MEHMET AKİF ERSOY’UN KUR’ÂN YORUMU
| |
T.C.
SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
MEHMET AKİF ERSOY’UN
TEFSİRCİLİĞİ ve KUR’ÂN YORUMU
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Ömer ŞENGÜN
Enstitü Anabilim Dalı : Temel İslam Bilimleri
Enstitü Bilim Dalı : Tefsir
ÖNSÖZ
Âlemlerin Rabbi
olan Allah (c.c.)’a hamd-ü senalar; O’nun mümtaz kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed
(s.a.s.)’e salât ve selamlar olsun.
Mehmet Akif
Ersoy, birçok ilmî araştırmaya konu olmuş, hakkında nice kitaplar yazılmış, çok
yönlü bir şahsiyettir. Akif, hakkında yazılan kitap ve araştırmalarda daha çok
edebî yönü öne çıkartılmış, diğer yönlerine ise kısmen değinilmiş ya da göz
ardı edilmiştir. Akif’in göz ardı edilen bu yönlerinin başında, onun
tefsirciliği gelmektedir.
Akif, bir
müfessir olmamakla beraber, kendi döneminde bir boşluğu doldurmak maksadıyla
Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşad mecmualarında tefsir yazıları yazmıştır. Bu
yazılar zamanla azımsanamayacak bir hacme ulaşmış ve tefsir ilmi çerçevesinde
değerlendirilebilecek bir boyut kazanmıştır.
Akif,
çocukluğundan itibaren adeta Kur’ân ile yoğrulduğu için, gerek edebî gerekse
ilmî kişiliğinin temelinde Kur’ân bulunmaktadır. Temel eseri olan Safahat’ta,
Kur’ân’dan ilham alarak yazılan şiirleri bunun bir göstergesi olarak
değerlendirilebilir. Akif, bu şiirlerinde bazı âyetleri kendine has bir biçimde
izah etmeye çalışmış, Türkçe’ye ve Arapça’ya olan vukufiyeti sayesinde eşsiz
şiirsel tefsirler ortaya koymuştur.
Biz bu
çalışmamızda, gerek âyetlerin tefsirlerinin yapıldığı tefsir makalelerini,
gerekse Safahat’taki tefsir mahiyetindeki şiirleri, tefsir ilmi açısından
değerlendirerek Akif’in göz ardı edilmiş, tefsircilik yönünü ortaya koymaya
gayret gösterdik.
Çalışmamızda
her türlü desteğini vererek yardımlarını esirgemeyen hocam Prof. Dr. Davut
AYDÜZ Bey’e, ön hazırlıklarımda emeği geçen Doç. Dr. Abdulvahit İMAMOĞLU’na,
araştırmamız esnasındaki katkılarından dolayı Abdullah AYGÜN Bey’e şükranlarımı
arz etmeği bir borç bilirim.
Ömer ŞENGÜN
17 EYLÜL 2007
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR………………………………………………..………………...viii
ÖZET………………………………………………………………………………....x
SUMMARY…………………………………….........................................................xi
TRANSKRİPSİYON………………………………………………………..……...xii
GİRİŞ……………………............................................................................................1
BÖLÜM 1: MEHMET AKİF ERSOY’UN HAYATI,
ŞAHSİYETİ VE
ESERLERİ………………………………………………………………………...…7
1.1.
HAYATI….……………………………………………………………………....7
1.1.1. Doğum Yeri ve
Tarihi……......................................................................7
1.1.2. Soyu ve
Ailesi…………………..............................................................8
1.1.3. Tahsili ve
Hocaları.……………………………………………………..8
1.1.4. Olgunluk Devri ve Resmi
Görevleri………………………………….11
1.1.5. Millî Mücadeledeki
Hizmetleri……......................................................13
1.1.6. Mısır Hayatı…………………………………………………………...15
1.1.7. Vefatı………………….……………………………………………….16
1.1.8. Muharrirliği……………………………………………………………16
1.1.9. Fikir
Dünyası…………….....................................................................17
1.1.10. Tefsire Olan
İlgisi……………………………………………………19
1.1.11. Kur’ân’a Bakışı………………………………………………………23
1.2. EDEBÎ-İLMÎ ŞAHSİYETİ VE
LİSAN EĞİTİMİ…………………..…………..29
1.2.1.
Edebî Şahsiyeti……….………………………………………………..29
1.2.2.
İlmî Şahsiyeti………………………………………………………….31
1.2.3. Lisân
Eğitimi…..……………………………………………………....33
1.2.3.1.
Arapça……………….............................................................33
1.2.3.2.
Farsça………….…………………………………………….37
1.2.3.3.
Fransızca……………..............................................................38
1.3. ESERLERİ………………………………………………………………………40
1.3.1. Mensur
Eserleri………………..........................................................................40
1.3.1.1.
Tefsirler……………………………………………………………...40
1.3.1.2. Va’azlar……………………………………………………………...41
1.3.1.3. Makaleler……………………………………………………………41
1.3.1.4.
Tercümeler…………..........................................................................41
1.3.1.5. Diğer Eserler…………………………………………………………44
1.3.1.6. Mektuplar…………….………………………………………………44
1.3.1.7. Kur’ân Meâli…………………………………………………………44
1.3.2. Manzum
Eserleri………………………………………………………………45
1.3.2.1.
Safahat……………………………………………………………….45
1.3.2.2.
Safahat Dışında Kalan Şiirleri……………………………………… 46
1.3.2.3.
İstiklâl Marşı………………………………………………………...47
2.1. TEFSİR
YAZILARI…………………………………………………………….49
2.1.1. Tefsir Makalelerinin
Yazılış Gâyesi………..........................................49
2.1.2. Tefsir Yazılarının Genel
Özellikleri…………………………………..51
2.2.
KAYNAKLARI…………………………………………………………………55
2.2.1. Tefsir
Kaynakları……………………………………………………...55
2.2.1.1. Muhammed Abduh’tan
Yaptığı Nakiller……………………55
2.2.1.2. Zemahşeri’den Yaptığı
Nakiller………….………………….56
2.2.1.3. Tefsir-i
Celâleyn………………….………………………….57
2.2.1.4. İsmi Tasrih Edilmeyen
Tefsir Kaynakları…….……………..58
2.2.2. Hadis
Kaynakları…………..…………………………………………..58
2.3. TEFSİR
METODU……………………………………………………………...59
2.3.1. Rivayet
Yönünden………………….………………………………….59
2.3.1.1. Kur’ân’ı Kur’ân İle
Tefsiri…………......................................59
2.3.1.1.1. Âyet-i Tavzih
Etmesi………………………….…...60
2.3.1.1.2. Mübhem Bir Durumu
Beyân Etmesi………………60
2.3.1.1.3. Manayı Te’kit Etmek
Suretiyle Yapılan Tefsir……60
2.3.1.2. Kur’ân’ın Sünnet İle
Tefsiri…………………………………60
2.3.1.2.1. Mübhem Bir Kelimeyi
Tefsir Etmesi……………...61
2.3.1.2.2. Âyetin Manasını İzah
Etmesi……………………...61
2.3.1.2.3.Âyetin Manasını Te’kid
Etmesi………………….…62
2.3.1.3. Sahabe Kavliyle
Tefsiri…………………………..………….62
2.3.1.4. Esbâb-ı Nüzûl İle
Tefsiri…………………………………….63
2.3.1.4.1.
Değişik Rivâyetlerin Bir Noktada Birleştiğini
Zikretmesi……………………………………………………64
2.3.1.4.2. Sebeb-i Nüzûle Dâir
Farklı Rivayetleri Belirtmesi..64
2.3.1.4.3. Hz. Peygamber
Dönemindeki Olayları Nakletmesi.66
2.3.1.5. Âyetlerin Kıraat
Vecihlerinden Bahsetmesi…………………68
2.3.2.
Dirayet Yönünden………………………………………………..69
2.3.2.1. Fıkhî Hükümlere Temas
Etmesi……………….……............69
2.3.2.2. Kelamî Meselelere
Değinmesi……..……………..…………71
2.3.2.3. Şiirle İstişhâd Etmesi
……...…………………….…………..73
2.3.2.4. Kendi Tercihlerini
Belirtmesi.………………….....................74
2.3.2.5. Belâgat ve Î’câz
Nüktelerine Değinmesi……………………76
2.3.2.6. Siyak ve Sibaka Temas
Etmesi...............................................78
2.3.2.7. Umum-Husus Bildiren
Âyetlere İşaret Etmesi……................79
2.3.2.8. Sarf Konularına Temas
Etmesi..…………………………….80
2.3.2.9. Nahiv Konularına Değinmesi………………………………..81
2.3.2.10. Lügat Konularına Temas
Etmesi………………...................83
2.3.2.11. Âyetlerden Prensipler
Çıkarması……...…...........................84
2.3.2.12. Bazı Âlim Zatların
Sözlerine Yer Vermesi……….………..85
2.3.2.13. Yeminlere Temas
Etmesi…………………………………..86
2.3.3. İlmî-Fennî Tefsir
Yönünden…………………………………….…….87
2.3.4. İcmâlî Tefsir
Yönünden………………….……………………………88
BÖLÜM 3: AKİF’İN KUR’ÂN’DAN İLHAMLI
ŞİİRLERİ……………………91
3.1. SERBEST-MANZUM
TEFSİRLER……………………………………………91
3.1.1. Âl-i İmran Sûresi 26.
Âyetin Serbest-Manzum Tefsiri……………......92
3.1.1.1.Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi………………………………..95
3.1.2. Neml Sûresi 52. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri……….....................95
3.1.2.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………….………………99
3.1.3. Yûsuf Sûresi 87. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri…………………...99
3.1.3.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….101
3.1.4. A’raf Sûresi 155. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri…………………..102
3.1.4.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi………………………..……..104
3.1.5. Zümer Sûresi 9. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri……………………104
3.1.5.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi…………………….………...106
3.1.6. Âl-i İmran Sûresi 110. Âyetin Serbest-Manzum
Tefsiri……………..107
3.1.6.1. Şiirdeki Kur’ânî Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi………………………………109
3.1.7. Bakara Sûresi 11-12. Âyetlerin Serbest-Manzum
Tefsiri……………110
3.1.7.1. Şiirdeki Kur’ânî Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….112
3.1.8. Rum Sûresi 50. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri…………………….113
3.1.8.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi………………………………114
3.1.9. A’raf Sûresi 185. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri……......................115
3.1.9.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin Değerlendirilmesi………………………………119
3.1.10. Bakara Sûresi 268.
Âyetin Serbest-Manzum Tefsiri……………….121
3.1.10.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….123
3.1.11. Âl-i İmran Sûresi 102. Âyetin Serbest-Manzum Tefsiri……………123
3.1.11.1. Şiirdeki Kur’ânî Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….125
3.1.12. İsrâ Sûresi 72. Âyetin Serbest-Manzum
Tefsiri…………………….126
3.1.12.1. Şiirdeki Kur’ânî Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….127
3.1.13. Âl-i İmran Sûresi 173. Âyetin Serbest-Manzum
Tefsiri……………128
3.1.13.1. Şiirdeki Kur’ânî Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi………………………………130
3.1.14. Enfâl Sûresi 46. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri…………………..131
3.1.14.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….133
3.1.15. Hicr Sûresi 56. Âyetin Serbest-Manzum Tefsiri……………………133
3.1.15.1. Şiirdeki Kur’ânî Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin Değerlendirilmesi…….........................................135
3.1.16. Âl-i İmran Sûresi 159. Âyetin Serbest-Manzum
Tefsiri……………136
3.1.16.1. Şiirdeki Kur’ânî Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….138
3.1.17. Rûm Sûresi 4-5. Âyetlerin
Serbest-Manzum Tefsiri………………..140
3.1.17.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi……………………………….141
3.1.18. A’raf Sûresi 155. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri………………....141
3.1.18.1. Şiirdeki Kur’ânî
Kavramlar ve
Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi ………………………………142
3.2. TELMİHÎ ÂYETLERİN MANZUM
YORUMLARI…………………………142
3.2.1. Tin Sûresi 5. Âyetin
Manzum Yorumu ……………………………...143
3.2.1.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...144
3.2.2. Necm Sûresi 39. Âyetin
Manzum Yorumu…………………………..145
3.2.2.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...146
3.2.3. Rahman Sûresi 29. Âyetin
Manzum Yorumu………………………..147
3.2.3.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...148
3.2.4. Mülk Sûresi 2. Âyetin
Manzum Yorumu……………………………148
3.2.4.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...150
3.2.5. Zümer Sûresi 9. Âyetin
Manzum Yorumu…………………………..150
3.2.5.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...151
3.2.6. Necm Sûresi 39. Âyetin
Manzum Yorumu…………………………..151
3.2.6.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...152
3.2.7. Fâtır Sûresi 28. Âyetin
Manzum Yorumu……………………………152
3.2.7.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...153
3.2.8. Necm Sûresi 9. Âyetin
Manzum Yorumu……………………………153
3.2.8.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...154
3.2.9. Âl-i İmran Sûresi 159.
Âyetin Manzum Yorumu……………………155
3.2.9.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi…………...156
3.2.10. Haşr Sûresi 19. Âyetin
Manzum Yorumu…………………………..156
3.2.10.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi………….158
3.2.11. Enfâl Sûresi 25. Âyetin
Manzum Yorumu…………………………158
3.2.11.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi………….159
3.2.12. Saff Sûresi 4. Âyetin
Manzum Yorumu……………………………160
3.2.12.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi………….161
3.2.13. “لا خوْف عليْهمْ”
İbaresinin Manzum Yorumu………………………...161
3.2.13.1. Telmihî Âyet ve Manzum
Yorumun Değerlendirilmesi………….162
3.2.14. Asr Sûresinin Manzum
Yorumu……………………………………162
3.2.14.1.
Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun Değerlendirilmesi………….164
3.2.15.
İsrâ Sûresi 88. Âyetin Manzum Yorumu…………………………...165
3.2.15.1.
Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun Değerlendirilmesi………….166
SONUÇ…………………………………………………………………………….167 KAYNAKLAR.……………………………………………………………………171
ÖZGEÇMİŞ……………………………………………………………………….177
GİRİŞ
Kur’ân’ın
inzâliyle birlikte, İslam alimleri içerisinde asırlar boyunca tefsir ilmi ile
meşgul olup, Kur’ân’ın insanlar tarafından daha iyi anlaşılması için çaba sarf
eden nice müfessirler yetişmiştir. Tefsir ilmi etrafında kayda değer nice
çalışmalar ve faaliyetler yapılmıştır.
Cumhuriyet tarihimizde
de gerek bir bütün olarak, gerekse kısmen Kur’ân’ı tefsir etme çabaları devam
ede gelmiştir. Hem Osmanlı’nın son dönemlerinde hem de Cumhuriyet’in ilk
dönemlerinde yaşamış bir şahıs olan Mehmet Akif Ersoy’un, Sırâtı Müstakîm ve
Sebîlü’r-Reşad dergilerinde yazmış olduğu “Tefsir-i Şerif” başlığı altındaki
tefsir yazıları dikkatimizi celbetmiştir. Akif’in şâir ve edip kişiliğinin yanı
sıra Kur’ân ile alakalı böyle bir yönünün bulunması bizim de bu çalışmamızdaki
iştiyakımızı arttırmıştır. Esasen Akif hakkında çok fazla kitap yazılmış
olmasına rağmen, onun tefsirciliği üzerinde fazla durulmamış gerekli ilmî
çalışmalar yapılmamıştır. Biz bu eksikliği biraz olsun gidermek gayesiyle bu
çalışmayı yapmaya karar verdik.
Mehmet
Akif’in Milli Mücadele yıllarındaki manevi kahramanlardan birisi olduğunda hiç
kuşku yoktur. Akif’in bu yıllarda ülkenin dört bir yanında vermiş olduğu Kur’ân
merkezli vaazlar da tefsir mahiyetindedirler. Millî Mücadele yıllarındaki bu
muhteşem ve etkileyici vaazlar da bizi bu çalışmaya sevk etmiştir.
Bilindiği
gibi Akif’in en önemli eseri safahat’tır.
Safahatta bulunan ve her biri şaheser niteliğinde olan serbest-manzum tefsirler de bizim bu çalışmayı yapmamızdaki isabeti
teyit niteliğindedir. Safahat’ta bulunan tefsir mahiyetindeki bu şiirler ile
âyetlere atıfta bulunulan şiirler de
araştırmamızda yer verdiğimiz konular arasındadır.
Akif’in hem
Arap dil ve edebiyatını hem de Türkçe grameri çok iyi biliyor olması
münasebetiyle, TBMM tarafından Kur’ân’ın Türkçe meâlinin yapılması görevinin
öncelikli olarak kendisine verilmesi ve bu işi yapacak en uygun kişinin Akif
olması da onun Kur’ân ile olan bağının ne kadar güçlü olduğunu göstermesi
açısından önemli bir noktadır. Akif’in böyle bir meâl yazarak onu bitirmiş
olması bizim ilgimizi Akif’in tefsirciliği üzerinde yoğunlaştırmamızda etkili
olmuştur.
Amaç:
Biz bu
çalışmamız ile Akif’in edebî kimliğinin yanı sıra onun Kur’ân ile olan
münasebetinin ve tefsirciliğinin de bilinmesini murat etmekteyiz. Akif’in
tefsir yazıları ile tefsir keyfiyetindeki şiirleri kendine has bir tefsir
örneği oluşturduğundan, bu durumun ilgililerin dikkatlerine sunulmasını arzu
etmekteyiz.
Yöntem:
Araştırmamızda
yöntem olarak arşiv tarama metodunu kullandık. Elde ettiğimiz verileri fişleme
tekniğiyle kayıt altına alarak, bu veriler üzerinde değerlendirmelerde
bulunduk. Kur’ân-ı Kerîm başta olmak üzere, bazı tefsir ve hadîs kitapları
çalışmamızın ana kaynaklarını teşkil etmektedirler. Akif’in hayatı ve eserleri
ile ilgili olarak da şairin biyografisini içeren birçok kitap tetkik
edilmiştir.
Tefsir
metinlerinin orijinallerinin Osmanlıca olması sebebiyle bu metinleri doğru bir
şekilde latinize etmeye gayret gösterdik. Metinlerin latinize edilmesi
sürecinde Doç.Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu ile Nuran Abdülkadiroğlu’nun “Mehmet
Akif’in Kur’ân-ı Kerim’i Tefsiri Mev’ıza ve Hutbeleri” isimli eserinden
faydalandık.
Çalışmamızda
Akif’in Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşad’daki tefsir yazılarına ve vaazlarına
öncelik verdik. Bu tefsir yazılarının Kur’ân ilimleriyle olan bağlantılarını, tefsir
kaynaklarıyla olan münasebetlerini, dil ve gramer ile olan ilişkilerini ortaya
koymaya çaba sarf ettik. Aynı zamanda Akif’in tefsir ilmiyle olan alakasını,
hangi müfessirlerden etkilendiğini ve onun lisanî biyografisini tetkik etmeye
çalıştık.
Araştırmamızın
ikinci merhalesinde Safahat’ı titiz bir şekilde ele alarak, âyet tefsirlerinin
yapıldığı şiirleri tespit ettik. Bu şiirleri kendi arlarında sınıflandırarak,
tefsir ilmi açısından değerlendirmeye tâbi tuttuk. Kur’ân’dan ilham alınarak
yazılan tefsir mahiyetindeki bu şiirleri, kendine özgü üslubu sebebiyle ayrı
bir bölüm olarak ele almayı uygun gördük.
Çalışmamızın
zorluğu ise Akif’in bir müfessir olmaması ve tefsir yazılarını klasik tefsir
tarzında yazmamış olmasıdır. Onun amacı sadece tefsir yazmak olmadığı için
Kur’ân ilimlerine sınırlı ölçüde yer vermiştir.
Diğer bir
zorluk ise; model olarak alabileceğimiz bir çalışmanın mevcut olmamasıdır. Akif’in
tefsir yazılarının kendine özgü bir tarzda yazılmış olması benzer çalışmalardan
faydalanma imkânlarımızı ortadan kaldırmıştır.
Önemi:
Akif’in
tefsir yazıları ve tefsir anlayışı kendine özgü bir durum arzetse de gerek konu
itibariyle, gerekse mahiyet ve şekil itibariyle ictimâî tefsir ekolüyle benzerlikler göstermektedir. Kanaatimizce
çalışmamız tam bu noktada tefsir ilmi açısından değer ve önem kazanmaktadır. İctimâî tefsir hareketinin henüz
başlangıç döneminde Akif’in bu tefsir metoduna paralel bir tarzda tefsir
örnekleri ortaya koyması, üzerinde araştırma yapmaya değer bir durumdur.
Biz bu
noktada Akif’in tefsir yazılarının hem şekil hem de içerik olarak örtüştüğü ictimâî tefsir ekolünü genel hatlarıyla
belirtmeyi uygun görüyoruz.
1.
İctimâî Tefsire Genel Bir Bakış:
İctimâî
tefsir ekolü, tefsir alanında asrımızın en dikkat çekici hareketlerinden
biridir. Bu tefsir tarzı, kısmen klasik tefsir kaynaklarında bulunmakla
beraber, teknik bir yöntem ve yeni bir anlayış olarak oldukça yenidir. Bu
tefsir hareketinin kurucusu ve ilk mümessili olarak Muhammed Abduh (v.1848-1905)
kabul edilmekdedir.[1]
Abduh’tan sonra onun öğrencisi olan Reşit Rızâ (v.1865-1935), Mustafa el-Merâğî
(v.1881-1945), Seyyid Kutup (v. 1906-1966), Said Havva ve Mevdûdî bu tefsir
tarzının tatbik edicileri olmuşlardır. Ülkemizde ise bu tefsir yöntemini benimsemiş
kişiler olarak Mehmet Akif ve Süleyman Ateş ismi geçmektedir.[2]
İctimâî
tefsir ekolü birçok şair, entelektüel, yazar ve bilim adamını da etkisi altında
bırakmıştır. Ferid Vecdi, Mahmut Şeltut, Mehmet Akif ve Muhammed İkbal bunlar
arasında gösterilen isimlerdir.[3]
Bu ilim adamları, bu tefsir tarzına uygun olarak, kendi alanlarında birçok eser
kaleme almışlardır.
2.
İctimâî Tefsirin Özellikleri:
Abduh,
klasik müfessirlerden farklı bir anlayış ortaya koyarak, Allah’ın(c.c) kitabını
tefsir etmeye çalışmıştır. Bu tefsir yönteminin en belirgin özelliği “Kur’ân’ın
hidayet yönünü” ortaya koyarak insanları bu hidayetten faydalandırmaktır.[4]
Kur’ân’ın toplumlara indirildiği gerçeğinden hareketle, âyetler toplumsal
meselelere ışık tutacak tarzda ele alınmıştır. Bu bakımdan tefsirin konusu
insanın hidayeti ile toplum olarak görülmüştür. Toplumun sorunlarına Kur’ânî
çözümler üretmesi[5]
sebebiyle bu tefsir metodu dinamik bir yapı arz etmektedir.
Bu tarzda
Kur’ân’ı tefsir eden müfessirler, mezhep taassubu ile Kur’ân’ı tefsir
etmemişlerdir. Âyetlerden kendi mezhepleri doğrultusunda gerek itikadî, gerek
fıkhî hüküm çıkarma gayesi gütmemişlerdir. Onlar âyetleri murad-ı ilahîye uygun
olarak tefsir etmeyi tercih etmişlerdir. Kur’ân’ı mezheplerin fikirleriyle
bağdaştırmak bu müfessirlerin gayesi olmamıştır.
İsrâiliyyâtı,
mevzu rivayetleri ve hurafeleri tefsirlerden ayıklamaya gayret göstermişlerdir.[6]
Klasik tefsirlerde yer yer bulunan isrâilî ve mevzû rivayetler karşısında
tenkitçi bir tavır takınılarak, bu rivayetlere müsamaha gösterilmemiştir. Bu
rivayetlerin tefsire zarar verdikleri belirtilerek, bunların tefsirden
ayıklanması gerektiğini belirtmişlerdir.
İctimâî
tefsir ekolünün bariz özelliklerinden biri de, tefsirin sade olmasıdır. Bu
tefsirde kimi klasik tefsirlerde olduğu gibi, uzun uzun i’rab tahlilleri,
teferruata inilmiş fıkhî ve kelâmî meseleler bulunmamaktadır. Tefsir, murad-ı
ilahîyi ortaya koyacak kadar açık ve sade olmalıdır. Tefsirde fazla detaya
inmek, ayrıntılarda boğulmak tasvip edilmemiştir. Klasik tefsirler bu yönden
eleştiri konusu olmuştur. Ancak zaruret hâsıl olursa ayrıntıya inilmesinde ve
i’rab tahlillerinin yapılmasında bir sakınca görülmemiştir.
Bu ekolün
sâikleri, akla oldukça fazla önem vererek, Kur’ân’daki bazı âyetleri te’vil
etmekte bir beis görmemişlerdir. Bunun en önemli sebebi Müslümanların uzun
zamandan beri tefekkürü ve düşünmeyi ihmal etmiş olmalarıdır.[7]
Mutezilenin etkisinde kalarak bazen hakikatten mecaza ve temsile gitmişlerdir.
Sahih bir inanca ancak akılla varabilineceğine inandıkları için bu ekole
“Modern Mu’tezile Ekolü” diyenler olmuştur.[8]
Kur’ân’daki bazı lafızları nüzul sürecindeki anlamlarının dışında
kullanmışlardır. Sahihliği sabit olan âhâd haberleri ehlisünnetin aksine hüccet
olarak kabul etmemişlerdir.[9]
3.
İctimâî Tefsir Metoduna Yapılan Eleştiriler:[10]
a- Mutezilenin etkisiyle akla geniş bir hürriyet alanı tanıması. b- Hakikat
ifade eden bazı âyetlerin bazen mecaza, bazen de temsile te’vil edilmesi. c-
Naslardaki bazı lafızların nüzûl sürecindeki anlamlarının dışında kullanılması.
d- Bazı
sahih hadisleri zayıf ya da mevzû olarak değerlendirmeleri. e- Sahihliği sabit
olan âhâd haberleri, hüccet olarak kabul etmemeleri.
4. İctimâî Tefsir Metodunda Yazılan
Eserler:11
Bu
metodla yazılan eserler ve mümessillerinin bazıları şunlardır: a- Muhammed
Abduh: Tefsiru’l- Kur’âni’l- Kerîm.
b-
Muhammed Reşid Rızâ: Tefsiru’l- Menâr. c- Ahmed Mustafa el-Merâğî: Tefsiru’l-
Merâğî.
d-
Seyyid Kutub: Fî Zılâli’l- Kur’ân. e- Süleyman Ateş: Yüce Kur’ân’ın Çağdaş
Tefsiri.
5. İctimâî Tefsir Metodu ve Akif’in Tefsir
Yazıları
Akif’in
gerek tefsir makaleleri, gerekse Safahat’ında yazmış olduğu şiirler İctimâî Tefsir’e örnek teşkil etmektedirler.
Bu tefsir yazıları ile âyet tefsirlerinin yapıldığı şiirler hem sosyal
meselelere Kur’ânî çözümler getirmesi yönünden, hem de mahiyet ve şekil
itibariyle, ictimâî tefsir tarzı ile örtüşmektedir. Yapmış olduğumuz tahliller
neticesinde Akif’in tefsir yazılarını ve şiirlerini ictimâî tefsir çerçevesinde
değerlendirmeyi uygun bulduk. Şimdi bu metot ile Akif’in tefsir yazıları ve
şiirleri arasındaki münasebeti belirtmeye çalışalım:
a-
İctimâî metotta olduğu
gibi, Akif’in tefsir yazıları ve şiirlerinde ana konu sosyal konulardır.
b-
Akif, tefsir makalelerinde
olsun, âyet tefsirlerini yaptığı şiirlerinde olsun “Kur’ân’ın hidayet yönünü”
ön planda tutmuştur.
c-
Tefsir yazıları ve şiirler
sade bir dille yazılıp fazla ayrıntıya girilmemiştir. Gerekli görülen yerlerde
ayrıntıya inilmiştir.
d-
Âyetlerin bazı belagat ve
i’câz yönlerine işaret edilmesi dışında, uzun uzun i’rab tahlillerine yer
verilmemiştir. e- İctimâî konulara ağırlık verildiği için tefsir dinamik bir
durum arz etmektedir. f- Âyet tefsirleri pratik neticeler üzerine tesis
edilmiştir.
BİRİNCİ
BÖLÜM
MEHMET
AKİF ERSOY’UN HAYATI, ŞAHSİYETİ
VE ESERLERİ
1.1. HAYATI
1.1.1.
Doğum Yeri ve Tarihi
İstiklal
Marşımızın yazarı merhum Mehmet Akif, Aralık 1873 (H. Şevval,1290) senesinde
İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel mahallesinde Sarı Nasuh sokağında dünyaya
gelmiştir.[11]Akif’in
doğumunun Çanakkale ilinin Bayramiç kasabasında olduğuna dair bilgiler,
babasının görevli olarak gittiği bu yerde oğlunu nüfusa kaydettirmesinden
dolayıdır.[12]
Akif’in dünyaya geldiği evin annesine ait olup, ona da ilk kocası Tokatlı
Derviş Efendiden kaldığı,1888’deki yangında yandığı, yeniden inşa edilerek
kullanılmaya devam edildiği ve Akif’in de bir süre bu evde kaldığı
bilinmektedir.[13]
Akif’in
babası olan Tahir Efendi, oğluna ebced hesabına göre doğum tarihine denk gelen
“rağîf” ismini koydu. “Rağîf” kelimesi, ebced hesabıyla Akif’in doğum yılı olan
1290’a tekabül etmekteydi. Bu ismin telaffuzu zor olduğundan dolayı annesi
Emine Hanım Akif’e “râkif” diye hitap ederdi. Akif’in çocukluğundan itibaren bu
isim zamanla “Akif” şekline döndü ve daha sonra mektep dairesi bu adı “Akif”
olarak resmi hale getirdi.[14]
1.1.2.
Soyu ve Ailesi
Mehmet
Akif’in babası Fatih müderrislerinden İpekli Mehmet Tahir Efendi (M.18261888),
annesi ise Emine Şerife Hanım (M.1836-1926)’dır.[15]
Akif’ in babası tahsil dolayısıyla Osmanlı idaresindeki Kosova vilayetine bağlı
İpek sancağının Şuşisa köyünden İstanbul’a gelmiştir.[16]
Yozgatlı Hoca Mahmut Efendi’nin derslerine devam eden Tahir Efendi onun en
kıymetli talebesi olarak icazet almış ve Fatih Medrese’sinde icazet veren
müderris olarak ders vermeye başlamıştır.[17]
Tahsil
hayatından sonra İstanbul’un Fatih semtine yerleşen Tahir Efendi, Fatih
medresesinde müderrislik yapmıştır. Hadis ilmine olan vukûfiyeti ile temayüz
etmiştir.[18]
Tahir Bey ilim ve irfanının yanı sıra fazıl, âbid, vefakâr, âlicenâp ve
nimetşinas bir kişiliğe sahiptir. Akif’in annesi Tokatlı olup ailesinin
Buhara’dan gelmesi münasebetiyle kendisine Buharalı denilmiştir. Akif’in Nuriye
isminde de bir kız kardeşi bulunmaktadır.[19]
Akif, yirmi
beş yaşındayken Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet hanım
ile evlenmiştir.[20]
Bu evlilikten altı çocuğu olmuş, dördüncüsü bir buçuk yaşında iken vefat
etmiştir. Akif’in çocukları sırasıyla Cemile, Feride, Suat, İbrahim Nâim, Emin
ve Tahir’dir.[21]
1.1.3.
Tahsili ve Hocaları
Akif’in ilk
ilim kaynağı ve hocası babası merhum İpekli Mehmet Tahir Efendi’dir. Tahir
Efendi’nin müderris olması münasebetiyle Akif’e ilk dinî bilgilerini bizzat
kendisi vermiştir. Akif’in ifadesiyle “Benim hem babam, hem hocamdır; ne
biliyorsam kendisinden öğrendim” sözü bu gerçeğe işaret etmektedir.23
Mehmet Tahir Efendi, oğlunun yetişmesine son derece önem vermiş, öfkeli bir
yapıya sahip olduğundan dolayı bazen oğluna sert davranışlarda bulunmuştur.
Fıtrat itibariyle zeki ve uyanık olan Akif, çocukluğunu sıkı bir disiplin ve
terbiye altında geçirmiştir. Bazen babasından dayak yediği günler bile
olmuştur. Bu sıkı terbiye dolayısıyla Akif yetişkinlik döneminde “intizam
içinde serbestlik” fikrini benimsemiştir.[22]
Mehmet Akif
henüz dört yaşlarındayken geleneklere uyularak Emir Buharî Mektebi’ne
verilmiştir. İki sene kadar bu okula devam ettikten sonra 1879 senesinde Fatih
İbtidâisi’ne gitmiştir.[23]
Babası bu yıl Akif’e Arapça dersler vermeye başlamıştır.[24]
Akif 8-10 yaşlarında, meşhur fatih camii imamlarından Arap Hoca lakabıyla
mâruf, Filibeli Hâfız Mehmet Rasim Efendi’de Kur’ân hıfzına başlamıştır ve iki
buçuk-üç ayda on iki sayfaya çıkmayı başarmıştır. Hafızlığının geri kalan sekiz
sayfalık kısmını yüksek tahsilinden sonra bitirmiştir. Tamamını altı ayda
bitirerek hatimle namaz kıldıracak seviyede sağlam bir hıfza sahip olmuştur.[25]
Tahir Efendi, müderrisliğinin yanında özel ders olarak Mühürdar Emin Paşa’nın
ailesine de ders vermekteydi. Akif babasının bu derslerine de katılarak tahsil
hayatına devam etmiştir.[26]
Üç yıllık
ilkokulu bitiren Akif, 1882 yılında Fatih Merkez Rüşdiyesi’ne verildi.[27]
Aynı zamanda Akif, babasından Arapça öğrenmeye devam ediyor; Fatih Camii’nde
Farsça dersler veren “gülistan” ve “mesnevî” okutan Esad Dede’yi de takip
ediyordu. Bütün bu derslerin arasında Akif, hıfzını da geliştiriyordu. Türkçe,
Fransızca ve Arapça dersler alan Akif, dile olan yatkınlığından dolayı kendi
akranlarından çok ileri bir seviyeye gelmişti. Akif’in dile ve şiire olan
ilgisi özellikle rüştiye döneminde belirginleşmiştir.[28]
Bu dönemde ciddi anlamda Arapça derslere başlayan Akif, Arapçayı Hoca Halis
Efendi’den öğreniyordu.[29]
O, Şirazlı Hafızın Divanını, Sadi’nin Gülistanını, Mevlâna’nın Mesnevî’sini,
Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’unu bu dönemde okumuştur. Akif’in bu okuldaki
hocalarından olan Hoca Kadri Efendi, Akif’in lisan ve şahsiyet açısından tesiri
altında kaldığı önemli bir hocadır.[30]
Üç yıl süren
rüştiye eğitiminden sonra babası Akif’i meslek seçimi konusunda serbest
bırakmıştır. Bu sebepten dolayı Akif, tahsil hayatına mülkiye mektebini seçerek
devam etmiştir. Akif’in annesi Emine Hanım oğlunun medrese eğitimi almasından
yana olduğundan eşiyle fikir ayrılığına düşmüştür. Tahir Bey ise “Hanım!
Çocuğun medresede okuyacağı şeyleri ben evde kendisine veririm” diyerek Akif’in
mülkiyeye gitmesine müsaade etmiştir.[31]
Türk edebiyatının meşhur şairlerinden olan Muallim Naci, Akif’e bu okulda
edebiyat hocalığı yapmıştır.[32]
Akif bu
mektebin üç yıllık ilk kısmını bitirdikten sonra hem babasının vefatı hem de
evlerinin yanması sonucu okula devamı oldukça güçleşmiştir. Bu dönemlerde
ekonomik sıkıntı çekmeye başlayan Akif, mülkiye mektebini bırakarak, geleceğini
daha parlak gördüğü, henüz yeni açılmış olan baytar mektebine girmiştir.[33]
Şair’in bu okulu tercih etmesindeki öncelikli sebep, annesine ve kardeşlerine
bakabilmektir.
Baytar
mektebi iki senesi gece iki senesi gündüz olmak üzere dört seneden ibaret olup,
bu okuldaki hocalar hem doktor hem de dindar kimselerdi. Bu hocalar Akif’in
kişiliği ve dinî terbiyesi üzerinde etkileri oldukça fazla olmuştur.[34]
O, bu okuldaki üstün başarılarından dolayı, hocalarından takdir görmüş ve bu
okulu birincilikle bitirmiştir.[35]
Millî Şair,
yüksek tahsilinden sonra çok aşina olduğu Kur’ân hıfzını da tamamlamıştır. O,
dostlarına yaşının büyük olmasına rağmen Kur’ân’ı ezberlemekte güçlük çekmediğini;
sekiz on yaşlarında başlayıp ara vermek zorunda kaldığı hıfzını yüksek
tahsilinden sonra bitirdiğini ifade etmiştir.38 Kendi ifadesiyle:
“Kur’ân’ı okuya okuya pişkin bir hale getirdiğim için zaten hıfz ile aramda bir
mesafe kalmamıştı” diyerek, Kur’ân ile ne kadar yakın bir ilişki içinde
olduğunu göstermiştir.
Çünkü o,
Kur’ân ile küçük yaşlardan itibaren tanışmış ve devamlı bir surette onunla
meşgul olmuştur.
Arapçaya
özel bir önem verdiğinden dolayı devrinin meşhur hocalarından dersler alarak
sürekli kendisini takviye etmiştir. Hoca Halis Efendi’nin yanı sıra Hersek’li
Ali Fehmi Efendi’den de İmam Müberred’in Kitabü’l-Kâmilin adlı eserini okuyup
bitirmiştir. Devrinin meşhur hocalarından olan Musa Kazım Efendi’den (v. 1920)
-ki daha sonra 1910’da Şeyhülislam olacaktır- Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’in
(v. 1416) Vâridat’ını dört sene kadar okumuştur. Buradan da anladığımız
kadarıyla Akif, resmi tahsilinin yanında kendisini başka eğitim faaliyetleri
ile de destekleyerek yetiştirmiştir.[36]
1.1.4. Olgunluk Devri ve Resmî Görevleri
Akif,
Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebini birincilikle bitirdiği için 750 kuruş maaşla
Ziraat Nezaret-i Umur-i Baytariyye ve Islah-ı Hayvanat Umum Müfettiş Muavinliği
görevi ile çalışma hayatına ve ilk resmî işine başlamıştır.[37]
Akif, bu görevinden dolayı Edirne, Adana, Şam gibi iller başta olmak üzere
Anadolu, Rumeli, Arabistan gibi Osmanlı coğrafyasının değişik yerlerinde
bulunmuş ve halkı yakından tanıma fırsatı bulmuştur. 1893 yılında başlamış
olduğu bu göreve uzun bir süre devam ettikten sonra 1913 yılında bu görevinden
ayrılmıştır. Görevinden Umur-ı Baytariyye Müdür Muavini sıfatıyla istifa
etmiştir.[38]
İstanbul’da
bulunduğu zamanlarda resmî ve özel okullarda hocalık yapmıştır. Çok yönlü ve
işini iyi yapan bir kişi olarak çeşitli özel ve resmî dersler vermiştir.
Halkalı Ziraat Mektebi’nde, kitâbet-i resmiye; Makinist Mektebi’nde, kitâbet; Dâru’l-Funûn
Edebiyat Şubesinde (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi), edebiyat tarihi;
geceleri İttihat ve Terakkî’nin Şehzâdebaşı’ndaki ilmiye kulubünde, Arapça
dersleri vermiştir. 1910 yılında Baytar Mekteb-i Âlisi Me’zûnîni Cemiyeti
başkanlığında bulunmuştur. 1914 senesinde Dârü’l-Hilafeti’l-Âliyye
Medresesi’nde Türkçe edebiyat muallimi olarak görev yapmıştır. Arapça
derslerinde Muallekatü’s-seb’a’dan ve Zemahşerî’nin Lâmiatü’l-Arap kasidesinden
tercüme ve şerhler yaptığı, her bir dersine iki yüzü aşkın, yüksek tahsil
görmüş kişilerin katıldığı bilinmektedir. Bundan başka Daru’l-Edep adlı özel
okulda beş sene kadar ders vermiştir.[39]
Balkan Harbi
esnasında millî bütünlüğü sağlamak amacıyla 1 Şubat 1913 tarihinde Müdâfa-i
Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Çeşitli görevleri olan bu cemiyetin en önemli
şubesi olan İrşat Heyeti’ne, Akif de katılmıştır. Genellikle Müslüman
münevverlerin bulunduğu bu heyet, çalışmalarını yürütmek maksadıyla kurdukları
kâtipliğe, Akif’i “kâtib-i umumi” seçmişlerdir.[40]
Birinci
Dünya Savaşının patlak vermesiyle birlikte, müttefikimiz olan Almanya
İngilizlerin sömürgelerinden savaşmak için getirdiği Müslümanların bir kısmını
esir almıştı. İslam dünyasının tepkisini almak istemeyen Almanya, esir
aldıkları Müslümanlara iyi muamele yapıldığını göstermek için Osmanlı
devletinden bu durumu bizzat görmeleri için görevli göndermelerini istemiştir.
Bunun üzerine Akif Teşkilât-ı Mahsusa adına görevli olarak Almanya’ya gitmiş ve
oradaki esir Müslümanlara İngilizlerin asıl niyetlerini anlatmıştır.[41]
Onun bu seyahati Safahat’taki “Berlin Hatıraları” şiirinin yazılmasına ve
Akif’in batı medeniyetini yakından müşahede etmesine sebep olmuştur.
Birinci
Dünya Savaşı yıllarında yine İngilizlerin kışkırtmaları sebebiyle Arap
dünyasında da Osmanlı’ya karşı bir isyan furyası başlamıştı. Bu isyanları
bastırmak maksadıyla Teşkilât-ı Mahsusa adına ikinci bir görevle Arabistan’a
gönderilmiştir.[42]
Akif,
1918’de Şeyhülislamlığa bağlı olarak kurulan Dârü’l-Hikmet-i İslamiyye’nin
başkâtibi olarak yeniden bir vazife almıştır. 4 Şubat 1920 yılında
başkâtipliğiyle beraber bu kuruluşun üyeliğine de girmiştir.[43]
Kurtuluş
Savaşının yapıldığı ilk yıllarda Akif, bu harekete yazdığı yazılarıyla ve
mecmuasını Ankara’ya taşıyarak katılmıştır. İlk meclisin açıldığı 1920
tarihinde, Burdur mebusu olarak meclise girmiştir.[44]
TBMM’nin görevlendirmesi ile çıkan isyanları bastırmak için, Konya ve
Kastamonu’ya gitmiştir. Bizim de çalışmamızın bir bölümünü teşkil eden
etkileyici vaazlarının bir kısmını buralarda vermiştir.
İstiklal
Şairi, milletvekilliği görevinin ardından Ankara’dan ayrılarak İstanbul’a
dönmüştür. 1924 tarihinden itibaren birkaç sene, yazları İstanbul’da kışları da
Mısır’da olmak üzere aziz dostu Prens Abbas Halim Paşa ile beraber olmuşlardır.
1926 senesinden itibaren on senelik bir müddet boyunca, Mısır’da yaşamıştır.
Mısır’daki hayatında eğitim ile ilgilenmiş ve Mısır Üniversitesinde türkçe ve
edebiyat müderrisliğine tayin olmuştur. Ölümüne yakın hastalanıp Anadolu’ya
gelişine kadar bu görevine devam etmiştir.[45]
1.1.5. Millî Mücadeledeki Hizmetleri
Birinci
Dünya savaşının hemen ardından 1920’de İstanbul’un işgal edilmesiyle birlikte,
Anadolu’da işgale karşı millî bir direniş ve hareket başlamıştı. Anadolu’da
fiili bir hareketin başlaması üzerine Akif, en sadık dostlarından olan Eşref
Edip’e “Artık burada duracak zaman değildir, gidip çalışmak lazım. Bizim
tarafımızdan halkı tenvîre ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz.
Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sende
idarehanenin işlerini derle, topla. Sebîlü’r-Reşad klişesini al, arkamdan gel.
Meşihattakilerle de temas et. Harekât-ı Milliye aleyhinde bir halt etmesinler”
diyerek İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola
çıkar.[46]
Akif’in
Ankara’ya gelme sebebi milli mücadeleye olan güveni ve bu uğurda mücadele etme
azmidir. Burdur mebusu olarak seçilmesinden itibaren Burdur, Afyon, Sandıklı,
Antalya, Konya gibi yerlerde heyecan dolu etkili vaazlar ve konuşmalar yaparak,
Türk milletinin millî mücadeleye olan bakışını, olumlu yönde etkileyip bu
harekete güç katacaktır.[47]
Bu vaaz ve konuşmalarındaki üslubunun samimiyet ve içtenliği, halkın Millî
Mücadele’nin bir cihat olduğuna inanmasında oldukça fazla
etkili
olmuştur.[48]
Nitekim Akif milli mücadele de vermiş olduğu vaazlar ve isyanlara karşı halkı
aydınlatması sebebiyle, milli hareketin manevî kahramanları arasındaki yerini
almıştır.
İstiklâl
aşığı şair, bir yandan Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaptığı etkili
vaazlarına devam ederken; diğer yandan da yapmış olduğu neşriyat ile Millî
Mücadele’ye katkıda bulunmaya çalışmıştır. Dostu Eşref Edip ile birlikte
yayımladıkları Sebîlü’rReşad mecmuasıyla, milli hareketin gerekliliğini ve
zorunlu olduğunu basın yoluyla anlatmaya uğraşmışlardır. Akif’in vaazlarının bu
dergide yayımlanması, bu yazıları okuyanları son derece etkilemiş; bu yazılar
çoğalttırılarak valilere, kaymakamlara, müftülere ve askerî yetkililere
gönderilmiştir.[49]
Bu bakımdan o, istiklâl mücadelesinin içindeki şiir ve makalelerinde, bir
millete kendi imkân ve üslubu ile hitap etmenin nasıl büyük zaferler
getireceğini gören ve bu hususta netice alan bir şairdir.[50]
İstiklal
Şairi, Balkan Savaşı yıllarında kurulan ve Millî Mücadele’nin
teşkilatlanmasında önemli ölçüde katkısı olan, Müdâfa-i Milliye Cemiyetine
bağlı Heyet-i Tenvîriyye’ye katılarak, edebiyat yoluyla halkı uyandırmak ve
aydınlatmak gayesini gütmüştür.54 Hindistanlı Müslüman âlim Hüseyin
Kıdvay’ın Anadolu mücadelesini öven ve İngilizleri yeren eserini damadı Ömer
Rıza Doğrul’a tercüme ettirip, Anadolu’ya dağıttırarak bu mücadeleye fikrî bir
katkıda bulunmuştur.
Vatansever
fikir adamı Akif’in milli mücadeledeki en önemli katkısı hiç şüphesiz İstiklal Marşı’dır. Maarif Vekâletinin
açmış olduğu yarışma sonucunda 724 şiir arasından Akif’in şiiri birinci
seçiliyor. Ancak bir tevazu abidesi olan Akif, yarışmanın birincisine verilecek
ödül nedeniyle bu yarışa katılma hususunda çekimser kalıyor. Maarif Vekili
Hamdullah Suphi, onun bu yönünü bildiği için kendisine bir mektup yazarak
Akif’in tereddütlerini izale ediyor. Bunun üzerine istiklâl hayranı şair devasa
eseri olan İstiklâl Marşı’nı kaleme
alıyor ve bu şiiri Türk milletine ithaf ediyor. Bilindiği gibi Akif, İstiklâl
Marşı’nı Safahat’a almamıştır. Kendisine bunun nedeni sorulunca “O benim değil,
memleketimindir” cevabını vermiştir.[51]
1.1.6. Mısır Hayatı
Akif, yakın
dostu Abbas Halim Paşa vasıtasıyla, Mısır ile sürekli bir ilişki içersindedir.
İlki 1914 yılının ocak ayında, ikincisi 1915 yılının mayıs ayında resmî bir
görevle, üçüncüsü 1923 yılının Ekim ayında, dördüncüsü ise 1924 senesinin son
ayları olmak üzere dört defa çeşitli sebeplerle Mısır’a gitmiştir.[52]
Akif’in
Mısır’a temelli olarak gitmesi ise 1925 yılının Ekim ayına denk gelmektedir.
Bilindiği gibi Akif, vatan ve millet söz konusu olunca mücadelede en ön safta
yer alan bir şahsiyettir. Bundan dolayı kendisi Millî Mücadele’nin manevî
önderleri arasındaki yerini hak ederek almıştır. Ancak bazı siyasî ve sosyal
gelişmeler onu ülkesinden ayrılma noktasına getirmiştir.[53]
Mısır’daki
ilk yıllarını Abbas Halim Paşa’nın yardımlarıyla zor zahmet geçiren Akif, 1929
yılından ölüm yılı olan 1936’ya kadar Kahire’deki el-Câmiatü’l-Mısriyye’nin
Edebiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri vermek suretiyle hem
geçimini temin etmiş, hem de ilim ile meşgul olmuştur.[54]
Bunun yanı
sıra Akif, TBMM tarafından kendisine verilen Kur’ân meâli ile meşgul oluyordu.
Akif, Bu dönemde şiir ile fazla meşgul olamamış ve hayatının bu bakımdan en
verimsiz yıllarını yaşamıştır. Akif, 1935 yılında Mısır’da rahatsızlanınca hem
hava değişimi için, hem de vatan topraklarında ölme ümidiyle Türkiye’ye gelmiş
ve tedavisi burada sürdürülmüştür.59
1.1.7. Vefatı
Akif’in
vatanından uzakta sıkıntılı bir hayat yaşaması onu ölümüne sebep olan bir
hastalığa sürüklemiştir. 1935 yılında kanser teşhisi konulan hastalığı, tüm
tedavilere ve hava değişimlerine rağmen bir fayda vermemiştir.[55]
Gittikçe hastalığının artması sonucu, vatan topraklarında ölmek arzusuyla uzun
bir aradan sonra 17 Haziran 1936’da İstanbul’a gelmiştir.[56]
Ne yazık ki
hastalığının artması ve yapılan müdahalelerin sonuç vermemesi sonucu 27 Aralık
1936’da vefat etmiştir. Cenazesi sessiz bir şekilde kılınmak istendiyse de onun
ölümünü duyan vatanperver insanlar cenazeye koşmuşlardır. Devasa bir
kalabalıkla namazı kılınıp, Edirnekapı mezarlığına defnedilmiştir.[57]
1.1.8. Muharrirliği
Akif’in edip
ve şairliğinin yanında onun önemli özelliklerinden biri de gazeteci olmasıdır.
Akif 1908 yılından itibaren yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm ve daha
sonraları Sebîlü’r-Reşad adlı mecmualarda başmuharrir olarak görev yapmıştır.
Din, felsefe, edebiyat, hukuk ve ulûm gibi başlıklar, altında haftalık olarak
yayımlanan bu dergi de “Tefsir-i Şerif” başlığı altındaki yazıları Akif
yazmaktadır.[58]
Dergide
Muhammed Abduh (v. 1905), Muhammed Ferid Vecdi (v. 1954), Şiblî Numanî
(v.1914), Refik el-Azm (v. 1965), Şeyh Salih eş-Şerif et-Tunusî (v. 1920) ve
Abdülaziz Çaviş (v. 1929) gibi bazı âlimlerin eserlerini Arapçadan Türkçeye
çevirerek bunları yayımlamıştır. Akif, bu dergide birçok edebî yazıyı da kaleme
almıştır.
Akif,
Ankara’ya geldiği günden itibaren kendisinin neşretmiş olduğu Sebîlü’r-Reşad
dergisinde Millî Mücadele’yi destekleyen nice yazılar kaleme almıştır.
Sebîlü’rReşad dergisini millî hareketin tanıtılmasında âdeta bir enstrüman
olarak kullanmıştır.
Dergide
yayımladığı makaleler ve vaazlar çoğaltılarak askerlere dağıtılmış, böylece
askerin moral ve motivasyonuna katkı sağlanmıştır.[59]
1.1.9. Fikir Dünyası
Çeşitli
fikir akımlarının bulunduğu, Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in ilk
dönemlerinde yaşayan Akif’in fikir dünyasının merkezini Kur’ân teşkil
etmektedir. O edebî bir şahsiyet olmakla beraber, şiirlerinin çoğunluğu Kur’ân
ve İslam içeriklidir. Akif’in fikirsel altyapısının oluşmasındaki temel faktör
almış olduğu eğitimle alakalıdır. Küçük yaşlardan itibaren, Kur’ân ile hemhal
olmuş bir insan olarak Akif, Kur’ân’ı samimi bir mü’min olarak defalarca okumuş
ve hayatına tatbik etmeye azamî ölçüde gayret göstermiştir.
Akif,
muhafazakâr bir ortamda yetişmiş olmasına rağmen; kendisi zamanla ıslahatçı
diyebileceğimiz bir anlayışa sahip olmuştur.[60]
O, İslam dünyası ile Batı dünyasını yaptığı seyahatler nedeniyle kıyaslama
fırsatını bulmuştur. Akif gerek şiirlerinde olsun, gerekse makalelerinde
Müslüman topluluklarının dini anlama biçimlerini eleştiri konusu yapmıştır.
Müslümanlardaki ataleti, tevekkül anlayışını, yanlış inançları ve taklit
anlayışını sürekli olarak eleştiri konusu yapmıştır.
Diğer
taraftan onun ıslahatçı bir düşünceye sahip olması, aklımıza kendisi gibi
ıslahatçı olan Muhammed Abduh, Ferid Vecdi ve Abdülaziz Çaviş gibi düşünürleri
getirmektedir. Akif bu düşünürlerin çok sayıda makalelerini tercüme edip
yayınladığından dolayı bu düşünürlerin etkisi altında kalma ihtimali
bulunmaktadır.
Yalnız şunu söylemek lazım ki
Akif, kendine özgü bir düşünce yapısına sahiptir.[61]
Emperyalist
güçlerin hakimiyeti altında bulunan İslam coğrafyasında, Müslümanların uyanarak
istiklâllerini kazanmaları için mücadele veren Cemalettin Afgânî ve onun
talebesi olan Muhammed Abduh, Mehmet Akif’e hem fikirsel anlamda, hem de tefsir
yazılarında örnek teşkil etmişlerdir. Bir ihtilâl ve hareket adamı olan
Afgânî’den ziyade, eğitim ve ıslah yönü ağır basan Abduh, Akif’in ilgisini daha
çok çekmiştir.[62]
Millî Şair, Afgânî hakkında bir makale kaleme alarak onun hakkındaki
yanılgıları ortaya koymuş ve Afgânî’nin yanlış tanındığını ifade etmiştir.[63]
Osmanlının
son dönemlerindeki siyasi ve sosyal çalkantılar sebebiyle birçok siyasîfikrî
akımlar meydana gelmiştir. Bu fikrî ekollerin her biri Osmanlının çöküşünü
engellemek için farklı tutum ve üşünce sistemleri geliştirmişlerdir. Akif bu
siyasîfikrî akımlar içersinde “İslam birliği” fikrine inanmış[64]
ve bu fikri Osmanlının kurtuluş reçetesi olarak görmüştür. Bu yönüyle Akif, İslamcılık düşüncesinin bir temsilcisi
olarak değerlendirilmektedir.[65]
Osmanlının son dönemlerinde “İslamcılık” düşüncesi doğrultusunda ilk ve tek
kitap yazan kişi Prens Sâit Halim Paşa’dır. Akif, İslamlaşmak adındaki eseri hem Türkçeye çevirmiş; hem de bu eser
hakkında sitayişle bahseden bir yazı kaleme almıştır.[66]
Bu da bize Akif’in bu eserden bir ölçüde etkilendiğini göstermektedir.
Akif aynı
zamanda milliyetçi bir anlayışa sahiptir. Ancak onun “Milliyetçilik” anlayışı
ırkçılık veya kavmiyetçilik anlamında
değildir. O, “Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber” sözüyle bu tutumunu
açıkça ortaya koymaktadır.[67]
Akif çekirdeği İslam olan bir milliyetçiliği benimsemiştir. Onun milliyetçiliği
ile Müslümanlığı iç içe geçmiş bir durum arz etmektedir.[68]
Akif’in milliyetçilik anlayışı Türkçü– milliyetçi anlayışından ziyade
İslamî–milliyetçi anlayışıdır. Ziya Gökalp gibi milliyetçilerden, Akif’in farkı
bu noktada belirmektedir.
Akif’in milliyetçiliğinin
iki ana unsuru bulunmaktadır: Tarih ve toprak. Tarih ve toprak, Akif’in ruhuna,
benliğine sinmiş iki kavramdır. O kendini ve milletini tarihi ve toprağı ile
bütünleşmiş olarak görmektedir.[69]
Türkiye, Akif için İslam’ın son kalesidir. Türklük yıkılırsa ona göre İslam da
sönecektir. Akif’in Milliyetçilik anlayışını
bu perspektifte görmek gerekmektedir.[70]
1.1.10. Tefsire Olan İlgisi
Akif’in çok
küçük yaşlardan itibaren Kur’ân ile tanıştığını belirtmiştik. O, genç
yaşlarında Ali Fehmi Efendi’den Arapça okuduğu dönemlerde Kur’ân âyetleriyle
daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Hocaları onun bu alakasına ve zekâsına
çocukluğundan beri hayrandılar. Âyetlerin manalarına ve dile olan hakimiyetini
göstermesi bakımından kendisiyle beraber Arapça okuyan Hâfız Yusuf Cemîl
konuyla ilgili olarak şu hatırasını nakletmektedir:
“Kitab’ul-Kâmil’i
okuduğumuz sırada “ukûl” (akıllar) manasına gelen “ahlâm” kelimesi için
istişhâden ben: قالوْاْ أضْغاث أحْلا ٍمٍ (Yusuf, 12/44),
(Enbiyâ, 21/5) dedim. Hazret-i Akif hemen, أمْ تأْمرهمْ أحْلامهم بهذا
(Tur, 52/ 32) dedi. Evvelki “karmakarışık rüya yığınları” ikincisi ise,
“akılları bunu mu kestiriyor?” demektir. Ben nasılsa yanlış istişhâd etmiştim.
Akif Bey hem benim yanlışımı tashih etti, hem de yanlış anlayışımdan dolayı
beni muâhaza etmiş oldu. İnce zekâsı, yüksek anlayışı vardı. Kendisinden
okuduğumuz Fehmi Efendi bile onun kudretine, irfanına meftun idi.”[71]
Tefsir
külliyatının klasik eserlerinden olan Tefsir-u Celâleyn Akif’in sıkça okuyup başvurduğu
temel kaynaklar arasındadır. Millî Mücadele yıllarında halka milli mücadeleyi
anlatma adına gittiği Kastamonu’da Akif, elinde bulunan kitabın ne olduğunun
sorulması üzerine, onun Tefsir-u Celâleyn olduğunu söyler ve şu açıklamayı
yapar:
“Bunu yanımda
taşır Kelâm-ı Kadim gibi okurum. Şimdiye kadar onsekiz defa hatmettim; şimdi
ondokuzuncu hatme devam etmekteyim.”[72]
Hiç şüphesiz
ki Akif’in en çok yararlandığı ve etkilendiği müfessirlerden biri de Fahrettin
Râzî (1149-1209)’dir. Akif, Râzi’ye olan hayranlığını ona ithaf ettiği ve
başlığında ismini kullandığı şiiri ile ortaya koymaktadır. İmam Râzî’ye ithaf
ettiği şiirini önemine binâen burada arz etmek istiyoruz:
FAHREDDİN RÂZÎ
Nâmı sernâme-i manzûmem olan
Fahreddin
Yedi yüzyıl kadar olmuş,
olalı huld-güzîn
Elli
altmış sene tahsil ile uğraşmışken
Hikmetin,
mârifetin gâyetini aşmışken
O dehâsıyla, o fazlıyla diyor
kim “Eyvah!
Olduğum var ise ömrümde
nihâyet âgâh
Sâde mâhiyet-i aczimden
ibâret kalıyor!
Anlaşılmaz hele binlerce
hakîkat kalıyor
Hâke ric’at ediyor gerçi bu
fânî ecsâd
Hangi yer olsa gerektir fakat
ervâha me’âd?
Öyle pek
nâmütenâhi değil idrâk-i beşer Halli matlûp mesâil ise bitmez, o biter!
Ter gelir hiç yürümez sendeki
ilm-i ma’kûl
Orda kösteklidir ikdâm-ı
terakki-i ukûl
Âh yetmiş iki yıl dâim olan
devr-i hayât
Bana bir fâide bahş etti mi
sandın? Heyhât!”
Bunu ben
söylemiş olsam olamaz te’siri
Düşünün
âlemin üstâdı olan nihrîri!
Öyle nihrîr ki asrında geçen
cümle ulûm
Ona mâlûm idi hem öyle ki
cidden ma’lûm
Fıkh u tefsirde, mantıkta,
riyâzîde imam
Tıbda, hey’ette, akâide şerefrâz-ı enâm
Görmedik kimsede Râzî gibi her fende rüsûh Beşerin kârı değildir bu kadar fende
rüsûh!
Bilir erbâbı ki bir mesleğe
hakkıyla vukûf
Ona
tahsis-i hayat etmeye ancak mevkûf
Akla
hayret veriyor işte bunun çün hazret
Bu ne himmet, ne metânet, ne
dehâdır?
Hayret!
Bilemem şâhîde muhtaç mıdır
da’vâmız?
Haydi olsun! Ne olurmuş;
değiliz ya âciz
Bunca âsâr-ı hakîmânesi var
ellerde,
Sâde ellerde değil, bir çoğu
da ezberde!
Bu kütüphâne-i âlemde
“Mefâtihu’l-Gayb”
Duracak şân u şerefle
ebediyen lâ-reyb
Hazret’in kuvvet-i irfânını
nâtık o eser
Pâyidâr olsa gerek metn-i
semâvîsi kadar!
Nass-ı katı’ gibidir ordaki
ahkâm bütün
Hangi bir mebhasi şâyeste-i
ta’riz bugün?
Sevk-i mebhasle sadeden
azıcık dûr oldum,
Herkesin bildiğini yazmaya
mecbûr oldum.
Fazla
sözler deverân eyledi mâdâm, yine Bahsi ircâ edelim hazret-i Fahrettin’e.
Ruh-u mağfûrunu takdîs
edelim, şâd edelim
Nâm-ı ulvîsini hürmet ile îrâd edelim Şân-ı
irfânına hayrettedir erbâb-ı kemâl Kimi bulmuş sana târîh, seleflerde misâl?
Sâde mâzîde mi takdir
olunurdun, heyhât!
Sana hürmette kusûr etmeyecek
istikbâl
Her zaman âlemi tenvîr
edecektir feyzin
Bu ufuklarda müdâmen kalacaksın cevvâl Nasıl
olsun bu kadar şa’şa’a pâmâl-i zevâl Ebediyet seni etmekte iken istikbâl?
Miletin mefhâr-i
şân-âverisin, Fahreddin!
Allah Allah bu ne parlak, bu
ne ulvî ikbâl?
Nâm-ı pâkin cevelân eyleyecek
maşrıkta
Dâim oldukça
bu âlemde esir-i seyyâl Tuttuğun mevki’e varmak hele dursun şöyle!
Sanırım eyleyemez bir çoğumuz
sevk-i hayâl!
Yürümez oldu kalem şerh-i
kemâlâtında
O da benden daha râcil, daha
mahrûm-i mecâl
Hiçbir nâzım-ı şûrîde-serin
kârı mıdır
Böyle bir bahsi tutup
eyleyebilmek ikmâl?
Artık evsâfını ihsâya
çalışmaktan ise
Bârekellâh! Deyip etmeliyim
hatm-i mekâl.[73]
Bu şiirden
anladığımız kadarıyla Akif, Râzî hakkında teferruatlı bir bilgiye sahiptir.
Onun dehasına, ilmine, eserlerine hayran olduğunu ve hayretler içinde kaldığını
ifade etmektedir. Akif’e göre Râzî’nin ölümsüz eseri olan “Mefâtihu’l-Ğayb” her
devirde insanları nuru ile aydınlatmaya devam edecektir.
Akif’in
ciddi anlamda kısa tefsirler yazmaya başlaması ise Sebîlü’r-Reşad dergisinin
ilk kez yayıma hazırlandığı esnada olmuştur. Bu derginin bölümleri arasına
konulan tefsir bölümünü Akif, bizzat
kendisi hazırlamıştır. Önce Akif bu işi her zamanki mütevazılıği sebebiyle
kabule yanaşmamıştır. Arkadaşları onun bu alandaki ilmî kudretini bildikleri
için ısrar edince o bu görevi üstlenmek durumunda kalmıştır.[74]
Arkadaşlarının
bildirdiklerine göre Akif, yakın dostu Kâmil Miras ile beraber Birinci Dünya
Savaşı yıllarında tefsir ve hadis usûlü okumuşlardır.80 Fakat hangi
hocadan, hangi eserlerin okunduğu hususunda ayrıntılı bilgiler mevcut değildir.
Bilindiği
gibi Akif, Muhammed Abduh, Abdülaziz Çaviş gibi bazı müelliflerin eserlerini
Türkçeye tercüme etmiştir. Bu çeviriler esnasında Akif, âyetlere olan
âşinalığını arttırmış ve azımsanamayacak bir derecede tercüme külliyâtı ortaya
koymuştur. Sadece Abdülaziz Çaviş’e ait olan Esrâru’l- Kur’ân adlı tefsirden
138 tane âyetin tercümesini yapmıştır. Bu tefsirin çevirisini de Akif’in
üstlenmiş olması, ona bu sahada hatırı sayılır bir tecrübe ve birikim
kazandırmıştır.[75]
Onun
Kur’ân’ın mealiyle uzun seneler uğraşmış olması da kendisine âyetlere olan
âşinalığı bakımından büyük bir tecrübe kazandırmıştır. Akif, TBMM tarafından
kendisine tevdi edilen Kur’ân me’âlini Mısır’da hazırlamakta olduğu esnada, o
me’âli bizzat müşahede etmiş biri olarak Eşref Edip şunları aktarıyor:
“O ne
sadelik o ne ahenk! Âyetle arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük
kudret göstermiş ki bir sûreyi okursunuz da hiçbir âyetin başında ve ya sonunda
ufakbir irtibatsızlık göremezsiniz. Müfessirler âyetler arasındaki irtibat ve
münâsebetleri anlatmak için sayfalar dolusu izahatta bulunurlar. Üstad ise
irtibatı fi’len o surette yapmış kibir âyetin bitip diğer âyetin başladığının
farkında bile olmazsınız. Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir
tarafında, hiçbir noktasında hiçbir pürüz kalmamış, bir sehli mümteni haline
gelmiş. Su gibi akıyor. Bir çağlayan gibi gönülleri heyecana veriyor…
Beyanın
ulviyetine, kudsiyetine okadar itinâ göstermiş ki okuduğunuzun “Kelâmullah”
olduğunu hemen fark edersiniz…”[76]
1.1.11. Kur’ân’a Bakışı
Mehmet Akif,
çocukluğundan itibaren Kur’ân ile ilgilenmiş ve onu hayatının merkezine
koymuştur.[77]
Deyim yerindeyse o tam bir “Kur’ân şairi”dir. Hayatının bütün alanına Kur’ân’ı
hâkim kılan Akif, şiirlerini de Kur’ân ile bezemiştir. Onun gerek şiirlerinin,
gerekse diğer eserlerinin temel kaynağı hiç şüphesiz Kur’ân’dır. Sebîlü’r-Reşad
mecmuasındaki tefsir yazıları ile ömrünün son yılarındaki Kur’ân meâli
çalışması, onu Kelâmullah’a iyice yaklaştırmıştır. O hayatında hemen hemen her
gün mütemadiyen Kur’ân okurdu. Hayatı şiir yazmakla geçmiş olsa bile, şiiri bir
vasıta ve süs olarak görmüştür. Onun şiirlerinin de merkezinde şüphesiz Kur’ân
bulunmaktadır. Akif’in Kur’ân’a verdiği değeri anlayabilmek için, “Kur’ân’a
Hitâb” başlıklı şiirini burada nakletmek yerinde olacaktır.
KUR’ÂN’A HİTAB
Ey nüsha-i cânı ehl-i dînin!
Ey nâsih-i şânı münkirînin!
Ey meş’al-i hikmet-i ilâhî!
Ey mecmâ’-ı feyz-i bî-tenâhî!
Takdîr-i meziyetinde efkâr
Heyhât
eder mi kudret izhâr? Sen cilvegeh-i cemâl-i Hak’sın,
Âyîne-i Hak desem ehaksın.
Tenzîl-i celîl-i kibriyâsın,
Burhân-ı celâlet-i Hudâ’sın.
Feyz aldı cihan senin
yüzünden,
Bir bârika-i kemâlsin sen,
Bir bârika kim bekâya mahzar,
Her lem’ası tâ zaman-ı
mahşer,
Bir şu’le-i intifâ-masunsun,
Her an bu şerefle
rû-nümunsun.
Ettin bizi feyz-i Hak’tan âgâh, Ey nûr-i mübîn
tebârek-allâh! Mahlûk değil kelâm-ı Hak’sın,
Âlî-i sunûf-i mâ-halâksın.
Furkan ki kitab-ı Mustafa’dır
Bir mu’cize-i Hudâ-nümâdır.
Olmakta ulu’n-nihaye a’len,
Bin harika her bir âyetinden
Kur’ân’ı görüp duhât-ı urban
Hep kalmadılar mı lâl ü
hayran?
Furkan ki zahîr-i
mü’minîndir,
Misbâh-ı Münîr-i mü’minîndir,
Şehrâh-ı hüdâ onunla mekşûf,
Mechûl kalır o olsa meksûf,
Yâ Rab
bu nasıl kitab-ı âli? İdrake sığmıyor meâli.
Ulviyetin eyleyenler inkâr,
Bir mislini eylesinler izhâr.
Elhak o kitab-ı bî-nazîre,
Meydana getirmeden nazîre,
Âciz bu cihâniyân âciz,
Kim muktedir, ins ü cân âciz?
Mâdâm ki iktidar yoktur,
Tanzîre de ictisâr yoktur.
Ahmed ki nebiyy-i bî-gümandır, Kur’ân ile feyz
yâb-ı şandır. Fe’tû… diyerek resûl-i Ekrem, Eylerdi müannidîni mülzem.
Fe’tû denilince ehl-i inkâr,
Kabil mi
ki eylesinler ısrâr, Da’vâya mahal kalır mı artık?
Gavgâ ve cedel kalır mı
artık?
Ey zîver-i dest-i ihtirâmım!
Âlemde muhassalü’l-merâmım,
Pîrâye-i hâfızam sen oldun,
Sermâye-i hâfızam sen oldun.
Sensin hele ey kitâb-ı a’zem
Hâşâ buna hiç tereddüt etmem,
Dünyada refîk ü hemzebânım,
Ukbâda mu’în ü müste’ânım[78]
Şair,
Kur’ân’a dinamik bir kitap olarak bakmaktadır. Bu sebeple Kur’ân güncel
olaylarla bire bir ilişki içindedir. Kur’ân ile toplumsal olaylar arasında bir
bağ kurarak, Kur’ân’ı yeniden nâzil oluyormuş gibi gören bir anlayışa sahiptir.[79]
O Kellâmullah’ın “evrensellik” ilkesi gereğince günümüz konularına ışık
tuttuğuna samimi bir şekilde inanıyordu. Bundan dolayı o toplumla ilgili
âyetleri yorumlamaya özen göstermiştir.[80]
Akif’in bu hususta Abduh’un tefsir anlayışını benimsediğini söylemek mümkündür.
Safahat Şairi, kendi dönemindeki
Kur’ân anlayışını çeşitli nedenler izhar ederek eleştirmiştir. Bu sebeplerin
başında toplumun Kur’ân’ı sadece mezarlıklarda okunan bir kitap olarak
algılaması ve din adına hurafelerle toplumu oyalayan, bir takım hoca kılıklı
kişilerin türemesi gösterilebilir. Şair, Kur’ân’ı her döneme hitap eden
dinamik bir kitap olarak algıladığından dolayı onu okunması, anlaşılması ve
yaşanması gereken bir kitap olarak algılamaktadır.[81]
Akif’e göre Kur’ân kendisine uyulduğu takdirde, inananları en yüksek seviyelere
ulaştıracak yegâne kitaptır. Bu meyanda o, Kur’ân’ı dirilere hitap eden bir
kitap olarak anlamaktadır. Çünkü bu din ölüler dini değildir. Bu sâiklerden
hareketle Kur’ân’ın anlaşılması ve yaşanmasına mâni olan bütün anlayışları
eleştirmekte ve reddetmektedir. Şu ifadeleri bu gerçeğe işaret etmektedir:
İbret olmaz bize, her gün
okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksat aranmaz mı
bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız,
anlaşılan, Kur'ân'ın:
Çünkü kaydında değil,
hiçbirimiz ma'nânın:
Ya açar
Nazm-ı Celîl'in, bakarız yaprağına; Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'ân, bunu
hakkiyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de
fal bakmak için!
Bu havâlîdekiler pek yaya
kalmış dince;
Öyle Kur'ân okuyorlar ki:
Sanırsın Çince!
Bütün âdetleri âyîn-i
mecûsiye karîb;
Bir şehâdet getirirler, o da
oldukça garîb.[82]
Safahat
Şairi, medreselerdeki eğitim sisteminin çürümüşlüğünden ve İslamî ilimlerdeki
gerilemelerden de bahsetmektedir. Eskiden olduğu gibi yüksek düzeyde âlimlerin
yetişmediğini ve ilmin sadece şerh yazılarak geçiştirildiğini ifade etmektedir.
Mevcut olan eserlerle yetinmenin doğru olmadığını ısrarla dile getiren Akif,
eğitim hususunda da yeni bir anlayışa ihtiyaç olduğunu ifade etmektedir. Ona
göre bu anlayışın temelini Kur’ân teşkil etmelidir. İslam toplumlarının cahil
ve geri kalmasının sebebini, onu yanlış uygulayanlarda aramak gerekmektedir.
Kur’ân’ın iyi anlaşıldığı dönemlerde Râzî, İbn-i Sina, Gazâlî, Fârabî gibi ünlü
ilim adamları yetişmiştir. Yine bu dönemde çok sayıda keşif ve icatlarda
bulunulmuştur. Kur’ân ile doğrudan bir ilişki kurup ondan yeterince
faydalanabilirsek; asrımıza İslam’ı ancak bu şekilde anlatabiliriz.[83]
Bu hususta şu mısraları kaleme almıştır:
Medresen var mı senin? Bence
o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de
İbnü'r-Rüşd'ü?
İbn-i Sînâ niye yok? Nerde
Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi
üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir
kuru ma'nâ çıkaran,
Yedi yüz
yıllık eserlerle bu dînin hâlâ, İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur'ân'dan
alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz
İslam'ı.
Kuru
da'vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister; Ben o kudrette adam görmüyorum, sen
göster?
Koca ilmiyyeyi aktar da, bul
üç tâne fakîh:
Zevk-ı fıkhîsi bütün, fikri
açık rûhu nezîh?
Sayısız hâdise var ortada
tatbîk edecek;
Hani bir tane
"usûl" âlimi, yâhu, bir tek?
Böyle âvâre düşünceyle
yaşanmaz, heyhât,
"Mülteka"
fıkhınızın nâmı, usûlün "Mir'ât".
Yaşanır,
zannediyorsan, Baba Câfer'liksin, Nefes ettir, çabucak kendine, olsun bitsin!
Ölüler dîni değil, sen de
bilirsin ki bu din,
Diri doğmuş, duracak dipdiri,
durdukça zemin.[84]
Kur’ân’ın
yaşanmadığı bir toplumu, heyulâya benzeten Akif, bu meyanda toplumdaki bazı
görenekleri tasvip etmemektedir. Şair’i bu düşünceye iten sebep toplumun
yaşantısı ile Kur’ân arasında olan uçurumdur. Onun tespitlerine göre toplum
Kur’ân’dan çok uzak bir görüntü vermektedir. Taassup, hurafeler ve yanlış
görenekler İslam toplumlarının geri kalmasında itici güç olmuşlardır.91
Ona göre topluma öyle bir aşı yapılmış ki, o aşı İslam ile toplum arasındaki
kopukluğun artmasına sebep olmuştur. Kur’ân’daki yüksek meziyetlerden
bahsederken, toplumun bu meziyetlerle bir tezat arz ettiğini ifade etmektedir.
Atalet, miskinlik, hurafe gibi kavramlar toplumu ahlakî açıdan çürütmüş
durumdadırlar. Akif’in şu dizeleri bu mevzuda bizlere ışık tutmaktadır:
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp
bir görenek?
Müslümanlık mı dedin?
Tövbeler olsun, ne demek!
Hani Kur'ân'daki rûhun şu
heyûlâda izi,
Nasıl İslam ile birleştiririz
kendimizi,
Ye'si tedrîc ile zerk etmiş
edenler dîne...
O ne mel'un aşı, hiç
benzemiyor, hiç birine!
Dikkat et: 1000 senesinden beri, a'sâbı harâb,
Yatıyor koskoca bir âlem-i îman, bîtâb. Pıhtı halinde yürekler, cevelânsız
kanlar; Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar!
Gözünün gördüğü yok beynine
çarpan güneşi!...[85]
1.2. EDEBÎ-İLMÎ ŞAHSİYETİ
1.2.1. Edebî Şahsiyeti
Türk
edebiyatının en mümtaz şahsiyetlerinden biri hiç kuşku yok ki, Mehmet Akif
Ersoy’dur. O Türk edebiyatına sayısız şiirler ve mensur eserler kazandırmıştır.
Akif kendi döneminin sosyal ve siyasî şartları içerisinde Türk edebiyatına yeni
bir soluk kazandırmıştır.
Akif’in
dünya görüşünü iyi tahlil edebilirsek, onun edebiyat anlayışını da o derece iyi
anlamış oluruz. O milletinin buhranlı bir dönem geçirdiğinin farkında
olduğundan, yazmış olduğu tüm şiir ve yazılarını milletinin kurtuluşuna vesile
olacak argümanlar üzerine binâ etmiştir. Onun edebiyat anlayışının merkezinde
“Kur’ân ve hayat” kavramı bulunmaktadır. Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “Akif’in
aşk ve ilham perisi ona Kur’ân’dan gelmiştir. Onun ruhundaki feryatlara Kur’ân
karışmıştır.”[86]
O,
edebiyatın toplumda bir boşluğu doldurması gerektiği kanaatindedir. Akif’e göre
sanat, sanat içindir anlayışı yanlış
bir anlayıştır. Sanat ancak toplum için olursa bir değer kazanır; yoksa topluma
bir “fayda” sağlamayan sanat sanat sayılmaz. Bu yönden onun “sanat, toplum
içindir” anlayışına sahip olduğunu söyleyebiliriz.[87]
Bu hususta Sebîlü’r-Reşad’da yayımlamış olduğu “Edebiyat” başlıklı makalesinde
şunları söylemiştir:
“Şiir için,
edebiyat için “süs”, “çerez” diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre
bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden
evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa
olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiçbir şey
söylemez. Hele “sanat sanat içindir. Sanatta gâye yine sanattır. Edebiyatta
edebiyattan başka bir gaye aramak sanatı takyîd etmektir” gibi yüksek
nazariyeler bizim idrakimizin pek fevkindedir. Zaten bu türlü nazariyeler,
ahlaksızlığa felsefe şekli veren; edebiyat namına milletin namusuna, hayatına,
mevcudiyetine yürüyen bir takım hazelenin eser diye ortaya koydukları
bahnamelere revaç verilmek için ileri sürülüyor.”[88]
Şair, her
şeyde olduğu gibi edebiyatta da batıyı üstünkörü taklit etmenin doğru
olmadığını ifade eder. Millî Şair, bu tür edebiyatı sahtekârlığa
benzetmektedir. O batının edebiyatından yararlanmanın karşısında olmayıp; ondan
gereğince istifade etmeyi uygun görmektedir. Ona göre edebiyat yerli
kaynaklardan beslenmelidir. O yerli fikirlerin edebiyat vasıtasıyla işlenmesi
gerektiği düşüncesindedir.[89]
Bu konuda Akif şunları söylemektedir:
“Sebîlü’r-Reşad’da
görülecek eserler kaba olacak, saba olacak; lâkin yerli malı olacak. Hiçbir
tarafında başka memleket mahsulü olduğunu gösterir damgası bulunmayacak. Bir de
az çok bir fayda temin edecek. Şayet ahlâkî ictimâî hiçbir fayda temin etmezse,
zararı bari olmayacaktır ki, bir nazara göre bu da fayda demektir.”[90]
Şair için
edebiyatta asıl olan sade yazmaktır. Sadelik Akif’in hayatının tüm yönlerinde
görülen en belirgin özelliğidir.[91]
Yaşantısında olduğu gibi şiirde de diğer yazılarında da sadeliğe önem vermiştir.
O, edebiyatı ayrıntıya boğmanın doğru olmadığı görüşündedir.
Mehmet Akif,
her ne kadar ilk Safahat’tan önceki şiirlerinde muallim Naci’nin etkisinde
kalmış da olsa, onu Klasik Türk Edebiyatı veya Halk, Tekke Edebiyatı
geleneğinin herhangi bir yerine koyamayız.99 Bir şair olarak Akif
nazım şekilleri konusunda herhangi bir hassasiyeti yoktur. Genellikle klasik
olmayan nazım
şekillerini
kullanmıştır. Mesnevî dizilişi ve kıt’alar Safahat’ta en çok kullanılan nazım
şekilleridir.[92]
Akif’in
şiirleri manzum kafiye, diyaloga bağlı şiir yönünden Türk şiirinin, Servet-i
Fünûn ile aldığı şeklin gelişerek devamı mahiyetindedir.101 O,
Servet-i Fünûncuların batıdan aldıkları sone, terza gibi şekillere iltifat
etmemiştir. Üstelik o, herhangi bir şekilde ısrarcı değildir. Onun şiirleri
manzum hikâye şeklinde kaleme alınmıştır.
Akif’in
şiirlerini yazmaya başladığı ilk dönem ile son dönemdeki şiirleri arasında
mahiyet ve şekil itibariyle, herhangi bir değişme yoktur.102 Bu
durum onun sanatındaki isabet ve istikametindeki sebatı göstermektedir. Akif
şiirlerini aruz vezni ile yazmıştır. Şiirin şekli yönüyle Tevfik Fikret ve Ali
Ekrem’in şiirleriyle benzer özelliklere sahiptir. O, aruzu şiirlerinde en iyi
şekilde kullanan şairlerdendir. Halk Türkçesi ile aruzu beraber kullanması
bakımından ayrıca bir öneme sahiptir.[93]
Onun vezne ve kafiyeye çok fazla olmasa da önem verdiğini söyleyebiliriz.
Şiirlerinde kıt’a, mesnevî-düz kafiye nazım şeklini kullandığını söylemek
mümkündür.
Muhteva
yönünden şiirlerinde dinî ve ictimâî özellik arz eden temalara yer vermiştir.
Onun şiirlerinin büyük bir kısmı dinî içerikli şiirlerdir. O eserlerinin
tamamında yaşadığı topluma ayna tutmuştur. Bir yandan toplumun aksayan
yönlerini ortaya korken; diğer taraftan da bu hususta topluma yol göstermiştir.
Makalelerinde olsun şiirlerinde olsun, o heyecan ve aksiyona önemli ölçüde yer
vermiştir.104
1.2.2. İlmî Şahsiyeti
Hayatının
tamamını ilim ile geçiren bir kişi olan Akif küçük yaşlardan itibaren ilim ile
meşgul olmaya başlamıştır. Henüz küçük yaşlarda iken hocaları onun geleceğinin
parlak olduğunu fark etmişlerdi. O, çocukluk dönemlerinde arkadaşları arasında
zekâsı ile temeyyüz ederdi. Bazı arkadaşları anlayamadıkları ders konularını
ona danışarak halletmeye çalışırlardı. Kendisinin hocası olan Arap Hafız,
Akif’in zekâsına işaret ederek bizlere şunları aktarmaktadır:
“Babasının
sağlığında beraber camiye gelirlerdi. Sekiz on yaşlarında bir çocuktu. Evvela
hıfza başladı, talim okudu. Zekâsı şaşılacak derecede idi. Babasından Akâid
dersi aldığı, benden de kavâid okuduğu halde, ayrıca hergün Kur’ân’dan beş
sahife çiğ hazırlardı.
Şayan-ı
hayrettir, Adana’da vazifesini ifa ettiği sırada geriye kalan sekiz sahifeyi
kendi kendine hazırlamış, mektuplarında “Hocam hıfzımı bitirdim. Dönüşte
cemiyeti yaparız” diyordu.”[94]
Şair’in
ilminin ilk ayağını dinî ilimler
oluşturmaktadır. Babasının bir müderris olması, onun dinî ilimlerinin temelini
ondan almasına sebep olmuştur. Akif’in medrese tahsili olmadığından babası onun
bu açığını kendisi gidermeye çalışmıştır. İlk Kur’ân ve Arapça bilgilerini
bizzat babası vermiştir.
Bunun
yanında Akif babasının dışında birçok hocadan Arapça, Farsça, Fransızca ve
Türkçe dersler okumuştur.[95]
Elsine-i selâse denilen Arapça, Farsça ve Türkçe ile Fransızcaya vukûfiyeti
oldukça fazladır.[96]
Akif her ne kadar medrese eğitimi almamış olsa bile onun şahsî gayretleri ile
almış olduğu dersler fevkalade önemlidir.
Onun ilminin
ikinci ayağını ise fennî ilimler
oluşturmaktadır. Akif bilindiği gibi yüksek öğrenimini o zamanın batı tarzı
eğitim veren okullarından olan “baytar ve ziraat mektebinde” tamamlamıştır.
Fennî ilimlerin okutulduğu bu okulların eğitim sistemleri medrese sisteminden
farklılıklar arz etmekteydi. Akif, bu okulu mükemmel bir çaba sarf ederek
birincilikle bitirmiştir.108 Akif’in şiir ve yazılarındaki eleştirel
üslubunun bu okuldaki eğitim anlayışından kaynaklanabileceği ihtimal
dahilindedir.
1.2.3. Lisân Eğitimi
1.2.3.1. Arapça:
Şair, ilk
Arapça eğitimini, babası Tahir Efendi’den almıştır. O, bir taraftan resmî
okullara giderken, bir taraftan da gayri resmî olarak Arapça öğreniyordu.
Kendisi bizlere bu konuda şunları aktarmaktadır:
Fatih’te
muvakkithanenin yanındaki ibtidâi mektebinde ilk tahsile devam ettim. Hem bu
mektebe gidiyordum, hem de pederim bana yavaş yavaş Arapça okutuyordu.[97]
Bu dönemde
Akif, Fatih Camii başimamı olan Filibeli Mehmet Rasim Efendi’den de sarf ve
nahiv ilimlerini okumaktadır. Bu yıllarda Akif’in Arapça ile beraber hafızlık
ve akâid ilimleriyle de uğraştığı bilinmektedir. Babası onun Arapça eğitimine o
kadar önem vermektedir ki, birlikte gezerken bile ona Arapça kaidelerden
bahsetmektedir.
Akif, bu yürüyüşlerini
sonraki yıllarında hatırlayıp, şöyle diyecektir:
“Çok kelimeleri, çok kaideler böyle gezerken babamdan
öğrendim.”[98]
Akif,
rüştiyeye giderken de Arapça okumaya devam etmektedir. Bu dönemde Arapçasının
ileri bir düzeyde olduğunu bizzat Akif bizlere aktarmaktadır. Onun bizlere
naklettiklerine göre medreselerde okutulan Emsile, Binâ, Maksûd, Avâmil, İzhar,
Kâfiye, Molla Câmi gibi Arapça gramer kitaplarından izhar seviyesine geldiğini
de görmekteyiz. Baytar Mektebi’nden arkadaşı olan M. Sabri Sözen, Akif’in
ulûm-i arabiyede tekmil-i nüsah ederek, icazet aldığını ifade etmektedir.[99]
Şair’in
lisan konusunda en çok etkilendiği hocası Hoca Kadri’dir. Arapça, Fransızca ve
Farsçayı çok iyi bilen bu kişi, Akif’i lisan öğrenmeye teşvik etmiştir. Şair,
bu hususu şöyle ifade etmektedir:
“Bu zat
lisan itibariyle üzerimde çok müessir oldu. O kadar yüksek bir adamın bir
nasihati bile tesir yapar.”[100]
Millî Şair,
babasından sarf ve nahiv ilmini kuvvetli derecede öğrendiğini bizlere ifade
etmektedir. Baytar mektebi sonrasında, hem hıfzını tamamlamış, hemde Arapça
şerhli edebî eserleri yardım almaksızın okuyabilecek duruma gelmiştir.[101]
Çünkü o, her fırsatta ya babasından ya da diğer Arapça hocalardan ders almayı
sürdürmüştür. Onun Arapçasının mükemmelliğinden dostu Süleyman Nazif şu şekilde
bahsetmektedir:
“Mehmet Akif
Bey, lisân-ı Arap ile medreselerimizde tahsili mu’tad olan ulûmu merhûm
pederinden ve pederinin irtihâlini müteâkip diğer ulemâ-yı muktedireden
mükemmelen okudu. Yalnız erbâb-ı şi’r u edebimiz arasında değil, dersiam
efendiler meyanında da Safahat şairi Arapçaya vukûf-u amîkiyle ihrâz-ı
mümtaziyet eder.”[102]
Safahat Şairi, Arapçasını
ilerletmek adına ne gerekiyorsa yapmaktan kaçınmamıştır.
Devrinin
meşhur hocaları arasında yer alan Hacı Mehmet Zihni Efendi, Dağıstanlı Mehmet
Halis Efendi, Hersek Müftüsü Dârülfünun Arapça Hocası Ali Fehmi Cabiç Efendi,
Hicri Hoca, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi gibi seçkin hocalardan Arapça dersler
almıştır. Arap edebiyatının Muallekât, el-Kâmil, Vâridât gibi belli başlı
eserlerini de okumuştur.[103]
Akif tüm bu dersleri şahsî gayretleri ile okuyabilmiştir. Bunlar da bizlere
Akif’in erbabından lisan öğrenebilmek için fırsat kollamakta olduğunu
göstermektedir.
Şair’in
Arapçaya olan vukûfiyetinden dolayı birçok kimsenin, hatta bazı müderrislerin,
Arapça müşküllerini çözmek için Akif’in yanına geldikleri bir vakıadır.[104]
Uzun yıllar neticesinde İslamî ilimlere ve Arapçaya olan vukûfiyeti onu bir
otorite haline getirmiştir. Devrinin büyük âlimlerinden olup Arapça, Farsça,
İngilizce, Fransızca ve Almancaya vâkıf olan, dersiam Mahmud Esad
Seydişehrî’nin bazı Arapça müşküllerini ondan sorması, onun Arapça’da ne derece
rüsüh sahibi olduğunu göstermektedir. Bu meyanda şöyle bir olay cereyan
etmiştir:
“Meşhur hoca
Mahmut Hoca Efendi, çok defalar Arapça’daki şüphelerini gelip Üstad’dan
hallederdi. Bir defa Mahmut Esad Efendi amed
kelimesinin müzekker mi, müennes mi olduğunda tereddüde düşmüş, gelip Akif’e
sormuştu. Üstad hemen “fi
amedin
mümeddedeh” (Hümeze, 104/9) âyetini okumuş; “Hiç tereddüt etmeyiniz, amed müennestir!” demişti.”[105]
1908’de Meclis-i Mebusan’da
Aydın, 1920’de ise TBMM’de İzmir milletvekilliği yapmış olan Nazilli’li Hacı
Süleyman Efendi ise Akif hakkında şu ifadeleri kullanmıştır:
“Ben tek bir kelimenin tahkiki
için diyar diyar dolaşmış bir adamım. Arapta da Akif kadar Arapça bilen bir
kimse bulamadım.”[106]
Akif’in
kitabî olan bu Arapça eğitiminin yanı sıra pratik eğitimi de vardır. 1925’in
son aylarında gidip on buçuk sene kadar kaldığı Mısır’da bolca Arapça pratik
yapma imkânı bulmuştur. Onun pratiği Mısır’daki ilk senelerinde çok iyi
olmamakla birlikte söylenenleri tam olarak anlayacak derecededir. El-Câmiatü’l-
Mısrıyye’de Edebiyat-ı Türkiyye hocası olarak derslere girdiği zaman
öğrencilerine şöyle bir espri yapar:
“Siz benim
Arapçama gülmeyin, bende sizin Türkçenize gülmeyeyim; geçinip
gidelim.”[107]
Safahat
Şairi’nin pratik Arapçası çok iyi olmasa da, onun kitabî Arapçasının mükemmel
olduğunda kuşku bulunmamaktadır. O, Arap edebiyatının en kıymetli eserlerini
birçok hocadan okumakla beraber; sadece Celâleyn tefsirini 19 defa okuduğu
bilinmektedir.[108]
Ezher ulemasıyla arasında geçen şu olay pek manidardır:
“Hilvan’da
Dârü’l-Funûn müderrislerinden Abdülvehhab Azzam’ın evine gitmiştik. Ezher
hocalarından da birkaç zat vardı. Lügate dair bir bahis açıldı. Ezherlilerin
nokta-i nazarına Üstad itiraz etti; “O kelimenin manası şöyle olsa gerek!”
dedi. Ezherliler fikirlerinde ısrar ettiler. Abdülvehhab Azzam kamusu getirdi.
Kelime, Üstad’ın dediği vechile olduğu anlaşıldı.”121
Millî Şair,
Arapçayı sadece öğrenmekle kalmamış, fırsat buldukça başkalarına da öğretmeye
gayret etmiştir. Baytar
mektebini bitirdikten hemen sonra, Kâside-i Bürde ile İbn-i Fârız Divanı’nı
bizzat okuttuğunu görmekteyiz. Neyzen Tevfik’ten ney dersleri alırken,
kendisi de ona Arapça öğretmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin
Şehzâdebaşı’ndaki kulübünde iki yüzü aşkın kişiye Arap edebiyatına dair gece
dersleri vermiştir.[109]
Bu derslere katılanlardan olan Ahmet Hamdi Akseki (v.1951) bu dersler hakkında
şu bilgileri vermektedir:
“Muallakât-ı
Seb’a ma’lum, Arap Edebiyatı’nın en güç parçaları… Bunu herkes okutamazdı. Pek
nadir olarak okutanlar da müşkülatla okutabiliyor, birçok şerhler ve
haşiyelerle zevk-i edebi kaybediyorlardı. Maksat fevt oluyor, o kadar zahmetten
bir netice hâsıl olmuyordu. Onun için şair Mehmet Akif’in tedris tarzı talebe
arasında büyük bir alâka uyandırmıştı. Üstad beyitlere toptan mana verir, lâzım
gelen kelimeleri kısaca tahlil eder, sonra gayet selis tercüme ederdi; herkes
de güzel güzel anlardı. Bazen bu tercümeler manzum olurdu. Talebe bu
tercümeleri ezberlerdi. Talebe Akif’in takip ettiği tercüme usûlü sayesinde,
birkaç ders sonra tercüme yolunu öğrenmiş oluyordu.”[110]
Muallakât-ı
Seb’a’yı, Kadı Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî’nin şerhinden Tahir’ulMevlevî’ye
okutan Akif, aynı eseri 1920’lerde Ankara’da Hasan Basri Çantay’a ve birçok
arkadaşına okutmuştur. Aynı
yıllar içinde Arab edebiyatının klasiklerinden olan es-Seyyid eş-Şerîf
er-Razî’nin Nehcu’l-Belağa’sını da özel ders olarak okutmuştur.
Zemahşerî’nin Lâmiatü’l-Arab adlı kasidesi ile İbn Verdi’nin ve Ebü’l-
Feth-Bustî’nin kasidelerini
de talebeleriyle tahlil etmişlerdir.[111]
Şair’in
yapmayı çok düşündüğü fakat çeşitli sebeplerle yapamadığı bir faaliyette
Türkçe-Arapça bir lügat hazırlamaktır. Mevcut olan Vankulu ve Ahterî
lügatlerinin ihtiyacı karşılamadığından yakınan Akif, yeni ve kapsamlı bir
Türkçe-Arapça lügatin hazırlanmasının gerekliliğinden bahsetmektedir. Bu
hizmetin ifası için ilk olarak kendisinin de içinde bulunduğu Kamus-i Arabî
Heyeti kurulmuş, fakat başarı elde edilememiştir.[112]
İkinci olarak Ahmet Nâim ile birlikte benzer bir çalışma yapmış, ancak bu
çalışmadan da bir sonuç alınamamıştır.[113]
Kaynaklardan
elde ettiğimiz verilere göre Akif, Arap dil ve belagatine yeterince vâkıf bir
ilim adamıdır. Bizzat kendi çabaları ile aldığı lisan dersleri, yüksek
tahsilinden sonra verdiği Arap edebiyatına dair dersler, onun Arapçasını
geliştiren en büyük amiller arasındadır. Unutulmaması gereken bir husus da
Akif’in Türkçeye kazandırdığı Arapça tercümelerdir. Kuşku yok ki Akif, bu
tercümelerle uğraşırken Arapçaya olan aşinalığı da artmıştır. Diğer taraftan
hayatının son on yılını sadece Kur’ân-ı Kerîm’e hasretmiştir. 1926’dan itibaren
ölümüne kadar öncelikli olarak Kur’ân’ın meâliyle uğraşmıştır. Mısır’da
geçirdiği ve sadece Kur’ân ile meşgul olduğu bu yıllar, hiç şüphesiz Akif’in
Arapça bilgisinin taçlanmasına vesile olmuştur.
1.2.3.2. Farsça:
Akif’in
Farsça ile olan alakası da Arapça gibi çocukluk döneminde başlamıştır.[114]
Henüz 9-10 yaşlarındayken Sadi Şirazî’nin “Gülistan” adlı eserini okuyup,
ezberlemiştir.[115]
Bu Akif’in ciddi anlamda okuduğu ilk Farsça eserdir. Akif’in yanında Sadi’nin
ayrı bir yeri olduğu ve ona faklı bir muhabbet beslediği bilinen bir gerçektir.
Sadi’nin, Akif’in hem edebiyat hem de fikir dünyası üzerinde etkili olduğu
bilinen bir gerçektir. O, bu gerçeğe şu dörtlükle işaret etmiştir:
O söylerde ben istima
eylerim!
Coşup kâh olurkim simâ
eylerim!
Benim şeyh-i sâhip-futûhum
odur!
Delilim, müzekki-i ruhum
odur!129
Rüştiye’deki
yıllarında Fatih Camii’nde Esad Dede’den Farsça dersler alarak Farsçasını
ilerletmeye devam etmiştir.130 Mevlana’nın Mesnevî’si ile tanışması da bu döneme tekâbül etmektedir. Ayrıca bu
dönemde Farsça baş eserler arasında yer alan “Hafız Divanı”, “Gülistan” ve
“Bostan” adlı eserleri de tedris etmiştir. Sadi’nin “Bostan” ile “Gülistan”
adlı eserlerini ileriki dönemlerinde başka kişilere de bizzat okutmuş; ilk
çevirilerini de “Bostan” adlı eserden yapmıştır.[116]
Millî Şair,
Adana’daki memurluk yıllarında da Farsça ile ilgilenmiş ve İmam Gazalî’nin
(v.1111) İhyâ-u Ulûmu’d-Din adlı eserinin Farsça muhtasarı olan Kimyâyı
Saadet’i okumuştur.132 Mısır yıllarında ise hayranı olduğu iki şair
olan Mevlana ile İkbal’i sıkça okumaya gayret etmiştir.133 Hintli
şair ve filozof Muhammed İkbal’in Farsça yazılmış olan Peyâm-ı Meşrık’ını hem
kendisi, hem de Ezherli hocalarla defalarca okumuştur.[117]
Akif zaman içersinde Farsçasını iyice ilerleterek Fars edebiyatının en güç
eserlerini dahi okuyabilecek seviyeye gelmiştir. Fars edebiyatını yalnızca
okumakla kalmamış aynı zamanda birçok Farsça divanı da ezberlemiştir.[118]
Bu da onun güçlü bir hafızaya ve iyi bir Farsçaya sahip olduğunu göstermesi açısından
önemlidir.
Bu verilerin
tamamını göz önüne aldığımız zaman, Akif’in yüksek düzeyde bir Farsçaya sahip
olduğunu söylemek, doğru bir tespit olacaktır. Kendisinde lisan öğrenmeye karşı
olan heyecan ve yetenek, onun Farsçasının yüksek bir düzeye çıkmasına sebep
olmuştur. O, çocukluk yıllarından itibaren kendisini ilime adamış ve lisan
eğitimi için eline geçen tüm fırsatları değerlendirmeye çalışmıştır.
1.2.3.3. Fransızca:
Şair, Arapça
ve Farsça’da olduğu gibi Fansızca eğitimine de çok küçük yaşlarda başlamıştır.
Rüştiye mektebinin ikinci sınıfındayken öğrenmeye başladığı Fransızcasını
hayatının ileriki yıllarında daha da pekiştirmiştir. Kendisi ile mülâkata gelen
Nevzat Ayas’a Fransızcasıyla ilgili olarak bizzat şu bilgileri vermiştir:
“Rüştiye tahsilinde
en çok lisan derslerine temayülüm vardı. Dört lisanda da (Türkçe, Arapça,
Farsça, Fransızca) birinci idim. Fransızcayı –mektepte öğrendiklerime eklemek
sûretiyle- kendi kendime öğrendim. Fransız şairlerinden Hugo, Lamartine ve
klasiklerle çok uğraştım. Daudet ile Zola’yı fazlaca okudum.”[119]
Şair’in
ciddi anlamda Fransızca metinleri okuması yüksek tahsilinden sonra olmuştur.
Akif, Fransızcayı öğrenme hususunda en çok Adana’da tanıştığı Miralay İbrahim
Ethem Bey’den istifade etmiştir.[120]
Şair, Şam’da görevli olarak bulunduğu sıralarda Fransızca öğrenmeye devam
etmiştir. İstanbul’a döndüğü ilk senesinde henüz 25 yaşında iken bu dilden ilk
çevirisini yapmıştır. Astronomi uzmanlarından Camile Flammarion isimli bir
yazara ait olan “ Uranie” adlı bu hikâye, 1898’de Resimli Gazete’de
yayımlanmıştır.[121]
Millî Şair,
olgunluk dönemlerinde Fransız edebiyatının en güzide eserlerini bizzat
asıllarından okumayı tercih edip, Türkçe çevirilerine itimat etmemiştir. Yakın
dostlarından Ferit Kam ile Lamartine’nin Meditations Poetigues’unu, Dumas
Fils’in La Dame aux Camelias’ını defalarca okumuştur. Jean Jeacgues
Roesseau’nun Confessions (İtiraflar) adlı eserini dört defa okumuştur.139
Şair, bu eserlerden başka Balzac ile hayranlık duyduğu Emile Zola’nın
eserlerini de sık sık okumuştur. O, Fransızca eserleri okumayı sürdürürken
diğer taraftan da tercüme yapmaya devam etmiştir. Said Halim Paşa’nın Fransızca
olan iki eserini “ İslamlaşmak ve İslam’da Teşkilât-ı Siyasiye” adıyla Türkçeye
çevirmiştir.[122]
Safahat
Şairi’nin yakın dostlarının söylediklerinden onun Fransızcasının mükemmel
derecede olduğunu öğrenmekteyiz. Millî Şair, Fransız edebiyatına ait sayısız
eserler okumuş, hatta ciddi çeviriler yapmıştır. İşlerinin bütün yoğunluğuna
rağmen Fransızcasını geliştirebilmiştir. Milletvekilliği esnasında Tacettin
dergâhında Farsça klasikleri okutup, Sebîlü’r-Reşad dergisi için Arapça
çeviriler yaparken, Meclis’teki boş vakitlerini Fransızcadan tercüme yapmaya
ayırmıştır.[123]
Bu başarıdaki en büyük sebep de hiç kuşkusuz Akif’in azmi ve lisan öğrenmeye
olan iştiyakıdır.
1.3. ESERLERİ
Şair’in
eserlerini manzum ve mensur eserler olarak iki bölüm halinde tasnif edebiliriz.
Bu tasnifte çalışmamızın ana konusunu teşkil eden tefsir yazılarının bulunduğu
mensur eserleri öne almayı uygun gördük.
1.3.1. Mensur Eserleri
1.3.1.1.Tefsirler
Çalışmamızın
ana konusunu teşkil eden tefsir yazıları hakkında, burada kısaca bilgi vermekle
iktifa edeceğiz.
Safahat
Şairi’nin tefsir yazılarının tamamı kırk sekiz makale olup Sebîlü’r-Reşad
mecmua’sında yayımlanmıştır. İlk tefsir yazısı derginin Sebîlü’r-Reşad ismini
aldığı 183. sayısında çıkmıştır. Bu yazıların on altısı manzum tefsir olup
Safahat’a alınmışlardır. Diğer otuz iki tefsir yazısı ise düz yazı olup,
makaleler halinde yazılmışlardır. Her ne kadar Akif’in tefsir yazılarının sayısını
daha fazla gösterenler varsa da yaptığımız araştırmalar neticesinde, bunun
doğru olmadığına kanaat getirmiş bulunmaktayız.
Bu yazılar
genellikle derginin birinci sayfasında ve “Tefsir-i Şerif” klişesi ile
yayımlanmıştır. Kapsam itibariyle çok geniş olmayan bu tefsir yazıları,
genellikle bir âyet-i kerimenin açıklanması şeklinde yazılmıştır. Şair bu
yazılarını yapmış olduğu sosyal analizler üzerine bina etmiştir. Toplumsal
olaylara Kur’ân perspektifinden bakılarak çeşitli analizlerin yapıldığı tefsir
yazıları, “İctimâî Tefsir” özelliği arz etmektedir. Bu yazılarda Akif’in tefsir
anlayışına uygun olarak, güncel meseleler seçilmiş ve okuyuculara yol
gösterilmeye çalışılmıştır.
1.3.1.2. Va’azlar
Akif’in
Balkan Harbi sırasında, birlik ve beraberliğe yönelik olarak yaptığı dokuz tane
va’azı bulunmaktadır. Bu va’azlarının birincisi İttihat ve Terakki’nin
Şehzadebaşı kulübünde şifahî bir konuşma olarak irâd edilmiştir. Diğer sekiz
va’azı, İstanbul’un üç büyük camii olan Beyâzıd, Fatih ve Süleymâniye’de;
birisi Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde; dördü ise Kastamonu’da Nasrullah
Camii’nde ve şehrin diğer kazalarında verilen va’azlardır. Bu va’azların sekiz
tanesi, Akif’in konuşmaları esnasında kaydedilmiş ve Sebîlü’r-Reşad dergisinde
“Hutbe ve Mevâiz” başlığıyla hülasa olarak yayımlanmıştır.[124]
Bu
va’azlarda birçok âyeti kerîme “İctimâî Tefsir” formatında işlenerek
okuyuculara sunulmuştur. Ana tema olarak birlik ve beraberliğin vurgulandığı bu
vaazlar, bazı âyetlerin açıklaması olarak dinleyenlere sunulmuş ve toplum
üzerinde oldukça tesirli olmuştur. Biz bu va’azları da genellikle âyetlerin
tefsirleri mahiyetinde yayımlandığı için çalışmamızda incelemeye tâbi tuttuk.
1.3.1.3. Makaleler
Akif’in
edebiyat, toplum ve çeşitli fikir meselelerine müteallik, elli tane makalesi
bulunmaktadır. Bu yazıların on yedisi “Hasbihal”; on biri “Edebiyat Bahisleri”;
dördü eski hatıralar; ikisi “Letâif-i Arabdan” başlıkları ile bazen de alt
başlıklarla kaleme alınmıştır. On bir makalenin ise kendine ait başlıkları
bulunmaktadır.[125]
1.3.1.4. Tercümeler
1908’den
Önceki Tercümeleri:
Şair’in
1908’den önce yapmış olduğu tercümeler hakkında kaynaklarda teferruatlı
bilgiler bulunmamaktadır. Sadece 1898 yılında Resimli Gazete’de tefrika edilmiş
olan “Uranie” adlı eser ile Servet-i Funûn’da yayımlanan üç yazısı
bilinmektedir. 1895 yılında “Ma’arif” mecmuasında tefrika edilmiş olan ve
Akif’e ait olduğu tahmin edilen “Mebâhis-i İlm-i Servet” yazılarının da tercüme
olması muhtemeldir.[126]
1908’den
Sonraki Tercümeleri:[127]
Şair, bu
dönemde 268 tefrika olarak yayımlanmış 55 tercüme yapmıştır. Tercümelerinin
bazılarında “Sadi” mahlasını kullanmıştır.
Tercümeler
altı yazardan yapılmıştır. Bu yazarların beş tanesi Arapça bir tanesi de
Fransızca yazmışlardır. Yapılan tercümelerin çeşit ve tefrika bakımından
dağılımı şöyledir. Ferit Vecdi: 7 tercüme, 77 tefrika; Muhammed Abduh: 27
tercüme, 44 tefrika; Azm-zade Refik: 1 tercüme, 3 tefrika; Şeyh Şiblî
en-Nu’mânî:1 tercüme, 10 tefrika; Abdulaziz Çâviş: 13 tercüme, 122 tefrika;
Said Halim Paşa: 2 tercüme, 12 tefrikadır.
Ferit Vecdi: Akif, ilk tercümesini Ferit
Vecdi’den yapmıştır. Bu tercüme 10 Eylül 1908 tarihli “Müslüman kadını”
başlığıyla SM’de 17 tefrika olarak yayımlanmıştır. Toplam 7 tane olan
tercümelerin, dördü birer yazılık olup; diğerleri “Hadîka-i Fikriye” (önce dört
ayrı yazı, sonra 21 tefrika) ve “Müslümanlık’la Medeniyet” (31 tefrika)dır.
Muhammed Abduh: Akif’in Abduh’tan ilk
tercümesi 27 Ekim 1908 tarihinde SR’ın 10. sayısında çıkan “Müslümanlıkta
Esaslar”dır. Akif, Abduh’tan 23’ü tek makale halinde olarak, toplam 27 tercüme
yapmıştır. Uzun olan iki makale “ Hanoto ile Şeyh Muhammed Abduh’un
Münakaşası”(12 tefrika) ve “Asr Sûre-i Celîlesinin Tefsiri” (5 tefrika)dır. İki
tercüme ise iki tefrika sürmüştür. Abduh’tan yapılan bütün tercümeler 1-3.
ciltlerdedir (1908-1911).
Azm-zâde Refik: Akif, bu zattan
“Müslümanlık’ta Ferdin Hâkimiyetiyle Cemiyetin Hâkimiyeti” adlı bir tercümesi
bulunmaktadır. Bu tercüme üç sayı devam etmiştir.
Şeyh Şiblî en-Nu’mânî: Akif Şeyh
Şiblî’den “Medeniyet-i İslamiyye Tarihinin Hataları” adlı tercümeyi yapmıştır.
Bu tercüme on sayı devam etmiştir.
Abdulaziz Çâviş: Akif’in kendisinden en
fazla tercüme yaptığı kişi Abdulaziz Çâviş’tir. İlk tercüme “Kavmiyet ve Din”
adıyla 15 Nisan 1915 tarihli 335. sayıda çıkmıştır. Bu zattan yapılan
tercümeler hayli uzun olup 122 sayı devam etmiştir. Bunların en uzunları 55
tefrikalık “Esrar-ı Kur’ân” tercümesidir. Ayrıca Abdulaziz Çâviş’e ait olan 28
tefrikalık “Anglikan Kilisesine Cevap” ve 11 tefrikalık “Alem-i İslam
Hastalıkları ve Çareleri” adlı makaleleri de Akif tercüme ederek yayımlamıştır.
Said Halim Paşa: Akif fikirlerini
benimsediği ve “İslamcılık” fikrinin ilham kaynağı olan Said Halim Paşa’dan iki
eser tercüme etmiştir. Bu tercümeler 4 tefrika olan “İslamlaşmak” ile 8 tefrika
olan “ İslam’da Teşkilât-ı Siyasîye” tercümeleridir.
Dîvan-ı Lügâti’t-Türk Tercümesi: Akif,
şair ve lisan âlimi Sâmih Rıfat’la beraber Dîvan-ı Lügâti’t-Türk’ü Türkçeye
çevirmişlerdir. Bu çalışma Maârif Vekâleti adına yapılmış ve vekalete teslim
edilmiştir.[128]
Kitap
Olarak Basılmış Tercümeleri:[129]
“Müslüman
Kadını”, İstanbul, Ahmet Sâki Bey Matbaası (R.1325) ,165 sayfa, Sırât-ı
Müstakîm Kütüphanesi, aded.5.
“Hanoto’nun
Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh’un İslam’ı müdafaası”, İstanbul, Tevsî-i
Tıbâat Matbaası, (R.1331), 80 sayfa, Sebîlürreşad Kütüphanesi, aded:8.
“İslamlaşmak”
İstanbul, Hukuk Matbaası, (R.1337), 32 sayfa, Sebîlü’r-Reşad Kütüphanesi
Neşriyâtı.
“İçkinin
Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler”, Ankara, Ali Şükrü Matbaası, (R.13391341), 68
sayfa, TBMM Hükümeti Umûr-i Şer’iyye ve Evkâf Vekaleti Tedkîkât ve Te’lîfât-ı
İslamiyye Neşriyatından, aded: 4.
“Anglikan
Kilisesine Cevap”, İstanbul Evkâf-ı İslamiyye Matbaası, (R.1339-1341), 290 sayfa,
TBMM Hükümeti Umûr-i Şer’iyye ve Evkâf Vekaleti Tedkîkât ve
Te’lîfât-ı İslamiyye
Neşriyatından, aded:9.
1.3.1.5. Diğer Eserler[130]
“Kavâid-i Edebiye”, İstanbul
1329, 16 sayfa, SM, Darülfunûn derslerinin bir kısmı.
“Edebiyat
Dersleri”: Mehmet Akif’in 1914 yılında Dârül-Hılafeti’l-Aliyye Medresesinde
edebiyat dersine girdiği sırada çıkan “Cerîde-i İlmiye” de böyle bir kitabın 4
formasının yayımlandığı, ders kitapları listesine yazılmıştır. Ancak bu kitap
elimizde mevcut değildir.
“Dârülhikme”
başkâtibi bulunduğu sırada bu kuruluşun başkâtipliği tarafından yayımlanan
“Cerîde-i İlmiye” adlı aylık ilmi dergideki beyannamelerin ve imzasız yazıların
da Akif tarafından yazılmış olması muhtemeldir. Akif’in henüz bulunamamış başka
eserlerinin de olduğu varsayılmaktadır.
1.3.1.6. Mektuplar[131]
Hayatının
bir kısmını Mısır’da geçirmiş olması nedeniyle Akif’in dostlarına birçok defa
mektup yazdığı bilinmektedir. Bundan dolayı değişik kişilerde Akif’e ait
yüzlerce mektubun olduğu tahmin edilmektedir.
1.3.1.7. Kur’ân Meâli
Akif’in
Kur’ân meâli hikayesi günümüzde esrarını halen koruyan bir konudur. Şair
Mısır’a temelli olarak gideceği sırada TBMM tarafından Kur’ân’ın Türkçe tercüme
ve tefsirinin yapılması kararı alınmıştı.[132]
Diyanet İşleri Başkanlığı tefsir işini Elmalılı Hamdi Yazır’a, tercüme işini
ise Türkçe ve Arapçaya olan vukufiyeti sebebiyle Mehmet Akif’e vermek
istiyordu.[133]
Ancak Akif, bunun mes’uliyetli bir iş
olması ve tercümenin mümkün olmaması152 sebebiyle göreve
yanaşmıyordu. Ahmet Nâim başta olmak üzere birçok arkadaşının ısrarını
kıramayıp “yapacağı tercümeye meâl denilmesi ve tefsir ile beraber basılması”
şartıyla bu teklifi kabul etmiştir.[134]
Millî Şair,
Kur’ân meâlini 1928 yılının sonlarında Mısır’da tamamlamış ancak ezanın Türkçe
okutulmasının ardından namazların da Türkçe kıldırılması girişimleri, Akif’in
Kur’ân meâlini teslim etmemesine sebep olmuştur.[135]
Kur’ân meâlini hayatının sonlarına kadar daha ince tahkiklerden geçirmiş ve
kemale erdirmiştir. Ölmeden önce hastalandığı sıralarda Türkiye’ye geldiğinde,
Mısır’a geri dönememesi durumunda meâlin yakılması vasiyetinde bulunmuş,
ölümünün ardından vasiyetine uyularak meâl yakılmıştır (M. 1961).[136]
1.3.2. Manzum Eserleri
1.3.2.1. Safahat
Safahat,
Mehmet Akif’in şiirlerini topladığı 7 kitaptan oluşan külliyatın genel adıdır.
“Safhalar, devreler, aşamalar, dönemler” daha geniş bir mana ile “görünüşler,
manzaralar” demektir. Bu kelime önce, I. Safahat’ta bulunan 22 manzumeye
dergideki neşirleri sırasında, genel başlık olan “Safahat-ı Hayattan”
terkibinde kullanılmıştır. Fatih Camii, Hasta, Küfe… gibi hayattan manzaraları
ihtivâ eden bu manzumelerin bulundukları ilk cilde “Safahat” denilmesinin
sebebi budur.
Bu 7 kitabın birincisi “Safahat” ismini taşır.
Diğer 6 kitabın ise her birinin müstakil isimleri vardır. Farklı zamanlarda
Osmanlıca yazılmış olan bu kitaplar, ilk defa Latin harfleriyle yazıldıktan
sonra bir kitap halinde yayımlanmıştır. Bu 7 kitabın ilk 6’sının tamamı
İstanbul’da sonuncusu ise Mısır’da basılmıştır.156
Safahat’ı
oluşturan 7 kitabın baskı tarihleri ile Akif’in tashihinden geçen son
baskılarına göre ihtiva ettikleri manzume ve mısraların sayısı şöyledir:
Safahat: 44 şiir, 3084 mısra. Üç baskı: 1911, 1918, 1928.
Süleymâniye Kürsüsünde: 1 şiir, 1002 mısra. Dört baskı: 1912, 1914,
1918, 1928.
Hakkın Sesleri: 10 şiir, 482 mısra. Üç baskı: 1913, 1918, 1928.
Fâtih Kürsüsünde: 1 şiir. 1692 mısra. Dört baskı: 1914(iki baskı),
1918, 1924.
Hâtıralar: 10 şiir, 1314 mısra. Üç baskı: 1917, 1918, 1928.
Âsım: 1 şiir, 2292 mısra. İki baskı: 1924, 1928.
Gölgeler: 41 şiir, 1374 mısra. Bir baskı: 1933.[137]
Son
Baskılarına göre, Safahat’ta 11240 mısra tutan 108 manzume bulunmaktadır. Bu
sayıya başkalarına ait olmakla beraber iktibas edilmiş mısralar ve “Acem Şâhı”
manzumesinin Mithat Cemal tarafından yazılmış olan ilk kısmı dahildir. Başlık
altına veya dipnotlara konulan mısralar sayılmamıştır.
Ayrıca
“Hatıralar”da bulunan, ancak SR dergisinde yayımlanmış olmasına rağmen kitaba
alınmayan 98 mısra ile iç ve dış siyaset gereği çıkarılarak, yerleri noktalarla
gösterilen 2 beyit, bu sayının dışındadır.[138]
1.3.2.2. Safahat dışında Kalan Şiirler
Gençlik dönemi şiirleri(1891-1908):
Çocukluğundan
beri şiire ilgi duyan Şair, ilk şiir denemelerini Halkalı Baytar Mektebinde
bulunduğu sıralarda yazmaya başlamıştır. İlk şiirleri, 1893’te “Hazîne-i Fünûn”
dergisinde, 1895’te “Mektep” mecmuasında ve Filibe’de çıkan “”Gayret”
gazetesinde, 1898 senesinde de “Resimli Gazete”de yayımlanmıştır.159
1900-1908
yılları arasında birçok şiir yazmakla beraber bunları o dönem yayımlamamıştır.
Daha sonra bu şiirlerinden beğendiklerini yayınlamayı uygun görmüştür.
Beğenmediklerini ise ortadan kaldırmıştır. Safahat’ın ilk kitabındaki şiirleri
de bu şiirler teşkil etmektedir.
Olgunluk Devri Şiirleri(1908-1933):
Safahat Şairi, 1908’den itibaren yazmış olduğu
şiirlerinin de bir kısmını Safahat’ına almamıştır. Bu dönemde yazmış olduğu 17
şiirinin toplam mısra sayısı 700
mısradır.[139]
Bu dönemde
Ses, Yenigün, Tan gibi gazetelerde de birçok şiir yazmıştır. Bu şiirlerde tam
olarak tespit edilememiştir.[140]
Son Dönem Şiirleri(1933-1936):
Şair’in şiir
yazmadaki en verimsiz dönemleri bu dönemdir. Bunun başlıca sebebi ise Akif’in
vatanından uzakta yaşamış olmasıdır. Mısır’da çileli bir hayat yaşadığından
dolayı şiire fazla vakit ayıramamıştır. Bu verimsizliğin ikinci sebebi ise
Mısır’da 1925 yılından itibaren Kur’ân meâliyle uğraşmış olmasıdır.Bu dönemde
ancak Safahat’ın son kitabı olan “Gölgeler”i yazabilmiştir.[141]
Şair’in yazmayı düşünüp de
yazamadığı şiirleri de bulunmaktadır. Bunlar, İkinci
Âsım, Haccetü’l-Vedâ,
Selahaddîn-i Eyyûbî ve İslam Tarihinden menkıbelerdir.[142]
1.3.2.3. İstiklâl Marşı:
İstiklâl savaşının kazanılmasının ardından,
Meclis “Millî Marş” için bir yarışma açmıştır. Bu yarışmaya 700 kişi katılmış,
fakat istiklâlin şanına yaraşır bir marş bulunamamıştır.[143]
Bunun üzerine Maârif Vekili Hamdullah Suphi ve bazı arkadaşları Akif’e marş
yazması konusunda müracaat ettiler. Şair, yapılan ısrarlar sonrasında ödül
almama şartıyla bu teklifi kabul etti.[144]
İstiklâl
Marşı, 1 Mart 1921’de TBMM’de okunarak kabul edildi.166 Marş bütün
vekiller tarafından ayakta alkışlanarak, büyük bir beğeniyle dinlenmiştir.
Mütevazı kişiliğine uygun olarak da, kendisine verilen 500 lirayı “Dârü’l-
Mesâî” adlı yardım kuruluşuna vermiştir.[145]
Şair, temel
eseri olan Safahat’a İstiklâl Marşı’nı almamıştır. Çünkü onu hiçbir karşılık
beklemeden milletine armağan etmiştir. Marş için yarış açıldığında “para için
şiir yazamam” demiştir. Kendisine İstiklâl Marşını Safahat’a neden almadığı
sorulunca :
“ O artık benim değil,
milletimindir”168 cevabını vermiştir.
İKİNCİ
BÖLÜM
AKİF’İN TEFSİR YAZILARI, KAYNAKLARI VE
TEFSİR METODU
2.1. TEFSİR YAZILARI
2.1.1. Tefsir Makalelerinin Yazılış Gayesi
Hayatını
Kur’ân’a adamış bir mütefekkir olan Akif, tefsir yazmaya 1912 yılında
Sebîlü’r-Reşad mecmuasının ilk sayısında başlamıştır.[146]
Millî Şair tefsir yazılarını arkadaşlarıyla beraber çıkardıkları bu derginin
ilmî kısmının ilk sayfasında kaleme almıştır. Bu tefsir yazılarının başına ise
“Tefsir-i Şerif” klişesi konulmuştur. Bu başlık altında Akif 53 tane tefsir
makalesi yazmıştır. Derginin hacminin yeterli olmaması sebebiyle klasik tefsir
kitaplarında olduğu gibi fazla detaya girilmemiştir.[147]
Sırât-ı
Müstakîm dergisinin ismini değiştirerek Sebîlü’r-Reşad adıyla yayın hayatına
başlamasıyla birlikte, dergiye yeni bölümler eklenmiştir. Bu bölümlerden biri
de tefsirdir. Derginin bölümlerini kimlerin yazacağı hususunda görev paylaşımı
yapılırken, sıra tefsir bölümüne gelmiş ve buna ancak Akif’in ehil olduğu ifade
edilmiştir. Şair, tefsir ilminin inceliklerine vâkıf olduğu ve bu işi
rahatlıkla yapacağı halde her zamanki mütevazı tavrıyla bunun ağır bir görev
olacağını öne sürerek bu görevden imtina eder. Dostları onun bu tavrını bildiklerinden
dolayı ısrar ederek, onun bu görevi kabul etmesini sağlarlar.171
Böylelikle Akif, kendisine rehber edindiği Kur’ân’ı insanlara açıklama fırsatı
bulacak; Kur’ân âyetlerini şaşılacak bir üslup ve beliğ ifadelerle tefsir etmiş
olacaktır.
Akif’in sanat
anlayışına uygun olarak, onun tefsir anlayışı da toplumda bir boşluğu
doldurmaya matuftur. O toplumu Kur’ân kaynaklı ilkelerle ıslah etmeyi arzu
etmektedir. Tefsir yazılarının ana gayesi de toplumu aydınlatmaya yöneliktir.
Millî Şair, tefsir yazılarında takip edeceği yöntem ve maksada ilişkin olarak
derginin ilk sayısında bazı açıklamalara yer verir. Bu açıklamaları önemine
binaen burada Akif’in kendi dilinden nakletmek istiyoruz:
“Mecmuamız
bir İslam mecellesidir. Onun için ulum-u İslamiye’nin rukn-i esasîsini teşkil
eden tefsir-i şerife, kısm-ı ilmînin birinci babını tahsis ediyoruz.
Kütüphanelerimizde,
Arabî, Türkî hatta diğer lisanlarda yazılmış âsâr-ı nefîse-i tefsiriye matbû,
gayr-ı matbû olarak kesretle bulunduğundan artık doğrudan doğruya bunları
nakledivermekte bir fâide-i cedîde göremiyoruz. Bunları herkes istediği yerde
okuyup müstefit olabilir. Binâenaleyh mecmuamıza geçirilecek âsârı tefsiriyede
alâ kadri’l-imkân nikat-ı âtiyeden birine riâyet etmeyi, gerek yeni yeni bir
takım fâideler te’mini, gerek mecmuanın meslek-i mahsûsu nokta-i nazarından
ehemmiyetli buluyoruz.:
1-
Ulûm ve funûna, tarihe,
hayat-ı ictimâiye ve maişetimize temas eden bazı âyât-ı celîle mevzû-i bahs
edilerek dirâyeten ve rivâyeten mütalaa edilecek vesâir lisanlarca bu yolda
yazılan âsâr-ı tefsiriyenin mühim görülen ve nikat-ı mâ’ruzaya tevâfuk eden
yerleri tercüme olunacaktır.
İ’rab ve
binâdan, tahlîlat-ı nahviyeden bahsetmek için mecmuamızın hacmi müsâit
bulunmadığından yazılacak makalelerde mümkün mertebe ulûm-u arabiyenin
nazariyatından sarf-ı nazar ile netayic-i ameliye üzerinde i’mal-i fikir
edilecektir. Hangi vesâit-i ilmiye ile olursa olsun ibtida nazm-ı Celîl’den
anlaşılan maânî-i münîfe yazılarak ibâre ve işaretinin delâlet ve iktizâsının
irşadât-ı beliganesine istinâden zaman ve zeminin icâbâtına göre ahvâl-i
umumiye-i İslamiye hakkında fikir ve mütaalalar yürütülecektir.
2-
Mesâlik-i tefsiriye ve bu
bâbda yazılan âsâr ve müellefât ilm-i tefsirin aksamı ve tarihi, müfessirin-i
kiramın tercümeleri ve tarz-ı tefsir ve meslekleri hakkında tedkîkat ve
tetebbuat icrâ edilecektir.
3-
Zamanımızda tefsir-i şerif
tahsilinin hayli tedennî etmiş olduğu mâ’lumdur. Âdeta Kur’ân-ı Kerîm’i bilmek,
anlamak ehemmiyetsiz, fâidesiz bir iş gibi telakkî olunmağa başlamıştır. Ortada
Kur’ân-ı Kerîm artık anlaşılmış, hâşâ daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi bir
zehab-ı batıl türemiştir. Bir mantık kitabı ile senelerce uğraşıldığı halde
talebe-i ulûmun Celâleyn ma’lûmatı kadar olsun tefsirden bibehre oluşu şüphesiz
pek büyük bir kusurdur.
İşte bütün
şu mülâhazalardan dolayı mecmuamız mümkün mertebe tefsir-i şerîf ilminin
ihyâsına çalışacak, mektep ve medreselerimizde tedris edilmesine tergîp
etmekten hâlî kalmayacak, bu bâbda ayrıca makaleler neşredecektir.
Bilhassa
bütün mekteplerimizde, medreselerimizde tefsir-i şerîf dersleri ve usûl-i
tedrîsleri hakkında tenkitler yazılacak, talebenin bu bâbda her türlü haklı
şikayetleri enzâr-ı âmmeye arz edilecektir.”[148]
Akif’in
açıklamalarından da anlaşılacağı gibi, onun tefsir yazıları; toplum ile Kur’ân arasındaki engelleri kaldırmaya yöneliktir. Akif, İslam
toplumlarının içinde bulundukları durumu, Kur’ân’dan uzaklaşmalarına
bağladığından dolayı, onların kurtuluşlarının yegâne reçetesi olarak Kur’ân’ı
görmektedir. Tefsir yazılarındaki asıl amacı Kur’ân’ı millete mal ederek, İslam
toplumlarının kurtuluşuna vesile
olmaktır.[149]
2.1.2. Tefsir Yazılarının Genel
Özellikleri:
İctimâî Bir Tefsirdir:
Akif’in
sanat anlayışında olduğu gibi, bu anlayışa uygun olarak yazdığı tefsirler de
toplumsal bir yararı gözeterek kaleme alınmıştır. Kur’ân’ın toplum tarafından
öksüz bırakıldığının ve toplumun dirilişinin de ancak Kur’ân ile mümkün
olabileceğinin farkında olduğundan, genellikle ictimâî âyetlere ağırlık
vermiştir. O tefsir ettiği âyetler bağlamında toplum ile Kur’ân arasındaki
uçurumu gözler önüne sermiştir. Adeta Kur’ân’a göre toplumu yeniden inşa
etmenin yollarını aramış ve göstermiştir.174 İctimâî hayattaki,
Kur’ân’a ters düşen yönleri ortaya koyarak toplumu uyarma sorumluluğunu yerine
getirmeye çalışmıştır. İslam milletinin hatta bütün milletlerin sıkıntılarına
ve müşküllerine deva olabilecek esasları belirleyerek, bu sorunlara Kur’ânî
çözümler üretmiştir[150]
Şair, sık
sık Kur’ân’ın toplumu ıslah eden prensiplerine işaret ederek, bir sosyolog gibi
toplumu analiz etmektedir. Tefsir yazılarında İslam toplumunun durumunu,
tablolar halinde vermektedir. İslam toplumlarının sefaleti, kadınların durumu,
genel ictimaî tembellik, yılgınlık, bezginlik gibi kavramlar ile toplum masaya
yatırılıp tahlil edilmiştir.[151]
İslam toplumlarının bu çürümüşlüğüne İslamî çözümler üretilmiştir. Onun toplumu
irdeleyen bu tahlillerinin temelini şu iki kavram oluşturmaktadır:
Kur’ân ve realite.177
Sade ve Açık Olması:
Şair, tefsir
yazılarını sade bir üslupla ele almıştır. Uzun uzun tefsir mülahazalarına ve
kavram tahlillerine girmeyip, özet mahiyetinde bilgilere yer vermiştir. Tefsir
yazılarında yer yer kavram tahlillerine girilmişse de, bu çok sınırlı
tutulmuştur. Tefsirini yaptığı âyetleri derinlemesine incelemek yerine, fayda
mülahaza ettiği temalara değinerek konu bütünlüğünü korumuş ve ayrıntıya
girmekten özellikle sakınmıştır. Şair, âyetlerin kapsadığı öz bilgileri
vermekle yetinmiştir.[152]
Onun için
tefsiri açık ve anlaşılır yazmak asıl olandır. Kendi sanat anlayışına da uygun
olarak o tefsir yazılarında sadeliği tercih etmiş ve konuları ayrıntıya
boğmamaya çaba sarf etmiştir. Tefsir makalelerinde kavâid ve nazarî bilgi
naklinden ziyade âyetten anladığını ve âyetin maksadına uygun olan temayı
işlemeye
çalışmıştır.179
Serbest Bir Tefsirdir:
Şair’in
gayesi klasik bir tefsir çalışması yapmak olmadığından, onun tefsir
niteliğindeki bu yazılarını klasik tefsirlerden farklı algılamak gerekir. Onun
tefsir yazıları serbest tefsir niteliği taşımaktadır.[153]
Klasik tefsir kaynaklarında kavram tahlilleri, nazarî bilgiler, diğer ilimlerle
olan münasebetler yeterince bulunduğundan dolayı, bunlara dair fazla teferruata
girilmemiştir. Onun esas gayesi Kur’ân’ın hidayetini etkin bir şekilde millete
mal etmek olduğundan bazen âyetin maksadını, bazen semeresini, bazen de
neticesini göstermektedir. Bazen zıddını bildirir, yani bu durumun olmaması
halinde ortaya çıkacak vaziyeti bildirir. Bazen misalini, benzer bir durumunu
bildirmek suretiyle açıklar. Bütün bu yollar tefsirin birer çeşitleridir.[154][155]
Edebî Tefsir Özelliği Taşımaktadır:
Safahat
Şairi, tefsir makalelerini, Arapça ve Türkçeye son derece hâkim olduğundan,
dilin bütün unsurlarını dikkate alarak yapmıştır. Şair olması nedeniyle
âyetlerin tercüme ve tefsirlerine aklın yanında kalbi de katarak tefsirlerine
duygusal bir hava katmıştır. Edebî bir üslupla yazdığı tefsir makaleleri, aynı
zamanda anlaşılır ve durudur. Türkçeyi ustaca kullanarak, âyetlerin maksat ve
neticelerini berrak bir şekilde ortaya koyar. Edebî tefsirlerin en önemli vasfı
olan Kur’ân’ın ifade zenginliğini ve üstünlüğünü ortaya koyma ilkesi[156],
Akif’in âyet tefsirlerinin en belirgin özelliklerindendir. Özellikle manzum
olarak yazdığı âyet tefsirleri okuyucuya Kur’ân’ın ifade üstünlüğünü bizzat
müşahede etme fırsatı verir.
Yapmış
olduğu âyet tercümelerinde, âyetlerin orijinallerindeki dilsel atmosferi
Türkçeye yansıtmaya çalışmıştır. Âyetlerdeki îcaz ve belagat unsurlarını
dikkate alarak tefsirlerini buna göre şekillendirmiştir. Bazı âyet
tercümelerinde çevirinin zorluğuna işaret ederek, âyetlerin asıllarındaki
havayı yansıtmanın güçlüğünden yakınmaktadır.[157]
Dinamik Bir Yapıya Sahiptir:
Akif’in
tefsir yazıları ile Kur’ân ilhamlı şiirlerinde, göze çarpan en bariz
durumlardan birisi de dinamik bir durum arz etmesidir. Onun tefsiri hem okuyucu
için, hem de atalet içinde kalmış, İslam toplumlarını harekete geçirmesi
bakımından aksiyoner bir özellik gösterir. Üslubunun canlılığı ve akıcılığı da
tefsir yazılarındaki bu özelliği öne çıkarmaktadır.
Millî Şair,
çalışma, azim, sa’y, cihad, tembellik, tevekkül gibi kavramları sürekli
kullanarak, İslam toplumuna bir hareketlilik ve dinamizm kazandırmaya çalışır.
Toplumun bu kavramlara ilişkin yanlış algılamalarını ortaya koyarak, onları bu
hususta aydınlatmaya çabalar. Şair, bir dava adamı olduğundan dolayı, insanı
harekete geçiren ve heyecan veren âyetleri tefsir etmeye ehemmiyet
göstermiştir. Her türlü tasavvurun üstünde bir dinamizmi haiz Kur’ân’ın,
dinamik anlayışının en güzel örneklerini yazılarına aksettirmeye gayret
etmiştir.[158]
Tefsirinde Kavram Tahlillerine Yer
Verir:
Millî Şair,
âyetlerin manasını izah etmek için bazen kavram tahlillerine baş vurmuştur.
Önemli bulduğu kavramları, sarf ve nahiv ilminin verilerine göre fazla detaya
inmeden inceler. Yazılarında mücâhede, tevekkül, azim, asr, sâlihat, emanet,
adalet, atalet, sabır vb. birçok Kur’ânî kavramı tahlil ettiğini görmekteyiz.
Akif’in
kavram tahlilleri fazla ayrıntı içermemektedir. O, kavramları âyetin manasını
aydınlatacak kadarıyla analiz ederek, bununla yetinmektedir. Bu tahlillerini
bazen kendi fikri olarak ileri sürerken, bazen de bir müfessire ait görüşleri
zikretmektedir.
Öğüt ve Nasihat Veren Bir Üslup Hâkimdir:
Şair’in
tefsir yazılarında kullandığı üslup, nasihat tarzındadır. Tefsir makalelerini
bir dergide aktüel olarak yazdığı için, yazılarını muhatabını ikna edici ve
öğüt verici bir tarzda kaleme almıştır. O tefsir yazılarını toplum üzerinde
daha etkili olabilmek için kendine has bir üslupla yazmıştır. Bazen kendini
hesaba çeker gibi, bazen sorular sorarak, bazen heyecanlı cümleler kurarak,
bazen tarihten örnekler getirerek, bazen de ibret verici hikâyelerle, tefsirine
öğüt verici boyutlar kazandırmaktadır. İlim ve tekniğe olan vukûfiyetinden
dolayı ilmî-fennî meseleleri de ikna edici bir üslupla muhatabına sunmaya özen
göstermiştir.
2.2. KAYNAKLARI
2.2.1. Tefsir Kaynakları:
Şair’in
tefsir kaynakları, tefsirinin mahiyeti nedeniyle geniş bir yelpaze arz
etmemektedir. Âyetlerin tefsirlerinde kendi görüşlerini ön planda tutmakla
beraber, az sayıda da olsa müfessirlerden nakillerde bulunmuştur.
Millî
Şair’in kendisinden nakiller yaptığı tefsir kaynaklarına baktığımızda,
birbirinden metot itibariyle farklılık arz eden kaynakları görmekteyiz. Bir
taraftan dirayet metodunun üstadı kabul edilen Zemahşerî’den yaptığı nakilleri;
diğer taraftan ise rivayet tarzında yazılmış Celâleyn’i görmemiz mükündür.
Bunun yanında farklı fikirleriyle temayüz etmiş olan ictimâî tefsir ekolünün başı kabül edilen M. Abduh’u da Akif’in
tefsir kaynakları arasında görebilmekteyiz.
İsmini her
ne kadar zikretmemiş olsa bile Akif’in yararlandığı kaynakların başında gelen Mefâtihu’l-Gayb’ı da burada zikretmemiz gerekmektedir. Çünkü Şair, bu eserin
müellifi olan Fahreddin Râzi için Safahat’ında hususen bir şiir yazmıştır.
Bundan dolayı biz, her ne kadar tefsir yazılarında ismi zikredilmemiş bile olsa
Safahat Şairi’nin bu büyük müfessirden nakillerde bulunduğunu ihtimal dahilinde
görmekteyiz. Şair’in tefsirine kaynaklık yapan bu müfessirleri ayrı ayrı
zikredip, örneklendirme yapmak istiyoruz:
2.2.1.1. Muhammed Abduh’tan Yaptığı
Nakiller:
Akif’in
tefsir ekollerinden en fazla etkisi altında kaldığı ekol şüphesiz Muhammed
Abduh ekolüdür. İçtimai tefsir ekolünün en mühim mümessili sayılan Abduh’un
tefsire dair fikirleri Akif üzerinde etkili olmuştur. Bundan dolayıdır ki
Abduh’un tefsir anlayışı Akif tarafından benimsenmiş ve tefsir yazılarında
kullanılmıştır.
Şair, İslam
ümmetini Kur’ân’dan hareket ederek ıslah etme hususunda Abduh ile benzer
fikirleri paylaşmaktadır. Ancak genel temayüldeki bu benzerlik ayrıntıya
inildiğinde farklılık arz edebilir. Nitekim Abduh’un açtığı bu tefsir çığırı,
neş’et ettiği yer olan Mısır’da bile değişik süreçler takip etmiş, aynı
Üstad’dan yola çıkan farklı
müellifler,
geniş bir fikir yelpazesi teşkil etmişlerdir. Mesela bir tarafta sünnî anlayış
temsilcilerinden Hasan el-Benna, bir tarafta Kur’ân hakkındaki bazı telakkileri
büyük tepki alan Emin el- Huli ve Muhammed Halefullah; öteki uçta Batılılaşma
akımının aşırı temsilcilerinden Taha Hüseyin zikredilebilir.[159]
Safahat
Şairi, tefsirinin birçok yerinde Abduh’tan alıntılar yapmış ve onun ismini 5
yerde sarahaten zikretmiştir. Bunların iki tanesini burada zikredelim:
Örnek-1:وأمّا
السّائل فلا تنْهر (Duhâ, 93/10) âyeti kerimesindeki “السّائل”
kelimesi ile alakalı olarak Üstad, şu izahı yapar:
Âyette
bulunan “السّ ائل” kelimesini müfessirîn-i kiramdan çoğu “dilenci”manasına almış
iken, merhum M.Abduh doğrudan doğruya “bilmediğini soran” ibaresiyle tefsir
ediyor, delil olarak da diyor ki: Eğer “السّ ائل”
lafzı sadaka isteyen manasına olsaydı “ووجدك ضالًاً فهدى”
(Duhâ, 93/7) kavli şerîfine mukabil îrad buyurulmazdı; belki “ و وجدكعائ
ًلاً فأغْنى” (Duhâ, 93/8) âyetine mütenazır olurdu. Bununla beraber bu
ikinci ayete de mukabil olmak asla sahih olamaz. Zira Cenab-ı Peygamber “âil”
yani fakir idi, lakin hiçbir zaman “sâil” olmamıştı.[160]
(Bakara, 2/154) ولا تقولوْاْ لمنْ
يقْتل في سبيل الّله أمْوات بلْ أحْياء ولكن لاّ تشْعرونÖrnek-2:
Şair, âyet-i kerîmesi ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
Şeyh M.
Abduh’a göre bu hayat, bir hayat-ı gaybiyedir ki ervah-ı şüheda ona
mazhariyetle başka ruhlardan seçilecek; o hayat ile merzuk, o hayat ile
mütenâ’im olacak. Ancak ne o hayatın hakikati, ne de o rızkın mahiyeti
bilinemeyeceği için bahsedilemez. Bunlar âlem-i gayba ait o esrar-ı
ilahiyedendir ki vücuduna îman olunur, keyfiyeti ise Allah-u zü’l-Celâl’e
bırakılır.[161]
2.2.1.2. Zemahşerî’den Yaptığı Nakiller:
Şair, tefsir
makalelerinin birçok yerinde Zemahşerî’den alıntılar yapmıştır. Zemahşerî,
Akif’in ençok alıntı yaptığı müfessir durumundadır. Bu alıntılar Akif’in bir
dil alimi olan Zemahşerî’ye verdiği önemi göstermektedir. Şair, isim tasrih
ederek 6 yerde Zemahşerî’den nakilde bulunmuştur. Bunlardan ikisini vermek
istiyoruz:
Örnek-1:
Şair, İnşirah sûresinin tefsirini yaparken “إنّ مع الْعسْر يسْرًاً”
(İnşirah, 94/6) âyet-i kerîmesinin tefsirinde şöyle buyuruyor: “إنّ مع
الْعسْر يسْر” kavl-i celîli, hâlıkın ne büyük bir kanununa, ne kat’î bir
düstüruna tercüman oluyor! Üsr’süz yüsr
olmayacak; lâkin üs’run yanında mutlaka yüsr bulunacak. Zemahşerî diyor ki:
“Ayeti kerime’de (ma’a) kelimesi îrad buyurulmuş. Zira yüsr, üsr’e o kadar yakın ki: adeta aralarında hiç fasıla yok da
ikisi beraber.”[162]
إنّ ما الْمؤْمنون إخْوة فأصْلحوا بيْن أخويْكمْ واتّ قوا الّله لعّ
لكمْ ترْحمونÖrnek-2: Hucurat Süresindeki
(Hucurat, 49/10) âyetinin
tefsirinde Akif, Zemahşerî’den bahsederek şöyle diyor:
Âyet-i
celîle sûre-i Hucurat’a mensuptur. Zemahşeri diyor ki: “بين اخوتكم”
yahut “بين اخوانكم” suretinde kıraatler
olmakla beraber, kelime tesniye sîgasıyla da olsa kâfidir. Zira aralarında
dargınlık zuhur eden kimseler en aşağı iki kişi olur. Azlığı barıştırmak lazım
olunca, çokluğun arasını bulmak elbette daha ziyade lazımdır. Çünkü iki adamın
bozuşması yüzünden husule gelecek fenalık hiçbir zaman cemaatin yekdiğerine
darılmasından meydan alacak fesada benzemez. [163]
2.2.1.3. Tefsir-i Celâleyn:
Şair’in en
çok yararlandığı tefsir kaynaklarının başında şüphesiz Celâleyn tefsiri gelir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Akif, bu tefsiri 19 kez okumuştur. Safahat
Şairi bu tefsir kitabını defalarca okumuş olmasına rağmen, tefsir yazılarında
sadece bir yerde sarahaten bu eserin ismini zikretmiştir. Şimdi bu misali
görelim:
ولا تسْتوي الْحسنة ولا السّ يّ ئة ادْفعْ باّ
لتي هي أحْسن فإذا اّ لذي بيْنك وبيْنه عداوة آإنّه وليّ حميم Örnek-1: Şair,
(Fussılet(Secde),
41/34) âyetindeki “هي أحسن” kavliyle ilgili olarak Celâleyn’den şöyle
bir alıntı yapmıştır:[164]
“Celâleyn’de
ise “هي أحسن” kavl-i celîli, gazaba karşı sabır; cehle karşı ilim; fenalığa
karşı afv ile tefsir olunmuştur.”[165]
2.2.1.4. İsmi Tasrih Edilmeyen Tefsir
Kaynakları:
Şair, tefsir
yazılarının çoğu yerinde isim zikretmeksizin “müfessirîn-i kirâmın bazıları” ya
da sadece “bazıları” ifadelerini kullanarak nakillerde bulunmuş veya çoğunluğun
görüşlerinin bu doğrultuda olduğunu belirtmiştir. Bu konuya dair iki örnek
vermekle yetinelim:
Örnek-1:
Mutaffifîn sûresi ile ilgili olarak müfessirlerin görüşleri zikredilirken, her
hangi bir isim belirtilmeden şöyle denmiştir:
“Mutaffifîn
sûresi mekkîdir. Bazıları medenîdir diyorlar. İkinci iddiada bulunanlar şöyle
söylüyorlar: Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, Medine’ye hicret buyurdukları
zaman şehrin ahalisi ölçüp tartmak hususunda pek insafsızca gidiyordu. Sûre
bunlar, yani ehl-i Medine hakkında nâzil oldu.”[166]
Örnek-2: Hucurat sûresindeki
“ Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki biz sizi bir erkekle bir
kadından
yarattık” manasındaki يا أيّها النّاس إنّ ا خلقْناآم من ذآرٍ وأنثى
(Hucurat, 49/13) âyeti isim tasrih edilmeksizin şu şekilde tefsir edilmiştir:
“Erkekle
kadından maksat Âdem ile Havva’dır; herkesin doğrudan doğruya kendi anası,
babasıdır, diyen müfessirler de vardır.”[167]
.
2.2.2. Hadis Kaynakları:
Şair, tefsir
yazılarında ve Kur’ân’dan ilhamlı şiirlerinde birçok hadîs-i şerîfe yer
vermiştir. Tefsir yazılarında en çok kullandığı yöntemlerden biri de âyetleri
hadîsler ile tefsir etmektir. Ancak hadîslerin kaynakları hakkında bir malumat
verilmemiştir.
Hadîslerin
Hz. Peygambere aidiyetleri belirtilmiş, fakat her hangi bir hadîs eseri
zikredilmemiştir.
Akif’in
kendi şartları içersinde düşünülüp, tefsir yazma amacı dikkate alındığında bunu
bir eksiklik olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Öncelikle
onun tefsir yazıları akademik bir çalışmanın ürünü değillerdir. Onun maksadı
hadîslerden istifade ederek âyetlerin izahlarına katkı sağlamaktır. Şair, bu
şekilde kendi maksadına nail olduğu için, ayrıca kaynak gösterme ihtiyacı
içersinde olmamıştır.
2.3. TEFSİR METODU
2.3.1. Rivayet Yönünden
2.3.1.1. Kur’ân’ı Kur’ân ile Tefsiri
Bir müfessir
için Kur’ân’ın tefsirinde başvuracağı ilk dayanak yine Kur’ân’ın kendisidir. Bu
bütün müfessirlerin ehemmiyet verdiği bir metottur. Zira Kur’ân’da bir yerde
mücmel ve muhtasar olan âyetler, başka bir yerde tafsil ve îzah suretiyle
açıklığa kavuşturulurlar. Bir yerde mutlak olarak geçen âyetler, başka bir
yerde takyid edilmiş; mübhem ifadeler de beyan edilmiş olabilir.[168]
Bundan dolayı müfessir öncelikle Kur’ân’ın tefsir edici özelliğini dikkate
almak durumundadır.
Kur’ân’ı Hz.
Peygambere indiren ve o kelamın sahibi bizzat Allah (c.c.) olduğu için,
âyetlerden murad edilen mânayı da en iyi O’nun bilmesi pek tabidir. Bundan
dolayı Kur’ân tefsirinin birinci merhalesi olan bu metot, İslam bilginlerince
en güzel tefsir olarak kabul edilmiştir.[169]
Safahat
Şairi, bu metodu tefsirlerinde nadiren de olsa kullanmıştır. Bunu da âyetlerin
manalarını takviye edici ya da açıklayıcı bir tarzda yapmıştır. Bu metoda ait
birkaç misal vermekle yetinmek istiyoruz:
2.3.1.1.1. Âyet-i Tavzih Etmesi:
Örnek-1: Bakara sûresinin
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Bilakis
onlar
diridir. Lakin siz farkında değilsiniz” manasındaki و لا تقولوْاْ لمنْ يقْتل في
سبيل الّله أمْوات بْلْ أحْياء ول كن لاّ تشعرون (Bakara,2/154)
âyetini Al-i İmrân sûresindeki “Bilakis onlar diridir, nezd-i ilahîde merzuk
oluyorlar” manasına gelen بْلْ أحْياء عند ربّ همْ يرزقون (Âl-i İmran, 3/169)
âyeti ile tefsir etmiştir. Böylelikle ikinci âyet ile ilk âyete
açıklayıcı bir nitelik
kazandırılmaktadır.[170]
2.3.1.1.2. Mübhem Bir Durumu Beyân Etmesi:
Örnek-1:
A’raf sûresinde bulunan “Ey âdem oğulları! Her namaz yeri için temiz libasınızı
giyiniz. Bir de yiyiniz, içiniz yalnız israf etmeyiniz. İyi biliniz ki Allah
يا بني آدم خذوْاْ زينتكمْ عند آلّمسْجدٍ وآلوْاْ واشْربوْاْ ولا
تسْرفوْاْmüsrifleri sevmez” manasındaki ”
ifadesinde خذوْاْ زينتكمْ عند آلّ مسْجدٍ (A’raf, 7/31) âyetinde geçen
“إنّه
لا يحبّ الْمسْرفين
“mescid”
kaydı olduğu için, bundan mescid haricinde libasa itina edilmeyecek gibi bir
anlam çıkabilmektedir. Bu âyetin hemen devamında bulunan “قلْ منْ حرّ م زينة
الّله اّ لتي” âyeti ile buradaki
mübhem durum beyan edilmiştir.197
2.3.1.1.3. Manayı Te’kit Etmek Suretiyle
Yapılan Tefsir:
Örnek-1: Nâziat suresinde
bulunan “Senden saatin irsâsını soruyorlar” manasındaki
يسْألونك
عن السّاعة أيّ ان مرساها (Nâziât, 79/42) âyetinde geçen “السّاعة”
kelimesi “kıyâmet” olarak değerlendirilmiştir. Buna delil olarak da Lokman
sûresindeki “Onun bilgisi Allah katındadır” anlamındaki إنّ الّله عنده علْم
السّ اعة (Lokman, 31/34) âyeti gösterilmektedir. “Saat” kelimesinin bu
âyetten başka birçok âyette “kıyâmet” anlamında kullanıldığı da ayrıca
belirtilmektedir.198
2.3.1.2. Kur’ân’ın Sünnet İle Tefsiri:
Müfessirlerin
Kur’ân tefsirinde takip ettikleri ikinci yol Kur’ân’ın sünnet ile tefsir
edilmesidir. Bilindiği gibi Kur’ân’dan sonra en güvenilir kaynak sünnettir.
Sünnetin Kur’ân’ı açıklayıcı ve şerh edici bir keyfiyeti bulunmaktadır. Hz.
Peygamber kendisine vahy olunan âyetleri hem tebliğ hem de beyan ile
görevlendirilmiştir.[171]
Bundan dolayı Hz. Peygamber Kur’ân’ın ilk müfessiri kabul edilmektedir.[172][173]
Bu argümanlar doğrultusunda Hz. Peygamber’in Kur’ân âyetlerini tefsir ve
beyanı, müfessirlerin ehemmiyet vermeleri gereken bir durum arz etmektedir.
Millî Şair,
tefsir yazılarında bazen Hz. Peygamberin hadîslerini kullanmıştır. Şair,
hadisleri genellikle âyetlerin manalarını te’kit için kullanmıştır. Bu tefsir
yönteminden misaller vermek istiyoruz:
2.3.1.2.1. Mübhem Bir Kelimeyi Tefsir
Etmesi:
Örnek-1:
Şair, Al-i İmran sûresindeki “Hepiniz birden Allah’ın kitabına sımsıkı tutununuz;
birbirinizden ayrılmayınız. Cenab-ı Hakk’ın üzerinizdeki nimetini
(Âl-i واعْتصموْاْ بحبْل الّله
جميعًاً ولا تفرّ قوْاْ واذْآروْاْ نعْمت اللّه عليْكمْhatırlayınız”
manasındaki
İmran,
3/103) âyetinde geçen “hablullah” kavramını “Kur’ân” olarak tefsir etmiştir.
Buna dayanak olarak da “Allah’ın kitabı gökten yere gönderilmiş bir ışık
hüzmesi gibidir. O ışık huzmesi Kur’ân’ın ta kendisidir” manasındaki آتاب اﷲ
هو حبل اﷲ الممدؤد
201 من السماء الى
الارض-حبل ﷲ هو القرأن hadîs-i şerîfini zikretmiştir. Daha sonra
bu kavramı “İslam” olarak tefsir edenlerin de bulunduğunu belirterek İslam ile
Kur’ân’ın ayrı şeyler olmadığını vurgulamıştır.[174][175]
2.3.1.2.2. Âyetin Manasını İzah Etmesi:
Örnek-1: Kasas
sûresinde bulunan “dünyadan da nasibini unutma” anlamındaki ولا تنس نصيب ك من الدنْيا
(Kasas, 28/77) âyeti; “Dünya için hiç ölmeyecek gibi; ahiret için de yarın
ölecek gibi çalış” manasındaki احرث لدنياك آانك تعيش ابدا و احرث لاخرتك آانك تموت
203 غدا
hadîs-i şerîfi ile tefsir edilmektedir. Bu hadîs ile âyetin manası hem
açıklanmış,
hem de pekiştirilmiştir.[176]
2.3.1.2.3.Âyetin Manasını Te’kid Etmesi:
Örnek-1:
Hucurat sûresinde “Mü’minler birbirlerinin kardeşlerinden başka bir şey
değildir” manasındaki إنّ ما الْمؤْمنون إخْوة (Hucurat, 49/10)
âyeti, anlamının kuvvetlendirilmesi için “Bir mü’minin diğer mü’mine karşı
vaziyeti yekpâre bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayaların birbirine
karşı aldığı vaziyet gibidir” anlamındaki [177]المؤمن
للمؤمن آلبنيان يشد بعضه بعضا hadîsi ile açıklanmıştır.[178]
2.3.1.3. Sahabe Kavliyle Yapılan Tefsir:
Sahabe kavli
müfessirlerin Kur’ân tefsirinde kullandıkları yöntemlerden biridir. Şüphesiz
âyetlerin nüzûlüne şahit oldukları, Hz. Peygamberin sohbetinde bulundukları ve
bizzat o âyetlerin ilk muhatapları oldukları için onların, âyetlerin tefsirine
dâir açıklamaları müfessirler tarafından dikkate alınmış ve gerekli
görülmüştür.[179]
Şimdi Akif’in âyetleri tefsirinde kullandığı sahabe sözlerine misal vermek
istiyoruz:
Örnek-1: Sâff sûresinin
“Allah o kimseleri sever ki parçaları birbirine kaynamış
إنّ الّله يحبّ اّ لذين يقاتلون في سبيله صفًّاً آأنّ هم
بنيان مّرْصوص yekpâre binayı andırır” meâlindeki
(Saff, 61/4)
âyetinin tefsiri, Hz. Peygamber’in ashâbından olan Huzeyfetü’l- Adevî
(r.a.)’nin şu sözleriyle yapılmaktadır:
“Yermük
vak’ası günü kimi zîruh yatan, kimi bîruh serilen ecsâd-ı müslimîn arasında
amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda azıcık su vardı. Şayet henüz ölmemişse hem
bir iki yudum içiririm, hem de yüzünü gözünü silerim diyordum. Nihayet
kendisini baygın bir halde buldum. “Su istermisin?” dedim. Gözleriyle “evet”
cevabını verdi. Lâkin bu sırada öte taraftan bir inilti işitildi. Amcazâdem
suyu ona götürmemi işaret etti. Gittim baktım ki Hişam b. el-Âs imiş. Tam
ağzına bir iki yudum su vereceğim anda biraz arkadan bir inilti daha duyuldu.
Bu sefer de Hişam suyu içmekten imtinâ ederek, gözleriyle “ona götür” dedi.
Ben, o son nefesin geldiği yere gittim, lâkin biçareyi ölmüş buldum. Hemen
koşarak Hişam’ın yanına geldim, baktım ki ölmüş; amcazademe koştum. O da
ölmüş.”[180]
Örnek-2:
Mescidlere girilirken kıyafetlere dikkat edilmesi ve bu hususa özen
gösterilmesini ifade eden A’raf sûresinin “Ey âdemoğulları! Her namaz yeri için
temiz libasınızı giyiniz. Bir de yiyiniz, içiniz yalnız israf etmeyiniz”
manasındaki
(A’raf, 7/31) âyetinin
tefsiri Hz. يا بني آدم خذوْاْ زينتكمْ عند آلّ مسْجدٍ وآلوْاْ
واشْربوْاْ ولا تسْرفوْاْ
Ömer (r.a.)’den şöyle bir
nakille yapılmıştır:
“Hz. Ömer
günün birinde Medine’yi dolaşırken, sokağın kenarına çekilmiş bir adam gördü ki
sırtına bililtizam gayet müstekreh bir paçavra yığını geçirmiş; zelil bir
vaziyet ile boynunu yan tarafına eğmiş; mâsivayı görmekten müteezzî olacak gibi
gözlerini de kapamış, duruyor! Halife bunu görür görmez “Böyle miskin
tavırlarla dinimizi öldürme, hey Allah’ın kahrına uğrayası!” diyerek elindeki
kırbacını herifin omuzuna indirdi.”[181]
2.3.1.4. Esbâb-ı Nüzûl İle Tefsiri:
Kur’ân
toptan nâzil olmayıp parça parça indirilen bir kitaptır. Kur’ân’ın tamamı 23
senelik bir zaman zarfında nâzil olmuştur. Vahyin 23 senelik tenzil sürecinde
âyetlerin kimisi bazı olaylar üzerine, kimisi Hz. Peygambere sorulan sorular
üzerine, kimisi de muhtelif sebepler üzerine nâzil olmuştur. Âyetlerin bir
kısmı da her hangi bir sebebe veya olaya bağlı olmaksızın indirilmiştir.[182]
Âyetler ile
nüzûl sebepleri arasında bu kadar sıkı bir bağ bulunduğundan, müfessirler
âyetleri esbâb-ı nüzûlü dikkate alarak tefsir etmişlerdir. Bir âyetin sebebi
nüzûlüne mâlik olmak, o âyetteki murad-ı ilâhiyi anlamaya yardımcı olan en
büyük sebeplerden biridir. Bundan dolayı İslam bilginleri iyi bir tefsir için
esbâb-ı nüzûl ilmini bilmeyi şart koşmuşlardır. Birçok müfessir manasını
anlamada zorluk çektikleri âyetlerin sebebi nüzûllerini öğrendikten sonra
müşkillerini gidermişlerdir.[183]
Safahat
Şairi, esbâb-ı nüzûl ilminin değerini bildiğinden dolayı tefsir yazılarında
âyetlerin sebebi nüzûllerine çokça yer vermiştir. Bazı âyetler hakkında vârid
olan muhtelif sebebi nüzûlleri de zikretmiştir. Şair, âyet ve sünnet ile
Kur’ân’ı tefsir etme metotlarında olduğu gibi, sebebi nüzûlleri de bir âyetin
manasını îzah etmek, te’kid etmek ve bazı müşkilleri ortadan kaldırmak için
kullanmıştır. Şimdi bu metoda ait örnekler vermek istiyoruz:
2.3.1.4.1. Değişik Rivâyetlerin Bir Noktada
Birleştiğini Zikretmesi:
Örnek-1: Duhâ sûresinin
“Rabbin seni bırakmadı. Senden muhabbetini kesmedi.
Akıbet senin
için evvelinden daha hayırlıdır” meâlindeki ما ودعك ربّك وما قلى وللْآخرة
خيْرلّك من الْأولى (Duhâ, 93/3-4) âyetlerini sebebi nüzûlüne
binâen şöyle tefsir ediyor:
“Muhtelif
rivayetler şu noktada birleşiyorlar ki bu sûre-i şerîfenin nüzûlüne sebep
aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz’e inmekte olan vahyin bir aralık kesilmesidir.
Bunun üzerine: “Allah, Muhammed’i bıraktı, gazabına uğrattı” zannedenler yahut
öyle diyenler bulundu. Şimdi bizim için zan yahut inat sevki ile bu sözü
söyleyenlerin kimler olduğunu tahkike lüzum yoktur. Muhakkak bir şey varsa o da
sûre-i şerîfenin üslûb-u semâvisinden anlaşılan şu hakikattir ki: Cenâb-ı Hak
birer birer saymış olduğu şu nimetleri bu sûretle te’kid ederek Nebiyyi
Muhterem sallallahü aleyhi vesellem Efendimiz’in rûh-u müştâkına itmînan
vermek; hakkında sebk eden o nimetlerin sırf fazl-ı ilâhî eseri olduğunu
düşündürüp geçmişte kendisinden inâyetini esirgemeyen Kerîm-i Lâyezâl’in
gelecekte de esirgemeyeceğini istidlâl ettirmek murat ediyor.[184]
2.3.1.4.2. Sebeb-i Nüzûle Dâir Farklı
Rivayetleri Belirtmesi:
Örnek-1:
Kevser sûresinin üçüncü âyetinin tefsirinde de üç ayrı sebebi nüzûle
değinilerek sûreyi bunlarla îzah etme yolu tercih ediliyor. “Asıl ebter sana
buğz
edenin
kendisidir” manasındaki إنّ شانئك هو الْأبْتر (Kevser, 108/3)
âyetiyle ilgili olarak, şu sebebi nüzûller zikrediliyor:
1-
Âs bin Vâil, Ukbe bin Ebî
Muayt, Ebû Leheb gibi Kureyş müstehzîleri ne zaman aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’in
oğlunu irtihal
etmiş görürlerse
“Muhammed(s.a.v) ebter kaldı” yani nâmını andıracak bir evlat bırakamadı,
derlerdi. Hem bunu Hz. Peygamber için büyük bir kusur sayarlardı da halkı
şeriat-ı mutahharasına ittibâ eylemekten alıkoymak maksadıyla daima ileri
sürerlerdi.
2-
Müslümanların bidayetteki
zaafı, fakrı, kılleti de birer medâr-ı istihfaf idi. Bunları dinin hak
olmadığına delil sayarlar; ilâhî bir din, servetlerin, kuvvetlerin sinesinden
fışkırır, derlerdi.
3-
Bu dedikodular
Müslümanları, hususîyle dine yeni girenleri incitiyordu. Bu sûre-i celîle
erbâb-ı imânı ferahlandırmak, ashâb-ı küfür ve tuğyânı mebhût bırakmak için
nâzil oldu.[185]
Örnek-2:
Saff sûresindeki “Ey îman eden kimseler, yapamayacağınız bir şeyi niçin
söylüyorsunuz.Sizin böyle yapamayacağınız işi söylemeniz indellah ne kadar
çirkin
يا أيّها اّ لذين آمنوا لم تقولون ما لا تفْعلون كبر مقْتًاً عند الّله
أن تقولوا ما لا تفْعلونoluyor!” anlamındaki
(Saff,
61/2-3) âyetlerine müteallik olarak Akif bazı sebebi nüzûllerden
bahsetmektedir:
1-
Müslümanlar daha cihat farz
olmazdan evvel, “Nezdi ilahide en makbul amel hangisidir? Bilsek de o uğurda
malımızı canımızı feda ediversek” demişler. Yahut Cenâb-ı Hak şühedâ-yı
Bedir’in nâil olduğu sevabı haber verince “Bir cihat olursa bizde olanca
vüs’ümüzü sarf ederiz” ahdinde bulunmuşlar. Uhud Gazvesi’nde ise sözlerini
yerine getirmedikleri için böyle bir itaba müstahak olmuşlar.
2-
Adamın biri muharebede
öldürmemiş, saplamamış, vurmamış, sebat göstermemiş iken “Öldürdüm, sapladım,
vurdum, sebat ettim” dermiş. Binaenaleyh takdir ona râci imiş.
3-
Süheyb’in öldürdüğü
müşriğin katlini kendisine mal etmek isteyen adam hakkında; diğerlerinin
re’yince de münafıklar hakkında inzal buyurulmuş.214
2.3.1.4.3. Hz. Peygamber Dönemindeki
Olayları Nakletmesi:
Örnek-1:
Hucurat sûresinde “Ey insanlar bilmiş olunuz ki biz sizi bir erkekle bir
kadından yarattık, sonra, tanışabilmeniz için her birinizi asıllara, kabilelere
ayırdık. Allah’tan en ziyade korkanınız kim ise, işte indellah en büyüğünüz
odur. Allah sizin
يا أيّها النّاس إنّ
ا خلقْناآم من ذآرٍ وأنثى وجعلْناآمْ شعوبًاً وقبائ ل içinizi
, dışınızı bilir” meâlindeki
(Hucurat, 49/13) âyetini
şöyle bir sebebi لتعارفوا إنّ أكرمكمْ عند الّله أتْقاكمْ إنّ الّله عليم خبير nüzûl ile tefsir etmiştir:
“Beş vakit
namazını aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’in arkasında kılar, bu tertibi hiç
bozmaz bir siyah köle varmış. Günün birinde Efendimiz bu köleyi mescitte
göremeyerek, nerede olduğunu sahibinden sormuş. “Hummadan yatıyor” cevabını
alınca yoklamak için yanına kadar gitmiş.
Aradan üç
gün geçtikten sonra Resûl-i Muhterem sallallahü aleyhi vesellem Efendimiz,
kölenin halini sordurup son nefese geldiğini öğrenince tekrar bulunduğu eve
uğramış. Hastanın vefatını müteakip cenazesini kendileri yıkamış, kendileri
defin buyurmuş.
Gerek
Muhacirîn, gerek Ensar bu vak’ayı pek büyük bir şey olarak telakki etmişler.
İşte onun üzerine sûre-i Hucurât’a mensup olan bu âyet-i kerîme nâzil olmuş.”215
Örnek-2:
Şair, “Yanına âmâ geldi diye yüzünü hem ekşitti, hem çevirdi. Nereden
biliyorsun? O, belki salah bulacak Yahûdî senden işiteceğini düşünecek de , bu
düşünmek kendisine fâide verecek. Kimin güvendiği var da ağır davranıyorsa
yüzünü ona dönüyorsun; hâlbuki onun salah bulmamasında sence bir şey yok. Diğer
taraftan kimin kalbinde Allah korkusu var da sana koşa koşa geliyorsa ona
aldırmıyorsun” manasındaki عبس وتولى أن جاءه الْأعْمى وما يدْريك لعّ له يزّ آّ ى أوْ
يذّ آّ ر فتنفعه الذّ آْرى أمّ ا من وأمّ ا من
(Abese, 80/1-10) اسْتغْنى فأنت له
تصدّ ى وما عليْك ألا يزّ آّ ى جاءك يسْعى وهو يخْشى فأنت عنْ ه تلهّ ىâyetlerinin tefsirini yaparken şu hadiseyi nakletmektedir:
“Aleyhissalâtü
vesselam Efendimiz, henüz Mekke’de idi. Bir gün Kureyş’in Utbe, Şeybe, Ebû
Cehil, Abbas, Ümeyye, Velîd gibi ileri gelenleri huzur-i Peygamberî’de
214
Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 24 Mayıs
1328, c.8-1, ad. 196, s.253-254.
215
ad, 1 Mart
1328, c.8-1, ad. 193, s.193.
bulunuyor; o
da bunları îmana getirmek için uğraşıp duruyordu. Çünkü bunlarla beraber birçok
kişi daha Müslüman olur ümidini besliyordu. İşte Amr ibn-ü Kays Hz.
Peygamber’in tam bunlarla meşgul olduğu bir sırada gelerek, Efendimiz’in sözünü
kesmiş “Yâ Resûlellah Allah’ın sana öğrettiği şeylerden bana da öğret” demiş,
hatta karşısındakinin meşguliyetinden haberi olmadığı için bu sözü birkaç kere
söylemiş idi. Öyle bir zamanda sözünün kesilmesi aleyhissalâtü vesselâm
Efendimiz’in hoşuna gitmediğinden mübarek yüzünde tabiî olarak infiâl eseri
görüldü. Bundan başka Amr ibn-ü Kays’a arkasını da çevirdi. Âyetlerin sebebi
nüzûlü bu vak’adır.”[186]
Örnek-3:
Nisâ sûresinin emanetlerle alakalı olan “Bilmiş olunuz ki Allah, emanetleri
ehline vermenizi, bir de insanların beyninde hükmederken adl ile hükmetmenizi
size emrediyor. Allah’ın size verdiği şu nasihat ne güzel nasihattır! Şüpheniz
olmasın ki
إنّ الله يأْمرآمْ
أن تؤدّ وْاْ الأمانات إلى أهل ها وإ ذا حكمْتم بيْ ن Allah
hem işitir, hem görür” meâlindeki
(Nisâ, 4/58) âyeti şu olay النّاس أن
تحْكموْاْ بالْعدْل إنّ الّله نعمّ ا يعظكم به إنّ الّله آان سميعًاً بصيرًاً
Zemahşerî’den nakledilerek
tefsir edilmektedir:
“Bu hitap
bütün emanetler hakkında bütün insanlara vârid olan bir hitab-ı âmdır. Bir
kavle göre Kâbe-i muazzamanın perdedârı Osman bin Talha için nâzil olmuştur.
Şöyle ki: Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz fetih günü Mekke’ye girince Osman,
Kâbe’nin kapısını kapadı; anahtarını vermek istemedi. “Muhammed’in gerçekten
peygamber olduğunu bilseydim o zaman verirdim” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali
(r.a.) Osman’ın bileğini büküp anahtarı aldı; Kâbe’nin kapısını açtı. Resûl-i
Ekrem sallallahü aleyhi vesellem Efendimiz içeri girip iki rekat namaz kıldı,
çıktı. O zaman Abbas anahtarın kendisine verilmesini; sikâyet, sidânet yani
sakalık, perdedarlık vazifelerinin kendi tarafından ifasına müsaade olunmasını
istedi. İşte onun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu. Artık aleyhissalâtü
vesselâm Efendimiz anahtarı Osman bin Talha’ya vermesini; bir de kendisinden
özür dilemesini Hz. Ali’ye emretti. Ali, aldığı emri yerine getirince “Demin
kolumu incittin; anahtarı zorla elimden aldın. Şimdi de gelmiş, gönlümü
alacaksın, öyle mi? İtabına hedef oldu. Bu sözü işiten Ali: “Allah senin
hakkında Kur’ân indirdi” diyerek, âyet-i celîleyi okudu. Osman kelâm-ı ilahîyi
dinledikten sonra hemen îmana geldi. Bunun üzerine vazife-i sidânetin ilelebet
evlâd-
ı Osman’a verildiği Cenâb-ı
Hak tarafından Hazreti Peygamber’e vahiy
buyuruldu.”[187]
2.3.1.5. Âyetlerin Kıraat Vecihlerinden
Bahsetmesi:
Kıraat İlmi, Kur’ân ilimlerinin en değerlilerinden
biridir. Müfessirler âyetlerin tefsirleri esnasında mevcut olan kıraat
vecihlerini de dikkate almak sûretiyle o âyetin anlaşılması hususunda daha
sıhhatli bir yol takip etmiş olurlar. Bu durum müfessirlerin göz önünde
bulundurmaları gereken bir husustur.
Kıraat,
âyetlerdeki bazı kelimelerin medd, kasr, hareke, sükûn, nokta ve irab
bakımından arz ettikleri değişikliğe denir.[188]
Kıraatlar mütevâtir ve şâzz kıratlar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Mütevâtir
kıratlar on tane olup, bunların yedi tanesi meşhur olmuştur ki, bunların her
biri kıraatte imam olan kişilere dayanır. Her hangi bir tevatüre dayanmayan
kıraate ise şâzz kıraat denir.[189]
Şair’in
tefsirlerinde kıraatlerle ilgili olarak pek az mâlumat bulunmaktadır. Bu
konuyla alakalı olarak iki tane örnek bulabildiğimizi belirtmek istiyoruz.
Bunların bir tanesi Akif’in tefsir makalelerinde, diğeri ise Safahat’ın altıncı
kitabında bulunmaktadır. Şimdi bu örnekleri arz edelim:
Örnek-1:
“Müslümanlar birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir. Onun için iki
kardeşinizin arasını bulunuz. Allah (c.c.)’tan da korkunuz ki rahmetine nâil
إنّ ما الْمؤْمنون إخْوة فأصْلحوا بيْن أخويْكمْ واتّ قوا الّله لعّ
لكمْ ترْحمونolabilesiniz” manasındaki
(Hucurat, 49/10) âyeti ile
ilgili olarak Zemahşerî’den şu iktibası yapılmıştır:
“Âyet-i
celîle sûre-i Hucurat’a mensuptur. Zemahşerî diyor ki: “بين اخوتكم”
yahut “بين اخوانكم” suretinde kıraatler
olmakla beraber kelime tesniye sîgasıyla da olsa kâfidir. Zira aralarında
dargınlık zuhur eden kimseler en aşağı iki kişi olur. Azlığı barıştırmak lâzım
olunca, çokluğun arasını bulmak elbette daha ziyade lâzımdır. Çünkü iki adamın
bozuşması yüzünden husule gelecek fenalık hiçbir zaman cemaatin yekdiğerine
darılmasından meydan alacak fesada benzemez.” 220
Örnek-2:
Safahât’ta “ لالا خوْف عليْهمْ” ibaresi âyet numarası verilmeksizin
mutlak olarak verilmektedir. Şair, “Onlara korku yoktur” manasındaki bu
ibarenin “fâ’nın fethiyle” yakub kıraatine göre“ لالا خوْف عليْهم”
şeklinde okunması gerektiğini belirtmektedir.221
2.3.2. Dirayet Yönünden
2.3.2.1. Fıkhî Hükümlere Temas Etmesi:
Fıkıh ilmi
İslamî ilimler arasında bulunan en önemli ilimlerden biridir. Fıkıh ilmi
müstakil bir ilim olmakla beraber, İslamî ilimlerin birbirlerine olan
giriftliği sebebiyle, bazı İslamî ilimler de Fıkıh ilmiyle alakalı konulara
değinmiştir. Bu ilimlerden biri de Tefsir ilmidir.
Bütün İslamî ilimlerin ana kaynağı Kur’ân’dır.
Bu sebebe binaen müfessirler, yeri geldikçe fıkhî bilgiler vermişlerdir.
Müfessirler tefsirlerinde fıkhî âyetleri izah ederlerken, fıkıhla ilgili bir
takım açıklamalarda bulunmuşlardır. Kimi müfessirler fıkhî âyetlere çok fazla
yer verip, ayrıntıya inerken; kimisi de fazla detaya girmeyi uygun bulmamıştır.
Akif de
tefsir yazılarında yeri geldikçe fıkhî değerlendirmelerde bulunmuştur. Akif’in
fıkhî değerlendirmeleri oldukça kısıtlı olmasına rağmen, biz bu açıklamaları
birkaç örnekle vermeyi uygun bulduk:
Örnek-1: Şair, Hicr sûresinin
“Cenab-ı Hakk’ın inâyetinden, kereminden ancak
dalâlete
düşenler ümidini kesebilir, ye’se düşebilir” manasındaki قا ل ومن يقْنط من رّ
حْمةربّ ه إلاّ الضّ آّ لون (Hicr, 15/56) âyeti ile ilgili olarak
şunları söylemiştir:
“Erbâb-ı
îman için ye’se düşmek imkânı yoktur. Elhasıl nazar-ı İslam’da Allah’tan ümit
kesmek haramdır. Haram da değil, küfürdür, şirktir. Ancak Mevla’nın merhametine
bel bağlayarak emrettiği tariki tutmamak tabiî câiz olmaz. Allah’ın
220 Tefsir-i Şerîf ad, 7
Haziran 1328, c.8-1, ad. 198, s.293. 221 Safahat, s.379.
inayetini
temenni için elbette o inayete velev cüz’î olsun istihkak lazım. Feyyaz’da buhl
yoktur. Şu kadar var ki o feyze isti’dâd şarttır.”[190]
Örnek-2:
“Şairlerin arkasından ancak sapıklar gider. Görmüyor musun ki onlar her vadide
dolaşıyorlar. Hem yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Yalnız, îman ederek a’mâl-i
sâlihada bulunanlarla, Allah’ı sık sık hatırlayanlar; bir de zulüm gördükten
sonra intikam alanlar için söz yoktur. Zulmedenler ise nasıl bir akıbete
uğradıklarını
والشّ عراء يتّ
بعهم الْغاوون ألمْ تر أنّ همْ في آلّ واٍدٍ يهيمون وأنّ همْ يقولون anlayacaklardır” manasındaki
ما لا يفْعلون إلا
اّ لذين آمنوا وعملوا الصّ الحات وذآروا الله آثيرًاً وانتصروا من بعْ د ما ظلموا
وسيعلم اّ لذي ن
ظلموا أيّ منقلبٍ ينقلبون âyet-i kerîmesine mevzû
olan şâirler ile alakalı olarak, şu fıkhî izahatlarda bulunulmuştur:
“Öyle ya,
evvela bir milletin ruhu edebiyatında, eş’ârında görülür. Ruh-u ictimâîsi
yüksek olan bir milletin sinesinde bu gibi esâfil türese de üreyemez. Saniyen
efrâd-ı milletin terbiye-i ictimâiyesini yükseltmek; ulvî, bununla beraber
sağlam fikirleri beliğ bir beyanın te’sîr-i sâhiriyle kalplerde his haline
getirmek ancak şâirlerin vazifesidir. Bu vazifenin ihmali, milletin
izmihlalidir.
Şeriat-ı
gârra-yı İslamiye şiirin temeyyüzünü makbûl,
murdarını medhûl görür. Aleyhissalâtü
vesselam Efendimiz, Ashab-ı Kirâm içindeki şâirlerin neşâidini dinledikten
başka, devr-i câhiliyyette yetişmiş söz erleri de şiirlerinin kıymetine göre
takdir buyurulurdu. Hamasetteki mevkii erişilemeyecek kadar yüksek olan Antere,
kendilerinin ani’l-gıyab mahzar-ı istihsanı olan bir şair-i bahtiyar idi.”223
Örnek-3:
Millî Şair, Gâşiye sûresinin “Deveye bakmıyorlar mı ki nasıl yaratılmıştır?
Göğe bakmıyorlar mı ki nasıl kaldırılmıştır? Dağlara bakmıyorlar mı ki nasıl
dikilmiştir? Yere bakmıyorlar mı ki nasıl döşenmiştir? Öyle ise hatırlarına
getir. Sen yalnız ihtara memursun; yoksa onların üzerinde tahakkümde,
murakabede bulunacak değilsin” manasındaki أفلا ينظرون إلى الْإبل آيْف
خلقتْ وإلى السّماء آيْف رفعتْ وإلى
الْجبال آيْف ن صبتْ وإلى الْأرْض آيْف
سطحتْ فذآّ ْرْ إنّ ما أنت مذآّ ر لسْت عليْهم بمصيْطرٍ إلا من ت وّ لى وآفر فيعذّ
به الّ ل هثمّ إنّ عليْنا حسابهمْ الْعذاب
الْأآْبر إنّ إليْنا إيابهمْ (Gaşiye, 88/17-26) âyetlerindeki “Sen yalnız
ihtara memursun; yoksa onların üzerinde tahakkümde, murakabede bulunacak değilsin”
ifadesinin, îman ile ikrahın bir arada bulunamayacağına
işaret ettiğini belirtmektedir. Akif, bu âyetin tefsirinden yola çıkarak şöyle
bir fıkhî neticeye varmıştır:
“Âyât-ı
Kur’âniye’yi mensuh göstermeye pek hevesli olanlardan biri bu âyetin cihat
âyetleriyle nesh edilmiş olduğunu söylüyor. Sanki Müslümanlıkta cihad insanları
zorla mu’tekid yapmak için meşrû imiş. Bu sözü ileri süren adam düşünmüyor ki
cebr ile, kahr ile îman elde edilemez. İkrahın dinde hiçbir mevkii yoktur;
sonra muharib ister Yahûdî, ister Nasranî, ister Mecûsî olsun, yine kendi
dininde kalmak şartıyla haraç vermeye râzı olursa- ekseriyetin re’yine göre- cihadın vucûbu kalmaz.”[191]
2.3.2.2. Kelamî Meselelere Değinmesi:
Müfessirlerin
bilmesi gereken ilimlerden biri de şüphesiz “ Usûli’d-Dîn”dir. Kelam ilmi ile
mücehhez olmamış bir kimsenin âyetlerin tefsirinde hataya düşeceği muhtemeldir.
Allah, nübüvvet, meâd gibi kelamî konulara vâkıf bir müfessirin, âyetlerin
tefsiri hususunda, daha isabetli ve murad-ı ilahîye daha uygun izahatlar
yapacağı muhakkaktır.
Şair,
âyetlerin tefsirlerinde yeri geldikçe kelamî konulara da değinmiştir. Ancak
kelamla ilgili konular oldukça küçük bir hacme sahiptir. Bu mevzû ile ilgili üç
örnek vermek istiyoruz:
Örnek-1:
Bakara sûresinin “Hem onlara “Allah ne göndermiş ise ona uyunuz” dendiği zaman,
“Biz daha iyi, atalarımızı müdâvim bulduğumuz şeylere uyarız” derler. Pek â’lâ!
Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş, doğru yolu seçememiş ise, yine mi
uyacaklar?” meâlindeki وإذا قيل لهم اتّ بعوا ما أنزل الّله قالوْاْ بلْ نتّ بع ما
ألْفيْنا عليْه باءنا أولوْ آان آباؤهمْ
لا
يعْقلون شيْئًاً ولايهْتدون (Bakara, 2/170) âyetinin tefsirinde bugün
Müslümanların da aynı hataya düştüklerini ifade etmektedir. Dinin körü körüne
taklit edildiğini ve hurafelerle dolu bir dinî yaşantının bulunduğunu, bunun
ise “batıl bir inanç” olduğunu belirtmektedir.[192]
Şair, dinin
bir görenek haline geldiğini ifade ederek, bu âyetlerin bir ibret vesikası
olarak karşımızda durduğunu ifade etmektedir. Bu âyetin tefsirinde hurafe ve
bid’at hususunda şunları söylemektedir:
“Tercüme
ettiğimiz nazm-ı celîlin uslub-u hâkimine dikkat olunursa görülür ki; körü
körüne taklit edenleri, yani görenek denilen o “akâid-i batıla hülasasının”
kuyruğuna yapışıp gidenleri; Allah-ü zü’l-Celâl’in lisan-ı şerâitle, lisanı
fıtratla tebliğ eylediği hakikatlere karşı gözlerini yumup kulaklarını
tıkayanları, Hallâk-ı azîm, velev ‘itab ile olsun, hitabına layık görmüyor da
onların halini hikaye sûretinde beyan buyuruyor.
Emr-i dini
taklit ile kaim bilmenin seyyiesidir ki batından batına birer ikişer bid’at,
üçer beşer hurafe miras ola ola bugün akaidimiz, tâatımız, muamelâtımız âdeta
hurafât mecmuası, bid’at yığını haline gelmiş! Dinin şekli sahihini kolay kolay
tahattür bile edemiyoruz.
Bugün bir
bid’at-ı seyyieyi dinden çıkarıp atmak dinin en büyük erkânından birini yıkmak
demektir; belki ondan ziyade galeyanı mucip olur.” [193]
Örnek-2:
Âl-i İmran sûresinin “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a mütevekkil ol”
meâlindeki فإ ذا عزمْت فتوآّ ْلْ على الّّله (Âl-i İmran, 3/159)
âyetinin tefsirinde Akif, Müslümanların tevekkül anlayışlarını, atâlet ile
bezenmiş cebrî bir anlayış olarak nitelendirmektedir. Kur’ânî olmayan bu
anlayışı M. Abduh’tan iktibas ederek şöyle açıklamaktadır:
“Görülüyor
ki tevekkül ile atalet iki müntehadır. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği tevekkül
de budur. Şeyh Muhammed Abduh’un dediği gibi kaza ve kader akidesi cebrîlik
şenaatinden tecerrüd ederse azim, cür’et, istihkar-ı hayat, şecaat gibi
secâyâyı fâzılanın kâffesi bu akidenin etrafında pervane gibi dönmeye başlar.”[194]
Örnek-3:
“Deveye bakmıyorlar mı ki nasıl yaratılmıştır? Göğe bakmıyorlar mı ki nasıl
kaldırılmıştır? Dağlara bakmıyorlar mı ki nasıl dikilmiştir? Yere bakmıyorlar
mı ki nasıl döşenmiştir? Öyle ise hatırlarına getir. Sen yalnız ihtara
memursun” manasına gelen أفلا ينظرون إلى الْإب ل آيْف خلقْتْ وإلى السّماء آيف رف عْتْ وإلى الْجبال آيْف نصبتْ وإلى
الْأرْض
ف ذآّ ْرْ إنّ ما أنت م ذآّ ر آيْف
سطحتْ (Gaşiye, 88/17-21) âyetlerinden hareketle bazı kelamî
neticelere varılıyor. Şair, deve, gök, yer ve dağları Allah’ın varlığının birer
işaretleri olarak değerlendirerek şu neticeye varıyor:
“Şimdi
yukarıda söylediğimiz münkirlerle gafiller gözleri önünde duran bu şeylere
im’an ile baksalar; nasıl olmuş da her biri bulunduğu hali almış, azıcık
düşünseler o zaman anlardılar ki bir mûcid, bir muhafız olmadıkça meydandaki
san’atın icadına, devamına imkân yoktur. O mucid, o muhafız ise Allah-ü
zü’l-Celâl’dir. Bu kâinatı yaratmaya, payidar etmeye, kavânîn-i hikmet üzere
tertip eylemeye kadir olan, hiç şüphe yoktur ki, insanları herkesin ceza-yı
amelini göreceği bir muhasebe günü için toplamaya da kadirdir.”[195]
“Öyle ise
hatırlarına getir. Sen yalnız ihtara memursun” ayetinin açıklamasında yaratıcı bir varlığa inanma hissinin insanın
fıtratında bulunduğunu ancak bazen de onu hatırlatacak bir mürşide ihtiyaç
olduğundan bahisle şunları ifade etmektedir:
“Şimdi
mademki iş bu kadar zahir, bu derecelerde bedihîdir, mademki ibret için bir
nazar-ı im’an kâfidir. Hatırlarına getir, sen yalnız ihtara memursun.
Fıtrat bir
sâni’-i kâdire inanmak hissine beşeri kendiliğinden sevk ettiği gibi yine o
fıtrat aynı sâni’in insan için hüsran çekilecek yahut safâ-yı sermedî içinde
yaşanacak ikinci bir hilkate kâdir olduğunu en beliğ bir lisan ile tebliğ edip
duruyor. Ancak gafletin tahakkümü, hevesâtın galebesi yüzünden çok zamanlar
beşer doğruyu ihtar eden, kendisini fıtratının sevk edeceği tarafa çeviren bir
mürşide muhtaç oluyor. Onun için Allah-ü zü’l-Celâl istidlâlin bu suretini
“tezkir” lafzıyla tavsif buyuruyor.”[196]
2.3.2.3. Şiirle İstişhâd Etmesi:
Ashab-ı
Kirâm döneminden itibaren Kur’ân’ın garip ve müşkillerini anlayabilmek için,
birçok Kur’ân ehli, eski Arap şiirinden faydalanmak sûretiyle, âyetleri
delillendirme
yoluna başvurmuştur. Bununla beraber bazı kimseler de bu istişhâd biçimini,
şiiri Kur’ân’ın aslı kabul etmek olur düşüncesiyle reddetmişlerdir. Bu
görüşlerini te’yid için de Kur’ân’ın şiiri zemmettiğini ifade etmişlerdir.[197]
İslam tefsir
geleneğinde ister rivâyet, ister dirayet metoduyla yazılmış olsun, birçok
müfessirin bu metodu sık sık kullandıklarını müşâhede etmekteyiz. Buna örnek
olarak Taberî’nin, Zemahşerî’nin ve İbn-i Kesir’in tefsirlerini verebiliriz.[198]
Bir şair
olarak Akif de bazı âyetleri tefsir ederken şiire başvurmuştur. Şair bununla
âyetlerin manalarını te’yid ve te’kid etmeyi amaçlamıştır. Bu konuda şu
örnekleri verebiliriz:
Örnek-1:
Şair, “Vay o eksik ölçenlerin, yanlış tartanların haline ki başkalarından
alırken dolu dolu alırlar da vermek için ölçer, yahut tartarken aldatırlar”
manasındaki
وإذا
آالوهمْ أو وّ زنوهمْ يخْسرون (Mutaffifîn, 83/3)
âyetinde iki tane harf-i cerin hazf edildiğini belirtmektedir. Âyette geçen “همْ”
kelimeleri “لهم” takdirindedir. Buralardaki “ل”
harf-i ceri hazf edilmiştir. Buna اآمؤا و عساقلا- و لقد نهيتك عن بنات و لقد جنيتك ا لاوبر beytini örnek vererek, “و لقد جنيتك”
ile “و لقد نهيتك” ifadelerinde “ل” harf-i cerinin
hazfedildiklerini belirtmektedir. Buna göre ifadelerin aslı “جنيت لك
” ile “نهيت لك ” olmaktadır. [199]
Örnek-2:
Millî Şair, Kevser sûresinin ilk âyetinde geçen “الْكوْثر
” kelimesine “kesretten mübalağa sîgası ve çokluğun gayesine varan şey”
anlamlarını vermiştir. Bu manaya uygun olarak da “Oğlu seferden gelen bir arap
kadınına, çocuğun ne getirdi? demişler. Pek çok, demiş.” anlamına gelen şu
beyti vermiştir: “ قيل لاعربية رجع ابنها من
[200]”السفر بم أب
ابنك قالت بكوثر
2.3.2.4. Kendi Tercihlerini Belirtmesi:
Müfessirler,
âyetlerle ilgili olarak yapılan farklı tefsirleri zikrederken, ya bunlara ek
olarak kendisi de bir fikir ileri sürer ya da mevcut yorumlardan birini tercih
etmekle yetinir. Âyetlerin irab durumları, kıraat vecihleri, mensûh olup
olmayışı, fıkhî bir hüküm bildirmesi gibi durumlar farklılık arz ettiğinden
dolayı müfessir, âyete verilen birkaç manadan birinin diğerlerine nazaran daha
müreccah olduğunu ifade edebilir.
Müellif,
yapmış olduğu tefsirlerde bu yöntemi oldukça fazla kullanmış ve kendi
tercihlerini özellikle ifade etmiştir. Akif’in muhtelif konulara ait olan
tercihlerini şu örneklerle inceleyebiliriz:
Örnek-1:
Müellif, Duhâ sûresinin “ Soranı, isteyeni reddetme” meâlindeki و أمّ ا
السّ ائل فلا تنْهرْ (Duhâ, 93/10)
âyetinde bulunan “السّ ائل” kelimesi hakkında müfessir-i kirâmın
çoğunun bu kelimeyi “dilenci” manasında kullandıklarını belirtmiş ancak, bu
mananın tercih edilmesinin doğru olmadığını ifade ederek bu kelimenin
“bilmediğini soran” anlamına geldiğini daha uygun bulmuştur. Kendi tercihini
ise M. Abduh’un görüşlerinden yana kullanarak, şu gerekçeleri ileri sürmüştür:
“Âyet-i
kerîmedeki “sâil” kelimesini müfessir-i kirâmdan çoğu “dilenci” manasına almış
iken, merhum Muhammed Abduh doğrudan doğruya “ bilmediğini soran” ibâresiyle
tefsir ediyor, delil olarak da diyor ki: Eğer “sâil” lafzı sadaka isteyen
manasına olsaydı “فهدى ووجدك ضاّلًاً”
(Duhâ, 93/7) kavl-i şerîfine mukâbil îrad buyurulmazdı; belki “ووجدك
عائلاً فأغْنى” (Duhâ, 93/8) âyetine mütenâzır olurdu. Bununla beraber bu
ikinci âyete de mukâbil olmak asla sahih olmaz. Zira cenâb-ı Peygamber “âil”
yani fakir idi, lâkin hiçbir zaman “sâil” olmamıştı.”[201]
Örnek-2:
Âl-i İmran sûresinin “Bilakis onlar diridir, nezd-i ilahîde merzûk oluyorlar”
anlamına gelen ب ْلْ أحْياء عند ربّ همْ يرزقون (Âl-i İmran, 3/169)
âyetinde bulunan “يرْزقون” ifadesi ile ilgili birçok fikrin
bulunduğunu belirtmektedir. Şuhedâ için geçerli olan, bu hayat ve rızkın nasıl
olacağı hususunda da üstadım dediği M. Abduh’un görüşlerini tercih ederek, bu
hayata “hayat-ı gaybiyedir” demiştir. Ayrıca bu hayatın nasıl bir hayat
olacağının bilinemeyeceğini belirterek şunları ifade etmiştir:
“Bu hayat
bir hayat-ı gaybiyedir ki ervâh-ı şühedâ ona mazhariyetle başka ruhlardan
seçilecek; o hayat ile merzûk, o hayat ile mütenâ’im olacak. Ancak ne o hayatın
hakikati, ne de o rızkın mahiyeti bilinemeyeceği için, bahsedilemez. Bunlar
âlem-i gayba ait o esrâr-ı ilahiyedendir ki vücuduna îman olunur, keyfiyeti
Allâh-ü zü’l-
Celâl’e bırakılır.”[202]
Örnek-3:
“Öyle bir hakîm-i ezelîdir ki: İslam’ı bütün edyâna galip çıkarmak için,
Peygamberini hem irşad, hem o din-i hakkı telkin vazifesiyle göndermiştir. Buna
şâhid ise Allah kâfidir” meâlindeki هو اّ لذي أرْس ل رسول ه باله دى ودين الْحقّ ليظْهره
على الدّ ين آّ له
وآفى باللّ ه شهيدًاً (Fetih, 48/28)
âyetine binâen Akif, va’d-i ilahînin Mekke’nin fethiyle tahakkuk etmiş olduğunu
söyleyen bazı müfessirlerin bulunduğunu isim vermeksizin zikretmektedir. Bu
müfessirleri bu kanaate vardıran şeyin de âyetin sebeb-i nüzûlü olduğunu
belirtmektedir. Şair, bu düşünceye iştirakinin ancak İslam’ın batıla karşı
kat’î ve kahir bir galebesini görmekle mümkün olacağını ifade ederek, kendi
tercihini farklı bir şekilde ortaya koymuştur.[203]
İslam’ın
böyle açık bir galibiyetinin olmamasından hareket ederek, va’d-i ilahînin henüz
tahakkuk etmemiş olduğu kanaatine sahiptir. Yine bu fikre dayanarak İslam’ın
geleceğinin, mazisinden çok daha parlak olacağına inanmaktadır.
2.3.2.5. Belâgat ve Î’câz Nüktelerine
Değinmesi:
Kur’ân-ı
Kerîm yüzyıllar boyunca Arap dilinin en veciz ve beliğ bir şaheseri olarak
günümüze kadar gelmiştir. Fesahat ve belagat bakımından, Kur’ân’ın benzeri bir
eserin meydana getirilemediği bilinen bir gerçektir.
Kur’ân’ın
i’câzı hususunda İslam bilginleri müstakil eserler yazdıkları gibi, bazı
müfessirler bu konuya tefsirlerinde oldukça geniş yer ayırmışlardır. Zemahşerî,
Beydavî ve Ebussuûd gibi müfessirler, tefsirlerinde Kur’ân’ın i’câz ve
belagatıyla ilgili olarak yeri geldikçe bilgi vermişlerdir.237
Bir şair
olarak Akif de tefsir makalelerinde Kur’ân’ın bu özelliklerine vurgu yapmıştır.
Bu konuyu birkaç örnekle detaylandırabiliriz:
Örnek-1: “Deveye
bakmıyorlar mı ki nasıl yaratılmıştır? Göğe bakmıyorlar mı ki nasıl
kaldırılmıştır? Dağlara bakmıyorlar mı ki nasıl dikilmiştir? Yere bakmıyorlar
mı ki nasıl döşenmiştir?” manasındaki أ فلا ينظرون إلى الْإبل آيْف
خلقتْ وإلى السّماء آيْف رفعتْ وإلى وإلى الْأرْض آيْف سطحتْ الْجبال
آيْف نصبتْ (Gaşiye, 88/17-20) âyetlerinde deve, gök, dağ ve yerin birlikte
zikredilmesinin pek beliğ ve çok vecîz ifadeler olduğu bildirilerek bu mevzûda
Akif şunları söylemiştir:
“Devenin
gökler, dağlar, yerler ile birlikte zikrolunması pek beliğdir; zira bunların
hepsi Arabın hilkate ait olmak üzere çölde, ovada her gün, her zaman gördüğü
manzaralardır. Göz önünden sıra ile geçen levhaların hatırdan da böyle sıra ile
geçirilmesi ne kadar güzeldir.”[204]
Yine bu
âyetlerde bütün hayvanât içersinden sadece devenin zikredilmesinde de bir
incelik vardır. Zira deve Arapların kullandıkları en verimli ve faydalı bir
hayvandır.
Onun yaratılışı da harikulâde
bir hilkattir. İşte bu hilkati Safahat Şairi, şöyle açıklıyor:
“...Çünkü o
kadar şiddetiyle, kuvvetiyle beraber aciz bir varlığa râm olur; küçük çocuğun
arkasından bile gider. Sonra bünyesi ağır yükleri kaldırıp uzak memleketlere
taşıyacak surette tertip edilmiştir. Bundan başka yükleyenlere kolaylık olsun
diye yere çöker; sırtına istedikleri kadar yük vurulduktan sonra kalkar; açlığa
susuzluğa dayanmak şartıyla uzun uzun mesafelere gider. Kanaati o derecededir
ki başka hayvanların yemeyeceği dikenlerle aylarca yaşar.”[205]
Örnek-2: “
Öyle ise bilmiş ol ki güçlüğün yanında kolaylık var. Evet, güçlüğün yanında
şüphesiz kolaylık var” meâlindeki إنّ مع الْعسْر يسْرًاً (İnşirah, 94/6)
âyetinin veciz bir mana içerdiğine, Zemahşerî’den iktibas ederek dikkat
çekmektedir:
“Evet,
güçlükle beraber kolaylık vardır” kavl-i celîli hâlikın ne büyük bir kanununa,
ne kat’î bir düstûruna tercüman oluyor! “Usr”süz “yüsr” olmayacak; lâkin
“usr”ün yanında mutlaka “yüsr” bulunacak. Zemahşerî diyor ki: “Âyet-i kerîmede
“ma’a” kelimesi îrad buyurulmuş. Zira “yüsr”, “usr”e o kadar yakın ki adeta
aralarında hiç fasıla yok da ikisi beraber.”[206]
Bu âyetin
devamında gelen “فإ ذا فرغْت فان صْبْ ” (İnşirah, 94/7)
âyetinde de bir incelik bulunmaktadır. Bu incelik şöyle ifade etmektedir:
“Allah-ü zü’l-Celâl Resûl-i Güzînine diyor ki: Madem “usr”un sonu “yüsr”dür;
gerek kendine gerek ümmetine müfîd olacak ibâdâtından, mücâhedâtından birini
bitirince diğerine atıl, bu uğurda yorul. Zira bu yorgunluk ayn-ı rahattır.”[207]
Örnek-3: Asr
sûresi müellife göre başlı başına bir i’câz âbidesidir. Kur’ân âyetleri i’câz
ve belâgat açısından birbirinden farklılık gösterdikleri bilinen bir durumdur.
İşte Asr sûresi hem mahiyet, hem de üslup olarak eşsiz bir sûredir. Akif bu
sûrenin i’câzı hususunda, İmam-ı Şâfiî’ye atfen şöyle demektedir:
“İşte Asr
sûresi de hem îcâz, hem i’câz itibariyle en ileri gelen bir harika-i nazımdır.
İmam-ı Şâfiî: “Kur’ân namına yalnız bu sûre nâzil olsaydı bizim için kâfî idi.
Evet insanlar bu sûreyi ihata edebilselerdi, başkasına hacet kalmazdı” dermiş.”[208]
2.3.2.6. Siyak ve Sibaka Temas Etmesi:
Kur’ân-ı
Kerim’de bazı âyetler kendinden önceki ve sonraki âyetler ile irtibatlı bir
durum arz eder. Bu durum her âyetin müstakil olmaktan ziyade kendinden önceki
ve sonraki âyetlerin ışığında ele alınmasını gerekli kılar. Bundan dolayı
müfessirler, âyetlerin tefsirlerini yaparken, bu durumu dikkate almışlardır.
Böylelikle murâd-ı ilahîye daha uygun olarak âyetlere mana verme imkanına sahip
olmuşlardır.
Şair de
tefsir yazılarının birkaç noktasında bu duruma işaret ederek, âyetleri izah
etmiştir. Bu mevzuda bazı örnekler verelim:
Örnek-1: “İyilikle kötülük bir olamaz; kötülüğü, en büyük iyilik
hangisi ise onunla def’et. Böyle yaparsan aranızda düşmanlık bulunan adam âdeta
sadık dost olur” ولا تسْتوي الْحسنة ولا السّ يّ ئة ادْفعْ باّ لتي هي
أحس ن فإ ذا الذي بيْن ك وبيْن ه عداوة كأنّه وليّ حميمmanasındaki وما يلقّ اها إلا
اّ لذين صبروا وما يلقّ اها إلا ذو حظٍّ عظيٍمٍ(Fussılet,
41/34) âyetini Akif, bir sonraki
(Fussılet, 41/35) âyeti ile Celâleyn’den
iktibas ederek şöyle tefsir etmiştir: “Celâleyn’de ise “هي أحسن”
kavl-i celîli gazaba karşı sabır; cehle karşı hilim; fenalığa karşı afv ile
tefsir olunmuştur. Zaten bunu takip eden âyeti kerîmede fenâlığı affettikten
başka fazla olarak bir de iyilikte bulunmak büyüklüğü, ancak sabır denilen
seciye-yi mübârekeden geniş mikyasta nasip alanlarla insanlıktan hazz-ı azîmi
bulunanların kârı olduğu musarrahtır.”[209]
Örnek-2:
Enfâl sûresinin “Bir de belânın öylesinden sakınınız ki o hiçbir zaman yalnız
içinizden zâlimlere isabet etmez. Sonra bilmiş olunuz ki Allah’ın azabı
واتّ قوْاْ فتْنةً لاّ تصيبنّ اّ لذين ظلموْاْ
منكمْ خآصّ ةً واعلموْاْ أنّ اللّه شديد الْعقاب yamandır”
meâlindeki
(Enfal, 8/25) âyetinin tefsirini Akif, hemen üzerinde bulunan “ Ey
mü’minler! Allah يا أيّهاile Peygamber’in size
hayat verecek olan da’vetine icâbet ediniz” anlamındaki اّ لذين آمنوْاْ
اسْتجيبوْاْ لله وللرّ سول إذا دعاآم لما يحْييكمْ واعْلموْاْ أنّ الله يحول بيْ ن
الْمرْء وقلْبه وأنّ ه إليْه تحشرون
(Enfal, 8/24) âyeti ile
ilişkilendirerek tefsir etmektedir.[210]
Örnek-3:
Mutaffifîn sûresinin “Vay o eksik ölçenlerin, yanlış tartanların haline”
manasındaki ويْل للْمطفّ فين (Mutaffifîn, 83/1) âyetinde bulunan “للْمطفّ
فين” lafzı hemen devamında gelen “...ki başkalarından alırken dolu
dolu alırlar da vermek için ölçer, yahut tartarken aldatırlar” meâlindeki على النّاس
يستوفون وإ ذا آالوهمْ أووّ زنوهمْ ا لذين إ ذا
اآْتالوْاْ يخسرون (Mutaffifîn, 83/2-3)
âyetleri ile tefsir edilmektedir.[211]
2.3.2.7. Umum-Husus Bildiren Âyetlere
İşaret Etmesi:
Bilindiği
gibi Kur’ân’da bulunan bazı âyetler umumî ve husûsî olması açısından farklılık
gösterir. Müfessirler tefsirlerinde bu duruma ehemmiyet vererek âyetlerin umumî
ya da hususî olup olmadıkları hususunda fikir serdetmişlerdir.
Şair, tefsir
makalelerinde bu konuya nadiren değinerek, bazı âyetlerin umum, bazılarının da
husus bildirdiğini ifade etmiştir. Bunlara dair birkaç örnek verelim:
Örnek-1: Şuarâ sûresinde “…bir
de zulüm gördükten sonra intikam alanlar için söz
yoktur”
manasına gelen وانتصروا من بعْد ما ظلموا (Şuarâ, 26/27)
âyetindeki “انتصروا” kelimesini hem hususî, hem de umumî
olarak ifade etmiştir. Âyette şâirlerden bahsedildiği için şâir, hem kendi
şahsını hem de, zulüm gören milletini müdâfaa edebilecektir. Genel anlamda
zulüm görenler de kendi haklarını arayabileceklerdir.[212]
Örnek-2:
Emanetler hakkında nâzil olan “Bilmiş olunuz ki, Allah emanetleri sahiplerine
vermenizi, bir de insanların beyninde hükmederken adl ile hükmetmenizi size
emrediyor; Allah’ın size verdiği şu nasihat ne güzel bir nasihattir! Şüpheniz
إنّ الّله
يأْمرآمْ أن تؤدّ وْاْ الأمانات إلىolmasın ki Allah hem
işitir, hem görür” anlamına gelen
(Nisâ, 4/58) أهْلها وإذا
حكمْتم بيْن النّاس أن تحكموْاْ بالْعدْ ل إنّ الّله نعمّ ا يعظكم به إنّ الّله
آان سميعًاً بصيرًًا âyetindeki hitabı, bütün insanlara
vârid olan bir hitab-ı âm olarak [213]değerlendirmektedir.
Bu hitabı
sebeb-i nüzûlüne binâen, Kâbe’nin perdedârı Osman bin Talha’ya tahsis edenler
olduğu gibi; vazifelerini hakkıyla edâ etmeleri için iş başında bulunanlara
hasr edenler de bulunmuştur.
Örnek-3:
İslamî tebliğ metodunu en beliğ bir biçimde ifade eden “Tanrı’nın yoluna
insanları hikmetle, güzel güzel nasihatle da’vet et, bir de onlarla mübâhase
ederken en iyi tarîk hangisi ise onu tut. Senin Tanrın yok mu? işte o yolundan
sapanı da bilir, hidayeti kabul edenleri de bilir” manasındaki ادْع إلى
سبيل ربّ ك بالْحكْمة والْموْعظة الْحسنة
(Nahl, 16/125) وجادلْهم باّ لتي هي أحْسن
إنّ ربّ ك هو أعْلم بمن ضلّ عن سبيله وهو أعْلم بالْمهْتدينâyetindeki
hitabın umumî olduğunu belirtmektedir. Bu hususta şunları söylemektedir:
“Şüphe yok
ki aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’e teveccüh eden bu hitab-ı sübhânî o
Peygamber-i Güzînin ümmetine de teveccüh eder.”248
2.3.2.8. Sarf Konularına Temas Etmesi:
Arap dilinin
kelime yapısını inceleyen ve çeşitli gramer kâideleri koyan ilim dalına sarf ilmi denir. Arap dili çekimli
diller grubuna dahil olduğu için, kelimelerin belli
kurallar ve
kalıplar içersinde çekimli hale getirilebilir. İşte bu alan sarf ilminin
sahasıdır.
Arap diline
ve gramer yapısına son derece hâkim olan Akif, tefsir yazılarında bazı
kelimeleri sarf açısından tahlil etmiştir. Bu konuya şu örneklerle açıklık
getirmek istiyoruz:
Örnek-1: Hucurat
sûresinin “Ey insanlar, bilmiş olunuz ki biz sizi bir erkekle bir kadından
yarattık, sonra, tanışabilmeniz için her birinizi asıllara, kabilelere ayırdık”
meâlindeki يا أيّها
النّاس إنّ ا خلقْناآم من ذآرٍ وأنثى وجعلْناآمْ شعوبًاً وقبائ ل لتعارفوا
(Hucurat, 49/13) âyette geçen “شعوبًاً” kelimesini Şair, Türkçe karşılığı “kütük”
olan, “şa’b” kelimesinin çoğulu olarak açıklamıştır.[214]
Örnek-2: “Sizin böyle
yapamayacağınız işi söylemeniz indellah ne kadar çirkin
oluyor”
manasındaki آبر مقْتًاً عند الّله أن تقولوا ما لا تفْعلون
(Saf, 61/3) âyetinin tefsirini yaparken “آبر مقْتًاً”
ifadesindeki “مقْتًاً” kelimesinin lafzen taaccüb sîgası
olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Zemahşerî’nin bu konudaki görüşünün manen, yani
sîgası üzere gelmemek şartıyla fi’ili taaccüb olduğunu nakletmiştir.[215]
Örnek-3:
Âl-i İmran sûresindeki “Ey îman eden kimseler, sebat gösteriniz, hem
düşmanlarınızdan fazla bir sebat gösteriniz. Daima da muharebeye hazır
bulununuz. Bununla beraber, Allah’tan her zaman korkunuz ki felah bulasınız”
meâlindeki يا أيّها
(Âl-i İmran, 3/200) âyetinde geçen اّ لذين آمنوْاْ
اصْبروْاْ وصابروْاْ ورابطوْاْ واتّ قوْاْ اللّه لعلكمْ تفلحون
“رابطوْاْ”
kelimesinin emir sîgasında olduğunu ifade etmiştir.251
2.3.2.9.Nahiv Konularına Değinmesi:
Nahiv ilmi,
cümle bilgisi anlamına gelmektedir. Nahiv, Arap dilinde cümle yapısını
inceleyen, i’rab durumlarını açıklayan, cümledeki hareke ve durum
değişikliklerini sebepleriyle birlikte ortaya koyan gramer bilgisidir. Sarf ve
nahiv gibi dil ilimlerinin özellikle dirayet metodunu takip eden müfessirler
bakımından önemi büyüktür. Dilin inceliklerini bilmeyen, i’raba göre değişen
farklı durumlara aşina olmayan, gramer bilgisinden yoksun kimselerin, Kur’ân
âyetlerini tefsir edebilmeleri söz konusu değildir. Bu ilimlere sahip olmayan
kişilerin âyetlerden mana ve hüküm çıkarmaları haramdır.[216]
Daha önce de
söylediğimiz gibi Şair, yüksek bir Arapça bilgisine sahiptir. Tefsir
yazılarında da bu durum açıkça görülebilmektedir. Akif her ne kadar
tefsirlerinde Arapçanın dil özelliklerinden ve gramer yapısından çokça
bahsetmese de, kısmen de olsa nahiv ilmini ilgilendiren bazı açıklamalara yer
vermiştir. Şimdi bu konuya ait örnekleri görelim:
Örnek-1:
Nâzi’at sûresinde “Onlar kıyameti gördükleri zaman, dünyada bir sabah, yahut
bir akşam kalmışlar, sanacaklar” anlamındaki آأنّ همْ يوْم يروْنها ل ْمْ
يلْبثوا إلا عشيّ ًةً أوْ
ضحاها
(Nâziât, 79/46) âyetinde geçen “ضحاها” kelimesinde bulunan “ها”
zamirini “عشيّ ًةً” kelimesine ircâ etmektedir. Bundan maksadın ise; ayrı ayrı
zaman dilimleri olan, akşam ile sabahın aynı güne ait olduklarını göstermek
olarak açıklamaktadır.[217]
Örnek-2:
Ankebut sûresinde bulunan “O kimseler ki bizim uğrumuzda çalışmışlardır,
elbette kendilerine yollarımızı göstereceğiz. Zaten hiç şüphe yok ki Allah
iyilerle
beraberdir”
meâlindeki واّ لذين جاهدوا فينا لنهْدينّ همْ سبلنا وإنّ الّله لمع
الْمحسنين (Ankebut, 29/69) âyetinde geçen “لنهْدينّ همْ”
kelimesinde, va’di ilahînin te’kit ve kat’iyyet ifade ettiğini bildirmektedir.
Ayetin sonunda
bulunan “ لمع الْمحسنين ” ibaresi de te’kid ifade etmektedir.
Allah, iyilerle beraber olacağını kat’î bir surette ifade etmektedir.[218]
“O kimseler
ki bizim uğrumuzda çalışmışlardır” ibaresindeki “جاه دوا” kelimesi mutlak
anlamda zikredilmiştir. Allah bu âyeti her hangi bir mef’ûl ile mukayyed
kılmamıştır.
Örnek-3:
“İyi biliniz ki, Allah ile O’nun Peygamber’ine karşı gelenler yok mu, işte
onlar en zelîl varlıklar sırasındadır. Ben de, Peygamberim de mutlak onları
mağlup edeceğiz, diye Allah ezelde yazdı. Allah ise muradından kabil değil,
döndürülemeyen
إنّ اّ لذين يحادّ
ون الّله ورسوله أوْلئك في الأذّ لين آتب الّله bir Kadîr-i
zü’l-Celâl’dir” meâlindeki ” ifadesi لأغلبنّ (Mücadele, 58/20-21) âyette
bulunan “لأغْلبنّ أنا ورسلي إنّ الله قويّ عزيز
“mutlaka mağlûp edeceğiz”
anlamına gelen bir te’kiddir.[219]
2.3.2.10. Lügat Konularına Temas Etmesi:
Müfessirler,
âyetlerin tefsirlerinde kelimelerin lügat manalarından istifade ederler.
Kur’ân, Arap dilinin en şaheser bir örneği olduğu için onu tefsire kalkışan
kimselerin, Arap dilindeki mevcut lafızların mana ve medlullerini bilmesi bir
zorunluluktur.
Müellifimiz de bazı
lafızların lügat açısından değerlendirmelerini tefsirinde yapmıştır.
Bu hususa ait üç örnek vermek
istiyoruz:
Örnek-1: İnşirah
sûresinin “biz senin göğsünü genişletmedik mi?” meâlindeki أ لمْ نشْرحْلك صدْرك
(İnşirah, 94/1) âyetinde bulunan “نشْر ْحْ” ifadesini “açmak” ve “genişletmek” olarak
tefsir edilmiştir.[220]
Örnek-2: Enfâl
sûresinde “Hem Allah’a, hem onun Peygamber’ine mûtî olunuz; birbirinizle
uğraşmayınız, yoksa korkaklaşır, kuvvetten düşersiniz; bir de sabrediniz, zîra
şüphe yoktur ki Allah, sabredenlerle beraberdir” manasındaki وأطيعوْاْ الّله
ورسوله ولا
تنازعوْاْ
فتفْشلوْاْ وتذهب ريحكمْ واصْبروْاْ إنّ الّله مع الصّ ابرين (Enfal, 8/46)
ayetinde geçen “تنازعوْاْ” lafzını, “birbiriyle uğraşmak;
tefrikalar, ihtilaflar içinde çalkanmak” şeklinde tefsir etmiştir.[221]
Aynı âyette
geçen “ريحك ْمْ” ifadesi ise “kuvvet, devlet, azâmet” kelimeleri ile tefsir
edilmiştir.
Örnek-3: Nâzi’at sûresinin
“senden kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar
anlamındaki يسْألونك
عن السّ اعة أيّ ان مرساها (Nâzi’at, 79/42)
âyetinde bulunan “إرْسا” kelimesinin “ ikâmet, istikrar, husûl,
vuku’” manalarına geldiği belirtilmiştir.258
2.3.2.11. Âyetlerden Prensipler Çıkarması:
Şair için
tefsirde önemli olan, Kur’ân ile toplumu karşılaştırarak bir takım dersler
çıkarmaktır. Bu bağlamda o, toplumun ahlakî dejenerasyonunu ortaya koyarak, bu
sosyal dejenerasyona Kur’ânî çareler üretmiştir. Bu noktada bazı âyetlerden
hareket ederek bir takım prensiplere ulaşmıştır. Âyetlerden çıkarmış olduğu bu
prensipleri örneklerle göstermeye çalışalım:
Örnek-1:
Abese sûresindeki “Yanına a’mâ geldi diye yüzünü hem ekşitti, hem çevirdi.
Nereden biliyorsun? O, belki salah bulacak yahut senden işiteceğini düşünecek
de bu düşünmek kendisine fâide verecek. Kimin güvendiği var da ağır
davranıyorsa yüzünü ona dönüyorsun; hâlbuki onun salah bulmamasında sence bir
şey yok. Diğer taraftan, kimin kalbinde Allah korkusu var da sana koşa koşa
geliyorsa ona aldırmıyorsun” manalarına gelen ع بس وت ولى أن جاءه الأعْ مى
وما يدْريك لعله يزّ آّ ى أ ْوْ يذّ آّ رفتنفع ه الذّ آْرى أمّ ا من اسْتغْنى فأنت
له تصدّ ى وما عليْك ألا يزّ آّ ى وأمّ ا من جاءك يسْعى وهو يخْشى فأن ت
عنْ ه
تلهّ ى (Abese, 80/1-10) âyetlerinden Akif, insanlara maddî konumuna, mevkisine göre muâmele edilmemesi gerektiğine
ve edebe sarılan milletlerin terakkî sağlayacakları ilkesine ulaşmaktadır.[222]
Örnek-2:
Ankebut sûresinde geçen “O kimseler ki bizim uğrumuzda çalışmışlardır. Elbette
kendilerine yollarımızı göstereceğiz. Zaten hiç şüphe yoktur ki Allah iyilerle
(Ankebut, 29/69) واّ لذين جاهدوا
فينا لنهدينّ همْ سبلنا وإنّ الّله لمع الْمحْسنين beraberdir”
meâlindekiâyetinden kendi ifadeleriyle şöyle bir ilkeye ulaşmıştır:
“Hayatı
mücâhede içinde geçenler için mev’ûd olmadık nimet; manasız bir tevekkül ile
âtıl yaşayanların ise mahkûm olmayacağı zillet yoktur. Fâtır-ı Hâkim’in
kavânin-i ebedîdir, asla değişmez. Allah, o kanunların hiç birinin hiçbir
noktasını, hiçbir mü’minin keyfi, hatta bütün Müslümanların hatır-ı şerifi için
ta’dil edemez.”[223]
Örnek-3:
“Müslümanlar birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir; onun için iki
kardeşinizin arasını bulunuz, Allah’tan da korkunuz ki rahmetine nâil
olabilesiniz”
manasına
gelen إنّ ما الْمؤْمنون إخْوة فأصْلحوا بيْن أخويْكمْ واتّ قوا الّله لعّ لكمْ
ترْحمون (Hucurat, 49/10) âyetinden
hareketle Akif, Müslümanların kardeşliğini zedeleyecek her türlü ayrıştırıcı
özelliklerin, onların hüsranına sebep olacağı neticesine varmaktadır. Özellikle
kavmiyet ve ırk ayrımının Müslümanları güçsüz ve perişan bir vaziyete
sokacağını ifade ederek, Müslümanların
birlik ve beraberlik içinde olması gerektiği ilkesine ulaşmıştır.[224]
2.3.2.12. Bazı Âlim Zatların Sözlerine Yer
Vermesi:
Akif, bazı
âyetlerin tefsirinde, meşhur kişilerin sözlerine de yer vermiştir. Bunu yaparak
âyetlerin anlaşılmasına ve izahına katkı sağlamıştır. Bu konuya ait bazı
örnekler görebiliriz:
Örnek-1: Hucurat sûresinin
“Allah’tan en ziyade korkanınız kim ise, işte indellah en
büyüğünüz odur. Allah sizin
içinizi, dışınızı bilir” manasındaki إنّ أآْرمكمْ عند اللّ ه أتْقاآمْ إنّ
اللّ ه
عليم خبير (Hucurat, 49/13) âyetinin tefsirinde ulemâdan olan Kınalızâde
Ali Efendi’nin şu sözlerini nakleder:
“İnsan,
hatta Peygamber sülalesinden olsa, asalet da’vasıyla meydan-ı tefâhura
atılmamalıdır. Zîra bu da’vayı isbat edebildiği takdirde bir şey kazanamayacak;
çünkü bütün şan ve şeref cedd-i muhteremine ait olup kendi yabancı mevkiinde
kalacak. Asaletini ispat edemediği sûrette ise fazla olarak bir de yalancılık
rezilesini yüklenecek.”[225]
Şair, aynı
âyetin tefsirinde bir başka alıntıyı Mevlana Şah Nakşibend’e atfen nakleder:
“Ekâbir-i
ümmetten Mevlana Şah Nakşibend’e “Silsile-i nesebiniz nereye varır?” demişler.
“ Silsile-i nesebiyle kimse bir yere varamaz” cevabını almışlar.263
Örnek-2:
Saff sûresinde “Ey îman eden kimseler, yapamayacağınız bir şeyi niçin söylüyorsunuz?
Sizin böyle yapamayacağınız işi söylemeniz indellah ne kadar çirkin
يا أيّها اّ لذين
آمنوا لم تقولون ما لا تفْعلون آبر مقْتًاً عند الّله أن تقولوا ما لا oluyor!” anlamına gelen (Saff, 61/2-3) âyetlerini Akif, Firdevsî’nin şu
sözüyle teyid etmektedir. تفْعلون
“İki yüz laf yarım işin
yerini tutmaz.”[226]
Örnek-3:
Enfâl sûresinin “Bir de, belânın öylesinden sakınınız ki: o hiçbir zaman yalnız
içinizden zâlimlere isabet etmez. Sonra bilmiş olunuz ki Allah’ın azabı
واتّ قوْاْ فتْنةً لاّ تصيبنّ اّ لذين ظلموْاْ
منكمْ خآصّ ًةً واعْلموْاْ أنّ الّله شديد الْعقابyamandır”
anlamındaki
(Enfâl, 8/25) âyetini Ziya
Paşa’nın şu beytiyle teyit etmektedir:
Bir mülkü bir harîs-i
sitemkâr için yıkar;
Bir kavmi bir münâfık ile târumâr
eder.[227]
2.3.2.13. Yeminlere Temas Etmesi:
Şair, tefsir
yazılarının iki yerinde yeminler ile alakalı olarak görüş bildirmiştir. Şimdi
bu örnekleri görelim:
Örnek-1:
Duhâ sûresinde “Gündüze de, durgun geceye de yemin ederim ki…” meâlindeki والّ ليْل
إذا سجى والضّ حى
(Duhâ, 93/1-2) âyetlerinin tefsirinde Akif, yeminlerin önemini ve keyfiyetini
şu şekilde beyan etmektedir:
“Âlem-i
hilkatte eşyadan yahut şuûn-ı kâinattan birine yemin etmek Kur’ân’da cari olan
âdet-i ilahiye muktezasıdır. Bundaki maksat o namına kasem olunan şeye ezelde
mevdu’ olan hikmeti ihtar etmek; insanlar onda bir nevi şer tevehhüm etmişlerse
hata eylemekte olduklarını, zira fenalığın, şerrin o gibi şeylerde olmayıp
onları kullananların yahut o surette inananların kendilerinde olduğunu
anlatmaktır.”[228]
Örnek-2: Asr
sûresinin tefsirinde de “والْعصْر” lafzındaki “و”ın vâv-ı kasem
olduğunu belirtmiş ve yeminlerle ilgili olarak yukarıda kendisinden
naklettiğimiz açıklamalara benzer açıklamalar yapmıştır.[229]
2.3.3. İlmî-Fennî Tefsir Yönünden:
İlmî tefsir;
âyetler ile fen ilimleri arasındaki uygunluğu ortaya koyma mahiyeti arz eden
tefsir çeşidine denmektedir. Âyetlerdeki ilmî ıstılahları tefsir etmek ve bu
doğrultuda âyetlerden bir takım ilmî ve felsefî görüşleri istihrac etmektir.[230]
Bu tefsir çeşidini benimseyen müfessirler, bazı âyetlerin bilimsel gerçeklere
uygun bir nitelik taşıdığını ve aralarında paralellikler bulunduğunu ortaya
koyma çabası içersindedir. Bu tefsir tarzı İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren
tefsir kitaplarında kendini hissettirmiştir.[231]
Ancak bu tefsir çeşidini sistematik olarak ele alan ilk düşünür Gazzâlî (v.
1111)’dir.270 Gazzâlî bu konu ile alakalı olarak Cevâhiru’l- Kur’ân
adlı bir eser kaleme almıştır. Daha sonra Fahruddin er-Râzî (v. 1209), Muhammed
b. Ebi’l- Fadl el-Mursî (v. 1257) ile es-Suyutî (v. 1505) bu hareketi canlı
tutarak devam ettirmişlerdir.[232]
Akif, hem
dinî ilimlerle, hem de fennî ilimlerle olan münasebeti sebebiyle, bu tefsir
tarzına kısmen yer vermiştir. Akif’in bu tarzdaki tefsirlerine iki misal
vererek yetinmek istiyoruz:
Örnek-1:
Gaşiye sûresinde bulunan “Göğe bakmıyorlar mı ki nasıl kaldırılmıştır?”
meâlindeki وإلى السّماء آيْف
رفعتْ (Ğaşiye, 88/18) âyetinde, göklerin yükseltilmesi pozitif
ilimlere paralel olarak şöyle tefsir edilmiştir:
“Göklerin
kaldırılması üzeremizde görünen güneşler, aylar, yıldızlardan her birinin
seyrini şaşırmamak, tâbi olduğu nizamdan ayrılmamak şartıyla, kendi medarında
durması demektir.”[233]
Örnek-:
İnşirah sûresinin “Biz senin göğsünü genişletmedik mi?” anlamındaki أ لمْ
نشْرحْ لك صدْرك
(İnşirah, 94/1) âyetini Akif, iki şekilde tefsir etmiştir. Birincisinde insanın
vücut sistemine işaret edilerek âyetteki “göğsün genişletilmesi” hakikî manada
kullanılmıştır. Bu hususta Akif, âyete şöyle bir izah getirmiştir:
“Malumdur ki
şerh, açmak genişletmek manasınadır. Göğsün büyüklüğü vücudun kuvvetini
gösterdiği için, Araplarca pek makbûl idi. Hakîkat, geniş göğüs kalp ile
ciğerin rahat rahat işlemesini temin ederek vücudu kuvvetli tutar. Kavi ise
kendisine hücum edenleri ezeceği için huzur içinde yaşar. O sebepten sadrın
inşirahı meserret, inbisat olur.”[234]
İkinci
tefsirde ise psikolojik bir hususa vurgu vardır. Efendimiz (s.a.s.) kavmini
dalâlet içinde gördüğü için onları nasıl irşat edeceğini düşünürdü. Bu Hz.
Peygamber’in sıkılmasına ve daralmasına sebep oluyordu. Allah (c.c.), elçisine
âyetlerle aradığı yolu gösterince, birden bire ferahlayarak göğsü genişledi.[235]
2.3.4. İcmâlî Tefsir Yönünden:
İcmâlî
tefsir, âyetlerin fazla ayrıntıya inilmeden kısaca açıklanması demektir. Bu
bakımdan tercümeye benzemektedir.275 Bu tefsir tarzında âyetler,
meâllerine oranla biraz daha genişletilerek ve bazı mübhem durumlar izah
edilerek açıklanmaktadır. Öncelikle âyetlerdeki garip kelimeler açıklanarak,
âyetlerin hedefi gösterilir ve bu doğrultuda murâd-ı ilahî ortaya koymaya
çalışılır.
Akif’in
tefsir yazılarında icmâlî anlamda yazdığı âyet tefsirlerini görmekteyiz. Akif,
âyetlerin icmâlî manasını, daha çok vaaz olarak sunup, sonradan bu vaazlarının
makaleler halinde yayınlandığı yazılarında kullanmaktadır. Bu mevzûyu
açıklaması sadedinde aşağıdaki örnekleri vermekle yetinmek istiyoruz:
Örnek-1: “Ey
imân eden kimseler, Allah ile Peygamber’in size hayat verecek davetine icâbet
ediniz; hem iyi biliniz ki Allah insanın kendisi ile kalbi arasına girer; şu da
mâlumunuz olsun ki sizler onun huzurunda toplanacaksınız. Bir de belanın
öylesinden sakınınız ki, o hiçbir zaman yalnız içinizden zâlimlere isabet
etmez. Sonra
يا أيّها اّ لذين
آمنوْاْ اسْتجيبوْاْ لله وللرّ سولbilmiş olunuz ki Allah’ın
azabı yamandır” meâlindeki إذا دعاآم لما يحْييكمْ واعلموْاْ أنّ اللّه يحول بيْ ن
الْمرْء وقلْبه وإنّه إليْه تحْشرون واتّ قوْاْ فتْنةً لاّ تصيبنّ اّ لذي ن
ظلموامنكمْ خآصّ ًةً واعْلموْاْ أنّ الّله شديد الْعقاب
(Enfâl, 8/24) âyetlerini şu şekilde tefsir etmiştir: يا أيّها اّ لذين آمنوْاْ”
Ey cemaat-i müslimîn, ey Allah’ın dinine imân edenler! “استجيبوْاْ”
icâbet ediniz: “لله” Allah’a, Allah’ın davetine; “وللرّ سول”
Allah’ın resûlüne, o resûl-i muhteremin davetine “إذا دعاآم لما يحْييكمْ”
Evet, onların sizler için hayat-ı mahz olan davetine, Allah’ın resûlünün sizin
hakkınızda mahz-ı hayat olacak birçok evâmiri var. Onları îfa ederseniz gerek
bugünkü “ hayat-ı faniyenizde, gerek yarınki hayat-ı
sermediyenizde mes’ud olur,
rahatla saadetle yaşarsınız. واعلموْاْ أنّ اللّه يحول بيْ ن الْمرْء
”
وقلْبه”
sonra bilmiş olunuz ki Cenâb-ı Hak, insanın kalbi ile kendi arasına girer; yani
mahlukunun bütün esrarına muttalî olur. “وإنّه إليْ ه تحشرون”
Şunu da biliniz ki merciiniz Allah-ü zü’l-Celâl’dir.
لاّ تصيبنّ اّ
لذين ظلموامنكمْ” O musibetten, o fitneden, o felaketten
sakınınız ki “ واتّ قوْاْ فتْن ًةً“
خآصّ ةً”
o belâ, o felaket hiçbir zaman içinizden yalnız suçlu olanlara gelmez, belki
umumunuza birden müstevlî olur. “واعْلموْاْ أنّ الّله شديد الْعقاب ” Bir de gözlerinizi
açınız, iyi biliniz ki Allah’ın ikâbı şedîddir, müthiştir.[236]
Örnek-2:
Ankebut suresinde “O kimseler ki bizim uğrumuzda çalışmışlardır, elbette
kendilerine yollarımızı göstereceğiz. Zaten hiç şüphe yoktur ki Allah iyilerle
(Ankebut, واّ لذين جاهدوا
فينا لنهْدينّ همْ سبلنا وإنّ الّله لمع الْمحْسنينberaberdir”
manasına gelen
29/69) âyeti icmâlî olarak
şöyle tefsir edilmiştir:
Allah (c.c.)
buyuruyor ki: “والذين” o kimseler ki “جاه دوا” mücâhede ederler,
çalışırlar, çabalarlar “فينا” bizim uğrumuzda. Allah-ü zü’l-Celâl öyle
söylüyor: Benim uğrumda çalışanlar, benim için çalışan, çabalayan, mücâhedede
bulunanlar… Ne olacak?
“لنهدينّ ه
ْمْ” Biz onları mutlaka mazhar-ı hidayet edeceğiz; hiç şüphe yok
edeceğiz. “سبلنا” kendi sübül-ü ilahîmize, kendi
yollarımıza. Yani benim için çalışanları, benim uğrumda mücahede edenleri ben
mutlaka mazhar-ı tevfik edeceğim. Hem “لنهْدينّ هم”
sîgası te’kiddir: Mutlak edeceğim, şüphe yok. O mücâhid kullarımı hiçbir zaman
mahrumiyet içinde öldürmeyeceğim. “وإنّ الله لمع الْمحسنين” Ey Müslümanlar bunu
bilmiş olunuz ki Allah iyilerle beraberdir. “Muhsin” yalnız ihsan eden, para
veren demek değildir; iyi demektir, iyilik eden demektir. Yani “musî”in
zıddıdır.277
Örnek-3:
Âl-i İmran sûresindeki “Ey îman edenler! Siz Müslümanlardan başkasını sırdaş
edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni
bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları,
zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise
daha fazladır. Âyetlerimizi size iyice açıkladık. Eğer akıllarınızı
kullanırsanız, onlardan
تخْفي يا أيّها اّ
لذين آمنوْاْ لا تتّ خذوْاْ بطان ًةً من دونكمْ لا يألونكمْ خباًلاً ودّ وْاْ ماْyararlanırsınız” meâlindeki
(Âl-i İmran, عنتّ ْمْ قدْ بدت
الْبغْضاء منْ أفْواههمْ وما صدورهمْ أآْبر قدْ بيّ نّ ا لكم الآيات إن آنتمْ
تعْقلون
3/118) âyeti şöyle tefsir
edilmiştir:
“يا أيّها الذين
آمنوْاْ” Ey imân etmiş olanlar, ey Müslümanlar, içinizden
olmayanlardan, size yabancı milletlerden dost ittihaz etmeyiniz. Âyet-i
celîledeki “بطانةً” içli dışlı görüşülen, kendisine her türlü
esrar tevdî edilen samimi dost, yar-ı can, arkadaş, mahremi esrar
manalarınadır. Öyle bitane ki “يألونكمْ خباًلاً ” sizlere kar لاşı
mazarrat îka’ etmekten aranıza fitneler, fesatlar sokmaktan hiçbir vakit geri
durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiç birini sizden esirgemezler.
“ودّ وْاْ
ما عنتّ ْمْ” sizin sıkıntılara, musibetlere, felaketlere uğramanızı
isterler. قدْ بدت” الْبغْضاء م ْنْ أفواهه ْمْ” Görmüyor musunuz,
hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor. “ وما تخْفي
صدورهمْ أآْبر ” Bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte
oldukları kinler, garazlar, husumetler öbür türlü zabt edemeyip de ağızlarından
kaçırmakta oldukları buğz ve adavetten çok büyüktür, çok şiddetlidir. “ ق ْدْبيّ
نّ ا لكم الآيات إن آنتمْ تعْقلون” Bizler size her biri ayn-ı hikmet, mahz-ı
ibret olan âyetlerimizi böyle sarih bir sûrette bildirdik. Eğer sizler akı
karadan, iyiyi kötüden seçer; hayrını, şerrini düşünür aklı başında
adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin muktezasınca hareket ederek hem
dünyada hem ukbada felahı bulursunuz. [237]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
AKİF’İN KUR’ÂN’DAN İLHAMLI ŞİİRLERİ
Akif’in
Kur’ân’dan ilham alarak yazdığı tefsir mahiyetindeki şiirlerini iki ana başlık
altında incelemeyi uygun gördük. Safahat’taki bu şiirlerin ilk bölümünü SerbestManzum Tefsir; ikinci kısmını ise
Telmihî Âyetlerin Manzum Yorumları
olarak değerlendirmeyi uygun bulduk. Şimdi Akif’in bu şiirlerini tefsir ilmiyle
olan bağlantılarını ortaya koyarak vermeye çalışalım:
3.1. SERBEST-MANZUM TEFSİRLER
Bu bölüm,
Akif’in baş eseri Safahat’ta bulunan, âyetlerin tefsirinin manzum olarak
yazıldığı şiirleri içermektedir. Şair, Kur’ân aşığı bir şâir olarak fikirlerini
ve hislerini âyetlerden ilham alarak nazm etmiştir. Bundan maksadı daha etkili
anlatım biçimi olan şiir ile Kur’ân’ı tefsir etmek; kendi sanat anlayışına
uygun olarak, topluma uyarılarda bulunarak, onları aydınlatmaktır. Millî Şair,
bu eserlerinde Kur’ân ile şiirin buluşmasını mükemmel bir şekilde başarmış ve
“serbest-manzum tefsir” diyebileceğimiz bir tarz ortaya koymuştur. Yaptığımız
araştırmalar neticesinde bu nevi çalışmaların olmadığını gördüğümüzden dolayı,
Akif’in bu şiirlerini orijinal bir tarza yazdığını söyleyebiliriz.
Safahat’ta
özellikle üçüncü kitap olan Hakkın
Sesleri, beşinci kitap olan Hatıralar
ile yedinci kitap olan Gölgeler’de
çok sayıda serbest-manzum tefsir bulunmaktadır. Hakkın Sesleri kitabında sekiz
tane, Hatıralar kitabında dört tane, Gölgeler kitabında üç tane, Fatih
kürsüsünde kitabında bir tane olmak üzere toplam on altı manzum eser, âyetlerin
manzum olarak tefsiri mahiyetinde olduğundan, biz bunları çalışmamıza dahil
ettik. Bunun yanı sıra Akif’in kaleminden çıkmış olmakla beraber, Safahat’a
almadığı şiirsel tefsirler de bizim inceleme alanımıza girmektedir. Bu şiirler
de iki tane olup, üzerinde çalışacağımız şiir sayısı on sekiz olmaktadır.
Şair, tefsir
mahiyetindeki bu şiirleri önce âyetlerin Arapçasını vererek, daha sonra da
meâllerini yazarak kaleme almıştır. Şiirler tefsir ilimlerine hemen hemen hiç
temas edilmeden sade bir şekilde yazılmıştır. Şiirlerde, Akif’in diğer
makalelerine uygun olarak çoğunlukla sosyal ve ahlakî meselelere değinilmiş,
îman, azim, atâlet, tevekkül, ilim, cehâlet, fesad ve vahdet gibi kavramlar
işlenmiştir.
Biz bu
çalışmamızda önce Safahat’ı tarayarak, buradaki manzum âyet tefsirlerinin
tümünü bir araya getirdik. Şiirleri Safahat’taki sırasına göre yazarak âyetlere
verilen mealleri tahlil etmeye çaba gösterdik. Safahat dışında kalmış iki şiiri
en sona bırakmayı uygun gördük. Âyette geçen temel kavramları belirleyerek, bu
kavramların şiirde nasıl kullanıldığını ve şiirde genelde hangi kavramlar
üzerinde durulduğunu belirtmeye çalıştık. Şiire konu olan âyet ile şiir
arasındaki ilişkiyi ve uygunluğu belirterek, âyet ile şiirin bütünlüğüne dikkat
çektik. Âyetlerin doğrudan kapsamında olmayıp, şiire konu edilen diğer
kavramların da âyetler ile bağlantısını göstermeye çalıştık. Âyetlerin
meâllerini verirken, bizzat Akif’in âyetlere verdiği meâlleri aynen vermeyi
uygun gördük. Şimdi bu manzum biçimde yazılmış tefsirleri görelim:
3.1.1. Âl-i İmran Sûresi 26. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيمقل الّ لهمّ مالك
الْملْك تؤْتي الْملْك
من تشاء وتنزع
الْملْك ممن تشاء وتعزّ من تشاء وتذلّ
من تشاء بيدك
الْخيْر إنّ ك على آلّ شيٍْءٍ قدير[238]
TERCÜMESİ
"Yâ Muhammed, de ki: Ey mülkün sâhibi olan
Allah'ım, sen mülkü dilediğine verirsin; sen mülkü dilediğinin elinden
alırsın; sen dilediğini azîz edersin; sen
dilediğini zelîl edersin;
hayır yalnız senin elindedir; sen, hiç şüphe
yok ki, her şeye
kâdirsin. "
İlâhî, emrinin âvâre bir
mahkûmudur âlem;
Meşiyyet sende, herşey
sende... Hiçbir şey değil âdem!
Fakat, hâlâ vücûd isbât eder, kendince, hey
sersem! Bugün, üç beş karış toprakta varlıktan vururken dem; Yarın toprak
kesilmiş varlığından fışkırır mâtem!
İlâhî,
"Mâlike'l-mülk'üm" diyorsun... Doğru, âmennâ.
Hakîkî bir tasarruf var mıdır
insân için? Aslâ!
Eğer
almışsa bir millet, edip bir mülkü istîlâ; Eğer vermişse bir millet bütün bir
mülkü bî pervâ;
Alan sensin, veren sensin,
senin hükmündedir dünyâ.
İlâhî, en asîl akvâmı
alçaltırsın istersen;
Dilersen en zelîl eşhâsa
izzetler verirsin sen!
Bu haybetler, bu hüsranlar
bütün senden, bütün senden!
Nasıl tâ Arş'a yükselmez ki
me'yûsâne bin şîven?
Ne yerler dinliyor yâ Rab, ne
gökler, rûhum inlerken!
Şu sessiz kubbenin altında
insandan eser yokmuş!
Diyorduk: "Bir buçuk
milyar!" Meğer tek bir nefer yokmuş!
Bu hissiz toprağın üstünde
mazlûmîne yer yokmuş!
Adâlet şöyle dursun, böyle
birşeyden haber yokmuş!
Bütün boşlukmuş insanlık; Ne
istersen, meğer yokmuş!
İlâhî, altı yüz bin Müslüman
birden boğazlandı...
Yanan can, yırtılan ismet,
akan seller bütün kandı.
Ne ma'sûm ihtiyarlar süngüler
altında kıvrandı!
Ne bîkes hânümanlar işte,
yangın verdiler, yandı!
Şu küllenmiş yığınlar hep
birer insan, birer candı!
Sabâhü'l-hayr-ı
hürriyyet, İlâhî, leyl-gûn oldu; Karanlık bir hezîmet her taraftan rû-nümûn
oldu!
Şehâmet gitti; gayret söndü;
kudretler zebûn oldu.
O mevcâ-mevc sancaklar ne
müdhiş ser-nigûn oldu!
Sukûtun dehşetinden kalb-i
rahmet, belki, hûn oldu:
Ezanlar sustu... Çanlar
inletip durmakta âfâkı.
Yazık:
Şark'ın semâsından Hilâl'in geçti işrâkı! Zaman artık Salîb'in devr-i istîlâsı,
ilhâkı.
Fakat, yerlerde kalmış
hakların ferdâ-yı ihkâkı,
Ne doğmaz günmüş ey âcizlerin
kudretli Hallâk'ı!
İlâhî, şer'-i ma'sûmun şu
topraklardı son yurdu...
Nasıl te'yîd-i kahrın en
rezîl akvâma vurdurdu?
Evet, milletlerin en
kahbesinden, üç leîm ordu,
Gelip tâ sînemizden vurdu,
seyret hem, nasıl vurdu:
Ki istikbâl için çarpan
yürekler ansızın durdu!
Tecellî etmedin bir kerre, Allâh'ım, cemâlinle!
Şu üç yüz elli milyon rûhu öldürdün celâlinle! Oturmuş eğlenirlerken senin -
hâşâ - zevâlinle, Nedir ilhâdı imhâlin o sâmit infiâlinle?
Nedir İslam'ı tenkîlin bu
müsta'cel nekâlinle?
Sus ey dîvâne! Durnaz
kâinâtın seyr-i mu'tâdı.
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı; Evet, sen kendi ikdâmınla
kaldır git de bîdâdı.
Cihan kanûn-i sa'yin, bak,
nasıl bir hisle münkadı!
Ne yaptın? "Leyse
li'l-insâni illâ mâ-se'â" vardı!..[239]
3.1.1.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzun Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Şiirin ana
kavramı âyette geçen “mülk” kavramıdır. Şiirin tamamına bakıldığı zaman,
manzumenin bu kavram üzerine oturtulduğu hemen fark edilmektedir. Âyette geçen
“mülk” kavramının karşılığı olarak ilk kıtada bulunan “âlem” kelimesi
geçmektedir. Akif’in âlemi Allah
(c.c.)’ın emrinin avare bir mahkûmu olarak görmesi, “mülk”ün tasarrufunun
Allah (c.c.)’a ait olmasından dolayıdır. İnsanın ise mülkün tasarrufunda hiçbir
dahli olmadığı “hiçbir şey değil âdem” mısrasıyla ifade edilmektedir.
İkinci
kıtada, Allah (c.c.)’ın “mâlikü’l- mülk” olduğuna vurgu yapılarak, insanın
gerçek bir kuvvet sahibi olmadığı belirtilmektedir. Burada ise “mülk” kavramı
istilâ edilebilen bir mefhum olarak değerlendirilmiştir. Mülk kavramı “millet”
kelimesiyle ilişkilendirilip, “millete ait varlıkların yekûnü” olarak ifade
edilmiştir.
Âyette bulunan “izzet” ve
“zillet” kavramları da şiirde öne çıkan kavramlardandır. Üçüncü kıtadaki;
“İlâhî, en asîl akvâmı
alçaltırsın istersen;
Dilersen en zelîl eşhâsa
izzetler verirsin sen!
Bu
haybetler, bu hüsranlar bütün senden, bütün senden!” dizeleriyle “Sen
dilediğini azîz edersin; sen dilediğini zelîl edersin” manasındaki âyete işaret
edilmektedir.
Şiirin diğer
kıtaları âyetin tefsiriyle dolaylı yönden irtibatlı olup, Osmanlı devletinin
şahsında İslam medeniyetinin çöküşü ve hezimeti dile getirilmektedir. Bu
kıtalarda Allah (c.c.)’a hem serzenişte bulunulmuş, hem de onun nusreti
beklenmiştir.
3.1.2. Neml Sûresi 52. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
281
فتلْك بيوتهمْ خاويةً بما ظلموı
281 Neml, 27/52, (âyetin ilk kısmı).
TERCÜMESİ
"İşte sana onların kendi yolsuzlukları
yüzünden ıpıssız kalan yurtları!.. "
Geçenler
varsa İslam'ın şu çiğnenmiş diyârından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz
mezârından;
Yürekler parçalar bir nevha dinler
reh-güzârından. Bu mâtem, kim bilir, kaç münkesir kalbin gubârından Hurûş
etmekte, son ümmîdinin son inkisârından?
Evet, son inkisârından ki
yoktur cebrin imkânı:
Batıp gitmiş nazarlar
beklemekten fecr-i nâzanı!
Nasıl, ey yolcu, bin lâ'net
gelip ezmez ki vicdânı;
Dudaklar, çâk çâk olmuş,
içerken zehr-i hüsrânı,
Uzaktan baktı - koşmak nerde!
- milyonlarca yârânı!
Bu ıssız âşiyanlar bir zaman
candan muazzezdi;
Bu damlar böyle baykuş
seslerinden çın çın ötmezdi;
Şu kurbağlar seken vâdîde,
ceylânlar koşup gezdi;
Şu coşmuş,
ağlayan ırmak ne handân gölgeler sezdi; Bütün mâzîyi bir tûfan, fakat, hep
boğdu, hep ezdi!
Vefâsız yurd! Öz evlâdın için
olsun, vefâ yok mu?
Neden kalbin kararmış? Bin
ocaktan bir ziyâ yok mu?
İlâhî, kimsesizlikten
bunaldım, âşinâ yok mu?
Vatansız, hânümansız bir
garîbim... Mültecâ yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bâri
bir "Yok!" der sadâ yok mu?
Gitme ey yolcu, berâber
oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kân değil,
paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi
kahreyliyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen
mâtem ki!..
Ah! Karşımda vatan nâmına bir
kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl
yerlere geçmez insan?
Şu
mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak nerde
ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed bu ne
hüsrân-ı mübin...
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır
kalb-i zemin!
Azıcık kurcala toprakları,
seyret ne çıkar:
Dipçik altında ezilmiş,
paralanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyyetleri
uçmuş yüzler!
Kim bilir hangi çenâatle oyulmuş gözler!
"Medeniyyet" denilen vahşete lâ'netler eder, Nice yekpâre kesilmiş de
sırıtmış dişler!
Süngülenmiş, kanı donmuş nice
binlerle beden!
Nice başlar, nice kollar ki
cüdâ cisminden!
Beşiğinden
alınıp parçalanan mahlûkat; Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara
batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış
memesiz vâlideler!
Teki binlerce kesik gövdeye
âid kümeler:
Saç, kulak, el, çene,
parmak...Bütün enkâz-ı beşer!
Bakalım,
yavrusu uğrar mı, deyip, karnından, Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can!
İşte bunlar o
felâket-zedelerdir ki, düşün,
Kurumuş ot gibi doğrandı
bıçaklarla bütün!
Müslümanlıkları bîçârelerin
öyle büyük
Bir cinâyet ki: Cezâlar ona
nisbetle küçük!
Ey, bu
toprakta birer na'ş-ı perîşan bırakıp, Yükselen mevkib-i ervâh! Sakın arza
bakıp;
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle
coşan bir kan var...
Bizde leşten daha hissiz,
daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i
murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu
gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına
Şark'ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti
halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran
darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan
kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb'in o
hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslâ
güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara
mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına
asrın, tükürün!
Hele
i'lânı zamanında şu mel'un harbin, "Bize efkâr-ı umûmiyesi lâzım Garb'in;
O da Allah'ı bırakmakla
olur" herzesini,
Halka îman gibi telkîn ile,
dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol
bol tükürün!..
Yine hicrân ile çılgınlığım
üstümde bugün...
Bana vahdet gibi bir yâr-ı
müsâid lâzım!
Artık ey yolcu bırak... Ben,
yalınız ağlayayım![240]
3.1.2.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Şiir,
“zulüm” kavramı üzerinde durarak, batı medeniyetinin medeniyet adına yaptığı
zulümleri anlatmaktadır. Âyetin tercümesinde “ظلمو” ibaresi, “kendi
yolsuzlukları” ifadesi ile karşılanmıştır. “خاويةً” kelimesi de
“ıpıssız” olarak çevrilmiştir.
Şair, kendi
yurdunun viraneliğinden bahsederek, üzüntüsünü ve matemini dile getirmektedir.
Vatanının sessiz, sedasız ve buruk bir durumda olması onu kahretmektedir.
Batının medeniyet dediği şeyin aslında bir vahşetten ibaret olduğu ifade
edilerek, sözde medenî insanların, Müslümanlara yaptıkları işkence ve
eziyetlerden üzüntüyle bahsedilmektedir. Müslümanların, Müslüman olmakla en
büyük suçu işledikleri belirtilen şiirde, bunun cezasının ise bu suça göre daha
az olduğu belirtilmektedir. Safahat Şairi, Müslüman olmanın bedelinin bu asırda
ağır olduğunu ifade etmektedir.
Balkan
savaşlarının cereyan ettiği bir ortamda yazılan bu şiir, Osmanlı’nın
Balkanlar’daki varlığını büyük oranda yitirmesi sebebiyle hüzünlü bir tarzda
kaleme alınmıştır. Bu büyük kayıplardan dolayı vatanın ve milletin içinde
bulundukları meçhul durum Akif’i derinden sarsmıştır. Vatanın bu acıklı
manzarasına rağmen, bazı insanların hâlâ hissiz hissiz dolaştığı vurgulanan
şiirde, bu kişilerin ve onların vazgeçemedikleri kahpe haçlıların yüzlerine
tükürülmesi gerektiği belirtilmektedir. Batının bu ikiyüzlü tavrının
eleştirildiği şiirde, “garbın bize efkârı umumiyesi lazım; o da Allah (c.c.)’ı
bırakmakla olur” diyenlerin de yüzlerine tükürülmesi gerektiği
belirtilmektedir.
3.1.3. Yûsuf Sûresi 87. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
يا بنيّ اذْهبوْاْ
فتحسّ سوْاْ من يوسف وأخيه ولا تيْأسوْاْ
من رّ وْح الّله إنّه
لا ييْأس من رّ وْح الّله إلاّ الْقوْم الْكافرون[241]
TERCÜMESİ
"Oğullarım! Gidiniz de Yûsufla kardeşini
araştırınız; hem sakın Allah'ın inâyetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Zîrâ,
kâfırlerden başkası Alah'ın inâyetinden ümîdini
kesmez."
Âtîyi karanlık görerek azmi
bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim,
budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani, görsem
de gözümle:
Îmânı olan kimse gebermez bu
ölümle.
Ey
dipdiri meyyit! "İki el bir baş içindir" Davransana... Eller de
senin, baş da senindir!
His yok hareket yok, acı
yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen
böyle değildin.
Kurtulmaya azmin, niye bilmem
ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa,
ümîdin mi yüreksiz?
Âtîyi karanlık görüvermekle
apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se
yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa,
sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver...
Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk
etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan,
şaşkın adam, kalk!
Herkes
gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın, Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki:
Düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret
ne olursun!
Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep
yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu,
vicdânını bağlar,
Lâ'netleme bir ukde-i hâtır
ki: Çözülmez...
En korkulu cânî gibi ye'sin
yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's
ile şirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un,
daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey
unsur-i îman,
Nevmîd olarak rahmet-i mev'ûd-i Hudâ'dan,
Hüsrâna rızâ verme... Çalış... Azmi bırakma; Kendin yanacaksan bile, evlâdını
yakma!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir
sürü baykuş...
Sesler de: "Vatan
tehlikedeymiş... Batıyormuş!"
Lâkin, hani, milyonları örten
şu yığından,
Tek kol da "Yapışsam...
" demiyor bir tarafından!
Sâhipsiz
olan memleketin batması haktır; Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak kendine gel,
çünkü zaman dar...
Uğraş ki: Telâfi edecek bunca
zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl
ise haykır!
Yok yok! Hele azmindeki
zincirleri bir kır!
"İş bitti... Sebâtın
sonu yoktur!" deme; yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın
ye'se kapılma.[242]
3.1.3.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest- Manzum
Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Şiir âyet-i
kerîmede geçen “ye’s” kavramı üzerine inşâ edilmiştir. Bu kavram, şiirin her
kıtasında kendini hissettirmektedir. Şair, âyetin tercümesinde bu kavramı “ümit
kesmek” olarak tercüme etmektedir. Şiirin birkaç yerinde ise bu kavramı “azmi
bırakmak, yılmak” kelimelerini kullanarak ifade etmektedir. Azmi bırakmayı
şiirde “alçak bir ölüm” olarak değerlendirip; azmi bırakan kişiyi de “dip diri
meyyit” olarak nitelendirmiştir.
Millî Şair,
ye’se düşmeyip, azme sarılmayı İslam âleminin kurtuluşuna yapılacak en büyük
katkı olarak görmektedir. Bir ziyanın, bir ışığın halk edilmesi gerektiğinden
bahseden Akif, ye’si, düşenin boğulacağı bir bataklığa benzetiyor. Azmin ve
ümidin ise insanı yaşatan, ona can varen temel unsurlardan biri olarak kabul
etmektedir.
Şiirde
ye’sin kişiye ve topluma verdiği zararı ifade etmek için, ye’s ile şirkin
alçaklığı bir görülmüştür. Şair bu kavramı o kadar zararlı bir kavram olarak
görmüştür ki, Allah (c.c.)’ın affetmeyeceğini açıkça beyan ettiği günah olan
şirk ile ye’si eşdeğer görmüştür. Bunun sebebini ye’s ile şirkin, îmanın unsurlarını yok eden, mel’un bir
seyyie olarak açıklamaktadır.
3.1.4. A’raf Sûresi 155. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
285
أتهْلكنا بما فع ل السّ فهاء منّ ا
TERCÜMESİ
"İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri
yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah'ım?..”
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin
yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin,
yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize
yangın veriyorsun!
" Yandık!"
diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse eğer bir ezelî nefha,
yakında,
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfân
arasında,
Toprak
kesilip, kum kesilip âlem-i İslam; Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum,
Cedd-i Hüseyn'i,
En sonra, salîb ormanı görmek
Harameyn'i!..
Bin üç yüz otuz beş senedir,
arz-ı Hicâz'ın,
Âteşli muhîtindeki sûzişli
niyâzın,
Emvâcı hurûş-âver olurken
melekûta;
285 A’raf, 7/155, (âyetin bir bölümü).
Çan sesleri boğsun da,
gömülsün mü sükûta?
Sönsün de, İlâhî, şu yanan meş'al-i vahdet,
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet? Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran
îman, Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habîsiyle beş on
rûh-i leîmin,
Solsun mu o parlak yüzü
Kur'ân-ı Hakîm'in?
İslam ayak altında sürünsün
mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır,
İlâhî, bu ne zillet?
Mazlûmu nedir ezmede,
ezdirmede ma'nâ?
Zâlimleri adlin, hani,
öldürmedi hâlâ!
Cânî geziyor dipdiri... Can
vermede ma'sûm!
Suç başkasınındır da niçin
başkası mahkûm?
Lâ yüs'el'e binlerce suâl
olsa da kurban;
İnsan bu muammâlara dehşetle
nigeh-ban!
Eyvâh! Beş on kâfirin îmânına
kandık;
Bir uykuya daldık ki:
Cehennemde uyandık!
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhî,
yakacaktın...
Yaksaydın a mel'unları...
Tuttun bizi yaktın!
Küfrün o sefil elleri âyâtını
sildi:
Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke
serildi!
Kalmışsa eğer bir iki ma'bed,
o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne
fetvâ-yı müeyyed!
Dul
kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar; Bir giryede bin âilenin mâtemi çağlar!
En kanlı şenâ'atle kovulmuş
vatanından,
Milyonla hayâtın yüreğinden
gidiyor kan!
İslam'ı elinden tutacak
kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryâd ediyor.
Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz
bunca devâhî?
Ağzım kurusun... Yok musun ey
adl-i İlâhî![243]
3.1.4.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Millî Şair,
bu âyeti kendi tefsir anlayışına uygun olarak, kendi devrine iniyormuş gibi
telakki etmiştir. Şiirlerini Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaki çatışmanın
hem fikrî hem de fiilî manada yoğun olarak yaşandığı bir dönemde yazdığından,
bu temayı sürekli kullanmıştır.
Şair,
âyetten esinlenerek şiirini “helâk” kavramı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Akif’in
helak edilmemesini niyaz ettiği toplum İslam toplumudur. O, Batı medeniyetinin
topyekün saldırıları karşısında, İslam medeniyetinin son bulacağı endişesini
taşımaktadır. Kur’ân’ın ayaklar altına alınması, mabetlerin yıkılması endişesi
ile Müslümanların zilleti, şiirin temel konusunu teşkil etmektedir.
Batı
medeniyetinin fikrî anlamdaki saldırı ve dejenerasyonlarını bazı Türk ve Arap
aydınları da desteklediği için Safahat Şairi, bu kişileri “süfehâ” olarak
nitelendirmektedir. Şiirde geçen,
“Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habîsiyle beş on rûh-i leîmin” mısralarıyla işaret edilen husus budur.
3.1.5. Zümer Sûresi 9. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
قلْ هلْ يسْت وي
اّ لذين يعْلمون واّ لذين لا يعْلمون287
TERCÜMESİ
"Hiç, bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?"
Olmaz ya... Tabiî... Biri
insan, biri hayvan!
Öyleyse,
"cehâlet" denilen yüz karasından, Kurtulmaya azmetmeli baştan başa
millet.
Kâfi mi değil yoksa, bu son
ders-i felâket?
Son ders-i felâket neye mâl oldu?
Düşünsen:
Beynin eriyip yaş gibi
damlardı gözünden!
"Son ders-i
felâket" ne demektir? Şu demektir:
Gelmezse eğer kendine millet,
gidecektir!
Zira, yeni bir sadmeye artık
dayanılmaz;
Zîrâ, bu sefer uyku ölümdür:
Uyanılmaz!
Coşkun,
koca bir sel gibi, dâim beşeriyyet, Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet.
Dağlar, uçurumlar ona yol
vermemek ister...
Lâkin, o, ne yüksek ne de
alçak demez örter!
Akvâm o büyük nehre katılmış birer ırmak...
Elbet katılır... Hangisi ister geri kalmak! Bizler ki bu müdhiş, bu muazzam
cereyanla, Uğraşmadayız... Bak ne kadar çılgınız, anla!
Uğraş bakalım, yoksa işin,
hey gidi şaşkın!
Kurşun
gibi sür'atli, denizler gibi taşkın, Bir çağlayanın menba'ı dehhâşına doğru,
Tırmanmaya benzer, yüzerek
başka değil bu!
Ey katre-i âvâre, bu cûşun,
bu hurûşun,
Ahengine uymazsan, emîn ol,
boğulursun!
Yıllarca, asırlarca süren
uykudan artık,
Silkin de: Muhîtindeki
zulmetleri yak yık!
Bir
baksana: Gökler uyanık yer uyanıktır; Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!
Eyvâh! Bu zilletlere sensin
yine illet...
Ey derd-i cehâlet, sana
düşmekle bu millet,
Bir hâle getirdin ki: Ne din
kaldı, ne nâmûs!
Ey
sîne-i İslam´a çöken kapkara kâbûs, Ey hasm-ı hakîkî, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün
çıkaran el!
Ey millet uyan! Cehline
kurban gidiyorsun!
İslam´ı da
"batsın!" diye tutmuş, yediyorsun!
Allah´tan utan! Bâri bırak
dini elinden...
Gir leş gibi topraklara
kendin, gireceksen!
Lâkin, ne demek bizleri Allah
ile iskât?
Allah´tan utanmak da olur
ilim ile... Heyhât![244]
3.1.5.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Şiirde izahı
yapılan âyet-i kerimeye dayanılarak ele alınan iki temel kavram bulunmaktadır.
Bunlar iki zıt kavram olan ilim ve cehâlet kavramlarıdır. Âyete bakıldığı
zaman dikkatleri çeken tema da “ilim ile cehâlet”in yani bilenlerle
bilmeyenlerin bir olmadığıdır.
Millî Şair,
şiirin hemen baş tarafında “Olmaz ya… Tabîi… Biri insan biri hayvan!” diyerek
ilmin insana ait bir meleke olduğunu vurgulamıştır. Burada bilmeyen kişileri
“hayvan” olarak nitelendirmesi ise; hayvanların bilme melekesine sahip
olmadıkları gerçeğinden neşet eden bir teşbihten ibarettir. Bu gerçeğe işaret
edilmesi ise insanlara hakaret maksatlı olmayıp, onları uyarı niteliği
taşımaktadır. Çünkü Akif, cehaleti insanların kurtulmaları gereken bir
yüzkarası olarak görmektedir.
Şair,
cehaleti İslam toplumunun sonunu getiren en büyük sebep olarak algılamaktadır.
Milletin kurtuluşu ise ilme değer vererek ona sarılmasına bağlıdır. Beşeriyetin
ilme sarılarak ilerlemekte ve bu uğurda önüne gelen engelleri aşmaya
çalışmaktadır. İlim sahasındaki bu yarışa İslam milleti ayak uyduramazsa kendi
sonunu hazırlamış demektir.
Şiirde
“cehâlet” uykuya benzetilerek, İslam toplumunun asırlarca bir uykuda
olduklarına vurgu yapılmıştır. Aynı şekilde “ilim” kavramı da uyanmaya
benzetilerek yerin, göğün uyumadığı, Müslüman’ın ise uyumasının maskaralık
olduğu ifade edilmektedir. “Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak, yık!”
mısrasında “cehalet”, “zulmet” kelimesiyle “ilim” ise “silkinme ve zulmetin yok
edilmesi” ile ifade edilmiştir.
Batı
medeniyetinin İslam medeniyetine üstün gelmesinin yegâne sebebi de “cehalet”
olarak gösterilmektedir. Cehalet, İslam dünyasına çöken bir kâbusa benzetilerek,
millette ne din, ne de namus bıraktığı vurgulanmaktadır. İslam milletinin
gerçek düşmanının cehalet olduğu ve onun yok edilmesinin gerekliliği şiirin
neredeyse tamamına hâkim olan unsurdur.
3.1.6. Âl-i İmran Sûresi 110. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
آنتمْ خيْر أمّ ةٍ
أخْرجتْ للنّ اس تأْمرون بالْمعْروف وتنْهوْ ن عن الْمنكر وتؤمنون بالّّله[245]
TERCÜMESİ
“Siz iyiliği emr eyler,
kötülükten nehy eder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların
hayrı için meydana çıkarılmış hayırlı bir
milletsiniz.”
Bir zamanlar biz de millet,
hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz, dünyaya milliyet
nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkkken bütün afakı
insaniyyetin,
Nur olup fışkırmışız ta
sinesinden zulmetin;
Yarmışız edvar-ı fetretten
kalan yeldaları;
Fikr-i ferda doğmadan
yağdırmışız ferdaları!
Öyle
ferdalar ki: Kaldırmış serapa alemi; Dideler bir cavidani fecrin olmuş mahremi.
Yirmi beş yıl, yirmi beş bin
yıl kadar feyyaz imiş!
Bak ne ani bir tekâmül! Bak
ki: Hala mündehiş
Yad-ı fevka’l-ı i’tiyadından
onun tarihler;
Görmemiş benzer o müdhiş
seyre, hem görmez beşer,
Bir taraftan dinimiz,
ahlakımız, irfanımız;
Bir taraftan seyfe makrun
adlimiz, ihsanımız;
Yükselip akvamı almış fevc
fevc ağuşuna;
Hepsi dalmış vahdetin aheng-i
cuşâcuşuna,
Emr-i bi’l ma’ruf imiş
ihvan-ı İslam’ın işi;
Nehy edermiş, bir fenalık
görse, kardeş kardeşi.
Kimse haksızlıktan etmezmiş
tegafül ihtiyar;
Ferde raci’ sadmeden efrad
olurmuş lerzedar.
Biz, neyiz? Seyreyle artık;
bir de fikr et, neymişiz?
Din de kürkün aynı olmuş:
Ters çevirmiş giymişiz!
Nehy-i ma´rûf emr-i münkerdir
gezen meydanda bak!
En metîn ahlâkımız, yâhud,
görüp aldırmamak!
Yıktı bin mel´un kalem
nâmûsu, bizler uymadık:
"Susmak evlâdır´"
deyip sustuk... Sanırsın duymadık!
Kustu
bin murdar ağız şer´in bütün ahkâmına; Âh, bir ses bâri yükselseydi nefret
nâmına!
Altı yüz bin can gider;
milyonla îmân eksilir; Kimseler görmez! Gören sersem de Allah´tan bilir!
Sonra, şâyet, sahsının
incinse, hattâ, bir tüyü:
Yer yıkılmış zanneder seyr
eyleyen gümbürtüyü!
Kırkın aylıktan biraz, yâhud
geciksin vermeyin;
Fodla çiy kalsın, “pilâv
bitmiş" deyin, göstermeyin;
Fes,
külâh, kalpak, sarık vermiş bakarsın el ele; Mi´delerden fışkırır tâ Arş´a aç
bir velvele!
Ortalık
altüst olurken ses çıkarmazdım, hani, Öyle bir dernekte seyret gel de artık sen
beni!
Göster, Allah’ım, bu millet
kurtulur, tek mu’cize:
Bir "utanmak hissi"
ver gâib hazînenden bize![246]
3.1.6.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Âyet-i
kerîmede beyan edilen iyiliği emrederek,
kötülüğü nehyeden ümmet kuşkusuz Muhammed (s.a.s.) ümmetidir. Şair,
âyetteki ümmet kavramını hem şiirde, hem de meâlde “millet” kelimesiyle ifade
etmektedir. Akif’in “millet” kavramıyla anlatmak istediğinin, bir kavimden ya
da bir ırktan teşekkül eden topluluk olmadığı mâlumdür. Onun “millet” kavramına
yüklediği anlam, “İslam bağı ile birbirine bağlı farklı kavimlerden oluşan
topluluk manasındadır.” Bu tespitimizden de anlaşılacağı gibi, Akif’in
“milliyet” anlayışının ana unsuru “İslam”dır.
Şiirin ilk
bölümü Müslümanların özelliklerinden bahsetmektedir. Müslümanların ilk
dönemlerinden itibaren, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran, insanlığın
kurtuluşu için fikirler ortaya koyan bir ümmet oldukları belirtilmektedir.
Tarihe bakıldığı takdirde Müslümanların çok az bir zaman dilimi içersinde,
büyük mesafeler katettiği görülmektedir. Bu müthiş ilerleme tarihin hiçbir
döneminde benzeri olmayan bir ilerlemedir. Müslümanlar bu süreç içinde,
insanlığa medeniyeti öğretmişlerdir.
Toplumun
dinî, ahlakî, irfânî, adlî ve ihsanî alanlardaki ilerlemesinin temel sâiki ise,
Müslümanların iyiliği emredip, kötülüğü
yasaklamalarıdır.
Şair, bu
izahatlardan sonra sözü günümüze getirerek, Müslümanların gerilemesinin
sebeplerine değinmiştir. Müslümanların önce ne halde olduklarına bakmaları,
sonra da tarihlerine dönerek nasıl bir millet olduklarını düşünmeleri
gerekmektedir. Bu noktada Hz. Ali (r.a.)’nin sözü dile getirilerek,
Müslümanların iyiliği nehy ettikleri, kötülüğü ise emrettikleri ya da
Müslümanların kötülükler karşısında sustukları belirtilmektedir.
3.1.7. Bakara Sûresi 11-12. Âyetlerin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
وإ ذا قيل لهم
لا تفْسدوْاْ في
الأرْض قالوْاْ إنّ ما نحْن مصْلحون
ألا إنّ همْ هم
الْمفسدون ولـكن لاّ يشْعرون[247]
TERCÜMESİ
"Onlara: "Yeryüzünde fesat
çıkarmayın" denildiği zaman,
"Biz
ıslahtan başka bir şey yapmıyoruz" derler. Gözünü aç, iyi bil ki: Onlar
yok mu, işte asıl müfsid onlardır, lâkin farkında
değiller."
Bir
yığın kundakçıdan yangın görenler milleti, Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müdhiş
ayeti!
Ey vatansız derbederler, ey
denî kundakçılar!
Milletin, az çok duran bir
dîni, bir nâmûsu var.
Şimdi nevbet onların...
Yansın da onlar, öyle mi?
Târumâr olsun bütün bir
Müslümanlık âlemi!
Ey hayâ nâmında bir hissin
vücûdundan bile,
Pek haberdâr olmayan yüzsüz,
hayâsız! Bak hele!
Arkasından taklak attın en
denî bir şöhretin;
Düştü takken, çıktı cascavlak
o kel mâhiyyetin!
Bir
külâh kapmaksa şayet bunca hırsın gâyesi; Kendi nâmûsun olur er geç onun
sermâyesi.
Yoksa, nâmûsuyle, vicdaniyle
halkın oynama....
Sonra kat kat nâsiyenden
sarkacak birçok yama!
Bir kızarmaz çehre bulmuşsun
ya, ey cânî, bürün;
Hem
bütün dünyâyı ifsâd eyle, hem muslih görün! Kendi ırzından cömert olmaksa
mu`tâdın eğer;
Kendi mâlindir senin, hakkın
tasarruf, kim ne der?
Milletin, lâkin henüz ma'sûm
olan evlâdına,
Verme bir mel'un temâyül
mübtezel mu'tâdına!
Biz ki her mevcûdu yıktık
gâyesiz bir fikr ile;
Yıkmadık bir şey bıraktık...
Sâde bir şey: Âile.
Hangi bir bünyânı mahvettik
de ıslâh eyledik?
İşte vîran memleket! Her yer
delik her yer deşik!
Bunların ta'miri kâbil...
Olsa ciddiyyet, sebât;
Lâkin,
Allah etmesin, bir düşse şâyet âilât, En kavî kollarla hattâ kalkamaz imkânı
yok.
Kim ki kalkar der, onun
hayvan kadar iz'anı yok!
"Ailî bir inkılâb
olsun!" diyen me'yûs olur;
Başka hiçbir şey kazanmaz,
sâde bir ... olur.
Çünkü "çıplak"
inkılâbâtın rezâlettir sonu...
Ey denî kundakçılar, biz
sizde çok gördük onu!
Bir de halkın dîni var, sık
sık ta'arruzlar gören.
Hâle bak: Millette hissiyyâtı
oymuş öldüren!
Dîni kurbân etmeliymiş, mülkü
kurtarmak için!..
Tut da, hey sersem, bu
idrâkinle sen âlim geçin!
Her
cemâatten beş on dinsiz zuhûr eyler, bu hâl Pek tabiîdir. Fakat ilhâdı bir
kavmin muhâl.
Hangi millettir ki efrâdında
yoktur hiss-i din?
En büyük akvâma bir bak: Dîni
her şeyden metin.
Düşme ey avare millet,
bunların hızlanına;
Vakıfız biz hepsinin pek
muhtasar irfânına:
Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez,
görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz
göz bütün sermayesi![248]
3.1.7.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Şiirin
bütününe hâkim olan iki kavram bulunmaktadır: Fesad ve Islah. Bakara sûresinin 11-12. âyetlerinin tefsir edildiği
bu şiir, şâirin kendi dönemine kurgulanarak kaleme alınmıştır. Şair, âyetin
kendi dönemindeki olaylarla birebir örtüştüğünü ifade etmek için “Şimdi inmiş
zanneder mutlak şu müdhiş ayeti!” mısrasını kullanmaktadır. Şair, kendi
dönemimde bazı insanların fesat çıkarmayı kendilerine vazife edindiklerini ve
bunu da toplumu ıslah etme adına yaptıklarını belirtmektedir. Bu ikiyüzlü
insanların hiç sıkılmadan, utanmadan dünyayı fesada uğratmaya çalıştıkları, hem
de ıslah edici gibi göründüklerini ifade etmektedir. Aslında bu ifsatçılar
geniş bir bilgiye malik değillerdir. Ne tam anlamıyla batıyı bilmekte, ne de
şarktan haberdardırlar.
İfsada
uğramayan tek şeyin “aile” kurumu olduğu belirtilen şiirde, ailede yapılacak
bir inkılâbın ise rezalet olacağı ifade edilmektedir. Toplumda bozgunculuk
yapan bu kişiler, dini hissiyatı öldüren bir unsur olarak görüp; mülkü
kurtarmak için dinin feda edilmesini öngörmektedirler. Oysaki din, en büyük
milletlerin bile kendisine değer verdiği güçlü bir mefhumdur.
3.1.8. Rum Sûresi 50. Âyetin Serbest-Manzum
Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
فانظرْ إلى آثار
رحْمت الّله آيْف يحْيي الْأرْض بعْد موْتها إنّ ذلك لمحْيي الموْتى وهو على آلّ شيٍْءٍ
قدير[249]
TERCÜMESİ
"Allah'ın âsâr-ı rahmetine bir baksana!
Toprağı, öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte o Allah, bütün ölüleri
muhakkak diriltecek. Hem o, her şeye kâdirdir. "
Çık da bir seyret bahârın
cûş-i rengâ-rengini;
Nefh-i Sûr'un dinle
mevcâ-mevc olan âhengini!
Bir yeşil kan, bir yeşil can
yağdırıp, kudret, yere:
Yemyeşil olmuş, fezâ, gömgök
kesilmiş dağ, dere.
En kısır
toprak doğurmuş, emzirir birçok nebat; Fışkırır bir damlacık ottan, tutup
sıksan, hayat!
Dün, kemikten külçe
hâlindeydi her çıplak fidan;
Bak: Ne sağlam kan, bugün,
dolgun yüzünden damlayan!
Dün, kudurmaktaydı ormandan
cahîmî bin zefir;
Âşiyan tutmuş, bugün, her
dalda perran bir safir!
Dün, nigeh-bânıydı
milyarlarca zî-rûhun sübât;
Silkinip çıkmış o mahbesten, bugün, bir kâinât.
Dün, ne mâtemdeydi âlem! Yer hazin, gökler hazin; Sûr-i fıtrattır bugün: Fıtrat
bugün sahrâ-güzin!
İşlemiş kırlarda yer yer
kudretin feyyâz eli,
Öyle yapraklar ki sun'undan:
Gidip bir görmeli!
Öyle amma, gördüğüm elvâh-ı
şevkin rağmine,
Bende hâlâ zevke benzer duygu
yok, hâlâ yine!
Bir
değil, yüz bin bahâr indirse hattâ âsüman; Hiç kımıldanmaz benim rûhumda kök
salmış hazan!
Dem çeker bülbül... Benim
beynimde baykuşlar öter!
Sonra, karşımdan geçer bir
bir, yıkılmış lâneler!
Âşinâlık yok hayâlin konsa en
bildik yere,
Yâd ayaklar çiğniyor: Düşmüş
vatan yâd ellere!
Başka ses bilmem, muhîtimden
enîn eyler huruş;
Beklerim dinsin bu mâtem,
beklerim, olmaz hamûş!
Âh! Tek bir âşiyandan bin
yetîmin nâlesi,
Yükselirken, dinleyen insan
mıdır bülbül sesi?
Duygusuz
olmak kadar dünyâda lâkin derd yok; Öyle salgınmış ki mel'un: Kurtulan bir ferd
yok!
Kendi sağlam... Hissi ölmüş,
rûhu ölmüş milletin!
İşte en korkuncu hüsrânın,
helâkin, haybetin!
Ey, ölüm renginde topraktan
hayat i'lâ eden,
Bir yığın toprak da olsak
sâde çiğnenmek neden?
Başka tıynetler mi hep şâyân
ola ihsânına?
Âh, yükselsem de, bir düşsem
senin dâmânına!
Bir nesî ister kımıldanmak
için canlar bugün;
Bir nesîm olsun, İlâhî...
Canlanır kanlar bütün.
Nev-bahârın rûhu etsin bir de
bizlerden zuhûr...
Yoksa, artık Sûr-i İsrâfil'e
kalmıştır nüşûr![250]
3.1.8.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Şiirin
temelini oluşturan ana kavramlar, âyette geçen ölüm anlamına gelen “mevt” ile
hayat anlamına gelen “hayy” kavramlarıdır. Rûm sûresinin 50. âyetinin
tefsirinin yapıldığı bu şiirde tabiatın bahar ile yeniden canlanışı, Allah’ın
rahmetinin bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. Allah ölü toprağı bahar
ile dirilttiği gibi, insanı da yeniden diriltecektir. Şiirde vurgulanan ana
tema yeniden dirilişin bir hakikat
olmasıdır.
Şair,
yeşilin, yaprakların, çiçeklerin tabiatın ruhu ve duygusu olduğunu ifade edip,
insanların da duygularının olması gerektiğini vurgulamaktadır. Hissiz, duygusuz
ve ruhsuz insanlardan teşekkül eden bir milletin hüsranının mukadder olduğunu
bildirmektedir. Şiir ölü toprağa can
veren Allah (c.c.)’tan, İslam milletine de can vermesi dileğiyle bitirilmiştir.
3.1.9. A’raf Sûresi 185. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
295
أولمْ ينظروْاْ في ملكوت السّماوات والأرْض
MEÂLİ
“Onlar, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki kudret
ve hâkimiyetini görmüyorlar mı?”
VÂİZ KÜRSÜDE296
Tutun da
"zerre"lerinden, çıkın "sehâbiyye"
Denen
yığın yığın eşbâh-i âsümânîye; Hülâsa, âlem-i imkânı devredin; o zaman
Şühûda bağlı bir îmanla
hükmeder vicdan:
Ki hilkatin ne kadar şekli
varsa: Ulvîsi,
Kesîfi, müdriki, uzvîsi,
gayr-ı uzvîsi,
Kesîfi, müdriki, uzvîsi,
gayr-ı uzvîsi,
Kemâl-i şevk ile mahkûmu aynı
kânûnun...
Bütün şu'ûn-i avâlim
tecelliyâtı onun.
Nedir ki etmededir fıtratın
bu kânûnu,
Fezâyı, gökleri, deryâyı,
deşti, hâmûnu,
295
A’raf,
7/185, (âyetin baş tarafı).
296
Bu şiir
kırk beş sayfalık uzun bir şiir olduğundan, biz şiirin sadece âyetin tefsiri
mahiyetinde gördüğümüz ilk on sayfalık bölümünü almayı uygun gördük.
- Adımlarında zekâdan serî' olup hattâ - Esîri
kaplıyacak füshatiyle istîlâ? Evet, soruldu mu idrâke ansızın bu suâl, Lisân-ı
hâli şu düstûru haykırır derhâl:
"Bekâyı hak tanıyan
sa'yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekâ sa'y
olursa hakkedilir.”
Konulsa
rahle-i tedkîke hangi bir mevcûd; Olur tekâsüfü bir sa y-i dâimin meşhûd.
Ademle karşılaşan zıd vücûd
olur, demeyin;
Onun mukâbil olan kutbu
sa'ydir. Sa'yin
Gezip
dolaştığı ıssız, çorak fezâ-yı adem; Bakarsınız ki: Çıkarmış vücûda bir âlem.
Tevakkuf
ettiği hestî-serây-ı dûra-dûr, Görürsünüz ki: Ademdir... Ne bir ziyâ, ne de
nûr!
Kulak verin de neler söylüyor
bakın idrâk:
Bu, lücce lücce tekâsüf, bu
sa'y-i dehşet-nâk
Belîğ sa'yidir ummân-ı
kudretin, ezelî;
Hurûş-i feyz-i ezel her
kutayresinde celî.
Mükevvenâtı ezelden halâs
edip ebede
Sürükleyen; onu hayret fezâ
hüviyyette
Tekallübât ile bir müntehâya
doğru süren;
Hem istikameti dâim o
müntehâya veren,
İrâde hep ezelî sa'yidir,
bakılsa, onun;
Kimin? O kudret-i mahzın, o
sırr-ı meknûnun!
Ne
dinlenir, ne de âtıl kalır, velev bir an, Şu'ûn-i hilkati teksîf edip
yaratmaktan.
Tasavvur eyleyelim şimdi
başka bir kudret,
Ki hep kuvâyı doğurmuş, esâsı madde... Evet
Nedir bu? Başka değil, aynı cilvenin işidir: Bütün ezeldeki sa'yin tekâsüf
etmişidir. Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkâli, Onun da varmadadır sa'ye
asl-ı seyyâli.
Neden mi? Çünkü bütün
kudretin tekâsüfüdür.
Zaman da sa'ye çıkar: Çünkü
hep onunla yürür.
Mekân da sa'ye varır: Sa'yi
sıfra indiriniz,
Mekân tasavvur edilmez, muhâl
olur hayyiz.
Ulûm-i şâhikadan fışkıran
sütûn-i ziyâ
Dayandı
göklere; lâkin yetişmiyor hâlâ, Bülend nüsha-i îcâdın ilk sahîfesine.
Bu ilk sahîfe müebbed zalâm içinde yine!
Görünmüyor ki, okunsun sevâd-nâme-i gayb; Yakîne sed çekiyor her satırda yüz
bin reyb.
Ziyâya
doğru yüzüp gitmek istedikçe hayâl, Sürüklüyor onu girdâba dalga dalga leyâl!
Meâl-i hilkate imkânı yok
yetişmemizin;
Fakat, o nüsha-i tekvîn-i
hayret-engîzin
Başında pek iri bir hatla
parlıyor, yalnız
Şu cümleler ki, eğer
görmemişseniz, alınız:
"Bekâyı hak tanıyan
sa'yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekâ sa'y
olursa hakkedilir."
Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır
Güneş çalışmada, seyyâreler çalışmadadır. Didinmeden geri durmaz nücûm-i
gîsû-dâr; Bütün alın teridir durmayıp yağan envâr!
Yabancı sanmayınız seyredip
de ecrâmı...
Bir eski âiledir, gökyüzünde
ârâmı.
Şu var
ki, merkezi tâ âsümanda olsa bile, Gelip gelip bizi besler kemâl-i minnetle.
Fakat bu âile hiç benzemez
bizimkilere;
Bozuşmamış onun efrâdı belki
bir kerre.
Lisân-ı
hâl-i tabîat, lisandır onlara da, Bir ihtisâs teâtîsidir dönen arada.
Bir ihtisâs ki pek incedir...
Fakat keskin...
Ne hasbihâl-i semâvî! Nasıl
belâğ-i mübîn'
Görün şu
âile efrâdının sevişmesini; Küçük, büyüklerinin rûhu, kurretü'l-ayni;
Büyük küçükler için dâyedir,
mürebbîdir...
Gider,
hayâtını tanzîm eder, görürgözetir. Güneş, ki âilenin mihriban reîsi odur.
Serîr-i muhteşeminden süzüp
fezâyı vakûr
Nazarlarıyle
arar her tarafta mevkibini; Nasıl ararsa bir âvâre yâr-ı gâibini.
Bulunca hepsini artık o
nâzenin sîne,
Alır birer birer âgûş-i hâr-ı
şefkatine.
Bu hânümânı tutan hep onun
himâyesidir;
Üzerlerinde gezen sâye kendi
sâyesidir;
O
sâyedir ki: Yayıldıkça nûru eb'âda, Hayât ışıkları başlar sarây-ı mînâda.
Evet, bu âile efrâdı
durmuyor... El ele
Verip, ezelde çizilmiş bir istikâmetle, Kemâl-i
mümkini idrâke doğru hep koşuyor; Fezâda füshati gördükçe büsbütün coşuyor!
Bu azm-i kâhiri nevmîd eder
mi bir hâil?
Yolun uzunluğu zîra,
vazîfesinde değil!
Ne ıttırâd-ı müebbed! Ne
muntazam hareket!
Ya ellerindeki bernâmec,
etseniz dikkat,
Bir incelikle mesâîyi
münkasimdir ki:
Ne inceliktir o, kâbil
değildir idrâki.
Görülmüyor birinin istirâhat
eylediği...
Onun
tevakkufu, zîrâ, bütün bir âileyi Dakîkasında perîşân eder, ezer, bitirir.
Demek ki: İstese bir zerre
bin cihan devirir!
Fakat o zerre için nerdedir
atâlete meyl?
Bakın durur mu Süreyyâ, bakın
durur mu Süheyl?
Görüp
Süheyl'ini Şi'râ da her zaman çalışır; Bakar uzaktaki Ayyûk'a, Ferkadân
çalışır.
Karârı yok hele Râmih'le
A'zel'in bir an.
Hülâsa, his ile yâhud nazarla
fark olunan
Nücûm-i nâ-mütenâhî bütün
çalışmakta...
Sükûn tasavvuru kâbil mi
bu'd-i mutlakta? [251]
3.1.9.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Allah (c.c.)
âyette yerin ve göklerin hükümranlığı hususunda insanları düşünmeye sevk
etmektedir. Akif, bu noktadan hareket ederek, âlemde bulunan her şeyin Allah
(c.c.)’a işaret ettiğini ayrıntılı bir şekilde ifade etmektedir. Öyle ki âlemin
zerrelerinden tutun da, fezadaki en uzak yıldızlara varıncaya kadar her varlık
bizleri Allah(c.c)’a îmana götürmektedir. Bu bağlamda şiirin ana teması da
“îman” mefhumudur.
Şiirdeki en
önemli vurgulardan birisi de şuhûda bağlı
bir düşünüşün insanı îmana ulaştıracağıdır. Çünkü hilkatin hangi çeşidi
olursa olsun her biri Allah (c.c.)’ın tecelliyâtından başka bir şey değildir.
Bu Allah (c.c.)’ın evrendeki ilahî kanunudur. İşte bu kanun insanların gözleri
önüne serilmiş, onları kuşatan ve düşünen insan için bir şahit niteliğindedir.
Sa’y kavramı
da şiirde âyetle ilişkilendirilmiş kavramlardan bir diğeridir. Akif,
varlıkların mahiyetinden hareket ederek onların sürekli bir hareket içersinde
olduklarını belirtmektedir. Mükevvenatın bir hareketlilik içinde olması insan
için ibret arz eden bir durumdur. Bunun yanında yaratıcının da mükevvenatı bir
müntehaya doğru sürüklemesi, bir an dinlenmemesi ve âtıl kalmaması Allah
(c.c.)’ın ezelî sa’yinden dolayıdır.
Allah (c.c.)’ın ve O’nun yarattığı mükevvenatın sürekli sa’y içinde olmaları
Müslümanlara gösterilerek, onları bu hususta uyarmak şiirin gayelerindin biri
olarak görülmektedir.
Bu âyet-i
kerime, büyük ölçüde Akif’in varlık tasavvurunu da şekillendirmiştir. Zaman, mekân, madde gibi ontolojik
kavramlar şiirde konu edinilmiş, bu kavramların varlıklarının göstergesi olarak
da sa’y gösterilmiştir. Maddenin
birçok şekil alması, kudret ve sa’yin tekâsüfü olarak değerlendirilmiştir.
Zamanda onunla anlaşılır ve onunla anlam kazanır. Çünkü sa’yin olmadığı bir
durumda zaman kavranabilecek bir mefhum değildir. Mekân içinde aynı kanun
geçerlidir. Safahat Şairi, sa’yin sıfıra
indirildiği bir durumda; yani sa’yin yokluğunda, mekânın da tasavvur
edilemeyeceğini öngörmektedir.
Güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar gibi
varlıklar ahenk içinde çalışan bir aile olarak zikredilmektedir. Bu aile o
kadar uyum içersinde çalışmaktadır ki, her hangi bir bozukluk söz konusu
değildir. Bu gök cisimlerinin uyum, ahenk ve muhabbet içinde olması
Müslümanların ibret almaları gereken bir durum arz etmektedir. Bu kadar ahenk
ve düzen içinde olan âlem bir kanuna göre tanzim edilmiştir. İşte bu ahenk ve
insicam Allah (c.c.)’ın varlığı hususunda, insan idrakine sunulmuş bir
istişhâddır.
Âlemdeki bu
muazzam birlik, uyum ve hareketlilik, insan idrakinin fevkinde bir inceliğe
sahiptir. Bu incelik mükevvenatı oluşturan her bir ferdin istirahat etmiyor
olmasıdır. Zira bu düzen içersindeki ailenin bir ferdinin görevini aksatması ya
da tevakkuf etmesi, âlemin düzeninin bozulmasına yeterli olacaktır. Şair, bu
noktadan hareketle, insanın azmetmesi durumunda, çok büyük işler
başarabileceğini söylemektedir.
Tabiatta bulunan mu’tad
düzene bakıldığında, göze çarpan asıl unsur çalışmaktır.
Hararetin
olmaması durumunda mevsimlerin oluşmayacağı, suyun buharlaşıp bulutları
oluşturmayacağı bilinen bir gerçektir. Denizlerin dalgalanması, akarsuların
sürekli akması, gökyüzünün gürlemesi bir hareketliliğin neticesidir. Bahar,
hazan, bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar da sürekli hareket halindedirler. İnsan,
bu hakikatleri dikkate alarak ve bunlara nazar-ı ibretle bakarak yaşamını
sürdürmelidir.
3.1.10. Bakara Sûresi 268. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
ولا تحمّ لْنا ما
لا طاقة لنا به[252]
MEÂL-İ CELÎLE
“Tâkat getiremeyeceğimiz yükü bize yükleme,
Allah'ım...”
Ey bunca
zamandır bizi te'dîb eden Allah; Ey âlem-i İslam'ı ezen, inleten Allah!
Bizler ki senin va'd-i
İlâhîne inandık;
Bizler ki bin üç yüz bu kadar
yıl seni andık;
Bizler ki beşer bir sürü
ma'bûda taparken,
Yıktık o yaman şirki,
devirdik ebediyyen;
Bizler ki birer hamlede
evhâmı bitirdik
Ma'bedlere Ma'bûd-i Hakîkî'yi
getirdik;
Bizler ki senin ismini
dünyâya tanıttık...
Gördükse mükâfâtını, yâ Rab,
yeter artık!
Çektirmediğin
hangi elem, hangi ezâdır, Her ânı hayâtın bize bir rûz-i cezâdır!
Ecdâdımızın kanları seller
gibi akmış...
Maksadları dîninle beraber
yaşamakmış.
Evlâdı da kurbân olacakmış bu
uğurda...
Olsun yine, lâkin bu ışık
yoksulu yurda,
Bir nûr-i nazar yok mu ki
baksın bacasından?
Bir yıldız, İlâhî! Bu ne
zulmet, bu ne zindan!
Hâlâ mı semâmızda gezen
leyle-i memdûd?
Hâlâ mı görünmez o seher
pâre-i mev'ûd?
Ömrün daha en canlı,
harâretli çağında,
Çalkanmadayız ye's ile hirman
batağında!
Kâm adlı cihan, biz yine
ferdâlara kaldık...
Artık bize göster ki o
ferdâyı: Bunaldık!
Bir emrine ecdâdı da, ahfâdı
da kurban...
Olmaz mı bu millet daha
te'yîdine şâyan?
Hüsran
yine bîçârenin âmâlini sardı; Âtîsi nigâhında karardıkça karardı.
Balkan'daki yangın daha kül
bağlamamışken,
Bir başka cehennem
çıkıversin... Bu ne erken!
Lâkin bu cehennem onu
yıldırdı mı? Asla!
İ'lâya seğirtip duruyor
nâmını hâlâ.
Kum dalgalarından geçiyor
öyle şitâban:
Gûyâ o sabâ, geçtiği çöller
de hıyâban.
Kar kütlelerinden iniyor öyle
yaman ki:
Bir çağlayan akmakta yarıp
taşları sanki.
Kızgın günün altında beyâbânı
dolaştı;
Yalçın buzun üstünde sekip dağları aştı. Artık
gidiyor Hakk'a varan bir yolu tutmuş, Allâh'a bakan gözleri dünyâyı unutmuş.
Cûş eyleyedursun geriden
nevha-i hüsran...
Yâdında onun şimdi ne mâtem,
ne de hicran!
Yâdında değil lânesinin
hüzn-i elîmi,
Yâdında değil yavrusunun
tavr-ı yetîmi;
Yâdında
değil doğduğu, ter döktüğü toprak; Yadında kalan hatıra bir şey, o da ancak:
Gökten ona
"yüksel!" diyen ecdad-ı şehidi!
Artık o da yükseldi, fakat
yerde ümidi:
Bir böyle şehidin ki mükafatı
zaferdir,
Vermezsen, İlâhî, dökülen
hûnu hederdir![253]
3.1.10.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Millî Şair,
şiirine Müslümanların içinde bulundukları zorluklar sebebiyle Allah’a
serzenişle başlamıştır. Hatta bu siteminde Akif, o kadar ileri gitmiştir ki “Ey
âlem-i İslam’ı ezen, inleten Allah!” mısrasını söylemekten geri kalmamıştır.
Onun bu serzenişi, Allah (c.c.)’a isyan niteliğinde olmayıp, ona olan
muhabbetinden kaynaklanmaktadır. O, bu serzenişiyle bir anlamda Allah
(c.c.)’tan nusretini dilemektedir. Bu sitemkar tutum aslında Akif’in kendini
Allah (c.c.)’a ne kadar yakın hissettiğinin bir işaretidir. Çünkü onun davası
nefsî bir nitelik taşımamakla beraber bilakis; Allah (c.c.)’ın kendi davasıdır.
Millî Şair,
İslam’ın ilk günlerinden beri Müslümanların din uğrundaki mücadelelerini ve
dine olan hizmetlerini dile getirerek, bu zor günlerinde Allah (c.c.)’tan
yardım beklediklerini ifade etmektedir. Şiir tam bu noktada âyette ifade edilen
gerçeğe uygun olarak “tâkat” kavramı çerçevesinde akışını sürdürmektedir.
Akif’in içinde bulunduğu savaş ortamları da düşünüldüğünde İslam dünyasının ne
kadar zor bir süreçten geçtiği daha iyi anlaşılmaktadır. Şair’in İslam’ın son
kalesi olarak gördüğü Anadolu’nun fiili olarak savaş içinde olduğu
düşünüldüğünde bu dizeler milletin sabrının ve gücünün bitmek üzere olduğunu
ortaya koyması bakımından önemlidir. O, âyet-i kerimenin ışığında kaleme aldığı
bu şiirine Allah’tan zafer dileyerek son vermektedir.
3.1.11. Âl-i İmran Sûresi 102. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
300
يا أيّها الذين آمنوْاْ اتّ قوْاْ الّله حقّ تقاته
MEÂL-İ CELÎLE
“Ey Müslümanlar, Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa
öylece korkunuz…”
Ne
irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır; Fazîlet hissi insanlarda Allah
korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz
edilsin havfi Yezdân'ın...
Ne irfânın kalır te'sîri
kat'iyyen, ne vicdânın.
Hayat artık behîmîdir... Hayır
ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla,
insan hürr-i mutlaktır.
Behâim
çıkmaz amma hilkatin sâbit hudûdundan, Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın
vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ'dan
tehâşî hissi yer tutsun...
O yer tutmazsa hiç ma'nâsı yoktur kayd-ı
nâmûsun. Hem efrâdın, hem akvâmın bu histir, varsa, vicdânı; Onun ta'tîli:
İnsâniyyetin tevkî-i hüsrânı!
Budur hilkatte cârî en büyük
kanûnu Hallâk'ın:
O yüzden başlar izmihlâli
milletlerde ahlâkın.
Fakat, ahlâkın izmihlâli en
müdhiş bir izmihlâl;
Ne millet kurtulur, zîrâ, ne
milliyyet, ne istiklâl.
Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i
millî, rûh-i millîdir;
Onun iflâsı en korkunç
ölümdür. Mevt-i küllîdir.
Olur
cem'iyyet artık çâresiz pâmâl-i istîlâ; Meğer kaldırmış olsun, rûh-î sânî
indirip, Mevlâ.
Evet bir ba'sü ba'de'l-mevte
imkân vardır elbette...
Bunun te'mîni, lâkin, bir
yığın edvâra vâbeste!
O
cem'iyyet ki vicdânında hâkim havf ı Yezdan'dır; Bütün dünyâya sâhiptir, bütün
akvâma sultandır.
Fakat, efrâdı Allah
korkusundan bî-haber millet,
Çeker, milletlerin menfuru,
kıbtîler kadar zillet;
Meâlî meyli hiç kalmaz,
şehâmet büsbütün kalkar;
Ne hâkimlik tanır artık ne
mahkûm olmadan korkar.
Şeref hırsıyle istihkar-ı
mevt etmişken ecdâdı,
Bırakmaz
öyle bir pâkîze neslin şimdi ahfâdı, Hayât uğrunda istihfâfa şâyan görmedik
hüsran!
Gebersin tekmeler altında
râzı... Çıkmasın, tek can!
Yürekler en mülevves, en
sefil âmâl için çarpar;
Sinirler en muhâl endîşeden
titrer durur par par!
Olur cem'iyyet efrâdınca
şahsî menfa'at "ma'bûd!"
Sorarsan kimse bilmez var mı
"hak" nâmında bir mevcûd.
O,
doymak bilmeyen ma'bûda kurbandır hayâ hissi, Hamiyyet, âdemiyyet hissi, ulvî
hislerin hepsi!
Bu hissizlikle cem'iyyet
yaşar derlerse pek yanlış.
Bir ümmet göster, ölmüş
ma'neviyyâtıyle, sağ kalmış?[254]
3.1.11.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Millî Şair,
âyetin tercümesinde “حقّ تقاته” ifadesini “nasıl korkmak lazımsa öylece
korkunuz” şeklinde tercüme etmiştir. Şiirin temel kavramı olan “takva”
kavramını da “Allah (c.c.) korkusu” olarak tercüme etmiştir. İnsanlarda bulunan
“fazilet” hissinin kaynağını ise Allah
(c.c.) korkusu olarak açıklamıştır. İnsanlardan Allah (c.c.) korkusunun
alındığı düşünüldüğünde, ne vicdanın, ne de irfanın hiçbir değerinin
kalmayacağı belirtilmektedir.
Allah (c.c.)
korkusunun yokluğu, milletlerde ahlaki erozyona sebep olan ve onları hüsrana
uğratan en temel etken olarak görülmektedir. Ahlakın yokluğu milletin ve
bağımsızlığın yok olmasına sebep olmaktadır. Çünkü ahlakı çökmüş bir millet
istilâ edilmeye müsait hale gelmiş durumdadır. Bir toplumun vicdanında “Allah
(c.c.) korkusu” varsa o toplum bütün dünya milletleri arasında en yüksek konuma
sahip olur.
3.1.12. İsrâ Sûresi 72. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيمومن آان في هـذه
أعْمى فهو في
الآخرة أعْمى وأضلّ سبيًلاً[255]
MEÂL-İ CELÎLE
“Kimin bu dünyada gözü kapalı
ise âhirette de kapalı, hatta oradaki şaşkınlığı daha
ziyade.”
Nihâyet neyse idrâk ettiğin
şey ömr-i fânîden;
Onun bir aynıdır mutlak
nasîbin ömr-i sânîden.
Hatâdır âhiretten beklemek
dünyâda her hayn:
Öbür dünya bu dünyâdan değil,
hem hiç değil, ayrı.
Sen ey sersem ki "üç
günlük hayâtın hükmü yok" der de,
Sanırsın
umduğun âmâdedir ferdâyı mahşerde; Ne ekmiştin ki mahsûl istiyorsun bir de
ferdâdan?
Senin meşru' olan hakkın:
Bugün hüsran, yarın hüsran!
Eğer maksûdu ancak âhiret
olsaydı Yezdân'ın;
Ne hikmet vardı ibdâında hiç
yoktan bu dünyânın?
"Ezel"den ayrılan
rûhun nişîmen-gâh-ı bâkîsi:
"Ebed"ken, yolda eşbâhın niçin olsun
mülâkîsî? "Elest"in arkasından gelmesin Cennet, Cehennem de, Neden
ervâha tekrar imtihân olsun bu âlemde?
Demek: Dünyâ değil pek öyle
istihfâfa şâyeste;
Demek: Bir feyz-i bâkî var,
bu fânî ömre vâbeste!
Diyorlar: "Kâinâtın aslı yoktur, çünkü
fânîdir. " Evet, fânîdir amma, bir nazardan câvidânîdir. Süreksizmiş
hayat... Olsun! Müebbed zevki, hüsrânı; Onun bir sermediyyettir bu haysiyyetle
her ânı. "Cihânın aslı yoktur, çünkü fânîdir" diyen sersem, Ne der
"Öyleyse hilkat pek abes bir şey çıkar" dersem?
Nedir dünyâya gelmekten
garaz, gitmek midir ancak?
Velev bir anlamak hırsıyla
olsun yok mu uğraşmak?
Ganîmettir hayâtın, iğtinâm
et, durma erkenden,
Yarın milyonla feryâd olmasın
enfâs-ı ma'dûden!
Bu âlem imtihan meydânıdır
ervâh için mâdâm,
Demek: İnsan değilsin
eylemezsen durmayıp ikdâm.
Neden geçsin sefâletlerle,
haybetlerle, ezmânın?
Neden azmin süreksiz, yok
mudur Allah'a îmânın?
Çalış, dünyâda insân ol,
elindeyken henüz dünya;
Öbür dünyâda insanlık
değilmiş yağma, gördün ya!
Dilinden
âhiret hiç düşmüyor ey Müslüman, lâkin, Onun hakkında âtıl bir heves mahsûlü
idrâkin!
Bu mecnûnâne vehminden
şifâyâb olmadan, şâyed
Gidersen
böyle sıfru'l-yed, kalırsın sonra sıfnı'l-yed! Hayâlât arkasından koştuğun
yetmez mi hey şaşkın?
Senin hâlâ hakîkatten nedir
iğmâz için hakkın?
Bu âlem şöyle bir rü'yâ imiş,
yâhud muvakkatmiş...
Evet ukbâda anlarsın ne
müdhiş bir hakîkatmiş![256]
3.1.12.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Âyetin ifade
ettiği kapsama uygun olarak şiirde ele alınan tema dünya ve ahiret hayatıdır.
Dünya hayatı ömr-i fâni; ahiret hayatı ise ömr-i sâni olarak ifade edilmiştir.
Bunun yanında ikinci bir husus olarak “dalâlet” kelimesi dikkatleri celp
etmektedir. Âyette geçen “أضلّ ” kelimesi “şaşkınlık” olarak tercüme
edilmiştir. “أعْمى” kelimesi de hakikî anlamda olmayıp, mecaz
ifade etmektedir. Yani dünyanın hakikatlerini göremeyen, ahiretteki hakikatleri
de göremeyecektir. Çünkü o kimse “dünyanın aslı yoktur” safsatasıyla zihnini
göremez bir hale getirmiştir.
Şiirde dünya
hayatını lüzumsuz görenlerin durumları konu edinir. Dünyayı terk ederek sadece
ahiretten beklentisi olanların bir yanılgı içinde oldukları belirtilmektedir.
Hele ahiret hayatının ebediyetine güvenerek, bu dünya hayatını fâni görenlerin
ahirette umduklarına nail olamayacakları, bilakis ahiretin dünyada kazanılacağı
gerçeği ifade edilmektedir. Safahat Şairi, bu anlayışta olanlara şu soruyu
sormaktadır:
“Eğer maksûdu ancak âhiret
olsaydı Yezdân'ın;
Ne hikmet vardı ibdâında hiç
yoktan bu dünyânın?”
Ahiretin
kazanılmasının, bu dünyanın kazanılmasına bağlanması, dünya hayatına
Müslümanlar tarafından yeterince önem verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Oysaki
Allah (c.c.)
“ولا
تنس نصيبك من الدّ نْيا” (Kasas, 28/77) buyurmaktadır. O halde
Müslüman çalışmak, uğraşmak ve hayatının önemini bilmek zorundadır. Aksi
takdirde insan hem dünyasını, hem de ahiretini zillet içinde geçirmek
durumundadır.
3.1.13. Âl-i İmran Sûresi 173. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
اّ لذين قال لهم النّاس
إنّ النّاس قدْ جمعوْاْ لكمْ فاخْشوْهمْ فزادهمْ إيمانًاً وقالوْاْ حسْبنا اللّه ونعْم
الوآيل[257]
MEÂL-İ CELÎLE
”O mü'minlere indellah ecr-i azîm var ki,
birtakım kimseler kendilerine: "Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini
topladılar; onlardan korkmalısınız" dedikleri zaman, bu
haber îmanlarını artırır da: "Allah'ın
nusreti bize kâfıdir o
ne güzel muhâfızdır!" derler.”
Şehâmet dîni, gayret dîni ancak
Müslümanlıktır; Hakîki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.
Cebânet, meskenet, dünyâda,
sığmaz rûh-i İslam'a...
Kitâbullâh'ı işhâd eyledim -
gördün ya - da'vâma.
Görürsün, hissedersin varsa
vicdânınla îmânın:
Ne müdhiş bir hamâset
çarpıyor göğsünde Kur'ân'ın!
O vicdan nerdedir, lâkin? O
îman kimde var? Heyhât!
Ne olmuş, ben de bilmem, pek
karanlık şimdi hissiyyât!
O îmandan velev pek az nasîb
olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı
görmezdin bu zillette!
O îman ittihâd isterdi
bizden, vahdet isterdi...
Nasıl "bünyân-ı
mersûs" olmamız lâzımsa gösterdi.
Peki! Bizler ne yaptık? Kol
kol olduk târumâr olduk...
Nihâyet bir denî sadmeyle
düştük, hâk-sâr olduk!
O îman
kuvvet ihzârıyle emretmişti... Lâkin, biz " Tevekkelnâ" deyip yattık
da kaldık böyle en âciz!
O îman, farz-ı kat'îdir diyor
tahsîli irfânın...
Ne câhil kavmiyiz biz
Müslümanlar, şimdi, dünyânın!
O îman hüsn-i hulkun en büyük
hâmîsi olmuşken...
Nemiz vardır fezâilden, nemiz
eksik rezâilden?
Demek: İslam'ın ancak nâmı
kalmış Müslümanlarda;
Bu yüzdenmiş, demek hüsrân-ı
millî son zamanlarda.
Eğer çiğnenmemek isterseler
seylâb-ı eyyâma;
Rücû' etsinler artık
Müslümanlar Sadr-ı İslam'a.
O devrin
yâd-ı nûrânûru bî pâyan şehâmettir; Mefâhir onlan târîhidir ümmet o ümmettir.
Ki bir yandan celâdetler
saçıp dünyâyı titretmiş;
Öbür yandan da insanlık nedir
dünyâya öğretmiş.
Değilmiş böyle mahkûmiyyetin
timsâl-i pâmâli!
Şevâhikten tenezzül
eylemezmiş arş-ı iclâli.
" Tevekkül" vasfı
ancak onların hakkında ma'nîdâr:
Ki etmişş hepsi dünyâlar
kadar âlâmı istihkâr.
Çekinmezmiş şedâid yağsa,
aslâ, iktihâmından;
Zeminlerden
ölüm fışkırsa dönmezmiş merâmından. "Hakîkî Müslümanlık en büyük bir
kahramanlıktır"
Demiştim... İşte da'vâm
onların hakkında sâdıktır.[258]
3.1.13.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Âyet-i
kerîmede bulunan “حسْبنا الله” ibaresi “Allah (c.c.)’ın nusreti bize
kâfidir” şeklinde; “ ونعْم الْوآيل” ifadesi de “o ne güzel muhafızdır”
şeklinde tercüme edilmiştir. Şiirde mü’minlerin Allah (c.c.)’ın koruyuculuğuna
ve yardımına olan îmanlarına vurgu yapılarak, bu îman ve güvenin Müslümanlarda
bulunmadığına dikkat çekilmektedir.
Şiirde
üzerinde yoğunlaşılarak durulan konu “îman” konusudur. Âyetin genel mahiyetine
uygun olarak şiirde, Müslümanların parça parça bir halde olmaları ve onların
imanlarının zayıflığı tasvir edilerek, bir özeleştiri yapılmaktadır. Hakikî
Müslümanların ölümden bile çekinmeyecek cesarete sahip oldukları belirtilirken,
kendi dönemindeki Müslümanlarda böyle bir özelliğin kalmadığı arz edilmektedir.
İslam’ın ilk
dönemlerinde olduğu gibi bu dönemde de Müslümanlık kahramanlık gerektiren bir
dindir. İslam tembelliğe, miskinliğe geçit vermeyen azim ve gayret dinidir.
Şair, Âl-i İmrân sûresinin 173. âyetini bu tespitlerine şahit olarak
getirmektedir. Eğer âyette bahsedilen îmandan millette bulunsaydı, İslam
dünyası içinde bulunduğu zilletten çok çabuk çıkardı. Millette ise ne böyle bir
îman var, ne de îmanlarının bir neticesi olarak vahdet var.
Şair,
Müslümanlarda İslam’ın sadece namının kaldığını ifade ederek, bir çözüm olarak
“sadr-ı İslam’ı”; yani İslam’ın özüne dönmeyi göstermiştir. Yine bir çözüm
olarak ilim tahsil etmeyi göstermektedir.
3.1.14. Enfâl Sûresi 46. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
306
ولا تناز عوا فتفشلوا وتذهب ريحكمْ
MEÂLİ
"Birbirinize de girmeyin ki,
ma'neviyâtınız sarsılmasın,
devletiniz gitmesin."
HÂLÂ MI BOĞUŞMAK?
Sen!
Ben! Desin efrâd, aradan vahdeti kaldır; Milletler için işte kıyâmet o
zamandır.
Mâzilere
in, mahşer-i edvârı bütün gez: Kânûn-i İlâhî, göreceksin ki, değişmez:
Târih, o bizim eştiğimiz
kanlı harâbe,
Saklar sayısız lâhd ile
milyonla kitâbe,
Taşlar
ki biner parçadır üstünde zemînin, Ma'nâ-yı perîşânı birer nakş-ı cebînin!
Eczâsını birleştirebildinse
elinle.
Gel, şimdi o elfâz-ı
perâkendeyi dinle.
"Her hufre bir ümmet, şu
yatanlar bütün akvâm;
Encâma bu âhengi veren aynı
serencâm!"
Ey zâir-i âvâre, işittin ya!
Demek ki:
Birmiş bütün ümmetlerin
esbâb-ı helâki.
Lâkin,
bilemem, doğru mudur eylemek işhâd Mâzîleri, mâzîdeki milletleri? Heyhât!
Bir nesle ki eyyâmı asırlarca
vekâyi ;
Etmek ne demek vaktini târîh
ile zâyi'?
Boştur, hele ibret diye
a'mâkı tecessüs,
306 Enfâl, 8/46, (âyetin bir kısmı).
Âyât-ı İlâhî dolu âfâk ile
enfüs.
Bunlarda tecellî eden esrâra
bakanlar,
Ümmetler için rûh-i bekâ nerdedir, anlar.
Bilmem neye bel bağlıyarak hayr umuyorduk Bizler ki o âyâta bütün göz
yumuyorduk?
Dünyâda nasîhat mi olur
Şark'a müessir?
Binlerce musîbet,' yine hâib,
yine hâsir!
Ey millet-i merhûme, güneş
battı... Uyansan!
Hâlâ mı,
hükûmetleri, dünyâları sarsan, Seylâbelerin sesleri, âfâkın enîni,
A'sâra süren uykun için
gelmede ninni?
Efrâdı hemen milyar olur bir
sürü akvâm,
Te'mîmin-i bekâ nâmına eyler
durur ikdâm.
Bambaşka iken her birinin
ırkı, lisânı,
Ahlâkı,
telâkkîleri, iklîmi, cihânı, Yekpâre kesilmiş tutulan gâye için de,
Vahdetten eser yok bir avuç
halkın içinde!
Post üstüne hem kavgaların
hepsi nihâyet,
Hâlâ mı boğuşmak? Bu ne
gaflet, ne rezâlet!
"Hürriyeti aldık!"
dediler, gaybe inandık;
"Eyvah, bu bâzîçede
bizler yine yandık!"
Cem'iyyete bir fırka dedik, tefrika çıktı;
Sapsağlam iken milletin erkanını yıktı. "Turan İli" namıyla bir
efsane edindik;
"Efsane, fakat
gâye!" deyip az mı didindik?
Kaç yurda veda etmedik artık
bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın
eldeki yurda![259]
3.1.14.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Âyet-i
kerîmeye uygun olarak şiirde birlik ve beraberlik konusu üzerinde durulmuştur. Âyetin
tercümesinde “تناز عوا” ibaresi “birbirinize girmeyin” şeklinde;
“فتفْشلوا”
ibaresi “maneviyâtınız sarsılmasın” olarak; “وتذهب ريحكمْ”
ifadesi de “devletiniz gitmesin” şeklinde tercüme edilmiştir. Akif, aynı âyetin
tefsirini yaptığı bir makalesinde ise, “تناز عوا”
ibaresini “birbirinizle uğraşmayınız”; “فتفشلوا” ibaresini “yoksa
korkaklaşır”; “وتذْهب ريحكمْ” ifadesini ise “kuvvetten düşersiniz”
manalarını vererek tercüme etmiştir.[260]
Toplumda
vahdetin olmaması, şiirde milletin birbirine düşmesinin başlıca sebebi olarak
görülmektedir. Şiirde tarih ilminden yararlanılarak, nice milletlerin kendi
içlerindeki çekişmeler sebebiyle yok oldukları anlatılmaktadır. Sayısızca
milletten geriye sadece harabeler ve kitabeler kaldığı belirtilerek, bütün
İslam âlemi birliğe çağırılmaktadır. Millet bu gibi olgulardan ders alarak
kendi birliklerini yitirmemeli, aksi halde Allah (c.c.)’ın diğer milletler için
geçerli olan kanunu Müslümanlar için de geçerli olacaktır. Çünkü Akif,
milletlerin çoğunun varlığını sürdürememesini, birbirlerine girmelerine
bağlamıştır.
Şair, bu
âyetten hareket ederek milletin dikkatlerini birlik olmaya çekmektedir. Şark
toplumlarının özelliklerinden bahsederek binlerce musibete uğramalarına rağmen
yine de kendi çekişmelerini bırakamadıklarını söylüyor. Âyetin anlamına da
uygun olarak şiirin başlığının “Hâlâ mı Boğuşmak” olarak konulması pek
mânidardır.
Millî Şair,
bu çekişmeler ve iktidar mücadeleleri yüzünden nice yurtların düşman eline
geçtiğini kalanın ise kıymetinin bilinmediğini anlatmaktadır. Ayrıca Batı
medeniyetinin çok farklı ırk, renk ve kültürden teşekkül etmesine rağmen
onların vahdeti yakaladıklarından bahsetmektedir.
3.1.15. Hicr Sûresi 56. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
قال ومن يقْن ط من
رّ حْم ة ربّ ه إلاّ الضّ آّ لون[261]
MEÂLİ
"Dalâle düşmüşlerden başka kim
Tanrı'sının rahmetinden ümidini keser?"
YEİS YOK!
Lâkin, hani bir nefhası yok
sende ümîdin!
"Ölmüş" mü dedin?
Ah onu öldürmeli miydin?
Hakkın ezeli fecri
boğulmazdı, a zâlim,
Ferdâların artık göreceksin
ki ne muzlim!
Onsuz yürürüm dersen, emîn ol
ki yürünmez.
Yıllarca bakınsan, bir ufak
lem'a görünmez.
Beyninde
uğuldar durur emvâcı leyâlin; Girdâba vurur alnını, koştukça hayâlin!
Hüsran sarar âfâkını, yırtıp
geçemezsin.
Arkanda mı, karşında mı sâhil
seçemezsin.
Ey, yolda kalan, yolcusu
yeldâ-yı hayâtın!
Göklerde değil, yerde değil,
sende necâtın:
Ölmüş dediğin rûhu
alevlendiriver de,
Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde. Bir
parça açılsın, diyorum, çünkü bunaldın; Nevmîd olarak nûr-i ezelden donakaldın!
Ey, Hakk'a taparken şaşıran,
kalb-i muvâhhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak
o da: Mülhid.
Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd
ile ye'sin
Hâşâ! Bunun imkânı yok
elbette bilirsin.
Öyleyse neden boynunu bükmüş,
duruyorsun?
Hiç merhametin yok mudur
evlâdına olsun?
Doğduk,
"Yaşamak yok size!" derlerdi beşikten; Dünyâyı mezarlık bilerek indik
eşikten!
Telkîn-i hayât etmedi aslâ
bize bir ses;
Yurdun ezelî yasçısı baykuş
gibi herkes,
Ye'sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı; Mel'un
aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı! "Devlet batacak!" çığlığı beyninde
öter de, Millette bekâ hissi ezilmez mi? Nerde!
"Devlet batacak!"
İşte bu öldürdü şebâbı;
Git yokla da bak var mı
kımıldanmaya tâbı?
Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik Batmazdı,
hayır batmadı, hem batmayacaktır; Tek sen uluyan ye'si gebert, azmi uyandır:
Kâfi ona can vermeye bir
nefha-i îman;
Davransın ümidîn; bu ne
haybet, bu ne hirman?
Mâzîdeki hicranları
susturmaya başla;
Evlâdına sağlam bir emel
mâyesi aşla,
Allah'a dayan, sa'ye sarıl,
hikmete râm ol...
Yol varsa budur, bilmiyorum
başka çıkar yol.[262]
3.1.15.1. Şiirdeki
Kur’ânî kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Âyetin
tercümesinde “يقْنط” kelimesine “ümit kesmek” manası
verilmiştir. Şiirin geneli âyet-i kerîmenin mahiyetine uygun tarzda “ye’s ve
îman” konusuna hasredilmiştir. Şair, şirin tamamında millete içinde bulundukları
ümitsizlik halinden kurtulmalarını tavsiye etmektedir.
Safahat
Şairi, âyette geçen “dalâl” kavramını işleyerek, milletin şaşkınlık içinde
olduğunu şu dizeleriyle tasvir etmektedir:
Girdâba vurur alnını,
koştukça hayâlin!
Hüsran sarar âfâkını, yırtıp
geçemezsin.
Arkanda mı, karşında mı sâhil
seçemezsin.
Toplumun
kurtuluşunu, yeniden silkinerek ölmüş denilen ruhunu canlandırmasında bulan
Akif, kurtuluşun adresi olarak da insanın kendini göstermektedir. Hiçbir
Müslüman’ın ümitsiz yaşayamayacağının ifade edildiği şiirde, muvahhidin Allah
(c.c.)’a ibadetlerinde bile ümitsizlikten dolayı şaşkınlık içinde oldukları
belirtilmektedir. Çünkü bir kalpte ya îman olur, ya da ye’s; ikisi bir arada
bulunamaz.
Akif,
ümitsizliği toplumu uyuşturmak için yapılan bir aşı olarak değerlendirmektedir.
Millet o kadar ye’se sevk edilmiştir
ki toplumda kurtuluş adına hiçbir ümit kalmamıştır. O, ye’sin panzehiri olarak
îmanı görmektedir. Ona göre bir nefes îman ümitsizliğin zâil olmasına yeterlidir.
Milletin kurtuluşu da bu îmanı kazanmaktan geçmektedir. Millî Şair, bu
kurtuluşu şu şekilde formüle etmiştir:
Allah'a dayan, sa'ye sarıl,
hikmete râm ol...
Yol varsa budur, bilmiyorum
başka çıkar yol.
3.1.16. Âl-i İmran Sûresi 159. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيمفإذا عزمْت فتوآّ ْلْ
على الّله[263]
MEÂLİ
"Bir kerre de azmettin mi, artık Allah'a
dayan..."
AZİMDEN SONRA TEVEKKÜL
-"Allah'a dayanmak mı?
Asırlarca dayandık!
Düştükse bu hüsrâna, onun
nârına yandık!
Yetmez mi çocukluktaki
efsâneye hürmet?
Dersen ki: Ufuklarda bir
aydınlık uyansın;
Mâzîyi ateş vermeli, baştan
başa yansın!
Şaşkınlık olur köhne
telâkkîleri ihyâ;
Şeydâ-yı terakkî, koşuyor,
baksana dünyâ.
Elverdi masal dinlediğim
bunca zamandır;
Ben kanmıyorum, git de sen
aptalları kandır!"
-Allah'a değil, taptığın
evhâma dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı
sarîhindi ki yandın.
Meflûc ederek azmini bir
felc-i irâdî,
Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdî! Mâdem
ki didinmez, edemez, uğraşamazsın; İksîr-i bekâ içsen, emîn ol, yaşamazsın.
Mevcûd ise bir hakk-ı hayat ortada, şâyed, Mutlak değil elbette, vazîfeyle
mukayyed.
Takyîd-i
İlâhî ki: Bilâ-kayd ona münkâd, Kalbinde cihanlar darabân eyliyen eb'âd.
Lâ-kayd olamazdın, biraz
insâfın olaydı,
Duydukça bütün sîne-i
hilkatten o kaydı.
"Allah'a dayandım!"
diye sen çıkma yataktan...
Ma'nâ yı tevekkül bu mudur?
Hey gidi nâdan!
Ecdâdını, zannetme, asırlarca
uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman
eldeki yurdu?
Üç kıt'ada, yer yer, kanayan
izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük
nesl-i mücâhid.
Âlemde "tevekkül" demek olsaydı
"atâlet'; Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet? Çoktan kürenin meş'al-i
tevhîdi sönerdi; Kur'ân duramaz, nezd-i İlâhîye dönerdi.
"Dünya
koşuyor" söz mü? Berâber koşacaktın; Heyhât, bütün azmi sen arkanda
bıraktın!
Mâdem ki uyandın o medîd
uykularından,
Bir parçacık olsun, hadi, hiç
yoksa, kımıldan.
Ensendekiler
"leş" diye çiğner seni sonra; Ba'sin de kalır ta gelecek nefha-i
Sûr'a!
Çiğner ya, tabî'î, ne
düşünsün de bıraksın?
Bir parça kımıldan, diyorum,
mahvolacaksın!
Dünya koşuyorken yolun
sütünde yatılmaz;
Davranmayacak kimse bu
meydana atılmaz.
Müstakbeli bul, sen de
koşanlarla bir ol da.
Maziyi, fakat yıkmaya kalkma
bu yolda.
Ahlâfa döner; korkarım,
eslafa hücumu:
Mâzîsi yıkık milletin âtîsi
olur mu?
Ey yolcu, uyan! Yoksa
çıkarsın ki sabaha:
Bir kupkuru çöl var; ne ışık
var, ne de vâha![264]
3.1.16.1.
Şiirdeki Değerlendirilmesi: |
Kur’ânî
|
Kavramlar
|
ve
|
Serbest-Manzum
|
Tefsirin |
Âyet-i
kerîmede iki kavram üzerinde durulmaktadır: Azim
ve tevekkül. Âyetin çevirisinde bu iki kavramdan “azim”, “azmetmek, karar
vermek” kelimeleriyle; “tevekkül” ise “dayanmak” olarak tercüme edilmiştir.
Şiirde özellikle
tevekkül kavramı üzerinde durulup, toplumda bu kavrama dair yanlış algılama
eleştiri konusu yapılmıştır. Öyle ki İslam milletin bu sefil ve acıklı duruma
düşmesine, bu yanlış algılama sebep olarak gösterilmektedir. Müslümanların
geçmişteki başarılarının, bu iki mefhuma sımsıkı bağlı kalmaları sayesinde
olduğu belirtilmektedir. Bu anlamda ümmetin hâlâ olgunlaşamadığına dikkat
çekilerek, tevekkül kavramının gerçek mahiyeti aktarılmaya çalışılmıştır.
Şair,
tevekkül ile azim kavramlarının birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceğine vurgu
yaparak, bu iki kelimenin birlikte oldukları zaman bir anlam kazanacağına
işaret etmektedir. Tevekkülsüz azmin, azimsiz de tevekkülün topluma bir şey
kazandırmayacağı dikkatlere sunulmuştur. Akif, Âl-i İmran sûresinin 159.
âyetini tefsir ettiği bir makalesinde tevekkül ile azmi İslam’ın iki büyük
rüknü olarak görmüştür.[265]
Şiirde vurgu
yapılan konulardan biri de tevekkül ile atalet arasındaki münasebettir.
Müslümanların yanlış bir anlayışla, her şeyi Allah’a (c.c.) havale etmeleri ve
bunun için gerekli olan çabayı sarf etmemeleri onların tembelleştiğinin bir
göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Müslümanların tevekkül anlayışlarının,
kendilerini atalete ve meskenete getirmeleri sebebiyle, gerçek manada bir
tevekkül olmayacağı, dayandıkları varlığın da Allah (c.c.) değil olsa olsa
kendi evhamları olabileceği ifade edilmektedir. Toplumda tevekkülün çığırından
çıkarak nasıl bir anlam kaymasına uğradığını göstermesi bakımından, şu dizeler
pek veciz bir mahiyet arz eder:
Bırak çalışmayı, emret
oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ
ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden
çıkarken işlerini,
Birer
birer oku tekmil edince defterini; Bütün o işleri Rabbim görür. Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi
doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş
sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi?
Keyfine bak!
Onun hazîne-i in'âmı kendi
veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın
olursa... Verir1
Silâhı kullanan Allah, hudûdu
bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil
mi? Ekleyen O!
Çekip
kumandası altında ordu ordu melek; Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfi senin
o nazlı sesin:
" Yetiş!" de
kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa,
borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk
oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah...
Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O'na âid: Lalan,
bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan,
müdir-i veznen O;
Alış seninse de, mes'ûl olan
verişten O;
Denizde cenk olacakmış...
Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş...
Askerin, kumandanın O;
Köyün
yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O; Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.
Ya sen nesin? Mütevekkil!
Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne
saygısızlık bu!
Hudâ-yı kendine kul yaptı,
kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor
bu cür'ete... Ha?[266]
3.1.17. Rûm Sûresi 4-5. Âyetlerin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
ويوْمئذٍ يفْرح
الْمؤْمنون .بنصْر الّ له[267]
MEÂLİ
“O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla ferah
bulacaklardır…”
HÜRRİYYET[268]
Mâdâm
ki gördün bu güzel günleri, artık Ey millet-i merhûme! Hayatın ebedîdir.
İkbâlini te’yid edecek nasr-ı
ilâhi;
Ümmid kavî, çünkü mevâid
kavîdir.
Âfakta, enfüste âyân şevk
ile, biz de
Kalkın edelim, hâlık-ı
hürriyete secde.[269]
3.1.17.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Bu şiir
ikinci meşrutiyetin ilanının ikinci senesinde, meşrutiyete duyulan hoşnutluğu
ifade etmek için yazılmıştır. Millî Şair, bu âyete dayanarak milletin
istikbâlini ve ikmâlini parlak görmektedir. Allah (c.c.)’ın mü’minlere olan
va’dini kuvvetli gördüğü için, mü’minleri ferah günlerin beklediğinden çok
ümitli olduğunu belirtmektedir. Bu ümit ve hürriyete olan şevki sebebiyle
insanları, hürriyetin yaratıcısı olarak gördüğü Allah (c.c.)’a secdeye
çağırıyor.
3.1.18. A’raf Sûresi 155. Âyetin
Serbest-Manzum Tefsiri
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
318
أتهْلكنا بما فع ل السّ فهاء منّ ا
MEÂLİ
“İçimizdeki beyinsizlerin
yüzünden bizi de helâk eder misin Allahım?..."
AZGINLAR
Ramazan geldi zamanında bu yıl hamd olsun O
biraz belki azaltır çekilen âlâmı. Hastalık, zelzele, yangın, karışıklık,
kıtlık,
Daha binlerce felaket eziyor
İslam’ı.
“Halk çok azdı da ondan bu
belâlar…” deniyor;
Azmayan yok mu, bütün ehl-i
sıyâm azgın mı?
Kimse, yâ Rab, süfehâ onları
ihmâl etme;
Yoksa bir millet-i ma’sûmeyi
pâ-mâl etme.[270]
3.1.18.1. Şiirdeki
Kur’ânî Kavramlar ve Serbest-Manzum Tefsirin
Değerlendirilmesi:
Şiirde
Osmanlının içinde bulunduğu sıkıntılı günler anlatılmaktadır. Osmanlının balkan
savaşları ile uğraştığı bu dönemde millet büyük sıkıntılarla mücadele etmiştir.
Bu sıkıntılara katlanan millet, şiirde millet-i
ma’sûme olarak nitelendirilmekte ve içlerindeki bir avuç sefih yüzünden helâk olmayı hak
etmedikleri izah edilmektedir.
Şayet azgınlık sebebiyle bir ceza verilecekse;
azgın diye nitelendirdiği beyinsizlere
verilmelidir. Bu kişilerin sapmaları
sebebiyle bütün bir millet cezalandırılmamalıdır. Burada azgın ifadesi İslam’dan sapma
gösteren insanlar için kullanılmıştır. Bunu Akif’in “bütün ehl-i sıyam
azgın mı?” ifadelerinden çıkarmak mümkündür.
Milletin bu
sıkıntılara düşmesinin sebebi olarak “halkın azmasını” gösterenlerin
bulunduğunu belirten Akif, toplumda hâlâ iyi insanların mevcûd olduğunu
belirtmesi şâyân-ı dikkattir. Toplumda bulunanların hepsinin azgın olmadıkları
vurgulanarak, oruç ehlinin bulunması buna misal gösterilmektedir. Sefihlerin
yüzünden birçok ma’sûm insanın helâk olacak olması Akif’i düşündürmekte,
Allah’a (c.c.) bunların vukû bulmaması için yakarış ve duada bulunmaktadır.
3.2. TELMİHÎ ÂYETLERİN MANZUM YORUMLARI
Bu
çalışmamız Safahat’ta bulunan şiirlerde, iktibas edilerek ya da telmihî olarak
zikredilen âyetlerin yorumlarını içermektedir. Bu şiirler bir bütün olarak
âyetlerin tefsirlerini içermiyor olsa bile, bazı bölümlerinde âyetlere işaret
edildiği için kısmen tefsir mahiyetindedirler. Bu sebeple biz bu şiirleri
“Telmihî Âyetlerin Manzum Yorumları” başlığı altında incelemeyi uygun gördük.
Safahat’ın
birinci kitabında beş tane, üçüncü kitabında iki tane, dördüncü kitabında dört
tane, beşinci kitabında bir tane, altıncı kitabında iki tane; bir tane de
safahat dışında kalan şiiri olmak üzere on beş tane âyetlerin iktibas edildiği
şiir bulunmaktadır. Bu şiirlerde âyetler, konunun akışı içersinde yeri geldikçe
zikredilerek, konunun önemi daha da vurgulanmıştır.
Bu
şiirlerdeki âyet yorumlarının bir önceki bölümde verdiğimiz, manzum olarak
yapılan tefsirlerden temel farkı, bu şiirlerin tamamının âyetlerin tefsiri
olmamasıdır. Bir önceki bölümde verdiğimiz şiirler ise tamamen âyetlerin
tefsirlerine hasredilmiş şiirlerdir. Aşağıda sunacağımız şiirler ise, kısmen
âyetlere değinmekte olup, şiirlerin temel amacı âyetleri tefsir etmek değildir.
Şiirlerde âyetlerin tefsirinden ziyade, değişik konulara yer verilmiş, yeri
geldikçe de âyetlerin izahları yapılarak şiir Kur’ânî bir havaya
büründürülmüştür. Bir bakıma âyetler iktibas edilerek şiirde işlenen konu
te’kid edilmektedir.
Şiirlerde
genellikle sabır, azim, tevekkül, çalışma, atalet, hak, adalet gibi Kur’ânî
kavramlar ile vatanın kurtuluşu, milletin sefaleti ve metafizik konular ele
alınmaktadır. Akif, şiirlerinde bu kavramlar ile toplum arasında bir münasebet
kurup, âyetleri de zikrederek şiirlerine Kur’ânî bir boyut kazandırmıştır.
Âyetler bazen lafzen, bazen meâl olarak telmih edilmiş; bazen ayetin bir kısmı
iktibas edilerek, bazen de âyetler dipnotta verilerek zikredilmişlerdir.
Bu
çalışmamızda, şiirlerde telmih edilen âyetleri, Safahat’taki sıralarına göre
analiz ederek, Akif’in yöntemine ilişkin değerlendirmelerde bulunacağız.
Şiirlerin tamamı bizim direkt ilgi alanımıza girmediği için, şiirlerin
âyetlerle ilgili olan bölümlerini varsa isimlerini de zikrederek vermekle
yetineceğiz. Âyetlerin meâllerini verirken öncelikle Âkif’in kendi meâlini
verdik, ilgili âyetin meâlini Akif vermemişse, Suat Yıldırım hocanın meâlini
vermeyi uygun gördük. Şimdi bu şiirleri vermek istiyoruz:
3.2.1. Tin Sûresi 5. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
320
ثمّ رددناه أسْفل سافلين
MEÂLİ
“Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.”
TEVHÎD YAHÛD FERYÂD
Yâ Rab, o ne dehşettir,
İlâhî, o ne heybet!
Pervâzına yetmez gibi pehnâ
yı avâlim,
Gâhî
seni bulsam diye, âvâre hayâlim Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der:
Lâkin nasıl olsun ki bu
mi'râca muzaffer?
Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken, Bir dest-i
tecebbür dayanıp göğsüne birden; Hüsranla iner öyle sefil, öyle muhakkar:
Hâlâ o sukûtun küreden tozları kalkar! Yalnız o
mu? Bin fikr-i semâvî bu zeminde, Bîtâb-ı taharrî kalarak âh ü eninde!
Eşbâha mı kurbün olacaktır
cevelângâh?
Ervâh bütün mündehiş-i "sümme radednâh!"
Sun'undaki esrâra teâlî bize
memnû'
Olmaz mı, ridâ pûş dururken
daha masnû'?
Hurşîd-i ezelden nasıl ister
ki haberdâr
Olsun daha bir zerreyi derk
etmeyen efkâr?321
3.2.1.1 Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Tin
sûresinin beşinci âyeti olan bu âyet şiirde insanın yaratılışına ilişkin olduğu
için iktibas edilmiştir. Âyet hem mana itibariyle, hem de kâfiye bakımından
şiire ustalıkla yerleştirilmiştir.
320
Tin, 95/5.
321
Safahat, s.15-16.
Şiir, Allah
(c.c.)’ın zatının insan aklı ile idrak edilemeyeceği üzerine bina edilmiştir. Binlerce
fikrin Allah’ın varlığı hususunda bir arayışta olduğu ancak, yorgun ve bitkin
olarak geri döndüğü belirtilmektedir. Çünkü onun varlığının keyfiyetini insan
aklı tam manasıyla ihata edemez. Allah’ın sırları insanın erişebileceği bir
mahiyet arz etmemektedir.
Âyet-i
kerîmede insanın yaratılış özelliği olarak “aşağıların aşağısı” ifadesi
kullanılmaktadır. Akif, insanın bu özelliğine, âyete dayanarak işaret etmekte
ve bu fıtratta olan insanın Allah (c.c.)’ın varlığının sırlarına erişmesinin
mümkün olmadığını ifade etmektedir.
3.2.2. Necm Sûresi 39. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
322
وأن لْيس للْإنسان إ لا ما سعى
MEÂLİ
“İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka
şey elde edemez.”
DURMAYALIM
Vak'a hiçbir şey değildir;
haklısın, lâkin düşün.
Başka bir düstûr-i hikmet var
mı, insâf et, bugün?
Varmak istersen -diyor Sa'dî-
eğer bir maksada,
Tuttuğun
yollar tükenmekten muarrâ olsa da; Şedd-i rahl et, durmayıp git, yolda
kalmaktan sakın!
Merd-i sâhib-azm için neymiş
uzak, neymiş yakın?
Hangi müşkildir ki himmet
olsun, âsân olmasın?
Hangi dehşettir ki insandan
hirâsân olmasın?
İbret al erbâb-ı ikdâmın
bakıp âsârına:
Dağ dayanmaz erlerin dağlar
söken ısrârına.
Bir münevvim ses değil yer
yer hurûşan velvele:
322 Necm, 53/39.
Fevc fevc akmakta insanlar
bütün müstakbele.
Nehr-i
feyzâ feyz-i insâniyyetin âhengine Uymadan, kâbil değildir düşmemek bir engine.
Menzîl-i maksûda varmazsın
uyanmazsan eğer...
Var mı bak, yollarda hiç
bîdâr olanlardan eser?
İşte âtîdir o ser-menzil
denen ârâmgâh;
Kârbân akvâm; çöl mâzî; atâlet sedd-i râh.
Durma, mâzî bir mugaylanzâr-ı dehşetnâktir; Git ki, âtî korkusuzdur, hem de
kudsî hâktir!
Çok şedâid iktihâm etmek
gerektir, doğrudur...
Vehleten
âvâre bir seyyâhı yollar korkutur; Korku, lâkin, azmi te'yîd eylemek îcâb eder:
Kurtulursun şedd-i rahl etmiş
de gitmişsen eğer:
Çünkü
düşmüşsün hâyatın -ezkazâ- feyfâsına, Gitmen îcâb eyliyor tâ menzil-i aksâsına.
Düşmemek mâdem elinden
gelmemiş evvel senin,
Ölmeden olsun mu ey miskin,
bu çöller medfenin?
İntihâr
etmek değilse yolda durmak, gitmemek, Âsümandan refref indirsin demektir bir
melek!
"Leyse
li'l-insâni illâ mâ seâ" derken Hudâ;
Anlamam hiç meskenetten sen
ne beklersin daha?
Davran artık kârbânın
arkasından durma, koş!
Mahv olursun bir dakîkan
geçse hattâ böyle boş.
Menzil almışlar da yorgun,
belki senden bîmecâl!
Belki yok, elbette öyle! Sen
ne etmiştin hayâl[271]
3.2.2.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Şiirde de
gördüğümüz gibi âyet şiirin içersinde anlamlı bir yere oturtulmuştur. Safahat
Şairi, şiirde çalışma ve gayretin önemini arzederken, bu konuya anlam
kazandıran
bir âyeti kullanarak şiirini daha etkili bir hale getirmiştir. Böylelikle şiir,
âyetin tefsiri mahiyetini almıştır. Şiirin genel karakteri de bu keyfiyeti
yansıtmaktadır.
Âyet-i
kerîmeye baktığımızda burada çalışmanın önemine vurgu yapıldığını görmekteyiz.
Şiirde de “sa’y” kavramının merkezî bir kavram olarak ele alındığını müşahede
etmekteyiz. Millî Şair, şiirinde insanın ancak çalışması doğrultusunda bir
hedefe varabileceğini ve bunun önündeki en büyük engelin de meskenet ve atalet
olduğu belirtilmektedir. Miskinlik içersinde olup bir gayret göstermeyenlerin,
kendi intiharlarını hazırladıklarına dikkat çekilerek, bu kişilerin yok
olmalarının mukadder olduğu ifade edilmektedir.
3.2.3. Rahman Sûresi 29. Âyetin Manzum
Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
324
آلّ يوٍْمٍ هو في شأْ ٍنٍ
MEÂLİ
“O, her an yeni tecellilerle iş başındadır.”
DURMAYALIM
Şöyle gözden geçse bir hilkat
temâşâ-hânesi:
Çıkmıyor bir zerre
faâliyyetin bîgânesi.
Asümânî,
hâkdânî cümle mevcûdât için Kurtuluş yok sa'y-i dâimden, terakkîden bugün.
Yer çalışsın, gök çalışsın,
sen sıkılmazsan otur!
Bunların hakkında bilmem bir
bahânen var mı? Dur!
Mâsivâ birşey midir, boş durmuyor Hâlik bile:
Bak
tecellî eyliyor bin şe'n-i gûnâgûn ile.
Ey, bütün dünya ve mâfîhâ
ayaktayken; yatan!
Leş misin, davranmıyorsun?
Bâri Allah'tan utan.325
324
Rahman,
55/29, (âyetin son kısmı).
325
, s.26.
3.2.3.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Yukarda
manasıyla beraber verdiğimiz âyet-i kerîme, şiirin içersinde direkt olarak
bulunmamakla beraber; “Boş durmuyor hâlık bile: Bak tecelli eyliyor bin şe’n-i
gûnâgûn ile” mısraları bize bu âyeti hatırlatmaktadır. Şair burada âyetin
kendisini zikretmemiş olsa bile, manası itibariyle âyete işârette bulunmuştur.
Âyet, bu şekilde kullanılarak şiirde işlenen konu bir anlamda Kur’ân ile
desteklenmiştir. Bu destek şiirdeki temayı te’kid eden bir mahiyet arz
etmektedir.
Varlıkların
en yücesi olan Allah (c.c.)’ın, hiçbir şeye ihtiyaç duymadığı halde, her an bir
işle meşgul olması insanın üzerinde düşünmesi gereken bir durum olarak
sunulmaktadır. Yaratıcının boş durmayıp her an bir iş yapıyor olması, meskenet
içindeki insanların utanmaları gereken bir durum olarak arz edilmektedir.
Yerlerin ve göklerin çalışmaktan geri durmadığı anlatılarak, insanın bunlardan
sıkılması ve kendine ders çıkarması gerektiği belirtilmektedir.
3.2.4. Mülk Sûresi 2. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيماّ لذي خلق الْموْت
والْحياة[272]
MEÂLİ
“ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”
MEZARLIK
Fakat bu
beste-i lâhût nerden aksediyor, Ki "Ellezî
halâka'l-mevte ve'l-hayâte... " diyor?
Nedir samîm-i sükûnette böyle
bir feryâd?
Neşîde Hâlik'ın, ammâ kim
eyliyor inşâd?
Zaman
zaman ederek yükselen terâne hurûş, Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş!
O serviler müteheyyic
cemâ'at-i kübrâ
Kesildi... Her birisinden
duyuldu aynı sadâ.
Mekâbir inledi, taşlar birer
lisân oldu;
Kitâbeler de o taşlarla
hem-zebân oldu.
Görünce zinde bütün mahşer-i
heyûlâyı,
Mezâra
rûh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı, Hayâle daldım; o füshat-serâ yı dûrâ-dûr
Göründü dîde-i medhûşa bir
cihân-ı nüşûr!
Kefen be-dûş-i bekâ bî-nihâye
ecsâdın,
O, dehri hîçe sayan, kârbân-ı
ecdâdın,
Akın akın geçerek pîşgâh-ı
izzette,
-Muhît-i havf ü recâdan makâm-ı hayrette-
Kıyâm-ı aczini seyreyledim... Ne dehşetmiş Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i
kudrette!
Bu herc
ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan Hatîb-i âlem-i ulvî nihâyet oldu iyan:
Gözüm, uzaktaki bir medfenin
ayak ucuna
Çöküp ziyâret eden, bir
çocukla bir kadına
İlişti. Sonra biraz
yaklaşınca, iyiden iyi
Tezâhür eyledi: Baktım, çocuk
"Tebâreke"yi
Kemâl-i vecd ile ezber
tilâvet eylemede;
Yanında annesi gözyaşlarıyle dinlemede. Zemîne
ra'şe verirken neşâid-i melekût, Ne manzaraydı İlâhî o makber-i mebhût?
Çocuk
hayâta, o makber de mevte bir levha. Tezâd-ı kudreti gör. Bak şu levh-i zirûha![273]
3.2.4.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Bu şiir, iki
zıt kavram olan “ölüm” ile “hayat” kavramlarını konu edinmektedir. Şiirin ismi
de bu kelimeleri hatırlatan “mezarlık” olarak konulmuştur. Çünkü mezarlık,
ölümü ve hayatı hatırlatan bir kelimedir. Şiirin başlığı da bu bakımdan âyetin
içeriğiyle uygunluk arz etmektedir.
Şair,
yukarıdaki âyeti şiire nakşederek, bu âyet doğrultusunda şiirini kaleme
almaktadır. Âyetteki hakikat şiirin tamamında dile getirilerek, ölüm ve ilk
yaratılış hakkında bazı değerlendirmeler yapılmaktadır. Allah (c.c.)’ın ölüye
ruh verdiği tahayyül edilerek, Mevlâ’nın kudreti izhar edilmektedir. Safahat
Şairi, Allah (c.c.)’ın huzurunda yaratılış secdesini hayal ederek, insanın bu
kudretli varlığın önündeki acziyetini ifade etmektedir. Şiirde iktibas edilen
âyetin ait olduğu sûre olan “Mülk” sûresini okuyan çocuk ile hayat; makber ile de ölüm tezat bir tablo olarak gözler
önüne serilmektedir.
3.2.5. Zümer Sûresi 9. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
قلْ هلْ يسْتوي اّ
لذين يعْلمون واّ لذين لا يعْلمون[274]
MEÂLİ
"Hiç, bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?"
HASBİHÂL
Diyorlar:
"Ömrü insânın yetişmez kesb-i irfâna... " Bu söz lâkin değildir her
nazardan pek hakîmâne.
Muhakkaktır ya insanlar için
bir gâye-i âmâl;
Edenler
ömrünün sâ'âtini hakkıyle isti'mâl Zaferyâb olmasın isterse varsın asl-ı
maksûda
Düşer bin maksad idrâk
eyleyip bir zıll-i memdûda.
Evet, her türlü manâsıyle
irfan durdurur azmi...
Fakat, insanlığın manâsı
olsun öğrenilmez mi?
Cibillîdir taharrî-i hakîkat
hırsı âdemde,
Onun mahsûlüdür meşhûd olan
âsâr âlemde.
Atâlet
fıtratın ahkâmına mâdem ki isyandır; Çalışsın, durmasın her kim ki davâsında
insandır.
Zuhûr etmekle her ma'lûma
karşı bir alay meçhûl?
Neden olsun o malûmâtı idrâk
eyleyen medhûl?
Evet, ma'lûm olanlar olmayan
şeylerle bir nisbet
Edilmiş
olsa, gâyet az çıkar evvelkiler elbet; Fakat câhille âlim büsbütün nisbet kabûl
etmez:
O bir kördür, bu lâkin doğru
yoldan hiç udûl etmez.
Diyor Kur'ân: "Bilenler, bilmiyenler bir değil... Heyhât
Nasıl yeksân olur zulmetle
nûr, ahyâ ile emvât!”[275]
3.2.5.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Bu şiir,
ilmin gerekliliğini ve önemini belirten bir şiirdir. Kur’ân’ın ilimle alakalı
en can alıcı âyetlerinden biri olan “Hiç, bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?" manasındaki âyet şiire iktibas edilerek, konunun önemine dikkat
çekilmiştir. Böylelikle şiir, âyetin izahı ve açıklaması durumuna gelmiştir.
Şiirde ilim, insan için kazanılması ve meşgul
olunması gereken bir unsur olarak belirtilmekte; insanların ilme karşı olan
önyargılarından ve duyarsızlıklarından bahsedilmektedir. Şair, câhil ile âlimin
hiçbir sûrette denk olamayacaklarını izah ederek, bilenle bilmeyeni, karanlık
ile nura; ölüm ile hayata benzetmektedir. Bu benzetme ile de câhil ile âlimin
ne kadar zıt kutuplarda olduğuna işaret edilmiştir.
3.2.6. Necm Sûresi 39. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
330
وأن لْيس للْإنسان إلا ما سعى
MEÂLİ
“İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka
şey elde edemez.”
Sus ey dîvâne! Durmaz
kâinâtın seyr-i mu'tâdı.
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi
feryâdı? Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı; Evet, sen kendi
ikdâmınla kaldır git de bîdâdı.
Cihan kanûn-i sa'yin, bak,
nasıl bir hisle münkadı!
Ne yaptın? "Leyse
li'l-insâni illâ mâ-se'â" vardı!331..
3.2.6.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Yukarıdaki
âyet-i celîle “sa’y” konulu şiirde iktibas edilmiştir. Akif, burada âyet ile
şiirin temasını te’kid ederek; şiiri de bu doğrultuda izah etmiştir. Âyeti son
söz olarak kullanmış ve bu mısra ile şiire son vermiştir.
Kâinatın
mu’tâd olan bir kanununun olduğu belirtilen şiirde, insanın feryadının boş
olduğu anlatılmaktadır. “Sa’y” kavramı fıtratın
ahkâmı olarak görülmekte ve evreninde bu kanun ile işlediği
vurgulanmaktadır. İnsana ne yaptığı
sorularak, kendisine âyet-i celîle hatırlatılmaktadır.
3.2.7. Fâtır Sûresi 28. Âyetin Manzum
Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
332
إنّ ما يخْشى الّله منْ عباده الْعلماء
330
Necm,
53/39.
331
Ersoy, Safahat, s.177. 332 Fâtır,
35/28.
MEÂLİ
“Allah’ın kullarından ancak âlim olanları
Allah’tan korkar”
Ey millet uyan! Cehline
kurban gidiyorsun!
İslam´ı da
"batsın!" diye tutmuş, yediyorsun!
Allah´tan utan! Bâri bırak
dini elinden...
Gir leş gibi topraklara
kendin, gireceksen!
Lâkin, ne demek bizleri Allah
ile iskât?
Allah´tan
utanmak da olur ilim ile... Heyhât[276]
3.2.7.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Yukarıda
verdiğimiz âyet, şiirde anlam itibariyle iktibas edilerek, âyetin kendisi
dipnot olarak verilmiştir. Şiir ilim ile cehalet konusunu ele almakta; utanma duygusunun
ilmin bir gereği olduğu ifade edilmektedir. Âyet mana olarak şiirin sonuna
konularak, şiir âyet ile noktalanmıştır.
Millî Şair,
bu şiirde milleti uyanmaya davet ediyor. Milletin cehalet içersinde olduğu
belirtilip, cehline kurban gideceği ifade ediliyor. Birilerinin de bu çöküşe
İslam’ı gerekçe göstermeleri şiirde kınanmaktadır. Kurtuluşun Allah (c.c.)’ı
bırakmakla olacağını söyleyenlerin, bu sözlerinden dolayı utanmaları gerektiği;
bunun da ancak Allah (c.c.) korkusuyla olabileceği belirtilmektedir.
3.2.8. Necm Sûresi 9. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
334
فكان قاب قوْسيْن أوْ أدْنى
MEÂLİ
“Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya
daha az kaldı.”
Bu cûş-i cür'eti etmekte
ansızın mebhût,
Şu ses ki, mevc-i bülendiyle
çalkanır melekût:
"Unutma
kendini, hem bilmiş ol ki ey insan, Müebbeden kalacak hilkatin esâsı nihan.
Semâyı
alması kâbil mi bir avuç hâkin? O sâhalar ki yetişmez ziyâ-yı idrâkin,
Tasavvur et: Ceberûtum için
bidâyettir!
Mükevvenât ki fikrince
bî-nihâyettir,
Kemîne zerresidir âsümân-ı
hilkatimin.
Gelip kenârına ummân-ı
sermediyyetimin,
Rükû eder ebediyyen, kıyâm
eden idrâk;
Zekâ sücûda varır, vehm olur
karîn-i helâk.
Senin o sâhada yoktur işin! O
sâha, benim,
Bütün halâika mesdûd Kâbe Kavseyn'im![277]
3.2.8.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Yaratılışın
sırrının insan tarafından ihata edilemeyeceğinin vurgulandığı şiirde, âyet-i
kerîme bu anlamı te’kid için kullanılmıştır. Âyet, Hz. Peygamberin, Allah (c.c)
ile buluşmasını ifade etmektedir. Bu buluşmada Allah ile Resûlü arasında iki
yay kadar mesafe kalmıştır. Şair bu vak’aya işaret ederek, insanın yaratılış
sırrına erişmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Efendimizin de bu noktaya
kadar gidebilmiş olması insanın sınırının buraya kadar olduğunu göstermektedir.
Şiirde, bir
avuç toprak olarak tanımlanan insanın, semaları ve evreni ihata edebilmesinin
imkânsız olduğu anlatılmaktadır. İnsanın sonsuz olarak gördüğü bu kâinatın,
Allah (c.c)’ın yarattığı âlemlerin zerresi mesabesinde olduğu belirtilmektedir.
İnsan aklının Allah (c.c.)’ın bitmez tükenmez deryasının kenarına kadar
gittiğinde, kıyam halinde duran idrâkın ve zekânın, rukû ve secde edecekleri
anlatılmaktadır. Çünkü insan aklı belli bir sınırdan sonra acziyetinin farkına
varacaktır. İşte bu sınır şiirde “kâbe kavseyn” olarak ifade edilmektedir.
3.2.9. Âl-i İmran Sûresi 159. Âyetin Manzum
Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
فاعْف عنْهمْ
واسْتغْفرْ لهمْ وشاورهمْ في الأمْر فإذا عزمْت
فت وآّ ْلْ على
الّله[278]
MEÂLİ
“Onları affet, onlar için mağfiret dile; iş
hakkında onlara danış; bir kere de karar
verdin mi Allah’a (tevekkül et) dayan…”
Tevekkül
olmaya görsün yürekte azme refik; Durur mu şevkine pervâne olmadan tevfik?
Cenâb-ı Hak ne diyor bak,
Resûl-i Ekrem'ine:
"Bütün
serâiri kalbin ihâta etse, yine,
Danış
sahâbene dünyâya âid işler için;
Rahîm ol
onlara... Sen, çünkü, rûh-i rahmetsin.
Hatâ
ederseler aldırma, afv et, ihsân et; Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.
Verip
kararı da azm eyledin mi... Durmayarak, Cenâb-ı Hakk'a tevekkül edip yol almaya
bak."
Demek
ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde; Yanında bir de tevekkül o azmi teyîde.
Hülâsa, azm ile me'mûr olursa
Peygamber;
Senin hesâbına artık, düşün
de bul, ne düşer!
Şerîatin ikidir en muazzam
erkânı;
Kimin ki
öyle müzebzeb değildir îmânı; Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder…
Açıkça
söyleyelim: Azm eder, tevekkül eder. Ne din kalır, ne de dünya bu
anlaşılmazsa...
Hem anlayın bunu artık, hem
anlatın nâsa.337
3.2.9.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Şiir
“tevekkül” kavramının öneminden ve Müslümanların bu kavrama verdikleri yanlış
anlamdan bahsetmektedir. Şiirin akışı içersinde “azim” ve “tevekkül” kavramları
arasındaki münasebet ortaya konulmakta ve yukarıdaki âyet-i celîle devreye
sokulmaktadır. Azmin ve tevekkülün nasıl olması gerektiğini anlatan bu âyetler,
şiire mana itibariyle dahil edilerek âyet dipnot olarak verilmiştir.
Safahat
Şairi, azim ve tevekkülü, Müslümanların sarılmaları gereken iki unsur olduğunu
belirterek, bir peygamberin dahi tevekkül ile me’mûr olduğunu söylemektedir.
Tevekkül ve azim, İslam’ın en temel iki rüknü olarak ifade edilmektedir. Azim
ile tevekkül gereğince anlaşılıp, îmanın bir şartı olarak görülmezse, dinin de
dünyanın da elden gideceği belirtilmektedir.
3.2.10. Haşr Sûresi 19. Âyetin Manzum
Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
338
بأْسهمْ بيْنه ْمْ شديد تحسبهمْ جميعًاً
وقلوبهمْ شتّ ى
MEÂLİ
“Kendi aralarında çekişmeleri şiddetlidir. Sen
onları toplu sanırsın, oysa onların
kalpleri ayrı ayrıdır…”
337
Ersoy, Safahat, s.233-234.
338
Haşr,
59/14, (âyetin bir kısmı).
Bu herc ü merc-i ubûdiyyetin
tevâlîsi;
Sukûtu cebhelerin, sonradan
teâlisi,
Namazda hem beni
gözyaşlarıyle ağlattı;
Hem öyle ağlanacak bir
hakîkat anlattı,
Ki dinlemezseniz elbette
mahvolur millet:
Sizin felâketiniz: Târumâr
olan "vahdet".
Eğer
yürekleriniz aynı hisle çarparsa; Eğer o his gibi tek bir de gâyeniz varsa;
Düşer düşer yine kalkarsınız,
emîn olunuz...
Demek ki birliği temin edince
kurtuluruz.
O halde vahdete hâil ne varsa
çiğneyiniz...
Bu ayrılık da neden? Bir
değil mi her şeyiniz?
Ne fırka
herzesi lâzım, ne derd-i kavmiyyet; Bizim diyânete sığmaz sekiz, dokuz millet!
Bütün bu
tefrikalar, etsenizdi istiknâh, Görürdünüz nereden geldi... Yâ ibâdallâh!
Huzur-i Hak'ta nasıl toplu
durdunuzdu demin?
Günahtır, etmeyin artık
ayıptır, eylemeyin!
Şu ihtirâsa uyup az mı verdiniz
kurban?
Şikak için mi eder, sâde,
kalbiniz daraban?
Neden uhuvvetiniz böyle
münhasır namaza?
Çıkınca avluya herkes niçin
boğaz boğaza?
Ne Müslümanlığıdır, anlamam
ki, yaptığınız?
Çıkar yol olmayacak korkarım,
bu saptığınız!
Görünce fesli, atılmak
tasarlayıp bıçağı;
Görünce
şapkalı, sinmek değiştirip sokağı; Gönüller ayrı oluş, sîneler bir olsa bile...
Nifâk alâmeti bunlar, kuzum,
tamâmiyle:
Nifâka
buğz ediniz hâlisen li-vechillâh; Halâs eder sizi ihlâsınızla belki İlâh.
Münâfığın sonu gelmez, söner
sefil ocağı...
Bugün tüterse henüz gelmemiş,
demek ki, çağı!
Nedir ki, verdiği yangınla
memleket de biter,
Saçak tutuşmadan evvel
basılmamışsa eğer.[279]
3.2.10.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Yukarıda
meâli verilen âyetin sebeb-i nuzûlüne bakıldığında, bu âyetin münâfıklar ile
Yahûdîler hakkında nâzil olduğu görülecektir.[280]
Hz. Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm’ın, Medineli Yahûdîler’den Benî Nâdir ile savaş
yapmaları kaçınılmaz olunca, münâfıkların da Yahûdîler’den yana tavır alarak
Müslümanlara saldıracakları haber alınmıştı. Allah (c.c.) Müslümanların gönlüne
ferah vermek için bu âyeti indirmiş, münâfıkların toplu görünmelerinin sadece
bir görüntü olduğu beyan edilmiştir.341
Safahat
Şairi, münâfıklar hakkında nâzil olan bu âyeti, aynı durumda oldukları için
kendi dönemindeki Müslümanlar hakkında kullanmıştır. Akif’e göre Müslümanlar
da, tıpkı münâfıklar gibi toplu görüldükleri halde, dağınık bir vaziyettedirler.
Âyette geçen “بأْس” kelimesi “çekişme” olarak; “شتّ ى”
kelimesi de “ayrı ayrı” olarak tercüme edilmiştir. Bu kelimelerin kapsadığı
mana itibariyle, âyetin aynı durumda olan bütün topluluklara hitab ettiği
düşünülmüştür.
Şiirde âyet
ile paralel olarak vurgu yapılan kavramlar “nifak” ile “vahdet” kavramlarıdır.
Müslümanların nifak alametlerini taşıdıkları ve dağınık bir görüntü arz
ettikleri belirtilmiştir. Kendi toplumlarındaki Müslümanların birbirleriyle
kanlı bıçaklı oldukları tespiti arz edilip, bu bölünmüşlüğün çaresinin vahdet
olduğu ifade edilmiştir.
3.2.11. Enfâl Sûresi 25. Âyetin Manzum
Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
واتّ قوْاْ فتْن
ًةً لاّ تصيبنّ الذين ظلموا منكمْ خآصّ ةً[281]
MEÂL
“O fitneden sakının ki, aranızdan yalnız
haksızlık edenlere erişmekle kalmaz…”
Yanında yaş da yanar,
çâresîz, yanan kurunun...
Diyor Kitâb-ı İlâhî: "O fitneden korunun,
Ki sâde
sizdeki erbâb-ı zulmü istîlâ Eder de, suçsuz olan kurtulur değil aslâ!.."
Hesâb edin ne kadar bîgünâhın aktı kanı...
Beş on vatansız için nâra
yakmayın vatanı!
Hudâ rızâsı için kaldırın
nifâkı... Günah!
Alev saçaklara sarsın mı, yâ
ibâdallâh!
Sararsa hangimizin hânümânı
kurtulacak?
O bir tutuşmaya görsün, ne od
kalır, ne ocak!
Neden
beş altı vatansız beş altı kundakçı, Yığın yığın buluyor arkasında yardakçı?
Niçin hakîr oluyor, sonra,
durmayıp öteden,
" Koşun! diyen, bu
cehennem henüz kıvılcım iken. "
Ne intibâha çalışmak, ne
i'tilâya emek;
Cihan yıkılsa bizim halk
uyanmadan gidecek!
Onun kıyâmı için Sûr'u
beklemek lâzım!
Bu duygusuzluğa bir çâre yok
mu, Allâh'ım?343
3.2.11.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Yukarıda
zikrettiğimiz âyet-i kerîme, şiirde meâlen iktibas edilmiştir. Şiir,
Müslümanların birliğinden ve beraberliğinden söz ettikten sonra sözü
“tefrikaya” getirmiştir. Milletin tefrikaya düşmelerinin açık alameti olarak da
“nifak” gösterilmektedir.
Akif, yaşın yanında kurunun da yanacağını
ifade ederek, milletin tümünü kuşatan bu fitneden sakınılması gerektiğini beyan
etmektedir. Şair, bu atasözünü de zikrederek âyetin manasını pekiştirmiştir.
Nifak denen hastalık, bir ateşe benzetilerek, bu ateşin bir kıvılcımı ile bütün
vatanın yangın altında kalacağı belirtilmektedir.
Âyette geçen
“fitne” kavramı daha sonra cehenneme benzetilerek, bu cehennemin toplumu
sarmasını engellemek isteyenlerin de hor görüldüğü ifade edilmektedir. Halkın
bu fitneden bîhaber olduğu ve derin bir uykuda olduğu belirtilerek, Allah
(c.c.)’tan yardım istenmektedir.
3.2.12. Saff Sûresi 4. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
344
آأنّ هم بنيان مرْصوص
MEÂLİ
“Onlar taşları birbirine kenetlenmiş bir bina
gibidirler”
O îmandan velev pek az nasîb
olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı
görmezdin bu zillette!
O îman ittihâd isterdi
bizden, vahdet isterdi...
Nasıl "bünyân-ı mersûs" olmamız lâzımsa gösterdi.
Peki! Bizler ne yaptık? Kol
kol olduk târumâr olduk...
Nihâyet bir denî sadmeyle
düştük, hâk-sâr olduk!
O îman kuvvet ihzârıyle
emretmişti... Lâkin, biz
"Tevekkelnâ" deyip
yattık da kaldık böyle en âciz!345
344 Saff, 61/4, (âyetin son kısmı). 345 Ersoy, Safahat, s.275-276.
3.2.12.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Zikrettiğimiz
bu âyet, Âl-i İmrân sûresinin 173. âyetinin izah edildiği şiirde, mana
itibariyle zikredilmektedir. Bu bakımdan âyet-i kerîme şiirin ana konusunu
teşkil eden âyetin tefsiri mahiyetindedir. Âyetin şiirde tamamı zikredilmeyip,
“bünyân-ı mersûs” ifadeleriyle telmihî olarak zikredilmektedir.
Hakikî
Müslümanlığın ele alındığı şiir, Müslümanların vahdetinden bahsetmektedir.
Müslümanlar ise tarumar olmuş bir vaziyette olduklarından, Kur’ân ile ters
düşmektedirler. Millî Şair, Kur’ân’ın insanlara “bünyân-ı mersûs” diyerek,
onları vahdete çağırdığını ifade etmektedir.
3.2.13. “لا خوْف عليْهمْ” İbaresinin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
346
لالا خوْف عليْهمْ
MEÂLİ
“Onlara korku yoktur”
Hoca, mâdem ki bu din: Dîn-i
beşer, dîn-i hayât,
Beşerin
hakka refik olmak için vicdânı, Beşeriyyetle berâber yürümektir şânı.
Yürümez dersen eğer, rûhu
gider İslam'ın;
O yürür, sen yürümezsen, ne
olur encâmın?
Oflu'nun ilmi de olsaydı o
îmâna göre,
Şimdi baştanbaşa tevhîd ile
dolmuştu küre.
O nasıl kalb, o nasıl azm, o
nasıl itmînân?..
İşte tevfık-ı İlâhîye
yürekten inanan;
346 Bu ifade için bkz., Bakara, 2/38,62,262,274,277;
Mâide, 5/69; En’am, 6/48; A’raf, 7/35,49; Yunus, 10/62; Zuhruf, 43/68; Ahkaf,
46/13.
İşte "lâ havfe aleyhim" diye Kur'ân-ı Hakîm,
Bu veli zümreyi etmektedir
ancak tekrîm.[282]
3.2.13.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Şiirde
zikredilen âyet, “lâ havfe” şeklinde Ya’kub kıraatine göre yazılmıştır. Şair,
bu âyetin ya’kub kıraatine göre okunmasının daha doğru olacağı kanaatini
taşımaktadır.[283]
Bu ibare Kur’ân’da on iki yerde geçmektedir. Şiirde bu âyet zikredilerek, Allah
(c.c.)’ın tevfîkine inananların korku görmeyecekleri vurgulanmaktadır.
Şiirin
tamamına bakıldığında Müslümanların, Kur’ân’a bakışları eleştirilmiş, eğitim
sistemi hakkında da analizler yapılmıştır. Müslümanların beşeriyete uygarlık
yarışında ayak uydurmasının bir zorunluluk olduğu, bunun için de ilme
sarılmanın zaruret olduğu vurgulanmıştır. Bu noktada âyet devreye sokularak
Allah (c.c.) yolunda yürüyenlere korku olmayacağı belirtilmiştir.
3.2.14. Asr Sûresinin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن
الرّ حيم
والْعصْر . إنّ الْإنسان
لفي خسٍْرٍ . إلا الذين آمنوا وعملوا الصّ الحات وتواصوْا بالْحقّ وتواصوْا بالصّ
بْر349
MEÂLİ
“İkindiye kasem ederim ki insan muhakkak
ziyandadır. Ancak îmanı olan kimselerle a’mâl-i salihada bulunanlar; bir de
birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı
tavsiye edenler ziyanda değildir.”
Hâlik'ın nâ-mütenâhî adı var,
en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkın
elinden tutmak!
Hani, Ashâb-ı Kirâm,
ayrılalım, derlerken,
Mutlakâ "Sûre-i
ve'l Asr"ı okurmuş, bu neden?
Çünkü
meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;
Başta
îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,
Sonra hak
sonra sebat. İşte kuzum insanlık.
Dördü
birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.
Müslüman hakka zahîr olmaya
her an mecbûr,
Sarsılır varlığı, göstermeye
başlarsa fütûr,
Hele zulmün galeyânında bu mecbûriyyet, Daha
şiddetli olur başkalarından elbet. Çünkü hak öyle zamanlarda kalır tehlikede,
Çâresizdir onu kurtarmaya bakmak sâde.
Bir adam dursa da bir zâlim
imâmın yüzüne,
Adli emretse, bu zâlim de
onun hak sözüne,
İnkıyâd
eyleyecek yerde tutup kıysa ona, O mücâhid yazılır ta şühedânın başına.
Hamza'da sonra gelen şanlı
şehîd ancak odur.
Hak için can verenin pâyesi
elbet bu olur.
Hakkı bir zâlime ihtâr, o ne
şâhâne cihâd!
"En büyüktür" dedi
Peygamber-i pâkîze-nihâd.
Hak zelîl oldu mu millet de,
hükûmet de zelîl.
"Hangi ümmette ki
müşkildir edilmek tahsîl,
Âcizin
hakkı kavîlerden... O, kuvvetlenemez... " - Ne güzel söz bu! Şümûlüyle
beraber mûcez.
-
Ömer'in hutbesi aklında mı
bilmem?
-
Bilmem...
-
"Eyyühe'n-nâs, ederim
taptığım Allâh'a kasem,
Yoktur aslâ şu cemâ'atte ki
hiçbir âciz,
Benim indimde sizin olmaya en
kâdiriniz,
Bir kavînizde olan hakkını
kurtarmam için.
Bir kavî kimse de yoktur ki
bu ümmette, bilin!
En zaîf olmaya nezdimde,
tutup kendinden,
Âcizin hakkını ısrâr ile
isterken ben…”[284]
3.2.14.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Şiirde Asr sûresi ismen zikredilip, bu sûrede
bulunan kavramlar izah edilmeye çalışılmıştır. Ashâb-ı kirâmın bu sûreyi yoğun
bir şekilde okumalarının sebebi; mutluluğun sırrının bu sûrede saklı olmasıyla
açıklanmıştır. Sûrede geçen îman, salâh,
hak ve sabır kavramları üzerinde durularak insanın kurtuluşunun bu
mefhumlara sarılmasıyla mümkün olacağı belirtilmektedir.
Şiirde en
çok işlenen kavram “hak” kavramıdır. Hak kavramı şiirde ilk olarak “adaletin
gereği olan her türlü hak” anlamında kullanılmıştır. Zulmün en yaygın olduğu
dönemlerde, bu kavrama her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulacağı
belirtilmiş, adaleti ikame etmek için de çalışmanın zorunluluğu ifade
edilmiştir. Hak kavramı bu bağlamda
zulmün karşıtı olan bir mefhum olarak telakkî edilmiştir. Adalet ise “hakkın” tesis edilebilmesi için zorunlu bir şart olarak
ortaya çıkmaktadır.
Hak kelimesinin izahı yapılırken,
adaleti tesis etmek uğruna öldürülenlerin, şehit mesâbesinde oldukları
bildirilmektedir. Hatta bu kişi, Hz. Hazma (r.a.)’dan sonra gelen şanlı şehit olarak nitelendirilmektedir.
Çünkü hak için ölmenin payesi olsa olsa şehitliktir.
Hakkı, zâlim bir sultana ihtar etmek, büyük
bir cihad olarak ifade edilmektedir. Cihadın bu şeklini Hz. Peygamber’e ait
bir hadîs[285]
ile te’yid eden Akif, Hz. Ömer (r.a.)’e ait olan bir hutbe ile de zamanının
hükümetine göndermelerde bulunmuştur.
3.2.15. İsrâ Sûresi 88. Âyetin Manzum Yorumu
بسْم اﷲ الرّ حْمن الرّ حيم
قل لئ ن اجْتمعت الإنس والْجنّ على أن يأْتوْاْ
بمثْ ل هـذا الْقرْآن
352
لا يأْتون بمثْله ولوْ آان
بعْضهمْ لبعٍْضٍ ظهيرًاً
MEÂLİ
De ki: “Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler,
bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine
destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de
onun gibi bir Kitap meydana getiremezler.”
KUR’ÂN’A HİTÂB
Yâ Rab bu nasıl kitab-ı âli?
İdrake sığmıyor meâli.
Ulviyetin
eyleyenler inkâr,
Bir
mislini eylesinler izhâr.
Elhak o
kitab-ı bî-nazîre,
Meydana
getirmeden nazîre,
Âciz bu
cihâniyân âciz,
Kim
muktedir, ins ü cân âciz?
Mâdâm ki iktidar yoktur,
Tanzîre de ictisâr yoktur.
Ahmed ki nebiyy-i bî-gümandır, Kur’ân ile feyz
yâb-ı şandır. Fe’tû… diyerek Resûl-i
Ekrem,
Eylerdi müannidîni mülzem.
Fe’tû denilince ehl-i inkâr,
Kabil mi ki eylesinler isrâr,
352 İsrâ, 17/88.
Da’vâya mahal kalır mı artık?
Gavgâ ve cedel kalır mı
artık?[286]
3.2.15.1. Telmihî Âyet ve Manzum Yorumun
Değerlendirilmesi:
Kur’ân’ın
dört yerinde yukarıda zikredilen âyete benzer âyetler bulunmaktadır. [287]
Şair’in, “fe’tû…” diyerek hangi âyeti kastettiğini tam olarak bilme imkanımız
bulunmamaktadır. Ancak Kur’ân’ın mu’ciz bir kitap oluşundan, insanlar ile
cinlerin bir benzerini meydana getiremeyeceklerinden bahseden, İsrâ sûresi 88.
âyeti, anlam olarak bu şiirle örtüşmektedir. Bu sebeplerden dolayı İsrâ sûresi
88. âyetini şiire başlık yapmayı uygun bulduk.
Şiirde
“Fe’tû…” ifadesinin Hz. Peygamber’e atfedilmesi, bu sözün Hz. Peygamber’e ait
bir söz olduğundan değil; Efendimiz’in âyetlerde geçen bu ifade ile müşriklere
meydan okumasından dolayıdır. Hz. Peygamber, Mekke’li müşriklerin soruları
karşısında Kur’ân ile techiz ve te’kid edilmiş, çoğu kez onların sorularına
âyetler ile cevap vermiştir.
Bu âyetin
burada telmihî olarak zikredilmesi, Kur’ân’ın i’câzını belirtmeye yöneliktir. İnsan
ve cin neslinin Kur’ân’a nazîre olarak bir kitap ortaya koymalarının mümkün
olmadığı belirtilerek, Kur’ân’ın mucizevî bir kitap oluşu vurgulanmaktadır.
Akif, Kur’ân’ın Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş ulvî bir kitap oluşunu,
manasının idrake sığmayacak kadar geniş olmasına ve insan ile cin neslinin bir
araya gelse bile benzeri bir kitabı meydana getiremeyeceklerine bağlamaktadır.
SONUÇ
Safahat
Şairi Mehmet Akif Ersoy (1873-1936), Türk edebiyatına yapmış olduğu
katkılarının yanında, zamanının büyük bir bölümünü Kur’ân’a ayırmış ve bu
doğrultuda bir çok eser telif etmiştir. Eserlerinin tamamını dikkate
aldığımızda Akif’i, Kur’ân’ı hayatının merkezine koymuş bir şahsiyet olarak
görebiliriz. Esasen onun edebiyat alanında ortaya koymuş olduğu eserleri de
Kur’ân ekseninde değerlendirmek yerinde olacaktır. Gerek şiirlerine, gerek makalelerine,
gerekse yapmış olduğu tercümelere bakıldığında, bu eserlerin Kur’ân ile ne
kadar iç içe bir görüntü arz ettiklerini müşahede etmek mümkündür.
İstiklal
Şairi, Kur’ân’ın toplumu harekete geçiren dinamik yapısını fark etmiş ve bu
doğrultuda toplumu aydınlatmaya çalışmıştır. Milletin, Kur’ân’ı âtıl bir
vaziyette bıraktığının farkında olduğundan, milletin kalkınmasını ve içinde
bulunduğu zelil durumdan kurtulmasını yeniden Kur’ân’a dönmeye bağlamıştır. Bu
bağlamda toplumun, hatta insanlığın kurtuluşunu Kur’ân’a uymada görmüştür.
Asırlar
boyunca Kur’ân’a hizmet eden âlimler bulunduğu gibi, Akif de kendi döneminde bu
hizmetin devamına bir katkı sağlamak maksadıyla, Kur’ân ile alakalı çeşitli
çalışmalar yapmıştır. Kur’ân’a yönelik bu çalışmaların birinci ayağını yapmış
olduğu âyet ve sûre tefsirleri ile Kur’ân’dan ilham alarak yazdığı şiirleri
oluşturmaktadır.
Safahat
Şairi, gerek tefsir makalelerinde, gerekse Kur’ân’dan ilham alarak yazdığı
şiirlerinde, toplumu aydınlatmaya ve toplumdaki aksaklıkları belirtmeye mâtuf
yazılar kaleme almıştır. Milletin içinde bulunduğu problemleri, bir sosyal
bilimci edasıyla tahlil ederek, bu sorunlara Kur’ânî çözümler aramıştır. Yazı
ve şiirlerinde birlik ve beraberlik, kardeşlik, sabır, adalet, çalışma, azim, atalet,
fesat, ilim, tevekkül vb. mefhumları işleyerek, toplumu bu konularda
aydınlatmayı gaye edinmiştir.
Tefsir
makalelerinin ve şiirlerin yazılış amacı, pratik neticeler üzerine kurulmuştur.
Toplumun Kur’ân ile arasındaki mesafenin giderek artması, Kur’ân’ı anlamanın
ehemmiyetsiz ve faydasız görülmesi, Kur’ân’ın “bilinecek bir tarafı kalmamış”
gibi algılanması ve eğitim sisteminin tefsir ilmine yeterince önem vermemesi,
Akif’in Kur’ân tefsiriyle meşgul olmasına sebep olmuştur.
Millî Şair,
bu tefsir makalelerini ve Kur’ân’dan ilham alarak yazdığı şiirlerini, klasik
tefsirlerden farklı olarak, serbest ve kısa bir şekilde kaleme almıştır.
Şair’in bundan maksadı tefsir yazmaktan ziyade, toplumu Kur’ân’dan haberdar
etmektir. Kısa ve öz bir şekilde yazılan bu tefsirlerin merkezinde toplum
vardır. Toplumun İslam’dan uzaklaşması, ahlakî çöküntünün mevcudiyeti, Kur’ân’a
yeterince önem ve özenin gösterilmemesi vb. sebeplerden dolayı Akif, tefsir
yazmaya karar vermiştir.
Biz Şair’in
tefsir makalelerini ve Kur’ân’dan ilham alarak yazdığı şiirlerini “İctimâî
Tefsir Metodu” çerçevesinde değerlendirmeyi uygun bulduk. Bu tespitimizi şu
sebeplere dayandırmaktayız:
1-
İctimâî metodda olduğu
gibi, Akif’in tefsir yazıları ve şiirlerinde ana konu, sosyal konulardır.
2-
Şair, tefsir makalelerinde
olsun, âyet tefsirlerini yaptığı şiirlerinde olsun “Kur’ân’ın hidayet yönünü”
ön planda tutmuştur.
3-
Tefsir yazıları ve şiirler
sade bir dille yazılıp fazla ayrıntıya girilmemiştir. Gerekli görülen yerlerde
ayrıntıya inilmiştir.
4-
Âyetlerin bazı belagat ve
i’câz yönlerine işaret edilmesi dışında, uzun uzun i’rab tahlillerine yer
verilmemiştir.
5- İctimâî konulara ağırlık verildiği için tefsir dinamik bir durum
arz etmektedir.
6- Âyet tefsirleri pratik neticeler üzerine tesis edilmiştir.
Tefsir
yazılarının en bariz özelliği, sade ve kısa olmasıdır. Tefsir yazılarında fazla
detaya inilmeden, ortalama insanın anlayabileceği sadelikte yazılar kaleme
alınmıştır. Gaye, klasik tefsirlerde olduğu gibi, lafzî tahliller değildir.
Çünkü bu gibi ayrıntılar, zaten mevcut tefsir kitaplarında bulunmaktadır.
Ayrıntı ve teferruata girilmemesinin sebebi, Kur’ân’ın mesajının insanlara en
kısa yoldan ulaştırılması temennisidir. Bu maksada uygun olarak, âyet
tefsirleri anlaşılır ve özet bir tarzda kaleme alınmıştır.
Klasik
tefsirlerde görülen kelam, fıkıh, akaid gibi ilimlere ait bahislere çok nadiren
yer verilmiştir. Tefsir yazıları genellikle âyetler ve hadîsler kullanılarak
kaleme alınmıştır. Tefsir yazılarındaki hâkim unsur, Kur’ân’ın Kur’ân ile
tefsiri yöntemidir.
Bunun
dışında esbâb-ı nüzûl rivayetleri de sık sık kullanılmıştır. Âyetlerin Mekkî ya
da Medenî olduklarının belirtilmesine özen gösterilmiştir. Akif, bazı âyetlerin
tefsirlerinde tamamen kendi görüşlerine ağırlık vermiştir. Yeri geldikçe
Zemahşerî ve Abduh gibi müfessirlerden alıntılar yapılmıştır.
Kıssalara ve
kıraatlere fazla yer ayrılmamıştır. Âyetlerin tefsirleriyle alakalı Hz.
Peygamber döneminde cereyan eden bazı olaylar ele alınmıştır. Lügat bakımından
bazı kavram tahlilleri yapılarak, âyetlerin izah edilmesi cihetine gidilmiştir.
Ancak bu kavram tahlilleri, derinlemesine tahliller olmayıp, âyetin anlamını
açıklamaya yardım edecek mahiyettedirler. Nahiv ilmine ait açıklamalara da yer
verilen yazılarda, bazen de belâgatla alakalı unsurları görmek mümkündür.
Millî Şair,
Kur’ân’ı tefsir edebilmenin ön şartlarından biri olan, Arap dil ve gramer
yapısının inceliklerine son derece hâkimdir. Küçük yaşlarından itibaren
devrinin muteber hocalarından Arapça dersler görmüş olması ve şahsî
gayretleriyle bazı dil çalışmaları yapmış olması, onun bu lisana olan
vukûfiyetini arttırmıştır. Kendi döneminin en ileri derecede Arapça bilen
kişileri arasındadır ki bazı medrese hocaları Arapça müşkillerini çözebilmek
için, Akif’in yardımlarına başvurmuşlardır. Diyanet İşleri tarafından, onlarca
medrese hocası dururken Kur’ân’ın meâli işinin Akif’e verilmesi bu sebebe
binâendir. Bunlar da göstermektedir ki Akif, zamanının en yüksek Arapça
bilgisine vâkıf kişiler arasında yer almaktadır.
Bir İslam
şair ve mütefekkiri olarak Akif’in Kur’ân’a hizmetinin ikinci ayağını yapmış
olduğu Kur’ân meâli oluşturmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
kendisine tevdi edilen Kur’ân’ın Türkçe meâli görevini, Mısır’da bulunduğu
yıllarda yerine getirmiştir. Ancak bazı siyasî çekinceleri yüzünden bu meâli
teslim etmeye yanaşmamıştır. Yakın dostlarına ölmesi durumunda bu meâlin
yakılmasını vasiyet etmiş; ölümünün ardından bu vasiyet yerine getirilmiştir.
Akif’in
diğer bir Kur’ânî faaliyeti ise, yapmış olduğu âyet ve tefsir tercümeleridir.
Şair, birçok âlimin tefsirlerinin tercümesini Sırât-ı Müstakîm ve
Sebîlü’r-Reşad mecmuasında yayımlamıştır. Bunların başında gerek fikirlerinden,
gerekse tefsir metodundan etkilendiği M. Abduh gelmektedir. Abduh’tan Asr
sûresi ile amme cüzündeki muhtelif sûrelerin tefsirlerini tercüme etmiştir.
Abdülaziz Çaviş’in bir ciltlik “Esrâru’l-Kur’ân” adlı tefsirinin de büyük bir
bölümünü Türkçeye tercüme etmiştir.
Kendi dönemi
ve şartları içerisinde değerlendirildiğinde, Akif’in yazmış olduğu tefsir
yazıları bir boşluğu doldurmaya yöneliktir. Daha önce de söylediğimiz gibi onun
asıl maksadı toplumu aydınlatmak ve Kur’ân bilincini oturtmaktır. Yoksa geniş
geniş âyet tahlilleri yapmak değildir. Bu bakımdan Akif’in tefsir yazılarını
kendine has üslubu içersinde değerlendirmek yerinde bir davranış olacaktır.
Netice
itibariyle Mehmet Akif, hem Kur’ân’a hem de milletine hizmet için,
azımsanamayacak hacimde tefsir yazıları yazmış, mümtaz bir şahsiyettir.
Kanaatimizce Şair, edebî yönü kadar, tefsircilik yönü de ön plana çıkarılması
gereken, çok yönlü bir kişiliktir. Akif’in edebî yönünün perdelediği bu yönü,
ilmî araştırmalara mevzu teşkil edecek değer ve muhtevadadır.
KAYNAKÇA
KUR’ÂN-I KERÎM.
ABDÜLKADİROĞLU, Abdülkerim ve Nuran (1992), Mehmet Akif’in Kur’ân-ı
Kerim’i Tefsiri-Mev’ıza ve Hutbeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara.
-
(1987), Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
AYDÜZ, Davut (2004), Tefsir Tarihi Çeşitleri ve Konulu Tefsir, 2.
Baskı, Işık Yayınları, İstanbul.
-
(1996), Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşad
Mecmualarında Çıkan Tefsirle İlgili Yazılar, Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Adapazarı.
AYDEMİR, Abdullah (1993), Ebussuûd Efendi ve Tefsirdeki Metodu, 2.
Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara.
BUHARÎ, Ebû Abdillah Muhammed ibn İsmail, Sahih-i Buharî, İstanbul, ts.
CERRAHOĞLU, İsmail (2006), Tefsir Usûlü, 15. Baskı, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara.
-
(2005), Tefsir Tarihi, 3. Baskı, Fecr Yayınları, Ankara.
CÜNDİOĞLU, Dücane (2004), Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân
Meâli, 2. Baskı, Gelenek Yayıncılık, İstanbul.
-
(2005), Âkif’e Dâir, 1. Baskı, Kaknüs Yayınları,
İstanbul.
ÇANTAY, Hasan Basri (1966), Âkifnâme, nşr., Mürşit Çantay, Ahmet
Sait Matbaası, İstanbul.
ÇETİNER, Bedreddin (1995), Ebu’l-Berekât en-Nesefî ve Medârik Tefsîri,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul.
DEHLEVÎ, Şah Veliyyullah Ahmet b. Abdürrahim (1960), Tercemetü’l-Fevzi’l-
Kebîr fî
Usûli’t-Tefsîr, Karaçi.
DEMİRCİ, Mehmet (1993), Yahya Kemal ve Mehmet Âkif’te Tasavvuf,
Akademi Kitabevi, İzmir.
DEMİRCİ, Muhsin (1998), Tefsir
Usûlü ve Tarihi, M.Ü.İ.F.V. Yay., İstanbul.
DİA (Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi),(2003), Mehmet Akif Ersoy
Maddesi, Haz., M. Orhan Okay ve M. Ertuğrul Düzdağ, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, XXVIII, 432-439.
DÜZDAĞ, M. Ertuğrul (2005), Mehmet Âkif-Mısır Hayat ve Kur’ân Meâli, 2.
Baskı, Şûle Yayınları, İstanbul.
-
(2004), Mehmet Âkif Ersoy, Işık Yayınları,
İstanbul.
-
(1987), Mehmet Âkif Hakkında araştırmalar, 1.
Baskı, Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul.
EBÛ DÂVÛD, Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistanî (1974), es-Sünen, Halep.
ERSOY, Mehmet Akif - (2006), Safahat, Neşr., M. Ertuğrul Düzdağ,
Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul.
-
(1336), “Mev’ıza”, Sebîlü’r-Reşad, c.18, ad. 458,
Şubat, s.183-186.
-
(1336), “Nasrullah Kürsüsünde(Mev’ıza)”,
Sebîlü’r-Reşad, c.11, ad. 464, Teşrinsânî, s.249-259.
-
(1329), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.10,
ad. 259, Ağustos, s.397.
-
(1329), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.10,
ad. 258, Ağustos s.381.
-
(1328), “Hutbe ve Mevâ’ız(Süleymaniya Kürsüsünde)”,
Sebîlü’r-Reşad, c.92, ad. 232, Şubat, s.405-408.
-
(1328), “ Hutbe ve Mevâ’ız(Bayezid Kürsüsünde)”,
Sebîlü’r-Reşad, c.9-2, ad. 230, Kânunsâni, s.373-376.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.9-2,
ad. 223, Kânunevvel, s.261262.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.9-2,
ad. 214, Eylül, s.101-102.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.9-2,
ad. 213, Eylül, s.81-82.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.9-2,
ad. 212, Eylül, s.62-63.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.9-2,
ad. 211, Eylül, s.41-42.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.9-2,
ad. 209, Ağustos, s.4.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 207, Ağustos, s.473.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 206, Ağustos, s.453-454.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 204, Temmuz, s.413-414.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 202, Temmuz, s.373-374.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 199, Haziran, s.314-314.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 198, Haziran, s.293.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 196, Mayıs, s.253-254.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 195, Mayıs, s.233-234.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 194, Mayıs, s.213-214.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 193, Mayıs, s.193-194.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 192, Nisan, s.173-174.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 190, Nisan, s.133-134.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 189, Nisan, s.113-114.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 188, Mart, s.93-94.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 187, Mart, s.73-74.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 186, Mart, s.53-54.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 185, Mart, s.33-34.
-
(1328), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 184, Mart, s.17-18.
-
(1328), “Edebiyat”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1, ad.
183, Şubat, s.9-10.
-
(1327), “Tefsir-i Şerif”, Sebîlü’r-Reşad, c.8-1,
ad. 183, Şubat, s.5-6.
-
(1327), “Azgınlar”, Sırât-ı Müstakîm, c.6, ad.
156, Ağustos, s.401.
-
(1326), “Hürriyet”, Sırat-ı Müstakîm, c.4, ad.
98, Temmuz, s.333.
-
(1326), “Cemaleddin Afganî”, Sırât-ı Müstakîm,
c.4, ad. 90, Mayıs, s.207208.
EDİP, Eşref (1939), Mehmet
Âkif: Hayatı-Eserleri, 2.Baskı, Sebîlü’r-Reşad
Neşriyatı, İstanbul.
İBN EBÎ ŞEYBE, Abdullah b. Muhammed b.
Şeybetü’l-Kûfî (1989), el-Musannef
fi’l-Ehâdîs-i ve’l-Âsâr, Kitabü’l-Fikr, Beyrut.
İBN HIBBÂN, Ebî Hâtim Muhammed (1988), el-İhsân fî Takrîbi Sahîhi İbn Hıbbân,
Beyrut.
İBN KESİR, Ebu’l-Fidâ İmâdüddîn İsmâîl (1980), Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Kâhire.
İMAMOĞLU, Abdülvahit (1996), Mehmet
Akif ve İnanan İnsan, 1. Baskı, Ravza
Yayınları, İstanbul.
İSMAİL, Hekimoğlu (1997), Mehmet Akif’e Göredün Bugün Yarın, 1.
Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul.
İZ, Mahir (1990), Yılların
İzi, İstanbul.
KABAKLI, Ahmet (2003), Mehmet Âkif, 8. Baskı, Türk Edebiyatı
Vakfı Yayınları, İstanbul.
KARAKOÇ, Sezai (2005), Mehmet
Âkif, 9. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul.
KUNTAY,
Mithat Cemal (1939), Mehmet Âkif:
Hayatı-Seciyesi-Sanatı, İstanbul.
KUTAY, Cemal (1992), Necid
ÇöllerindeMehmet Âkif, Boğaziçi Yayınları, İstanbul.
MAHALLÎ, Celaleddin Muhammed b. Ahmed, Tefsir-u Celaleyn, Çağrı Yayınları,
İstanbul, ts.
MEVDÛDÎ, Ebu’l A’la (1997), Tefhîmü’l-Kur’ân, Ter., Ahmed Asrar,
Bengisu Yay., İstanbul.
MÜSLİM, ibn el-Haccac (1981), el-Câmi’u’s-Sahih,
İstanbul.
NAZİF, Süleyman (1991), Mehmet Âkif, Neşr., M. Ertuğrul Düzdağ,
İz Yayıncılık, İstanbul.
PEKOLCAY, Necla (1996), İslamî
Türk Edebiyatı Tarihi, Kitabevi Yayınları,
İstanbul.
SARIKOYUNCU, Ali (2007), Milli Mücadelede Din Adamları I, 5.
Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara.
SUYÛTÎ, Celaleddin Abdurrahman b. Ebî
Bekr, el-Câmi’u’s-Sağîr”, Muhammed
Muhyiddin Abdülhamit neşri, ys, ts.
- Tefsir-u
Celaleyn, Çağrı Yayınları, İstanbul, ts.
ŞENGÜLER, İsmail Hakkı (1992), Mehmet
Akif Külliyatı, Hikmet Neşriyat,
İstanbul.
ŞİMŞEK, Said (1997), Günümüz
Tefsir Problemleri, Esra Yay., İstanbul.
TABERÎ, Muhammed ibn Cerîr (2003), Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân,
Darü’l-Âlimi’l-Kitab, Riyad.
TİRMİZÎ, Ebû İsa (1981), es-Sünen,
İstanbul.
TOPÇU, Nurettin (2006), Mehmet Âkif, Neşr., Ezel Erverdi-İsmail
Kara, 3. Baskı, Dergâh Yayınları,
İstanbul.
YETİŞ, Kâzım (2006), Bir Mustarip Mehmet Akif Ersoy, 1.
Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara.
YILDIRIM, Suat (2006), “Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2)”,
Yeni Ümit, Yıl 18, Sayı 74, Ekim-Kasım-Aralık, İzmir, s.4-7.
- (2006), “Mehmet Akif’in Kur’ân Anlayışı”, Yeni
Ümit, Yıl 18, Sayı 73, Temmuz-Ağustos-Eylül, İzmir, s.5-9.
ZEHEBÎ, Muhammed Hüseyn (1976), et-Tefsîr
ve’l-Müfessirûn, Mısır.
ZERKEŞÎ, Bedruddin Muhammed b. Abdillah
(1957), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân,
İsâ el-Bâbî Matbaası, Mısır.
[1] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Ankara 2005, s.776; Muhsin Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, İstanbul 1998, s.290.
[2] Davut Aydüz, Tefsir Tarihi Çeşitleri ve Konulu Tefsir, İstanbul 2004, s.105.
[3] Aydüz, a.g.e., s.106.
[4] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 2006, s.311; M. Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, İstanbul 1997, s.75.
[5] Şimşek, a.g.e., s.75.
[6] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.311.
[7] Şimşek, a.g.e., s.80.
[8] Şimşek, a.g.e., s.81.
[9] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.312.
[10] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.312; Aydüz, a.g.e., s.106. 11 Aydüz, a.g.e., s.108.
[11] DİA, Mehmet Âkif Ersoy md., Ankara 2003, XXVIII,432.
[12] Abdülvahit İmamoğlu, Mehmet Akif ve İnanan İnsan, İstanbul 1996, s.9.
[13] Kâzım Yetiş, Bir Mustarip-Mehmet Akif Ersoy, Ankara 2006, s.11.
[14] Hasan Basri Çantay, Âkifnâme, İstanbul 1966, s.14; M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, İstanbul 2004, s.2; İmamoğlu, a.g.e., s.9; Yetiş, a.g.e., s.12.
[15] Düzdağ, a.g.e., s.2.
[16] Düzdağ, Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1987, s.17.
[17] Çantay, a.g.e., s.13; Yetiş, a.g.e., s.11; Düzdağ, a.g.e., s.2.
[18] Çantay, a.g.e., s.13.
[19] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy , s.2.
[20] Çantay, a.g.e., s.19; İmamoğlu, a.g.e., s. 11.
[21] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.17-18; Dücane Cündioğlu, Âkif’e Dâir, İstanbul 2005, s.12-15. 23 Çantay, a.g.e., s.14.
[22] Çantay, a.g.e., s.14.
[23] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.5; DİA, Mehmet Âkif Ersoy md., XXVIII,432-433.
[24] Çantay, a.g.e., s.5.
[25] Eşref Edip Fergan, Mehmet Âkif: Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1939, II,220; Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, İstanbul 2004, s.21.
[26] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.6; DİA, Mehmet Âkif Ersoy md., XXVIII,433.
[27] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.6.
[28] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.6.
[29] İmamoğlu, a.g.e., s.10; Yetiş, a.g.e., s.14.
[30] İmamoğlu, a.g.e., s.10.
[31] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy , s.6; Yetiş, a.g.e., s.14.
[32] DİA, Mehmet Akif Ersoy md., XXVIII,433.
[33] Necla Pekolcay, İslamî Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1996, s.339; Yetiş, a.g.e., s.14-15.
[34] Düzdağ, a.g.e., s.8-9.
[35] DİA, Mehmet Akif Ersoy md., XXVIII,433. 38 Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.12.
[36] Yetiş, a.g.e., s.19.
[37] Yetiş, a.g.e., s.17; Düzdağ, a.g.e., s.12.
[38] ., s.17.
[39] DİA, Mehmet Akif Ersoy md., XXVIII,433.
[40] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.41.
[41] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.54-55.
[42] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.70.
[43] ., s.23.
[44] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.97.
[45] Edip, a.g.e., s.117.
[46] Edip, a.g.e., s.56; Yetiş, a.g.e., s.25.
[47] ., s.26; Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları I, Ankara 2007, s.27.
[48] Cemal Kutay, Necid Çöllerinde Mehmet Akif, İstanbul 1992, s.112.
[49] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.27.
[50] Ahmet Kabaklı, Mehmet Âkif, İstanbul 2003, s.25. 54 DİA, Mehmet Akif Ersoy md., XXVIII,433.
[51] Hekimoğlu İsmail, Mehmet Akif’e Göre Dün Bugün Yarın, İstanbul 1997, s.17-18; Kabaklı, a.g.e., s.25.
[52] Düzdağ, Mehmet Âkif-Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, İstanbul 2005, s.3-5.
[53] Ayrıntı için bkz. Düzdağ, , Mehmet Âkif-Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, s.4-19; Cündioğlu, Âkif’e Dâir, s.12-15.
[54] DİA, Mehmet Akif Ersoy md., XXVIII,434-435. 59 DİA, Mehmet Akif Ersoy md., XXVIII,435.
[55] Düzdağ, Mehmet Âkif-Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, s.126.
[56] DİA, Mehmet Akif Ersoy md., s.435.
[57] DİA, Mehmet Akif Ersoy md., s.435.
[58] Düzdağ, Mehmet Âkif-Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, s.148.
[59] Kabaklı, a.g.e., s.25.
[60] Akif’in muhafazakarlığı ve inkılapçılığı için bkz., Hekimoğlu İsmail, a.g.e., s.86-93.
[61] Sezai Karakoç, Mehmet Âkif, İstanbul 2005, s.22-24; Suat Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân Anlayışı, İzmir 2006, s.7; Mehmet Demirci, Yahya Kemal ve Mehmet Âkif’te Tasuvvuf, İzmir 1993, s.72.
[62] Hekimoğlu İsmail, a.g.e., s.93; Cündioğlu, Âkif’e Dâir, s.78-81.
[63] Mehmet Akif Ersoy, Cemaleddin Afganî, Sırat-ı Müstakîm, s.207-208; Bu makalenin latinize edilmiş şekli için bkz. Abdülkerim-Nuran Abdülkadiroğlu, Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Ankara 1987, s.32-35.
[64] İsmail Hakkı Şengüler, Mehmet Akif Külliyatı, İstanbul 1992, X,252; Demirci, a.g.e., s.71.
[65] Karakoç, a.g.e., s.19-21; DİA, Mehmet Akif Ersoy mad., XXVIII,436.
[66] Yetiş, a.g.e., s.210.
[67] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.72-73; Kabaklı, a.g.e., s.69.
[68] Pekolcay, a.g.e., s.447.
[69] Nurettin Topçu, Mehmet Akif, İstanbul 2006, s.38-43.
[70] Kabaklı ,a.g.e., s.69-70.
[71] Edip, a.g.e., I,183.
[72] Edip, a.g.e., I,674; Düzdağ, Mehmet Âkif-Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, s.135-137.
[73] Ersoy, Safahat, İstanbul 2006, s.494-497.
[74] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli , s.33-34. 80 Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.34.
[75] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.101.
[76] Edip, a.g.e., s.194.
[77] Yıldırım, a.g.m., s.5.
[78] Ersoy, Safahat, s.486-488.
[79] Yıldırım, a.g.m., s.8.
[80] Yıldırım, a.g.m., s.6.
[81] Yıldırım, a.g.m., s.7.
[82] Ersoy, Safahat, s.153.
[83] Kabaklı, a.g.e., s.91-92.
[84] Ersoy, Safahat, s.378. 91 Yıldırım, a.g.m., s.7.
[85] Ersoy, Safahat, s.370.
[86] Topçu, a.g.e., s.23.
[87] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.185-187.
[88] Ersoy, Edebiyat, Sebîlü’r-Reşad, s.9-10.
[89] Kabaklı, a.g.e., s.98.
[90] Ersoy, Edebiyat, s.9-10.
[91] Yetiş, a.g.e., s.76-77. 99 Yetiş, a.g.e., s.179.
[92] Kabaklı, a.g.e., s.95. 101 Yetiş, a.g.e., s.180 102 Yetiş, a.g.e., s.177-178.
[93] Kabaklı, a.g.e., s.95. 104 Yetiş, ., s.188.
[94] Edip, a.g.e., II,221.
[95] Süleyman Nazif, Mehmet Akif, İstanbul 1991, s.6.
[96] Nazif, a.g.e., s.6; Abdülkerim-Nuran Abdülkadiroğlu, Mehmet Akif’in Kur’ân-ı Kerim’i Tefsiri Mev’ıza ve Hutbeleri, Ankara 1992, s.5. 108 Çantay, a.g.e., s.38.
[97] Edip, a.g.e., I,517.
[98] Edip, a.g.e., I,154.
[99] Çantay, a.g.e., s.254.
[100] Edip, ., I,517-518.
[101] Edip, a.g.e., I,523.
[102] Nazif, a.g.e., s.6.
[103] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.26.
[104] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.35.
[105] Edip, a.g.e., I,197.
[106] Çantay, a.g.e., s.40.
[107] Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Âkif: Hayatı-Seciyesi-Sanatı, İstanbul 1939, s.146.
[108] Cündioğlu, Bir Kur’ân airi-Mehmet Akif Ersoy ve Meâli, s.38. 121 Edip, ., I,269.
[109] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.41.
[110] Edip, a.g.e., I,591-592.
[111] Cündioğlu, Bir Kur’ân airi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.42-43.
[112] Edip, a.g.e., I,671.
[113] Ayrıntılı bilgi için bkz., Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.45-46.
[114] Ersoy, Safahat, s.4.
[115] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.68. 129 Cündioğlu, Bir Kur’ân airi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.70. 130 Edip, a.g.e., I,518.
[116] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.69-71. 132 Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.71-72. 133 Edip, a.g.e., I,23.
[117] Edip, a.g.e., I,141.
[118] Edip, a.g.e., I,197.
[119] Edip, a.g.e., I,518.
[120] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.84-85.
[121] Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.86. 139 Kuntay, a.g.e., s.102.
[122] Cündio lu, Bir Kur’ân Şairi-Mehmet Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli, s.93.
[123] Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul 1990, s.125.
[124] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.156-157.
[125] , s.157.
[126] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.157.
[127] ğ , s.157-159.
[128] Ersoy, Safahat, s.99.
[129] , s.159-160.
[130] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.160.
[131] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.160.
[132] Düzdağ, Mehmet Âkif-Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, s.163.
[133] Cündioğlu, Âkif’e Dâir, s.19-20. 152 Pekolcay, a.g.e., s.343.
[134] Çantay, a.g.e., s.331.
[135] Düzdağ, Mehmet Âkif-Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, s.180-181; DİA, Mehmet Âkif Ersoy md., XXVIII,434.
[136] DİA, Mehmet Âkif Ersoy md., XXVIII,434. 156 Düzda , Mehmet Akif Ersoy, s.161-162.
[137] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.161.
[138] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.162. 159 Düzda , Mehmet Akif Ersoy, s.154.
[139] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.155.
[140] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.155.
[141] Ersoy, Safahat, s.102.
[142] Ersoy, Safahat, s.102-103.
[143] DİA, Mehmet Âkif Ersoy md., XXVIII,434.
[144] Hekimoğlu İsmail, a.g.e., s.17-18; Düzdağ, Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar, s.226. 166 Hekimo lu İsmail, a.g.e., s.25.
[145] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.110. 168 Düzda , Mehmet Akif Ersoy, s.155.
[146] Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, s.156.
[147] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, s.5-6. 171 Yıldırım, a.g.m., s.6.
[148] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 24 Şubat 1327, c.8-1, ad. 183, s.5-6.
[149] Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2), İzmir 2006, s.4. 174 Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2), s.7.
[150] Aydüz, Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşad Mecmualarında Çıkan Tefsirle İlgili Yazılar, Adapazarı 1996, s.30-31.
[151] Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2), s.7. 177 Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân Anlayışı, s.6.
[152] Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2), s.4. 179 Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân Anlayışı, s.6.
[153] Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2), s.4.
[154] Aydüz, Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşad Mecmualarında Çıkan Tefsirle İlgili Yazılar, sy. I, s.
[155] ; Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2), s.4.
[156] Aydüz, Tefsir Tarihi, Çeşitleri ve Konulu Tefsir, s.109.
[157] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 14 Haziran 1328, c.8-1, ad. 199, s.314.
[158] Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân’a Bakışı (2), s.7.
[159] Yıldırım, Mehmet Akif’in Kur’ân Anlayışı, s.7.
[160] ad, 8 Mart 1328, c.8-1, ad. 185, s.33-34.
[161] ad, 10 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 194, s.213-214.
[162] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 22 Mart 1328, c.8-1, ad. 187, s.73-74.
[163] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 7 Haziran 1328, c.8-1, ad. 198, s.293-294.
[164] Ayrıntı için bkz., Celaleddin el-Mahallî-Celaleddin es-Suyutî, Tefsir-u Celaleyn, s.156-157.
[165] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 9 Ağustos 1328, c.8-1, ad. 207, s.473.
[166] ad, 5 Nisan 1328, c.8-1, ad. 189, s.113-114.
[167] ad, 3 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 193, s.193-194.
[168] Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefîr ve’l-Müfessirûn, 1976 Mısır, I,37-38.
[169] Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1957 Mısır, II,173174.
[170] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 10 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 194, s.213. 197 ad, 6 Eylül 1328, c.9-2, ad. 211, s.41-42 198 ad, 29 Mart 1328, c.8-1, ad. 188, s.93-94.
[171] Mâide, 5/67; Cin, 72/23.
[172] Zerkeşî, a.g.e., II,156-157.
[173] İbn Hıbbân, Sahîh, Beyrut 1988, I,330; İbn Ebî Şeybe, Musannef, Beyrut 1989, VI,176; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Kâhire 1980, I,389.
[174] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 13 Eylül 1328, c.9-2, ad. 212, s.62-63.
[175] Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr, I,156.
[176] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 7 Şubat 1328, c.9-2, ad. 232, s.405-408.
[177] Buharî, Salat 88, Edeb 36; Müslim, Birr 65.
[178] Ersoy, Tefsir-i Şerîf ad, 25 Teşrinsânî 1336, c.11, ad. 464, s.251-253.
[179] Zehebî, a.g.e., I,57-59.
[180] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 24 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 196, s.253-254.
[181] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 6 Eylül 1328, c.9-2, ad. 211, s.41-42.
[182] Ayrıntılı bilgi için bkz., Zerkeşî, a.g.e., I,22-29; Şâh Veliyyullah ed-Dehlevî, Tercemetü’l-Fevzü’lKebîr fî Usûli’t-Tefsîr, 1960 Karaçi, s.27.
[183] Zerkeşî, a.g.e., I,22.
[184] ad, 1 Mart 1328, c.8-1, ad. 184, s.17.
[185] ad, 12 Nisan 1328, c.8-1, ad. 190, s.133-134.
[186] ad, 15 Mart 1328, c.8-1, ad. 186, s.53-54.
[187] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 19 Temmuz 1328, c.8-1, ad. 204, s.413.
[188] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.102.
[189] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.106; Abdullah Aydemir, Ebussuûd Efendi ve Tefsirdeki Metodu, Ankara 1993, s.198-199.
[190] Mev’ıza, Sebîlü’r-Reşad, 12 Şubat 1336, c.18, ad. 458, s.184-185. 223 ad, 14 haziran 1328, c.8-1, ad. 199, s.313-314.
[191] ad, 24 Şubat 1327, c.8-1, ad. 183, s.5-6.
[192] ad, 23 Ağustos 1328, c.9-2, ad. 209, s.4.
[193] ad, 23 Ağustos 1328, c.9-2, ad. 209, s.4.
[194] ad, 8 Ağustos 1329, c.10, ad. 258, s.381.
[195] ad, 24 Şubat 1327, c.8-1, ad. 183, s.5-6.
[196] ad, 24 Şubat 1327, c.8-1, ad. 183, s.5-6.
[197] Aydemir, a.g.e., s.232-233.
[198] Aydemir, a.g.e., s.233.
[199] ad, 5 Nisan 1328, c.8-1, ad. 189, s.113-114.
[200] ad, 12 Nisan 1328, c.8-1, ad. 190, s.133-134.
[201] ad, 8 Mart 1328, c.8-1, ad. 185, s.34.
[202] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 10 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 194, s.213.
[203] Ersoy, Tefsir-i Şerîf ad, 15 Ağustos 1329, c.10, ad. 259, s.397. 237 Aydemir, a.g.e., s.237.
[204] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 24 Şubat 1327, c.8-1, ad. 183, s.6.
[205] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 24 Şubat 1327, c.8-1, ad. 183, s.6.
[206] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 22 Mart 1328, c.8-1, ad. 187, s.73-74.
[207] ad, 22 Mart 1328, c.8-1, ad. 187, s.74.
[208] ad, 5 Temmuz 1328, c.8-1, ad. 202, s.373.
[209] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 9 Ağustos 1328, c.8-1, ad. 207, s.473.
[210] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 20 Eylül 1328, c.9-2, ad. 213, s.81.
[211] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 5 Nisan 1328, c.8-1, ad. 189, s.113-114.
[212] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 14 Haziran 1328, c.8-1, ad. 199, s.314.
[213] ad, 19 Temmuz 1328, c.8-1, ad. 204, s.413. 248 ad, 2 Ağustos 1328, c.8-1, ad. 206, s.453.
[214] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 3 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 193, s.193-194.
[215] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 24 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 196, s.253-254. 251 ad, 6 Kânunevvel 1328, c.9-2, ad. 223, s.261-262.
[216] Aydemir, a.g.e., s.178.
[217] ad, 29 Mart 1328, c.8-1, ad. 188, s.94.
[218] ad, 26 Nisan 1328, c.8-1, ad. 192, s.173-174.
[219] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 27 Eylül 1328, c.9-2, ad. 214, s.101.
[220] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 22 Mart 1328, c.8-1, ad. 187, s.73.
[221] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 17 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 195, s.233-234. 258 ad, 29 Mart 1328, c.8-1, ad. 188, s.94.
[222] ad, 15 Mart 1328, c.8-1, ad. 186, s.53-54.
[223] ad, 26 Nisan 1328, c.8-1, ad. 192, s.173-174.
[224] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 7 Haziran 1328, c.8-1, ad. 198, s.293-294.
[225] Şerîf, Sebîlü’r-Re ad, 3 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 193, s.193-194. 263 ad, 3 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 193, s.193-194.
[226] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 24 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 196, s.253-254.
[227] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 20 Eylül 1328, c.9-2, ad. 213, s.81.
[228] ad, 1 Mart 1328, c.8-1, ad. 184, s.18.
[229] ad, 5 Temmuz 1328, c.8-1, ad. 202, s.373-374.
[230] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.303.
[231] Aydüz, Tefsir Tarihi, Çeşitleri ve Konulu Tefsir, s.95 270 Demirci, a.g.e., s.278.
[232] Aydüz, Tefsir Tarihi, Çeşitleri ve Konulu Tefsir, s.95-96.
[233] ad, 24 Şubat 1327, c.8-1, ad. 183, s.5-6.
[234] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 22 Mart 1328, c.8-1, ad. 187, s.73-74.
[235] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 22 Mart 1328, c.8-1, ad. 187, s.73-74. 275 Aydüz, Tefsir Tarihi, Çeşitleri ve Konulu Tefsir, s.74.
[236] Ersoy, Hutbe ve Mevâ’ız, Sebîlü’r-Reşad, 24 Kânunsânî 1328, c.9-2, ad. 230, s.373. 277 Hutbe ve Mevâ’ız, Sebîlü’r-Reşad, 7 Şubat 1328, c.9-2, ad. 232, s.405.
[237] Ersoy, Nasrullah Kürsüsünde, Sebîlü’r-Reşad, 25 Teşrinsânî 1336, c.11, ad. 464, s.249.
[238] Âl-i İmran, 3/26.
[239] Ersoy, Safahat, s.175-177.
[240] Ersoy, Safahat, s.178-180.
[241] Yûsuf, 12/87.
[242] Ersoy, Safahat, s.185-186.
[243] Ersoy, Safahat, s.187-188. 287 Zümer, 39/9.
[244] Ersoy, Safahat, s.189-190.
[245] Âl-i İmran, 3/110, (âyetin bir bölümü)
[246] Ersoy, Safahat, s.191-192.
[247] Bakara, 2/11-12.
[248] Ersoy, Safahat, s.193-194.
[249] Rûm, 30/50.
[250] Ersoy, Safahat, s.195-196.
[251] Ersoy, Safahat, s.215-225.
[252] Bakara, 2/268, (âyetin bir bölümü).
[253] Ersoy, Safahat, s.263-264. 300 Âl-i İmran, 3/102.
[254] Ersoy, Safahat, s.267-268.
[255] İsrâ, 17/72.
[256] Ersoy, Safahat, s.271-272.
[257] Âl-i İmran, 3/173.
[258] Ersoy, Safahat, s.275-276.
[259] Ersoy, Safahat, s.418-420.
[260] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 17 Mayıs 1328, c.8-1, ad. 195, s.233-234.
[261] Hicr, 15/56, (âyetin bir bölümü)
[262] Ersoy, Safahat, s.421-422.
[263] Âl-i İmran, 3/159, (âyetin bir bölümü).
[264] Ersoy, Safahat, s.423-425.
[265] Ersoy, Tefsir-i Şerîf, Sebîlü’r-Reşad, 8 Ağustos 1329, c.10, ad. 258, s.381.
[266] Ersoy, Safahat, s.229-230.
[267] Rûm, 30/4-5, (4. âyetin sonu, 5. âyetin başı)
[268] Bu şiir SM mecmuasında imzasız olarak yayımlanmıştır. Bu şiiri üç sebepten dolayı Akif’e ait olarak görmekteyiz. Birincisi Akif bu mecmuada tefsir yazılarını yazan baş muharrirdir. İkincisi Akif araştırmaları ile bilinen M.Ertuğrul Düzdağ, neşrettiği Safahat’a bu şiiri eklemiştir. Üçüncüsü ise Akif 2. Abdülhamit’in ilk dönemlerindeki politikalarını beğenmediğinden hürriyete olan özlemini ifade etmek için bu şiiri kaleme almıştır.(Ayrıntı için bkz., Hekimoğlu İsmail, a.g.e., s.364-376.)
[269] Ersoy, Hürriyet, Sırat-ı Müstakîm, 8 Temmuz 1326, c.4, ad. 98, s.333. 318 A’raf, 7/155, (âyetin bir bölümü).
[270] Azgınlar, Sırât-ı Müstakîm, 18 Ağustos 1327, c.6, ad. 156, s.401.
[271] Safahat, s.24-25.
[272] Mülk, 67/2, (âyetin baş tarafı).
[273] , s.39-40.
[274] Zümer, 39/9.
[275] , s.128-129.
[276] Ersoy, Safahat, s.190. 334 Necm, 53/9.
[277] Ersoy, Safahat, s.220-221.
[278] Âl-i İmran, 3/159, (âyetin bir kısmı).
[279] Ersoy, Safahat, s.247-248.
[280] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîl-i Âyi’l-Kur’ân, Riyad 2003, XXII,537-538. 341 Ebu’l A’lâ Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, Ter., Ahmed Asrar, Bengisu Yay., İstanbul 1997, VI,401402.
[281] Enfâl, 8/25, (âyetin bir kısmı). 343 Ersoy,Safahat, s.248-249.
[282] Ersoy, Safahat, s.379.
[283] Bkz., Ersoy, Safahat, s.379’ daki dipnot. 349 Asr, 103/1-3.
[284] Ersoy, Safahat, s.379-380.
[285] Tirmizi, Fiten 13; Ebû Davud, Melahim 17.
[286] Ersoy, Safahat, s.487.
[287] Benzer âyetler için bkz., Bakara, 2/23; Yunus, 10/30; Hud, 11/13; Kasas, 28/49.
« Prev Post
Next Post »