MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ
| |
T.C.
YÜZÜNCÜ YIL
ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSİTİTÜSÜ
TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
TASAVVUF BİLİM DALI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Murat KAYA
İslâm dîni, kendisine inananları hem maddi, hem de manevi olarak huzurlu
kılmayı hedef edinir. Bu yönüyle İslâmî disiplinlerin bazıları insanın maddi
boyutuna hitap ederken bazıları da özellikle insanın manevi hazlarma hitap
etmeyi öngörür. Bu bağlamda tasavvuf İlmî, temelde maddiyatta boğulan insanları
maneviyat iklimiyle buluşturmak için doğmuş ve bunu kendine hedef edinmiştir.
Tasavvufun insanın manevi hayâtı olarak da tanımlanması bunun en güzel
göstergesidir.
İnanan insan, her ne kadar maddiyata ve dolayısıyla akla zaman zaman çok
önem atfetmişse de kendisini manevi söylem ve yaşantılardan arındıramamıştır.
Biz de bu gerçekten yola çıkarak, akla verdiği önemle bilinen Mu’tezile
ekolünün en önemli düşünürlerinden olan Ebû Kasım ez-Zemahşerî’nin hayâtını ve
temelde Makâmât adlı eserini araştırma konusu edindik. Bununla, genelde
tasavvufa ve tasavvufi unsurlara uzak olan veya tamâmen reddiyeci bir mantığa
sâhip olduğu düşünülen Zemahşerî’nin tasavvufi kavramlara bakışını ortaya
koymayı hedefliyoruz.
Çalışmamız, Zemahşerî’nin hayâtı ve eserleri, Makâmâtın içeriği ve klâsik
tasavvuf kaynakları ile Makâmât’m mukâyesesi bölümlerinden oluşmaktadır.
Özellikle mukâyese bölümünde tasavvuf klâsikleri olarak bilinen eserleri okuma
ve inceleme imkânını bulduk. Bu araştırma ve inceleme, klâsikleri tanıma imkânı
sağladığından bir tasavvuf araştırmacısı olarak bana büyük faydalar
sağlamıştır.
Murat KAYA
VAN-2006
ZEMAHŞERÎ’NİN (ö.
467-538/1075-1144) HAYÂTI ve ESERLERİ
Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer b. Muhammed b. Ömer el-Hârizmî ez- Zemahşerî,
Sultan Melikşah (ö. 485/1092) ve Vezir Nizâmü’l-Mülk (ö.
485/1092) dönemlerinde Receb ayının 27. Çarşamba günü 467/1075 yılında Hârizimin
Zemahşer köyünde dünyaya gelmiştir. Hârizm, Orta Asya’nın medenî
gelişmesinde büyük tesiri olan ehemmiyetli bölgelerden biridir. Aynı zamanda
i’tizâlî fikirlerin de çok yaygın olduğu bir kent konumundadır.
Zemahşerî, Harizm’de çok meşhur biri olduğundan “Fahr-i Hârizm” ve bir
zamanlar Afekfe’de Kâbe’ye yakın bir yerde ikamet ettiğinden de Allah’ın
komşusu anlamında kendisine “Cârullah” lakapları verilmiştir. Cârullah lakabı
çokça kullanıldığından bununla tanınmıştır.
Zemahşerî, sâlih ve tâkva ehli bir anne ve babanın çocuğudur. Tarih
kitaplarında anne-babası sâlih ve ehli takvâ olarak tanıtılırlar. Babası Şeyh
Ömer b. Muhammed b. Ahmed ez-Zemahşerî (ö. 494/1101), sebebi tam bilinmeyen
bir meseleden ötürü hapsedilmiş ve hapiste iken 494/1101 senesinde vefat
etmiştir. Annesi ise duâları kabul olunan, sâliha, merhametli, yumuşak kalpli
ve ince ruhlu bir kadın idi. Bu sıfatlardan da anlaşılacağı üzere Zemahşerî’nin
âilesi, dînin edep ve terbiyesine bağlı, mütedeyyin bir âile idi.
Zemahşerî’nin bir ayağı kesik idi. Ayak yerine bir tahta parçasına
basıyordu. Ayağının kesilme nedenleriyle alakalı bir çok rivayet vardır.
Bunlardan en meşhuru, tarih kitaplarında geçtiğine göre, Zemahşerî, Bağdat'a gelip
kendisinden ayağının kopma nedeni sorulduğunda sebebinin annesinin bedduâsı
olduğunu söyler. Şöyle ki: Ben küçük yaşta iken bir kuş (güvercin) yakalamış ve
kuşun ayağını bir iple bağlamış idim. Kuş elimden kaçtı ve bir yarığa girdi.
Kuşu daha önce ayağına bağladığım ip ile çektim. Kuşun ayağı koptu. Annem bu
olaya çok üzüldü ve bana dönerek dedi ki: “Onun ayağını kopardığın gibi, Allah
da senin ayağını koparsın.” Sonradan bedduâsı kabul gördü.
Bir rivayete göre de Hârizm'e yaptığı yolculuklar esnasında çok
şiddetli bir soğuğa yakalandığı ve bu nedenle ayağının kesildiği söylenir.
Başka bir rivayete göre de ilim talep etme yaşma geldiğinde Buhara’yz
giderken binekten düşüp ayağının kırıldığı ve daha sonra da kesildiği söylenir?
Müfessir, muhaddis, mütekellim, edib, şair, luğatçı, nahivci, geniş bir
ilme ve fazilete sâhip; el-imâmü’l-Allâme olan Ebû Kasım ez- Zemahşerî, okuma,
yazma ve Kur’ân-ı Kerim ezberleme gibi ilk ilimleri babasından öğrendi. Babasının maddi fakirliği ve sonradan da
kendisinin de sakat oluşu, ona fakirlik, elem ve sıkıntı dolu bir hayât
yaşatmıştır.
Zemahşerî, hayâtının her merhâlesinde güç ve kuvvetini ilme vermiştir.
İlmî hayâtına köyünden çıkıp Buharaya gitmek ile başlamıştır. Üstün bir
zekâ ve azim sahibi olan Zemahşerî, ilim ve edep yününden yıldızların doğduğu
yer olan Buhara ’da tefsir, hadis, usûl, tevhid, mantık, felsefe ve Arap
dili ilimlerini güçlü bir kültür ve geniş bir ilme sâhip olan hocalardan
öğrendi. İlmî, saf ve dolu menbağlardan edindi. Böylece tam bir İlmî pâyeye
sâhip oldu.
Onun ilminin ve fikirlerinin gelişmesine en fazla te’sir eden, M a
hmıı d b. Cerir ed-Dabbî el-İsfahânî (ö. 507/1113) eder. Bu zât, dil
bilgilerinde, nahivde ve edebiyatta zamanın yegânesi olarak bilinir.
Zemahşerî’de bu hocanın tesiri açık olarak görünür; ed-Dabbî, Zemahşerî’ye
sâdece dil ve nahiv yönünden tesir etmez, aynı zamanda ona i’tizalî fikirlerini
de aşılar. Çünkü bu zât, mantık, felsefe ve i’tizalî yönünden de kuvvetli ve
mezhebini yaymakta hırslı bir kimse dir. Hârizm de i’tizâl fikirler öyle
sağlam bir şekilde yayılmış olacaktı ki, artık Hârizm kelimesi,
Mu’tezile kelimesiyle eş anlamlı bir manaya gelmeye başlayacaktır.
Zemahşerî, hayâtının bu safhasında Horasan, Bağdat, Buhara ve Mekke
gibi birçok ilim merkezini dolaşmış, birçok ilim ve münâzara meclisinde
bulunmuştur. Gittiği her yerde etrafında ilim hâlkaları oluşuyor ve onunla
münâzaraya girenler onu kabulleniyordu. Bu dönemde fikri olgunlaştı, melekesi
güçlendi. Tefsir, hadis, fıkıh, usûl, luğat ilimlerini tahsil etti. Edebiyat ve
şiirde de dehâlaşıp meşhur oldu.
İlim tahsili için babasından uzak oluşu, sakatlığı ve maddi olarak elinin
darlığı, onu sultan ve vezirlerden pay almak için onları methetmeye itmiştir.
Zamanla sultan, vezir ve devlet adamlarıyla bir araya gelmesi artmıştır.
Sultan Melikşah zamanında devlet ricaliyle olan münasebetlerinin
artmasına rağmen, mal ve hırs yönünden büyük emellerine ulaşamayınca Horasan
’a geri döner.
Zemahşerî, 512/1118 senesinde Afekfe’de ağır bir hastalığa yakalanır. Bu
hastalık onu içtimâi hayâttan uzaklaştırır, uzlete çekilir. Zemahşerî bu
hastalığı “munzire”, yılı da “uyarı yılı” diye isimlendirir. Bu hastalık onun
pişmanlığına dönüşür ve hâlinin değişimine sebep olur. Bundan sonra insanların
gözünde bir makam ve mevki sahibi olmak için gösterdiği çabalardan, sultan ve
melikler için yazdığı övgülerden dolayı pişmanlık duyar. Artık sultanların
çardaklarına ayak basmayacağına, onlara hizmet etmeyeceğine, onları
methetmeyeceğine ve sâdece öğrenme, öğretme ve yazma üzerine eğileceğine dâir
yüce Allah’a söz verir.
Hayâtının bu merhâlesi, ilim hayâtının en verimli yılları olur. En
meşhur, en faydalı eserlerini bu dönemde telif eder. Eserlerinin çoğunu
Afekfe’de, Zemzem ile Makâm-ı İbrahim arasındaki bir bölgede kaleme alır. Bu
dönemde Kâbe’ye yakın bir yerde kaldığından “Cârullah” lakabını almıştır.
Afekfe’de iken özellikle fazilet sahibi el-Emiru’l-Alevî Uleyy b. İsâ b.
Hamza b. Vahhâs’ın (ö. 550/1155) büyük yardımlarını görür.
Eski dilcilerin yaptıkları gibi Afekfe’den ayrılıp, Arap beldelerini
dolaşmış, Arap topraklarındaki bütün türbelere girdiğini ve onları gördüğünü
söylemiştir. Daha sonraları memleket tutkusuyla Harizme geri dönmüş ve
etraftaki birçok âlimin uğrağı olduğundan “Fahr-i Hârizrn” unvanını almıştır.
Bundan sonra ilmi ve şöhreti İslâm dünyasına yayılmıştır.
Bu arada Zemahşerî, bir evlilik yapmış; fakat bu evlilikten huzur
bulamadığını şu mısralarla dile getirmiştir:
“ Evlendim; bilmedim, hata ettim ve
isabet etmedim
Keşke evlenmeden önce ölseydim
Vallahi ölüye ağlamam
Lâkin evlenenlere ağlarım. ”
Zemahşerî, edebiyat, luğat, nahiv ve tefsirde büyük bir imâmdır. Birçok
ilim dalında söz sahibi olduğundan, Kur’ân-ı Kerim’e yazdığı “el-Keşşâf an
Hakâiki’t- Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fi Vücubi’t-Tevil” adlı eseri
kendisinden önce ve sonra benzeri olmayan bir tefsir konumundadır. Çünkü
tefsirinde nahvin, Arap dilinin, belağâtm farklı güzellikleri göze
çarpmaktadır. Keşşâf a verilen değer ile ilgili söylenen bir beyit
şöyledir:
“Dünyada sayılmayacak kadar tefsir vardır, Ömrüme yemin olsun ki
Keşşâf gibisi yoktur. Eğer hidayet istersen onu okuman gerek, Cehâlet hastalık,
Keşşâf da şifa gibidir. ”
Zemahşerî, daha çok tefsirci, luğatcı, edip ve şâir olarak bilinse de o,
aynı zamanda bir fakih idi. Fakihlik onun gizli bir sıfatıdır. “Ruûsü
’l-Mesail” adlı kitabı buna en güzel örnektir.13 Zira o, birden
çok ilim dalında otoritedir. Ayrıca Zemahşerî, kendi döneminde Acemler arasında
Arap dilini ve gramerini en iyi bilen olarak da tanınırdı.
Zemahşerî’ye, büyük İslâm âlimlerinden ders alma ve onlara öğrenci olma
nimeti de nasip olmuştur. Sâdece belli bir beldedeki âlimlerden değil, birçok
beldeyi dolaştığından, birçok âlimden istifâde etmiştir. Edebiyle, yaşlılığını
ve öğreticiliğini öğrenmeye ve öğrenci olmaya mâni görmemiştir. En meşhur
hocaları: Mahmud b. Cerir ed-Dabbî el-İsfahânî (ö. 507/1113), ondan
luğat, nahiv ve edebiyat öğrenmiştir; Ebu’l-Hasan Ali b. Muzaffer
en-Neysâbûrî (ö. 493/1100), ondan edebiyat öğrenmiştir; es-Sedid
el-Hayâtı (ö. ?). ondan fıkıh öğrenmiştir; Rukneddin Muhammed el-Usûlî (ö.
?), kendisinden usûl öğrenmiştir; Ebu’l- Hattâb el-Batar (ö. 494/1101), Ebû
Sa’id eş-Şâkkânî (ö.?), Ebû Mansûr el- Hârisî (ö. ?), bunlardan da
hadis öğrenmiştir. Diğer hocaları da: Ebû Mansûr el Cevâlikî (ö.
540/1145), Ebû Hüseyin Ahmet b. Ali ed-Dâmegânî (Ö.498/1104), el-
Emîru’l-Alevî Uleyy b. İsâ b. Hamza b. Vahhâs, Muhammed b. Kerâme el- Beyhakî’ (ö.
494/1100)dir.
Zemahşerî’den birçok talebe ders almıştır. Bunların birçoğu luğat,
edebiyat ve Dîni ilimlerde otorite olmuşlardır, öğrencilerinden bazıları
şunlardır: Ebu’l- Mehâsin İsmâil b. Ahdillah et-Tavîlî (ö. ?), Ali b.
Muhammed el-Umrânî (ö. 560/1166), Muhammed b. Ebi’l-Kasım Zeynü’l-Meşâyîh (ö.
562/1168), Ebu’l- Mehâsin Abdurrahim b. Abdillah el-Bezzâr (ö.?), Ebû Amr Âmir
b. El-Hasan es -Simsâr (ö. ?), Ebû Sa’d Ahmed b. Mahmud eş-Şâtî (ö. ?), Ebû
Zâhir Sâmân b. Abdilmelik el-Fakih (ö. ?).
Zemahşerî, itikadî olarak Mu’tezilî idi. Hatta kendisi bir kapıdan içeri
girmeye izin amaçlı sorulduğunda: “Ben, Ebu’l-Kasım el-Mu’tezilî’yim” derdi.
Ayrıca Keşşâf ın mukaddimesinde de: “Hamd Kur’ân’ı yaratan Allah’a mahsustur,” demektedir. “Kur’ân’ın
yaratıldığı” ifadesini kullanmasını onun Mu’tezilî olduğuna delil
sayılmaktadır.
Zemahşerî, fıkhî
olarak da Hanefi mezhebine mensuptur. Hârizm ehli gibi o da Hanefi oluşundan
iftiharla bahseder. Mu’tezilî olan Zemahşerî ile Hanefi olan Zemahşerî’nin
kişilikleri arasında şöyle bir fark söz konusudur: Hanefi olan Zemahşerî, fıkhî
meselelerde kendi mezhebi dışındaki görüşlere karşı müsâmahâlı ve hatta zaman
zaman muhaliflerinin görüşlerini benimser ve kabullenirken, Mu’tezilî
olan Zemahşerî ise muhaliflerine karşı müsâmaha göstermez, çoğu zaman onları
eleştirirdi.
Kendine son derece güven duyan, inandığı görüşlere sıkıca bağlı olan,
fakat bu bağlılığının Hakk’a yönelmesine engel olmadığı bilinen Zemahşerî’nin hayâtının son döneminde ehl-i
sünnete döndüğü de rivayet edilir.
Zemahşerî, Mekke dönüşünden sonra Hârizm’m Cürcâniye
kasabasında 538/1144 yılında arefe gecesinde vefat etmiştir. Kabrinin üzerinde
de şu mısranın yazılmasını vasiyet etmiştir:
“Ey karanlık gecede sineğin kanadını gören,
Sineğin boynundaki ecel terlerini ve zayıf
kemiğin iliğini gören,
İlk
zamanlarda kendisinden hâsıl olan hatalarından tövbe eden bu kulunu Affet!’’
Hayâtının büyük bir bölümünü ilim ve eser te’lifıne veren Zemahşerî’nin
tefsir, nahiv ve edebiyat gibi alanlarda kabul görmüş eserleri vardır.
Basılmış eserleri:
Ebü'l-Kasım Carullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed
Zemahşerî, el- Keşşaf an hakaiki gavamizi ’t-tenzil ve uyuni ’l-ekavil fi
vucühi ’t-te ’vil, (thk. ve talik ve dirase: Adil Ahmed Abdülmevcud-Ali
Muhammed Muavviz), şarik fi tahkik Fethi Abdurrahman Ahmed Hicazi,
Mektebetü’l-Ubeykan, Riyad, 1998. (Tefsir)
A'cebü'l-aceb fi şerhi Lamiyyetii-Arab, 3. bs.,
Kahire : Muhammed Muhammed Matar.
Aksa'l-ereb fi tercemeti Mukaddimeti'l, (trc.:
İshak Hocası Ahmed Efendi). DarüttıbaatiT-amire, İstanbul, 1895.
el-Cibalu ve’l-emkine ve’l-miyah, (thk.: Ahmed
Abdüttevvab Avz), DarüT- Fazıla, Kahire, t.y.
Dîvânü’z-Zemahşeri, (tahkik Abdüssettar Dayf ),
MüessesetüT-Muhtar, Kahire, 2004, 1425. (Arap Edebiyatı)
Esasü'l-belaga , DaruT-Fikr, Beyrut, 1989. (Arap
dili Sözlükler)
Etvakü'z-zeheb fii-mevaiz ve'l-hutab, (haz.:
Yasin Muhammed Sevvas), Daru İbn Kesir, Beyrut 1992. (İslâm ahlakı)
el-Faik fi garibi'l-hadis, (thk.: Muhammed
Ebü'1-Fazl İbrahim-Ali Muhammed Becavi), 2. bs., İsa El-Babi El-Halebi, Kahire,
1971. (Hadis, Sahih)
İ'cazu sureti'l-Kevser, (thk.: Hamid Haffaf),
Darü'l-Belaga, Beyrut, 1991. (Kur’an İcaz)
Taceddin Ahmed b. Mahmûd b. Ömer Cendi, el-îklid
şerhü’l-mufassal (thk.: Mahmûd Ahmed Ali Ebû Kete Deraviş). Camiatü’l-İmam
Muhammed b. Suudi’l-İslâmiyye, Riyad, 2002. (Zemahşeri’nin Mufassal’ımn
şerhidir. Arap dili)
Ebû Amr Cemaleddin Osman b. Ömer b. Ebî Bekr
İbnü'l-Hacib, 646/1249, el-îzahfi şerhi'l-mufassal (thk.: Musa Benay
Alili), Vezaretü’l-Evkaf ve’ş-Şuuni’d- Diniyye, Bağdad, 1982. (Zemahşeri’nin
Mufassal adlı eserinin şerhidir. Arap dili)
el-Kıstasfi ilmî'l-aruz (thk. Fahreddin Kabave),
2. bs., Mektebetü'l-Maarif, Beyrut, 1989. (Arap Edebiyatı)
-Kitâbü'l-cibal ve'l-emkine ve'l-miyah = Az-Zamaksarii lexicon
geographicum, (nşr. Matthias Salverda de Grav ; ed. Fuat Sezgin), Institut
für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt, 1994. (
Coğrafya Sözlükler)
Kitâbü’l-muhaccati’n-nahviyye, y.y., t.y., (Atıf
Efendi 2800’de kayıtlı nüshanın mikrofilmidir. Arap dili)
-Makâmâtü'z-zemahşeri, Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1982.
el-Mufassai fi ilmî'l-luga ( haz.: Muhammed
İzzeddin Saidi), Daru İhyai'l- Ulum, Beyrut, 1990. (Arap dili)
el-Mufassalfisan’ati’l-i’rab, Dar ve
Mektebetü’l-Hilal, Beyrut, 1993. (Arap dili Dilbilgisi)
-Mu ’tazilite creed of az-Zamahsarı (D. 538/1144) (al-Minhagfi usul
ad-din) = el-Minlıac fi usulüddin, ed. translated by Sabine Schmidtke ;
herausgegeben von TilmanNageL Stuttgart: Kommissionsverlag Franz Steiner, 1997.
910.
-Seyyid İbrahim Sadık, el-Muhtasar min kitabi ’l-Muvafaka beyne Ehli
’l-beyt ve’s-sahabe , Darü’l-Hadis, Kahire, 2001. (Zemahşeri’nin el-Muvafaka
adlı eserinin muhtasarıdır. Sahabe, Ehl-i beyt, Hz. Muhammed, Hz. Ailesi)
-Mukaddimatü'l-adab bi'l-havarezmiyye: tercümetuhu : horezmian
glossary of the Mukaddimat al-adab, (yay.: Zeki Velidi Togan), İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1951. (Arap dili Sözlükler)
-Mukaddimetü'l-edeb, ( haz.: Nuri Yüce), Türk Dil Kurumu, Ankara,
1988. (Arap dili Sözlükler)
-el-Müstaksa fi emsali'l-Arab, 2. bs., Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye,
Beyrut, 1987. (Arap edebiyatı)
-Rabiü'l-ebrar ve nususü'l-ahbar, (thk.: Abdülemir Ali Mihenna),
Müessesetü'l-Alemi, Beyrut, 1992. (İslâm dini)
-Ruusü'l-mesail, (thk.: Abdullah Nezir
Ahmed), Darü'l-Beşairi'l-İslâmiyye, Beyrut, 1987. (Fıkıh)
-Şerhu ebyati’l-mufassai ve’l-mutavassıt, (Ebü'l-Hasan Seyyid
Şerif Ali b. Muhammed b. Ali Cürcani, 816/1413; dirase ve tahkik Abdülhamid
Casim Muhammed Feyyaz el-Kebisi), Darü’l-Beşairi’l-İslâmiyye, Beyrut, 2000.
(Matbu mastır tezi. Zemahşeri’nin Mufassal adlı eserinde geçen beyitlerin
açıklamasıdır Arap dili)
-Tercüme-i etvakü'z-zeheb fi'l-mevazi ve'l-hitab, (trc.: Mehmed
Zihni Efendi), Matbaa-i Amire, İstanbul, 1873. (İslam ahlakı)
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı Türkiye
Yazmaları Toplu Kataloğu’nda ve çeşitli kütüphanelerde yazma hâlinde bulunan
eserleri:
-el-Müfred ve’l-Mütemmem.
-el-Unmûzec.
-Cevâhiru’l-Luga.
-Delâletu’n-Nâşid.
-Divânu Hutab
-Divânu ResâiL
-Divânu’ş-Şiir.
-Divânu’t-Temsîl (Temessül)
-el-Emâli fi Külli Fenn.
-el-Esmâ ve’l-Luga.
-Esrâru’t-Takdîs.
-EsrâruT-Mevadi.
-FusûsuT-Ahbâr.
-Fusûsu’n-Nusûs.
-Haşiye ale’l-Mufassal.
-KelimetuT-Ulemâ.
-Kitâbu Akli’l-Küll.
-Kitâbu’l-Ecnâs.
-Kitâbu Müteşâbihi Esmâi’r-Ruvât
-Kitabu’ş-Şafi.
-Kitâbu Şakâiku’n-Nu’mân.
-Luğat-ı EfâL
-Menâsiku’l-Hacc.
-Mersiyye.
-Minhâc fi Usûli’d-Dîn.
-Mu’ cemu’l-Hudûd.
-el-Mufred ve’l-Murekkeb.
-el-Muhâdarât.
-MuhtasaruT-Muvafaka Beyânu Ehli’l-Beyti
ve’s-Sahabe.
-Nesâihul-Mülûk.
-Nuzhetu’l-Mûtennis ve NahzeteT-Muktebis
(Zemahşerî’ye âit olmadığı da söylenir).
-Nüktetu’l-Arab fi Garibi’l-İ’rab
-el-Râid fi’l-Ferâid.
-Risâletu’l-Esrâr.
-Risâletu’ 1-Mesele.
-er-Risâletu’l-Mubkiyye.
-er-Risâletu’n-Nâsiha.
-Rûhu’l-MesâiL
-Samimu’l-Arabiyye.
-Sevâiru’l-EmsâL
-Şerhu’l-Mufassal
-Şerhu Ebyâti’l-Keşşâf.
-Şerhu Kitab-ı Sibeveyh.
-Şerhu Muhtasari’l-Kudûrî.
-Talebetu’l-Ufât fi Şerhi’t-Tasarrufât.
-Tesliyetu’d-Darîr.
-Ziyâdetu’n-Nüsûs.
Bu eserler, Zemahşerî’nin bereketli ilim
hayâtının ürünleridir. Zemahşerî’nin bu eserleri genellikle tefsir, hadis,
fıkıh, edebiyat, dil, felek ve nücûma dair bilgiler, sultan ve emirlere
nasihatler, halka öğütler v.b. konular içermektedir.
MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ’NİN
İÇERİĞİ MAKAM ve MAKÂMÂT KELİMELERİ
MAKAM ve MAKÂMÂT KELİMELERİNİN SÖZLÜK ve
TERİM ANLAMLARI
Makam kelimesi, sözlük olarak: “Merhâle, mertebe, mekân, meclis, oturulan
ya da ikamet edilen yer, ayağın bastığı yer, durak” gibi anlamlara gelir.
Ayrıca makam; “mansıb, büyük memuriyet, bir velînin, bir büyük zâtın gömülü
olduğu veya gömülü olmasa da onun adına yapılmış yer, türbe; mûsiki ve şarkı
tarzı, ahenk” gibi anlamlara da gelmektedir.
Tasavvufî bir terim olarak ise makam: Kulun ya da müridin tekrar etmek
sûretiyle kazandığı ve kendisinde ayrılmaz bir vasıf, özellik hâline getirdiği
âdâb, ahlâk veya kulun riyâzet ve mücâhede ile ulaştığı dereceye denir. Hâl ile
makam kelimeleri arasında yakın bir anlam vardır. Aralarındaki fark ise, hâller
vehbî, yâni kulun isteği dışında, kalbine gelen rûhî durumlar iken (Allah
vergisi); makamlar ise kesbî, yâni kulun çalışması iledir. Hâl geçici, makam
süreklidir. Hâller, gelip geçici durumlarını kaybeder ve istikrarlı hâle
gelirler ise makama dönüşürler.
Makâmât, makamın çoğul şeklidir. Makamlar, topluluklar, gruplar,
toplantılar gibi anlamlara gelir. Emevî ve Abbâsî hâlifelerinin din adamlarının
sohbetlerini düzenlemek amacıyla oluşturdukları toplantı ve meclislere de bu ad
verilmektedir?
Arap edebiyâtmda Makâmât, edebî bir tabir olan, manzum ve mensur, kısa,
ibretli hikaye anlamına gelen makâme’nin çoğul şeklidir. Makâmât, edebî bir
türdür. Birçok makamdan meydana gelen eserlere Makâmât adı verilir. Birçok âlim
ve edib, farklı zaman dilimlerinde farklı içeriğe sâhip Makamât türünde eserler
vermişlerdir.
Makâmât denilince, Ahmed b. Hüseyin Bedî’uzzamân el-Hemezânî’nin (ö.
398/1008) Makâmâtu Bedî’uzzamân el Hemezânî adlı eseri ile el-Harîrî’nin
(ö. 516/1122), Mâkâmâtu ’l-Harîrî adlı eserleri akla gelmektedir.
Bu iki eserde de bir kahraman ve onun başından geçen olaylar
anlatılmaktadır. Eserlerde var olan bu kahramanlar, insanlardan sürekli bâzı
menfaatler bekleyen şahıslar olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki eserde de
edebî sanatlar yoğun bir şekilde kullanılmaktadır.
Afokâmaflarda Arap atasözleri, şiirleri, örf ve âdetleri göze
çarpmaktadır. Ayrıca her iki eser de elli makamdan oluşmaktadır.
Bu iki eser makam sayıları ve ihtivâ ettikleri edebî sanatlar hâricinde Zemahşeri’nin
Makâmâf lyla herhangi bir benzerlik arz etmemektedirler. Özellikle
içerik bakımından kıyaslanamayacak derecede bir farkl11 ık söz konusudur.
MAKAM ve MAKÂMÂT KELİMELERİNİN TASAVVUFİ
İŞLEVLERİ
Tasavvufta makamlar (Makâmât-ı Sûfıye), tasavvuf ahlâkını meydana
getirirler. Müridin kazanması ve tecrübesini yaşaması gereken durumlardır.
Tasavvufta makam kavramı, III. (IX.) yüzyıldan itibâren mücâhede ve sülük
kavramına bağlı olarak doğmuştur.
Makam kelimesi tasavvufi bir ıstılahtır. Tasavvufi eğitim sürecinde sâlik,
bir makamdan başka bir makama intikal etmek sûretiyle mânevi bir seyir tâkip
eder. Bu yol temelde “usûl-i aşere” denilen şu on husûsa dayanır: Tevbe, zühd,
tevekkül, kanâat, uzlet, zikir, Allah’a yönelmek, rızâ, murâkabe ve sabır. Bu
esaslar Tasavvufi makamların en önemlilerini teşkil etmektedir.
Makamların sayısı hakkında sûfî müelliflerin 7, 9, 10, 100, 1001 gibi
farklı rakamlar verdikleri görülmektedir. Tasavvuf eğitiminde makamların,
seyr-u sülükte bir ölçüde sâbit bir sıralaması vardır. Makamlar tevbe ile
başlar, tevhid ile sona erer. Tasavvufi makamlar arasında bir sıralama söz
konusudur. Kişinin gücü oranında kemâle ulaşabilmesi için, içinde bulunduğu
makama hakkıyla riâyet etmesi ve bir makamın hakkını edâ etmeden de başka bir
makama geçmemesi gerekmektedir.13
Makamın, genel olarak “kulun ibâdet, mücâhede, riyâzet ve uzlet gibi
konularda HakkTn huzûrunda bulunduğu mânevi yer” olarak târif edilmesi, makam
kelimesinin ne derece tasavvufla içli dışlı olduğunu göstermektedir.
Tasavvufun öngördüğü bütün makamlar, kuldaki nefsânî araçları
temizlemektedir. Sözgelimi zühd, dünyaya rağbeti; tevekkül, Hakk’a itimad
azlığını; rızâ itiraz ve çekişme damarlarını temizler.
Tasavvuf ehlinin sık kullandığı ve kendi literatürlerine bağladıkları
makam kelimesi, özü itibarıyla tasavvufi bir terimdir.
Tasavvuf kaynaklarında adı geçen bâzı makam ve hâller şunlardır: Tevbe,
zühd, tevekkül, kanâat, uzlet, zikir, Allah’a bağlılık, rızâ, murâkâbe, sabır,
teslim, mücâhede, hâlvet, takvâ, verâ’, samt, havf, recâ, hüzün, açlık,
şehvetin terki, huşû, tevâzu, hased, nefse muhâlefet, gıybet, yakîn, şükür,
ubûdiyet, irâde, istikâmet, ihlâs, sıdk, hayâ, hürriyet, fütüvvet, firâset,
hulûk, cûd, sehâ, gayret, velâyet, duâ, fakr, edeb, sohbet, tevhîd, mevt,
marîfettullâh, muhabbet, şevk, semâ, üns, kurb, ittisâl, vecd v.b. gibi.
MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ
HAKKINDA GENEL BİLGİ
Zemahşerî’nin hayâtı ile ilgili bilgi veren eserler, “Makâmât”
adlı eserin Zemahşerî’ye âit olduğunu açıkça ifilde etmektedirler. Ayrıca
Zemahşerî, kitabın “Hutbetü’l-Kitab” bölümünde, hayâtından bahsederken, diğer
kaynaklarda da anlatılan hastalık ve tevbeden bahsetmesi, mukaddime bölümünde
de Zemahşerî adının zikredilmesi, kendisine âit olan EbuT-Kasım lakabını
makamların başında kullanması ve eserde kullandığı edebiyat sanat, dil, şiir ve
belâğat gibi unsurların yoğunca işlenmiş olması (Zemahşerî’nin edebiyatçı, şâir
ve dil bilgini oluşu bağlamında) kitabın Zemahşerî’ye âit olduğunu açıkça
göstermektedir.
Zemahşerî, Makâmât adlı eserini ağır bir hastalıktan sonra 512/1118
yılında Mekke’de ikamet ettiği bir dönemde kaleme almıştır. Eser, M. 1312
yılında neşredilmiştir.
Eser, kaynaklarda, Makâmât, Makâmâtu’z-Zamahşeri, Şerhu Makâmâtü’z-
Zemahşerî ve en-Nesaihu ’l-Kibar11 gibi farklı adlarla
geçmektedir. Eser, Mukaddime, Hutbetu’l Kitâb (kitabın girişi) ve elli makamdan
oluşmaktadır.
Çalışmamıza esas olan Makâmat nüshası, M. 1325 yılında MektebetuT-
Ezheriye’nin neşrini esas alan Dâru’l-Kütübi’l -İlmiye’nin 1982 baskısıdır.
Yazar, mukaddime bölümüne, okuyucuyu överek başlar. Kelimelerin belağatlı
lafızlarından ziyâde, mânâlarına ehemmiyet vermenin gerekliliği ve
nasihatlerinin amacının kalbi temizleme ve nefsi tezkiye olduğunu vurgular ve
eserlerin daha iyi anlaşılmasında yazı, hat ve noktalamanın önemi gibi konulara
da değinir.
Kitabın giriş bölümünde (Hutbetü’l-Kitab), eseri niçin kaleme aldığını,
H. 512 yılında yakalandığı hastalığı ve gördüğü rüyâların hayâtında ne tür
değişikliklere sebep olduğunu, bundan sonra da Allah’ın dînine daha basiretli
bir şekilde bakmasını sağlayan mânâlara yöneleceği gibi konuları işlemektedir.
Bunlarla berâber kitap, ilk etapta anlaşılması çok zor olan, anlaşılır
kelimeler yerine ağır ve sıkça kullanılmayan kelimelerin çokça kullanıldığı,
edebiyâtın bütün inceliklerinin işlendiği, edep denizinden avuçlanmış tatlı
manalar ihtivâ eden elli makam içermektedir.
Zemahşerî, Makâmatü’t- Teslim dışındaki bütün makamlara, “Yâ Ebû- Kasım!”
nidâsı ile başlamıştır. Bunun nedeni, rüyâlarında gördüğü kişinin kendisine “Yâ
Ebû Kasım!” diye seslenmiş olmasıdır. Makamlarda bizzâtihî kendi nefsine sesleniş,
kenDînî sorgulama ve nefsini hesâba çekme söz konusudur. Bununla berâber dışa
öğüt vermeyi de hedeflemektedir. Dolayısıyla eser, yazarın nefsine dönük bir iç
muhâsebe görüntüsü vermektedir.
Makamlarda işlenen manaların daha iyi anlaşılması için Arap tarihine özgü
bâzı ibretlik olayları ve şiiri de kullanmaktadır.23 Ayrıca
Zemahşerî, aynı kelimelerden ve tekrardan sıkça istifâde ederek, sanki
muhâtabını iknâya zorlamaktadır. Makamlardaki bütün cümleler, edebî kurallara
uygun bir şekilde kurulmuş ve birden fazla edebî sanatla süslenmiştir.
Son beş makam, Zemahşerî’nin edebiyatçı, şâir ve dil bilgini oluşunun
gereği, tasavvufta kullanılan makamlardan farklı olarak genelde dil, edebiyat
ve
Araplar’m eski yaşamlarını konu alan ibretlik tarihi olayları ihtivâ
etmektedir. Bununla berâber bu makamlarda da işlenen temel konu dînî öğüt ve
nasihatlerdir.
Zemahşerî Makâmât’m hiçbir yerinde Mu’tezile'den bahsetmemektedir. Sıkı bir Mu’tezilî olarak da
bilinen Zemahşeri’nin eserinde Mu’tezile ve ona çağrışım yaptıran herhangi bir söylemde
bulunmamış olmasını, eserini siyâsî kaygılardan tamamen uzak ve maneviyatın
dorukta olduğu bir dönemde kaleme almasına bağlıyoruz. Bu itibarla Zemahşerî bu
eserinde, bir Mu’tezilî’den çok ehl-i sünnetten olan bir mutasavvıfa
benzemektedir.
ZEMAHŞERÎ’NİN MAKÂMÂT’I YAZMA NEDENLERİ ve
BUNLARIN TASAVVUFLA İLİŞKİSİ
Zemahşerî, 512/1118 yılında kendisinde meydana gelen değişimleri,
değişimlerin sebeplerini, bu değişimin sonucunda benimsediği yeni hayât tarzını
ve Makâmât eserinin yazımı hakkında mukaddime ve giriş bölümlerinde şunları
aktarmaktadır: Harizm’in gururu olan İmâm Ebu’l- Kasım Mahmûd b. Ömer ez-
Zemahşerî’yi bu Makâmât adlı kitabı yazmaya sürükleyen, onun bazı
uyuklamalarında gördüğü veya kendisine gösterilen bazı rüyâlardır. Bu rüyâlarda
sanki biri ona şöyle sesleniyordu: “Ey Ebû-Kasım! Ecel yakındır, emel ve arzular da sonu
gelmeyen yalan ve oyalanmalardır.”
Bunların üzerine gönül kuşunu uçurtup, kuşku içerisinde aniden
uyanarak ayağa kalkardı. Bu ve buna benzer durumların sürekli tecellî etmesi
sonuncunda kendisine seslenilen bu kelimeler ve bu kelimelere yakın bazı
kelimeleri de ekleyerek Makâmât adlı eserini oluşturdu.
Bununla berâber gayr-i ciddi şeylerden ve gerçeği bırakıp gerçek dışı
şeylerle uğraşmaktan kendisini alıkoydu. Ömrünü geçirdiği önceki dönemlerinde
yaşadığı olumsuzlukları da terk etti.
Kendindeki değişimlerin bir sebebi olarak da, 512/1118 yılında Receb
ayının başlarında “uyarıcı” olarak isimlendirdiği bir hastalığın kendisine
isabet etmesini görmektedir.
Ciddi bir pişmanlık yaşayan Zemahşerî, hastalığın üzerine eğer Yüce
Allah kendisine sıhhat verecek olursa, bundan sonra sultanların çardağına ayak
basmayacağına, sultanların eteklerine tutunup onlara hizmet etmeyeceğine,
onlara mısralar hâlinde şiir yazmayacağına, huzurlarında sesini yükselterek
methiyeler yağdırmayacağına, verdikleri hediyelere iltifat etmeyeceğine, resmî
günlerde veya belli günlerde verilen ya da tehir edilmiş maaşı almayacağına,
isminin sultanların dîvânından silinmesi için gayret göstereceğine, gençlik
yıllarında tama’ ile almış olduğu şeyleri kusmaya kendini zorlayacağına, iki
kurs ve temr (bayanların tesettür amacıyla üst üste bağladıkları örtüler) ile
nefsini kayıt altına alacağına, tevekkül ile Allah’ın ipine sımsıkı
sarılacağına ve Rabb’ine yönelip O’na ibâdet edeceğine dair Allah’a söz
vermiştir.
Bu va’dinden sonra Zemahşerî, evini kendisine hapis kıldı. Nefsini kayıt
altına aldı. Kendini ve başkasını nefsî arzularına uymaktan uzak kılan ve kişiyi
hidâyete ulaştıran ilimler dışında herhangi bir ilmin tedrisinde bulunmayacak,
insanı Allah’ın rızâsına ve dîne yakınlaştıran kırâat, şer’î ilimler ve hadis
ilimlerinde gücünü sarf edip ciddileşecekti. İlmî, insanlar arasında büyük
görünmeye, münâkaşaya, dünyanın çekiciliğine âlet etmeyi de terk edecekti. Süt
memeye dönmeyeceğine göre o da eski hâline dönmeyeceğine samimî bir tevbe ile
tevbe etmiştir.
Yüce Allah, kendisine sıhhat verdiğinde, hastalığı nefsine öğüt kılıp
tamamı elli makam olan bu Makamât ın telifine yönelmiştir ve bunu da
amellerin en faziletlisi olarak değerlendirmiştir.
Sonrasında da pişmanlık ve üzüntü hâricinde eski hâline dönmeyi nefsine
yasaklamıştır. Dosdoğru yolda istikamet bulacağını, şerlerden uzak kalacağını,
âlî menfaatlerin kazanılan bu durumu kesintiye uğratamayacağını nefsine
emretti. Allah’ın dînîne daha fazla basiretli bakmayı sağlayan manalara
yönelmiştir.
Sonuç olarak, bu değişimin kendinde kalıcı olmasını ve dönüşüme uyum için
Cenâb-ı Allah’tan kalbinin bunu kabul etmesini, nefsinin ona yönelmesini ve
kulağının da onu dinlemesini duâ ile istemiştir.
Yukarıda belirtildiği üzere, Zemahşerî’de görülen değişimin temelinde,
sultanlardan ve meliklerden uzak durma, dünyayı kalpten çıkarıp kalbi sâdece
Allah’a bağlama ve nefsi kayıt altına alma söz konusudur.
Şimdi de Zemahşerî’de anlayış ve yaşam dönüşümü ile oluşan, öncekinden
farklı âlim tipi ile tasavvuf büyüklerinin ön gördüğü âlim tiplemesinin
benzeşen yönlerini görelim:
Tasavvuf yolunun esâsı, dünyanın ziynet ve güzelliklerinden yüz çevirmek,
insanların çoğunun meylettikleri mal, makam ve diğer dünyâ zevklerinden kalbini
ayırarak hâlktan ayrı durup Hakk’a yönelip, ibâdete sarılmaktır. Tasavvuf
ehline göre mutluluğun aslı, kalbin Allah’m dışındakilerden hâlî olmasıdır.
Fânî olana gönül bağlayan fönî olur. Mârifet, kalbin Hak ile hayât bulması ve
Hakk’m dışındakilerden, yüz çevirmesidir?3 Gerçek hürriyet dünyadan,
nefsten, arzu, istek ve emellerden kurtulmaktır?6
Dünyalıktan vazgeç ki Rabb’in ile arandaki engeller kalksın, hakîkî zâhid
dünyayı kalbinden çıkarmış, nefsÂnî arzularını kırmış kimsedir. Dünyaya ve rızk
aramaya karşı aşırı hırsınız sizi Allah yolundan alıkoydu?7 Oysaki
muhabbet ehline lazım olan Allah’tan gayrısmdan alakayı kesmektir?8
Âlimlerin dünyâ sevgisi yüzlerinde siyah bir lekedir. Ve ilim, eşyanın en
azizi, en şereflisidir. Böylesini dünyaya, mala, şöhrete âlet etmemeli.
Dolayısıyla âhiret tâlibine dünyayı terk yakışır?9 Gerçek akıl
sâhipleri, zühd sahibi âhiret âlimleridir.
İyi âlim, ilmiyle dünyayı talep etmez, dünyanın bakirliğini bilir,
lezzetlerine kanmaz. Âhiret âlimi, sultanlara sokulmaktan uzak durmalı. Tâ ki
hatalarına ortak olmasın. Selâmet, ancak sultanlardan uzak durmaktadır. Akıllı
kimse, Allah’ın kapısından ayrılmayan ve başka kapılarda işi olmayandır. Ey
âlim, ilmini dünyâ perestlerin yanında kirletme, yüce olanı alçakla değişme.
Görüldüğü üzere gerek Zemahşerî’nin Makâmât adlı eserinde
ve gerekse klâsik tasavvuf kaynaklarında dile getirilen dünyaya gönül
bağlamama, nefsi kayıt altına alma, kalbi sâdece Allah’a bağlama ve
sultanlardan uzak durma gibi söylemlere yüklenen anlamlar, aynı dil ile
anlatılmış gibi benzerlik ve anlam birlikteliği arz etmektedir. Dolayısıyla
Zemahşerî’nin ulaşmaya çalıştığı yaşam, Tasavvuf ehlinin dillendirdiği söylemden
farklı değildir.
Hiç şüphesiz 512/1118 yılında Zemahşerî’de meydana gelen bu değişim; İlmî
dehâsının olgunlaşmasında, dînî gerçekçiliğin tutkunu oluşunda ve İlmî
faydaların tezâhüründe büyük bir pâyeye sâhiptir. Binâenaleyh, Zemahşerî’nin en
mühim ve en faydalı eserlerini bu tarihten sonra kaleme almış olması da bu
gerçeğin en önemli göstergesidir.
Dünyalığı terk edip Allah’a yönelmenin kazanından, tasavvuf klâsiklerinde
şöyle dile getirilmektedir: Bir kimse dünyayı terk eder, ona rağbet etmez ve
ondan yüz çevirirse, Allah o kulun rûhunu saf, kalbini nurlu kılar. Dünyaya
gönül bağlamayanın kalp yolları açılır, genişler içinden ilim pınarları akar.
Ve sonuçta insanların istifâde edeceği menbağlar oluşur. Dünyadan gönlünü
çekmeyen hikmet sâhibi olamaz gibi belirttikleri söylemlerden yola çıkarak
şöyle bir düşünceye varmak abartı olmasa gerek: Zemahşeri’nin en değerli ve en
faydalı eserlerini, dönüş veya değişimi ya da kendi diliyle tövbesinden sonra
kaleme almış olması, yukarıdaki tasavvufi söylemin haklılığını ispatlar
mâhiyettedir.
Zemahşerî’deki dönüşüm, sâdece dünyaya ve dünyalıklara gönül bağlamamaya
yönelik bir dönüşüm değildir. Aynı zamanda şiir, edebiyat, vezin ve kafiyeye
büyük önem veren Zemahşeri’nin anlayışında da ciddî bir değişim söz konusudur.
Şöyle ki:
“Ey Ebû Kasım! Edebiyat ve ilmine olan güvenin, seni nasıl aldattığını
bir bilsen !”4? “Aruz ve şiir ilmini öğrenmektense sünnet ve farzla
meşgul ol! Hidâyet oradadır.”
“Hak ile bâtılı birbirinden
ayıracak faziletli bir kelimeyi konuşman, vezinli konuşmalardan daha
hayırlıdır.”
“Şiirin vezin ve kafiyesini kurtarmaktansa, nefsi kurtarmak daha
evlâdır.”
“Kafiye çeşitlerinden gafil olursan, günahlarını kontrol altına almış
olacağını” ; “kafiyeyi bütün
incelikleriyle işleyenin de bütün hata ve cehâletten uzak olduğun zannetme!”30
Zemahşeri’nin yukarıdaki sözleri, tasavvuf ehlinin şiir, edebiyat, vezin
ve kafiye için söyledikleriyle bir paralellik arz etmektedir. Çünkü tasavvuf
ehlinin edebiyat ve belağât ile alakalı görüşleri, genel olarak şöyledir: Dünyâ
ehlinin edebî, fesâhat, belâğat, ilim ve şiir ezberlemek iken; din ehlinin
edebî ise, nefis ve âzâlarm edeplenmesidir.31
MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ’DE İŞLENEN MAKAMLAR
İŞLENEN MAKAMLARIN SÖZLÜK ve TERİM ANLAMLARI
Makâmât’m içeriğine geçmeden önce, Zemahşeri’nin eserinde kaleme almış
olduğu elli makamın her birinin sözlük ve terim anlamlarını vermenin, eserin
anlaşılmasına katkı sağlayacağına inanıyoruz. Makamların dizilişinde, eserdeki
sıralamayı göz önünde bulundurduk:
Rüşd: Dalâletin zıddı, hidâyete ulaştırma, yol
gösterme.32 Rüşd, “mânen aydınlatma, gafletten uyandırma, doğru yolu
gösterme” anlamına gelmektedir.
Takva: Sakınmak, korkmak/3 Dînî daha
derin bir anlayışla yaşama, dinde hassaslık. Allah’a boyun eğerek mâsivâdan
sakınma?4
Rıdvân: Râzı olmak, seçmek, işe ehil görmek,
kabul etmek?3 Kadere ve kaderin tecellîlerine râzı olmak, sosyal
hayâtta cereyan eden hadiseleri gönül hoşluğuyla karşılamak, şikâyet etmemek,
sızlanmamak, Allah’ın kuldan, kulun da Allah’tan râzı olması36
demektir.
İrîva: Alıkoyma, ayıplama?7
Zâd: Taâm, azık, insanların hayır ve şer olan
bütün amelleri?8 Gelecekte kendisine ihtiyaç duyulan şeyleri elinde
bulundurma, depolama?9
Zühd: Bir şeyin azlığı, bir şeyi küçük
gördüğünden onu terk etme, ondan yüz çevirme. Soğuk ve ilgisiz davranmak.
Rabbine yönelmesi için, kulun başkasıyla ilgilenmekten arınması, Allah’a
yönelmek için dünyadan el etek çekmek, elde mevcut olsa bile, gönülde mal ve
mülk sevgisine yer vermemek.
İnâbe: Tevbe etmek, dönmek, tâate yönelmek.
İşlenen günahlardan pişmanlık duyup Allah’a dönme, Allah’a gönül verme,
pişmanlık duyma.
Hazr: Uyanma ve hazırlanma, korkma, sakınma.
Korkulacak şeylerden sakınma.
İ’tibâr: İmtihan, taaccüb, düşünmek.63
Dünyâ ve orada bulunan her şeyin geçici ve aldatıcı olduğunu dâimâ dikkate
alma.
Teslim: Boyun eğme, kabullenme, hükme rızâ
gösterme. Allah’ın emrine boyun eğme, hoşa gitmese bile itirazda bulunmama,
kazâyı rızâ ile karşılama.
Samt: Konuşmama, sessiz kalma, sükût etme.
Zarûret bulunmadıkça konuşmamak, susarak hakikati düşünmek, az konuşmak.
Tâat: Yumuşama, boyun eğme. Verilen emri
kabullenme, emre boyun eğme demektir.
Münzire: Bildirmek, sakındırmak.
İstikâmet: İ’tidal, İbâdetinde doğru olma, şirki
terk etme. Tâate sarılmakla
birlikte günahtan kaçınmak, Dînîn emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma
konusundaki devamlılık.73
Tîb: Helâl, güzel, temiz, iyi kokulu, lezzetli
olan. Kendisi, yeri ve miktarı cihetiyle helâl olana denir.
Kanâat: İknâ olmak, yetinmek, rızâ göstermek,
verilene râzı olmak. Tutumlu, gönlü zengin ve tok gözlü olma, hırslı ve aç
gözlü olmama.
Tevakki: Muhâfaza etme, koruma, himâye etme.
Zarar veren ve eziyet edenden koruma, nefsi günaha sürükleyen şeylerden koruma.
Zülf: Men’ etme, gizleme, nefsi men’ etme ve
kötülüklerden alıkoyma.
Uzlet: Uzaklaşma, ayrılma, tenhaya çekilme,
yalnız kalma, Hayat akışı içerisinde küçük zaman dilimlerinde iç murâkabe, iç
muhâsebe için toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına
yaşamaktır.
İffet: Helâl ve güzel olmayan her şeyden uzak
durma, dilenmeme, şehveti terk etme.
Nedm: Pişmanlık, üzüntü, yaptığına üzülme,
pişmanlık duyma.
İnsanın daha önce yaptığı bir davranışına duyduğu üzüntü.83
Velâyet: Yardım etmek, yaklaşmak, sorumluluğunu
üstlenmek. Velilik, ermişlik,
Hakk’m kulunu, kulun mevlâsını dost edinmesi, Allah ile kul arasında karşılıklı
sevgi ve dostluk, nefsten fâni olup, kulun Hak ile birlikte hareket etmesi.
Salâh: İstikâmet, ayıplardan selim olma, fesâdm
zıddı. Kötülük ve fesadın zıttı.
İhlâs: Sâdeleştirme, temizleme, ameli riyâdan
beri kılma, samimiyet, gösterişi bırakma, Kalp ve beden amellerini her çeşit
art niyetten arındırmak, ameli sâdece Allah için yapmaktır.
Amel: İş yapma, davranış. Dînî, ahlâkî ve rûhî
her iş, taat ve davranış.
Tevhid: Bir olma, münferid olma, Allahu
Teâlâ’nın rububiyetini tek kılma, ona şirk koşmama. Allah’ın birliğini tanıma,
eş ve benzeri ondan uzak , , 94
tutma.
İbâdet: Boyun eğme, zelîl olma, Allah’ın
yüceliğinden ona boyun eğme,93 sâlikin gösterdiği çaba.
Sabır: Acele etmeme, bir şeyi hapis etme, nefsi
sabra zorlama. Başa gelen musibetlerden dolayı Allah’tan başka kimseye
şikâyetçi olmamak, sızlanmamak.
Haşyet: Korku, korkma. Gelecekte hoşa gitmeyen
bir şeyin beklentisinden kaynaklanan kalb üzüntüsü, kulun işlemiş olduğu günah
sebebiyle korkması.
İctinâbü’z-Zulm: Haddi aşmaktan uzaklaşma, eşyayı
yerine koyma. 11aksızl ık ve zulüm yapmaktan uzak durmaktır.
Teheccüd: Gece yatma, gece namazına kalkma, gece
namazı için uyanmak ve uyanık kalmak.
Duâ: Bir şeyin hazır olmasını istemek, çağırmak,
hayrı talep etmek ihtiyaçların
anahtarı, kulun Hakk’a yakarışı.103
Tesadduk: Sadaka verme. Sevap kazanmak ve
karşılığını Allah’tan beklemek maksadıyla yapılan bağış, yardım.
Şükür: Nimetin kadrini bilme, onu dile getirip
onunla senâ etme, yapılan iyiliği övme, nimetin değerini bilme,
nankör olmama.
Üsve: Benzeme, tâbi olma, yüceltme.
Nush: Niyeti hâlis kılma, irşâd etme. Kişinin
ehil bulunduğu fiil ve sözleri kasd etme.
Murâkabe: Koruma, mülâhaza etme, gözetme,
muhâfaza etme. Kalbi, ona zarar veren şerlerden korumak, “Allah her an beni
görüyor, kalbime bakıyor” anlayışı içinde olmak.
Mevt: Hayâtın zıddı, sönme, sükûn.113
Nefsin hevâ ve hevesinin kökünü kazımak.
Furkan: Ayırma, birini ötekinden ayrıştırma,
açıklama, burhân, hak ile bâtılı ayıran. Hak ile bâtılı ayıran ayrıntılı bilgi,
Kur’ân.
Nehy-i Ani’l-Hevâ: Alıkoyma, engelleme, nefsin,
şehvete yönelmesini engelleme, nefsin kalbe hâkim olmasını engelleme.
Temessük: Tutunma, asılma, nefsine hâkim olma.
Bir şeye tutunma ve onu koruma.
Şehâme: Güçlü, zekî, akıllı olma, izzet-i nefs.
Güzel olana tâbi olmak için büyük işlere duyulan iştiyak, hırs.
Humûl: Gizlenme, zâil olma, tanınmama, sesini
alçaltma. Namsız, şöhretten
kaçmak, zelîl ve miskin görünmek.123
Azm: Ciddî olma, yapmayı arzulama, sabretme.
Nefsin arzularına bakmadan, şer’î emir ve yasakları hem lafzına hem de rûhuna
uygun yapmaktır. Seyru sülûkün devâmı için gereken güçlü âmil.
Sıdk: Gerçeği dile getirme, doğru haber verme,
doğruluk. Her hâlükârda hak olanı söylemek, doğruluktan ayrılmamak, yalandan
uzak durmak, özün söze uyması demektir.
Nahv: Benzerlik, yol, kast etme, cihet.
Aruz: Şiirde vezin İlmî; kenar, açığa çıkarma.
Kafiye: Ense, bir şeyin sonu, şiir vezni,
şiirdeki son kelime.
Dîvân: İnşâ etmek, cem’ etmek, toplamak,
isimlerin kayıtlı olduğu defter. Yüksek derecedeki devlet adamlarından oluşan
meclis, cemâatle namaz kılman, zikir yapılan, sosyal meselelerin müzâkere
edildiği tasavvufi, idârî ve adlî merkezler.
Eyyâmü’l-Arab: Arab günleri, Arab tarihinde
gerçekleşen bâzı ibretlik olayların tarihleri.
MAKÂMÂT’TA İŞLENEN MAKAMLARIN İÇERİĞİ
Makâmât, elli makamdan oluşmaktadır. Zemahşerî her makamı kendi nefsine
bir öğüt olarak ele aldığından, makamlara “Ey Ebû Kasım!” uyarısıyla
başlamıştır. Temelde kendi nefsine hitap etse de içten dışa (okuyucuya) dönük
uyarılar vermeyi de hedeflemektedir.
Şimdi, MakâmâtT tanıtmak amacıyla her makamdan önemli gördüğümüz
anlamları aktaralım. Makâmât’m özlü tercümesi mâhiyetindeki bu bölümde, genelde
metne sâdık kalmayı esas kabul etmekle birlikte tefsîrî mâhiyette metne yakın
anlamlara da yer verdik. Çünkü yazarın da vurguladığı gibi133 asıl
olan, kelimelerin belağatli lafızlarından ziyâde, anlamlarıdır.
Rüşd Makamı: Ey Ebû Kasım! Hayrın mükâfâtı Lübnan elmasıX3(> gibidir.
Onu neresinden alırsan, seni kendine çeker. Kötülüğün sonu ise dikenli bir
bitkinin meyvesi gibidir. Hangi yönden ona yaklaşırsan, seni kendisine
dokunmaktan men eder.
Alnı açık ve aziz olmak istersen, dâimâ hayra tutun! Şerden de sakın!
Çünkü şer seni alçaltır.
Nefsine yönel ve onu âkıbetini düşünmeye sevk et! Nefsine onu olgunluğa
sevk eden hidâyeti mırıldan! Nefsini, Dînini yaralayan ve yakînini zedeleyen
şeyleri yapmaktan uzak tut! Sen hesâba çekilmeden onu hesâba çek, kınanıp
ayıplanmadan onu ayıpla!
İmânı hâlis kıl, muttakilerle berâber ol! Seni hidâyete götüren yollarda
yürü, dalâlete düşmüş ve haddi aşmışların yolundan yürüme! Bil ki, seni
kötülüklerden koruyan, ancak takvâ zırhıdır. Umulur ki Allah’ın fazlıyla
kurtuluşa erersin.
Takvâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Ömür kısadır. Dönüş
Allah’adır. Bu ihmalkârlık ve gevşeklik nedendir? Dünyanın süsü ve metâı seni
aldatmış, şeytanı andıran şehvetler ayağını kaydırmış. Eğer iddiâ ettiğin gibi
akıllı ve zekî isen, şu an bulunduğun durumdan daha mükemmel ve akıllı olurdun.
Dikkat et, en akıllıca olan, en güçlü olana yönelmektir. Takvâdan daha güçlü
bir sütun yoktur.
Doğru yola götüren deliller açıktır, şüphe verici şeyler kusurludur. Pak
Müslümanlık ak ve tertemizdir. Hakk’ın perdeleri aralanmıştır. Hakk’m nuru
ortadayken niçin nefsini saptırıyor ve hislerinle HakkT gizliyorsun. Ah! Keşke
gevşekliğini bilebilseydin.
Rıdvân Makamı: Ey Ebû Kasım! Ecel yazılıdır,
(ömür kısadır). Emeller ise ulaşılması zor, yalan ve oyalanmalardır.
Nefse uymanın kötülüğü sel, hayrı da damla kadardır. Nefse uymanın bir
anlık lezzetinde pişmanlık, İbâdet ile gelen bir anlık meşakkatte ise sonsuz
bir gıpta olan ilahi rızâ vardır.
Rahmân’m azâbma ve ateşine olan bu aceleciğinin özrü nedir? Zâlim bir
insanın cennetten ve Allah’m rızâsından kaçışı gibi kaçışının hikmeti nedir?
Yazıklar olsun! Dünyayı sana sevgili kılan ve onu sana tercih ettiren,
şendeki şehvet tutkunluğundur. Dikkat et, âsîliğin en büyüğü şehvete esir
olmaktır. Ey akıl sâhibi! Görüntüsü saf ve berrak olan, fakat altında bulanık
suyun aktığı bu dünyâ güzelliği seni hayrete düşürüyor değil mi? Bu güzel
manzaralara aldanma! Çünkü arkalarında azap edici belâlar vardır.
Sübhânallah! Sana ne de süslenmiş ve güzel bir cevher, ne benzersiz bir
mercan verilmiş! Ki o seni kötülüklerden alıkoyan aklındır. Seni koruyan
hücrendir. Oysa ki sen, sürekli haktan bâtıla koştuğun için, sanki akıllı
değilmişsin gibi.
İr’ivâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Vücuttaki canlılık
ve güçlülük yok oldu ve başımın yanları beyazlaştı, demeden önce gençliğin bir
fırsattır. Onu değerlendir!
Gençlik döneminde henüz gücün, kuvvetin yerinde iken, güzel kadınların
bakışları üzerinde iken, ağacın bol su almış, gölgen her tarafı kaplamış,
endâmm güzel görünümlü iken, Amr’m kuvvet ve cesareti gibi kuvvet ve cesâretin
yerinde iken, nefsine uymaktan ve şeytanın vesvese ve tehlikelerine karşı
kendînî koru! Şeytan, gençlik döneminde sana, henüz doğruya ve rüşde yönelme
zamanı değildir, der.
Bu çocukluk ve gençlik döneminde hevâ ve heveslerine uymaktan ne zaman
vazgeçeceksin? Yaşlanıp dik olan dalının eğilmesine, saçının dökülmesine,
siyahlaşan otu beyaz görecek kadar gözlerinin zayıflamasına kadar sabredip
bekleyecek misin?
Yaşlansan dahi gençliğin dinamikliği üzerinde olsun, sakın ola şeytanın
hile ve aldatmalarına uymayasın. Ne yazık ki! Nefs, şeytana uymaktan lezzet
alır. Sen kurtulmayı dilemedikçe böyle devam eder.
Zâd Makamı: Ey Ebû Kasım! Dünyâ seni terk etmeden
önce, sen onu terk et; o seni öldürüp küçültmeden önce, sen onu öldürüp küçült!
Seni aldatan dünyayı ağız dolusuyla (bütün gücünle) boşa! Dünyayı âhirete
tercih etmekten daha zayıf bir görüş yoktur. Dünyâ, gecesi ve gündüzüyle
sürekli sağından ve solundan seni yontarak küçültmekte ve zayıf düşürmektedir.
Ölüm gelip dünyadan ayrılmadan önce, aceleyle en mühim ihtiyacını kendine
azık et ve önemli ihtiyaçlarını çabuk yerine getir! Çünkü her berâberlikten
sonra bir ayrılık vardır. Zaman tâyin edilmiş, ondan kaçış yoktur. İnsana, va’d
edilen gelmeden tedbîrini alması için bir mühlet verilmiştir. Sen de hazırlanıp
tedbirini al!
Dikkat et! Ölüm sana ânî gelecektir. Uyarıcı, sana gece gündüz
seslenmekte. Senin, susuzluk ateşini söndürecek bir yudum su dahi
bulamayacağın, ihtiyaçlarını giderecek hiçbir yardımcının olmadığı, korkunç,
zorluklarla dolu ve dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağını görüyor gibiyim.
Şâyet ‘Vah vah! Yazık yazık!’ gibi pişmanlıklar bir fayda verseydi, bin
kere vah vah!
Zühd Makamı: Ey Ebû Kasım! Sana ne oluyor da bu
fâni dünyayı terk etmiyorsun? Onu istemekten niçin ellerini silkmiyorsun? Allah
Resulü ve onun dostlarının dünyayı kerih ve anlamsız gördüklerini bilmiyor
musun?
Eğer dünyâ terk edilmeye lâyık bir yer olmasaydı, Hz. Peygamber’in (s)
dediği gibi, dünyanın değeri Allah katında bir sineğin kanadı kadar olurdu.
Dünyâ senin gördüğün gibi yüce ve güzel olsaydı, ardında bu kadar çok
kirlilik olmazdı. O, ancak bal ile sıvanmış öldürücü bir zehirdir. Gittiği her
yerde boğazda kalır. Elem ve sıkıntıdan hâli değildir.
Dünyanın her doğru ve güzelliğinin de mutlaka bir eğriliği vardır. Balı,
arının ısırması; hurması da dikeniyle berâberdir. Câriyesini kucaklamadan önce
mızrakla savaşan ve kılıçla vuruşanları kucaklaman lâzım.
Başından ve tâcmdan üzerine belanın döküldüğü Mervan b. Yezîd’i (ö.
101/720) hatırla! Çok sevdiği câriyesi Habbâbe’nin boğazında bir nar
tanesinin kalmasını hatırla!
Sevinçli ve mutlu olan mutlaka bilmeli ki, sevgi boğazda kalır ve
geçicidir. Akıllı kişi, dünyanın aldatmasına ve şehvetlerine kapılmaz.
Heyhât, hevâ ve hevese dâvet edilen, çoğunlukla hevesine uyar. Ancak
Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve sağlam kulpa tutunan hâriç.
Müjdeler olsun!
Allah ’ın ipine sımsıkı sarılana,
Doğru yol üzerinde ayakları sabit olan.
Elbisesi eski, kalbi yeni olan,
Yeryüzünde şöhrete tâbi olmayana,
Adı semâlarda meşhûr olana
Gözler onları sefâlet içerisinde
gördüğünden onlara iltifat etmez.
Dünyâ onları küçük gördükçe onlar
güçleriyle uhrâda yükselirler.
Onlar, arkadaşları tarafından çevrilmiş,
ipekli sedir ve yastıklara yaslanmış taç sahibi sultanlardan daha yücedirler.
İnâbe Makamı: Ey Ebû Kasım! Uyanık olmalısın,
zamanın gelmiş dünyadan vazgeç! Gençliğin seni kınamakla burnunu sürtüyor.
Senin gibilerin şaka yapması ne kötüdür! Çoğu şakacıların kuralı oyundur.
Ey adam! Ciddi ol, ciddi! İnsanın en güçlü olduğu zamanı geride bıraktın,
kırkını aştın. Yaşıtlarında yaşlılığın belirtileri ortaya çıkmıştır.
Gençliğini, gazel söyleyerek geçirdin,
Ömrünü, sevgilerinin gölgelerinde geçirdin,
Aklını, hevâsının vadilerinde kaybettin,
Gücünü en parlak olan yere vermişsin,
Zorluk mekânını seçmiş ve kendine belâ ve fitne yeri edinmişsin,
Aklını geyiklere benzeyen kadınlara kaptırdın...
Yaptığın işlerde ısrarcı oldun, yaktığın ateşi alevlendirdin. Vazgeç
vazgeç, sen bunun ehli değilsin. Kanayan yaralarınla pişman olacaksın. Allah’a
yönel; umulur ki ona yönelmen seni temizler. Böyle davranacağını ummuyorum.
Çünkü günahların çoktur. Ancak, Allah’ın affı da çoktur.
Allah’ın rahmeti her tarafı kuşatmış olsa da bunun seni kapsamayacağından
korkarım.
Hazr Makamı: Ey Ebû Kasım! Nefsine tabi olma, onu
korkut. Onun etrafı ateş koru veya kaynamış su damlalarıyla çevriliyken
kulağın, kalbin ve meylin onun azıcık zevkine tabidir.
Saltanatının büyüklüğüne kapılmışken bir sancı seni gafil avlar.
Dünyadaki ateş, kaynar su, elem ve sıkıntı uhrevi hayâta göre çok kısa ve
basittir.
Emellerin, etrafında seni döndürerek dünyadaki istirahatını bozar ve seni
sıradanlaştırır. Allah’ın çetin azabı senin için yeterlidir. Niçin ateşi görür
gibi onu gözlerinin önüne getirmiyorsun? Eğer onun varlığına yakinen
inanıyorsan sana lazım gelen onun hâlini düşünmendir. Bütün zamanlarda bunu
düşün ve dâimâ heyecan içinde ol.
Büyük bir memnuniyet ile dünyaya iltifat etme. Bir atlı bir ağacın
gölgesinden geçerken ne kadar istirahat ediyor ise dünyanın sana vereceği
rahatlık ancak o kadardır. Dünyanın iyiliğine ve kötülüğüne aldırış etme.
İ’tibar Makamı: Ey Ebû Kasım! Görüyorsun ki zaman
ömürleri bitiriyor. Binaları ve ustalarını yok ediyor. O binalara yapanlarından
başkasını yerleştiriyor, ağaçları meyvelerini toplayanından başkasına miras bıraktırıyor.
Ölümünden önce başkasının sâhip oluşu eşi helak ettirirken, ölümünden sonra o
kadına başkası sâhip oluyor. Mal ve mülkünün varisleri, ölümünden hemen sonra
malını aralarında taksim ederler.
Bu şiddetli hırsından vazgeç. Boynu uzun hurmanın döllenmesi seni cebbar
olan Allah’a dönüşünden vazgeçirmesin. Yanakları aya benzeyen kadınlardan
sakın, gücünü ve akimı malın kanatlarına bağlama. Allah’a güveni unutup kilit
ve kancalara güvenmekten sakın.
Nefsini kötülüklerden alıkoyarak cennete ulaşamaya vesile kıl.
Teslim Makamı: Gece ve gündüzün yenilenmesiyle
her yeni olan eskimekte, çürümekte ve değişmektedir. Demir gibi sert olan da
zamanla çaresiz kalıp çürümektedir. Her nefis, sahibini kabir toprağının altına
atmaktadır.
Zaman; dün, bugün ve yarından ibarettir. Hayat denilen şey de ya rahatlık
ve zenginliktir ya da sıkıntı ve fakirliktir. Bunlardan hangisi takdir edilmiş
ise o vardır.
Zaman, hayâtı izale etmek için tayin edilmiştir. Akıllı kimse ihtiyaç
duyduğunu yapandır. Damat olunan andaki mutluluk hâli ile musibet ve sıkıntı
anındaki huzursuzluk hâli aynıdır. Tatlı an ile acı an arasında bir farklılık
yoktur. Çünkü insan olayları takdir eden Allah’a teslim olmuştur. Ve o, her
şeyin bir sonunun da olduğunu gayet iyi biliyordur.
İnsanın kalbini hevâ ve şehvet sardığından basireti yok olmuştur.
Çevresindekilerin eksiklerini görür fakat kendisi umurunda değildir. İnanç ve
hayırlarındaki eksikliği bilmez ama malındaki eksikliği çok iyi bilir
Dünyâ sevgisi kalbini kalın bir örtü ile örtmüş ve şeytan gözlerini
güzelliklerle süslemiştir. Manevi fırsatların değerini bilmez iken maddi
fırsatların kaçırılması taziye üzüntüsü verir.
Samt Makamı: Ey Ebû Kasım! Dünyâ malına çok önem
vermediğini iddia ediyorsun, fakirlik zamanında ve vakar elbisesi giydiğinde
dünyanın kötülüklerinden korunduğunu ve dünyâ işlerinden sorgulandığında
kendinden emin olduğunu sanıyorsun. Evet doğrudur. Her ne kadar içki gibi haram
olan şeylerden korunmuşsan da başka haramlarla dürüstlüğünü delmişsin.
Müslüman kardeşini gıybet etmek içki içmekten daha haramdır. Müslüman
kardeşinin haysiyetine dil uzâtmak onu terk etmekten daha kötüdür. Zira Allah,
gıybet edenin ağzını, gıybet ettiği kardeşinin etini yemek ve kanını içmekle
açmıştır.
Allah’ın bekasına yemin ederim ki, kanı içmek içki içmekten daha kötüdür.
Gıybet sahibini daha çok günah çamuruna batırır.
Ya Ebû Kasım! Dilini koru, dudaklarını dişlerinin üzerine kapat. Ancak
susmaktan daha faydalı ve Allah’a daha fazla yaklaştıran hâller hariç. Bunların
haricinde dilsiz gibi ol, dilini koru, ondan sakın O, yırtıcı bir ejderha veya
ondan daha tehlikelidir.
Başkasının namusunda delikler açması gibi tehlikeler, tehlike olarak sana
yeter.
Dikkat et insanlar avretlerini korur
Komşusundan eziyetini korumaz
Dili ve çenesi içki ile ıslak değilken
Kötü söz ile ıslatır
Üzerine yönelen beladan kurtuluş ümit eder
Hayır, onun kurtuluşu ne de zordur.
Ta’at Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’a dön.
Dünyanın zevklerini zikretmeyi bırak. Kur’ân oku.
Güzel kadınları düşünmeyi bırak, onlara tutkun olmaktan vazgeç. Allah’a
taatle geçirmediğin gençliğin için ağla. Senden önce sağlam kulelerde yaşayan
zorbaları düşün; sağlam kuleleri, ölümden onları kurtaramadı. O konak ve
kulelerin önünde ibret almak için dur. Bak ve ağla.
Oyun ve eğlence mekânlarında kervanını durdurma, göğüsleri yeni çıkmış
kadınların eteklerinin süpürdüğü yerlerden uzak dur.
Gençlik yıllarında, delâlet kervanındaki yürüyüşün ve nefs hevâsı yolunda
cehâlet kervanında kaybettiğin zaman sana yeterlidir.
Uzun zamandan beri şeytanın döşeklerinde istirahat eden nefisini Allah
yolunda eğit. Ona eski hayâtını önemsiz kıl. Ve artık isyanın dostluğundan
uzaklaşma zamanı gelmiştir.
Mımzire Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’a dönüşün ve
yakınlığın senden değil, Allah’ın sana olan bir fazlıdır. Dönüşün sıkıntı ve
hastalıklardan beri olsun.
Sen, doğru yoldan sapmış, kötülüğe meyi etmiş, açık yol üzerinde ortada
kalmış her yöne dönebilen, aklını nefsine teslim etmiş, kervanı isyan çölünde
yürüten, bâtılda kalmakta ısrar eden biri olarak görünüyorsun. Bir nasihatçı
seni hakka davet etse sen yine bâtılda ısrar edeceksin. Ömründen geçen aylar
yıllarını bitiriyor. Zamanını verimli kullanarak geçen aylarını irşâd etmeyi
akletmiyorsun. Zamanını bilmiyorsun. Yavru tayların annelerinin etrafında
koşuşmaları gibi bâtılda şevk ile koşuyorsun.
Bu şımarıklığının önüne kimse geçmeyecek gibi. Oysaki seni durdurmak için
okun kudret yayı sana atılmış, seni akıllandırmak için çok bela seni ısırmış.
Sıhhatine güvenme, semai şifa kurtarıcıdır. Saymakla bitiremeyeceğin
nimet ve Allah’ın rahmeti ile ayaktasın. Şayet ömrünün bütün günlerini oruçlu,
gecelerini İbâdetle geçirsen dahi yüce Allah’ın sana vermiş olduğu büyük
nimetlerin şükrünü ifa etmiş olamazsın. Bu dalgalarda bir damla olarak kalır.
Allah seni düşüren hastalıklardan sıhhat vermiş. Bütün takdir ondandır.
Sübhanallah! onun şifası, ilaçların verdiği şifadan daha etkilidir. Dikkat et!
Eğer onun nimetlerinin en küçüğü akacak olsa dereler dolup taşacaktır.
İstikâmet Makamı: Ey Ebû Kasım! Bazı hedeflere
ulaşmak ve emirleri yerine getirmekle mükellef kılınmışsın. O hedeflere,
yorgunluğu bırakarak canlı bir şekilde acele ile ulaşmaya çalış. Öyle acele et
ki senden önce ona ulaşan olmasın. Bineğini öyle ciddi ve hızlı koştur ki bu
hız seni izleyenlerin gözlerini yorsun. Hayır peşinden koşanlara zayıflık ve
gevşeklik yakışmaz. Bâtılın peşinden koşanlara öyle güçlü oklar atmalı ki
onları bâtıldan döndürsün.
Senin gibi kimselere haktan ayrılması, okunun hedefini ıskalaması
yakışmaz. Birden fazla gidişat ve yolun olduğu ortamlarda dosdoğru olanını seç.
Çünkü cennete ancak, dosdoğru yol üzerinde olanlar girebilir.
Şüphesiz sâlih amelin süsü ve güzelliği, onun devamlı olmasıdır. Salih
amelin en kötüsü de şehvetini dindirmek için büyük bir iştahla isteğine yönelip
hemencecik tatmin olup terk edilendir.
En faydalı rüzgâr, esişi hafif ve devamlı olandır. En iyi bulut yağmurunu
hafif hafif yağdırandır. Amellerin kesik kesik, ara verilen değil, devamlı
yağan faydalı bir yağmur gibi olsun.
Durum ciddidir. Her gün gayretini biraz daha artır. Seni kurtaracak
amellerine sımsıkı sarıl, gücünü ve kuvvetini işine ver. Nefsinin şikâyetlerini
ve gururunu yumuşat, onun gücünü bâtılı yıkıp hakkı ihya etmede kulan. Bu tür
durumlarda Müslüman hırslı; demir ve taşın sertliği gibi de sert olmalıdır.
Tîb Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’ın fazlından, sana
Helâl ve temiz olanından vermesini temenni et. Kazanılanın en helâlını rızk
olarak vermesini dile. Temiz insan, ancak Helâl olanını ister, nefsini Helâl ya
da haram olduğu belli olmayandan uzak tutar. Harama karşı sabırlıdır. Akıllı insan,
insanı küçük düşüren yerlerden bol su içmeye karşın nefsine hâkim olur. Bu
durumlarda nefsini susuz kalmaya karşı tahammüle alıştırır, haram olanı
istemez, harama esir olmaz. Çoğu zaman Helâli bulamasa susuzluğunu diliyle
dudaklarını ıslatarak giderir.
İster şerefini korumak için, ister Allah’ın koyduğu hadler için ve
istersen sorgu ve sualden olan korkun için olsun haramdan sakın ki nefsini
saidler arasında yürütüp övülebilesin.
Âdetini ve gidişatını İslâmî takvâ üzere kıl. Senin gibi akıllı, zeki, ciddi
ve azimli insandan da bu beklenir.
Haramlardan uzak kalmayı istiyorsan dînîni ve himmetini birleştir. O
ikisi insanı ölümden kurtaran birer zırhtır. İnsanı günah işlemekten ancak ateş
korkusu ve rezil olma korkusu korur.
Kanâat Makamı: Ey Ebû Kasım! Aç gözlü değil
kanaatkâr ol. Bu durumda çok verene de hiç vermeyene de ihtiyacın olmaz.
Yüzünün derisini ancak Rabbinin huzurunda yırt. İnsanlardan değil Allah’tan
iste. Rızkını zengine rızk verenden iste, dilerse sana da rızık verir.
Kanâat, altında bütün mülk ve memleketlerin bulunduğu bir memlekettir.
Helaki için hiçbir belanın olmadığı bir memleket.
Kanaatkâr olanı zenginlikten sonra fakirlik beklemez, hâzinelerine yokluk
girmez, hiçbir zenginlik ondan daha zengin olamaz, çok iyi matematik bilen biri
bile onun değerini ölçemez. Meşguliyet bakımından insanların en rahatıdır.
Yardımda, misafir ağırlamada da en rahat olandır. Ölçülen ve tartılan şeyler
onun umurunda değildir. Hâzinede toplanan ve saklanan onu ilgilendirmez,
hâzinelerinin anahtarlarını kuvvetli bir cemaat bile taşıyamaz, bununla o,
Karun’dan daha zengin ve daha fazla servet sahibidir.
Aza kanâat getiren en zengin, çok mala hırslı olan ise en fakir olandır.
Kanaatkâr kişi, istediği her şeyi elde edendir. Hırslının muradına ulaştığı ise
hiç görülmemiştir. Çünkü en güzeline sâhip olsa da onu fakir ve esirden daha aç
görürsün, sürekli en güzelini ister, şayet ışığı ay kadar parlak olsa da
parmaklarını ısırır ve “Ay gibidir, neden güneş gibi değildir?” der ve eyvahlar
çeker.
Asidir, iştahlı olan her şeye çene kemikleriyle iştah eder. İstediği
şeylerin haddi hesâbı yoktur.
Kanaatkâr kimsenin ihtiyaçları bellidir: Avret yerlerini örten eski bir
elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek. Bunları elde edince sanki
bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ve semiz develerin sahibi Numan’dan daha
zengin olur.
Tevakkî Makamı: Ey Ebû Kasım! Yaptığın hiçbir
günahı küçük görme, senin yanında küçük olan Allah katında büyük olabilir.
Günahın küçük veya büyüklüğünü değil onu günah kılanın büyüklüğünü düşün. Çünkü
eşya kendisini var edenin büyüklüğü ile fazilet kazanır.
Allah’ın hesâbını ve adâletli tartılarını düşün ki onlar hardal tanesi ve
zerre-i miktar kadar olanını dahi tartar.
Gözlerinin, dilinin, kalbinin ve ayaklarının anlık hatalarını büyük say.
Bakışların Allah’a dönen göz ile olmalı, sözlerin akıllıca telaffuz edilmiş
olmalı, düşüncelerin, gidişatın ve yürüyüşün doğru, hayırlı ve faydalı
olmalıdır.
Bilmelisin ki gözlerini haramdan sakınmakla, dilini hayır konuşmadıkça
sükût ettirmekle ve faydalı olanı düşünmekle emrolunmuşsun. Bütün iş, düşünüş
ve bakışlarında Allah’ı düşün ve gayret göster, ta ki sevaba yakın suça uzak
olasın.
Zulf Makamı: Ey Ebû Kasım! Edebiyat ve ilmine olan
güveninin seni nereye götürdüğünü, nasıl aldattığını bir bilsen! Adıyla süslendiğin,
anlatmakla sevindiğin, edebî bilgisinin fazlalığıyla övündüğün ve kendisini
kullanarak dünyadaki maksadına ulaştığın ilminin seni nasıl aldattığını bir
bilsen!
Bilgiyi itibar kazanmak için öğrenene, sultanlara ulaşmak için ilmini
kapılarına merdiven basamağı yapanlara, sultanların hizmetçileri ile dostluk
kurmak için ilmini aracı kılanlara yazıklar olsun!
Daha önce ilim ve edebiyatla uğraşmayı bir mahrumiyet olarak gören,
bundan ötürü cehâlet ve eksikliği temenni eden, cehâlet ve eksikliği dünyalık
nimetlerin sebebi olarak gören bir kişi, bir sultanın huzurunda ilminden ve
edebiyatından ötürü azıcık bir menfaat görünce ilmine ve edebiyatına övgüler
yağdırmaya başlar. Eğer bunlar bende olmasaydı ben nerede bu şerefe tutunmak
nerede der.
Vallahi, İlâhi ilham ve semâvi tesadüf daha hayırlı ve bereketlidir.
Hareket ve çalışmada bereket vardır. “Şüphesiz hareket üretkenlik,
hareketsizlik de kısırlıktır.” sözü doğrudur.
Az bir çalışma ile elde edilen nîmet, melikin verdiği çok nimetten daha
hayırlıdır. Alaca yılanların ısırması, yüzüne bir mızrağın saplanması, sultanın
verdiğinden daha iyidir.
Edebiyat ve ilmini, dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak ve şöhret sahibi
olmak için öğrenir ve taşırsa eşeğin sırtındaki ağır bir yük gibi yük yüklenmiş
olur.
İlim ve edebiyatın semeresi şunlar olmalıdır: Zor ahlaklara alışmak,
izzet-i nefsi kazanmak, emelleri azaltmak, nefsin çirkin amellere bulaşmasına
engel olmak, kötülüğe götüren sefâletten uzak durmak, gözünü ve gidişatını
âhirete yönlendirmek ve dünyâ nimetlerini gözünde küçültmektir. Çünkü bu
nimetler az bir zaman sonra seni terk eden gölgelerdir.
Allah’ın bazı kulları vardır ki hiçbir melikin kapısını çalmamış, onun
eşiğine ayak basmamış, mertebesi hiç gözüne ilişmemiş, melikin kâtiplerini hiç
tanımamış, onun yanında saygıdan ötürü iki ayağını bitiştirmemiş olup ancak
Allah’ın huzurunda saygıyla durmuşlardır.
Allah ki, zâlimlerin kırdıklarını tamir eder, hükümdar ve kisrâların
yaptıklarını yıkıp dağıtandır.
Uzlet Makamı: Ey Ebû Kasım! İnsanlarla berâber
olmaktan ve sohbet etmekten nefsini alıkoy. Dağın bir yükseltisine çık ve orada
yaşa, mağaralara sığın, komşu ve arkadaştan uzak, gözlerinin şahsından
başkasını görmediği, sâdece kalbinle istişare ettiğin, kulaklarının kendi
konuşma ve fısıltıların dışında hiçbir şey duymadıkları yerlere.
Orada gözyaşınla Allah’a yalvar ve yakar, kendi ayıpların dışında
başkasının ayıplarını görme.
Bugünün insanları orduların öncü kuvvetleri gibi hep günah ve şerleri
görürler. Onlarla karşılaşmak ve konuşmak insanı yoldan çıkarır ve onlarla
birlikte olmak bir nifaktır.
Çünkü dilleri hep başkasının ırz, şeref ve haysiyetinin aleyhinde
konuşur. Büyükler, meclislerinde birbirlerine hakkı ve sabrı değil dedikodu ve
çekişmeleri tavsiye eder gibi sohbet ederler, yastıklarına yaslanıp da fesadı
silmek için istişare etmezler. Onlara yaklaştığında keşke tek başıma olsaydım
dersin.
Uzlet ve hâlvete çekildiğinde kendine yönelir, düşünmeye başlarsın.
Sürekli Allah’ın zikrini hatırlar, yenilersin ve şerden uzaklaşıp hayra
yönelirsin. Seninle uzletin arasına bir mani koyanlar, Allah’ın senden uzak
durmanı istediği kimselerdir. Onun ilk sözü, kardeşinin etini yemektir. Her
oturup kalkmasında kardeşinin mürüvvetini lekeler; onun yüzüne bakmazsan, ona
kulak vermezsen gururlu, riyakâr ve kindar olduğunu söyler. İsteklerine boyun
eğip uyarsan, İnsanları aldatan şeytanla eşit olursunuz. Cenab-ı Allah bizi
şerrinden korusun.
İffet Makamı: Ey Ebû Kasım! Nefsin şehvetleri âdet
edinmiş. Onu bu âdetlerden uzaklaştır. Nefsine tabi olma. Çünkü nefs, güzel
kadınlarla olmayı ister, revakları altın su ile süslenmiş, yerleri ince ipekten
işlenmiş hâlılarla döşenmiş yerlerde, devekuşu yumurtası gibi beyaz, güzel genç
kızlarla berâber yastıklara yaslanmayı ister, dünyalığın en güzelini ister.
Yazıklar olsun sana! Nefsin istediği bu taleplerin hiçbirine cevap verme,
onu en ümitsiz bir şekilde geri çevir. Bil ki bir saat nefsine tabi olursan
seni birçok acaip isyana sürükler.
Yumuşak hâlılar, süslü revaklar yerine sana fakirlerin barınakları
yeterlidir. Ömrüne yemin olsun ki, sonu ölümdür diye düşünen bir adam için üç
direkli bir çadır ile Firavun’un sarayları aynıdır.
Dünyâ üzerinde hep başkalarını konaklayan yapıları düşün. Güzel kadınlar
yerine, şeytanın burunu yere sürten seni takvâya ulaştıran bir kadın
yeterlidir. Bu durumda hayır meydanında sonuna kadar onlarla yarışırsın.
Güzel yemekler yerine sabah akşam iki tas arpa yemeği sana yeterlidir. O
yemeklerde bunun gibi kamını doyurmaktan başka sana bir faydaları yoktur.
Pahâlı kürk ve giysiler yerine, avret yerlerini örten giysiler
yeterlidir. Salih olan kul, hafif olan fakirlik hâlini, iki elbise çeşidi
arasında kalıp sevinme hâline tercih eder. Onun yanında altın ipekle dokunmuş
meliklerin omuzlarından sarkılan güzel elbiselerle, fakirin omzunda yırtık ve
kalın dokunmuş çürük bir aba aynıdır. Çünkü asıl olan takvâ elbisesidir.
Dünyanın güzellik ve çekiciliğini, müşriklere bırak ki onlar helak
olmuşlardır.
Allah’ın ipine sımsıkı sarıl umulur ki seni korur. Seni ayıplayan ve
seninle alay eden hiçbir şeye kulak asma.
Nedm Makamı: Ey Ebû Kasım! Sen tevbe edip pişman
olabileceğin veya kötü olabileceğin bir hâl üzerinde zor bir durumdasın.
Bu kötü hâlinde sol tarafına baktığında orası kötülüklerle kaplı, vahşi
bir taraf ki burada Allah’ın azabı ve tehdidi önünü kesiyor; sağ tarafına
baktığında mümine uygun, temiz ve şefkatli bir yerdir. Bununla berâber,
Allah’ın va’di, müjde güllerini sana sıçratır. Kalbine basiretin soğukluğunu
tattırır. Sevap kanatlarıyla etrafını mesh eder seni bütün günah ve suçlardan
temizler ve ümit azığın olur.
Şeytanın seni saptırması ve bu hâlden alıkoymasına karşın tedbirini al.
Eğer iki hâl arasında kalman gerekirse korku ve ümit arasında kal. Nefsine bir
müddet şevkle istemenin tamahkârlığını, bir müddette her şeyi terk edip
korkunun acısın tattır. Korku ve ümidi terk etme. İkisini elde eden takvâyı
elde etmiştir.
Velâyet Makamı: Ey Ebû Kasım! Nazım’m şu beytini
düşün: “Benim dostum olduğunu söylüyor ama düşmanımı seviyorsun. Hainlik senden
uzak değildir.” Bu beyit sana hâlis dostluğun sırrını nasıl çizmiş, yalancı
sevgi ile ciddi sevgiyi sana nasıl göstermiş iyi düşün.
Senin gerçek dostun genişte de zorda da seni bırakmayandır. Sana dost
olana dosttur. Sana düşman olanı seven, sana dost değildir.
Eğer gerçekten Rabbini seven bir kul isen, Rabbini sevenlerin sevgisini
kalbine yerleştir. Allah’ı ve onun dostlarını dost edinmeyenin alanına konma,
ona komşu olmaktan uzak dur.
Allah’tan utan, kalbinde O olmalıdır. Her şeyinle O’nunsun. Kalbini
yaratan ve Rabbin olan O’dur.
Allah’ın azabıyla meşgul olan, çok şefkati kardeşin, amcan veya yakının
dahi olsa ona yaklaşma. Yüce Allah’ın Hatib’den nasıl intikam aldığını unutma,
nerdeyse helak olacaktı.
Salâh Makamı: Ya Ebû Kasım! Bu oyun ve eğlence ne
zamana kadar? Sabah akşam zenginliği taleb etmen ne zamana kadar? Oysa ömür
hızla geçiyor ve ne kadar hırslı olursan ol ancak nasibini bulursun.
Güç ve kuvvetini taat için sarf et. Hayırlı olan budur. Kurtuluş için
çaba sarf etmek Allah’ın insan üzerindeki bir hakkıdır. Kurtuluş için çaba
içerisinde bulunmak, dünyalığı elde etmek için çölleri aşmaktan daha uygundur.
Çünkü bir müddet sonra cenazeyi taşıyan tahtaya bineceksin. Cenazen, sanki
gözlerimin önünde kabristana sür’atle götürülmek için geçiyor, ölümünden üç gün
sonra mirasçılarının mirası paylaşmak üzere toplandıklarını görüyor gibiyim.
Kabrin seni kuşatmış, nefsin helak olmuş, ümitsiz bir rehin gibisin.
Kabre konulduktan sonra seni asla terk etmeyen amelin dışındaki bütün
dost ve ahbaplar sana veda edip gideceklerdir. Amelin seninle harabe ve tozlu
mezarda kalmaktan korkmaz. İskeletin dağılıp kemiklerin toz hâline gelse dahi.
Dirilme üfleyişi geldiğinde, herkesin kendine yetecek bir hâli olduğunda,
annenin babanın ve kardeşinin senden kaçtığı gün amelini yanında bulursun. O,
ya seni kurtuluşa çağırır ya da elem verici bir azaba iter.
Nefsine mühlet verme, çok çalışması için zorla, tevazu için zelilliğe
atıl. Böyle olursan amelin dehşetli anlarında sana sükûnet verir. Sana cennette
güzel döşekler, Kevser ve sersebil ikram eder.
İhlâs Makamı: Ey Ebû Kasım! Efendiye efendilik,
köleye de kölelik yakışır. Senin ne kadar da büyük bir efendin var ve sen ne
zelil bir kulsun! Herkesin kendisine İbâdet ettiği ve bütün efendilerin
kendisine boyun eğdikleri efendine kulluk et.
Kulların inatlaşıp büyüklendikleri hâllerden seni koruması için gizli bir
yakarış ile geceleyin ona duâ et ve onu çağır.
Allah, kalbinde gizlediğin şeyleri de bildiğinden bütün azalarınla
Allah’tan kork. O, ancak niyetin hâlis, fikrin temiz olduğu şeyleri kabul eder.
Sırattan ancak elenmiş, seçilmiş ameller geçer.
Amel Makamı: Ey Ebû Kasım! Senin hakkında
söylenen: Büyük fazilete, güçlü edebe sahib, bunlarla meşhur olmuş; eksiklik ve
rezâletten uzak bir genç, ibâdet ve fazilet dolu biri, sarf, nahiv ve luğatta
güçlü, dilde mahir, nesir ve şiirde çok güçlü gibi söylemlere ehemmiyet verme.
Ey Ebû Kasım! İnsanlar faziletleri ne çoktur dediklerinde hatalarım daha
çoktur de. İnsanlar edebî ne de köklüdür dediklerinde, edebimin noksanlığı daha
köklüdür de.
Allah’a yemin ederim ki, gerçek akıllı ve edip, birçok garip ve
bilinmeyeni ezberleyen değil, nefsini yüce Allah’ın arzuladığı şekilde terbiye
edip süsleyen, ahlakını insanı lekeleyen düğümlerden arınıp temizleyendir.
İlmî güçlü ameli gevşek olan zengin olan değildir. Şüphe yok ki amelsiz
ilim oksuz yaya benzer. Sabaha değin ilim ile amelini karşılaştır. Aradaki
farkı düşün, çalışma ve gayretini amellerine yönelt.
Bil ki ilim, amel için bir merdivendir. Amel ve onun sevabı olmasaydı
ilim ve şeriat öğrenilmezdi.
Tevhid Makamı: Ey Ebû Kasım! Kâinat bir güce boyun
eğmiş: Yıldızlar yürütülmekte, ay yörüngesinde yürümekte, güneş durmadan devran
etmekte, rüzgârlar memeyi emer gibi bulutları sağmaktadır.
Yeryüzü yerdekilere boyun eğmiş, dağlarla sabitlenmiştir. Acı olan su
tatlı olanla iç içedir, sert kayalar çatlamakta, içlerinden tatlı su
çıkmaktadır. Bu suyla tohumlar ağaç olmakta. Ayrıca nutfeden de insan
oluşmaktadır. Bunun hikmetlerini anlamak ve yorumlamak keskin zekâlı olanları
bile aciz bırakmaktadır. Bütün bunlar kudret sahibi bir hâkimin varlığına
delildir. Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah’ın dilemesiyle bütün
bu işler yürümektedir. Evvel ve ahir olan O’dur. Bütün bu eşyalar sonradan ve
yokluktan yaratılmışlardır.
Kalbini yakin ile doldur, şeytan yaratıcıya delil olan bu hikmetlerden
uzaklaştırıp nefsine uydurmasın ve Allah’a götüren yollardan şaşırtmasın.
Allah’a götürülen yollarda en fazla çalışanı sen al. Allah’ın mukaddes
isimlerini en fazla anan sen ol, O’nun nimetlerine şükretmekle nefsine iyilik
et. Çünkü sen ve senin yanında bulunanların hepsi O’nundur.
İbâdet Makamı: Ey Ebû Kasım! Kim Rabbi için
nefsini alçaltırsa büyük bir nimetle nîmetlendirilmiştir. Rabbine hizmetle günü
sarf eden alçalmayan bir azizdir.
Fâni dünyanın sevgisine kapılmış, kendisini alçaltarak ona itâat eden,
dünyâ sevgisi ile dolu olan alçaklığı ve rezilliği kabul etmiştir.
Sen bu şâki olan adamdan Allah’a sığın, bugün Rabbin için nefsini zelil
kıl ki yarın aziz olasın, dünyâ hayâtının azıcık olan günlerinde yorul ki ebedi
istirahata kavuşabilesin. Gevşeklik veren tembellikten uzak dur. İzzet sahibi
olan Rabbinden utan.
Sabır Makamı: Ey Ebû Kasım! Nefsin öncelikle zevk
ve sefaya meyyaldir. Onunla sabır bölükleriyle savaş. Umulur ki şehvetini
gevşetir ve onu ıslah edersin.
Bil ki senin sabrın tek başına onun inadına ve askerlerine karşı duramaz
sen de ona karşı kenetlen sabrına yardım ilave et.
Nefsi lezzet veren yiyeceklerden, istirahat veren yataklardan göze parlak
gelen görüntülerden, tembellik veren boş kalmadan, artarda gelen gevşeklikten
uzaklaştır. Ona tatsız yiyecekler tattır, uyku kaçıran sert elbiseler giydir,
boğazda kalacak içecekler içir. Onu aç ve susuz bırak, gece yataktan uzak tut,
taş gibi batan yatakları arz et, korkutucu şeyleri hatırlat, rivayet olunan
bazı sâlihlerin durumlarını hatırlat, soğuk sabahlarda soğuk su ile yıka, kabir
ve harabelerde dolaştır. Bütün bunları yapmaktan gevşekliğe düşme.
Allah’ın va’d ve azabını sürekli hatırlat, onu hayra teşvik eden ve
kötülüklerden de alıkoyan ayetleri oku, ağır gelen ibâdetleri ona arz et. Böyle
yaparsan sarhoşluktan sükûnete döner ve bunu âdet edinirsin.
Korku Makamı: Ey Ebû Kasım! Yeryüzünde gördüğün
bütün insanların derdi nedir? Biri sizi hâkim ve sultan olan Allah’a
çağırdığında dehşetle korkuya düşer, titremeye başlar, kalbi ümit ve korku
arasında gidip gelir, dehşete düşmüş bir hâlde hangi tarafa dahil olacağını
bilmez.
Sonra kabirden içeri girince kaburga kemiklerini kıracak olan bu korkudan
daha büyük bir bela sorma. Sonra ya Allah’ın azabıyla kamçılanır, ya da
Allah’ın rızâsının elbisesi giydirilir.
Kâinatta ki bütün insanlar namaza çağrılır. Kullara farz kılman bu
namazın edası ve terki insanı sevap ve azaba götürebilir. Azaptan daha ürkütücü
ve acı verici ne olabilir ki zerresi bile insanı mağlup eder.
İctinabu’z- Zulm Makamı: Ey Ebû Kasım! Dâimâ ölüm
anını düşün, Allah’ın tevfikini arkadaş edin O, ne güzel bir arkadaştır.
Atika ve kardeşini hatırla, kaç beytini onlarla süsledin, onlarla
birlikte olmaya hayâtını satmışsın. Onların sana ne faydaları vardı? Asil
kimselerin seni meth etmelerinin sana ne faydası var?
Gazel sahibi ve nesep sahibi olanların Allah katında nasipleri yoktur.
Şairlerin dillerinde kâfıyelenenler helak olsun. İrşad edenlerin yolunu takip
edenlere selam olsun.
Allah’ı meth eden, güzel kadınları meth etmeye nasıl zaman bulabilir ki?
Gücünü şiir vadilerinde kaybettin. Sana yazdıranı dinle, şairlerin
söylediklerini değil.
Zülüm ehline tekrar dönme, sana kılıç çekseler bile dilini onları meth
etmekten çek, cismin onların kapılarında, ismin defterlerinde olmasın, onların
temiz olmayan rızkından nefsini uzak tut, sana tayin edilen maaştan sakın.
Çünkü o cehennem ateşiyle aynıdır.
Sürekli Rabbinin huzurunda ol, gölgen mescidin bahçesinden uzak kalmasın,
övgünü hâlis bir şekilde Rabbine yap, bütün kazancında Helâl olanını iste.
Allah’tan kork ki Allah sana beklemediğin yerden rızk versin.
Âlemlerin Rabbine hamd et, beşere bu kadar nimeti veren O’dur. Kâinatı
hayran bırakacak derecede güzel yaratan da O’dur. O’nun sonu yoktur. I layranl
ık ve mükemmellik için sana verdiği kalp, görme ve dil yeterlidir. Bunlar ibret
alma ve doğrulanma alametleridir.
Teheccüd Makamı: Ey Ebû Kasım! İnsanların en
kerim olanı en muttaki olanıdır, amellerin en hayırlısı riyadan arınmış, temiz
olanıdır. Amellerin temiz ve parlak olsun, sevap kazanma umuduyla amel eden
yırtıcı amil olma, amelin Meliki’l- Kuddus için olsun, Allah’a yönelen
amellerin kirlenmesinden sakın. Etrafındaki riya kirlerini yıka. Amellerini ve
niyetini sâfi kıl. Senden ancak en temiz olan kabul görür.
Karanlığın çöktüğü, gecenin perdesini çektiği, sessizliğin kulaklara
vurduğu sanki senden başka hiç kimsenin yeryüzünde olmadığı bir anda uykudan
kalk, gözlerini secde yerine dik, semadaki meleklerin kendisinden korktukları
ve göktekilerin gâdâbmdan korktuğu Allah’tan kork.
Gözlerinin sürekli uykuya bağlanmasından gözlerine merhamet et. Göz
kapakların kapanıp uyku için seni zorlaşa da onları ibâdet ve ağlama ile baş
başa bırak, günah ve hatalarından ötürü ağla. Hâlini Rabbine arz et; O’na
sığın, O’na iltica et. Bazen kul, Rabbine sığınmak ve zayıflığını arz etmekle,
onun kerim komşusu olmakla güvende olur.
Duâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Yaptığın çocuklukların
senin için yeterlidir. Bugün ve yarının, dünden daha hayırlı olması için hırslı
ol. Nefsine işlediğin cinayetler peş peşedir. İlâhî emirler yumuşak ve gevşek değil
ciddidir. Kudret sahibinin azabını dil anlatamaz.
Seni kurtuluşa götüren birkaç hayır dışında başka kazancın yokken bu ne
cesarettir? Güç ve kuvvetin sınırlı iken şeytana uyup dünyaya kapılmışsın.
Kötülüklerine karşı hayır işle ta ki kötülüklerini silsin. Ellerini
minnet ve zenginlik sahibi olan Allah’a aç, huşu ile gözlerinden yaş akar
hâlde, boğazın hıçkırıklarla tıkanmış, alnın utancından terlemiş hâlde de ki:
Ya Rabbi! Sen günahlarımı ve ayıplarımı biliyorsun, habis düşüncelerim ve
içimdeki gizlilikler sana gizli değildir. Utancımdan yüzümü kapatıyorum. Her
şeyin ortaya konulduğu o günde yaratıkların arasında beni rezil etme, o gün
suçluların üzerine suçlarıyla bağırılır. Sen, kuluna kereminle ihsan et ve
kulunun cürmünden vazgeç.
Tesadduk Makamı: Ey Ebû Kasım! Mertliğin çeşitleri
sayılmayacak kadar çoktur. Her mertlik mertlik değildir. Sadakayı verirken
fakir kalırım düşüncesine kapılma, elinin dar olduğu en zor durumlarda dahi
sadakayı gönül rahatlığıyla ver. Zor durumda kalmamak için de malının bir
kısmını ver.
Kadınların mehir ve sadakalarını onlara ver. Yüce Allah sana malı, mülkü
kadın ve çocukların için ihsan etmiş, onlara yardım ve iyiliğin de çok
faziletli olduğunu sana bildirmiştir.
Sadakanı daha çok iffetli insanlara ver. Hayrını men’ etme çünkü bu bir
görevdir. Çoğu zaman fakire avuçla vermen, misafiri tencere dolusuyla
ağırlamandan daha hayırlıdır. Kurutulmuş deve eti ile yetimin kamını doyurman,
birilerine deve kesmen ya da kova dolusu altın vermenden daha hayırlıdır. Az
miktarın Allah rızâsı için verilmesi, insanların gözünde kantar kantar altın
verilmesinden daha iyidir.
Dünyada verdiğin azlık, ölümden sonra bıraktığın çokluktan daha
hayırlıdır.
Şükür Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’ın sana olan
nimetlerinin ne haddi ne de hesâbı vardır. Yeryüzündeki kum tanelerini kim
sayabilir ki? Allah’ın verdiği en küçük nimet bile sayılamaz ve karşılığı ifa
edilemez. Bu nimetlerden birini dahi küçük görmek nankörlüktür. Damağın,
tükürük salgılaması ile ağzı ıslandırmasını düşün.
Yüce Allah kudreti ile seni temiz bir soy ile takvâlı bir annenin kamında
cenin kılmış. Sonra seni eksiksiz, canlı hâlde doğurtmuş. Göz, kulak, kalb
vermiş. Annenin dar ve karanlık rahminden, geniş ve aydınlık bir dünyaya
indirmiş. Bununla berâber güzel yiyecek ve giyecekler ihsan etmiş. Daha
önemlisi henüz hiçbir ihtiyacını gideremeyecek bir bebek iken seni koruyan,
dâimâ en güzelini sunan, şefkat dolu bir hizmetçi hazırlamıştır.
Yüce Allah, dişlerini hikmetle dizmiş, harfleri telaffuz için dil vermiş.
Hidayet ve delâlet yollarını sana göstermiş, hidayet yolunda sana yardımcı
olmuş. Sonra geniş nimetler, seçkin döşekler, yemyeşil bahçeler, kedersiz kalp
gibi bol nimetler ihsan etmiştir. Bu nimetler sana verilmiş ki düşünüp
şükredesin.
Oysa sen, bu nimetlere muhâlefet ettin, şeytanın aldatmalarına kapıldın,
nefsanî şehvete meylettin. Seni kötülüğe götüren zevkinden başka bir şeyi
düşünmüyorsun.
Allah, yaptıklarından açık olanını da gizli olanını da bilendir,
kusurlarını örtendir, seni lekeleyen şeylerden koruyandır. O, seni rencide etmeyi
istemez, nimetlerinin tamamını sana arz etmeyi ve seni hidayete ulaştırmayı
ister.
Başına gelen musibet ve sıkıntılardan sonra O’na dönmekten başka bir
yolun kalmadı. O da üzerine rahmetini dökerek seni rahatlığa ulaştırdı. Doğru
yola ulaştırmak için elinden tuttu. İmanını koruyan lütuflar vererek seni râzı
kıldı. Onun nimetlerine şükretmek gücümüzün kabilinde değildir.
Usve Makamı: Ey Ebû Kasım! Himmetlerini Rabbinin
hakkına rehin etmiş Allah’ın kulları vardır. Bunlar güç ve kuvvetlerini
Rablerinin rızâsını kazanmaya bağlamışlar. Nefislerini onun yolunda mücahedeye
bağlamış, takvâ zamanlarında onun gösterdiği yol üzerinde zelil olarak
yürümüşlerdir. Nefisleri için sapkınlığa düşmek yok. Amelleri düz bir çizgi
üzerinde sağa sola meyletmez. Yumuşak ve sâlimdirler. Her tehlikeye karşı bir
yolda devam ediyorlar, güvenilirdirler.
Dünyâ bütün güzelliğini önlerine serse, en güzel elbise ve en süslü
şeyler önlerinden geçse, onlara karşı gözlerini kapatır, zevklerine karşı
başlarını eğer bunların mutluluk değil gurur kaynağı olduklarından gafil
değillerdir. Dünyâ süsünü kalbe hâkim kılmanın yanlış olduğunu bilir, dünyayı
değil âhireti, iyiliklerini değil günahlarını düşünürler.
Bunlar huzurlu ve mutlu insanlardır. Kim bunlara benzer ise şüphesiz
kazanır ve mutlu olur. Bu yola ulaşmak için Allah’tan başarı dile ki seni o
gruba arkadaş yapsın.
Nush Makamı: Ey Ebû Kasım! Kötülerin amelini
işleyip de iyilerin ümitlerini beslemene hayret ediyorum. Bu gaflet ve
çelişkide olanların durumudur.
Ey yeise kapılmış ümitsiz! İyi ve kötü amellerin tartıldığmda,
iyiliklerinin rüzgâr önünde birer yaprak olduğunu görürsün. Nefsine Allah’a
itâatı yükle, günah ve hataların en ağırını değil.
Asilikte bir fil kadar kuvvetli iken, itâatta filin görmesinden daha
zayıfsın, nadir de olsa sâlih bir amel işlediğinde yaygarasını yaparak onu da
yok edersin, sen doğuran sonra da doğurduğunu öldürensin, sıla-yı rahim yapan
sonra da onları esir edensin.
Sana kaç tane nasihat edilse de kalbin onlara bağlanmadı, kulakların
nasihatlere sağır kesildi; yüzüne öğüt alıcı sözler söylense de sen onları
buzdan soğuk algılarsın.
Nefsin öğüt almaz, alnın hayâdan terlemez, yanaklarından gözyaşı akmaz.
Oysa sert taş dahi bazen rutubetlenir ve yumuşar. Yüce Allah bu hayâsız yüzü
yaşatmasın, bu yüzü taşıyana rezâlet daha müstahâktır.
Mıırakâbe Makamı: Ey Ebû Kasım! Yalnız kalsan da
yalnız değilsin. İnsana şah damarından daha yakın olan seninle berâberdir. İki
omzunda yazan, hiçbir şeyden gafil olmayan seninle berâberdir. Akıl gözü ile
bakmaz isen bunları nereden bileceksin, iki adil şahit ve yüce Allah ile
karşılaşmayacağını nereden bileceksin?
İtikad ve iman için çalış, kalbine yakinin yerleşmesi için gayret göster.
Çünkü sana büyük nimetler ihsan edilmiş, onları kötüye yöneltmekle rezil etme.
Ölüm göğsüne kollarını uzâtsa da izzetini küçük düşürme, seni alçaltmayı
arzulayandan uzak dur. Karşında bir çocuk dahi olsa onun huzurunda bile seni
alçaltan şeyler yapma.
Hırs ve ihtirasta mübalağa etme. Allah’ı ve Onun cezalarını
düşünmüyorsun, her şeyi kaydeden iki meleği de. Hiç kimse seni görmese de
Cenab-ı Allah seni görüyor ya, bütün yaratıkların ondan hayâ etmeleri gerekmez
mi? O Allah ki büyüklüğünü görsen gözlerin yüceliğine hayran kalır. Zihinler
büyüklüğünü kavrayamaz.
Sırtına büyük günahların bindiği, eli boş ve hüsranda olan sana yazıklar
olsun! O’na tövbe et, ancak O’ndan kork, O, büyüktür. Başkası onun yanında
hakirdir.
İnsanların seni görmediği ve duymadıkları bir yerde isen, görmeyi ve
duymayı yaratandan kork. Sen insanlardan korkarak ayıplarını onlardan gizliyorsun.
Oysa mahlûkatın ilahından korkmak daha hak değil mi? Beşerin arasında kenDînî
nasıl koruyorsan, tek başına kaldığında da daha fazla korun.
Mevt Makamı: Ey Ebû Kasım! Uzun zaman kavminin
eşrafı ile arkadaşlık ettin. Sen sanki uykunda hayaller görüyor gibisin. Oysa
ölümün elleri onları tek tek ya da ikişer hâlde toplayıverdi. Onlar sanki hiç
ev yapmamış ve hiç şarkı söylememişlerdir.
Çok kuvvetli imaretleri yıkılıverdi, ölüm gece bir araya gelip sohbet
edenlerin renklerini değiştiriverdi.
Çokça imaret ve deve sahibi olan deden nerede? Ölüm okları ona ulaştı ve
hepsi yıkılıp gitti. Ölümün yanında toplumun en yaşlısı ile en genci aynıdır.
Ölüm yeni yetişene acımaz.
Sen sanki dedenin hâlini hiç düşünmüyor ve ondan ibret almıyorsun.
Sırtından bir su damlası olarak geldin, sonra sevgin onun kalbine gömüldü ve
ona kendi nefsinden daha sevimli oldun.
Seni hayır dışındaki her şeyden men etti, tehlikelere karşı koruyuverdi.
Gücü yettiği kadar ihtiyaçlarına cevap verdi ve seni güzel şeylerle süsleyip,
zihnini ilim ve edeb ile aşıladı.
Nerede aşiretin, yanma çare aramak için çokça gidilenler, büyük
problemlerle karşılaştıklarında çok güzel çare bulabilenler, iffetli ve yumuşak
huylu dostlar?
Ölüme giden bir daha ondan geri dönemez, ciğerleri soğuk su ile ıslatılmaz.
Dikkat et! sen onların izlerini takip edeceksin sanki onlara ulaştım diye
düşün.
Furkan Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’ın kitabını
kendine kurtarıcı kıl. O, ne güzel kurtarıcıdır. Eğer kurtuluş mecrasına girmek
istersen bir saatini bile ona müracaattan boş geçirme. O, Allah’ın sapsağlam
ipi ve apaçık yoludur. Bütün şer’i kanunlar onunla ihyâ edilmiş, şirkin
karanlıkları O’nunla silinmiş, gecenin karanlığı O’nun nuruyla aydınlanmıştır.
Kur’ân-ı ne kadar bilsen de yine kenarına bile varamazsın, dalan dibine varamaz,
içi eşsiz inci ile dolu tatlı bir sudur, belagatı diğer belagatları aciz
bırakır. Güzelliklerinin haddi yoktur. Güzellik ve uyumu aklı ve zekâyı
hayretler içerisinde bırakmıştır.
İyi ve kötülerin gidişat ve akıbetlerinden ibret alasın diye sana bahseder.
Bakışlarını hidayete erenlerin sonunun güzelliğine çevir, dilini Kur’ân’m
dirayetine ve tilavetinin tatlılığına alıştır. Mahreçlere dikkat edip yanlış
okumaktan uzak dur, tane tane, tertil ile oku, kalbinin diline tabi olmasına
gayret göster, okuduğunu anlamaya çalış. Basiret ve mantığını Kur’ân’m hakikati
ile cilala. Bunlara dikkat etmesen içinde tadın ve faydanın olmadığı boş bir
kab olur.
Ona ancak büyük ve küçük hadesten temizlenenler dokunabilir. Allah’ın
hakkını da koru. Onun ismine idafe edilir. İsmi mübarek olsun.
Nehyi A’ni’l-Hevâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Şüphesiz
seni yaratan ve şekillendiren O’dur. Sana akıl ve nefis veren O’dur. Akıl ve
nefis hayır ve şer yolunda senin hüccetindir. Onlardan biri basirettir,
öğreticidir, dâimâ seni saf kaynaklara götürür, hakkı sana gösterir. Diğeri
kördür, cahildir. Meçhul ve sıcaklığın en şiddetli olduğu ortamlarda seni
çalıştırır.
İkisinden hangisi daha mahir, daha bilgin, daha kurtarıcı ve tabi olmaya
daha layıktır? Akıl, seherin aydınlığı gibi parlaktır. Nefis, karanlığın siyah
çizgisi gibi karanlıktır. Akla sarılman lazım. Onu kucaklaman lazım, sana
mızraklar atılsa dahi, öldürücü ölüm karşına çıksa dahi ondan vazgeçmemen
lazım.
Senin için yeni bir durum ortaya çıktığında, bu durum akla mı nefse mi
daha meyyaldir diye kendine sor. Eğer akıl vesilesiyle isteniyorsa aşkla ona
sarılman lazım. Sana nefis (hevâ) yoluyla gelirse, aslandan, zehirli yılandan
kaçar gibi kaç. Hoşuna gitse ve arzuladığın onun yanında olsa dahi kork ve uzak
dur.
Eğer durum akıl ile nefis arasında tam belli olmayan, ortada bir yerde
ise vakarı, sükûneti kullan, ağır davran. Aklı ve kalbi ile sana nasihat
edenlerle müşavere et. Zararı gizli, parlak menfaatlerden uzak dur.
Takvâda, dikenli bir yolda yürüyen kişi nasıl serbest yürümüyor, kenDînî
koruyorsa sen de öyle korun.
Nefsin kördür. Ona tâbi olma,
Seni parlak yoldan şaşırtmasın.
Nefsin hevâsını terk et.
Hüccetli olarak aklın izleri üzere yürü.
Doğruluğu belli olan terk edilmez.
Akıl basirettir ve rehberdir.
Doğru görüşten uzak basirete yöneltmez.
İşlerinde hevâsına uyan, akıllı insanlar arasında gülünç konuma düşer.
Temâsuk Makamı: Ey Ebû Kasım! Vakarın ridâsı
hilmdir. Hilm, ilim sahibinin sarıldığı en güzel süstür. Sen de vakar sahibi ve
yumuşak huylu ol. İnsanın akıllı olduğuna ilk delil hareket ve sükûnetinin
uygun olmasıdır. İşlerin çoğunu sükûnet ve yumuşaklık ile karşıla, yeryüzünde
yürüdüğünde vakar ve ağır başlı yürü. Güzelliklerle karşılaştığında aşırı
heyecana kapılma. Zor durumda kaldığında da kendini bırakma.
Kalbin güçlü olsun, bela ve musibetlere karşı cesur ol. Hafiflik
gösterme, akıllı olan düşünmeyen bir baş, taşıran bir kalp bulundurmaz.
Öfkeni tutan ol, yanlışa iyilikle karşılık ver. İntikam almada nefsine
hâkim ol, gönül kuşunu sakin tut. Öfkenin alevleri, ateşin alevlerinden daha
şiddetlidir. Seni yakmasından kork.
Ateşi hilm gibi söndürenden başkası olamaz. Hilm, ateşin üzerine suyu
dökmektir. Affetmek de, kova ile yükselen alevleri söndürmek için su döker.
Şehâme Makamı: Ey Ebû Kasım! Seni kötülükten nehy
edene itâat etmen sana zarar vermez, nefsine uymaya isyan etmen sana zarar
vermez. Kötülüğe önem verme, sonunda iyilerin sevabıyla süsleneceksin,
kötülüğün lezzet ve tatlılığına iltifat etme çünkü sonunda cezanın olduğu bir
durum seni beklemektedir. Akıllı insan, bu durumu düşünüp tedbir almayı terk
etmeyendir.
Böyle davranmaz isen cahil kimselerin gururuna kapılmış olursun. Cehâlet
cahillerin işini kolaylaştırırken, akıllı kişileri rezil eder.
Bütün diller, hind yapımı bir kılıç gibidir. Onu vazgeçirecek olan ancak akıldır.
Oysa dil aklı etkisi altına almıştır. Kötü lisan ile şerefi lekelemekten uzak
dur. İyi ile kötüyü ayırt et, doğruya giden yoldan ayrılma.
Humûl Makamı: Ey Ebû Kasım! Geçirdiğin ömrüne
yazıklar olsun. İsminin anılmasına, insanların seni parmak ile göstermelerine
büyük önem verdin. Oysa bunlar sana azıcık bir fayda bile vermediler.
Güzelliğin şeklen olduğunu, kemalinde dünyanın şöhreti olduğunu
zannettin. Oysa kâmil olan bildiklerini yaşayan ve çok çalışkan olandır.
İnsanlar onu tanımazlar, o, Allah katında anılan ve bilinendir, özel ve umumi
davetlerde onun adı geçmez.
Şu hâlde dünyadaki isim ve namlardan vazgeç, kefenlenmeden önce şöhretten
kaçarak ve miskin görünerek kenDînî kefenle, evinin bir köşesini nefsine kabir
yap, tek başına kalmanın zorluğuna sabret, sâdece seni irşâd edeni ziyaret et.
Bütün bunlar sende hâsıl olduğunda, elbiselerini Firdevs rüzgârları
okşar, evin sana mübarek olur ve melekler sana kanat gerer. Bu hâlini hiçbir
şeye değişme.
Ey Ebû Kasım! Yalnız kalmayı arzula
Bırak isim ve künyeleri başkaları arzulasın
Nefsini ölülere benzet
Eğer akıllı ve zeki isen şahsını ve nefsini ortaya çıkarma
Ölmeden onu evde defnet
Humûlu ona kefen yap
Umulur ki günahlarınla tutuşturduğun ateşi söndürürsün
Çünkü cehâlet anında haddi aşıyorsun.
A’zm Makamı: Ey Ebû Kasım! Ey zulüm karanlığında
dolaşan, nefsine mağlup, sürekli onun peşinde olan! Ey Allah’ın emrine sırt
çeviren, ömrünün en güzel zamanı, gençliğini boş geçiren! Ey hakta gevşek
davranan! Ey şeytanın hilelerine kapılıp kötü işlerde devam eden!
Akılı bir insan aklıyla bu sonuçlara varmaz. Gururundan vazgeç. Şakayı
bırak. Ciddi ol, tedbirini al ve sağlam görüşlü ol.
Şüphesiz Müslüman’ın günahları yolunda koşan yırtıcı hayvanlar gibidir.
Sen nasıl yırtıcı hayvanların yolunda yürürsün? Nasıl kirli kabdan içersin?
Hedefin sabırlı, ulu’l-a’zm kimselerin ulaştığı makam olsun, ayakların
kurtuluşa erenlerin yolunda yürüsün, zamanın kötülerine uyma.
Sıdk Makamı: Ey Ebû Kasım! Bütün kılıçlar pas ve
kirden temizlenerek keskinleştirilir iken kimse dilin doğru olanını söylemeye
ehemmiyet vermez. Sırf dilini hareket ettirmek için konuşma, ancak doğruyu
söylemek için konuş. Kasten yalan söylemekten dilini koru. Dilin yalanı kılıcın
pasından daha kötüdür. Senin lehinde de aleyhinde de olsa asla doğruluktan ayrılma.
Belki de doğruluk üzerine bereketini salar, dürüst ve mutlu olursun. Yalan da
kötülüğü ile seni yıkar, mahrum kalır ve maksadından uzaklaşırsın. Her
hâlükarda dürüst ol.
Arkadaşını sıkan ve korkutan dürüst bir konuşma, onun hoşuna giden tatlı
bir yalandan daha hayırlıdır. Birine söz verdiğinde sözünü yerine getir.
Va’dini yerine getirmede aceleci ol.
Eğer kerem sahibi ve mertliğin en yücesine sâhip olmak istersen
şimşeğinden önce yağmurunu döken buluta benze. Söz vermeden önce vereceğini
yerine getiren bir adam ol.
Nahv Makamı: Ey Ebû Kasım! Hemze-i istifham,
zayıflığına rağmen kelamın başı olduğu hâlde sen onun gibi bile olamıyorsun.
Keşke hayır işlerinde hemz-i istifham gibi önde onlarla berâber önde
olabilseydin. Tenvin ve harfi tenis gibi hayır işlerinde geride kalma.
Önde olma durumu daha değerlidir. En kıymetli olanını misafirine takdim
etmek Arab’ın âdetidir. Sürekli tevbe edip, amellerinle iyilere benze. Çünkü
fiil-i muzari, isme benzediğinden dolayı i’rab almıştır.
Hayrın maddesi, insanlardan ayrı yaşamayı tercih etmen ve ininden
çıkmamandır. Müştekim zamirler gibi kendini gizle. Şüphesiz, gizlenmek kurtuluş
ve sağlam kulpa tutunman da sana güç verir. “Vav” harfinin idğam ile kalp olup
korunması gibi.
Sürekli kalbinde dînî iş ve meşgaleler olsun “el” ele” fiilinin zamirsiz
olmayışı gibi. Dînî düşünce ve işleri kalbine yerleştir. “Allahumme” de mim’in
harfi nidanın yerine gelmesi gibi.
Rabbin için zor ve şiddetli olan amelde dur. Benu Temim’in, şedde üzerine
vakf ettiği gibi, Hak din üzerinde sabit kal, mebnilikte harekenin değişmemesi
gibi. İki yol arasında tereddüt etme, iki şeyin arasında bulanan hemze-i vakie
gibi.
İ’rabdan değişik amillerin gelmesi gibi; gece ve gündüze bak. Semanın
altında nasıl da birbirlerini takip ediyorlar. Gördüğün bütün şeylerin üzerinde
bela ve musibet vardır. İsmin, cer, ref ve nasba arz olunması gibi. Azmettiğin
şeyin üzerine gitmede güçlü ve samimi ol. “el-Femmu” kelimesindeki mim gibi,
asla geri kalma.
Dînî hedeflerin seni sultanlara ve mallarına meyi etmekten korusun.
İstiTa harfinde ses değişikliğinin yapılmayacağı gibi. (Dîvân kelimesinin aslı
devavindir. “vav” “ya”ya dönmüş) “vav” yerine “ya” kullandığı sürece dîvânda
verilecek şeylerin seni tanımasından sakın.
Aruz Makamı: Ey Ebû Kasım! Aruz İlmî ile hidayete
ulaşamazsın. İlim ve amelde hidayet, sünnet ve farzlar iledir. Şiirin vezni ile
uğraşmaktan daha çok farz ve sünnet ile uğraşmaya muhtaçsın. Hayır ile meşgul
olan şiirin vezin ve kalıbından vazgeçer.
Hakk ile bâtılı birbirinden ayıracak faziletli bir kelimeyi terennüm
etmen, edebiyatlı, vezinli konuşmalardan daha hayırlıdır.
Allah’ın takvâsına ve murakabesine sarıl, cezasının korkusuyla azalarm
titresin.
İki harf arasında vuk’u bulan edebiyat ve vezinle uğraşmayı bırak. Şiirin
başı, ortası ve sonu ile uğraşmaktan vazgeç. Dîninin tam ve kâmil oluşuna önem
ver.
Takvâ elbisesi, en hayırlı elbisedir. Allah ve insanlar katında en süslü
olandır. Dar ve aczedici olmasın, takvâyı elde etmede hırslı ol. Nefsini sâlih
amel meydanına teşvik et, uzun gecelerini ibâdet ile terbiye et.
Sözlerin, kirlilikten temizlenmiş, peşpeşe, sürükleyici ve güzel olsun.
Ancak hakkın içinde görün. Şiirin vezin ve kafiyesini kurtarmaktansa nefsini
kurtarmak daha evladır.
Kafiye Makamı: Ey Ebû Kasım! Kendine gel, başını
gövdene bağlayan ve ona hayât veren ensene bak. Duâların manalarını düşünerek
sabah Duâlarıyla istiğfarı ya da yakarışları kabul edilenlerden isen, kafiyeli
sözler söylemekten Allah’ın şifa veren kelimelerine sığın. İşleyeceğin suçun
seni helaka götürmeyeceğinden nasıl emin olabilirsin?
Kafiye çeşitlerinden uzak durursan günahlarını kontrol altına almış
olursun. Kafiyeyi bilmeyenin Allah katında kıymetinin olmadığını zannetme,
kafiyenin harekesini uyuma hatalı okuyanın, hak ehli arasında rezil olacağını
zannetme. Eksiklik ve uyumsuzluğun olmadığı bir beyit inşa edenin, takvâ
üzerine beyit inşa eden gibi olacağını zannetme. Ebû Cehil’in şiirinde yaptığı
gibi kafiyeyi bütün incelikleri ile işleyenin bütün hata ve cehâletten uzak
olduğunu zannetme.
Kafiyeyi iyi bilen büyük insanların çoğu “Eshab-ı Ress”ten daha
şerlidirler. Nice mahir insanlar vardır ki, bâtılda ve haddi aşmada o kadar
ileri gitmişlerdir ki zulüm ve fesad ehlinden olmuşlardır.
Dîvân Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah için boynundan
dünyâ tema’ı ve ümitsizliğini çıkar. Sen, iniş ve çıkışı zor olan iki dağın
arasında yürüyorsun. Ümitsizlik ve tema’ı çıkarmak bu yolda yürümekte daha
zordur. Bu zor yolu güçlü, akıllı ve Allah’ın yardım ettiği kişi geçer.
Adın, sultanlar tarafindan kendilerine maddi yardım yapılacak kişilerin adlarının
geçtiği, verilenin neden ve ne amaçla olduğu pek belli olmayan kayıt
defterlerinde bulunmasın.
Allah, adı resmi kayıtlarda geçeni rezâletten ayırmasın, haracı bekleyene
hayır vaki olmasın, sultanın peşinde koşturanın çabasını Allah kabul etmesin.
Allah, haracı getirenin, bitirenin, işleri kontrol edenin, yazarların ve
yazılanların üzerine rahmet kapılarını açmamak üzere kapatsın.
Eyyamü’l-Arab Makamı: Ey Ebû Kasım! Fâni ve az
olan bir geçimi, ebedi ve büyük olan nimete tercih etmekten nefret et. Dünyayı
kendine karargâh edinme. Şüphesiz dünyâ senin annen değildir. O, fahişe,
isteyene yumuşak davranan zinakâr bir kadındır. Onu arzulayanı belaya dûçar
kılar.
Bilmediğin, senin için yazılan bir ecel vardır, geçemeyeceğin takdir
edilmiş zamanın var, ölümü nefsinden deffedemezsin, hile ve tuzaklar seni
ölümden kurtaramaz.
İnsan hayâtında bazen ağır yaralar almasına rağmen, hiçbir şey olmamış
gibi aldığı yaraların farkına varmaz, bu kendisi için büyük tehlikeler arz
eder.
Nasihate karşı sakın büyüklenme, sulha karşı çıkma. İşlerinde ihtiyatlı
ol.
İhanetten sakın, onun hem isim hem künyesi, hem içi hem dışı çirkindir.
İyiliğe de ihanet ile cevap verme.
Dînînin hakikatinin himayesinde ol. Onu sağ elin ve kolunla muhâfaza et.
Senden yardım isteyen en azılı düşmanın dahi olsa ona yardım et. Yardım
isteyenin yardımına acele ile koş.
Yakınlarına zarar vermekten uzak dur. Komşularına karşı sert ve haşin
olma, en güzel bir şekilde onlara muamelede bulun. Sen de komşularının
boynuzlamalarından ve aldatmalarından korun. Zulmün sonu yıkımdır, yattığı yer
kötüdür, cezalandığı yerde kalır. Ve kötü akıbeti görür.
Savaşlardan vazgeç çünkü savaş, insanların nefretini ortaya çıkarır.
Nefretin köklerini yeşertir. Şer ve fitnenin ateşini yakar, akrabaların
kalbindeki iyilikleri kurutur. O, günah analarından biridir, dâimâ çok olup
azalmayandır. Doğurduğu kızların hepsi de fitnedir. Sana düşen tevbe etmendir.
Devamlı korku üzere ve uyanık ol. Gurur ve gaflette olanda hayır yoktur.
MAKÂMÂT İLE KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARININ
MUKAYESESİ
MAKAMLARA YÜKLENEN ORTAK ANLAMLAR
Bu bölümde, Zemahşerî’nin Makâmat'ında işlemiş olduğu makamları ve
bu makamlara yüklemiş olduğu anlamlar ile bunların klâsik tasavvuf
kaynaklarındaki işlenişlerini karşılaştıracağız. Bununla, Zemahşerî’nin Makâmât
adlı eserinden yola çıkarak, onun tasavvufi kavramlara bakış açısını ortaya
koymayı hedefliyoruz.
Zemahşerî, eserinde hemen hemen bütün makamlarda, dünyanın faniliğini
vurguladığından zühdü,
nefsi kötülüğün kaynağı olarak gördüğünden nefsi, yalnızlığa çekilmenin gerekliliğini
dile getirdiğinden uzleti,
İbâdetlerde ihlâs ve takvânın önemini belirttiğinden takva ve ihlâsı ve az ile
yetinmeyi sıkça işlediğinden kanâati bu bölümde ana başlık hâlinde işlemeyi uygun
gördük.
Zemahşerî’nin Makâmât ’mda bu başlıklara yüklediği anlamları,
klâsik tasavvuf kaynakları ile mukâyese edip ortak ve farklı söyleyenleri
değerlendireceğiz.
Bu karşılaştırmayı yaparken, tasavvuf kaynaklarından, tasavvuf ilminin
omurgasını oluşturan, tasavvuf ilmini sistematize eden ve bir tasavvuf araştırmacısının
mutlak başvuru kaynağı olan eserlerden yararlanacağız. Bunlar: el-
Muhâsibî’nin (ö. 243/857) er-Riâye’si, Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) er-Risâle’si,
Hucvirî’nin (ö. 465/1072) Keşfu’l-Mahcûb’u, Kelâbâzî’nin
(ö. 385/995) et- Ta’arrufu, Serrâc’m (ö. 378/988) el-Lüma\
İmâm-ı Gazâlî’nin (ö. 505/1111) İhyâsı, İmâm-ı Rabbânî’nin (ö.
1043/1624) Mektûbâfı, Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) Avârif’i,
el-Mekki’nin (ö. 386/996) Kûtü’l-Kulûb’u, Abdulkadir-i
Geylânî’nin (ö. 561/1166) el-Fethu’r-Rabbânî,sidir.
Bu karşılaştırmayı yaparken, önce ele aldığımız başlığın sözlük ve terim
anlamlarını, sonra klâsik tasavvuf kaynaklarında o makama yüklenen anlamı,
akabinde de Makâmâtü’z-Zemahşerî’âe. kavramın işlenişini ele alıp,
değerlendirmeyle sonlanan bir sistem uygulamayı uygun gördük.
Tasavvuf klâsikleri ve Zemahşerî’nin zühd, nefs, uzlet, takvâ, ihlâs ve
kanâat kavramlarına bakış açılarını sergilemeden önce bu kavramların sözlük ve
terim anlamlarına değinmek yerinde olacaktır.
Zühd,
sözlükte, “bir şeyin azlığı, bir şeyi küçük gördüğünden onu terk etme, ondan
yüz çevirme, soğuk ve ilgisiz davranmak, eşyâya dâir isteklerin bütünüyle
düşmesi” gibi anlamlara gelmektedir.
Terim olarak ise: Rabbine yönelmesi için, kulun başkasıyla ilgilenmekten
arınması, Allah’a yönelmek için dünyadan el etek çekmesi, elde mevcut olsa bile
gönülde mal ve mülk sevgisine yer vermemesi, fuzûlî ve lüzumsuz olanı terk
etmesi, helâl ve mübahm ihtiyaçtan fazla olan kısmını terk etmesi, hesap
korkusundan helâle yönelmesi, azap korkusundan da haramı terk etmesi, dünyaya
rağbeti azaltması, dünyaya doludizgin dalmaması, dünyâ ile ilgili isteği
azaltması, elin boş olduğu şeyden kalbin de boş olması demektir.
Zühd,
rhu dünyevî meşgalelerden ve bunalımlardan arıtarak, içten mâsivâyı atıp yalnız
Allah sevgisini kalbe yerleştirmek gibi anlamlara da gelmektedir.
KLÂSİK
TASAVVUF KAYNAKLARINDA ZÜHD
Zaman, belirlenen ecele yaklaşmakta ve her an, ömründen bir parça
götürmektedir. Her şahsın
takdir edilmiş bir eceli vardır. Bu ecel ne takdim ne de tehir olunmayacaktır.
Ecelden kaçış mümkün değildir? Kişi, her an ecelin gelebileceğini, ömür
mühletinin dolabileceğim düşünmeli, ömür için kesin bir tarihin mâlûm
olmadığını bilmelidir. Allah korkusuna sâhip mürîd, hiç bir an ve durumda,
ölüme ansızın yakalanmaktan kendisini emniyette saymamalıdır.
Cüneyd-i Bağdadî (ö. 297/909) bir nasihatinde şöyle der: “Amele sarıl,
ölüm seni acele yakalamadan amelinde acele et! Sana gelinmeden sen kendine gel!
Dünyadan gelip geçenler senin için ibret konumundalar.”
Hırsını azalt, ileriye dönük plan kurmayı (tûl-i emel) bırak; ölümü iki
gözünün arasına al! Sana ölüm gelecek ve kabre gireceksin. Emel azalttıkça
mevki yükselir. Çünkü emelini kısa tutarsan yaptığın işler temiz olur. Tûl-i
emelin iki sebebi vardır: Biri cehâlet, diğeri de dünyâ sevgisidir. Bazen genç,
gençliğine güvenir de ölümünü uzak görür. Halbuki ölümün, çocukluk, gençlik ve
ihtiyarlık gibi yaş haddi yoktur." Amel işleme vakti de gençliktir. Akıllı
olan, bu vakti kaçırmaz, fırsatı ganimet bilir. İnsan yaşl11 ık zamanına
kalamayabilir, kalsa dahi ibâdete güç yettiremeyebilir.
Yazık sana! Sen pek yakında ölecek ve yüz üstü sürülerek evinden
çıkarılıp götürüleceksin, övünüp durduğun malın da yağmalanacak ve seni
koruyamayacak. Nasıl olsa, sonunda mutlaka iyalı ve evlâdı terk edip
Hakk’a ulaşacaksınız. Şimdiden kendinizi ölülerden sayınız.
Hesâba çekilmeden önce kendinizi! hesâba çekiniz. Amelleriniz tartılmadan
onları siz tartınız ve kendinizi ibâdetlerle süsleyiniz!13 Dünyada
kendisini hesâba çekenin uhrevî hesâbı kolay, çekmeyenin de hesâbı zor olur.
Kabir, kıyâmet, cennet ve cehenneme inanan kişi, ölüme hazırlanmalıdır.
Kendisini dâimâ mezardaki ölülerden saymalıdır. Çünkü her gelecek yakındır.
Bilmiş ol ki; dünyanın zevklerini seven, ona aldanan ölümden gafil olur
ve ölümden bahsedilence ondan nefret eder. Arif olan ise devamlı olarak ölümü
hatırlar, çünkü ölüm, sevgilisi ile buluşma zamanıdır.
Ölümü ve ötesini düşünün, Rabbinizi ve onun sizi hesâba çekeceği günü
düşünün, size mühlet verdiğini hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, dünyaya
rağbeti söndürür ve tevekkülle her şey kalbinden çıkar ve Rabbine bağlanırsın.
Dünyalığa rağbet ettiğin sürece sağlam olamazsın, kalbin Allah’ın dışında
bir şeye güven duyduğu sürece sağlam olamazsın. Kalbinden dünyâ kaygılarını
çıkar. Çünkü yakında oradan alınacaksın.
A düşünceli (!) adam! Bakıyorum da insanları pek memnun ediyor Hakk’ı
kızdırıyorsun. Dünyanı imar ediyor ama âhiretini harabeye çeviriyorsun. Pek ı
ele vereceksin. Yakalaması çok çetin ve acı verici olan yüce zât seni
yakalayacak.
Kalpleriniz dünyâ sevgisi ve hırsıyla hastalanmış. Onu dünyaya değer
vermeyerek ve Hakk’a yönelerek iyileştiriniz.
Sizi Allah’tan alıkoyacak şeylerden, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi
kaçın. Dünyaya ve dünyâ
malını toplamaya, rızık aramaya karşı aşırı hırslı oluşunuz sizi Allah’m
yolundan ve kapısından alıkoydu.23 Dünyada zayi ettiğim, boşa
harcadığım günlerimden dolayı bana yazıklar olsun.
Sanki hiç ölmeyecek, kıyâmet gününde haşredilmeyecek ve Hakk’m huzûrunda
hesâba çekilmeyecek, sırat köprüsünden hiç geçmeyecekmiş gibi gaflet içinde
yüzüyorsun.
Dünyâ, zâhirde tatlı ve tâzedir. Ama hakikatte öldürücü bir zehirdir.
Altın kaplı necasettir. O, boyası, süsü ve hayâsızlığı ile süslenip
aldatanların en şerlisidir. Onun tâzeliğine ve tadına bakan sonsuzluğa dek
pişman olur. Çünkü dünyâ, dış görüntüsüyle alımlı; içi ise tuzak, hile ve
aldatmadan ibarettir.
Dünyaya meyletmeyin! Zira o hilekâr ve aldatıcıdır. Yenisi eskir, varlığı
yok olur, çokluğu azalır, izzeti zillete dönüşür, iyiliği yok olur. Dünyanın
dışı süslü, içi pislik doludur. O, çeşitli boyalar ve türlü elbiselerle
süslenen yaşlı ve çirkin bir kadın gibidir. Onun peşine takılan pişman olur.
Dünyanın ayıplarını ancak kalp gözüyle bakarsan görebilirsin. Eğer beden
gözünle bakarsan onun süsleriyle oyalanarak ayıplarını göremez ve kalbinden
çıkartamaz, ondan uzaklaşamazsm.
Dünyâ nimetleri, sonu gelmeyen bir kalp meşgalesi, berâberinde hiçbir
rahatlık olmayan bir hırs ve bitmez bir üzüntü, ölümden sonra da tadından eser
kalmadığı hâlde bekletilip hakkında sorguya çekilen, fâni şeylerden ibarettir.
İyi biliniz ki, bütün kötülüklerin başı dünyâ sevgisidir. O, müzmin bir
hastalıktır. Kısa bir şehvetin, uzun pişmanlıklar vereceği unutulmamalıdır.3?
Dünyâ büsbütün sıkıntı ve musibetlerle doludur. Her nimet berâberinde bir
musibet getirir. Hüzünsüz bir neşe ve darlıksız bir bolluk olamaz.
Fuadyl b. İyâz (ö. 187/802) demiştir ki: “Şerrin anahtarı dünyâ
sevgisi, hayrın anahtarı da zühddür.”
Dünyâ kötülüğün icrâsında nefsin yardımcısı olduğundan, Allah katında
buğz ve lânete uğramıştır. Allah katında dünyâ zelil, hakir ve yaratılmışların
en sevimsizidir.
Dünyâ, Allah’ın dostlarına, Allah’a giden yolları kapatmaya çalıştığından
ötürü düşmandır. Onun kötülüklerinden kurtulmanın ilk yolu onu tanımaktır.
Dünyâ sevgisi bütün hataların başı, onu sevmeyi terk ise bütün
İbâdetlerin başıdır. Dünyâ, kalbi, Allah’ın zikriyle meşgul olmaktan alır,
gayrisi ile meşgul eder. Dünyayı terk etmenin hakîkî mânâsı ona rağbeti terk
etmektir.
Şeytan dünyayı süsler, âhiretten alıkoyar. Akılla berâber kitap ve sünnet
verilmiş ki, nazarı dünyadan âhirete yönlendirmek gerekir. Çünkü dünyayı
istemekle birlikte, selâmette kalmak çok zordur. Said olan, kalbini dünyâ
muhabbetinden soğutup Hakk’m muhabbet ateşiyle tesir altına alandır.
Yahya b. Muaz (ö. 258/871) demiştir ki: “Dünyâ, âşıkları için
süslenmiş bir gelin gibidir. Ona karşı zâhid olanlar, güzelliklerine iltifat
etmemişlerdir.”43
Ebu Süleyman Abdurrahman b. Atiye ed-Dârânî (ö. 1215/1830) şöyle
söyledi: “Dünyâ kalpte yerleşti mi, âhiret kalpten göçer.”
Kalbini Allah ile meşgul et, O’nun dışındaki her şeyden kalbini arındır!
Kalbi temizlemenin yolu hırka, teşbih ve tehlil ile parmakları oynatmak değildir.
Hakk’ı istemek, kararlılıkla, dünyadan ilgiyi kesmekle ve Allah dışındaki her
şeyden soyutlanıp uzaklaşmakla olur.
Kalplerinizi Allah’m dışındaki her şeyden temizleyin. Faydayı, zararı
başkasından bilmeyin. Siz onun diyârında ve sofrasındasınız.
Dünyâ gidiyor, ömürler tükeniyor, âhiret durmadan size yaklaşıyor,
sîzinse âhirete yönelik hiçbir azığınız yok, bütün kaygınız dünyada ve dünyâ
malını toplamaktadır. Akıllı
olan, dünyaya aldanmaz, boş olana gönül bağlamaz.30
Dünyâ ve zevklerine önem verme! Rabbini düşün, dünyam âhir etin için imâr
et!31 Sâhip olduğun hiçbir şey seni şımartmasın. Çünkü yakında
onlardan eser kalmayacak?2
Hz. îsâ (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dünyayı kendinize efendi edinmeyiniz
ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Dünyadan geçin, imârına bakmayın.?3”
Dünyanın ömrü yakın bir geleceğe kadardır. Nimetleri kalmayacak,
güzelliği bozulacaktır. Hırçın huyludur. Eliyle insanları boğazlar, sözleri
zehirdir, zevkine düşkündür. Bundan ötürü imanı sağlam olan kimse dünyayı kalbi
için kalıcı bir yer, oturulacak bir ev olarak kabul etmez?4
Dünyanın zevkleri sizleri aldatmasın. Çünkü siz yakında yok olacaksınız,
sizin ardınızdan dünyâ da yok olacak?3 Aldanıp da ödünç malı
kendinin sanma, yakında senden alınacak ve sana hesapları sorulacak. Bütün
nimetler Allah’tandır. Onların yardımı ile Allah’a itâat ediniz?6
Vay sana, ey nefis! Dünyâ zevklerine iltifat edip onlarla ünsiyet edeni,
sonunda ölüm yakalayıp onlardan ayırdığı vakit, hasretinin daha çok olacağını
bilmiyor musun?
Geçmişte yüksek binalar inşa edip oturamayanı, yiyemeyeceklerini
toplayanı görmüyor musun? Kesin terk edeceğin dünyayı imar edip ebedi mekân
âhireti tahrip etmek akıl kârı mıdır?37
Babalarınızın, dedelerinizin ve hükümdarlarınızın öldüğüne tanık
olmadınız mı? Onlardan öğüt alıp dünyâ malına ve kalıcılığına olan iştiyakınıza
dur deseniz ya?8
Ölümü düşünmenin en etkin yolu, kendisinden önce ölüp toprak altına
girenlerin nasıl çürüdüklerini, mallarının nasıl mahvolunduğunu, yerlerinin
nasıl boş kaldığını düşünmektir. Ummadığı zamanda ölümün pençelerini kendisine
nasıl taktığını düşünür ise kalbi yumuşar?9
Geçmiş günahları sürekli düşün, sorgulanma ve azapla nefsini korkut! Dünyada yapılacak en güzel
amel, ona karşı Zâhid davranmak ve âhireti ona tercih etmektir. Bunu yapmayınca
bütün zevkleri terk et!
Zâhid, dünyanın hiçbir varma sevinmeyeceği gibi hiçbir yoğuna da
üzülmeyecektir.
Kalbinle Hakk’a koş ve onun rahmet eteğine tutun ki, dünyâ kaygısı
kalbinden çıkıp gitsin. Dünyâ elbisesini çıkart da âhiret elbisesine bürün!
Dünyâ zevkleriyle dolu olup dünyâ
hayâtını arzulamak âhireti dünyaya satmaktır.6?
Günlerinizi ve aylarınızı ne de az değerlendiriyorsunuz! Ömrünüzü yok
yere tüketiyorsunuz. Sizin, dünyanızla ilgili işlerinizi eksiksiz yaptığınızı,
Dînînizde ise ihmalkâr davrandığınızı görüyorum. Bunu tersine çeviriniz ki
doğruyu bulasınız. Dünyâ kimseye kalmamıştır, size de kalmayacaktır.
Gönlünü faniye bağlayan, fânî olur. Baki’ye bağlayan, nefsi fönî olsa da
beka ile baki olur.
Ebû Hüseyin Nuri (Ö.295/907) der ki: “Sûfî mâlik ve memlûk olmaz.”
O, hiçbir şeye sâhip olmadığı gibi, hiçbir şey de ona sâhip değildir.
Seriy es-Sakati (ö. 257/870) şöyle söyledi: “Kimseden bir şey
istemeyen, yanında da kimseye vereceği bir şeyi olmayan; her hâlinde Allah’a
güvenen kısa yoldan cennete gidecektir.”
Dünyâ, tatlı bir yeşilliktir, yuları da sultanların elindedir. Bundan
ötürü âhiret âlimi, sultanlara sokulmamalı, uzak durmalı ta ki hatalarına ortak
olmasın.
Gaflet içerisinde bulunan âlimler, dünyayı gönüllerinin kıblesi,
padişahlarm çevrelerini tavaf yeri, hâlkm itibarını kazanmayı da mihrap
edinmişlerdir. Zekâlarının hilelerine kanmış, kalplerini
sözlerindeki lafzî güzellik ile meşgul etmişlerdir. Şer âlimleri, ilimlerini
kullanarak dünyâ nimetlerini elde etmeye çalışırlar.
Gerçek âlim, âhireti dünyaya, Allahu Teâlâ’yı nefsine tercih edendir.
Âhiret âlimleri, dünyada zühd sâhibidirler, dünyayı önemsemezler, sâlih amel
işlerler. Gerçek zühd sahibi âlimler dînîn temeli olan zarûrî ilimleri
öğrendikten sonra, tamamen Allah’a yönelir, her şeyleriyle ona bağlanırlar.
Mâsîvayı terk ederler. Böylece ruhları kurbiyet makamına ulaşarak elde
ettikleri nurları, kalbleri üzerine dökmeye başlarlar. Böylece kalpleri her
türü ilimleri anlamaya başlar ve idrakleri artar.73 Çünkü Allah,
dünyayı terk eden, ona rağbet etmeyen, ondan yüz çeviren kulunun rûhunu saf,
kalbini nurlu kılar.
Dünyaya gönlünü kaptırmayanın kalp yolları açılır, genişler ve içinden
ilim pınarları akar. Bu sular bir araya toplanır ve kalbte insanların istifade
edeceği menbalar oluşur. Dünyadan gönlünü çekmeyen, hikmet sahibi olmaz.
Dînîni, sultanların, hükümdarların, zenginlerin ve haram yiyicilerinin
vereceği küçücük şeylere değişme. Yiyeceğini, dînîni kullanarak sağlarsan
kalbin kararır.
Hiç utanmıyor musun? Hırsın seni zâlimlere uşaklık etmeye ve haram lokma
yemeye sürüklemiş. Ne zamana kadar haram lokma yemeye ve şu hükümdarlara
uşaklık etmeye devam edeceksin? Onların hükümranlığı pek yakında son bulacak.
Akıllı ol da dünyada az bir mal ile yetinmeyi bil ki âhirette bolca mükâfatın olsun.
Ey âlim! İlmîni dünyâ-perestlerin yanında kirletme! Yüce olanı alçak
olanla değişme! Âlimin insanların kapısına koşacak ayakları yoktur. Zâhidin,
insanların mallarını alacak elleri yoktur. Dînîni, yemek için vesile kılma.
Çünkü din vesilesiyle ancak âhiret yenir.
Ulemânın dünyâ sevgisi, ona karşı istekli olmaları güzel yüzlerinde siyah
bir lekedir. İlim, eşyânın en azîzi, en şereflisidir. Böylesini mala, şöhrete
ve dünyalığa âlet etmemeli.
Sultanların uşaklığı ile zaman harcama; Allah’a uşak ol. Bilgili olduğunu
iddiâ edip de sultanların önünde eğilen bilginin, bereketi kaçmış, özü gitmiş,
kabuğu kalmıştır.
Senin kulluğun görünüşte Allah için, ama gerçekte insanlar içindir. Bütün
istediğin ve kaygı ettiğin şey onların elindeki dirhem, dinar ve varlıktır.
Kapılarında uzun süre durup tatlı ve yumuşak konuşmalarınla, hazırladığın
oyunlarınla sana bir şeyler vermelerini umuyorsun.
Oysa dünyayı asıl sahibinden değil de, başkalarından istemek bilgisizliği
gösterir.83
Allah, lutfunu dilediğine verir. Dilediğine de hadsiz hesapsız rızıklar
ihsan eder. Hayrın hepsi onun elindedir. Vermek de, vermemek de ona aittir.
Akıllı kimse, onun kapısından ayrılmayan, başka kapılarda da işi olmayandır.
İyi âlim, ilmiyle dünyayı talep etmez, dünyanın bakirliğini bilir. Lezzetlerine
kaçmaz. İyi âlim lükse kaçmaz, israftan uzak durur ve aza kanâat eder.
Meliklerin yemekleri her ne kadar lezzetli olsa da kalbin marâzını
arttırır. Onların sohbetinden kaç; hem de aslandan kaçtığından daha fazla kaç.
Bunlardan kaçmak her ne kadar dünyevi ölümü icap ettirirse de âhirette faydalı
olur.
Edebiyat sanat ve luğata dalıp ameli terk etmek doğru değildir. Bazıları
nahiv, luğat ve şiirle meşgul olmakla aldandılar. Bunlarla uğraşmaktan
affedileceklerini sandılar. Ömürlerini, nahiv inceliklerinde, şiir sanatında ve
garip luğatlarla uğraşamakla tükettiler. Oysa biraz düşünselerdi, Kur’ân ve
sünnetin anlaşılmasına yarayacak kadar edebiyat, luğat ve nahiv kâfi idi.
Fazlasının lüzumsuz bir yorgunluk olacağını anlarlardı.
Ehl-i dünyâ, edeb denince genellikle fesahat, belâğat, bilgi ezberleme,
yöneticileri eğlendirme, şiir ve sanatkârlık gibi şeyleri anlarlar. Dindarlar
ise edebiyattan, daha çok riyazet, organları eğitmek, kalbi temizlemek,
şüphelerden kaçınmak gibi şeyleri anlarlar.
İçinde dünyâ sevgisi olan kalpler Allah’tan mahrumdurlar. Allah dostları,
rızk kaygısını kalplerinden çıkarmışlardır. Çünkü onlar, rızkın belirli
vakitlerde gelmek üzere takdir edildiğini bilirler. Bundan dolayı rızk aramayı
terk etmişler ve hükümdarlarının kapısını mekân tutmamışlardır. Allah’ın
lutfüyle, yakınlığıyla hiçbir şeye ihtiyaçları kalmamıştır.
Gerçek akıl sâhipleri, zühd sahibi dünyaya gönül bağlamamış âhiret
âlimleridir.
Kalbine dünyâ sevgisi yerleşen kimse, helâl haram ayırımı yapmadan dünyâ
malını toplar.93 Akıllı olan, helâlin hesap, haramın da ceza
getireceğini unutmaz. Kurtuluş isteyen, nefsini haramlardan, şüpheli
şeylerden, şehvet ve arzu ile istenen şeylerden uzak tutsun. Haram ve şüpheli
şeylerden sakının. Şüpheli şeylerden sakınmak dînîn örtüsüdür.
Dünyâ, çalışma ve sıkıntılara sabretme yurdudur. Dünyâ yorgunluk, âhiret
ise dinlenme yurdudur.
Tasavvuf ehli, dünyaya değer vermeyip kısmetlerini takvâ ile elde
ettiler. Sonra âhireti istediler ve onun için çalıştılar.
Cüneyd-i Bağdadî (Ö.297/909) şöyle söyler: “Biz tasavvufu kuru laf
ile değil; açlık, dünyayı terk ve nefsin sevip alıştığı şeylerden alakayı
keserek elde ettik.”
Allahu Teâlâ için giyilen elbise, avret mahâlini örtüp içinde farzların
eda edilebileceği elbise olmalıdır. Elinizdeki az ile yetinin, ölmeyecek
derecedeki nafakanıza râzı olun.
Hasan-i Basri (ö. 110/728) şöyle buyurdu: “ Ölmeyecek kadar yiyen,
ömür boyu ikinci elbisesi olmayan, yatmak için özel döşek edinmeyen, özel yemek
arzulamayan bir takım insanlara yetiştim.”
Sûfinin kalbi bütün masivadan sıyrılmış, kulağını sâdece Allah’ı
dinlemeye hasretmiş ve gözü hep O’nun tecellilerini müşahede etmiştir. Bütün
varlığıyla Allah’a yönelmiştir.
Sûfî kelimesi ile ilgili olarak yapılan izahların hepsinde; dünyadan
boşanmak, nefsi ondan uzaklaştırmak gibi anlamlar mevcuttur.IO?
Çünkü sûfiler, imkân nisbetinde Hakk’tan başkasından bir şey istemezler. O’ndan
başkasını istek mahâlinde görmezler. Çünkü istemek Hakk’tan başkasına
yönelmektir. Sûfiler dünyayı terk ettiklerinden dolayı kalp temizleme işini en
iyi yapanlardır.
İbrahim b. Edhem (Ö161/909 ) veli kulu şöyle tanımlamıştı: “Gözü
hiçbir şeyde olmayan, nefsini Allah için her şeyden boşaltandır.”
Mürîd olmanın ilk şatlarından bazıları şunlardır: Dünyevî makamlardan
uzak durmak, sıkıntıya aldırış etmemek, dünyadan el çekmek, kalpte Allah’tan
gayrisinden kurtulmaktır.
Tasavvufun temeli, Dînîn âdâbını korumak, elini haram ve şüpheliye
uzâtmaktan tutmak, gafletten uzak durmaktır.* Tasavvuf ehli, dünyadan, nefsten, istek, arzu
ve emellerden kurtulmayı hürriyet olarak tanımlamışlardır.
Âhiret tâlibine dünyayı terk etmek yaraşır. Dünyayı terk etmekten maksat
varlığına aldırış etmemek, yokluğuna üzülmemek ve servetine kapılmamaktır.
Tasavvuf klâsiklerinin, dünyaya gönül bağlamama, kalpten dünyalığı
çıkarma diye tanımladıkları zühde verdikleri anlamlardan sonra, şimdi de Zemahşerî’nin
eserinde zühde
verdiği anlamları işleyeceğiz. Bundan sonra da ortak terminolojiyi
yorumlayacağız.
“Ey Ebû Kasım! Ömür kısadır, dönüş Allah’adır.” Zaman, tâyin edilmiş; ondan kaçış yoktur.
Zaman hayâtı izale için vardır.113 Zaman, ömürleri bitiriyor,
binaları ve ustalarını yok ediyor, kazanca başkasını sâhip kılıyor.
Gece ve gündüzün yenilenmesiyle her yeni olan eskimekte, çürümekte ve
değişmektedir. Ve her nefis sahibini kabir toprağının altına atmaktadır. Çünkü
zaman denilen şey dün, bugün ve yarından ibarettir.
Senin bilmediğin, senin için takdir edilmiş ve aşamayacağın bir ecel
vardır. Ölümü nefsinden uzaklaştıramazsm. Hile ve tuzaklar seni ölümden
kurtaramaz. Dikkat et! Ölüm sana ânî olarak gelecektir. Uyarıcın, gece gündüz
sana seslenmektedir.
Ecel yazılıdır. Emel ve arzular ulaşılması zor yalan ve oyalanmalardır.
Vücuttaki canlılık ve güçlülük yok olmadan ve saçların ağarmadan
gençliğin bir fırsattır. Onu değerlendir. Seni, bir yudum su bile
bulamayacağın, hiçbir yardımcının olmadığı, çeşitli zorluklarla dolu ve dönüşü
olmayan bir yolculuğa çıkacağını görüyor gibiyim ve pişmanlık asla fayda
vermeyecektir.
Ölüm gelip dünyadan ayrılmadan önce acele ile en mühim ihtiyacım kendine
azık et ve çabucak önemli işlerini yerine getir! İnsana, va’d edilen gelmeden
önce hazırhlarını yapıp tedbîrini alması için bir mühlet verilmiştir. Hani,
hazırlığın nerde? O hâlde zamanın gelmiş dünyadan vazgeç!
Dünyâ seni terk etmeden önce sen onu terk et, o seni küçültmeden sen onu
küçült! Seni aldatan dünyayı ağız dolusuyla boşa! Dünyayı âhirete tercih
etmekten daha zayıf bir görüş yoktur. Dünyâ, sürekli gece ve gündüzüyle seni yontarak
küçültmektedir.
Dünyanın süsü ve metâı seni aldatmıştır. Dünyaya olan sevgin onu seçmene
özür olmuş, Sevgisi kalbini kalın bir örtü ile örtmüş ve şeytan, gözlerini
güzelliklerle süslemiştir.
Dünyanın zevk ve çekici şeylerini anmayı bırak! Allah’a dön. İtâatle
geçirmediğin gençliğin için ağla, senden ayrılan dost ve zorbaların akıbetini
düşün! Onların sağlam kulelerde yaşıyor olmaları onları ölümden kurtarmadı.
Fânî dünyanın sevgisine kapılmakla helak olmuş herkes. Kendini tamamen
dünyanın nimetlerine bağlayan alçalarak ona itâat ediyor. O, bal ile sıvanmış
öldürücü bir zehirdir, emel ve sıkıntıdan hâli değildir. Balı, arının ısırması;
hurması da dikeni ile berâberdir. Akıllı insan dünyanın çekiciliğine kapılmaz.
Dünyâ metâı seni Allah’a yönelişten vazgeçirmesin, güzel kadınlara
kapılma, gücünü ve aklını malın kancalarına bağlama. Görüntüsü saf ve berrak
olan fakat altında bulanık suyun aktığı bu dünyâ güzelliği seni aldatmasın.
Çünkü arkasında azap edici belalar vardır.
Allah için boynundan dünyâ tamaı ve ümitsizliğini çıkar! Fânî ve az olan
meta’ı, ebedi ve çok büyük olan mülk ve nimete tercih etmekten nefret et!
Dünyayı kendine karargâh edinme, şüphesiz dünyâ senin asıl yerin değildir. O,
föhişe, isteyene yumuşak davranan zinâkâr bir kadındır. Onu arzulamak belâya
dûçar
kılar!133 Oyun ve eğlence mekânlarında kervanını durdurma!
Dâimâ ölüm ânını düşün! Dünyada
kendini ölü hisset!
Dünyâ fâni, terk edilmeye lâyık, Allah katında bir sineğin kanadı kadar
bile değeri olmayan bir yerdir. Allah Resulü ve O’nun dostları dünyayı anlamsız
görmüşlerdir.
Dünyanın istirâhatı da geçicidir. Bundan ötürü dünyâ hayâtı iyi mi
geçmiş, kötü mü geçmiş, aldırma! Çünkü dünyâ ve nimetleri az bir zaman sonra
seni terk eden bir gölgedir.
İlmî, itibar kazanmak için öğrenene, sultanlara ve vereceklerine ulaşmak
için ilmini kapılarına merdiven basamağı yapanlara yazıklar olsun. Vallâhi,
İlâhî ilham ve semâvî tesâdüfe ittifak daha hayırlı ve bereketlidir. Alaca
yılanların ısırması, sultanların verdiğinden daha hayırlıdır.
Zulüm ve belki haksızlıkla elde edilen altın ve paranın sana verilmesine
râzı olma! Çünkü sultanların dağıttığı her şey şüphelidir. Sultânın peşinden
koşturanın çabasını Allah kabul etmesin. Allah, haracı getireni, işleri kontrol
edeni ve alanı, üzerlerine rahmet kapıları açılmamak üzere kapatsın. Vergi ve
haracı bekleyen ve takip edene hayır vâki olmasın.
Yazıklar olsun! Cismin, sultanların ve zâlimlerin kapısında durmasın,
ismin defterlerinde yazılmasın, temiz olman için rızklarından nefsini uzak tut,
vereceklerine iltifat etme! Sürekli Rabb’inin huzûrunda ol, gölgen mescidin
bahçesinden uzak olmasın, övgünü hâlis bir şekilde Rabb’ine yap!
İlim ve edebiyâtm semeresi; dünyâ ve nimetlerin küçültmek, nimetlerine
iltifat etmemek, ziynet eşyâlarm takmmamaktır.I4?
Allah’ın bâzı kulları vardır ki, hiçbir melikin kapısını çalmamış, onun
eşiğine ayak basmamış ve sultanın mertebesine gözü ilişmemiştir.
Ey Ebû Kasım! Allah’ın fazlından, temiz ve helâl olanını sana rızk olarak
vermesini iste, temiz olan ancak temiz olanı ister. Temiz olan, helâl veya
haram
olduğu belli olmayan kaynaklardan içmeyi nefsine uzak tutar ve harama
dalmaya karşı sabırlıdır. Harama esir olmaz, çok zor durumda kalsa bile
sabreder, harama sapmaz, her ne sebeple olursa olsun haramdan mutlaka sakın.
Haram maldan bol yiyip güzel bir geçime sâhip olanı Allah mutlu ve
huzurlu kılmasın.
Dünyâ hayâtının kısacık günlerinde yorul ki, ebedî istirâhata
kavuşabilesin, gevşeklik veren tembellikten uzak dur. Çünkü dünyadaki sıkıntı ve elem, uhrevî hayâta
göre çok kısa ve basittir.130
Hayat denilen şey, ya rahatlık, genişlik ve zenginliktir; ya da sıkıntı,
darlık ve fakirliktir. Bunlardan hangisi takdir edilmiş ise kişiye o vardır.
Ayrıca tatlı an ile acı an aynıdır. Çünkü peş peşe gelirler.131
Gerçek akıllı olan kişi hedefi dünyâ ve süsü olmayandır.132
Sonu ölümlüdür diye düşünen bir adam için, üç direkli bir çadır ile
firavunun yüksek sütunlar üzerinde inşa edilmiş sarayları aynıdır. Nakışlı
elbiseler giyinen güzel kadın yerine takvâya ulaştıran bir kadın tercihe
şayandır. Yemek yerine sabah akşam iki tas arpa yemeği yeterlidir. Yemen, San’a
ve Adn’da dikilen ve kisralarm giydiği pahâlı kürk ve elbiseler yerine avret
yerlerini kapatan ve çıplaklığını örten giyisiler yeterlidir. Onun gözünde
altın iplikle dokunmuş meliklerin omuzlarında sarkılan süslü ve güzel
elbiselerle fakirin omzunda yırtık ve kalın dokunmuş çürük bir aba aynıdır.133
Dünyada ihtiyaçların şunlar olsun, avret yerini örten eski bir elbise,
şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek. Bunları elde edince sanki bütün
nimetleri elde etmiş sayılırsın.134
Kısaca, kalpten dünyayı çıkarıp, gönlü sâdece Allah’a has kılmak olarak
tanımlanan zühd ile alakalı karşılaştırmanın iki yakası olan tasavvuf
klâsikleri ile Makâmâfm muhtevâlarını sergiledikten sonra, şimdi ortak
anlatımlardan yola çıkarak değerlendirmeye gideceğiz. Amaç, anlayış
birlikteliğini sergilemektir.
Sûfîlerin dünyaya karşı tavırları, “zühd” diye isimlendirdikleri genel
kavramın kapsamı altında sembolleşir. Gerek Müslüman ve gerek gayr-i Müslim
mistiklerde zühd, dâimâ sûfî hayâtın temel unsuru olmuştur.133 Çünkü
dünyâ, onlar için günahlarla, isyan ve hatâlarla dolu; dînî hayâtı tehdit eden
ve âhirete de hazırlanmaya engel teşkil eden bir yerin sembolü olmuştur.136
Zühd, tevekkül, dâimâ Allah’la meşgûliyet, her işte ve düşüncede O’nun
rızâsını gözetmek, nefsin arzularıyla mutlu olmamak, insanların medih ve zemlerine
aldırmamak, tasavvuf ahlâkının bütün meselelerinin temelini oluşturmaktadır.137
Gerek tasavvuf kaynaklarında ve gerekse Makamâfta. en yoğun
işlenen konu zühddüv.
Yâni dünyaya iltifat etmeyip, güç ve kuvveti âhirete yönlendirmektir. Zühd, Makâmâfm
yaklaşık yarısını teşkil eden bir bölümü ihtivâ etmektedir. Bu da Zemahşerî’in
zühde verdiği önemi göstermektedir.
Zemahşerî, Afokâmafmda zühd ile alakalı kısaca şu ana temalara
değinmiştir: Ömür kısa, ecel yazılıdır. Ölümden kurtuluş mümkün değildir. Fânî,
Allah katında değersiz, nimetleri musibetle berâber olan dünyâ, süsü ve
çekiciliğiyle seni aldatmıştır. Ölüm gelip çatmadan, âhirete yönelik tedbirini
al! Çünkü dünyadaki sıkıntılar uhrevi hayâta göre çok basit ve kısadır.
Dünyada az bir yiyecek ve giyecek ile yetin! Dünyaya aşırı hırslı olma!
Sultan ve meliklerin verdikleriyle ilmini ve âhiretini lekeleme, sürekli temiz
ve helâl olanını arzula ve haramdan da mutlaka sakın!
Tasavvuf yolunun esâsı, dünyâ ve güzelliklerinden yüz çevirmektir.138
Tasavvuf ve tarikatın ilk merhâlesi de vera ve zühdü artırmadır.139 Tasavvufi
hayâtın temel tutumu ise fakrdvt}6®
Tarih boyunca sûfiler ile yöneticiler arasında genelde soğuk ilişkiler
olmuştur.
Bu çıkarımlardan yola çıkarak şöyle bir sonuca varılabilir: Zemahşerî’nin
zühd anlayışı ve zühde verdiği önem ile tasavvufta zühdün işlenişi ve önemi,
ciddî bir paralellik arz etmektedir. İyice incelenip sistematize edildiğinde
zühd ile alakalı dil, anlam ve önemin hemen hemen aynı olduğu açıkça
görülecektir.
Tasavvuf disiplininin ana konusunu teşkil eden zühdü sâdece Zemahşerî’de
değil, Mu’tezilî
ekole mensup birçok öncü düşünürde de görmekteyiz. Netice itibârıyla Haşan
el-Basri’nin (ö. 110/728) erdemi, bilgisi, dindarlığı, zühd ve takvâsıyla,
onun eğitiminden geçen Mu’tezile'nm
öncülerinin onun ahlâk ve zühd anlayışından etkilenmemeleri mümkün değildir.
Hatta özellikle zühd
ve takva açısından
tamâmen onun görüşleriyle bütünleşmişlerdir denilebilir.
Nefs, lügat olarak: bir şeyin varlığı, hakikati, zâti, kendisi, can, benlik,
ceset, kan, cisimsel varlığın kaynağı, arzu ve murad, izzet, ruh, akıl, aşağı
duygular, işkence, ukubet gibi anlamlara gelir.
Terim olarak ise: Kendisinde irâdî hareket, his ve hayât kuvveti bulunan
latif, buharlı bir cevher, kulun kötü huyları ve çirkin vasıfları, kötü his ve
duyguların mahâlli olan latife.
“Kötülüğü emreden” mânâsına geldiği gibi, “Allah tarafından insana
üflenen İlâhî ben” mânâsına da gelmektedir.
Nefs, genel olarak kulun kötü fiillerini, çirkin huylarını ve
niteliklerini oluşturur.
KLÂSİK
TASAVVUF KAYNAKLARINDA NEFS
Tasavvuf ehli, nefsi kulun çirkin fiil ve ahlâkı diye tanımlarlar.I6?
Nefs, kötülüğün ta kendisidir. Şerrinden emin oluncaya dek onunla
savaşılmahdır. Korkulan her mahzurlu, iş nefisten ileri gelmektedir.
Bu da ona muhâlefet etmenin Allah’a itâat olduğunu göstermektedir. Kişi
nefsinden ne oranla uzaklaşırsa, Rabbi hakkındaki mârifeti o derecede olur.
Nefsini ubûdiyetle tanıyan, Rabbi’ni rubûbiyetle tanımış olur. Nefse muhâlefet
etmek, bütün ibâdetlerin başı ve tüm mücâdelelerin kemâlidir. Kul, bundan başka
Hakk’a giden bir yol bulamaz. Kulun kurtuluşu nefse muhâlefet etmektir.
Sûfîler zümresi ittifakla derler ki; hakikatte nefs şerrin kaynağı,
kötülüğün temeli, kötü huy ve çirkin fiillerin ortaya çıkmasının sebebidir. Nefse
muhâlefet, ibâdetin başıdır. Dizginini hevânın eline verme! Zira o, seni
zulmete doğru çekip götürür. Nefs, günahtan lezzet alır. Nefsin temennisi, Rabb’ine mâsiyet, düşmanı
olan şeytana da itâattir.173
Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 261/874) : “Nefs, hiçbir zaman Hakk’ın
yolunda yürümez” demiştir.
Bilmiş ol ki; en büyük düşmanın, seni kuşatan nefsindir. O, dâimâ
kötülüğü emreder. İşi iyilikten uzaklaşıp fenalığa meyletmektir. Onu takiye
edip doğrultmak, Rabbine ibâdet için kahir zincirine vurmak, arzularından alıkoyup
zevklerinden uzaklaştırmakla me’mursun. Şayet biraz ihmal edersen azar ve bir
daha önüne geçilmez hâl alır. Durmadan onu uyarır ve kınarsan istenilen kıvama
gelir.
Nefs, günahtaki geçici zevkleri bahane ederek günahı devamlı hâle
getirmeye çalışır. Nefsin temel özellikleri vardır. Bunlar: Zayıflık, cimrilik,
şehvet, cehâlet, kibir, övülmeyi sevme, zenginliği sevme ve hile.
Nefsin arzularının gerçekleşmesi onun helakidir. Arzuları cehenemin
kapısını açar, arzularını red cennetin kapısını aralar. Nefsin benliğinin
sınırları yoktur ve hedefleri de gizlidir. Nefs insanı cehenneme çağırır. Zire
cehennemin dünyadaki numunesi nefstir. Rûhu akıl, nefsi ise arzular idare eder.
Dergâha talib olana lazım gelen nefse muhâlefet etmekle yolunda yürümektir.
Nefse muhâlefet etmekle rûhu ve aklı desteklemiş olurlar. Nefsin hileleri,
ihlâsm temellerini mahv eder. Şu hâlde tutulacak yolun en doğrusu, nefsi
istikamete çağırmaktır.
Ey âlim davası güden! Allah korkusundan ötürü akıttığın gözyaşı nerede?
Sakınman ve korunman nerede? Allah için nefsini terbiye etmen, onunla mücadelen
ve ona düşmanlık etmen nerede? Senin kaygın gömlek, sarık, yemek ve mal sahibi
olmaktır.
Ey cemaat! Nefisleriniz ilahlık davası güdüyor, fakat haberiniz yok.
Çünkü nefisleriniz Allah’a karşı zorbalık taslıyor, onun muradı dışında şeyler
istiyor. Şeytanı seviyor. Allah’ın kazasına rızâ göstermiyor, sabretmiyor,
aksine şikâyet ediyor.183
Nefsanî arzuların kalbe tatlı gelmesi, kalbde Allah muhabbetinin ve İlâhî
tadın bulunmayışmdandır.
Nefsini, yüzlerin öne eğildiği, zâlimlerin alçaldığı, insanların Rabbine
boyun eğdikleri günden sakın.
Ebû Süleyman ed-Dârâni (ö. 215/830) buyurdu: “Amellerin en
faziletlisi, nefsin hevâsma muhâlefet etmektir.”
Nefs, ümitsizlik verdiğinden, tenkid edilmeli, horlanmalı ve ona
güvenilmemelidir. Geçmiş günahları sürekli düşün, Allah’ın bunlardan ötürü
vereceği azap ile sorgulama ve sevaplardan mahrumiyet fiilleriyle nefsini
korkut. Nefsin şehvetlerini yok etme ve afetlerin izlerini silme
noktasında hiçbir şey korku kadar etkili değildir. Nefis, öğüde en layık olan
varlıktır. Nefsin arzularına engel olur, lezzetlerini kırar ve zevklerden
ümiDînî kesersen arzuları ölür ve sen doğru yolda yücelirsin.
Mücâdelenin esâsı, nefsi alışkanlıklarından ayırmak, her hâlukârda
isteklerine muhâlif olmaktır. Nefsin çağırışına uyan delâlete ve küfre
ulaşır.193 Nefsine uyan Zeliha, kraliçe iken esir hâle gelmişti.
Yusuf (a.s) hevâyı terk edince, esir iken sultan olmuştu. Nefse muhâlefet etmek
güç ister.
Kulun yapacağı en hayırlı iş; nefsin arzularını ve onun için en tatlı
olan hevâyı kesmektir. Çünkü nefsanî arzuların ne başı ne de sonu vardır.
Bunlara gem vurulmazsa bu gidişin sonu olmaz. Kul sürekli taat ve ibâdete
alışır ve İbâdetin tadını alırsa, nefsin arzularına karşı kendisini korumuş
olur. Kul, nefsini şerlere karşı haps etmeli ve onu devamlı surette taat üzere
tutmaya çalışmalıdır.
Nefsin ayıplarını araştır, kötülüğünü ve yalancılığını hatırlat ta ki
mazeretleri ortadan kalksın.
Nefs, serkeşlik yaptığında, takvâ gemisi ile durdurulmalı, süslendiğinde
forsu kırılmalı, çirkin pâyesi sürekli hatırlatılarak zillet girdâbma
sokulmalı. Çünkü nefs, övgüyü kendine celb etmeye meyyaldir.
Nefse mâlik olmanın ilk yolu, her zaman onu hesâba çekme, kontrol etme ve
onun gizli arzularını durdurup değerlendirmedir. Nefsinin dünyaya, arzularına,
kadınlara ve dünyalığa olan ilgisini yok et! Sağlam bir imâna sâhip olan kimse,
nefsine, şeytana, arzu ve hevesine itâat etmez. Ölmeden önce nefs ve
hevâlannızı ve şeytanlarınızı öldürün! Genel ölümden önce özel ölümle tanışın!
Hz. Ömer (r.a) bir sözünde buyurur: “Hesâba çekilmeden önce
kendinizi hesâba çekin, tartıya konulmadan önce nefislerinizi tartın ve büyük
hesâba hazırlanın!”203 Çünkü dünyada nefsini hesâba çeken kişinin
kıyâmette hesâbı kolay olur. Nefis muhâsebesi yapmayanın hesâbı ise şiddetli
olur. Nefsinin yanında olan kimse Allah’ın yanında olma fırsatını kaçırmıştır.
Ölmeden nefsini öldürmeye gayret et. Nefsin ölümü, sabır ve yaptıklarına karşı
gelmekle olur.
Ey nefs! Yazıklar olsun sana! Günlerin azaldı, sermayen tükendi. Ölümün
seni beklediğini, varacağın yerin mezar, yatacağının toprak, dost ve
arkadaşlarının kurt ve böcekler olacağını ve büyük mahşer gününün önünde
bulunduğunu bilmiyor musun?
Ey nefs! İnsanlardan utanırken Allah’tan utanmıyor musun? Yazık sana
rezâletle yoğrulmuşken insanlara faziletleri nasıl emredersin.
Ey nefs! Hatâlarınla berâber, hiç ölmeyecekmiş gibi, hâlâ dünyalık
peşinde dolaşır ve onu imarla meşgul olursun, şu mezarlıkta yatanları görmez
misin? Onlar da nice servetler topladılar, nice sağlam inşaatlar yaptılar, nice
boş ameller peşinde koştular. Nihâyet topladıkları dağıldı, yaptıkları yıkıldı,
emelleri boşa çıktı ve kendileri de toprak altına göçtüler. Hiç onlara bakıp,
ibret almaz mısın?
Nefs, düşünmekten hoşlanmaz. Çünkü düşünmek; cehennem ve azâbı
hatırlatır, iştahını kaçırtır. Dünyâ ve nefsin hoşuna giden şeyleri düşünmek
daha çok işine gelir. Nefs, âhirette başına gelecekleri bildiğinden âhireti
düşünmek de ona ağır gelir ve dünyadaki lezzetleri terk etmesinin isteneceğini
bilir.
Peygamberler ve şer’î emirler, bilhassa nefsânî arzuları kaldırmak için
gelmişlerdir. Nefs ile alaka kesilince yüce Allah ile alaka başlar.
Kim nefsin hoşuna giden, kalbin meyi ettiği, Allah’ın hoşlanmadığı
şeyleri terk ederse, kendisiyle cehennem arasına bir perde girer ve cennete
girerken Allah’ın himayesini kazanmış olur.213
Nefs İlâhî lutüflardan azıcık bir şey elde edince, kendini yeterli görüp
haddi aşar. Nefs, tevbe ile temizlenir, sabırla azgınlığı gider, murâkabe ile
sâfîleşir.
Nefs tezkiye edilmediği sürece, kalbin selâmeti hâsıl olmaz. Necâtın
kendisine bağlı bulunduğu hakîkî iman dahi hâsıl olmaz. Çünkü kula her şeyden
önce lâzım olan, nefs mücâdelesiyle ahlâkını güzelleştirmektir. Yüce Allah’m
güzel terbiye ve tedbiriyle ıslah olan nefis, her türlü kötü düşünce, kin,
nefret, hıyânet, hased ve diğer sevimsiz huylardan korunmuş olur. İşte bu
sûfînin gerçek hâlidir.
Güzel ahlâk, insanda, ancak nefsin tezkiyesinden sonra oluşur. Nefsin
tezkiyesi de şeriatın edeb ve ahkâmına uymakla gerçekleşir.
İnsanın başına gelen her belâ, ancak nefsine duyduğu alakadandır. Nefsten
kurtulmak Hakk’m gayrısından kurtulmaktır.
Sûfî kelimesinin bütün izahlarında, dünyadan boşanma, nefsi ondan
uzaklaştırma ve nefsi bazlarından alıkoyma gibi mânâlar vardır.
Nefslerini hor ve hakir görme konusunda insanların en çok ileri gidenleri
sûfîlerdir. Onlar nefslerini ne din ne de dünyâ bakımından hiçbir şeye lâyık
görmezler. Gizli günahları
bilmek, mâlâyâniyi terk etmek ve nefsin çeşitli isteklerinden kurtulmak
sûfîlerin en mâhir oldukları konulardır.223
Nefs, bütün kötülüklerin kaynağı olup her an değişik bir hâl üzeredir.
Bunun için sûfî olan kimse Rabbinden gafil olmadığı gibi, nefsini kontrolden de
geri kalmaz. Nefsinden fönî ve Hakk ile bâki olan sûfîdir. Sûfî, beşeri
arzuların pençesinden yakasını kurtarmış ve hakîkatların hakîkatma vâsıl
olmuştur.
Ebû Nasr et-Tûsî es-Serrâc (ö. 378/988) dedi ki: “Dünyâ ehlinin
edebî, fesâhat, belâğat, ilimleri ezberlemek, padişahların isimlerini ve Arap
şiirlerini hıfzetmektir. Din ehlinin edebî ise nefsi arındırma, arzuları
edeplendirme, hudutları koruma ve şehvetleri terk etmedir.”
en-Nasrâbâzî (ö. 367/977) dedi ki: “Hapishânen nefsindir. Ne zaman
o hapishâneden çıkarsan, ebedî rahatlığa varırsın.”
Sûfî, dâimâ nefsin çirkin sıfatlarından sıyrılarak, vaktini kötü ve
mâlâyânî şeylerden arındırmakla meşguldür. Çünkü sen nefsi hayırla meşgul
etmezsen, o seni şerle meşgul eder.
Ebû Hüseyin Nûrî (ö. 295/907) şöyle der: “Tasavvuf, nefsin tüm
hazlarını terk etmektir.”
Şüphesiz aklı ve nefsi veren Allah’tır. Bu ikisi hayır ve şer yolunda
senin delilindir. Kötülük ve olgunluk merhâlelerinde seninle berâberdir.
Onlardan biri (akıl) basirettir, hidâyete götürür. Diğeri (nefs) kördür,
câhildir; meçhul yerde seni zor durumlarda bırakır.
Nefs, karanlığın koyu çizgisi gibi karanlıktır. Ondan aslandan kaçar
gibi, zehirli yılandan korktuğun gibi kaç ve kork!
Ey Ebû Kasım! Nefisin kötülükleri kendine âdet edinmiş. Onu bu âdetlerden
uzaklaştır. Nefsine tabi olma çünkü nefs kötülüğü emreder. O, senden geniş bir
ev, güzel ve alımlı kadınlar, etkileyici sergiler, mevsimlik elbiseler,
bineklerin en güzelini ve en iştahlı yemek ve tatlıları ister.233
Nefsin kördür, ona tâbi olma! Seni açık yoldan şaşırtmasın, onu terk et!
Çünkü nefs, şeytana uymaktan haz alır. Nefse uymanın kötülüğü sel kadar
ve bir anlık lezzeti de pişmanlıktır. Dikkat et, âsîliğin en büyüğü şehvete
esir olmaktır.
Nefsine tâbi olma, onu korkut! Çünkü onun etrâfı ateş koru ve kaynamış su
damlalarıyla çevriliyken gözün, kalbin ve kulağının meyli onun azıcık zevkine
düşkündür. Süratle ona koşuyorsun.
Seni doğru yoldan sapmış, kötülüğe meyi etmiş, açık yol üzerinde ortada
kalmış her yöne sapabilen, aklını nefsine teslim etmiş, atını isyan çölünde
yürüten, bâtılda ısrarcı olan biri olarak görüyorum. Yavru tayların annelerinin
etrâfmda koşuşmaları gibi, bâtılda şevk ile koşuyorsun.
Sana verilen bütün mükemmel nimetlere karşı sen, şeytanın aldatmalarına
meylettin, gençliğin peşine takıldın, nefsin şehvetine kapıldın ve zevkinden
başka hiçbir şey düşünmüyorsun ki o, seni kötülüğe ve zarara teşvik eder.
Sen doğuran sonra da doğurduğunu öldürensin, kulağın nasihate sağır.
Nefsinin öğüt almayan bir taştan daha sert olduğunu görüyorsun. Alnında,
hayâdan bir damla ter damlamaz, yanaklarından gözyaşı bir damla dahi akmaz.
Oysa sert taş dahi bazen rutubetten nemlenir.
Hakk’m nûru ortadayken, niçin nefsini saptırıyor ve hislerinle hakkı
gizliyorsun?243
Gençlik döneminde, güç ve kuvvetin henüz yerinde iken nefsine ve şeytana
uyma. Nefsi, lezzet veren yiyeceklerden, istirahat veren yataklardan, göze hoş
gelen görüntülerden, tembellik sebebi boş kalmaktan ve ard arda gelen
gevşeklikten uzak tut. Ona tatsız yemekler tattır. Uykuyu kaçırtan sert
elbiseler giydir. Boğazda kalan içecekler içir, onu aç ve susuz bırak, gece
yataktan uzaklaştır. Ona taş gibi batan yataklar arz et, korkutucu şeyler hatırlat,
rivayet edilen bazı sâlih insanların durumlarını hatırlat, nefsin uykusunu
kaçırt, onu soğuk sabahlarda soğuk su ile yıka. Kabirlerde ve harabelerde
dolaştır, yüzünü toprak ile temizle. Bütün bunları yapmakta gevşekliğe düşme.
Yazıklar olsun sana! Nefsinin arzuladığı taleplerin hiçbirine cevap
verme, isteklerini reddet, ona yüklen ve onu mahrum kıl! Onu bunlara zorla!
Nefsine mühlet verme, çok çalışması için zorla. Tevâzu için her zelillik ve zorluğa atıl!
Böyle olursan amelin her koşulda seni kurtarır.230
Nefsin korku ve ümit ile korku ve müjde arasında kalsın. Nefsine her şeyi
terk edip korkunun acısını tattır! Korku ve ümidi birleştir!231
Nefsinin zevkleri tercih etmesine engel ol, kötülüklerden alıkoyarak cennete
ulaşmaya vesile kıl!232
Nefsini dînîni yaralayan ve yakinini zedeleyen şeyleri yapmaktan uzak
tut! Hesâba çekilmeden önce, onu hesâba çek, kınanıp ayıplanmadan önce onu
ayıpla, imânını hâlis kıl, muttakîlerle berâber ol, hidâyete götüren yollarda
yürü!2’3 Haramdan sakınırsan, nefsini saidler arasında
yürütmüş olursun.2’4
Bil ki, bir saat nefsine âsî olursan, bir saat sonra onu kanaatkâr olarak
bulursun. Ona tâbi olursan, seni acaib isyanlara sürükler. Sen de onun aşırı
isteklerine tahammül edemez, onu susturmakta ümitsiz kalırsın.2”
Ey Ebû Kasım! Öncelikle nefsin zevk ve sefaya düşkündür. Onunla sabır
bölükleriyle savaş. Umulur ki nefsin şevkini gevşetir ve onu zorlayarak ıslah
edersin. Eğer nefs zevke dönüp inat ve isyan eder ise onunla mücadeleni
şiddetlendir.2’6
Kim Rabbi için nefsini alçaltır ise, nefsini, büyük bir nîmetle
nîmetlendirmiştir.2’7 Bu gün Rabbin için nefsini zelil
kıl ki, yarın aziz olasın. Dünyâ hayâtının azıcık günlerinde yorul ki ebedi
istirahata kavuşabilesin.2’8
Ey Ebû Kasım! Nefsine yönel, onu âkibetini düşünmeye sevk et! Nefsine
kendisini bekleyen korkuyu görmesini sağla! Onu olgunluk ve irşâda sevk eden
hidâyeti hatırlamayı mırıldan, onu kendisini yücelten ameli işlemeye ve yüksek,
âlî kelimeleri terennüme çağır.2’9
Şeytanın döşeklerinde istirahat eden nefsini Allah yolunda eğit, onun
eski hayâtını önemsiz kıl ve isyanın dostluğundan uzaklaşma zamanı gelmiştir.
Allah’ın nîmet ve azâbını tekrar tekrar ona hatırlat, hayra teşvik eden,
kötülükten de alıkoyan âyetleri oku, ağır gelen ibâdetleri arz et! Kalbi
kaşıyan vaazlarla kalbini harekete geçir. Böyle yaparsan sarhoşluktan sükûnete
döner ve bunları âdet edinirsin. Her gün gayretini biraz daha artır, seni
kurtaracak amellere sımsıkı sarıl! Güzelliklere mânî olan nefsini bu işlerde
koştur! Onun gücünü, tutkusunu bâtılı yok edip hakkı ihyâ etmede kullan!
Allah’ın rahmetini kazanmak için nefsine merhamet et! Onun nimetlerine
şükretmekle de nefsine iyilik yap. Tâ ki gözlerindeki perdeler kalksın.
Allah’a yemin olsun ki, gerçek akıllı ve edib olan, birçok garip ve
bilinmezi ezberleyen değil, nefsini yüce Allah’ın arzuladığı şekilde terbiye
edip, onu süsleyen ve ahlakını temizleyendir.
Şiirin vezin ve kafiyesinden kurtulmaktansa, nefsini kurtarmak daha
evladır.263
Sûfîlerin ilk dikkate aldıkları şey; nefsi tanımak, onu muhâsebe ve
murâkabe ederek nefsin ayıplarını ve gizliliklerini ortaya çıkartmaktır. Çünkü
sûfîlerin tartışmasız kabul ettikleri gerçek, nefsin beşerî sıfatlarından fenâ
bulmadıkça ve onun bağlarından kurtulmadıkça Allah’a vâsıl olunamayacağıdır.
Görüldüğü üzere nefs, gerek klâsik tasavvuf kaynaklarında ve gerekse Makamâf
ta kötülüğün kaynağı olarak tanımlanmaktadır.
Bu yaklaşımdan yola çıkan Zemahşerî, genel olarak nefs ile ilgili
düşüncelerini şöyle sıralar: Nefs, sürekli kötülüğü emreder, dünyalık zevklere
aşırı iştahlıdır. Şeytana uymaktan lezzet alır. Nefs, kul ile Allah arasında en
büyük engel olduğundan sürekli kınanmak, ölüm hatırlatılmalı ve hesâba
çekilmelidir.
Akıllı insan, nefsin arzularına iltifat etmez ve nefse aslâ tâbi olmaz;
çünkü Hakk’m tecellîlerine mazhar olabilmek için nefsin sıfatlarından tamâmen
arınması gerektiğini bilir. Şu hâlde nefsini güzele, iyiye ve hidâyete sevk et,
aksi hâlde kmananlardan olursun.
Tasavvuf ehlinin nefse bakışı ve nefs ile ilgili değerlendirmeleri Zemahşerî’nin
konuya bakışından farklı değildir. Şöyle ki, tasavvufta nefse ve
beniğe karşı sürekli bir mücâdele vardır. Mürîd’in başlıca görevi, nefsânî arzularına
karşı koymaktır. Çünkü nefs kötülüğün ve günâhın kaynağı konumundadır.
Bununla berâber “sûfî”
kelimesinin bütün tanımlarında, nefsânî arzulardan uzak durma ve nefsi
bazlarından alıkoyma gibi anlamlar vardır. Hücvirî de (ö. 465/1072) sûfî’yi “nefsinden
fânî olan ve Hak ile bâkî olup, nefsânî arzuların pençesinden yakasını
kurtarmış ve hakikate vâsıl olmuş kişi” diye tanımlamaktadır.
Şüphesiz nefs
kavramı, tasavvufun temel dinamiklerinden olup üzerinde önemle durulan ve
tarikat eğitimi için elzem olan bir unsurdur.
Nefs kavramına yüklenen anlam, karşılaştırmanın iki yakası açısından da
genelde aynı şeyleri ihtivâ etmektedir.
Uzlet
sözlükte: Uzaklaşma, ayrılma, tenhâya çekilme, yalnız kalma, hâlktan ayrı
yaşama gibi anlamlara gelir.
Terim olarak ise: Hayat akışı içerisinde küçük zaman dilimlerinde iç
murâkabe, iç muhâsebe, günâha girmeme ve daha çok, daha ihlâslı ibâdet için
toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına yaşamaktır.
Uzlet,
hiçbir kimsenin ve dünyâ malının bulunmadığı bir yerde, rûhun Allah ile
konuşması demektir.
KLÂSİK
TASAVVUF KAYNAKLARINDA UZLET
Kendinle ve insanlarla birlikte olduğun sürece kurtuluşa eremezsin. Selâmet
yalnızlıktadır. Çünkü hâlktan ayrı olan bir kalp, mâsivâyı düşünmekten azâd
olur. Bütün hâllerinde hâlktan ümit keser. Böylece onların âfetlerinden
kurtulursun.
Hâlvet, başkalarından ayrılıp tek başına kalmakla olur. Başkaları için
duyduğun sevgiyi kalbinden çıkarıp attığın zaman Allah’ı bulabilirsin. Allah’ı
arıyorsan, hâlvetin Allah’a yakınlaşmanı sağlar.273 Uzlet, vuslat
ehlinin alâmetlerindendir.
Fıkıh öğren, sonra insanlardan uzaklaş! Allah dostları önce fıkıh
öğrenmişler, sonra insanlardan kalpleriyle uzaklaşıp yalnız kalmışlardır.
İnsanları düzeltmek için onlara hizmet eder ama kalbi Rabbi iledir. Kalbin
Allah dışındaki şeylerle ilişkini kes!
Uzlet, sabır ile dünyadan ve insanların meylettiği dünyalıktan alakayı
kesmekle mümkündür.
Hâlktan inziva etmek (ayrı kalmak) zarûrîdir, davetsiz ve ihtiyaçsız
aralarına karışıp ülfete yönelmek öldürücü zehirdir. İhtiyaç fazlası insanlara
açılmak ise fuzulîdir.
Uzlet, kötü insanlarla oturup kalkmaktan rahat bulmaktır. Hâlktan yüz
çevirerek, ıssız ve kimsesiz bir yer seçerek, insanlarla sohbetten uzak
durmayı, amellerdeki kusurları görmeyi sağlar. Mevki sevgisi gönülden ancak
uzlet sayesinde sıyrılır. İşte âlim, kalbindeki bu gizli hastalıkları
araştırmalı ve çarelerini düşünmelidir.
Kesin olarak ortaya çıkmıştır ki; hâlvet ve uzlet, işin başı ve sıdk
erbâbının sımsıkı sarıldığı bir durumdur. Hâlvette vakit geçirenin Dînî
selametli yolda olur. İnsan hâlvette iken ihlâsla amel ederse, kalbinde hikmet
yeşerir, dünyaya karşı Zâhid olur, ahrete karşı rağbet sahibi olur, dünyanın
hastalığına ilaç olur. Öyle ki kul, her sene, bir defa nefsini buna
alıştırmalıdır.
Uzletin faydaları, huzur içinde İbâdet, tefekkür, insanlardan ayrılıp
Allah ile baş başa kalmak, yer, gök ve âhiret hususunda esrar-ı İlâhî yi
düşünmektir. Bütün bu işler huzur ister. İnsanlar arasına katılmakla bu huzur
sağlanmaz. Uzlet, bunları sağlayan bir vesiledir.
Hâlvete giren kimse, insanları görmekten kurtulduğu için, nefsin acil,
dünyevi konulardaki fikir ve meşguliyeti aza iner. Hâlvet kalbi âhirete çeker
ve âhiret ile ilgili düşünceyi dâimâ yeniler.
Uzlet ile insanlar arasında bulunmaktan doğacak isyandan arınılır. Gıybet
ve riya gibi.283 Uzlet gereksiz münakaşalardan nefsi korur.
Oğlum! Dilsizliği alışkanlık edin, şöhretsizlik elbisesini kuşan,
insanlardan kaçmak da yegâne hedefin olsun. Gözden kaybolmak için yerin içine
girmeye bir yol bulabilirsen çekinme gir. İmanın kemâle erinceye kadar bu
alışkanlıkta devam et.
Cünyed Bağdadî (ö. 297/909) der ki: “Her kim ki dînîn selamette
kalmasını, beden ve kalbinin rahat bulmasını istiyorsa, hâlktan uzaklaşıp
uzlete çekilsin. Zira bu zamanımız vahşet zamanıdır. Akıllı o kimsedir ki, bu
zamanda tek başına yaşamayı seçer.”
Şibli (ö. 290/902) şöyle buyurdu: “ Yalnızlığa sarıl! Hâlk
arasında adını unuttur, ölene kadar kendi köşene çekilip kıblene yönel ve
ibâdetle meşgul ol.”
Ebû Bekir el-vâsitî (ö. 320/932) der ki : “ Bütün varlıklardan
kaçmayan, ünsiyet mahâlline ulaşamaz.”
Bâyezîd’in (ö. 261/874) muamelelerinde, mutlaka sohbeti terk etmek
ve uzleti seçmek vardı. Bu güzel bir yol ve iyi bir gidişattır.
Sûfiler nefsin edebe muhâlif tutumlarını düzeltmek için hâlvete
çekilirler. Kim güzel bir niyetle hâlvete girerse kalbi nurlanır ve
ibâdetin tadına varır.
Geçirdiğin ömrüne yazıklar olsun. Namın zikredilsin, asrındakiler seni
parmakla göstersin... gibi duygulara uzun süre önem verdin. Oysa bu duygular
sana hiç fayda vermedi.
Ey Ebû Kasım! İnsanlarla berâber olmaktan ve sohbet etmekten nefsini ayır
ve uzak dur.293
İns ve insan kelimesi “yakınlık” anlamındaki “üns”ten müştaktır. Ünsiyet
de (Allah’a yakın olup) insanlardan uzak durmaktır.
Dağın bir yükseltisine çık ve oradan yaşa, mağaralara sığın. Komşu ve
arkadaştan uzak, gözlerinin şahsından başkasını görmediği, sâdece kalbinle
istişare edeceğin, kulaklarının kendi konuşma ve fısıltıların dışında hiçbir
şey duymadıkları yerlere sığın. Ya da evinin bir köşesini nefsine kabir yap,
tek başına kalmanın
zorluğuna sabret, tek olmayı arzula, insanların ziyaretinden vazgeç.
Sâdece seni, hakka ve sabra davet edeni ziyaret et.
Orada gözyaşınla Allah’a yalvar ve yakar. Kendi ayıpların dışında hiç
kimsenin ayıbını görme, kendi etek ve cebinin kirliliği dışında başkasının
kirliliği seni ilgilendirmesin.
Gizli bir yakarış ile geceleyin Rabbine duâ et ve onu çağır. Duânı gizli
yap, karanlığın çöktüğü, gecenin perdesini çektiği, sessizliğin kulaklara
vurduğu, hiçbir ses ve hareketin hissedilmediği, sanki senden başka hiç
kimsenin yeryüzünde olmadığı bir anda uykudan kalk, gözlerini secde yerine dik
ve Allah’tan kork.
Ellerini zenginlik sahibi olan Allah’a aç, huşu ile gözyaşlarını iki yanağına
akıtarak, boğazın hıçkırıklarla tıkanmış hâlde, alnın utanmadan ötürü terlemiş
ve dilin utancından konuşamıyor hâlde de ki: Ya Rabbi! Seninle kendim aramda
nefsimi rezil ettim. Günahlarım ve ayıplarım bana yeter. Her şeyin ortaya
konduğu o günde yaratıkların arasında beni rezil etme. îhlâslı insanları
faziletli kılan ve yücelten onların gizli davranışlarıdır.
Uzlet ve hâlvete çekildiğinden, yalnız kaldığında kendine yönelip
düşünmeye başlarsın. Sürekli Allah’ı zikreder ve hatırlarsın. Sâdece sana has ve
seni ilgilendiren işlere bakar, seni hayra çağıran ve şerden kurtarıp sana övgü
kazandıran işlere yönelirsin.
Bugünün insanları ordunun öncü kuvvetleri gibi hep günah ve şer görürler.
Onlarla konuşmak insanı yoldan çıkarır, onlarla birliktelik de bir nifaktır.
Oklarını hedeflerine attıkları gibi, dillerini de hep başkasının ırz, şeref ve
haysiyetinin aleyhinde konuştururlar. Büyükleri, meclislerinde birbirlerine
sabrı tavsiye etmezler bilakis dedikodu ve çekişmeleri ile âdeta birbirlerinin
kâküllerinden çekerler. Yastıklarına yaslanıp sohbet ettikleri gibi, fitne ve
fesadı silmek için istişare etmezler.303
Onlara yaklaştığında, onlardan nefret edip keşke tek başıma kalsaydım dersin.306
Kalplerinde bir hayâ yok ki kalplerindeki fitneyi defetsin, kalplerinde hak bir
din yok ki onu engelleyip kötülüklerden alıkoysun. Onun ilk sözü gıybet ile
kardeşinin etini yemektir. Onu küçük görüp ayıplamaktır. Köpeğin yalaması gibi
diliyle haram olan kanı yalarlar.307
İsteklerine boyun eğip uyarsan, ikiniz insanları aldatan şeytanla eşit
olursunuz. Biriniz dikenli delâlet yolunda koşuyor diğeri de onunla yanşan
olursunuz. Bu ne kadar zararlı ve zor bir beladır. Cenab-ı Allah bizi şerrinden
korusun.
Elbiseleri pürüzsüz ve yumuşaktır, üstlerinde ipekli elbiseler fakat
içleri kurt gibidir. Nefsini onlardan uzak tut ve onlardan kaçır. Yoksa onu
yırtıcı hayvanların tırnak ve dişleri arasında bulursun.
Allah’ın buğzetmen ve uzak durman gerektiğine dair sana belirttiği
kimseler; seninle uzletin arasına bir mani koyan, uzlet anında içinde
bulunduğun hâlin zıddına seni iten, geceleyin ne topladığını bilmeyen odun
toplayıcısı gibi konuşma ve istekleriyle seni fitneye sevk edendir. Atın
kandırılması gibi yalancılığı sana âdet hâline getiren, seni fitneye
yönlendiren, edep ve adetten seni alıkoyanlardır.
Ey Ebû Kasım!
Yalnız kalmayı arzula
Bırak isim ve künyeleri başkaları arzulasın
Nefsini ölülere benzet
Eğer akıllı ve zeki isen şahsını ve nefsini ortaya çıkarma
Ölmeden önce onu evde defnet
Humulu ona kefen yap
Umulur ki günahlarınla tutuşturduğun ateşi söndürürsün
Çünkü cehâlet anında haddi aşıyorsun.
Hayrın maddesi, insanlardan ayrı yaşamayı tercih etmen ve ininden
çıkmamandır. Müştekim zamirler gibi kendini gizle, şüphesiz gizlenmek kurtuluş
ve sağlam kulpa tutunmanda sana güç verir. Vav harfinin idğam ile kalb olup
korunması gibi..
Kamil olanı insanlar tanımaz. O Allah katında anılan ve bilinendir.
Yeryüzünde cefa çeken, özel ve umumî davetlerde adı geçmeyendir. Onun sâdece
semada gizli olmayan bir adı vardır.
Uzlet ve hâlvet, tarikat eğitiminde önemli bir unsurdur. Tasavvuf ehli,
nefsin ıslahı için uzleti seyri sülûkun önemli yapı taşlarından biri olarak
görmektedir.
Sâlikin öncelikle, insanlardan uzlet etmesi gerekmektedir. Çünkü, insanın
hemcinsiyle haşir neşir olması, nefsi isteklerine alıştırır ve fıtrî
temâyülleri ortaya çıkartır. Yalnızlıkta ise, insanlardan uzaklaşmak ve
Allah’la ünsiyet kurmak vardır.
Genel olarak uzlet ve hâlvet, tasavvuf klâsiklerinde şöyle
değerlendirilmektedir: Yalnızlığa sarıl ve hâlktan uzak dur. Çünkü selamet
yalnızlıktadır.
Sûfiler nefsin edebe muhâlif tutumlarını düzeltmek için uzlete
çekilirler. Sûfilerin muâmelelerinde mutlaka sohbeti terk ve uzleti seçme
vardır.
Zemahşerî, Makâmât’mda uzlet için yukarıda değindiğimiz tasavvufi
söylemden farklı bir yorum getirmemiştir. Şöyle ki: Zemahşerî de “yırtıcı
hayvanlardan kaçtığın gibi insanlardan uzak dur, dağın bir yükseltisine ya da
mağara gibi tenha yerlere sığın, orda gözyaşıyla Allah’a yalvar, tek başına
kalmanın zorluğuna sabret ve sâdece seni uyarıp Hakk’a davet edeni ziyaret et.”
mantığını işlemektedir.
Yukarıda değindiğimiz uzlet ile alakalı iki söylem arasında ciddi bir
fark görmek mümkün değildir. Sanki bir değer farklı dilerden aynı terennüm ile
çıkmaktadır.
Takvâ sözlükte: korkma, korku, sakınma, dikkatli davranma, sınırları
koruma, ahde vefa, samimiyet, içtenlik ve Allah’tan korkma313 gibi
anlamlara gelmektedir.
Allah’a boyun eğerek azabından sakınmak, cezayı gerektiren davranışlardan
nefsi uzaklaştırmak suretiyle korunmak, masivadan sakınmaktır. Dînin
hükümlerini, disiplinli, samimi ve ciddi bir şekilde özenle uygulamaktır. Dînî
daha derin bir anlayışla yaşamadır, dinde hassaslıktır. Ruhsattan kaçış,
azametle amel ediştir.
İhlâs sözlükte: sadeleştirme, temizleme, ameli riyadan beri kılma,
samimiyet, içtenlik, gösterişi bırakma, taatte, ibâdette samimi olmak ve Allah
için olan niyet gibi anlamlara gelmektedir.
Terim olarak ise ihlâs: Kalp ve beden amellerini her çeşit art niyetten
arındırmak, ameli sâdece Allah için yapmak. Tam bir doğrulukla kullukta
bulunmak, bir işi sırf Allah için yapmak demektir.
Terim olarak ise takvâ: Tutum ve davranışlarda yalnızca Allah’ın rızâsını
gözetleme, özün söze, sözün öze uyması, riyakâr ve ikiyüzlü olmama, hulûs-i
kalple yapılan iş ve eylem, iyi niyetli olmak, içten pazarlıklı olmamak.
KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARINDA TAKVÂ ve
İHLÂS
Nasrabazî (ö. 367/977) der ki: “ Takvâ; kulun Allah’tan başka her
şeyden sakınması demektir.”
İhlâs da kulun ilmi ve ameliyle Allah’ın rızâsını murad etmesidir. İhlâs
ameli sâdece Allah için yapmaktır. Maksat sâdece Allah’tır.
Bir davranışı sergilediğin zaman, nefsini, arzularını ve şeytanını yok et
ve davranışı yalnız Allah rızâsı için ve onun emirlerini ifa için sergile.
Amelinde ihlâslı ol, Allah
insanlar için değil, ancak kendisi için yapılan ameli kabul eder.32? İhlâssız
yapılan bütün ameller içi boş bir kabuktur, yere atılmış bir kütüktür, cansız
bir ceset, mânâsız bir şekil olup ikiyüzlülerin amelidir. Şüphesiz amellerin
canı ihlâstır.
Mâlik b. Dinar (ö. 131/748) şöyle söyler: “Bir amel, ancak ihlas
sayesinde amel olur. Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs da odur. Rûhu
olmayan bir beden cansız bir maddeden ibarettir. İhlâssız amel de heba olmuş
bir iştir.”
Gerçek elbise takvâ elbisesidir. Allah ile arandaki bütün kapıların
anahtarı takvâdır. Takvâ amelin esası ve itâatm aslıdır. Akıllı olan amelinin
ihlâssızlıktan boşa gitmesinden korkar ve dolayısıyla riyadan sakınır. İhlâslı
ameller dışındaki ameller kabul görmeyecektir. İhlâs olmadan amelin bir değeri
yoktur. Çünkü ihlâssız ameller ruhsuz bir beden gibidir. İhlâslı olunduğunun
göstergesi ise insanların övmesine, yermesine dönüp bakmaman ve ellerinde olanı
arzulamamandır. Bunun yerine Rabbinin hakkını vermen gerekir.
Allah’ın ateşinden ancak takvâ sahibi, Allah’ın birliğini kabul eden
ihlâslı ve tevbe etmiş olanlar kurtulur.’ Bilmiş ol ki, ebedi kurtuluşa ermek
için, insana şu üç şey mutlaka lâzımdır: İlim, amel ve ihlâs. Dolayısıyla
amelden önce amelin niyeti sorgulanmalıdır.
Herhangi bir işe teşebbüs ettiğinde niyetini âli tut. Böylece hem
davranışların hem de niyetinde büyük ecir kazanırsın. İnsanın yaptığı her işte
hâlis niyeti bulunmalı; her türlü tasarrufu, hareketi, gayreti güzel niyetle
olmalıdır. Ameller niyetlere göre değerlendirildiğinden, kalbinde Allah için
bir niyet bulunmazsa, amelin kıymeti kalmaz. Niyet, kulun yüce Rabbine korku ve
ümit ile bakıp kalben rahmetini istemesidir.
Kul, güzel kazanç peşine düşmeli, bütün gücünü zorlayarak haram ve
şüpheli şeylerden uzak kalmaya çalışmalıdır. İçine şüphe giren yiyecek ve
giyecekleri kullanmamalıdır.
Amellerin temiz ve güzel olması, Helâl yemeğe bağlıdır. Kulun yiyeceği ne
kadar Helâl olursa, ameli de o derece temiz ve faydalı olur.
Oğlum! Kendini güvende hissedip, Allah’ın huzuruna varıncaya kadar korku
içinde ol. Allah dostları akıbetlerini bilmediklerinden dâimâ korku ve endişe
içerisinde ibâdetlerini ifa ederler.
Ümit ve korku bir kuşun iki kanadı konumundadır. Korku imanın hakikatini
ihtivâ eden bir kavramdır. Bütün kötülüklerden sakınmanın sebebi ve her emrin
anahtarıdır.’
Bir salik, niyeti tashih edip temize çıkardığında nefsini rezil
sıfatlardan temizlemiş olur.
Seyrü sülûktan maksat, ihlâs makamını icra etmektir. Kul takvâ hâlini
bulunca, azalarını kötü şeylerden korur. Sonra da onları fuzulî ve malayani
şeylerden muhâfaza eder. Zamanla nefsin kalbe verdiği vesveselerden korur.
İhlâs, ilmin ve âlemin rûhudur. İhlâs bütün iş ve davranışları
zorlanmadan içtenlikle yapmaktır.
Takvâ sahibi kul, zoru zoruna değil, içi ve dışı ile ibâdet eder. Çünkü
ibâdet onun doğal bir özelliği olmuştur.3’0
Her mükellefe farz olan ilim, ihlâs ilmidir. Çünkü insan hayır yapmakla
emrolunduğu gibi, yaptığı amelde ihlâs sahibi olmakla da emrolunmuştur. Nefsin
hile ve şehvetleri ihlâsm temelini mahveder.3’1
Ariflerin en güzel elbisesi takvâ elbisesidir.3’2
zühd ve takvâyı elde eden, nefsin desise ve şehvetlerini bilir.3’3
Zinnunî Mısrî (ö. 245/859) der ki: “Takvâdan daha kıymetli
üstünlük ölçüsü yoktur.”3’4
Davud-i Tâî (ö. 165/781) der ki: “ Salih kişinin bütün derdi
takvâyı elde etmektir.”3”
Yahya b.Muaz (ö. 258/871) der ki: “Sütün pislikten ayrılması gibi,
ihlâs da ameli ayıplardan temizler.”3’6
Geçmiş günahlarını sık sık düşünür, Allah’ın hoşlanmadığı şeylerden
nefsini alıkoyar, sürekli tevbeye koşarsan takvâya erer ve ihlâsta yükselirsin.3’7
İnsanların en kerim olanı en muttaki olanıdır. Amellerin en hayırlısı da,
arınmış ve temiz olanıdır. İşin sonunu emelleri ile bozan kişi amelini
temizlemede akıllı davranmıyor.3’8
Allah, ancak niyetin ve fikrin temiz olduğu şeyleri kabul eder. Hiç
kimsenin görmediği, en temiz olan amelleri kabul eder. Allah’ın tartısı, içine
fesadın karıştığı amelleri tercih etmez. Sırattan ancak eleklenmiş, seçilmiş
ameller geçer.3’9
Dikkat et, en güçlü olan yöne yönelmektir en akıllıca olan, takvâ
sütunundan daha güçlü olan bir sütun yoktur. Doğru yola götüren deliller
parlaktır. Saf Müslümanlık ak ve temizdir. Doğrusu şüphe verici şeyler
kusurludur.
Esas elbise takvâ elbisesidir. İnsan takvâ elbisesiyle Allah’ın huzuruna,
diğer elbise ile de insanların huzuruna çıkar. İki varış arasındaki farkı bil.
İkisi bir değildir.
Takvâ elbisesi en hayırlı elbisedir. Allah ve insanlar arasında en süslü
olandır. Takvâ elbisesinin geniş, güzel oluşundan gafil olma, takvâ elbisen dar
ve acz eden değil eksiksiz olsun.
Zararı belli olmayan menfaatlerinden uzak dur. Onları yapıp yapmama
konusunda ikide bir düşünme. Hür ve temiz olan insan; nefsini, Helâl veya haram
olduğu belli olmayan kaynaklardan içmeyi uzak tutar. Harama dalmaya karşı
sabırlıdır. Nereden geldiği belli olmayan su ile yanan midesini sulamayı büyük
suç olarak kabul eder.
Dikenli bir yolda yürüyen nasıl korunuyorsa sen de takvânda öylece korun.
Uyanık olup tedbiri almak gerek.’ Asıl olan işi takvâ üzere inşa etmektir.
Allah’ın takvâsma ve murakabesine sarıl. Allah’ın cezasının korkusuyla
azalarm titresin. Dînîn tam ve kâmil oluşuna, sağlam, eksiğinin olmamasına dikkat
et. Yakinin dışındaki şeyler sana zarar vermez. İki harf arasında vuku bulan
edebiyat ve vezinle uğraşmayı bırak. Âdetini ve gidişatını İslâmi takvâ üzere
kıl. Senin gibi akıllı, zeki, ciddi ve azimli insandan da bu beklenir.
Ümit ve kokuyu elde eden takvâyı elde etmiştir. Takvâyı elde etmede yavaş
olma, onu elde etmede hızlı ol.
Uzun gecelerini ibâdet ile terbiye et. Sözlerin, kirlilikten arınmış,
sürükleyici olsun.
Allah’ın ipine sımsıkı sarıl, umulur ki kurtuluşa erersin. Seni ayıplayan
ve seninle alay eden hiç kimseye kulak asma.*
Bazen Salih bir amel işlersin, sonradan yaygarasını yaparak onu yok
edersin. Sen doğuran sonra da doğurduğunu öldürensin. Az bir miktarın dahi
Allah rızâsı için verilmesi, vermede sınırı aşıp kantar kantar insanların
gözünü açarak altın vermenden daha iyidir.
İhlâslı insanları yücelten
onların gizlice yaptıkları faziletli davranışlardır.373
Tasavvuf, gerçek dinî ve rûhî hayâtının bir tezâhürüdür. Çünkü o, İslâmî
maneviyatın en özel görünümlerinin üzerine yansıdığı bir aynadır. Tasavvuf ozu
itibariyle, sâlikin samimiyet, azim ve kararlılıkla bağlandığı, dinî ve ahlâkî
bir sistemdir.
Tasavvuf (hakikat), görünmeyen fakat her yerde var olandır.
Tasavvuf olmasaydı, İslâm bir kısım katı fıkıhçı, kelâmcı ve
felsefecilerin algıladığı gibi, derûnî bir rûhî hayâttan ve hoşgörüden yoksun
kalırdı. İbâdet ve muâmelâtı, donuk kural ve kâidelerden ibâret olurdu.
Gazâlî’nin tasavvufa yönelişini sağlayan bu gerçek olsa gerek. Zemahşerî’de de
görülen maddiyattan maneviyata dönüş de bezer bir görüntü arz etmektedir.
Karşılaştırmasını yaptığımız diğer unsurlar gibi takvâ ve ihlâs da
tasavvuf ehlinin bütün ömürleri boyunca, seyrû sülük ile elde etmeye
çalıştıkları ve usulu aşereden kabul ettikleri bir unsurdur.
Tasavvufta takvâ ve ihlâs, tasavvuf ilminin temeli, ariflerin en güzel
elbisesi, amellerin canı, itâatm aslı ve amellerin kabul mecraı olarak
değerlendirilirken; Zemahşerî’de eserinde takvâyı en güçlü sütun, en hayırlı
elbise, amellerin temizlik kaynağı, insanların en kerimlisinin vasfı ve ancak
amellerin kendileri vasıtasıyla kabul gördükleri bir unsur olarak
değerlendirmektedir.
Görüldüğü üzere takvâ ve ihlâs ile ilgili yapılan her iki değerlendirme
de anlam bakımından aynı kapıya çıkmaktadır.
Kanâat sözlük olarak: İkna olmak, yetinmek, Rıza göstermek, Verilene râzı
olmak gibi anlamlara gelmektedir.
Terim olarak ise: Tutumlu, gönlü zengin ve tok gözlü olma, hırslı ve aç
gözlü olmama, yaşamak için zarûrî olan ihtiyaçların dışında kalan bütün nefsi
arzu ve hayvani isteklerden ölü bir kimsenin uzak kaldığı gibi uzak durmak,
yeme, içme ve harcamada israf etmemektir.
Kanâat: var olanla iktifa etmek, olmayışına tama etmemektir.383
KLÂSİK
TASAVVUF KAYNAKLARINDA KANÂAT
Zünnûn-i Mısrî (ö. 245/859) birine şöyle vasiyette bulundu:
“Kardeşim, biliyorum ki, İslâm’dan daha üstün bir şeref, takvâdan daha kıymetli
bir üstünlük ölçüsü, verâ’dan daha sağlam bir bağ, tevbeden daha etkili bir
şefaatçi, afiyetten daha değerli bir libas, selâmetten daha koruyucu bir yol,
kanâatten daha değerli bir hazine, olana râzı olmaktan daha değerli bir servet
yoktur. Azığını yetecek oranda tutan rahata kavuşur. Rağbet ve düşkünlük
göstermek, yorgunluğun kapısını açan anahtardır, bitkinliğe götüren binittir.
Hırs, dâimâ insanı günaha çağırır. Aç gözlülük her türlü ayıbı içinde saklar.
Nice tema’ vardır, yalancıdır. Nice emel vardır, zarara götürür. Nice ümit
vardır, mahrumiyet kapısını açar ve nice kârlı görünen işin sonu hüsrandır.”
Kanâat sahibi ol, çünkü kanâat, tükenmek bilmeyen bir hazinedir.
Kısmetinde olmayan şeyleri ne diye elde etmeye uğraşırsın! Nefsine gem vur.
Allah’tan râzı ol ve başkalarıyla ilişkini kes. Allah’ı layıkıyla tanıymcava
kadar buna devam et. Çünkü Allah’ı tanıdığın vakit hiçbir şeye ihtiyacın
kalmaz. 7
İzzet ve zenginlik insanlardan ve yakınlarından bir şeyler istememe
iledir. Zenginlik, zengin olma sevdasından vazgeçmekle başlar. Gözü
hâlkm elinde olanın üzüntüsü de büyük olur.
Bilmiş ol ki; Müslüman’a yakışan, kanâat edip haris olmamak ve olduğunda
da başkasını kendine tercih etmektir. Kanaatkâr olup hırslı olmamak gerek, tam’
ve hırs insanı zillete düşürür. Bu iki hastalık insanı kötülüklere
sürükler ve mürüvveti zedeler.
İnanan insan, sâdece dünyâ ile yetinmeyip âhireti de arzuladığından az
mala kanâat eder, çoğunu ise âhirete yönlendirir. Kendi için dünyada, yolcuyla
yetecek miktarda azık bırakır.
Az olana kanâat et, nefsini de buna alıştır. Allah’ın ezeli İlmî ve
yazgısı ile sana çok mal gelecekse zâten o malı bulursun aza kanâat etmekle
nefsini öldürmüş olmazsın, kısmetinde olanı da kaçırmış olmazsın. Kısmetini ve rızkını istesen de istemesen de o
her gün seni arar ve bulur. Hırsın seni hem Allah hem de insanlar katında rezil
ediyor.393
İbrahim el-Maristanî (ö. ?) der ki: “ Düşmanından kısas ile
intikam aldığın gibi, harisliğinden de kanâat ile intikam al.”
Hâtem el-Asamm (ö. 237/851) dedi ki: “Rızk artırma kaygısından
kurtularak rahatladım. Ve de kısmetime düşen rızkı hırsla çalışsam dahi
artıramayacağımı anladım.”
Yahya b. Muaz (ö. 258/871) demiştir ki: “ Rızkına kanâat eden;
âhireti elde eder ve dünyada da hoş bir hayât sürer.”
İbrahim b. Şeybân (ö. 330) der ki: “Şeref tevâzu’da, izzet
takvâda, hürriyet de kanâatedir.”
Zünnûn-î Mısrî (ö. 245/859) şöyle buyurdu: “Kanâat eden, zamanın
ehlinden yakayı kurtarıp rahat eder. Akran ve emsaline üstün olur.”
Kanâat eden kulun rızkına Yüce Allah kefildir.
Kanaatkâr mümin herhangi bir dünyalığa gerek duyarsa yalvarma, alçaklık
ve tevbe ayaklarıyla Rabbinin huzuruna varır. İstediğini alırsa şükreder.
Alamazsa şikâyet etmeden, karşı gelmeden sabreder.
Sûfîlerin güzel ahlaklarından birisi de; az bir dünyâ malına kanâat
etmeleridir.
Sabah akşam zenginliği talep etmen ne zamana kadar, ömrün hızla geçiyor,
neden mal elde etmek için dere ve düzlükleri aşıyorsun. Ne kadar hırslı olursan
ol yine de nasibini bulursun. Güç ve kuvvetini taat için sarf et. Hayırlı olan
da budur. Çünkü bir müddet sonra cenaze taşıyan tahtaya binilir.403
Ey Ebû Kasım! Aç gözlü değil, kanaatkâr ol. Kanaatkâr olduğunda hiç
vermeyene de çok verene de ihtiyacın olmaz.403
Kanâat, altında bütün mülk ve memleketlerin bulunduğu bir mekândır. Yok
oluşu ve helaki için hiçbir belanın olmadığı bir yerdir.
Kanaatkâr olanı, zenginlikten sonra fakirlik beklemez, kanaatkâr olanın
hâzinelerine yokluk girmez, onun değeri ölçülemez, kanaatkâr olan, meşguliyet
bakımından insanların en rahatıdır. Yardım etmede ve misafir ağırlamada
insanların en rahatıdır.
Ölçülen (buğday, arpa) ve tartılan (altın, gümüş gibi) şeyler kanaatkâr
olanın umurunda değiller, hâzinede toplanan ve saklanan mal onu ilgilendirmez.
Onun hâzinelerinin anahtarlarını güçlü bir cemaat bile taşıyamaz. Bununla o,
Karun’dan daha zengin ve daha fazla servet sahibidir.
Kanaatkâr olanın ihtiyaçları bellidir: “Avret Yerlerin örten eski bir
elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek.”Bunları elde edince sanki
bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ki o, bunlarla semiz develerin sahibinden
daha zengindir.
Az olana kanâat getiren en zengin, çok mala hırslı olan da dâimâ en
fakirdir. Kanaatkâr olan, istediği her şeye sâhip iken, hırslının muradına
ulaştığı ise hiç görülmemiştir. Hırslı olan bol bol yese bile daha fazlasını
istemekten vazgeçmez, en sevimli elbiseleri giyinse ve en güzel atlara sâhip
olsa dahi, onu esir ve fakir olandan daha hırslı ve daha aç gözlü görürsün.
Sürekli yumuşak döşekleri arzular. Birazcık sert bir zeminde otursa
sızlanır ve hemen değiştiriverir.
En son elde edilecek nimeti dahi elde ettiğinde, daha iyisini arzular.
Işığı ay kadar parlak olduğunda parmaklarını ısırır ve ay gibidir. Neden güneş
gibi değildir? deyip eyvahlar çeker.
Asidir. İştahlı olan her şeye çene kemikleriyle iştah eder. Damağı her
şeye hırslı olur. Arzuladığı şeylerin haddi hesâbı yoktur.*
Yüzünün derisini sâdece seni yaratanın huzurunda yırt insanlardan değil
Allah’tan iste rızkını, zengine de rızkı verenden iste. Eğer dilerse sana da
verir.413
Az bir çalışma ile elde edilen nimet, sultanların verdiği çok nimetten
daha hayırlıdır. Çünkü dünyalık nimetler, az bir süre sonra insanı terk eden
bir gölgeliktir. İlâhî ilham ve semâvî tesadüf daha hayırlı ve bereketlidir.
Allah’ın bazı kulları vardır ki, hiçbir melik’in kapısını çalmamış onun
eşiğine ayak basmamış ve onun önünde saygıyla dikilmemiştir.
Kanaatkâr olanın ihtiyaçları bellidir: “Avret Yerlerini örten eski bir
elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek” Bunları elde edince sanki
bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ki o, bunlarla semiz develerin sahibinden
daha zengindir.
Zühd ile kanâat makamları arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur.
Zâhid olmayı hedefleyen sûfi’nin yolu kanaatkâr olmaktan geçer. Çünkü zühd
ancak kanaatkâr olma düşüncesinin bir yansıması olarak gerçekleşebilir.
Tasavvuf klâsikleri kanâat’ı şöyle dillendirmişlerdir: Kanâattan daha
değerli bir hazine yoktur, kanâat eden yücelir ve insanlara muhtaç olmaktan
kurtulur, izzet ve hürriyet kanâattadır, kanâat tükenmek bilmeyen bir hazinedir
ve kanâat gerçek zenginliktir.
Kanaatkâr insanın rızkına Allah kefildir, kanaatkâr olanı zenginlikten
sonra fakirlik beklemez
Tûl-i emel, yani hırs, tamah, tasavvufta en sevilmeyen davranışlardan
biri olarak görülmektedir. Çünkü hırs insanı zillete düşürür.
Tasavvuf ehli kanâat’ı bu şekilde anlamlandırırken; Zemahşerî’de
eserlerinde bu söylemin dışına çıkmamakta, kendi üslubuyla kanâata yüklediği
anlam, hemen hemen Tasavvufi söylem ile aynı kapıya çıkmaktadır.
Görüldüğü üzere Zemahşerî Tasavvuf! kavramlara karşı değil, bilakis
İslâm’ın rûhuna uygun kullanıldığında tasavvuf! kavramların gerekliliğine
inanır. Nitekim Keşşafta zikri tanımlarken şunları söyler: Zikirden
kasıt Kura’n okuma, Duâ, teşbih, tehlil ve bunun dışındaki bütün ibâdetleri
kapsar ve bu zikir de Cenab-ı Allah’a boyun eğerek ve korku içinde olmalı,
gizli olup cehri olmamalı. Çünkü gizlilik ihlâs ve güzelce düşünmeye daha
yakındır.
Bununla berâber Zemahşerî tasavvuf ehlinin de çoğu zaman kabul etmediği
bazı aşırı uygulamalara karşı sert tavır sergiler. Allah’ı sevdiğini iddia
ederek zikir esnasında alkış çalıp gürültü çıkararak oyun oynayan birilerini
gördüğünde, onların Allah’ın kim olduğunu ve Allah’a muhabbetin ne olduğunu
bilmediklerini bil. Onlar, sâdece kötü nefislerinde kendisine güzel görünen bir
şekil tasavvur etmiş ve cehâletlerinden dolayı onu Allah diye
isimlendirmişlerdir. Onun üzerine alkış çalar ve oyun oynuyorlardır.
Tasavvuf Klâsikleri ile Zemahşerî farklı ekollere mensup olmalarına
rağmen, makamlara yükledikleri anlam ve değerin bu kadar benzeşmesinin temel
nedeni her iki disiplin içinde temel kaynağın Kurâ’n ve Sünnet olmasıdır.
MAKAMLARIN
ANLATIMINDA KULLANILAN DİL ve ANLATIM
Zemahşerî, bir dil bilgini olmanın gereği olarak MakâmâtTndan Arap dil ve
edebiyatının bütün inceliklerini kullanmış. Genelde anlaşılması güç, edebî
değeri yüksek, gündelik hayâtta pek kullanılmayan kelimeler ile bir anlatımı
tercih etmiş iken tasavvuf klâsiklerinde ise sade ve anlaşılır kelimelerden
oluşan bir anlatım sergilenmiştir.
Makâmât’ta birçok makamın sonunda meramın daha iyi anlaşılması ve toplu
hâlde dile getirilmesi için bazı şiir mısraları kullanılmış423 iken,
tasavvuf klâsiklerinde şiirlere çok az rastlanılmaktadır. Bu da Zemahşerî’nin
edebiyatçı ve şair olmasının gereği olsa gerek.
Zemahşerî eserinde, bazı makamlarda anlatımın somutlaşması ve daha iyi
anlaşılır olması için Arap kültür ve geçmişinden bazı şahısların isimlerini
vererek olayı somutlaştırıp anlatımını kuvvetlendirirken, tasavvuf
klâsiklerinde, Arap kültürüne has bir yansımadan ve anlatımdan söz etmek pek
mümkün değildir.
Zemahşerî, edebiyatçı olmanın gereği olarak makamların arasına kafiye,
aruz, dîvân ve nahv gibi edebî kavramları birer makam olarak ele alıp işlerken,
klâsik tasavvuf eserleri anlam yönünden bazı benzerlikler ihtivâ etseler de bu
isimlerde herhangi bir makâm’m varlığından bahsetmemişlerdir.
Makâmât, Zemahşerî’nin yaşam kesitlerinden bir yansıma olduğundan ve
512/1118 yılında Zemahşerî’de gerçekleşen değişim ve fikri dönüşümün çizgisini
gösterdiğinden, sultanlara uğrama, onlardan menfaat bekleme, onlara methiyeler
dizmenin şahsa ve dine verdiği zararlar sıkça işlenmiştir. Bu açıdan Makâmât
hayâtın dönüm noktasında geçmişi sorgulayan bir eser konumunda iken, tasavvuf
klâsiklerinde bir değişim ve dönüşümden ziyade tasavvuf ile ulaşılması
amaçlanan manevi hayâtın merhâleleri ve getirileri işlenmektedir.
Makâmât’ta, yazarın direk kendi nefsine hitap ile lakabını kullanarak,
nefsini kınama ve geçmişini zem etme söz konusu iken, tasavvuf klâsiklerinde
ise mutasavvıfların kendilerinden ziyade yaşadıkları sosyal hayâtta gördükleri
aksaklıkları düzeltme, sûfî veya murîdin hayâtında oluşması gereken manevi
çizginin belirlenmesi ve toplumsal manevi hastalıklara bir tür çare aramalar
söz konusudur.
Tasavvuf klâsiklerinde zühd, nefs, takvâ, murâkabe ve tevbe gibi makamlar
işlenirken ayet ve hadislere çokça başvurulmaktadır. Bununla berâber Kuşeyrî,
Hücvirî, Kelâbâzî ve Sühreverdî gibi mutasavıflar; anlatımlarında Cüneyd-i
Bağdadî, Yahya b. Muaz ve Zünnûn-i Mısrî gibi büyük mutasavvıfların sözleriyle
eserlerini süslerler. Zemahşerî ise direk olarak ayet ve hadisleri pek
kullanmamış, zaman zaman ayet ve hadislerin bazı bölümlerinden iktibas etmiş ve
genelde alıntılara da başvurmamayı yeğlemiştir. Dolayısıyla Zemahşerî dil
bilgini olduğundan kendine özgün bir anlatımı tercih etmiştir.
Makâmât’ta içerik ve kavramlar Tasavvufi olmasına rağmen Klâsik tasavvuf
kaynaklarında sıkça kullanılan sûfî ve murîd gibi kavramlar, olumlu ya da
olumsuz anlamda hiç kullanılmamıştır.
Makâmât’a, Ey Ebû Kasım! Seslenişinin kullanmasıyla tasavvuf
klâsiklerinden Abdulkâdir Geylânî’nin (Ö.561/1166) el-Fethu’r-Rabbanî adlı
eserinde geçen, oğlum! Ey cemaat! Yazık sana! Gibi vurguların kullanılmasıyla
dil ve anlatım bakımından bir benzerlik teşkil etmektedir. Dolayısıyla Makâmât,
tasavvuf klâsikleri arasında dil ve anlatım yönüyle daha çok el-Fethu’r
Rabbanî’ye benzemektedir.
Makâmât ile tasavvuf klâsiklerinde kullanılan ortak makamlar (kavramlar):
Rüşd, takvâ, rızâ, zaad, zühd, inabe, hazr, i’tibâr, teslim samt, taat,
munzire, istikamet, tîb, kanâat, korunma, zülf, uzlet, iffet, nedm, velayet,
salâh, ihlâs, amel, tevhid, İbâdet, sabır, haşye, ictinabu’z- zulm, teheccûd,
Duâ, tasadduk, şükr, usvet, nush, murakkâbe, furkan, nehyi ani’l-hevâ, temâsuk,
şehâme, humul, azm, sıdk, nehv, dîvân, mevt.
Kullanılan farklı makamlar (kavramlar): Aruz, kafiye, eyyamu’l-Arab
MAKÂMÂT’TA İŞLENİP DE GENELDE TASAVVUF
EHLİNDE
BULUNAN HÂLLER
Kanaatkâr olanın ihtiyaçları bellidir: “Avret Yerlerini örten eski bir
elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek” Bunları elde edince sanki
bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ki o, bunlarla semiz develerin sahibinden
daha zengindir.”
Allah’ın bazı kulları vardır ki hiçbir melikin kapısını çalmamış, onun
eşiğine ayak basmamış, mertebesi hiç gözüne ilişmemiş, melikin kâtiplerini hiç
tanımamış, onun yanında saygıdan ötürü iki ayağını bitiştirmemiş olup ancak
Allah’ın huzurunda saygıyla durmuşlardır.
Müjdeler olsun
Allah ’ın ipine sımsıkı sarılana,
Doğru yol üzerinde ayakları sabit olana.
Elbisesi eski kalbi yeni olana.
Yeryüzünde şöhrete tabi olmayana
Adı semalarda meşhur olana
Gözler onları sefâlet içerisinde gördüğünden onlara iltifat etmez. Dünyâ
onları küçük gördükçe onlar güçleriyle uhrada yükselirler. Ki onlar arkadaşları
tarafından çevrilmiş, ipekli sedir ve yastıklara yaslanmış tac sahibi
sultanlardan daha yücedirler.
İnsanlarla berâber olmaktan ve sohbet etmekten nefsini alıkoy. Dağın bir
yükseltisine çık ve orada yaşa, mağaralara sığın, komşu ve arkadaştan uzak,
gözlerinin şahsından başkasını görmediği, sâdece kalbinle istişare ettiğin,
kulaklarının kendi konuşma ve fısıltıların dışında hiçbir şey duymadıkları
yerlere.433
Yumuşak hâlılar, süslü revaklar yerine sana fakirlerin barınakları yeterlidir.
Ömrüne yemin olsun ki, sonu ölümdür diye düşünen bir adam için üç direkli bir
çadır ile firavunun sarayları aynıdır. Dünyâ üzerinde hep başkalarını
konaklayan yapıları düşün. Güzel kadınlar yerine, şeytanın burnunu yere sürten
seni takvâya ulaştıran bir kadın yeterlidir. Bu durumda hayır meydanında sonuna
kadar onlarla yarışırsın. Güzel yemekler yerine sabah akşam iki tas arpa yemeği
sana yeterlidir. O yemeklerin de bunun gibi kamını doyurmaktan sana başka bir
faydaları yoktur. Pahâlı kürk ve giysiler yerine, avret yerlerini örten
giysiler yeterlidir. Salih olan kul,
hafif olan fakirlik hâlini, iki elbise çeşidi arasında kalıp sevinme
hâline tercih eder. Onun yanında altın ipekle dokunmuş meliklerin omuzlarından
sarkılan güzel elbiselerle, fakirin omzunda yırtık ve kalın dokunmuş çürük bir
âba aynıdır. Asıl olan takvâ elbisesidir. Dünyanın güzellik ve çekiciliğini,
müşriklere bırak ki onlar helak olmuşlardır. Allah’ın ipine sımsıkı sarıl
umulur ki seni korur. Seni ayıplayan ve seninle alay eden hiçbir şeye kulak
asma.
Himmetlerini Rabbinin hakkına rehin etmiş Allah’ın kulları vardır. Bunlar
güç ve kuvvetlerini Rablerinin rızâsını kazanmaya bağlamışlar, nefislerini onun
yolunda mücahedeye bağlamış, takvâ zamanlarında onun gösterdiği yol üzerinde
zelil olarak yürümüşlerdir. Nefisleri için sapkınlığa düşmek yok, amelleri düz
bir çizgi üzerinde sağa sola meyletmez, yumuşak ve sakindirler. Her tehlikeye
karşı bir yolda devam ediyorlar, güvenilirdirler.
Dünyâ bütün güzelliğini önlerine serse, en güzel elbise ve en süslü
şeyler önlerinden geçse, onlara karşı gözlerini kapatır, zevklerine karşı
başlarını eğerler ve bunların mutluluk değil gurur kaynağı olduklarından gafil
değillerdir, dünyâ süsünü kalbe hâkim kılmanın yanlış olduğunu bilir, dünyayı
değil âhireti, iyiliklerini değil günahlarını düşünürler.
Bunlar huzurlu ve mutlu insanlardır. Kim bunlara benzer ise şüphesiz
kazanır ve mutlu olur. Bu yola ulaşmak için Allah’tan başarı dile ki seni o
guruba arkadaş 440
yapsın.
Güzelliğin şeklen olduğunu, kemalinde dünyanın şöhreti olduğunu zannettin
oysa kâmil olan bildiklerini yaşayan ve çok çalışkan olandır. İnsanlar onu
tanımazlar, o, Allah katında anılan ve bilinendir, onun özel ve umumi
davetlerde adı 441
geçmez.
Şu hâlde dünyadaki isim ve namlardan vazgeç, kefenlenmeden önce şöhretten
kaçarak ve miskin görünerek kendini kefenle, evinin bir köşesini nefsine kabir
yap, tek başına kalmanın zorluğuna sabret, sâdece seni irşâd edeni ziyaret et.
Nefsi lezzet veren yiyeceklerden, istirahat veren yataklardan göze parlak
gelen görüntülerden, tembellik veren boş kalmadan, ard arda gelen gevşeklikten
uzaklaştır. Ona tatsız yiyecekler tattır, uyku kaçıran sert elbiseler giydir,
boğazda kalacak içecekler içir. Onu aç ve susuz bırak, gece yataktan uzak tut,
taş gibi batan yatakları arz et, korkutucu şeyleri hatırlat, rivayet olunan
bazı Salihlerin durumlarını hatırlat, soğuk sabahlarda soğuk su ile yıka, kabir
ve harabelerde dolaştır. Bütün bunları yapmaktan gevşekliğe düşme.
Ey Ebû Kasım! Yalnız kalmayı arzula
Bırak isim ve künyeleri başkaları arzulasın
Nefsini ölülere benzet
Eğer akıllı ve zeki isen şahsını ve nefsini ortaya çıkarma
Ölmeden onu evde defnet
Humulu ona kefen yap
Umulur ki günahlarınla tutuşturduğun ateşi söndürürsün
Çünkü cehâlet anında haddi aşıyorsun.
Zemahşerî’nin, eserinde yukarıda bahs ettiği, önerdiği ve örnek insan
olarak taltif ettiği insan modeline, en uygun hayât felsefesine ve tarzına
sâhip ekol hiç şüphesiz Tasavvufi hayât modelidir.
Yukarıdaki anlatımlar, sanki bir mutasavvıfın ağzıyla söylenmiş, tamamen
sahih Tasavvufi yaşam ve anlayışa sâhip tasavvuf ehlini işaret etmektedir.
Bu söylem ve vurgular Zemahşerî’nin makâmât eserinde her ne kadar isim
anılmamışsa da Tasavvufun varlığına en güzel delillerdir.
AKLA
BAKIŞ AÇILARININ MUKAYESESİ
KLÂSİK TASAVVUF
KAYNAKLARINDA AKIL
Her şeyin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri de aklıdır.443
Akıl, kendisiyle eşyanın hakikati idrak edilen asıl bir nurdur. Rûhun lisanı ve
basiretin tercümanıdır.
Akıl, Allahu Teâlâ’nm bir hüccetidir; onunla
bazıların hidayete ulaştırır, 11 i 44R
bazılarını da saptırır .
Rûhu akıl, nefsi arzular idare eder. Birincisinin idare edilmesi
doğrudur. İkincisi ise hatadır. Sûfîye lazım olan, dâimâ nefse muhâlefet edip,
rûhu ve aklı desteklemektedir. Çünkü ruh ve akıl yüce Allah’m sırrının
mahâllidir.
Kul için sürekli olarak biri akıldan, diğeri hevâdan gelen iki davet
vardır. Akim davetine tabi olan imana ve tevhide ulaşır. Hevânın çağrısına uyan
ise delâlet ve küfre düşer.430 Akıl, nefsi azarlayıp men ederse o da
uslanır; kendi hâline bırakırsa kokuşur.431
Akıl ilimle bakmaz ve marifetle korunmazsa hevâya meyleder, tuzaklara
düşer. İlimle bakar ve marifetle korunursa, nefsin çağırdığı zararlı şeyleri
tanır ve onlara âlet olmaz.432
En yararlı akıl, sana Allah’ın nimetlerini tanıtan, nimetlere şükretmeni
sağlayan, nimetleri ve nimetlerin büyüklüğünü itiraf etmene yardımcı olan
akıldır.433 Akıl, ölüm için hazırlanmaktır.434
İnsanların en akıllısı Allah’a itâat eden, en cahili de Allah’a isyan
edendir.433 Akıllı olan, dünyaya aldanmaz, boş olana gönül bağlamaz.436
Dünyâ işlerini kanâat, âhiret işlerini de acele ile yapandır. Akıllı olan,
amelinin ihlâssızlıktan boşa gitmesinden korkar, bundan ötürü riyadan sakınır.437
Akıl, İslâm’ın nurundan nasibi olmayınca melekût âlemine dalamayıp, mülk
âleminde akla dayalı ilimler içinde çırpınıp durur. Bunun için hidayet nurundan
nasibi olmayıp, sırf kuru akıllarıyla yetinenler doğruyu bulmaktan mahrum
bırakılmış, önlerine perdeler çekilmiştir.438
İdrak etmekten yana akıllar kusurludur. Akıl, her ne kadar hüccet ise de,
kâmil manada hüccet değildir. Asıl hüccet, peygamberlerin bi’seti ile tamam
olmuştur.439 Bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu akıl değil din
belirler.
Oğlum! Nakil yoluyla elde edilen bilgiye akılla ulaşılmaz, nass da kıyasa
dayanılarak terk edilmez. Apaçık delili bırakıp da salt iddiadan ibaret sözlere
kanma. Çünkü akıl, yalnız başına yeterli değildir (Doğruyu bulmada).
Akıl, Allah’m varlığı için de bir delil olmaz, çünkü akıl sahibi delile
muhtaç olduğu gibi akıl da bu konuda delile muhtaçtır. Yaratılmış olan,
yaratana delil olamaz. Bu konuda akıl acizdir.
Akıl sâdece kulluğun nasıl yapılacağını temin eden bir âlettir.464
Kul bütün himmetini topladıktan sonra, akla değil, Allah’a itimad ederek
düşünmeye başlamalıdır. Akla dayanan, nefis ve şeytan vesveseyle hemen işe
başlarlar.463
Sana ne de süslenmiş güzel bir cevher verilmiş, ne benzersiz süslü bir
mercan verilmiş ki o, seni kötülüklerden alıkoyan akimdır. Seni koruyan
hücrendir.
Ey Ebû Kasım! Şüphesiz seni yaratan ve şekillendiren O’dur. Sana akıl ve
nefs veren O’dur. Bu ikisi (akıl-nefs) hayır ve şer yolunda senin hüccetindir.
Kötülük ve olgunluk merhâlelerinde seninle berâberdir. Onlardan biri
basirettir, öğreticidir, sabah akşam seni saf kaynaklara götürür, hakk olan
hücceti sana gösterir. Diğeri kördür, cahildir, meçhul ve zor yerlerde seni
çalıştırır.
İkisinden hangisi daha mahir, daha bilgin ve tabi olunmaya daha layıktır.
İyice bil ki, nefsi akla tercih etmek adet değildir. Akıl, seherin aydınlığı
gibi parlak, nefs ise karanlığın siyah çizgisi gibi karanlıktır.
Akıl, dili olumsuzluklardan vazgeçirendir. Dil akla hâkim olursa, dilin
gücü aklı, idraki sarar ve dehasını örter. Şüphesiz akıl sahibi, akıllı olanı
seçer ve şahsiyeti düşürenden uzak durur.
Seni aklını, nefsine teslim etmiş, atını ve kervanını isyan çölünde
yürüten, bâtılda kalmaya ısrar eden biri olarak görmekteyim. Ömründen geçen
aylar yıllarını bitiriyor sen yine akıl etmiyorsun. Oysa ki sen sürekli haktan
belaya koştuğun için sanki aklı olmayan gibisin.
Allah’a yemin olsun ki gerçek akıllı ve edib olan, birçok garip ve
bilinmez şeyleri ezberleyen değil, nefsini yüce Allah’ın arzuladığı şekilde
terbiye edip onu süsleyen, ahlakını, insanı lekeleyen düğümlerden ayrıştırıp
temizleyendir.
Gerçek akıllı olan kişi hedefi dünyâ ve süsü olmayandır. Onun Allah
katında yüksek bir makamı vardır. Akıllı kimse dünyanın aldatmasına kapılmaz.
Kendisini bekleyen sonucu düşünür ve tedbir almayı terk etmez.47''
Kendisi için olması gerekeni (ihtiyaç duyduğunu) yapandır.
Akıllı (hür) insan, Helâl veya haram olduğu belli olmayan kaynaklardan
içmeyi nefsine uzak tutar. Harama dalmaya karşı sabırlıdır. İnsanı küçük
düşüren işlerden uzak durur. Haram olanı almaktansa zor olan Helâle tahammül
eder.
Eğer akıllı ve zeki isen, şahsını ve nefsini ortaya çıkarma, ölmeden önce
onu evinde defnet.
İnsanın akıllı olduğuna ilk delil hareket ve sükûnetinin uygun olmasıdır.
Akıllı insan, tehlike anında bile sükûneti elden bırakmaz.
Ey Ebû Kasım! Yalnız değilsin, insana şahdamarmdan da yakın olan seninle
berâberdir. Akıl gözüyle bakmaz isen bunu nereden bileceksin.
Akla sarılman lazım, elinle onu kucaklaman lazım, karşılıklı sana
mızraklar atılsa dahi, seninle onun arasındaki perdeler yırtılsa dahi, öldürücü
ölüm sana karşı çıksa dahi akıldan uzaklaşmaman lazım.
“Hüccetti olarak aklın izleri üzere yürü
Doğruluğu belli olan terk edilmez
Akıl, basirettir ve rehberdir
Akıl, doğru görüşten uzak bir basirete yöneltmez
İşlerinde, hevâsı kendisini idare eden
Akıllı insanlar arasında gülünç konuma düşer.
Tasavvuf klâsikleri ile Makâmât arasında ki en belirgin anlayış
farklılığı, akla bakış açılarında görülmektedir.
Mu’tezilî bir mütefekkir olan Zemahşerî’nin eserinde akla bakışı, temelde
Mu’tezilî düşünce sistemi ile paralellik arz etmektedir.
M’utezilî düşünce siteminde vahyî bilgi, merkezî konumda olup nassları
anlamada aklı önceleyen bir tutum söz konusudur. Bunun sebebi de dînin ancak
akıl yoluyla anlaşılabileceğine olan inançtır.
Zemahşerî eserinde aklı, süslü bir mercan, insanı iyiliğe sevk edip
kötülükten alıkoyan, seherin aydınlığı gibi benzersiz bir basiret olarak
görmektedir. Dolayısıyla her hâlükârda akla sarılmak lâzımdır o der ki:
“Karşılıklı sana mızraklar atılsa dahi, öldürücü ölüm sana gelse dahi, akıldan
uzaklaşma! Çünkü akıl basirettir, rehberdir. Doğru görüşten uzak bir basirete
yöneltmez. Delilli olarak aklın izlerinde yürü! Doğruluğu belli olan terk
edilmez.”
Görüldüğü üzere Zemahşerî, doğruyu bulmada akla mutlak bir değer
vermiştir. Aklı, iyi ile kötülüğü ayıran bir mihenk olarak görmüştür. Oysa
tasavvuf ehli aklı yalnız başına yeterli bir mihenk olarak gömemektedir.
Dolayısıyla akla yaklaşımı biraz daha mesafelidir. Çünkü tasavvuf ehline göre
akıl eşyânın hakikatim idrak ettiren bir nur, rûhun lisânı, bâsiretin
tercümânı, insanın cevheri ve kulluğun nasıl yapılacağını temin eden bir âlet
olmakla berâber, yalnız başına yeterli olmayan ve idrak etmekten yana kusurlu
olandır. Akıl her ne kadar hüccet ise de, kâmil mânâda hüccet değildir. Asıl
hüccet dindir. Kul bütün himmetini topladıktan sonra akla değil Allah’a itimad
etmelidir.483 Görüşü yaygındır.
Mu’tezile’nin, “Allah’ı tanımaya götüren tek yol akıldır”
“Doğru olanı bulmanın en önemli öncülü akıldır” söylemine karşın tasavvuf ehli; “akıl,
Allah’ın varlığı için bir delil olamaz, çünkü bu konuda akıl delîle muhtaçtır.
Yaratılmış olan, yaratana delil olamaz. Bu konuda akıl âcizdir” söylemine itibar etmişlerdir.
Bununla berâber, gerek tasavvuf klâsiklerinde ve gerekse Makâmât’ta
akıllı olmanın öncülleri, aynı vurguları içermektedir. Her iki söylemde de
akıllı olan, nefsine itimad etmez. “Aklıyla nefsini eğitir, dînî emirlerini
eksiksiz icrâ eder ve dünyanın aldatmasına kapılmaz” gibi temalar sıkça
işlenmektedir.
Zemahşerî eserinde, aklı nassm önünde bir değer olarak değil, dînin daha
iyi anlaşılması için verilen en büyük öncül olarak görmektedir. Tasavvuf ehli
de aklı genelde diğer İslâmî ekollerde olduğu gibi dînîn anlaşılması ve daha
iyi yaşanması için gerekli araç olarak görmektedirler.
Her insanın manevi bir boyutu vardır. Ebû Kasım ez-Zemahşerî’nin mânevi
hayâtını yansıtan da Makâmât adlı eseridir. Zemahşerî, bu eserde bütün maddî
kaygılardan arınarak, dünyaya iltifat etmeyen, tamâmen İlâhî hazlara ehemmiyet
veren bir anlatım sergilemiştir. Bununla dünyanın geçiciliğini, nefsi kayıt
altına almanın gerekliliğini, insanlardan uzak durup uzlete çekilmenin
faydalarını, ihlâs ve kanâatin önemini vurgulamayı hedeflemiştir.
Zemahşerî’nin eserine konu ettiği kavramlara yüklediği anlamlar,
tasavvufa çok yakın ve Tasavvufi referans kaynaklarının da sıkça işlediği konu
ve anlamlardır. Belki aradaki en belirgin fark, söylemin Zemahşerî’nin dil
bilgini ve şâir olmasının getirdiği farklı bir terminoloji ile işlenmiş
olmasıdır.
Zemahşerî, Makâmât’ ında zühd, takvâ, nefs, uzlet ve kanâat gibi
kavramları işlerken, doğrudan tasavvufu andıran şeyh, sûfî ve mûrîd gibi
kavramlara hiç değinmemiştir. Fakat eser tasavvufi kavram ve söylemleri
içermektedir. Bu yönüyle eser tam bir sûfî lisânı ile yazılmış ve sanki bir
sûfînin kaleminden dökülmüş mânâ ve nasihatleri içermektedir.
Zemahşerî’nin Makâmât’mda işlediği makamlar, bir yönüyle tasavvufi
kavramlar sisteminin Mû’tezilî bir versiyonu olmaktadır. Bu açıdan Makâmât,
tasavvuf sistemiyle ortak anlam iföde eden, fakat farklı üslup ve anlatımıyla
ayrı bir önem arz eden bir eser konumundadır.
Mu’tezilî düşünürler genelde akılcı, sorgulayıcı, özgürlükçü ve genel
kabul görmüş anlayışa aykırı olarak bilinirler. Dînî anlayışın yorumlanmasında
diğer İslâmî disiplinlerden faklı tavırlar sergilemişlerdir. Genelde kendi
mantıkları dışındaki düşüncelere ve belki tasavvufi sisteme reddiyeci olarak da
bilinirler. Oysa bu çalışmada da görüldüğü üzere, aslında bu zihniyetin ve
temelde Zemahşerî’nin, tasavvufun temel esasları olarak kabul gören zühd,
takvâ, nefs, uzlet ve kanâat gibi tasavvufi unsurlara çok önem verdikleri
görülmektedir.
Bununla, Mu’tezile ve temelde Zemahşerî’nin, tasavvufun tam karşısında
yer aldıkları, ikisin zıt kutuplar oldukları ve tasavvufi hiçbir unsuru
taşımadıkları söyleminin yanlışlığı ortaya çıkmaktadır.
Elbette ki Zemahşerî’nin bu eser ve söyleminden yola çıkarak onun sûfî
olduğu veya tasavvufi tecrübeye yakınlaştığını söylemek mümkün değildir. Ancak
belki tasavvufi tecrübenin öngördüğü ve ısrarla vurguladığı tecrübeyi yaşamayı
benimsediğini ve kendisini ondan armdıramadığını söyleyebiliriz.
Böylece kökleri Kur’ân ve Sünnete dayanan çeşitli İslâmî düşünce
ekollerinin birbirinden etkileşimlerinin mümkünlüğü ortaya çıkmaktadır. Çünkü
sonuç itibâriyle İslâmî disiplinlerin beslendikleri kaynaklar birdir.
Etkileşimleri de doğaldır.
Sonuç olarak bu çalışma ile tasavvuf ilmini benimsemeyen ve belki tamâmen
reddettiği bilinen şahıs ve akımların kendilerini tasavvufun öngördüğü hayât ve
mantaliteden arındıramadıklarını gördük. Şuna kânî olduk ki, tasavvuf ilmi ve
hayât anlayışı, İslâm kültür ve yaşam biçiminde vazgeçilmez bir değer ve konuma
sâhiptir.
AFÎFÎ, Ebû’l-Alâ, Tasavvuf İslâm’da Mânevi Hayat, (Haz.: Ekrem
Demirli- Abdullah Kartal), İstanbul, 1996.
A KAY, Haşan, İslâmî Terimler Sözlüğü,
İşaret, İstanbul, 1993.
ATEŞ, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu,
İstanbul, 1998.
AYDINLI, Osman, “Mu’tezilî Anlayışta Zühd ve
Takvâ Boyutu”, Tasavvuf Dergisi, sayı: 10, Ankara, 2003, 99-122.
AYYILDIZ, Erol, “Makâme”, DİA,,
Ankara, 2003, XXVII, 417-419.
CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, İstanbul, 2004.
CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Tarihi,
Ankara, 1988.
el-CEZERİ, İzzeddin İbn Esir, el-Lübâbfı
Tehzibi’l-Ensâb, II, Dâru’s-Sâdr, Beyrut, ts.
CÜRCÂNÎ, Ebî Haşan el-Huseynî, et-Ta’rifât,
(Tah.: Abdurrahman Umeyre), Beyrut, 1987.
ÇAĞMAR, M. Edip, “ez-Zemahşerî ve
“el-Makâmât” Adlı Eseri”, DÜİFD, Sayı: 1, Diyarbakır, 2002, 77-98.
ÇETİNER, Bedreddin, “Zemahşerî”, Şâmil
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000, VIII, 340-342.
ed-DÂVÛDÎ, Ahmed, Tabakâtu’l-Müfessirin,
(Thk.: Ali Muhammed Ömer), Kahire, 1994.
EBÛ MUSTAFA, Ahmed, Miftâhu’s-Saâdet,
Beyrut, 1985.
ELVERDİ, Ezel ve bşk., Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1986.
GAZÂLÎ, Ebû Hamid Muhammed, İhyâu
Ulûmi’d-Dîn, I-IV, (Haz.: Ahmed Serdaroğlu), İstanbul, 1989.
, el-Munkızu Mine’d-Dalâl, (Çev.:
Hilmi Güngör), İstanbul, 1994.
GEYLÂNÎ, Abdulkadir, el-Fethu’r-Rabbânî,
(Haz.: Osman Güman), İstanbul, 2005.
GÜNEŞ, Abdulbaki, Aklî Tefsir Hareketi,
Van, 2003.
el-HAKÎM, Suâd, İbnü’l-Arabî Sözlüğü,
(Haz.: Ekrem Demirli), İstanbul, 2005.
el-HAMEVÎ, Yâkut, Ebû Abdullah Yâkut b. Abdullah er-Rûmî, Mu’cemü’l-Büldân,
Beyrut, ts.
, Mu’cemü’l-Udebâ, Beyrut, 1991.
HANSU, Hüseyin, Mutezile ve Hadis,
Ankara, 2004.
HÜCVİRÎ, Ali b. Osman b. Ebû Ali el-Cüllâbi, Keşfü’l-Mahcûb,
(Haz.: Süleyman Uludağ), İstanbul, 1996.
ÎBN ARABÎ, Muhyiddin, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye,
Beyrut, 1998.
ÎBN HÂLLIKAN, Şemseddîn Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtü ’l-A ’yan,
Beyrut, 1977.
İBNU’L-KAYYIM, el-Cevziyye, Medaricu’s- Sâlikîn, (Haz.: Ali Ataç
ve bşk.), İstanbul, 1990.
İBN KESİR, Ebû’l-Fidâ İsmâil b. Amr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Thk.:
Ahmed Ebû Muhlim), Beyrut, 1985.
İBN-İ MANZÛR, Ebû Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü
’l-Arab, I.
Baskı, Beyrut, 1995.
İBNÜ’L-ESİR, EbûT-Hasan Ali b. Ebi’l-Bekir, el-Kâmilfi’t-Târîh,
Beyrut, 1979.
İMÂM-I RABBÂNÎ, Mektûbât-ı Rabbânî, I-III, (Haz.: Abdulkadir Akçiçek),
İstanbul, 1996.
el-İSFAHANÎ, er-Râğıb, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fi
Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986.
KÂDÎ, Abdulcabbâr b. Ahmed el-Hemedânî, Şerhu’l-Usûlii-Hamse,
(Nşr.: Abdulkerîm Osman), Kahire, 1996.
KAHHÂLE, Ömer Rızâ, Mu’cemüi-Müellifin,
Beyrut, 1993.
KÂŞÂNÎ, Abdurrezzâk, Tasavvuf Sözlüğü,
(Haz.: Ekrem Demirli), İstanbul, 2004.
KÂTİB ÇELEBÎ, Keşfuz-Zunûn, Beyrut,
1990.
KELÂBÂZÎ, Ebûbekir Muhammed b. İshâk Buhârî, et-Ta’arruf,
(Haz.: Süleyman Uludağ), İstanbul, 1992.
el-KIFTÎ, EbûT-Hasan Cemâlüddin, Înbahu’r-Rivâyet
âlâ Enbâhi Nuhat, Kahire; Beyrut, 1986.
KUŞEYRÎ, EbûT-Kasım Abdulkerim, Kuşeyrî
Risâlesi, (Haz.: Ali Arslan), Ankara, 2003.
KÜBRÂ, Necmüddin, Tasavvufi Hayat,
(Çev.: Mustafa Kara), İstanbul, 1998.
MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kûtü’l-Kulûb, I-IV, (Haz.: Dilâver Selvi, Ali
Kaya), İstanbul, 2004.
, Kûtü’l-Kulûb, I-IV, (Haz.: Muharrem
Tan), İstanbul, 1999.
MUHÂSİBÎ, Hâris b. Esed, er-Riâye,
(Haz.: Abdulhâkim Yüce), İzmir, 1997.
MUSTAFA, İbrâhim ve bşk., Mu ’cemü
’l-Vasit, I-II, İstanbul, t.s.,
NASR, Seyyid Hüseyin, İslam İdealler ve Gerçekler, (Haz.: Ahmet
Özel), İstanbul, 1996.
ÖZEL, Ahmet, Hanefi Fıkıh Âlimleri,
Ankara, 1990.
SCHIMEL, Annemarie, İslamın Mistik
Boyutları, (Çev.: Ergun Kocabıyık), İstanbul, 2004.
es-SEM’ÂNÎ, Ebû Sa’d Abdülkerîm b. Muhammed, el-Ensâb,
Beyrut, 1988.
SERRÂC, Ebû Nasr, el-Lüma’, (Haz.: H.
Kâmil Yılmaz), İstanbul, 1996.
SOYSAL, Hüseyin, “Zemahşerî”, İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul, XIII, 1986, 509.
es-SÜYÛTÎ, Celâlüddin Abdurrahmân, Tabakâtu
’l-Müfesirîn, Beyrut, ts.
SÜHREVERDÎ, Ebû Hafs Şihâbüddîn, Avârifü’l-Maârif,
(Haz.: Dilâver Selvi), İstanbul, 2005.
TÜRER, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf
Tarihi, İstanbul, 1998.
ULUDAĞ, Süleyman, “Makâm”, DİA,
Ankara, 2003, XXVII, 409-410.
, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
İstanbul, 2002.
ez-ZEHEBÎ, Muhammed b. Ahmed, Mîzânü’l-İ’tidâl
fi Nakdi’r-Ricâl, (Thk.: Ali Muhammed el-Becevî), Beyrut, ts.
ez-ZEHEBÎ, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr
ve’l-Müfessirûn, bs. y. yok, 1976.
ZEMAHŞERÎ, Ebû Kasım, el-Keşşâf an
Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fi Vücûhi ’t-Te ’vil, Beyrut, ts.
, Makâmâtü’z-Zemahşerî, Beyrut, 1982.
, Ru ’ûsu ’l-Mesâil, Thk.: A. Nezir
Ahmed, Beyrut, 1987.
, Esâsu’l-Belâğa, Beyrut, 1989.
ez-ZİRİKLİ, Hayruddin, el-Âlâm,
Beyrut, 1990.
“Zemahşerî’de Tasavvufi Kavramlar (Mâkâmât Örneği)” adlı çalışmamızın
temel amacı, Mu’tezilî düşünce sisteminin en önemli düşünürlerinden olan Ebû
Kasım ez-Zemahşerî’nin tasavvufi kavram ve unsurlara olan bakış açısını ortaya
koymaktır. Bununla manevi hayât diye de tanımlanan tasavvufun görüntülerini Zemahşerî’de
incelemeyi hedefledik.
Çalışmamız üç ana bölümden oluşmaktadır: Giriş bölümünde Zemahşerî’nin
hayâtı ve eserlerini; ikinci bölümde Makâmâtu’uz-Zemahşerî’nin içeriğini; Son
bölümde de Makâmât ile klâsik tasavvuf kaynaklarının mukâyesesi başlıklarını
inceledik. Bunlarla berâber ara başlık olarak da ‘makâm’ ve ‘makâmât’
kelimelerinin sözlük ve terim anlamlarını ve Tasavvufi işlevlerini,
Makâmâtu’uz- Zemahşerî hakkında genel bilgiyi, Zemahşerî’nin eseri yazma
nedenlerini, Makâmât’uz-Zemahşerî’de işlenen makamların sözlük ve terim
anlamlarını, zühd, nefs, uzlet, takvâ, ihlas ve kanâat makamlarına yüklenen
anlamları, anlatımda kullanılan dili, Makâmât’ta işlenip de genelde tasavvuf
ehlinde bulunan hâlleri ve klâsik tasavvuf kaynakları ile Zemahşerî’nin akla
bakış açılarını mukâyeseli bir şekilde işledik.
İnceleme sonucunda Makâmât’m, Zemahşerî’nin manevi boyutunu teşkil
ettiğini, işlenen makamların tasavvuf içerikli olduğunu ve tasavvufi söylemle
anlam bakımından büyük bir paralellik arz ettiğini gördük. Klâsik tasavvuf
kaynakları ile Makâmât arasındaki en belirgin fark ise bunların akla bakış
açılarında görünmektedir. Zemahşerî, Makâmât’ ında akla büyük bir paye verip
tam bir güvenle bakmakta iken; klâsik tasavvuf kaynakları ise aklı çok
önemsemelerine rağmen akla sınırlı bakmaktadırlar.
Sonuç olarak şuna kâni olduk ki; bazı çevrelerce tasavvufi sistem söylev
olarak kabul görmese de tasavvufi söylemin görüntüleri üzerinde mevcuttur.
Dolayısıyla İslâm’ı yaşamayı hedef edinenlerin tasavvuftan tamamen arınmaları
mümkün değildir.
Main purpose of our study “ Mystic Concepts in Zemahşerî (Makâmât as a
specifîc model)” is to carry out the perspective of Ebû Kasım ez-Zemahşerî,
one of the most signifıcant scholars of Mu’tezilî thought System, on mystic concepts
and factors. Thus, we intend to study the manifestations of sufısm which is
also defıned as spiritual life in Zemahşerî.
The study consists of three main chapters: In the Introduction, we have
studied Zemahşerî’s life and works; in the second chapter the content of
Makâmât’uz-Zemahşerî and in the final chapter we have dealt with the titles
conceming the comparison between Makâmât and classical sources of mysticism.
Furthermore, we have studied such subtitles comparatively as ‘makam’(state) and
‘makâmât’ (states) both in lexical and technical sense and their mystical
functions and a general view on Makâmât’üz-Zemahşerî, the author’s reasons for
writing the book, the lexical and technical meanings of the States (makam)
dealt with in the work, together with the States called as asceticism, soul,
solitude, piety, sincerity and modesty in addition to the sense in which these
terms are used; the language used in the book, as well as the moods that are
observed in almost ali of the sufis and dealt with Zemahşerî , and comparison
of the sources of classical mysticism and Zemahşerî’s perspective on the
Intelligence.
As a consequence of the study we have find out that Makâmât brings
forward Zemahşerî’s spiritual part, that the States dealt with are of mystic
content and demonstrates a great similarity between the discourse and meaning.
The most remarkable difference between Makâmât and classical sources of
mysticism is seen in their point of view with regard to the intelligence. While
Zemahşerî, in his Makâmât, gives a great importance to the intelligence
confidently, classical sources of mysticism view intelligence as limited,
intelligence is of great importance to them, though.
As a result, we have been persuaded that, despite the fact that in some
societies the mystic discourse is not accepted as a discourse, the
manifestations of the discourse of mystic System is existed. Hence, those try
to lead an Islamic way of life cannot be indifferent to İslam.
« Prev Post
Next Post »