, kıyamete dair tasvirlerde
rastlanılır. Nitekim Kur’an’daki kullanılışı da böyledir. Ayrıca şefaat fikri •
383 ’
Kitâb-ı Mukaddes’te de
geçmektedir.
Ahiret gününde bütün peygamberlerin Allah’ın
izniyle şefaat etmeleri haktır ve gerçektir. Şefaat günahı olan mü’minlerin
günahlarının affedilmesi, günahı olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri
için peygamberlerle Allah katında dereceleri yüksek olanların Allah’a
yalvarmaları, dua etmeleri, bağışlanmalarını istemeleri demektir. O gün
peygamberler ve Allah’ın sevdiği has kulları Allah’ın izniyle, Allah’ın şefaat
olunmasına rıza gösterdiği kimseler için şefaat ederler. Buna göre şefaat
günahkar mü’minler için olacaktır. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin şefaat
etmesi veya Allah’ın razı olmadığı birine şefaatte bulunulması sözkonusu
değildir.[385]
Nitekim bu konuda Kur’an-ı Kerim’de: “Hiçbir
şefaatçi yoktur ki, onun izni olmadan şefaat edebilsin”[386], “Onun izni olmadıkça
nezdinde şefaat edecek
kimmiş?”[387] [388] [389] [390], “Bunlar
onun (Allah’ın) rızasına ermiş olandan başka kimseye şefaat Q "7 Q
QQ
edemezler”
, “Onlara (kafirlere) şefaatçilerin şefaati fayda vermez” buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber bir hadisinde ümmetinin
günahkarlarına şefaat edeceğini haber vermiştir: “Şefaat ümmetimden büyük günah
işleyenler içindir” , “ Her Peygamberin kendine has, kabul olunan bir duası
vardır ve onunla dua edegelmişlerdir. Fakat ben duamı ahirette ümmetime şefaat
etmek için saklıyorum”[391]
Yine Kur’an-ı Kerim’de,
şefaatin yalmz Allah’a ait olduğu[392] [393] [394], müşriklerin putları 392 *393
Allah katında şefaatçi kıldıkları , onların
ahirette şefaat edemeyecekleri , ahirette kimseye şefaatin fayda vermeyeceği[395], hiç
kimseden şefaat kabul edilmeyeceği[396], o gün zalimlerin ve
münkirlerin şefaatçisinin olmayacağı[397] [398] [399], Allah’ın takva sahipleri
için şefaat edeceği , nefis için Allah’tan başka şefaatçi bulunmadığı ,
Allah’ın izin verdiklerinden, hoşlandıklarından, onun nezdinde söz ve izin
alandan başkasının şefaatinin fayda vermeyeceği[400], onun izni olmadan meleklerin
şefaatinin bile bir işe yaramayacağı[401] haber verilmektedir.
Mu’tezile ilahi adalete aykırı olduğu
gerekçesiyle şefaati reddederken, Ehl-i Sünnet ahirette başta peygamberler
olmak üzere alimler, şehitler ve diğer Allah dostlarının, onun izniyle, şefaat
olunmasına rıza göstereceği kimselere şefaatte bulunacaklarını kabul
etmektedirler.[402] Nitekim Hz.
Peygamber, mahşerde bütün
insanların
heyecan ve ıstırap içinde bulundukları bir anda kendisine “şefaat-ı uzmâ”
yetkisi
verileceğini, bu sayede hiçbir peygamberin nail olamayacağı büyük bir şefaat
yetkisine (makâm-ı mahmûd’a) sahip olacağım haber vermekte[403], ayrıca şefaat yetkisi
verilecekler arasında peygamberleri, alimleri ve şehitleri saymaktadır.[404]
Görülüyor ki Kur’an’a göre şefaat ahirete ait
bir işlem, Cenab-ı Hak ve onun izin verdiği kimselerin yapacağı bir
tasarruftur. Ancak kafir, müşrik ve münkirler bu tasarrufun dışındadır.
Kur’an’da putların şefaatçi olamayacakları, kafirlere şefaatin fayda
sağlamayacağı, bütün şefaatin Allah’ın tasarrufu altında olduğu şeklinde tenzihi
bir anlatım söz konusudur.[405] Bununla
birlikte Mu’tezile bu şefaat fikrine katılmaz. Mu’tezile, madem ki cehenneme
atılmış olanlar oradan kurtulamayacaklardır, şu halde hiçbir zaman şefaat bahis
mevzuu değildir diye görüşlerini belirtirler. Bu görüşlerine de bazı Kur’an
ayetlerini delil olarak gösterirler.[406]
İbn Abdulvehhab ve tabileri şefaat konusunda
şöyle görüş belirtirler: Şefaat konusunda iki uç görüş vardır. Bir grup şefaati
tamamen reddederken, diğer grup şefaatin peygamberin hakkı olduğunu ileri sürmekte,
dolayısıyla peygamberden şefaat istenebileceğini iddia etmektedirler. Şefaati
reddedenler Mu’tezile ve Haricilerdir. Bunlar şefaatin yalnızca Allah’a ait
olduğu, peygamberin kıyamet gününde ümmetinden asi olanlara şefaat etmeyeceği
görüşüne sahiptirler. Bu yüzden de peygambere ait şefaati reddetmektedirler. Bu
görüş hatalıdır. Çünkü sahih hadislerde Hz. Peygamber’in ümmetinin sadece Salih
olanlarına değil, asilerine de şefaat edeceği belirtilmiştir. Şefaatin Hz.
Peygamber’in hakkı olduğunu iddia eden ikinci görüş de hatalıdır. Çünkü şefaat
yalnızca Allah’ın hakkıdır ve Peygamber onun izni olmaksızın kimseye şefaat
edemeyecek, Allah da razı olmadığı kimseler için Peygamber’e şefaat izni
vermeyecektir. Bu durumda İbn Abdulvehhab ve tabilerinin kabul ettiği şefaat
iki esasa dayanmaktadır: Allah’ın şefaatçiye izin vermesi ve şefaat edilecek
kimseden razı olması.[407]
“De ki bütün şefaat Allah’a aittir”[408], Onun izni
olmadan onun katında kim şefaat edebilir?”[409] Bu ayetler göstermektedir ki
Allah’ın şefaatte hiçbir ortağı yoktur. Hz.
Peygamber’e göre ise şefaat tevhid ve ihlas
ehline olacaktır. Hz. Peygamber secdeye kapanacak, Allah’tan şefaat izni
isteyecek, Allah ona şefaat izni verince şefaat edecektir. Ancak Allah’a şirk
koşana şefaat edilemeyecektir. Nitekim Hz. Peygamber amcası Ebû Tâlib için
istiğfar etmiş, bu istiğfarı kabul edilmediği gibi, peygamber bundan men
edilmiştir.408 [410]
Allah’ü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de hakk’a şahit
olandan, yani tevhid ehli olandan başkasının şefaatte bulunamayacağım
belirtmektedir. Allah katında bazı insanların şefaatçi olarak kabul ettikleri
melekler, Hz. îsa ve Hz. Uzeyr gibi kimseler şefaate malik değildirler.
Günümüzde de Allah’tan başkasını şefaatçi kılarak dua edenler bulunmaktadır.
Bunlar dua ettikleri kimselerin Allah katında şefaatçileri olduğunu
söylemektedirler.[411] Halbuki İbn
Abdulvehhab ve tabilerine göre Allah katında şefaatçiler edinmek, geçmiş
zamanlarda insanların şirke düşmelerinin asıl sebebidir. Onlara göre geçmişte
insanlar putlara, Salihlere, peygamberlere ibadet etmişler ve bunların Allah
katında kendileri için • şefaatte bulunacaklarını iddia etmişlerdir. Bu
hareketleri nedeniyle de şirke düşmüşlerdir. Bu yüzden Vehhabiler şefaatin
yalnızca Allah’ın hakkı olduğunu iddia etmektedirler.
Eğer bir kimse; ben Allah’ın fayda ve zarar
veren, alemi yöneten olduğunu kabul ediyorum ve ona dua ediyorum. Salihlere
gelince, onların Allah katında şefaatlerini istiyorum derse, ona şu ayetler
okunmalıdır: “Onun (Allah’ın) dışında evliya edinenler, onlar bizi Allah’a yakınlaştırsınlar
diye ibadet ediyoruz derler”[412] [413], “Onlar
Allah katında 419 bizim şefaatçilerimizdir derler”
Şefaati inkar etmeyiz. Resulüllah şâfî’dir ve onun
şefaatini umarız. Ancak şefaatin
tamamı Allah’a aittir. Allah bunu
şu ayetlerde belirtmiştir: “De ki bütün şefaat Allah’a
aittir”[414]. Şefaat Alah’m izni
olmaksızın gerçekleşmez. Nitekim bu Kur’an-ı Kerim’de
şöyle açıklanmıştır: “Onun izni
olmaksızın onun katında kim şefaat edebilir?”[415]
Böylece şefaatin tamamı Allah’a ait olduğuna ve
şefaat onun izninden sonra gerçekleşeceğine göre, ne peygamber, ne de başkaları
Allah izin vermedikçe şefaat edemezler. Allah da tevhid ehlinden başkasına
şefaat izni vermez. Buna göre şefaatin Allah’a ait olduğuna inamr, şefaati
yalnızca ondan ister ve şöyle deriz: Allah’ım beni onun şefaatinden mahrum
etme; Allah’ım onu bana şefaatçi kıl”[416]
Eğer bir kimse, Allah peygamber’e şefaat
hakkı vermiştir. Ben de Allah’ın ona vermiş olduğu şefaat hakkım peygamber’den
istiyorum derse, ona deriz ki; Allah ona şefaati vermiş, ancak seni şefaati
peygamber’den istemekten men etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyrulmaktadır: “Allah’tan başkasına dua etmeyin”[417]. Eğer meleklere, evliyaya
şefaat izni verilmiştir. Ben de şefaati onlardan istiyorum dersen, Allah’ın
kitabında zikrettiği Salihlere ibadete dönmüş ve şirke düşmüş olursun.[418] [419]
Şefaat Allah’tan başkasından istenmez. Çünkü
şefaatin asıl sahibi Allah’tır. O dururken şefaate malik olmayan kişiden şefaat
istenmez. Şefaat ahirette ancak Allah’ın izniyle gerçekleşecektir. Buna göre
bir kimsenin şefaat edebilmesi, Allah’ın ona şefaat 418 izni vermesi ve
şefaatte bulunacağı kişiden razı olmasıyla mümkün olabilir.
Ebû Hureyre’nin naklettiği; “Şefaatime en
fazla layık olan, ihlas ile Lâilâhe illallah diyenlerdir” hadisi ile ilgili
olarak İbn Kayyım el-Cevziyye şöyle demektedir: Bu hadiste halis tevhid’e sahip
olanların en büyük şefaate nail olacakları haber verilmektedir. Bu şefaat
müşriklerin anladıkları şefaatten farklıdır. Çünkü müşrikler aracıları şefaatçi
edinmekte ve onlara ibadet etmektedirler. Resulüllah onların bu iddialarını ve
yaptıklarını yalanlamış, gerçek şefaatin ancak saf tevhid’le olabileceğini
bildirmiştir. Allah’ın söylenen söz ve yapılan amelden razı olabilmesi ancak
saf tevhid’e sahip olmak ve Allah’ın resulüne tabi olmakla mümkün olmaktadır.[420]
Kur’an’ın yasakladığı şefaat Allah’tan
başkasından istenen şefaattir. Çünkü şefaat ahirette ancak onun izniyle
gerçekleşecektir. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: “O gün
Allah’ın izin verdiğinden ve razı olduğundan
başkasının şefaati fayda vermez”[421], “Göklerde nice melekler
vardır ki, Allah’ın dilediği ve razı olduklarına şefaat izni verdikleri dışında
onların şefaatleri fayda vermez”[422]. Mukarreb meleklerin bile
durumu böyle olunca, Allah katında başka kimselerden nasıl şefaat istenebilir?
Allah bütün kitaplarında ve bütün peygamberlerinin diliyle bundan nehyetmiştir.[423] [424]
îbn Kayyım el-Cevziyye’ye göre
şefaat altı çeşittir:
1)
Ulu’l-Azm
Peygamberlerine verilecek olan şefaat-i kübrâ. Bunun en büyüğü Hz. Muhammed’e
verilecektir. Hz. Muhammed bu şefaati, mahşer halkının hesaplarının kolay
olması için peygamberlerden şefaat istediklerinde kullanacaktır. Bu şefaat
ancak Allah’a hiç şirk koşmamış tevhid ehli için geçerli olacaktır.
2)
Cennet
ehlinin cennete girmesi için resulüllah’ın şefaati.
3)
Resulüllah’ın
ümmetinden asi ve günahkar olanlara şefaati. Bu kimseler işledikleri günahlar
sebebiyle cehenneme girmeyi hak etmişlerdir. Hz. Muhammed onların cehenneme
girmemeleri için şefaat edecektir.
4)
Tevhid
ehlinden olduğu halde, günahları sebebiyle cehenneme girecek olanlara yapılacak
şefaat.
5)
Cennet
ehlinden olanlara, sevaplarının artırılıp, derecelerinin yükseltilmesi için
yapılacak şefaat.
6)
Cehennem
ehli olan kafirlerin bazılarının azaplarının hafifletilmesi için • 423 gerçekleşecek olan şefaat. Bu tür şefaat yalnızca Ebû Tâlib
için gerçekleşecektir.
Bazı kimseler resulüllah’a, bazı kimseler de
meleklere şefaat hakkı verildiğini iddia ederler. Bazı kimseler ise,
resullerden ve meleklerden mukarreb olanlara şefaat hakkı verilmiştir derler.
Hatta evliyaların da böyle bir hakkı olduğunu iddia ederler. Bu tür iddialar
şirke ve küfre yol açar. Ne meleklerin, ne de mahlukattan herhangi birinin
Allah’ın mülkünde hakkı yoktur. Allah’ın
hükümdarların yardımcısı olması gibi yardımcısı da yoktur. Şefaatçi ancak
Allah’ın şefaat izni vermesiyle şefaat edebilir. Dua da şefaat
çeşitlerindendir. Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceği bir istek yalnızca
Allah’tan istenmelidir. Bir kimsenin, meleklerden, peygamberlerden, ister diri,
ister ölü olsun bir şeyhten bir şey istemesi, “günahımı affet”, “bana yardım
et” gibi sözler söylemesi caiz değildir. Kim bunları söylerse, o meleklere,
peygamberlere, resimlere, heykellere tapan müşriklerdendir. Peygamber’den
hayatta iken dua istenebilir. Ancak vefatından sonra ondan dua istenmesi caiz
değildir.[425]
Allah’ın izni olmaksızın hiç kimse şefaate
muktedir değildir. Bu nedenle şefaat yalnızca Allah’tan istenmelidir. Şefaati
mahluklardan, cansız, işitmeyen varlıklardan isteyenler Allah’tan uzaklaşmaktadırlar.
Buna göre toprağın altındaki enbiya, evliya, Salihler ve diğer mahluklara
yönelip, onlara dua edip, onlardan şefaat isteyenler, Allah’ı bırakıp o
varlıklara ibadet ederek, ibadette Allah’a şirk koşmuş olmaktadırlar. Çünkü
şefaat istemek de bir ibadettir. Şefaati Allah’tan başkasından istemek ise
şirktir.[426]
Vehhabiler şefaatin olacağını inkar
etmemekte, ancak hiç kimsenin şefaate malik olmadığını, şefaatin yalnızca
Allah’a ait olduğunu söylemektedirler. Buna göre şefaat herhangi bir kimseden
değil, yalnızca Allah’tan istenmeli, “Allah’ım onu bana şefaatçi kıl”
denilmelidir. Allah şefaat iznini ancak razı olduğu kimselere vereceği gibi,
şefaat etmelerine izin verdiklerinin de yalnızca razı olduğu kimselere şefaat
etmelerine müsaade edecektir.
Tevessül bir şeyi vesile, aracı kılmak
demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir.[427]
Dini bir terim olarak tevessülün anlamı;
Allah’a yaklaşmak, Allah’tan yardım dilemek üzere bir söz, davranış veya kişiyi
aracı kılmaktır. îstiâne tevessül ile eş anlamlıdır. İstiğâse de yakın anlamlı
olmakla birlikte, sadece aşın sıkıntı hallerinde yardım dilemeyi belirtir.
Tevessül ve istiâne ise hem sıkıntı anında, hem de normal zamanlarda olabilir.[428] [429]
Muhammed b. Abdulvehhab ve tabilerine göre
tevessül, Peygamber hayattayken onun duasım Allah’a vesile kılmak şeklinde
caizdir. Hz. Peygamber’den dua istemek ancak o hayatta iken caizdir. Nitekim
sahabe Hz. Peygamber’den kendileri için dua etmesini istiyorlardı. Ancak
Peygamber vefat ettikten sonra artık ondan bir şey istemeyip, amcası Abbas’ın
kendileri için dua etmesini istemişlerdir.
Tevessül üç çeşittir:
a)
Kişinin
bir veli veya nebi’nin veya veli veya nebi zannettiği bir kimsenin kabrine
gidip, Allah’tan başkasının gücünün yetmeyeceği bir ihtiyacını karşılamasını
isterse, bu hakiki şirktir. Bunu yapan kimse tevbe’ye davet edilir, tevbe
etmezse öldürülür.
b)
Bir
kimse bir nebi, bir veli, Salih bir kişi veya bir şeyhten , sahabenin Hz.
Peygamber’den dua istemesi gibi kendisine dua etmesini isterse; eğer dua
istediği kimse hayatta ise bu meşrudur, eğer hayatta değilse meşru değildir.
Yani diriden dua istenebilir, ama hayatta olmayan kimseden dua istenmez. Bunun
delili ise, Hz. Ömer zamanında sahabenin Hz. Peygamber’in kabrine gidip istiğâsede
bulunmaması, resulüllah’ın amcası Abbas’tan istiğâse’de bulunarak kendilerine
dua etmesini istemeleridir. Çünkü Hz. Peygamber kabrinin bayram yeri
kılınmasını yasaklamıştır.
c)
Bir
kimsenin; “Allah’ım falanca kulunun hakkı için”, “Falanca kişinin bereketiyle”
veya “Falanca kulunun hürmetine” şunu senden istiyorum şeklinde dua etmesi. Bu
dua şekli halk arasında yaygındır, ancak sahabenin bu şekilde dua ettiklerine
dair bir rivayet yoktur. Eğer sahabe şefaat veya tevessülün Salih kimselerin
hakkı olduğunu kabul etmiş olsalardı, hayatlarında mutlaka bu şekilde dua
ederlerdi.
Bu üç çeşit tevessülden ilki hakiki şirktir.
îbn Abdulvehhab ve İbn Teymiyye bunu yapan kimsenin tevbe etmezse öldürülmesini
caiz görürler. Diğer iki çeşit tevessülü işleyen kimseler ise günahkardır,
tevessülleri nedeniyle öldürülmeleri helal değildir.[430]
Bazı kimseler Allah’a ibadette ve duada Salih
kişileri ortak koşmakta, bu davranışı Allah’ın sevdiği kullar olan Salih
kimseleri ta’zim olarak görmekte, Allah katında onların şefaatçi olmalarını
istemektedirler. Halbuki bu resulüllah’ın muhalefet ettiği en önemli
meselelerden biridir.[431]
Bir başka bakımdan ise tevessül ikiye
ayrılmaktadır. Birincisi, kabul edilen ve meşru görülen tevessüldür. Örneğin
imanı, Allah’ın isimlerini, Salih amelleri vesile kılmak bu türdendir. Bir
mağaraya kapalı kalıp, işlemiş oldukları Salih amelleri vesile kılarak Allah’a
yalvaran ve kurtulan üç kişinin yaptıkları tevessül bu türdendir. îkinci tür
tevessül bid’at olan tevessüldür. Salih kişileri vesile kılmak bu türdendir.
Mesela bir kimsenin; “Allah’ım resulün hürmetine, falanca Salih kişi hürmetine,
nebi ve resullerinin hakkı için veya veli ve Salih kullarının hakkı için şunu
senden istiyorum” şeklinde dua etmesi bid’at olan tevessüle örnektir. îbn
Abdulvehhab bu ikinci tür tevessülü günah görmüştür. Çünkü ne resulüllah, ne de
sahabesi bu şekilde tevessülde bulunmamışlardır. îstiğâse duadır, dua ise bir
ibadet çeşididir. Dolayısıyla yalnızca Allah’a yapılmalıdır.[432]
Ey Rufâi, ey Bedevi, ey Abdulkadir diye başlayan
dualar şirk çeşitlerindendir. Dua ibadet gibidir. Bir kimsenin sıkıntı anında
sıkıntısını gidermesi veya bir menfaat temin etmesi için bir mahluka dua etmesi
tevhid’e aykırıdır. Biz dua eden kimsenin ibadete veya şirk işlemeye niyetinin
olup olmadığına, dua edilen kimsenin de konumuna
bakmayız. Çünkü îslam dininde böyle bir duanın
yeri yoktur. Allah’tan başkasını anıp, ona dua eden kimse ya gerçek İslam
öğretisini, Kur’an ve sünneti bilmeyen cahil bir kimsedir ki, böyle bir kimseye
gerçek açıklanıp bu işten sakınması söylenir. Ya da bu kimse şer’i ahkamı
bildiği halde menfaat temini veya zarar defi için Allah’tan başkasına dua
ediyordur ki bu kimse müşriktir.[433]
İstiğâse Allah’tan başkasından bir şey
istemektir. Hükmü ise Allah’tan başkasına dua etmek gibidir. Bir kulun diğer
bir kuldan bir şey istemesi, tutuklunun başka bir tutukludan bir şey istemesine
benzer. Peygamber kendisinden bir şey istenilmemesini, Allah’tan istenilmesini
buyurmuştur. Kendisinden bir şey istenilen kişi ister diri, ister ölü olsun
Allah’tan başkasından bir istekte bulunmak haramdır ve İslam’ın tevhid
akidesine aykırıdır.[434]
Peygamber hayatta iken onu vesile kılmak
caizdir. Ancak hayatta olmayan enbiyayı ve Salih kişileri vesile kılmak,
sahabenin Peygamber’in sağlığında da, vefatından sonra da yapmadıkları bir
bid’attır. Sahabe kabir başında da başka bir yerde de böyle bir şey
yapmamıştır. Vefatından sonra Resulüllah’ı veya vefat etmiş herhangi bir
kimseyi vesile kılmak şirktir, küfürdür. Bunu yapan kimse de mürteddir. Kabirde
bulunan kimseye sadece selam verilir. Ölü veya gaib kimseden herhangi bir
istekte bulunmak bid’attır. Peygamberleri ve Salih kişileri vesile kılmak,
evliya ve Salihlerin isimlerini anarak Allah’a dua etmek ve bu şekilde bir şey
istemek Hanbeli mezhebine göre tahrimen mekruhtur. îstiâze Allah’tan başkasına
sığınmaktır. Allah’ın isim ve sıfatlarından başka bir varlığa istiâzede
bulunmak (sığınmak) caiz değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim cinlere sığınanları
zemmetmektedir. Allah’tan başkasına dua, istiğâse, Peygamber ve Salihleri
tevessül, Allah’tan başkasına istiâze, Allah’tan başkasının adına yemin gibi
şeylerin hepsi aynı türdendir. Hepsi de şirk tezahürleri ihtiva ettiklerinden
dolayı tevhid’e aykırıdırlar, bu tür hurafeler asla mubah olamazlar.[435]
İstiğâse sıkıntı anında dua edip, yardım
istemektir. İstiğâse bir dua çeşididir. Ölmüş kimselere istiğâsede bulunmak,
onlara yönelip ihtiyaç gidermesi için dua etmek şirk çeşilerindendir. Her dua
edilen varlık ilah kabul edilmiş olur. İlah’lık ise sadece
Allah’ın hakkıdır. Kim kabre, puta veya
herhangi bir şeye dua ederse onu Allah’a ortak koşmuş olur. Allah vermekte,
almakta, mülkte, fayda ve zarar vermede tektir, ortağı yoktur. Buna göre dua
edilen de yalnızca Allah olmalıdır.[436]
Günümüzde birçok Müslüman “ya Ali”, “ya
Abdulkadir” diyerek sıkıntılı anlarında istiğâsede bulunmaktadırlar. Her
bölgede dua edilen, sıkıntıları giderip, ihtiyaçları karşıladıklarına inanılan
kimseler vardır. Bu kimselerden, sadece Allah’tan istenmesi gereken cennete
girme, cehennemden kurtulma gibi isteklerde bulunulmaktadır. Bütün bu istekler
veli veya evliya denilen kimselerden istenmekte, bu kimselerin insanları
cehennemden kurtarıp, cennete sokacakları iddia edilmektedir. Halbuki Resulülah
bile, Allah’ın izni olmadan hiç kimseyi azaptan kurtarmaya muktedir değildir.
Bazı kimseler bir veliye dua ettiklerini, velinin bu duaya icabet edip,
isteklerinin gerçekleştiğini anlatmaktadırlar. Bu kimseleri şeytan kuşatmıştır
ve onların putlara ibadet edenlerden hiçbir farkları yoktur.[437]
Allah’ın yarattıklarına saygıda aşırıya
kaçmak bütün İslam ülkelerinde Allah’tan başkasına ibadet etmeye dönüşmüştür.
Mısır’da Ahmed el-Bedevî’ye, Irak’ta Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Abdulkadir
Geylânî’nin mezarlarına giderek, insanlar huşu ile durmakta, onlardan şefaat ve
tevessül istemektedirler. Her İslam beldesinde insanların yöneldiği kabir,
türbe veya put vardır. İnsanlar bunlara yönelip, hayır ve bereket
istemektedirler. Bunlar Allah’ın razı olmadığı işlerdir, bunlar İslam’dan
değildir. Bütün bunların sebebi, mahluklara ta’zimde aşırıya kaçmaktır. Cahil
hurafe ehli de Resulüllah’m gaybm anahtarlarına sahip olduğunu iddia
etmektedirler. Halbuki gaybı sadece Allah bilir. Resulüllah da bütün bunları
reddetmiştir.[438]
Resulüllah kendisinin Allah’ın izni olmadıkça
bir şeye gücünün yetmeyeceğini belirtmiştir. O Alah’ın Peygamberi ve
Peygamberler’in en üstünü olduğu halde, Allah’ın izni olmadan bir şey
yapamazken, onun dışında hiçbir şekilde hiç kimse bir şeye malik olamaz. îşte
bu, Allah’tan başkasına menfaat temini veya zarar defi için dua 438
etmenin yanlışlığına delildir.
Cenab-ı Hakk’a doğrudan doğruya ibadet etmek
farz olduğundan, bu yolda herhangi bir şeyi vesile ittihaz etmek caiz değildir.
Dua bir ibadet olduğundan, Allah’tan başkasına dua edip yardım istemek “ muhakkak
ki Allah kendisine ortak koşardan affetmez” ayetince faydası olmayan bir şirk
çeşididir. Hz. Nuh zamanında putatapıcılık ilk defa Salih kimselere aşın
ta’zimde bulunmak nedeniyle ortaya çıkmıştır. Peygamber veya evliyadan birini
yad edip yardım isteyenler, türbelere hürmet gösterenler müşriktirler. “Biz
onlann şefaatini umarız” veya “Onlan Cenâb-ı Allah’a yaklaşmaya vesile eyleriz”
demeleri onları şirkten kurtarmaz. Şeyhlerden birine yönelip yardım isteyenler
şöyle dursun, “Ya resulallah bana şefaat et” diyenleri bile Vehhabiler tekfir
etmektedirler.[439]
Tevessül konusundaki görüşleri Vehhabilerin
tasavvufu ve tarikatı reddetmelerine yol açmıştır. Onlara göre tasavvuf ve
tarikat bid’attir. Çünkü şeyhi vesile kılmak gibi tevhid’e ve îslam öğretisine
aykırı olan fiiller daha çok tasavvuf ve tarikat ehli tarafından işlenmektedir.
Vehhabilere göre tasavvuf ve tarikat
insanların sapmalarına sebep olmuştur. İnsanların bir şeyhe bağlanmadan
hakikate erişemeyeceği iddiası ve inanışı küfürdür. Tarikat ehlinin, şeyhin
müridi sapıklıktan ve hatadan koruduğu, insanın yükselmesinin ve nefsin
temizlenmesinin tarikatla mümkün olduğu, tarikat şeyhlerinden inâbe (bey’at,
söz verme) almanın gerektiği, ashabın Peygamber’e biat ettiği gibi, mutlaka bir
mürşide bir şeyhe biat’ın lüzumu, tarikat şeyhlerinin mezarlarında yaşadıkları,
Allah’ın dostları oldukları, bazı derecelere ayrıldıkları ve böylece dünyayı
yönettikleri, onlara tevessül etme şartı gibi iddiaları asılsız, dayanaksız ve
küfre götüren iddialardır. Böyle şeyler dinde ve Kur’an’da yoktur. Kur’an’dan
başka mürşid, hidayet verici aramak caiz olmadığı gibi, Peygamber’e bile
tevessül ve ondan şefaat dilemek caiz değildir.[440]
Vehhabilere göre tasavvuf islami olmayan bir
bid’attır. İslam’da zikir Allah’ı unutmamak ve tefekkür etmektir, bir ayin
değildir. Tarikat ise başkalarını istismar için vasıta ve mürşidin kendisine
vesile ittihaz ettirmesine bir yoldur. Hz. Peygamber’in Hz. Ebubekir’e gizli
bir zikir usulü öğrettiği, Hz. Ali’ye mahrem bazı sırlar verdiği iddiaları dine
en büyük iftiradır ve Peygamber’in “tebliğ” sıfatına aykırıdır. Tasavvufçularm
mükâşefe dedikleri şey tamamen asılsızdır. Başkalarının kendi yollarına intisap
etmelerini istemeleri de din içinde din ihdas etmektir. Kur’an ruhbaniyeti ve
Salihlere tabi olmayı yasaklamıştır. Kur’an’m Batıni manaları olduğunu söylemek
Kur’an’ı inkar etmek ve kendi arzularına göre din ile oyun oynamaktır. Bu
esaslardan hareketle Vehhabiler Batınilere, Şia’ya ve tasavvufçulara, İslam
dinine eski dinlerin âdet ve ayinlerini sokan tarikatlara şiddetle karşı
çıkarlar. Bu yüzden ne kadar tarikat şeyhi ve tasavvuf erbabı varsa
memleketlerinden çıkarmışlardır.[441]
Vehhabilere göre tarikatçilerin en şerlileri
rabıtayı kabul edenlerdir. Zira rabıta açıkça bir şirktir. Rufailer’in ateşe girmeleri
ve şiş saplamaları kendilerinde tasarruf kudreti iddiasım ifade ettiği için
şirktir. Ticânîler peygamberden emir aldıklarını iddia ederler ki bu şirktir.
Kadiriler ve Bedeviler şeyhlerine secde ederler, bazı tarikatlar ise Hz. Ali’yi
ve evlatlarını masum kabul ederler. Bunların hepsi şirktir. Tasavvufçularm
fenâfıllah oldukları, kabirlerinde yaşadıkları, Allah’ın velileri oldukları,
onların kabirlerine teberrükte bulunmak gerektiği, onları vesile ittihaz
etmedikçe insanın delalette olacağı, onların öldükten sonra tasarruf sahibi
oldukları, gavs, kutup, abdal, üçler, yediler, kırklar gibi derecelere ayrılıp
dünyayı idare ettikleri , Hızır, Mehdi ve îlyas sağdır demeleri hiledir,
aldatmacadır.[442]
îbn Abdulvehhab ve tabileri evliyanın
kerametini inkar etmediklerini, ancak onların ne hayattayken, ne de öldükten
sonra ibadet çeşitlerinden birine layık olmadıklarını belirtirler. Veli kişi
şekliyle değil, takvası ve Kur’an ve sünnete uygun şekilde dini görevlerini
yerine getirmesiyle tanınır. Buna göre evliyalar, Rahman’ın evliyası ve
şeytanın evliyası şeklinde iki gruba ayrılır. Dayanağı Kur’an ve sünnet,
yaptıklan da dini hükümlere uygun olanlar Allah’ın evliyası, bunun dışındakiler
ise şeytanın evlıyasıdırlar.
îbn Abdulvehhab ve tabileri tasavvuf!
tarikatları ve onlara nisbet edilen mertebeleri reddederler. Buna göre gavs,
kutub, abdal gibi mertebeler aslı olmayan, haram olan bid’atlardandır.[443] [444]
Salih kişilere ta’zimde haddi aşıp, onlara
aşırı hürmet gösterenler, Hristiyanlar’ın Hz.îsa’yı ve Hz. Meryem’i Allah’ın
verdiği mertebenin üzerine çıkarıp, onları ilah edinmelerine benzerler. Halbuki
Resulüllah bile kendisinin haddinden fazla methedilmesine karşı çıkarak,
kendisinin Allah’ın kullarından bir kul olduğunu belirtmiştir. Bu da
göstermektedir ki, Allah katında bir kişinin derecesi ne kadar yüksek olursa
olsun, bu onu Allah’ın kulu olmaktan çıkarmamaktadır. Bu yüzden meleklere,
peygamberlere, evliyaya, Salihlere ibadet çeşitlerinden biri olan duayı yapan
ve onları vesile kılan bir kişi Allah’a ibadette şirk koşmuş olur.
Peygamberleri ta’zim etmek yaptıklarını yapmakla olur. İbadet çeşitlerinden
biriyle onlara hürmette aşırıya kaçmak Allah’ın dinine ve şeriata aykırıdır.[445]
Vehhabilerin şefaat ve tevessül konusunda
Ehl-i Sünnet’in anlayışından farklı bir anlayışa sahip oldukları açıktır.
Ayrıca onların tevessülü ibadet şeklinde algılayarak karşı çıkmaları yanlıştır.
Çünkü ibadet Alah’a tarifsiz bir inanç ile boyun eğmek, kulluk etmektir.
Tevessül ise bir şeye yaklaşmak için aracı kılmaktır. Görülüyor ki tevessülde
kesinlikle ubûdiyet, yani kulluk bulunmamakta, belki samimi bir hürmet söz
konusu olmaktadır. Bu hususta ashabın Resulüllah’a tevessülü, bizzat
peygamberin başkaları için Allah’a tevessülü ve vefatlarından sonra
peygamber’in ve Salih kişilerin aracı kılınması, Ehl-i Sünnet’in tamamen
benimsediği ve üstelik Kur’an’ın bütününe uygun olan bir davranıştır.[446]
Resulüllah hayattayken kendisinden önceki
peygamberleri Allah’a dua ederken vesile kılmış, “Allah’ım senden, senden
isteyenler hakkı için istiyorum” şeklinde dua etmiştir. Yine o, Fâtıma binti
Esed için; “Annem Fâtıma binti Esed’i bağışla, onun gireceği yeri genişlet,
resulün ve benden önceki resuller hakkı için” diye dua etmiştir. Hz. Adem de
Allah’ın nehyettiği ağaçtan yediği zaman Hz. Muhammed’i vesile kılarak dua
etmiştir. Evliyalar ve Salih kişiler de vesile kıhnabilir. Peygamber’i vesile
kılmakla, onun dışında evliya ve Salihleri vesile kılmak arasında fark yoktur.
Çünkü onlar bir şey yaratıp, bir şeye tesir edemezler. Onlar sadece Allah’ın
sevdiği kullar olmaları nedeniyle vesile kılınır. Ölülerin değil, sadece
dirilerin vesile kılınabileceğini iddia edenler, dirilerin Allah gibi bir şeye
tesir edeceğine inanıyorlar demektir ki, asıl bu iddia sahipleri şirke
düşmektedirler. Ayrıca ölü, diri diye aynm yapmak gereksizdir. Çünkü
peygamberler kabirlerinde diridirler, evliyalar da böyledir.[447]
Vehhabilerin tevessülü yanlış yorumladıkları
ve bu konuda Ehl-i Sünnet’in görüşünün dışına çıktıkları görülmektedir. Çünkü
tevessülde bulunan bir kimse, vesile kıldığı kimseye ibadet etmeyi
düşünmemekte, sadece Allah’ın sevdiği bir kulunu dua edip, istekte bulunurken
vesile kılmaktadır. Yani tevessülde bulunduğu kimseden değil, Allah’tan
istemektedir. Peygamberimiz zamanında gerek Hz. Peygamber’in, gerekse sahabenin
tevessülde bulunduklarına dair rivayetler mevcuttur. Tasavvuf ve tarikatların
îslam dışı bid’at olduğunu iddia etmek de pek sağlıklı görünmemektedir. Çünkü
her ne kadar tasavvuf ve tarikatlardan aşırıya kaçan düşünce ve davranışlar
ortaya çıkmışsa da, îslam’ı zenginleştirdikleri ve güzelleştirdikleri inkar
edilemez bir hakikattir.
Üçüncü
Bölüm
SİYASİ
ALANDA VEHHABİLİK
Muhammed b. Abdulvehhab’ın Der’iyye’ye
intikali ve Suud ailesiyle ittifakı neticesinde Vehhabiliğin siyasi sahadaki
faaliyetleri başlamıştır. Bu andan itibaren Vehhabilik sadece dini bir düşünce
ve davet olarak kalmamış, bu düşünce ve davetin neşri için siyasi alanda da
faaliyet göstermiştir.
Vehhabilerle muhalifleri arasındaki silahlı
mücadele 1159/ 1746’ da başlamış, Muhammed b. Suud ölünceye kadar yirmi yıl
boyunca devam etmiştir. Onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Abdülaziz b.
Muhammed b. Suud da Vehhabiliği yaymak için savaşmaya devam etmiş, ilkönce Riyad’ı,
daha sonra sırasıyla Ahsâ, Kasîm ve Katar’ı ele geçirmişlerdir. H. 1202’de
Mekke şerifleriyle başlayan savaşlar uzun yıllar devam etmiştir.[448]
Abdülaziz b. Muhammed b. Suud seri birtakım
muvaffakiyetlerle Vehhabiliği bütün Necid’e kabul ettirdikten sonra Necid
sınırlarını aşmış, Hicaz’a saldırmaya başlamıştır.[449] Bundan sonra Vehhabilerin
bakışları Irak’a çevrildi. Çünkü Irak’ta mezarlar ve kubbeler çoktu.
Abdülaziz’in Bağdat valisine mektup yazıp münazara isteğinde bulunmasına
Şiilerin Vehhabilere saldırarak karşılık vermesi üzerine, Şiilerle Vehhabiler
arasında gerilim doğmuştur.[450] Bu andan
itibaren Vehhabilerin Mekke şerifleri tarafından hacca gitmeleri nasıl
engelleniyorsa, onlar da Şiilerin kendi topraklarından geçerek hacca
gitmelerini engellemeye başladılar. Bağdat tarafından hacca gidenler Necid’den
geçmek zorundaydılar. Vehhabiler de bunu fırsat bilerek onları yağmalıyorlardı.
Bu durum dini olmaktan ziyade iktisadi idi. Ahsâ’mn Vehhabilerce işgal edilip,
oradaki Şiilere baskılar yapılması Şii-Vehhabi düşmanlığını daha da
artırmıştır. 1800 yılında kutsal yerleri ziyaret için Necefe gelen Şiilerle
Vehhabiler arasında çatışma çıktı ve birkaç Vehhabi Şiiler tarafından
öldürüldü. Bağdat valisi Süleyman Paşa’nın Vehhabilerin yolunu kesen Şiileri
te’dip etmesi de Vehhabileri tatmin etmedi.[451]
Bu saldırıyı bahane eden Abdülaziz, 1216/1801’de
Necid, Hicaz ve Tihame’den topladığı 10.000 kişilik bir orduyu oğlu Suud
komutasında Irak’a gönderdi. Kerbelâ’ya ulaşan Suud komutasındaki Vehhabi
ordusu, şehrin duvarlarım yıkarak Kerbelâ’ya girdi.[452] [453] Bu sırada halk Kerbelâ
matemleriyle meşgul olduğu için şehirde asker bulunmuyordu. 20 Nisan 1801’de
Kerbelâ’ya giren Vehhabiler, önce inançlarına göre büyük bir bid’at olarak
gördükleri Meşhed-i Hüseyin’i tahrip ettiler. Mezarların kubbeleriyle
üzerlerindeki tezyinatı bozarak, orada bulunan altın, gümüş ve birçok değerli
eşyayı yağmaladılar. Halkı kılçtan geçirerek şehri altüst ettiler. Bütün bu işi
yarım günde bitirerek, yağmaladıkları ganimetlerle birlikte Der’iyye’ye
döndüler. Vehhabiler çoğunluğu Şii yaklaşık 5.000 kişiyi katletmiş, bir çok
esiri de beraberinde götürmüşlerdir. Bâbıâli’nin durumdan haberdar olması
üzerine Süleyman Paşa’ya derhal Der’iyye’ye saldırması emredilmiştir. Süleyman
Paşa Vehhabiler üzerine bir ordu gönderdiyse de bir netice alınamamış, kısa bir
süre sonra da Süleyman Paşa vefat etmiştir.
Vehhabilerin Kerbelâ’da yaptığı katliamın
intikamını almak isteyen Osman isimli bir Şii, Der’iyye’de itimadını kazandığı
Abdülaziz’in hizmetine girmiş, 1803 yılında namaz kıldırmakta iken sırtından
bıçaklayarak Abdülaziz’i öldürmüştür. Onun ölümünden sonra yerine oğlu Suud b.
Abdülaziz geçmiştir.[454]
Suud b. Abdülaziz Osmanlı’nm ilmi münazara
için gönderdiği Adem Efendi’ye bid’atlere karşı savaştığı iddiasında bulunmuş,
hatta Padişah ve valilere mektuplar yazarak inançlarına davet etmiştir. Durum
yine Bağdat valisine havale edildiyse de bir netice alınamamış ve Vehhabiler
güçlenmeye devam etmiştir. 1802’de Vehhabiler Taifi ele geçirip yağmaladıktan
sonra Osman el-Mezâyifî’yi oraya emir tayin etmişlerdir. Osmanlı Cezzar Ahmet
Paşa’yı Şam’a vali tayin edip, Bağdat valisiyle birlikte Vehhabilerin üzerine
gitmesini istediyse de bir türlü netice alınamamıştır. 1803 yılında hac sonrası
Suud’un Mekke’ye saldıracağı haberini alan Şerif Galib Mekke’yi yağmaya terk
ederek Cidde’ye kaçtı. Suud halkına eman vererek şehre girdi. Mekke’de
inançlarına aykırı olduğu gerekçesiyle Kabe’deki Hz. İbrahim’in makamından
başka bütün ziyaret yerlerini ve mezarların kubbelerini yıktırdı. Değerli
eşyaları ve kutsal emanetleri yağmalattı. Kabe’de dört mezhebin ayrı ayrı namaz
kılmalarım, orada yapılan zikir duaları yasaklattı. Kabe’de Keşfu’ş-Şubuhât’ın
sesli olarak okunmasını şart koştu. Vehhabiliğe göre günah sayılan çubuk, tütün
ve esrar içilmesini, satranç ve tavla gibi oyunların oynanmasını yasaklayarak,
bunların yapıldığı kahveleri kapattırıp her türlü eğlenceyi yasakladı. Şerif
Galib’in kardeşi Abdulmuin’i Mekke emiri tayin ederek oradan ayrıldı.[455]
Suud Mekke’den ayrılıp Cidde’yi kuşattıysa da
başarılı olamayıp, Medine’yi muhasara etti. Bâbıâlî bundan büyük bir üzüntü duyup
bölge valilerini Medine’ye yardıma çağırdıysa da netice alınamadı. Şerif Galib
Cidde valisiyle Mekke’yi kuşatıp geri aldı ve oradaki Vehhabileri idam ettirdi.
Vehhabiler ise, Medine’ye girip diğer yerlerde yaptıkları gibi, mezar
kubbelerini ve ziyaret yerlerini yıkıp, Hz. Peygamber’in kabrindeki
mücevherleri gasbetmişler, Peygamber’in mezarım yıkmak istemişlerse de galeyana
sebep olur endişesiyle kubbesinde tahribatlar yapmakla yetinmişlerdir. 1805’te
Mekke’yi kuşatan Vehhabiler sonuç alamamış, 1806’da tekrar kuşatmışlar ve
Mekke’ye girerek hutbede Osmanlı Sultanının adının okunmasını yasaklamışlardır.
Devletin tayin ettiği kadı gibi görevlileri azledip, yerlerine kendi adamlarını
tayin etmişlerdir.[456] Vehhabilerin
Ravza-i Peygamberiyeyi tahrip ve kabrin bütün muhteviyatını yağma etmeleri
bütün İslam aleminde bir vâveylâ koparmış, bütün gözler hâmi-i İslam olan
Osmanlı’ya dikilmiştir. Devlet bütün bu tecavüzler karşısında harekete geçerek,
Bağdat ve Şam valileri aracılığıyla bir netice alamayacağını anlamış
olduğundan, İslam’ın mübarek şehirlerini kurtarma vazifesini Mısır valisi
Mehmet Ali Paşa’ya havale etmiştir.[457]
İlk başta Bâbıâlî’yi oyalayıp güçlü bir
iktidar kurmak isteyen Mehmet Ali Paşa, Eylül 181 l’de çoğunluğu Arnavut ve
Türklerden oluşan 35.000 kişilik bir orduyu oğlu Tosun Paşa komutasında Hicaz’a
gönderdi. Vehhabiler tarafından yenilgiye uğratılan Tosun Paşa Yenbu’ya döndü.
Bunu haber alan Mehmet Ali Paşa 20.000 kişilik bir orduyu yardıma gönderdi.
Tosun Paşa Aralık 1812’de Medine’yi, 1813 başlarında ise önce Mekke’yi, daha
sonra da Taif i Vehhabiler’den kurtarmıştır. 1813 yılında Mehmet Ali Paşa
bizzat kendisi bir orduyla Hicaz’a gelip, birtakım düzenlemeler yaparak Mısır’a
döndü. Tosun Paşa’nm 1813-1814 yularında Vehhabilerle yapmış olduğu savaşlar
bir netice vermemiş[458], 18 1 4
yılında da Suud b. Abdülaziz ölerek yerine oğlu Abdullah b. Suud geçmiştir.[459]
Tosun Paşa Abdullah b. Suud’la bir anlaşma
yapıp babasına gönderdiyse de, Mehmet Ali Paşa bu anlaşmayı kabul etmemiştir.
Bunun üzerine Tosun Paşa Mısır’a dönmüş, kısa bir süre sonra da orada ölmüştür.[460] Mehmet Ali
Paşa Eylül 1816’da yeni bir ordu hazırlayıp diğer oğlu İbrahim Paşa komutasında
Hicaz’a gönderdi. Vehhabilerin elinden birçok şehri alıp, geçtiği yerleri itaat
altına alarak ilerleyen İbrahim Paşa, Nisan 1818’de Der’iyye’yi muhasara etti.
Abdullah b. Suud’un Eylül 1818’de yaptığı anlaşma teklifini reddeden İbrahim
Paşa muhasaraya devam edip, nihayet Kasım 1818’de Der’iyye’yi teslim aldı.
Abdullah b. Suud 400 adamıyla birlikte Kahire’ye gönderildi.[461]
Der’iyye’nin teslim alınması İstanbul’da
büyük sevinçlerle karşılandı. Abdullah b. Suud ve bazı yakınları önce
Kahire’ye, oradan da İstanbul’a gönderildi. İstanbul’da yapılan sorgulamasından
ve sokaklarda teşhir edilmesinden sonra idam edildi. Böylece Osmanlı’yı uzun
süre süre meşgul eden Vehhabi meselesinin birinci devresi Osmanlı lehine
sonuçlanmış, 1744’te kurulan birinci Vehhabi devleti 1818 yılında son
bulmuştur.[462] İbrahim
Paşa Der’iyye’nin surlarını ve evlerini yıktırdı. Der’iyye’de 1819 ortalarına
kadar yaklaşık dokuz ay daha kalan İbrahim Paşa, Necid bölgesini hakimiyeti
altına aldı. Der’iyye’de bulunan ahali başka yerlere, özellikle Ahsâ’ya göç
ettirilerek şehir tamamen boşaltıldı. Der’iyye’de bulunan her şey yıkılarak,
hurma ağaçlarına varana kadar şehir yerle bir edildi. Suud ve Abdülvehhab
ailesi mensuplarının bir kısmını öldüren İbrahim Paşa, bir kısmını da Mısır’a
göndermiştir. Sadece Suud ailesinden Türkî b. Abdullah, İbn Abdulvehhab
ailesinden ise Ali b. Hüseyin kaçarak kurtulmuşlardır. Necid bölgesini
Vehhabilerden kurtaran İbrahim Paşa Kasım 1819’da Mısır’a döndü.[463]
Der’iyye’den ayrılıp sağa sola giden 15-20
bin civarı Vehhabi birkaç girişimde bulundularsa da 1824’e kadar bir netice
alamadılar. 1818’de İbrahim Paşa’nın Der’iyye’yi ele geçirmesiyle birinci
Vehhabi devleti siyasi olarak sona ermişti. Ancak devletin üzerine kurulduğu
esaslar tabilerinin kalplerinde yaşamaya devam ediyordu. İbrahim Paşa Necid’den
kuvvetlerini çektikten sonra Vehhabi devletini kurma çalışmaları yeniden
başladı. Daha önce kaçıp kurtulmayı başarmış olan Türkî b. Abdullah 1824’te
Necid’e dönüp, İbrahim Paşa’nın bıraktığı askerleri Necid’den çıkararak ikinci
Vehhabi devletini kurdu. Der’iyye’yi yeniden imar etmek yerine Riyad’ı merkez
edinen Türkî, iki yıl geçmeden Necid bölgesinin halkım etrafında toplayıp,
topladığı zekatlarla güçlendi. Ahsâ, Kâtif gibi birinci Vehhabi devletinin
hakimiyeti altındaki yerleri ele geçirdi. 1834 yılında Türkî’nin öldürülmesi
üzerine yerine oğlu Faysal b. Türkî geçti.[464]
Bütün bunlar olurken Bâbıâlî Hünkar iskelesi
anlaşmasıyla sonuçlanan Rus harbiyle meşguldü ve Necid’le uğraşacak durumda
değildi. Mehmet Ali Paşa Faysal b. Türkî’nin Cidde hâzinesine vermesi gereken
vergiyi vermemesi üzerine Hurşit Paşa komutasındaki bir orduyu Necid’e
gönderdi. Kasım 1838’de Necid’e ulaşan Hurşit Paşa, Faysal’ı yakalayarak
Kahire’ye gönderdi. Bölgeyi kontrol altına alarak Halid b. Suud’u Necid emiri
ilan etti. Ancak Mısır ordusunun bölgeden çekilmesiyle Suud ailesinden Abdullah
b. Süneyyân, Halid b. Suud’u kovarak Necid emirliğine geçti. Bu durum Mısır’da
hapis bulunan FaysalTn 1843’te salınmasına kadar devam etti.[465]
1843’te Mısır’dan kaçıp Necid’e gelen Faysal
b. Türkî, Riyad’ı alarak ilk hakimiyet dönemindeki yerleri ele geçirdi.
FaysalTn hakimiyeti 1865’te ölünceye kadar devam etti. Yerine oğullarından önce
Abdullah, sonra Suud, sonra da Abdurrahman b. Faysal geçti. Aile arasındaki
hanedan kavgaları Suud ailesinin 1887’de Riyad’dan çıkarılmasına kadar devam
etti. Suudîlerin 1891’de Reşîdîlerden Muhammed b. Reşid’e yenilmeleri ikinci
Suudî devletinin sonu oldu. Bu tarihten sonra Abdurrahman b. Faysal ve oğullan
Abdülaziz ve Muhammed bir süre Kuveyt’te ikamet etmeye mecbur oldular.[466]
1901’de Necid’e dönen Abdülaziz b.
Abdurrahman b. Faysal b. Türkî, yaptığı savaşlar neticesinde Riyad’ı ele
geçirerek Vehhabi devletini yeniden kurdu. Arap Yarımadası’nm her tarafına
hakim olmaya çalışan Abdülaziz, bu sırada Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasından
da faydalanarak bir çok bölgeyi ele geçirdi, Şerif Hüseyin’le mücadele etti.[467] [468]
Hindistan-îngiliz hükümetinin sağlam
desteğini de sağlayan Abdülaziz, 26 Aralık 1916’da İngilizlerle yaptığı anlaşma
ile Necid, Ahsâ, Kâtif, Cubeyl ve bunlara bağlı bölgelerin hükümdarı olarak
tanındı. Bu anlaşmaya göre Abdülaziz’in bahsedilen yerlerdeki hükümdarlığı
kabul edilmekte, kendisinden sonra da buraların hakimiyetinin miras yoluyla
çocuklarına ait olacağı, hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahtın hiçbir
şekilde İngiliz hükümetinin aleyhinde olmayacağı ve her bakımdan İngiliz
hükümetine 468
bağlı olacağı taahhüt edilmekteydi.
Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) gereğince
Osmanlı Devleti’nin Hicaz bölgesinden çekilmesi üzerine Vehhabiler, 1921-1924
yılları arasında Hâil, Mekke, Medine, Cidde ve Taifi ele geçirdiler. 1926’da
Necid ve Hicaz kralı ilan edilen Abdülaziz, 1912’de kurmuş olduğu İhvan
Teşkilatı vasıtasıyla Vehhabiliğin canlandırılması ve siyasi bakımdan
kuvvetlendirilmesi faaliyetlerini artırmış bulunuyordu. 20 Mayıs 1927’de
Abdülaziz’in İngilizlerle yapmış olduğu Cidde anlaşması kendisine tam
bağımsızlık sağladı ve daha önce yapılmış olan anlaşmanın ağır şartlarından
kurtulmuş oldu. Kendisini İslam Halifesi ilan etmek isteyen Şerif Hüseyin’i
1930 yılında bertaraf eden Abdülaziz, 18 Eylül 1932’de Hicaz ve Necid Meliki
veya Arap Suudiyye Kralı ismiyle bugünkü Suudi Arabistan Devleti’nin başına
geçti.[469]
Vehhabilik günümüzde Suudi Arabistan
Devleti’nin resmi mezhebi durumundadır. Muhammed b. Abdulvehhab’ın 1744’te
Der’iyye’ye göçtüğünde Muhammed b. Suud ile yapmış olduğu anlaşma halen
geçerliliğini korumaktadır. Buna göre siyasi konularda Suud ailesinden olanlar,
dini konularda ise, Muhammed b. Abdulvehhab’ın soyundan gelip, Âlu’ş-Şeyh diye
anılan kimseler söz sahibidirler.
On sekizinci yüzyılın ortalarında Muhammed b.
Abdulvehhab’m fikirleri etrafında oluşan Vehhabilik hareketi, daha sonra
tabileri tarafından geliştirilmiş ve doktrinleştirilmiştir. îlk başta Muhammed
b. Abdulvehhab’m kitapları, risaleleri ve fikirlerine davet eden mektuplarıyla
başlayan Vehhabiliğin ilmi ve kültürel faaliyetleri, ondan sonra tabileri
tarafından eserlerine yapılan şerhler ve haşiyelerle zengin bir literatür
oluşmasına neden olmuştur. Muhammed b. Abdulvehhab’m dini alandaki
fikirlerinden teşekkül eden Vehhabilik hareketi, bazı müellifler tarafından
Suud ailesiyle ittifakından önce ve Suud ailesiyle ittifakından sonra şeklinde
iki döneme ayrılarak ele alınmıştır. İbn Abdulvehhab Suud ailesiyle
ittifakından önce dini ve fikri alanda mücadele edip eserler telif ederken;
Muhammed b. Suud’la ittifakından sonra daha çok siyasi alanda faaliyetleri
yoğunlaşmış, fikirlerinin neşri için Suud ailesinin siyasi nüfuzundan istifade
etmiştir.
Başlangıçta dini bir hareket olarak ortaya
çıkmış olan Vehhabilik hareketi, îbn Abdulvehhab’m Muhammed b. Suud’la
ittifakından sonra siyasi bir mahiyete bürünmüş, dini-siyasi bir hareket haline
gelmiştir. Muhammed b. Abdulvehhab îbn Suud’la ittifakı neticesinde
fikirlerinin neşri için sağlam bir siyasi dayanak bulmuş, Muhammed b. Suud da
siyasi olarak büyüyüp nüfuzunu genişletmek için Muhammed b. Abdulvehhab’m
fikirlerinin doğurduğu etkiden yararlanmıştır. Böylece ilk başta Der’iyye gibi
küçük bir kasabada doğmuş olan Vehhabilik, kısa zamanda nüfuz alanım
genişleterek önce Necid’e, daha sonra da tüm Arap Yarımadası’na yayılarak bu
bölgeleri hakimiyeti altına almıştır.
Vehhabiliğin etkileri sadece Arap
Yarımadasıyla sınırlı kalmamış, bu hareketten etkilenen birçok kişi Mısır,
Yemen, Cezayir, Hindistan, Sudan, Libya gibi gibi Müslüman ülkelerde yenilik
hareketine girişmişler, hareketlerinde de kendilerine Muhammed b. Abdulvehhab’ı
örnek almışlardır. Mısır’da İhvan-ı Müslimin hareketi, Cemaleddin Efgânî,
Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza; Yemen’de Şevkânî, Sudan’da Mehdi hareketi,
Libya’da Senûsi hareketi Muhammed b. Abdulvehhab’m fikirlerinden etkilenip
tecdid hareketine girişenler arasında sayılabilir.
Vehhabilik hareketinin müessisi olan Muhammed
b. Abdulvehhab’m fikirlerinin temelini içinde doğup yetiştiği Selef-Hanbeli
kültürü oluşturmaktadır. İbn Abdulvehhab özellikle Selefiyye’nin Müteahhirûn
döneminin üç önemli temsilcisi Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım
el-Cevziyye’nin eserlerinden ve fikirlerinden etkilenmiş, Vehhabiliğin ilmi
altyapısını bu üç alimin fikirleri üzerine bina etmiştir. Bu anlamda o selef
kültürüne yeni bir şey katmamış, bu alimlerin fikirlerini savunmakla
yetinmiştir.
Vehhabilik devlet eliyle güç kullanılarak
emr-i bi’l-ma’ruf adı altında yayılma imkanı bulmuştur. Fikirlerini zorla kabul
ettirme, kendi düşüncelerinde olmayanları tekfir edip, onlarla savaşma gibi
davranışları Vehhabilerin değişik sıfatlarla nitelendirilmelerine sebep
olmuştur. Osmanlı devleti tarafından davranışlarındaki sertlikten dolayı
Vehhabiliğe Harici hareketi olarak bakılmış, bazı kimseler tarafından nassları
zahirleriyle anlayıp te’vile yanaşmamaları nedeniyle Zâhirî olarak
nitelendirilmişlerdir. Vehhabilik hareketinden etkilenenler ise, bu hareketi
bir tecdid hareketi veya reformist bir hareket olarak kabul etmektedirler.
Nitekim Vehhabiler, Muhammed b. Abdulvehhab’ı Selef kültürü ve Hanbeli
Mezhebine yeni bir yorum getiren bir müceddid olarak nitelendirmektedirler.
Taklidi reddedip, içtihadı savunduklarını
iddia etmelerine rağmen, kendi fikirlerinde olmayanları tekfir edip zor
kullanmaları ve bu yolda şiddete başvurmaları Vehhabilerin en çok
eleştirildikleri konular arasında yer almaktadır. Ayrıca Vehhabiler,
Müslümanlar arasında yaygınlaşan ve Müslümanların menfaatine olan birçok
yeniliğe bid’attir diyerek karşı çıkmışlar, Hz. Peygamber döneminde olmayıp sonradan
ortaya çıkmış olan her şeyi bid’at olarak nitelendirmişlerdir. Bu anlayışları
neticesinde mezarları, türbeleri, kubbeleri, asr-ı saadet dönemine ait tarihi
eserleri tahrip edip yıkmışlar, bu hareketleri nedeniyle de İslam aleminin
büyük tepkisine ve nefretine maruz kalmışlardır.
Ancak Vehhabiler bid’at konusundaki bu
taasuplarmı devam ettirememişler, teknolojik yenilikleri kabul etmek, sigara
nargile gibi alışkanlıklara göz yummak zorunda kalmışlardır.
Vehhabiliğin doğduğu coğrafyada genişleyip,
kısa zamanda önemli bir güç haline gelmesinde şüphesiz ki yayıldığı bölge
halkının yapısına uygun olması ve yaşayışına hitap etmesi etkili olmuştur.
Yapıları sert, yağmacılığa mütemayil olan Bedevi toplumu Vehhabiliğin kendi
yaşayışlarına uygun olan fikirlerini kolayca benimsemişler, böylece kısa bir
süre içerisinde Vehhabilik Arap Yarımadası’nm her tarafına hakim olmuştur.
Vehhabiliğin kısa sürede yayılma imkanı
bulmasının bir diğer nedeni de Osmanlı Devleti’nin Vehhabiliğin ortaya çıktığı
devrede buhranlı bir devre geçiriyor olmasıdır. Aynı anda birçok Avrupa
devletiyle savaşmak zorunda kalan, Fransız îhtilali’nin oluşturduğu
milliyetçilik akımlarının etkisiyle devleti oluşturan kavimlerin isyanlarıyla
uğraşan, bu da yetmezmiş gibi müstakil bir devlet kurma hayaliyle kendi başına
hareket eden Valilerinin isyanlarıyla aynı anda uğraşmak zorunda kalan Osmanlı
Devleti, Arap Yarımadasında ortaya çıkan Vehhabilik hareketi ile gereği gibi
ilgilenememiş, OsmanlI’nın bu durumunu fırsat bilen Suud ailesi de Arap Yarımadasında
müstakil bir devlet kurmaya muvaffak olmuştur.
Vehhabilik tevhid düşüncesi, şirk ve küfür
kavramlarının kapsamını genişletip kendi düşüncelerinde olmayanları tekfir
etme, Müslümanların menfaatine olan birçok yeniliğe karşı çıkıp bid’at olarak
nitelendirme, şefaat ve tevessül gibi meselelerdeki farklı görüşleri nedeniyle
Ehl-i Sünnetten farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Kendilerinin Hanbeli
mezhebine mensup olduklarını iddia etmelerine rağmen, birçok meselede bu
mezhepten farklı görüş beyan etmelerinden dolayı Vehhabilik müstakil bir mezhep
olarak mütalaa edilmiştir.
Günümüzde Suudi Arabistan devletinin resmi
mezhebi durumunda bulunan Vehhabilik, devletin bütün okullarında
okutulmaktadır. Ayrıca Muhammed b. Abdulvehhab’ın eserleri devlet tarafından bastırılarak
ücretsiz olarak hac için gelen hacılara ve dünyanın birçok ülkesinde yaşayan
Müslümanlara dağıtılmakta, basın ve medya organları gibi teknolojik yenilikler
de kullanılarak Vehhabiliğin propagandası yapılmaktadır.
ABDURRAHMAN b. Haşan, Âlu’ş-Şeyh, Fethu’l-Mecîd
fî Şerhi Kitâbi’t-Tevhîd, Kahire 1992
ABDURRAHMAN b. Haşan, Âlu’ş-Şeyh, Kurretu
Uyûni’l-Muvahhidîn, Basım yeri ve yılı yok
ABDULLAH es-Seyyid Ahmed Haccâc, MecmûatuT-Fetâvâ
ve’r-Resâil ve’I-Ecvibe, Beyrut 1987
ABDÜLAZİZ b. Abdullah b. Haşan, Cevânib
Min Hayâti’ş-Şeyh el-İmâm Muhammed b. Abdulvehhab, Riyad 1396
AKÇURA, Yusuf, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri, Ankara
1985
El-ÂLÛSÎ, Mahmud Şükrî, Târîhu Necd, Kahire 1343
AHMED Emin, ZuamâuT-Islâh fî
Asri’I-Hadîs, Beyrut ts. ( Dâru’l-KitâbiT-Arabi)
EL-BAĞDÂDÎ, İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn, Ankara
1951
BİN BÂZ, Abdülaziz b. Abdullah, Muhammed
b. Abdulvehhab Da’vetuhû ve Sîretuh, Riyad 1995
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, III,
Ankara 1957
EL-BUSTÂNÎ, Vedî’, Nübze Târîhiyye an Necd, Riyad
1999
BÜYÜKCOŞKUN, Kudret, “Arabistan”, DİA, III, İstanbul
1991
CELAL Yahyâ, el-Âlemu’l-Arabiyyi’l-Hadîs, Kahire
1982
EL-CENDÛL, Said b. Abdülaziz, ed-Durru’n-Nazîd
alâ Kitâbi’t-Tevhîd, Basım yeri yok, 1979
CEVDET PAŞA, Târîh-i Cevdet, VI-VII,
( Sadeleştiren: Tevfik Temelkuran), İstanbul 1974
EL-CÜNDÎ, Abdulhalim, el-İmâm Muhammed b.
Abdulvehhab ev İntisâru’L Menhecu’s-Selefî, Kahire 1978
CÜRCÂNÎ, Seyyid Şerif, et-Ta’rifât, Beyrut 1996
ÇAĞATAY, Neşet, “Vehhabilik”, İA,
XIII
ED-DAHLÂN, Ahmed b. Zeynî, ed-Durru’s-Seniyye
fi’r-Reddi Ale’l-Vehhâbiyye, Kahire 1981
DE GOEJE, M.J., “Arabistan”, İA,
I, İstanbul 1940
DOĞRUL, Ömer Rıza, “Vehhabilik”, Sebilürreşad
Mecmuası, XXIV, sy.617, İstanbul 1343
EBÛ TÂMÎ, Ahmed b. Mucir b. Muhammed, eş-Şeyh
Muhammed b. Abdulvehhab Akîdetuhu’s-Selefiyye ve Da’vetuhu’l-Islâhiyye ve
Senâu’l-Ulemâi Aleyh, Mekke 1395
EBU ZEHRA, Muhammed, İslam’da Siyasi
İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, ( çvr. Sıbgatullah Kaya), İstanbul 1996
ECER, Ahmet Vehbi, Osmanlı Tarihinde Vehhabi
Hareketinin Sebep ve Sonuçları, IX. Türk Tarih Kongresi, III, Ankara
1989
ECER, Ahmet Vehbi, Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri,
Ankara 2001
EMİN Said, Sîretu’l-İmâm
eş-Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab, Beyrut 1382
ENVER el-Cündî, Terâcimu’l-A’lâmu’l-Muâsırîn, Kahire
1970
EYÜP Sabri Paşa, Kabe ve Mekke Tarihi, ( Mir’at-ı
Mekke; Sadeleştiren: Osman Erdem) İstanbul 2003
EYÜP Sabri Paşa, Târîh-i
Vehhâbiyân, ( Sadeleştiren: Süleyman Çelik), İstanbul 1992
FAYDA, Mustafa, “Bedevî”, DİA, V, İstanbul 1992
FIĞLALI, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi
İslam Mezhepleri, 11. Basım, İstanbul 2000
GANNÂM, Ebubekir Hüseyin b. En-Necdî
el-Ahsâî, Târîhu Necd, (thk. Nasîruddîn Esed), Beyrut 1985
HÜSEYİN Halefu’ş-Şeyh Haz’al, Târîhu’l-Cezîrati’l-Arabiyye
fî Asri Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab, Beyrut 1968
HÜSEYİN Haşan, Âlâmu Temim, Beyrut
1980
HÜSEYİN Hüsnü, Necid Kıtasının Ahvâli Umûmiyesi, Konstantiniyye
1910
İBN TEYMİYYE, Takıyyuddîn Ahmed b.
Abdulhalîm, İsim ve Sıfat Tevhidi, ( trc.Heyet, Yayma hazırlayan:
Abdulvâhid Metin), İstanbul ts.
İBN TEYMİYYE, Takıyyuddîn Ahmed b.
Abdulhalîm el-Harrânî- Muhammed b. Abdulvehhab en-Necdî, Kitâbu
Mecmûati’t-Tevhîd, Mansûre 1993
İSLAMDA İnanç, İbadet ve Günlük
Yaşam Ansiklopedisi, IV
KARAMAN, Hayreddin, İslam’ın
Işığında Günün Meseleleri, II, İstanbul 1996
KEHHÂLE, Ömer Rıza, Mu’cemu’l-Müellifîn,
Beyrut ts.
KILAVUZ, Ahmet Saim, Anahatlarıyla İslam
Akaidi ve Kelam’a Giriş, İstanbul 1997
KURŞUN, Zekeriya, Necid ve
Ahsâ’da Osmanlı Hakimiyeti, Ankara 1998
KUR’AN-I Kerim Meâli, (trc.Ali
Özek vdğr.), Medine 1992
MESUD en-Nedvî, Muhammed b.
Abdulvehhab, Riyad 1983
İBRAHİM Mustafa, Ahmed Haşan Zeyyât, Hamid
Abdulkadir, Muhammed Ali Neccâr, el-Mu’cemuT-Vasît, İstanbul 1986
EL-MUHTÂR, Selahattin, Târîhu
Memleketi’l-Arabiyyeti’s-Suudiyye, Beyrut ts., ( DâruT-Mektebi’l-Hayât)
MUHAMMED b. Abdulvehhab, Keşfu’ş-Şubuhât,
Mekke 1986
MUHAMMED b. Abdulvehhab, Kitâbu’t-Tevhîd
ellezî Hüve Hakkullâhi Ale’l-Abîd, Riyad 1995
MUHAMMED b. Abdulvehhab, Mesâilu’I-Câhiliyye,
Taif 1394
MUHAMMED b. Abdulvehhab, el-Mesâilu’lletî
Hâlefe fîhâ Resulullah Ehle’I- Câhiliyye, ( Tahkik ve şerh: Yusuf b.
Muhammed es-Saîd), Basım yeri yok 1996 ( Dâru’ 1-Müeyyed)
MUHSİN Abdulhamîd, Min
Eimmeti’t-Tecdîdi’l-İslâmî, Rabat 1986
MÜELLEFÂTU’Ş-Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab, el-Akîde
ve Âdâbu’l-İslâmiyye, ( Nşr: Abdülaziz b. Abdurrahman es-Saîd, Ahmed
Kuheyl, Lebib es-Saîd), Basım yeri ve yılı yok
MÜELLEFÂTU’Ş-Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab, er-Resâilu’ş-Şahsiyye,
( Nşr: Abdülaziz Zeyd er-Rûmî, Muhammed Biltâcî, Seyyid Hicâb), Riyad ts. (
Câmiatu’l-İmâm Muhammed b. Suud)
EN-NECDÎ, Osman b. Abdullah b. Bişr, Unvânu’LMecd
fî Târîh-i Necd, Riyad ts. ( MektebetüT-Riyâd el-Hadîsiyye)
ÖMER Abdülaziz Ömer, Târîhu’I-Meşrıki’l-Arabî,
Beyrut 1983
ÖZLER, Mevlüt, İslam
Düşüncesinde Tevhit, İstanbul 1995
ER-REYHÂNÎ, Emin, Târîhu Necd
el-Hadîs, Beyrut 1988
SÜLEYMAN b.
Abdulvehhab, es-Savâiku’Lİlâhiyye fi’r-Reddi Ale’l-Vehhâbiyye, Kahire
1987
SÜLEYMAN b.
Abdullah b. Muhammed b. Abdulvehhab, Teysîru’l-Azîzi’I-Hamîd fî Şerh-i
Kitâbi’t-Tevhîd, Beyrut 1989
EŞ-ŞATTÎ, Cemil, Muhtasara
Tabakâti’l-Hanâbile, Beyrut 1986
TOPALOĞOLU, Bekir, “Allah”, DİA,
II, İstanbul 1989
TOPALOĞLU, Bekir, Kelam’a
Giriş, İstanbul 1996
TOPALOĞLU,
Bekir; Yavuz, Yusuf Şevki; Çelebi, İlyas, İslam’da İnanç Esasları, İstanbul
1998
EL-USEYMÎN,
Abdullah Salih, eş-Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab Hayâtuhû ve Fikruh, Riyad
1992
EL-USEYMÎN, Muhammed Salih, Şerhu
Akîdeti’l-Vâsıtiyye, Riyad 1416
WALTHER, Björkman, “Şirk”, İA,
XI
WENSÎCK, A.J., “Şefaat”, İA,
XI
YARAN, Rahmi, “Bid’at”, DİA,VI,
İstanbul 1992
YAZICI, Tahsin, “Tevhid”, İA,
XII, İstanbul 1979
YILDIRIM, Suat, Kur’an’da
Ulûhiyet, İstanbul 1987
YÖRÜKAN, Yusuf Ziya, “Vehhabilik”,
AÜİFD, sy.I, Ankara 1953
YURDAYDIN, Hüseyin Gazi, İslam
Tarihi Dersleri, Ankara 1952
ZEYDAN, Corci, Târîhu Âdâbi’l-Lugati’l-Arabiyye, Beyrut
1914
ZİRİKLİ, Hayrettin, el-Â’lâm, Beyrut,
1976
[18] Kudret Büyükcoşkun, “Arabistan”, DİA, 111,248
[19] Kudret Büyükcoşkun, DÎA,III,249
J Hüseyin Hüsnü, Necid Kıtasının Ahvâl-i Umûmiyesi,
Konstantiniyye,1910, s.9-26; Selahattin el- Muhtâr, Târihu ’l-Memleketi
7- Arabiyyeti’s-Suudiyye,Beyrut ts., s.21
[21] Hüseyin Hüsnü,a.g.e.,s.l2; Hüseyin Halefu’ş-Şeyh Haz'al, eş-Şeyh
Muhamed b. Abdulvehhab, Beyrut 1968, s. 13
[22]
Selahattin el-Muhtâr, a.g.e.,s. 21-23
[23]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s.9
[24]
eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s. 15
[25]
Kudret Büyükcoşkun, “Arabistan'", DİA,111,250
[26]
M.J.De Goeje, “Arabistan", LA.,1,477
[27]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s.38
[28]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s.27
[29]
Mustafa Fayda, “BedevF, DİA, V,312
[31]
Mahmud Şükrî el-Âlûsî, Tâıyhu Necd, Kahire 1925, s.40
[32]
Mustafa Fayda, a.y.
[33]
Kurşun, a.g.e., s. 11-12
[34]
Fayda, “BedevF, DİA, V,313
[35]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s.20-28
[36]
Fayda, a.y., s.313
[40]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s.65
[41]
Goeje, “Arabistan", ÎA, 1,484
[42]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s.78
[43]
Kurşun, a.g.e., s.13-14
[44]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s.78 «
[45]
Kurşun, a.g.e., s. 14-15
[46]
Goeje, “Arabistan”, İA, 1,485
[47]
eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s. 17-19
[48]
Hüseyin Hüsnü, a.g.e.,s.77-78
[53]
Muhsin Abdulhamîd, Min Ejjnmeli’t-Tecdîdi’l-İslâmî, Rabat 1986, s.l 1
[56] Kurşun, a.g.e., s. 1-3
[57]
Kurşun, a.g.e., s.4-11
[60] Kurşun, a.g.e., s.60-61
[61] Kurşun, a.g.e., s.62-64
[62]
Kurşun, a.g.e.,s.65
[64]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII,242.
[65]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII,244
[67]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII,247-248
[68]
Eyüp Sabrı Paşa, a.g.e., s.62
[70]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII,252-253
[72]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII,256
[73]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII,258
[74]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII, 263-269
[75]
Cevdet Paşa, a.g.e., VII, 274-277
[76] Abdülaziz b. Abdullah b. Bâz, Muhammed b. Abdulvehhab
Da ’vetuhû ve Sîretuhû, Riyad 1995, s.20; Ömer Abdülaziz Ömer, Târîhu’l-Meşrıki’l-Arabî,
Beyrut 1983, s.211; Abdullah Salih el-Useymîn, eş- Şeyh Muhammed b.
Abdulvehhab Hayâtuhû ve Fikı-uh, Riyad 1992 s.27; Abdülhalim el-Cündî, el-imam
Muhammed b. Abdulvehhab ev İntisâru ’l-Menhecu ’s-Selefî, Kahire 1978,
s.90; Ahmed b. Mucir b. Muhammed Âl Ebû Tâmî, eş-Şeyh Muhammed b.
Abdulvehhab, Mekke 1395, s. 15; Mesud en-Nedvî, Muhammed b. Abdulvehhab
Muslihun Mazlûmun ve Müfteria Aleyh, Riyad 1983, s.30; Hüseyin Halefu’ş-
Şeyh Haz’al, eş-Şeyh Muhammedb. Abdulvehhab, Beyrut 1968, s.55; Osman b.
Bişr en-Necdî, Unvânu’l- Mecd Fi Târîh-iNecd, Riyad ts.
(Mektebetü’r-Riyadi’l-Hadîsiyye), 1,6; Hüseyin Haşan, Alâm-u Temim, Beyrut
1980,s.497; Yusuf Ziya Yörükan, M'ehhabiliF', AÜİFD, sy.I,s.55
[77] Abdullah Salih el-Useymîn, a>g.e., s.25; Hüseyin
Halefu’ş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.53
[78] el-Useymîn, a.g.e., s. 26; eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.54
[79]
eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.54
[80]
eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.55
[82]
Mesud en-Nedvi, a.g.e., s.52
[84]
Abdullah Salih el- Useymîn “eş-Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab Hayâtuhû ve Fikruh”
adlı eserinde, İbn Abdulvehhab’ın hayatını Suud ailesiyle karşılaşmasından
önceki ve karşılaşmasından sonraki dönem olmak üzere iki dönemde ele alıp
incelemiştir.
[85]
Hüseyin Halefu’ş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.56
[86]
el-Useymîn, a.g.e., s.28-29
[87]
Abdülaziz b. Abdullah b. Bâz, a.g.e., s.20
[88]
Ebû Tâmî, a.g.e., s. 15
[90]
el-Useymîn, a.g.e., s.31
[91]
el-Useymîn, a.g.e., s.32-33
[92]
el-Useymîn, a.g.e., s.33
[93]
Ebu Tâmî, a.g.e., s. 16
[94]
el-Useymîn, a.g.e., s.34
[95]
Cemil eş-Şattî, Muhtasarlı Tabakâti’l-Hanâbile, Beyrut 1986, s. 154
[101] el-Useymîn, a.g.e., s.35-36
[102] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.59-60
[103] el-Useymîn, a.g.e., s.36 •
[104] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.60
[105] Ebu Tâmî, a.g.e., s. 17
[106] el-Useymîn, a.g.e., s.37
[107] el-Useymîn, a.g.e., s.39 «.
[108] Ebu Tâmî, a.g.e., s. 17
[109] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.61-63
[110] el-Useymîn, a.g.e., s.39
[111] el-Useymîn, a.g.e., s.39
[112] Cemil eş-Şattî, a.g.e., s. 155
[116] Hüseyin Halefu’ş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.71
[117] Abdülaziz b. Abdullah b. Bâz, a.g.e., s.22
[118] Ebu Tâmî, a.g.e., s. 18
[120] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e.,s.72
[122] Cemil eş-Şattî, a.g.e., s. 156 «
[124] el-Useymîn, a.g.e., s.46
[125] Cemil eş-Şattî, a.g.e., s. 157 .
[126] el-Useymîn, a.g.e., s.46
[127] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.37
[128] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.83
[129] el-Useymîn, a.g.e., s.46-47
[130] el-Useymîn, a.g.e., s.47
[131] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.l 14
[132] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.l 14
[133] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.l 15
[134] el-Useymîn, a.g.e., s.48
[135] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.l 15
[136] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.l 16-117
[137] el-Useymîn,a.g.e., s.49
[138] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e.,s. 139
[140] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s. 141-142
[141] Bu iki şahıs o devirde temim kabilesinin önde gelenlerinden idiler.
[142] Eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s. 143-145 «
[143] Ebu Tâmî, a.g.e., s.23
[144] el-Useymîn, a.g.e., s.59-60
[145] el-Useymîn, a.g.e., s.61
E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri,
İstanbul 2000 ( 11. basım), s.107 b4 el-Useymîn, a.g.e., s.62
[151] Ebu Tâmî, a.g.e., s.27
[152] A.Vehbi Ecer, "Osmanlı Tarihinde Vehhabi Hareketi’nin
Sebep Sonuçları”, IX. Türk Tarih Kongresi,Ankara 1989, c. III, s. 1230
[153] Fığlah, a.g.e., s.107-108
[154] Abdulhalim el-Cündî, el-İmâm Muhammedb. Abdulvehhab ev
İntisâru’l-Menhecu’s-Selefî, Kahire 1978, s.
110; eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.333;
Mesad en-Nedvî, a.g.e., s.52
[155] el-Useymîn, a.g.e., s.78-79
[156] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.342-343
[157] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.57
[158] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.343: Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.58
[159] Mesud enNedvî, a.g.e., s.58-59
[160] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.59
[161] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.342
[162] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.60
[164] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.62
[165] eş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.342
[166] Cemil eş-Şattî, Mııhtasaru Tabukâti'l-Hanâbıle, Beyrut
1406/1986, s. 164
[169] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 135
[170] el-Useymîn, a.g.e., s.83
[171] el-Useymîn, a.g.e., s.85
[172] el-Useymîn, a.g.e., s.86
[174] el-Useymîn, a.g.e., s.86-87
[175] el-Useymîn, a.g.e., s.87-88
[176] el-Useymîn, a.g.e., s.88
[177] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 138
[178] el-Useymîn, a.g.e., s.89
[179] el-Useymîn, a.g.e., s.89
[180] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 138
[181] el-Useymîn, a.g.e., s.90
[182] el-Useymîn, a.g.e., s.91
[184] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.139
[185] el-Useymîn, a.g.e., s.93-94
[186] el-Useymîn, a.g.e., s.94
[187] el-Useymîn, a.g.e., s.96-97
[188] el-Useymîn, a.g.e., s.97
[190] el-Useymîn, a.g.e., s.99
[191] el-Useymîn, a.g.e., s. 100
[192] el-Useymîn, a.g.e., s. 101
[193] el-Useymîn, a.g.e., s. 101
[194] el-Useymîn, a.g.e., s. 102
[195] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 140
[196] el-Useymîn, a.g.e., s. 102
[197] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 142
[198] el-Useymîn, a.g.e., s. 103
[199] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 141
[201] el-Useymîn, a.g.e., s. 105
[202] el-Useymîn, a.g.e., s. 106
[204] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 141
[205] el-Useymîn, a.g.e., s. 108
[206] el-Useymîn, a.g.e., s.l 10
[207] el-Useymîn, a.g.e., s.l 13
[208] Neşet Çağatay, “VehhabiliK', İA, XIII,263
[209] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri,
İstanbul 2000, 11. Basım, s. 105
[210] el-Useymîn, a.g.e., s. 113-114
[211] Fığlalı, a.y., s. 105
[212] Yusuf Ziya Yörükan, “VehhabiliiÇ, AÜİFD , sy.l,
Ankara 1953, s.51; Fığlalı, a.y., s. 105
[213] el-Useymîn, a.g.e., s.l 14
[214] Fığlalı, a.y., s. 105
[215] el-Useymîn, a.g.e., s.l 17
[216] Neşet Çağatay, “Vehhabilik'A,XII1,263
[217] Cürcânî, et-Ta’rifât, Beyrut 1996, s.96
[218] Mevlüt Özler, İslam Düşüncesinde Tevhid, İstanbul
1995, s.54-55
[219] Bekir Topaloğlu, Kelam ’a Giriş, İstanbul 1996,
s.45; Ahmet Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelam ’a Giriş,
İstanbul 1997, s.243; Mevlüt Özler, a.g.e., s.55; Tahsin Yazıcı, “Tevhid”,
İA,
XII,214
[220] Mevlüt Özler, a.g.e., s.55
[221] Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.46
[222] Bekir Topaloğlu, “Allah", DÎA, 11,478
[223] Mevlüt Özler, a.g.e., s.56
[224] el-İhlas, 112/4
[225] Mevlüt Özler, a.g.e., s.56-57
[226] Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.81
[228] A.Saim Kılavuz, a.g.e., s.299«300
[229] bkz. Âl-i îmrân, 3/7
[230] Mevlüt Özler, a.g.e., s. 169-170
[231] bkz. En-Nahl, 16/125
[232] Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.82.,
[233] A. Saim Kılavuz, a.g.e., s.300-301; Topaloğlu, a.g.e., s.
114-115
[234] Topaloğlu, a.g.e., s.82
[235] Topaloğlu, a.g.e., s.82-83
[236] el-Useymîn, a.g.e., s. 120-121
[237] Muhammed b. Abdulvehhab, Keşfu’ş-Şubuhât, Mekke
1986, s.17-18
[240] Said el-Cendû.1, ed-Durru ’n-Nazîdalâ Kitabi ’t-Tevhîd,
basım yeri yok, 1989, s.60
[241] el-Bakara, 2/163
[242] el-Mü’minûn, 23/117
[243] Abdurrahman b. Haşan, Fethu ’l-Mecîd, Kahire 1992,
s. 13
[244] el-A’râf, 7/54
[245] el-Câsiye, 45/27
[246] en-Nahl, 16/36
[247] el-Kasas, 28/ 88
[248] Muhammed Salih el-Useymîft, Şerhu Akîdeti’l-Vâsıtiyye,
Riyad 1416, s.20-29
[249] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e., s. 12
[250] Suat Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, İstanbul 1987,
s. 12
[252] Süleyman b. Abdullah b. Muhammed b. Abdulvehhab, Teysîru
’l-Azîzi’l-HamîdfiŞerh-i Kitâbi’t- Tevhid, Beyrut 1989, s.33
[253] Abdullah Salih el-Useymîn, eş-Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab
Hayâtuhû ve Fikruh, s. 121
[254] el-Câsiye, 46/27
[255] el-A’râf, 7/54
[256] Yûnus, 10/31
[257] el-Mii’minûn, 23/84-89 „
[258] Muhammed b. Abdulvehhab, Keşfu’ş-Şubuhât, s.3-4
[259] el-Cinn, 72/18
[260] er-Ra’d, 13/14
[262] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e., s. 13
[263] Abdullah Salih el-Useymîn, a.g.e., s.121-122
[264] Hûd, 11/18
[265] el-B akara, 2/165
[266] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e., s. 14
[267] Muhammed b. Abdulvehhab, Kitâbu ’t-Tevhîd ellezî Hüve
Hakkullâhi Ale ’l-Abîd, Riyad 1995, s. 14
[268] Muhammed b. Abdulvehhab, Keşfu ’ş-Şubuhât, s.3
[269] Süleyman b. Abdullah b. Muhammed b. Abdulvehhab, a.g.e.,
s.36
[270] Abdullah es-Seyyid Ahmed Haecâc, a.g.e., s. 16
[271] Muhammed b. Abdulvehhab, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 14
[272] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e., s.34
[273] el-Bakara, 2/165
[274] Muhammed b. Abdulvehhab, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 19-20
[275] el-Fâtiha, 1/4
[276] Hûd, 11/124
[277] Meryem, 19/66
[278] Hûd, 11/89
[279] el-Bakara, 2/21
[280] Süleyman b. Abdullah, a.g.e., s.36
[282] Muhammed b. Abdulvehhab, Keşfu’ş-Şubuhât, s. 15
[283] Said el-Cendûl, a.g.e., s.74
[284] Muhammed Biltâcî- Seyyid IJicâb-Abdülaziz Rûmî, Müellefâtu
’ş-Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab, 1,363-369
[285] Hüseyin b. Gannâm, Târih’uJ\ecd. (thk. Nasîruddîn
Esed), Beyrut 1985, s.36-37
[286] el-Useymîn, a.g.e, s. 121
[287] Takıyyuddîn İbn Teymiyye el-Harrânî- Muhammed b.
Abdulvehhab en-Necdî, Kitâbu Mecmûati’t- Tevhîd, Mansûre 1993, s. 13
[288] İbn Teymiyye, Muhammed b. Abdulvehhab, a.g.e. ,s.38-40
[289] Ahmed b. Mucir b. Muhammed Âl Ebû Tâmî, a.g.e., s.43-44
[290] el-Bakara, 2/165
[291] en-Nahl, 16/52
[292] el-Mücâdele, 58/10
[293] el-Fâtır, 35/13-14
[294] el-En’am, 6/162
[295] el-Hacc, 22/29
[296] el-Hacc, 22/29
[297] Âl-i îmrân, 3/135
[298] el-Enfâl, 8/9
[299] Süleyman b. Abdullah, a.g.e^ s.39-42
[300] Bekir Topaloğlu- Yusuf Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslam
’da İnanç Esasları, İstanbul 1998, s. 50
[301] Takıyyuddîn Ahmed b. Abdulhalîm İbn Teymiyye, İsim ve
Sıfat Tevhidi, (trc. Heyet, Yayma hazırlayan: Abdulvahid Metin), İstanbul
ts., s.4-5
[302] Süleyman b. Abdullah, a.g.e., s.34
[303] Muhammed Salih el-Useymînte£e/77-w AkîdetiT-Vâsıtiyye,
s. 29-32
[304] Abdullah Salih el-Useymîn, eş-Şeyh Muhammed b.
Abdulvehhab Hayâtuhû ve Fikruh, s. 128
[305] el-Useymîn, a.g.e., s. 128-129 „
[306] el-Useymîn, a.g.e., s. 129-130
[307] İbn Teymiyye-İbn Abdulvehhab, Mecmûatu ’t-Tevhîd,
s.45-51
[309] el-Useymîn, a.g.e., s. 130
’03 Ahmet Saim Kılavuz, a.g.e., s.42; Bekir
Topaloğlu vdğr., a.g.e., s.90-91; Walther-Björkman, “Şirk”, ÎA, XI,566
[313] el-Bakara, 2/161
[314] Tevbe, 9/49
[315] ez-Zuhruf, 43/75
[316] en-Nisâ, 4/48
[317] el-Mâide, 5/72
[321] Süleyman b. Abdullah, a.g.e., s.43-44
[323] Süleyman b. Abdullah, a.g.e., s.44-45
[324] Hûd, 11/18
[325] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e., s. 14
[327] Nisa, 4/48
’20
Muhammed b. Abdulvehhab, Kitâbu ’t-Tevhîd, s.14
j21 îbn Teymiyye-îbn
Abdulvehhab, Mecmûalu’t-Tevhîd, s.32,33; Muhsin Abdulhamîd, a.g.e.,
s.30-31; el- Useymîn, a.g.e., s.137
’22 ez-Z(imer, 39/8 „
[333] Rahmi Yaran, “Bid’a?, DİA, VI, 129
[335] Cürcânî, a.g.e., s.47
[337] Müslim, “ilim”, 15; Nesâi, “zekat”, 64; İbn Mâce,
“mukaddime”, 14
[338] Rahmi Yaran, “Bid’at”, DİA, VI, 129
[339] Müslim, “Cum’a”, 43
[342] Rahmi Yaran, “Bid’at”, DİA, VI, 130
[345] Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 152
[347] “Bid’at”, İA, 11,599
[351] el-Useymîn, a.g.e., s. 144-145«
■’4' Muhammed Ebu Zehra, İslamda Siyasi
îtikadi Fıkhi Mezhepler Tarihi, (çev. Sıbgatullah Kaya), İstanbul 1996,
s.222
[354] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e., s.229
[355] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e,, s.235-249
’50 Hüseyin Halefu’ş-Şeyh Haz’al, a.g.e., s.l
15-116
[356] el-Useymîn, a.g.e., s.139-140
[357] Muhammed b. Abdulvehhab, $.g.e., s.50
[358] el-Useymîn, a.g.e., s. 142-144
Muhammed
b. Abdulvehhab, Mesâilu’l-Câhiliyye, Taif 1394, s.79-82
■’57
Muhammed b. Abdulvehhab,«a.g.e., s.82
j5s Mesud en-Nedvî, a.g.e., s.85
[361] Mesud en-Nedvî, a.g.e., s. 159«160
[364] Hüseyin b. Gannâm, a.g.e., s.73-77
[369] A. Vehbi Ecer, a.g.e, s.83-84
[370] Yusuf Ziya Yörükan, a.g.m.,«s.6O
[372] el-A’râf. 7/157
[380] Cürcânî, et-Ta’rifât, s. 130-134
[381] Bekir Topaloğlu, vdğr. a.g.e., s. 301-302
[383] Bekir Topaloğlu vdğr., a.g.e., s.302
[384] Wensick, “Şefaat”, İA, XI,382
[385] Ahmet Saim Kılavuz, a.g.e., -s.224
[386] Yûnus, 10/3
[387] el-Bakara, 2/255
[388] el-Enbiyâ, 21/28
[389] el-Müddesir, 74/48
[390] Ebû Dâvud, Sünnet, 21; Tirmizî, Kıyamet, 11; İbn Mâce,
Zühd, 37
[391] Buhârî, Daavât, 1; Müslim, İman, 86
[393] Yunus, 10/18
[395] el-Bakara, 2/123
[396] el-Bakara, 2/48
[397] el-A’raf, 7/53
[400] Sebe’, 34/23; Meryem, 19/87; Tâhâ, 20/109
[401] en-Necm, 53/26 »
[402] Bekir Topaloğlu vdğr., a.g.e., s.304
[403] Buhari, Zekat, 52
[404] İbn Mâce, Zühd, 37
[405] Bekir Topaloğlu vdğr., a.g.e., s.303
[406] A.J.Wensick, “Şefaat', İA., XI,3 84
[408] ez-Zümer, 75/44
[409] el-Bakara, 2/255
[410] Muhammed b. Abdulvehhab, Kitâbu ’t-Tevhîd, s.40-42
[411] Muhammed b. Abdulvehhab, Mesâilu ’l-Câhiliyye, s.53
[412] ez-Zümer, 75/3
[415] el-Bakara” 2/255
[416] Muhammed b. Abdulvehhab, Keşfu’ş-Şubuhât, s. 11-12
[417] el-Cinn, 72/18
[418] Muhammed b. Abdulvehhab, a.g.e., s. 13
[419] Abdurrahman b. Haşan, a.g.&>, s. 197
[420] Abdurrahman b. Haşan, a.g.e., s. 163
[421] Tâhâ, 20/109
[422] en-Necm, 53/26
[425] Emin er-Reyhânî, Târîhu Ne&d el-Hadîs, Beyrut
1988, s. 54-55
[426] Saidb. Abdülaziz el-Cendûl, a.g.e., s. 126-130
[427] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s.l 16
[428] İslam 'da İnanç, İbadet ve Güplük Yaşayış Ansiklopedisi, “Tevessül”, c.IV, s.356-357
[429] el-Useymîn, a.g.e., s. 126
[430] Emin Reyhânî, a.g.e., s. 56-57
[431] Muhammed b. Abdulvehhab,,Mesâilu ’l-Câhiliyye, s.8
[438] Said b. Abdülaziz el-Cendûl, a.g.e., s.139-140
[440] A.Vehbi Ecer, a.g.e., s.75
[441] Yusuf Ziya Yörilkan, '"Vehhabilik'', AÜİFD,
sy. I, s.62
[442] Yörükan, a.g.m., s.62
[443] el-Useymîn, a.g.e., s. 127
[444] el-Useymîn, a.g.e., s. 127
[445] Saidb. Abdülaziz el-Cendûl,^.g.e. ,s.l41
[446] Fığlalı, a.g.e., s.l 17-118
[447] Ahmed b. Zeynî ed-Dahlân, ^d-Dürrü ’s-Seniyye fi
’r-Redd-i Ale ’l- Vehhâbiyye, Kahire 1981, s.24 vd., s.45 vd.
[448] Abdülhalim el-Cündî, a.g.e., s.162-163
[449] Ömer Rıza Doğrul, “VehhabiliK\ Sebîlürreşad Mecmuası, İstanbul
1343, c.XXIV, s.298
[450] Abdülhalim el-Cündî, a.g.e., ^.164
[451] Zekeriya Kurşun, a.g.e., s.33
[452] Selahattin el-Muhtâr, a.g.e., s.73
[454] Neşet Çağatay, “VehhabiliK', İA, XIII,266
[455] Kurşun, a.g.e., s.35-41
[456] Kurşun, a.g.e., s.41-45
[457] Ömer Rıza Doğrul, a.g.m., s.298
[458] Kurşun, a.g.e., s.48-51
[459] Emin Reyhânî, a.g.e., s.74
[460] Abdülhalim el-Cündî, a.g.e., s. 169
[461] Kurşun, a.g.e., s.51-53
[462] Kurşun, a.g.e., s.53-55
[463] Osman b. Bişr en-Necdî, a.g.e., s.215-216
[464] Vedî’ el-Bustânî, Nübze Târ[hiyye an NeccL Riyad
1999, s.33-35
[465] Kurşun, a.g.e., s.58-59
[466] Vedî’ el-Bustânî, a.g.e., s.36-45
[467] Abdülhalim el-Cündî, a.g.e., s. 180-182
[468] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Ankara
1957, c.III, s.120-121
[469] Neşet Çağatay, “Vehhabilik, İA, XIII,267
« Prev Post
Next Post »