Print Friendly and PDF

Translate

MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ

|

 

T.C.

YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSİTİTÜSÜ
TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
TASAVVUF BİLİM DALI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Murat KAYA

ÖNSÖZ

İslâm dîni, kendisine inananları hem maddi, hem de manevi olarak huzurlu kılmayı hedef edinir. Bu yönüyle İslâmî disiplinlerin bazıları insanın maddi boyutuna hitap ederken bazıları da özellikle insanın manevi hazlarma hitap etmeyi öngörür. Bu bağlamda tasavvuf İlmî, temelde maddiyatta boğulan insanları maneviyat iklimiyle buluşturmak için doğmuş ve bunu kendine hedef edinmiştir. Tasavvufun insanın manevi hayâtı olarak da tanımlanması bunun en güzel göstergesidir.

İnanan insan, her ne kadar maddiyata ve dolayısıyla akla zaman zaman çok önem atfetmişse de kendisini manevi söylem ve yaşantılardan arındıramamıştır. Biz de bu gerçekten yola çıkarak, akla verdiği önemle bilinen Mu’tezile ekolünün en önemli düşünürlerinden olan Ebû Kasım ez-Zemahşerî’nin hayâtını ve temelde Makâmât adlı eserini araştırma konusu edindik. Bununla, genelde tasavvufa ve tasavvufi unsurlara uzak olan veya tamâmen reddiyeci bir mantığa sâhip olduğu düşünülen Zemahşerî’nin tasavvufi kavramlara bakışını ortaya koymayı hedefliyoruz.

Çalışmamız, Zemahşerî’nin hayâtı ve eserleri, Makâmâtın içeriği ve klâsik tasavvuf kaynakları ile Makâmât’m mukâyesesi bölümlerinden oluşmaktadır. Özellikle mukâyese bölümünde tasavvuf klâsikleri olarak bilinen eserleri okuma ve inceleme imkânını bulduk. Bu araştırma ve inceleme, klâsikleri tanıma imkânı sağladığından bir tasavvuf araştırmacısı olarak bana büyük faydalar sağlamıştır.

Murat KAYA
VAN-2006

ZEMAHŞERÎ’NİN (ö. 467-538/1075-1144) HAYÂTI ve ESERLERİ

DOĞUMU ve ÇOCUKLUĞU

Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer b. Muhammed b. Ömer el-Hârizmî ez- Zemahşerî, Sultan Melikşah (ö. 485/1092) ve Vezir Nizâmü’l-Mülk (ö. 485/1092) dönemlerinde Receb ayının 27. Çarşamba günü 467/1075 yılında Hârizimin Zemahşer köyünde dünyaya gelmiştir. Hârizm, Orta Asya’nın medenî gelişmesinde büyük tesiri olan ehemmiyetli bölgelerden biridir. Aynı zamanda i’tizâlî fikirlerin de çok yaygın olduğu bir kent konumundadır.

Zemahşerî, Harizm’de çok meşhur biri olduğundan “Fahr-i Hârizm” ve bir zamanlar Afekfe’de Kâbe’ye yakın bir yerde ikamet ettiğinden de Allah’ın komşusu anlamında kendisine “Cârullah” lakapları verilmiştir. Cârullah lakabı çokça kullanıldığından bununla tanınmıştır.

Zemahşerî, sâlih ve tâkva ehli bir anne ve babanın çocuğudur. Tarih kitaplarında anne-babası sâlih ve ehli takvâ olarak tanıtılırlar. Babası Şeyh Ömer b. Muhammed b. Ahmed ez-Zemahşerî (ö. 494/1101), sebebi tam bilinmeyen bir meseleden ötürü hapsedilmiş ve hapiste iken 494/1101 senesinde vefat etmiştir. Annesi ise duâları kabul olunan, sâliha, merhametli, yumuşak kalpli ve ince ruhlu bir kadın idi. Bu sıfatlardan da anlaşılacağı üzere Zemahşerî’nin âilesi, dînin edep ve terbiyesine bağlı, mütedeyyin bir âile idi.

Zemahşerî’nin bir ayağı kesik idi. Ayak yerine bir tahta parçasına basıyordu. Ayağının kesilme nedenleriyle alakalı bir çok rivayet vardır. Bunlardan en meşhuru, tarih kitaplarında geçtiğine göre, Zemahşerî, Bağdat'a gelip kendisinden ayağının kopma nedeni sorulduğunda sebebinin annesinin bedduâsı olduğunu söyler. Şöyle ki: Ben küçük yaşta iken bir kuş (güvercin) yakalamış ve kuşun ayağını bir iple bağlamış idim. Kuş elimden kaçtı ve bir yarığa girdi. Kuşu daha önce ayağına bağladığım ip ile çektim. Kuşun ayağı koptu. Annem bu olaya çok üzüldü ve bana dönerek dedi ki: “Onun ayağını kopardığın gibi, Allah da senin ayağını koparsın.” Sonradan bedduâsı kabul gördü.

Bir rivayete göre de Hârizm'e yaptığı yolculuklar esnasında çok şiddetli bir soğuğa yakalandığı ve bu nedenle ayağının kesildiği söylenir. Başka bir rivayete göre de ilim talep etme yaşma geldiğinde Buhara’yz giderken binekten düşüp ayağının kırıldığı ve daha sonra da kesildiği söylenir?

İLİM HAYÂTI

Müfessir, muhaddis, mütekellim, edib, şair, luğatçı, nahivci, geniş bir ilme ve fazilete sâhip; el-imâmü’l-Allâme olan Ebû Kasım ez- Zemahşerî, okuma, yazma ve Kur’ân-ı Kerim ezberleme gibi ilk ilimleri babasından öğrendi.  Babasının maddi fakirliği ve sonradan da kendisinin de sakat oluşu, ona fakirlik, elem ve sıkıntı dolu bir hayât yaşatmıştır.

Zemahşerî, hayâtının her merhâlesinde güç ve kuvvetini ilme vermiştir. İlmî hayâtına köyünden çıkıp Buharaya gitmek ile başlamıştır. Üstün bir zekâ ve azim sahibi olan Zemahşerî, ilim ve edep yününden yıldızların doğduğu yer olan Buhara ’da tefsir, hadis, usûl, tevhid, mantık, felsefe ve Arap dili ilimlerini güçlü bir kültür ve geniş bir ilme sâhip olan hocalardan öğrendi. İlmî, saf ve dolu menbağlardan edindi. Böylece tam bir İlmî pâyeye sâhip oldu.

Onun ilminin ve fikirlerinin gelişmesine en fazla te’sir eden, M a hmıı d b. Cerir ed-Dabbî el-İsfahânî (ö. 507/1113) eder. Bu zât, dil bilgilerinde, nahivde ve edebiyatta zamanın yegânesi olarak bilinir. Zemahşerî’de bu hocanın tesiri açık olarak görünür; ed-Dabbî, Zemahşerî’ye sâdece dil ve nahiv yönünden tesir etmez, aynı zamanda ona i’tizalî fikirlerini de aşılar. Çünkü bu zât, mantık, felsefe ve i’tizalî yönünden de kuvvetli ve mezhebini yaymakta hırslı bir kimse dir. Hârizm de i’tizâl fikirler öyle sağlam bir şekilde yayılmış olacaktı ki, artık Hârizm kelimesi, Mu’tezile kelimesiyle eş anlamlı bir manaya gelmeye başlayacaktır.

Zemahşerî, hayâtının bu safhasında Horasan, Bağdat, Buhara ve Mekke gibi birçok ilim merkezini dolaşmış, birçok ilim ve münâzara meclisinde bulunmuştur. Gittiği her yerde etrafında ilim hâlkaları oluşuyor ve onunla münâzaraya girenler onu kabulleniyordu. Bu dönemde fikri olgunlaştı, melekesi güçlendi. Tefsir, hadis, fıkıh, usûl, luğat ilimlerini tahsil etti. Edebiyat ve şiirde de dehâlaşıp meşhur oldu.

İlim tahsili için babasından uzak oluşu, sakatlığı ve maddi olarak elinin darlığı, onu sultan ve vezirlerden pay almak için onları methetmeye itmiştir. Zamanla sultan, vezir ve devlet adamlarıyla bir araya gelmesi artmıştır. Sultan Melikşah zamanında devlet ricaliyle olan münasebetlerinin artmasına rağmen, mal ve hırs yönünden büyük emellerine ulaşamayınca Horasan ’a geri döner.

Zemahşerî, 512/1118 senesinde Afekfe’de ağır bir hastalığa yakalanır. Bu hastalık onu içtimâi hayâttan uzaklaştırır, uzlete çekilir. Zemahşerî bu hastalığı “munzire”, yılı da “uyarı yılı” diye isimlendirir. Bu hastalık onun pişmanlığına dönüşür ve hâlinin değişimine sebep olur. Bundan sonra insanların gözünde bir makam ve mevki sahibi olmak için gösterdiği çabalardan, sultan ve melikler için yazdığı övgülerden dolayı pişmanlık duyar. Artık sultanların çardaklarına ayak basmayacağına, onlara hizmet etmeyeceğine, onları methetmeyeceğine ve sâdece öğrenme, öğretme ve yazma üzerine eğileceğine dâir yüce Allah’a söz verir.

Hayâtının bu merhâlesi, ilim hayâtının en verimli yılları olur. En meşhur, en faydalı eserlerini bu dönemde telif eder. Eserlerinin çoğunu Afekfe’de, Zemzem ile Makâm-ı İbrahim arasındaki bir bölgede kaleme alır. Bu dönemde Kâbe’ye yakın bir yerde kaldığından “Cârullah” lakabını almıştır. Afekfe’de iken özellikle fazilet sahibi el-Emiru’l-Alevî Uleyy b. İsâ b. Hamza b. Vahhâs’ın (ö. 550/1155) büyük yardımlarını görür.

Eski dilcilerin yaptıkları gibi Afekfe’den ayrılıp, Arap beldelerini dolaşmış, Arap topraklarındaki bütün türbelere girdiğini ve onları gördüğünü söylemiştir. Daha sonraları memleket tutkusuyla Harizme geri dönmüş ve etraftaki birçok âlimin uğrağı olduğundan “Fahr-i Hârizrn” unvanını almıştır. Bundan sonra ilmi ve şöhreti İslâm dünyasına yayılmıştır.

Bu arada Zemahşerî, bir evlilik yapmış; fakat bu evlilikten huzur bulamadığını şu mısralarla dile getirmiştir:

“ Evlendim; bilmedim, hata ettim ve isabet etmedim

Keşke evlenmeden önce ölseydim

Vallahi ölüye ağlamam

Lâkin evlenenlere ağlarım. ”

Zemahşerî, edebiyat, luğat, nahiv ve tefsirde büyük bir imâmdır. Birçok ilim dalında söz sahibi olduğundan, Kur’ân-ı Kerim’e yazdığı “el-Keşşâf an Hakâiki’t- Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fi Vücubi’t-Tevil” adlı eseri kendisinden önce ve sonra benzeri olmayan bir tefsir konumundadır. Çünkü tefsirinde nahvin, Arap dilinin, belağâtm farklı güzellikleri göze çarpmaktadır. Keşşâf a verilen değer ile ilgili söylenen bir beyit şöyledir:

“Dünyada sayılmayacak kadar tefsir vardır, Ömrüme yemin olsun ki Keşşâf gibisi yoktur. Eğer hidayet istersen onu okuman gerek, Cehâlet hastalık, Keşşâf da şifa gibidir. ”

Zemahşerî, daha çok tefsirci, luğatcı, edip ve şâir olarak bilinse de o, aynı zamanda bir fakih idi. Fakihlik onun gizli bir sıfatıdır. “Ruûsü ’l-Mesail” adlı kitabı buna en güzel örnektir.13 Zira o, birden çok ilim dalında otoritedir. Ayrıca Zemahşerî, kendi döneminde Acemler arasında Arap dilini ve gramerini en iyi bilen olarak da tanınırdı.

Zemahşerî’ye, büyük İslâm âlimlerinden ders alma ve onlara öğrenci olma nimeti de nasip olmuştur. Sâdece belli bir beldedeki âlimlerden değil, birçok beldeyi dolaştığından, birçok âlimden istifâde etmiştir. Edebiyle, yaşlılığını ve öğreticiliğini öğrenmeye ve öğrenci olmaya mâni görmemiştir. En meşhur hocaları: Mahmud b. Cerir ed-Dabbî el-İsfahânî (ö. 507/1113), ondan luğat, nahiv ve edebiyat öğrenmiştir; Ebu’l-Hasan Ali b. Muzaffer en-Neysâbûrî (ö. 493/1100), ondan edebiyat öğrenmiştir; es-Sedid el-Hayâtı (ö. ?). ondan fıkıh öğrenmiştir; Rukneddin Muhammed el-Usûlî (ö. ?), kendisinden usûl öğrenmiştir; Ebu’l- Hattâb el-Batar (ö. 494/1101), Ebû Sa’id eş-Şâkkânî (ö.?), Ebû Mansûr el- Hârisî (ö. ?), bunlardan da hadis öğrenmiştir. Diğer hocaları da: Ebû Mansûr el Cevâlikî (ö. 540/1145), Ebû Hüseyin Ahmet b. Ali ed-Dâmegânî (Ö.498/1104), el- Emîru’l-Alevî Uleyy b. İsâ b. Hamza b. Vahhâs, Muhammed b. Kerâme el- Beyhakî’ (ö. 494/1100)dir.

Zemahşerî’den birçok talebe ders almıştır. Bunların birçoğu luğat, edebiyat ve Dîni ilimlerde otorite olmuşlardır, öğrencilerinden bazıları şunlardır: Ebu’l- Mehâsin İsmâil b. Ahdillah et-Tavîlî (ö. ?), Ali b. Muhammed el-Umrânî (ö. 560/1166), Muhammed b. Ebi’l-Kasım Zeynü’l-Meşâyîh (ö. 562/1168), Ebu’l- Mehâsin Abdurrahim b. Abdillah el-Bezzâr (ö.?), Ebû Amr Âmir b. El-Hasan es -Simsâr (ö. ?), Ebû Sa’d Ahmed b. Mahmud eş-Şâtî (ö. ?), Ebû Zâhir Sâmân b. Abdilmelik el-Fakih (ö. ?).

Zemahşerî, itikadî olarak Mu’tezilî idi. Hatta kendisi bir kapıdan içeri girmeye izin amaçlı sorulduğunda: “Ben, Ebu’l-Kasım el-Mu’tezilî’yim” derdi. Ayrıca Keşşâf ın mukaddimesinde de: “Hamd Kur’ân’ı yaratan Allah’a mahsustur,” demektedir. “Kur’ân’ın yaratıldığı” ifadesini kullanmasını onun Mu’tezilî olduğuna delil sayılmaktadır.

Zemahşerî, fıkhî olarak da Hanefi mezhebine mensuptur. Hârizm ehli gibi o da Hanefi oluşundan iftiharla bahseder. Mu’tezilî olan Zemahşerî ile Hanefi olan Zemahşerî’nin kişilikleri arasında şöyle bir fark söz konusudur: Hanefi olan Zemahşerî, fıkhî meselelerde kendi mezhebi dışındaki görüşlere karşı müsâmahâlı ve hatta zaman zaman muhaliflerinin görüşlerini benimser ve kabullenirken, Mu’tezilî olan Zemahşerî ise muhaliflerine karşı müsâmaha göstermez, çoğu zaman onları eleştirirdi.

Kendine son derece güven duyan, inandığı görüşlere sıkıca bağlı olan, fakat bu bağlılığının Hakk’a yönelmesine engel olmadığı bilinen Zemahşerî’nin hayâtının son döneminde ehl-i sünnete döndüğü de rivayet edilir.

Zemahşerî, Mekke dönüşünden sonra Hârizm’m Cürcâniye kasabasında 538/1144 yılında arefe gecesinde vefat etmiştir. Kabrinin üzerinde de şu mısranın yazılmasını vasiyet etmiştir:

“Ey karanlık gecede sineğin kanadını gören,

Sineğin boynundaki ecel terlerini ve zayıf kemiğin iliğini gören,

 İlk zamanlarda kendisinden hâsıl olan hatalarından tövbe eden bu kulunu Affet!’’

ESERLERİ

Hayâtının büyük bir bölümünü ilim ve eser te’lifıne veren Zemahşerî’nin tefsir, nahiv ve edebiyat gibi alanlarda kabul görmüş eserleri vardır.

Basılmış eserleri:

Ebü'l-Kasım Carullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed Zemahşerî, el- Keşşaf an hakaiki gavamizi ’t-tenzil ve uyuni ’l-ekavil fi vucühi ’t-te ’vil, (thk. ve talik ve dirase: Adil Ahmed Abdülmevcud-Ali Muhammed Muavviz), şarik fi tahkik Fethi Abdurrahman Ahmed Hicazi, Mektebetü’l-Ubeykan, Riyad, 1998. (Tefsir)

A'cebü'l-aceb fi şerhi Lamiyyetii-Arab, 3. bs., Kahire : Muhammed Muhammed Matar.

Aksa'l-ereb fi tercemeti Mukaddimeti'l, (trc.: İshak Hocası Ahmed Efendi). DarüttıbaatiT-amire, İstanbul, 1895.

el-Cibalu ve’l-emkine ve’l-miyah, (thk.: Ahmed Abdüttevvab Avz), DarüT- Fazıla, Kahire, t.y.

Dîvânü’z-Zemahşeri, (tahkik Abdüssettar Dayf ), MüessesetüT-Muhtar, Kahire, 2004, 1425. (Arap Edebiyatı)

Esasü'l-belaga , DaruT-Fikr, Beyrut, 1989. (Arap dili Sözlükler)

Etvakü'z-zeheb fii-mevaiz ve'l-hutab, (haz.: Yasin Muhammed Sevvas), Daru İbn Kesir, Beyrut 1992. (İslâm ahlakı)

el-Faik fi garibi'l-hadis, (thk.: Muhammed Ebü'1-Fazl İbrahim-Ali Muhammed Becavi), 2. bs., İsa El-Babi El-Halebi, Kahire, 1971. (Hadis, Sahih)

İ'cazu sureti'l-Kevser, (thk.: Hamid Haffaf), Darü'l-Belaga, Beyrut, 1991. (Kur’an İcaz)

Taceddin Ahmed b. Mahmûd b. Ömer Cendi, el-îklid şerhü’l-mufassal (thk.: Mahmûd Ahmed Ali Ebû Kete Deraviş). Camiatü’l-İmam Muhammed b. Suudi’l-İslâmiyye, Riyad, 2002. (Zemahşeri’nin Mufassal’ımn şerhidir. Arap dili)

Ebû Amr Cemaleddin Osman b. Ömer b. Ebî Bekr İbnü'l-Hacib, 646/1249, el-îzahfi şerhi'l-mufassal (thk.: Musa Benay Alili), Vezaretü’l-Evkaf ve’ş-Şuuni’d- Diniyye, Bağdad, 1982. (Zemahşeri’nin Mufassal adlı eserinin şerhidir. Arap dili)

el-Kıstasfi ilmî'l-aruz (thk. Fahreddin Kabave), 2. bs., Mektebetü'l-Maarif, Beyrut, 1989. (Arap Edebiyatı)

-Kitâbü'l-cibal ve'l-emkine ve'l-miyah = Az-Zamaksarii lexicon geographicum, (nşr. Matthias Salverda de Grav ; ed. Fuat Sezgin), Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt, 1994. ( Coğrafya Sözlükler)

Kitâbü’l-muhaccati’n-nahviyye, y.y., t.y., (Atıf Efendi 2800’de kayıtlı nüshanın mikrofilmidir. Arap dili)

-Makâmâtü'z-zemahşeri, Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1982.

el-Mufassai fi ilmî'l-luga ( haz.: Muhammed İzzeddin Saidi), Daru İhyai'l- Ulum, Beyrut, 1990. (Arap dili)

el-Mufassalfisan’ati’l-i’rab, Dar ve Mektebetü’l-Hilal, Beyrut, 1993. (Arap dili Dilbilgisi)

-Mu ’tazilite creed of az-Zamahsarı (D. 538/1144) (al-Minhagfi usul ad-din) = el-Minlıac fi usulüddin, ed. translated by Sabine Schmidtke ; herausgegeben von TilmanNageL Stuttgart: Kommissionsverlag Franz Steiner, 1997. 910.

-Seyyid İbrahim Sadık, el-Muhtasar min kitabi ’l-Muvafaka beyne Ehli ’l-beyt ve’s-sahabe , Darü’l-Hadis, Kahire, 2001. (Zemahşeri’nin el-Muvafaka adlı eserinin muhtasarıdır. Sahabe, Ehl-i beyt, Hz. Muhammed, Hz. Ailesi)

-Mukaddimatü'l-adab bi'l-havarezmiyye: tercümetuhu : horezmian glossary of the Mukaddimat al-adab, (yay.: Zeki Velidi Togan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1951. (Arap dili Sözlükler)

-Mukaddimetü'l-edeb, ( haz.: Nuri Yüce), Türk Dil Kurumu, Ankara, 1988. (Arap dili Sözlükler)

-el-Müstaksa fi emsali'l-Arab, 2. bs., Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1987. (Arap edebiyatı)

-Rabiü'l-ebrar ve nususü'l-ahbar, (thk.: Abdülemir Ali Mihenna), Müessesetü'l-Alemi, Beyrut, 1992. (İslâm dini)

-Ruusü'l-mesail, (thk.: Abdullah Nezir Ahmed), Darü'l-Beşairi'l-İslâmiyye, Beyrut, 1987. (Fıkıh)

-Şerhu ebyati’l-mufassai ve’l-mutavassıt, (Ebü'l-Hasan Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ali Cürcani, 816/1413; dirase ve tahkik Abdülhamid Casim Muhammed Feyyaz el-Kebisi), Darü’l-Beşairi’l-İslâmiyye, Beyrut, 2000. (Matbu mastır tezi. Zemahşeri’nin Mufassal adlı eserinde geçen beyitlerin açıklamasıdır Arap dili)

-Tercüme-i etvakü'z-zeheb fi'l-mevazi ve'l-hitab, (trc.: Mehmed Zihni Efendi), Matbaa-i Amire, İstanbul, 1873. (İslam ahlakı)

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu’nda ve çeşitli kütüphanelerde yazma hâlinde bulunan eserleri:

-el-Müfred ve’l-Mütemmem.

-el-Unmûzec.

-Cevâhiru’l-Luga.

-Delâletu’n-Nâşid.

-Divânu Hutab

-Divânu ResâiL

-Divânu’ş-Şiir.

-Divânu’t-Temsîl (Temessül)

-el-Emâli fi Külli Fenn.

-el-Esmâ ve’l-Luga.

-Esrâru’t-Takdîs.

-EsrâruT-Mevadi.

-FusûsuT-Ahbâr.

-Fusûsu’n-Nusûs.

-Haşiye ale’l-Mufassal.

-KelimetuT-Ulemâ.

-Kitâbu Akli’l-Küll.

-Kitâbu’l-Ecnâs.

-Kitâbu Müteşâbihi Esmâi’r-Ruvât

-Kitabu’ş-Şafi.

-Kitâbu Şakâiku’n-Nu’mân.

-Luğat-ı EfâL

-Menâsiku’l-Hacc.

-Mersiyye.

-Minhâc fi Usûli’d-Dîn.

-Mu’ cemu’l-Hudûd.

-el-Mufred ve’l-Murekkeb.

-el-Muhâdarât.

-MuhtasaruT-Muvafaka Beyânu Ehli’l-Beyti ve’s-Sahabe.

-Nesâihul-Mülûk.

-Nuzhetu’l-Mûtennis ve NahzeteT-Muktebis (Zemahşerî’ye âit olmadığı da söylenir).

-Nüktetu’l-Arab fi Garibi’l-İ’rab

-el-Râid fi’l-Ferâid.

-Risâletu’l-Esrâr.

-Risâletu’ 1-Mesele.

-er-Risâletu’l-Mubkiyye.

-er-Risâletu’n-Nâsiha.

-Rûhu’l-MesâiL

-Samimu’l-Arabiyye.

-Sevâiru’l-EmsâL

-Şerhu’l-Mufassal

-Şerhu Ebyâti’l-Keşşâf.

-Şerhu Kitab-ı Sibeveyh.

-Şerhu Muhtasari’l-Kudûrî.

-Talebetu’l-Ufât fi Şerhi’t-Tasarrufât.

-Tesliyetu’d-Darîr.

-Ziyâdetu’n-Nüsûs.

Bu eserler, Zemahşerî’nin bereketli ilim hayâtının ürünleridir. Zemahşerî’nin bu eserleri genellikle tefsir, hadis, fıkıh, edebiyat, dil, felek ve nücûma dair bilgiler, sultan ve emirlere nasihatler, halka öğütler v.b. konular içermektedir.

MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ’NİN İÇERİĞİ MAKAM ve MAKÂMÂT KELİMELERİ

MAKAM ve MAKÂMÂT KELİMELERİNİN SÖZLÜK ve
TERİM ANLAMLARI

Makam kelimesi, sözlük olarak: “Merhâle, mertebe, mekân, meclis, oturulan ya da ikamet edilen yer, ayağın bastığı yer, durak” gibi anlamlara gelir. Ayrıca makam; “mansıb, büyük memuriyet, bir velînin, bir büyük zâtın gömülü olduğu veya gömülü olmasa da onun adına yapılmış yer, türbe; mûsiki ve şarkı tarzı, ahenk” gibi anlamlara da gelmektedir.

Tasavvufî bir terim olarak ise makam: Kulun ya da müridin tekrar etmek sûretiyle kazandığı ve kendisinde ayrılmaz bir vasıf, özellik hâline getirdiği âdâb, ahlâk veya kulun riyâzet ve mücâhede ile ulaştığı dereceye denir. Hâl ile makam kelimeleri arasında yakın bir anlam vardır. Aralarındaki fark ise, hâller vehbî, yâni kulun isteği dışında, kalbine gelen rûhî durumlar iken (Allah vergisi); makamlar ise kesbî, yâni kulun çalışması iledir. Hâl geçici, makam süreklidir. Hâller, gelip geçici durumlarını kaybeder ve istikrarlı hâle gelirler ise makama dönüşürler.

Makâmât, makamın çoğul şeklidir. Makamlar, topluluklar, gruplar, toplantılar gibi anlamlara gelir. Emevî ve Abbâsî hâlifelerinin din adamlarının sohbetlerini düzenlemek amacıyla oluşturdukları toplantı ve meclislere de bu ad verilmektedir?

Arap edebiyâtmda Makâmât, edebî bir tabir olan, manzum ve mensur, kısa, ibretli hikaye anlamına gelen makâme’nin çoğul şeklidir. Makâmât, edebî bir türdür. Birçok makamdan meydana gelen eserlere Makâmât adı verilir. Birçok âlim ve edib, farklı zaman dilimlerinde farklı içeriğe sâhip Makamât türünde eserler vermişlerdir.

Makâmât denilince, Ahmed b. Hüseyin Bedî’uzzamân el-Hemezânî’nin (ö. 398/1008) Makâmâtu Bedî’uzzamân el Hemezânî adlı eseri ile el-Harîrî’nin (ö. 516/1122), Mâkâmâtu ’l-Harîrî adlı eserleri akla gelmektedir.

Bu iki eserde de bir kahraman ve onun başından geçen olaylar anlatılmaktadır. Eserlerde var olan bu kahramanlar, insanlardan sürekli bâzı menfaatler bekleyen şahıslar olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki eserde de edebî sanatlar yoğun bir şekilde kullanılmaktadır.

Afokâmaflarda Arap atasözleri, şiirleri, örf ve âdetleri göze çarpmaktadır. Ayrıca her iki eser de elli makamdan oluşmaktadır.

Bu iki eser makam sayıları ve ihtivâ ettikleri edebî sanatlar hâricinde Zemahşeri’nin Makâmâf lyla herhangi bir benzerlik arz etmemektedirler. Özellikle içerik bakımından kıyaslanamayacak derecede bir farkl11 ık söz konusudur.

MAKAM ve MAKÂMÂT KELİMELERİNİN TASAVVUFİ
İŞLEVLERİ

Tasavvufta makamlar (Makâmât-ı Sûfıye), tasavvuf ahlâkını meydana getirirler. Müridin kazanması ve tecrübesini yaşaması gereken durumlardır.

Tasavvufta makam kavramı, III. (IX.) yüzyıldan itibâren mücâhede ve sülük kavramına bağlı olarak doğmuştur.

Makam kelimesi tasavvufi bir ıstılahtır. Tasavvufi eğitim sürecinde sâlik, bir makamdan başka bir makama intikal etmek sûretiyle mânevi bir seyir tâkip eder. Bu yol temelde “usûl-i aşere” denilen şu on husûsa dayanır: Tevbe, zühd, tevekkül, kanâat, uzlet, zikir, Allah’a yönelmek, rızâ, murâkabe ve sabır. Bu esaslar Tasavvufi makamların en önemlilerini teşkil etmektedir.

Makamların sayısı hakkında sûfî müelliflerin 7, 9, 10, 100, 1001 gibi farklı rakamlar verdikleri görülmektedir. Tasavvuf eğitiminde makamların, seyr-u sülükte bir ölçüde sâbit bir sıralaması vardır. Makamlar tevbe ile başlar, tevhid ile sona erer.  Tasavvufi makamlar arasında bir sıralama söz konusudur. Kişinin gücü oranında kemâle ulaşabilmesi için, içinde bulunduğu makama hakkıyla riâyet etmesi ve bir makamın hakkını edâ etmeden de başka bir makama geçmemesi gerekmektedir.13

Makamın, genel olarak “kulun ibâdet, mücâhede, riyâzet ve uzlet gibi konularda HakkTn huzûrunda bulunduğu mânevi yer” olarak târif edilmesi, makam kelimesinin ne derece tasavvufla içli dışlı olduğunu göstermektedir.

Tasavvufun öngördüğü bütün makamlar, kuldaki nefsânî araçları temizlemektedir. Sözgelimi zühd, dünyaya rağbeti; tevekkül, Hakk’a itimad azlığını; rızâ itiraz ve çekişme damarlarını temizler.

Tasavvuf ehlinin sık kullandığı ve kendi literatürlerine bağladıkları makam kelimesi, özü itibarıyla tasavvufi bir terimdir.

Tasavvuf kaynaklarında adı geçen bâzı makam ve hâller şunlardır: Tevbe, zühd, tevekkül, kanâat, uzlet, zikir, Allah’a bağlılık, rızâ, murâkâbe, sabır, teslim, mücâhede, hâlvet, takvâ, verâ’, samt, havf, recâ, hüzün, açlık, şehvetin terki, huşû, tevâzu, hased, nefse muhâlefet, gıybet, yakîn, şükür, ubûdiyet, irâde, istikâmet, ihlâs, sıdk, hayâ, hürriyet, fütüvvet, firâset, hulûk, cûd, sehâ, gayret, velâyet, duâ, fakr, edeb, sohbet, tevhîd, mevt, marîfettullâh, muhabbet, şevk, semâ, üns, kurb, ittisâl, vecd v.b. gibi.

MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ HAKKINDA GENEL BİLGİ

Zemahşerî’nin hayâtı ile ilgili bilgi veren eserler, “Makâmât” adlı eserin Zemahşerî’ye âit olduğunu açıkça ifilde etmektedirler. Ayrıca Zemahşerî, kitabın “Hutbetü’l-Kitab” bölümünde, hayâtından bahsederken, diğer kaynaklarda da anlatılan hastalık ve tevbeden bahsetmesi, mukaddime bölümünde de Zemahşerî adının zikredilmesi, kendisine âit olan EbuT-Kasım lakabını makamların başında kullanması ve eserde kullandığı edebiyat sanat, dil, şiir ve belâğat gibi unsurların yoğunca işlenmiş olması (Zemahşerî’nin edebiyatçı, şâir ve dil bilgini oluşu bağlamında) kitabın Zemahşerî’ye âit olduğunu açıkça göstermektedir.

Zemahşerî, Makâmât adlı eserini ağır bir hastalıktan sonra 512/1118 yılında Mekke’de ikamet ettiği bir dönemde kaleme almıştır. Eser, M. 1312 yılında neşredilmiştir.

Eser, kaynaklarda, Makâmât, Makâmâtu’z-Zamahşeri, Şerhu Makâmâtü’z- Zemahşerî ve en-Nesaihu ’l-Kibar11 gibi farklı adlarla geçmektedir. Eser, Mukaddime, Hutbetu’l Kitâb (kitabın girişi) ve elli makamdan oluşmaktadır.

Çalışmamıza esas olan Makâmat nüshası, M. 1325 yılında MektebetuT- Ezheriye’nin neşrini esas alan Dâru’l-Kütübi’l -İlmiye’nin 1982 baskısıdır.

Yazar, mukaddime bölümüne, okuyucuyu överek başlar. Kelimelerin belağatlı lafızlarından ziyâde, mânâlarına ehemmiyet vermenin gerekliliği ve nasihatlerinin amacının kalbi temizleme ve nefsi tezkiye olduğunu vurgular ve eserlerin daha iyi anlaşılmasında yazı, hat ve noktalamanın önemi gibi konulara da değinir.

Kitabın giriş bölümünde (Hutbetü’l-Kitab), eseri niçin kaleme aldığını, H. 512 yılında yakalandığı hastalığı ve gördüğü rüyâların hayâtında ne tür değişikliklere sebep olduğunu, bundan sonra da Allah’ın dînine daha basiretli bir şekilde bakmasını sağlayan mânâlara yöneleceği gibi konuları işlemektedir.

Bunlarla berâber kitap, ilk etapta anlaşılması çok zor olan, anlaşılır kelimeler yerine ağır ve sıkça kullanılmayan kelimelerin çokça kullanıldığı, edebiyâtın bütün inceliklerinin işlendiği, edep denizinden avuçlanmış tatlı manalar ihtivâ eden elli makam içermektedir.

Zemahşerî, Makâmatü’t- Teslim dışındaki bütün makamlara, “Yâ Ebû- Kasım!” nidâsı ile başlamıştır. Bunun nedeni, rüyâlarında gördüğü kişinin kendisine “Yâ Ebû Kasım!” diye seslenmiş olmasıdır.  Makamlarda bizzâtihî kendi nefsine sesleniş, kenDînî sorgulama ve nefsini hesâba çekme söz konusudur. Bununla berâber dışa öğüt vermeyi de hedeflemektedir. Dolayısıyla eser, yazarın nefsine dönük bir iç muhâsebe görüntüsü vermektedir.

Makamlarda işlenen manaların daha iyi anlaşılması için Arap tarihine özgü bâzı ibretlik olayları ve şiiri de kullanmaktadır.23 Ayrıca Zemahşerî, aynı kelimelerden ve tekrardan sıkça istifâde ederek, sanki muhâtabını iknâya zorlamaktadır. Makamlardaki bütün cümleler, edebî kurallara uygun bir şekilde kurulmuş ve birden fazla edebî sanatla süslenmiştir.

Son beş makam, Zemahşerî’nin edebiyatçı, şâir ve dil bilgini oluşunun gereği, tasavvufta kullanılan makamlardan farklı olarak genelde dil, edebiyat ve

Araplar’m eski yaşamlarını konu alan ibretlik tarihi olayları ihtivâ etmektedir. Bununla berâber bu makamlarda da işlenen temel konu dînî öğüt ve nasihatlerdir.

Zemahşerî Makâmât’m hiçbir yerinde Mu’tezile'den bahsetmemektedir. Sıkı bir Mu’tezilî olarak da bilinen Zemahşeri’nin eserinde Mu’tezile ve ona çağrışım yaptıran herhangi bir söylemde bulunmamış olmasını, eserini siyâsî kaygılardan tamamen uzak ve maneviyatın dorukta olduğu bir dönemde kaleme almasına bağlıyoruz. Bu itibarla Zemahşerî bu eserinde, bir Mu’tezilî’den çok ehl-i sünnetten olan bir mutasavvıfa benzemektedir.

ZEMAHŞERÎ’NİN MAKÂMÂT’I YAZMA NEDENLERİ ve
BUNLARIN TASAVVUFLA İLİŞKİSİ

Zemahşerî, 512/1118 yılında kendisinde meydana gelen değişimleri, değişimlerin sebeplerini, bu değişimin sonucunda benimsediği yeni hayât tarzını ve Makâmât eserinin yazımı hakkında mukaddime ve giriş bölümlerinde şunları aktarmaktadır: Harizm’in gururu olan İmâm Ebu’l- Kasım Mahmûd b. Ömer ez- Zemahşerî’yi bu Makâmât adlı kitabı yazmaya sürükleyen, onun bazı uyuklamalarında gördüğü veya kendisine gösterilen bazı rüyâlardır. Bu rüyâlarda sanki biri ona şöyle sesleniyordu: “Ey Ebû-Kasım! Ecel yakındır, emel ve arzular da sonu gelmeyen yalan ve oyalanmalardır.”

Bunların üzerine gönül kuşunu uçurtup, kuşku içerisinde aniden uyanarak ayağa kalkardı. Bu ve buna benzer durumların sürekli tecellî etmesi sonuncunda kendisine seslenilen bu kelimeler ve bu kelimelere yakın bazı kelimeleri de ekleyerek Makâmât adlı eserini oluşturdu.

Bununla berâber gayr-i ciddi şeylerden ve gerçeği bırakıp gerçek dışı şeylerle uğraşmaktan kendisini alıkoydu. Ömrünü geçirdiği önceki dönemlerinde yaşadığı olumsuzlukları da terk etti.

Kendindeki değişimlerin bir sebebi olarak da, 512/1118 yılında Receb ayının başlarında “uyarıcı” olarak isimlendirdiği bir hastalığın kendisine isabet etmesini görmektedir.

Ciddi bir pişmanlık yaşayan Zemahşerî, hastalığın üzerine eğer Yüce Allah kendisine sıhhat verecek olursa, bundan sonra sultanların çardağına ayak basmayacağına, sultanların eteklerine tutunup onlara hizmet etmeyeceğine, onlara mısralar hâlinde şiir yazmayacağına, huzurlarında sesini yükselterek methiyeler yağdırmayacağına, verdikleri hediyelere iltifat etmeyeceğine, resmî günlerde veya belli günlerde verilen ya da tehir edilmiş maaşı almayacağına, isminin sultanların dîvânından silinmesi için gayret göstereceğine, gençlik yıllarında tama’ ile almış olduğu şeyleri kusmaya kendini zorlayacağına, iki kurs ve temr (bayanların tesettür amacıyla üst üste bağladıkları örtüler) ile nefsini kayıt altına alacağına, tevekkül ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılacağına ve Rabb’ine yönelip O’na ibâdet edeceğine dair Allah’a söz vermiştir.

Bu va’dinden sonra Zemahşerî, evini kendisine hapis kıldı. Nefsini kayıt altına aldı. Kendini ve başkasını nefsî arzularına uymaktan uzak kılan ve kişiyi hidâyete ulaştıran ilimler dışında herhangi bir ilmin tedrisinde bulunmayacak, insanı Allah’ın rızâsına ve dîne yakınlaştıran kırâat, şer’î ilimler ve hadis ilimlerinde gücünü sarf edip ciddileşecekti. İlmî, insanlar arasında büyük görünmeye, münâkaşaya, dünyanın çekiciliğine âlet etmeyi de terk edecekti. Süt memeye dönmeyeceğine göre o da eski hâline dönmeyeceğine samimî bir tevbe ile tevbe etmiştir.

Yüce Allah, kendisine sıhhat verdiğinde, hastalığı nefsine öğüt kılıp tamamı elli makam olan bu Makamât ın telifine yönelmiştir ve bunu da amellerin en faziletlisi olarak değerlendirmiştir.

Sonrasında da pişmanlık ve üzüntü hâricinde eski hâline dönmeyi nefsine yasaklamıştır. Dosdoğru yolda istikamet bulacağını, şerlerden uzak kalacağını, âlî menfaatlerin kazanılan bu durumu kesintiye uğratamayacağını nefsine emretti. Allah’ın dînîne daha fazla basiretli bakmayı sağlayan manalara yönelmiştir.

Sonuç olarak, bu değişimin kendinde kalıcı olmasını ve dönüşüme uyum için Cenâb-ı Allah’tan kalbinin bunu kabul etmesini, nefsinin ona yönelmesini ve kulağının da onu dinlemesini duâ ile istemiştir.

Yukarıda belirtildiği üzere, Zemahşerî’de görülen değişimin temelinde, sultanlardan ve meliklerden uzak durma, dünyayı kalpten çıkarıp kalbi sâdece Allah’a bağlama ve nefsi kayıt altına alma söz konusudur.

Şimdi de Zemahşerî’de anlayış ve yaşam dönüşümü ile oluşan, öncekinden farklı âlim tipi ile tasavvuf büyüklerinin ön gördüğü âlim tiplemesinin benzeşen yönlerini görelim:

Tasavvuf yolunun esâsı, dünyanın ziynet ve güzelliklerinden yüz çevirmek, insanların çoğunun meylettikleri mal, makam ve diğer dünyâ zevklerinden kalbini ayırarak hâlktan ayrı durup Hakk’a yönelip, ibâdete sarılmaktır. Tasavvuf ehline göre mutluluğun aslı, kalbin Allah’m dışındakilerden hâlî olmasıdır. Fânî olana gönül bağlayan fönî olur. Mârifet, kalbin Hak ile hayât bulması ve Hakk’m dışındakilerden, yüz çevirmesidir?3 Gerçek hürriyet dünyadan, nefsten, arzu, istek ve emellerden kurtulmaktır?6

Dünyalıktan vazgeç ki Rabb’in ile arandaki engeller kalksın, hakîkî zâhid dünyayı kalbinden çıkarmış, nefsÂnî arzularını kırmış kimsedir. Dünyaya ve rızk aramaya karşı aşırı hırsınız sizi Allah yolundan alıkoydu?7 Oysaki muhabbet ehline lazım olan Allah’tan gayrısmdan alakayı kesmektir?8

Âlimlerin dünyâ sevgisi yüzlerinde siyah bir lekedir. Ve ilim, eşyanın en azizi, en şereflisidir. Böylesini dünyaya, mala, şöhrete âlet etmemeli. Dolayısıyla âhiret tâlibine dünyayı terk yakışır?9 Gerçek akıl sâhipleri, zühd sahibi âhiret âlimleridir.    

İyi âlim, ilmiyle dünyayı talep etmez, dünyanın bakirliğini bilir, lezzetlerine kanmaz. Âhiret âlimi, sultanlara sokulmaktan uzak durmalı. Tâ ki hatalarına ortak olmasın. Selâmet, ancak sultanlardan uzak durmaktadır. Akıllı kimse, Allah’ın kapısından ayrılmayan ve başka kapılarda işi olmayandır. Ey âlim, ilmini dünyâ perestlerin yanında kirletme, yüce olanı alçakla değişme.

Görüldüğü üzere gerek Zemahşerî’nin Makâmât adlı eserinde ve gerekse klâsik tasavvuf kaynaklarında dile getirilen dünyaya gönül bağlamama, nefsi kayıt altına alma, kalbi sâdece Allah’a bağlama ve sultanlardan uzak durma gibi söylemlere yüklenen anlamlar, aynı dil ile anlatılmış gibi benzerlik ve anlam birlikteliği arz etmektedir. Dolayısıyla Zemahşerî’nin ulaşmaya çalıştığı yaşam, Tasavvuf ehlinin dillendirdiği söylemden farklı değildir.

Hiç şüphesiz 512/1118 yılında Zemahşerî’de meydana gelen bu değişim; İlmî dehâsının olgunlaşmasında, dînî gerçekçiliğin tutkunu oluşunda ve İlmî faydaların tezâhüründe büyük bir pâyeye sâhiptir. Binâenaleyh, Zemahşerî’nin en mühim ve en faydalı eserlerini bu tarihten sonra kaleme almış olması da bu gerçeğin en önemli göstergesidir.

Dünyalığı terk edip Allah’a yönelmenin kazanından, tasavvuf klâsiklerinde şöyle dile getirilmektedir: Bir kimse dünyayı terk eder, ona rağbet etmez ve ondan yüz çevirirse, Allah o kulun rûhunu saf, kalbini nurlu kılar. Dünyaya gönül bağlamayanın kalp yolları açılır, genişler içinden ilim pınarları akar. Ve sonuçta insanların istifâde edeceği menbağlar oluşur. Dünyadan gönlünü çekmeyen hikmet sâhibi olamaz  gibi belirttikleri söylemlerden yola çıkarak şöyle bir düşünceye varmak abartı olmasa gerek: Zemahşeri’nin en değerli ve en faydalı eserlerini, dönüş veya değişimi ya da kendi diliyle tövbesinden sonra kaleme almış olması, yukarıdaki tasavvufi söylemin haklılığını ispatlar mâhiyettedir.

Zemahşerî’deki dönüşüm, sâdece dünyaya ve dünyalıklara gönül bağlamamaya yönelik bir dönüşüm değildir. Aynı zamanda şiir, edebiyat, vezin ve kafiyeye büyük önem veren Zemahşeri’nin anlayışında da ciddî bir değişim söz konusudur. Şöyle ki:

“Ey Ebû Kasım! Edebiyat ve ilmine olan güvenin, seni nasıl aldattığını bir bilsen !”4? “Aruz ve şiir ilmini öğrenmektense sünnet ve farzla meşgul ol! Hidâyet oradadır.”

 “Hak ile bâtılı birbirinden ayıracak faziletli bir kelimeyi konuşman, vezinli konuşmalardan daha hayırlıdır.”

“Şiirin vezin ve kafiyesini kurtarmaktansa, nefsi kurtarmak daha evlâdır.”

“Kafiye çeşitlerinden gafil olursan, günahlarını kontrol altına almış olacağını”   ; “kafiyeyi bütün incelikleriyle işleyenin de bütün hata ve cehâletten uzak olduğun zannetme!”30

Zemahşeri’nin yukarıdaki sözleri, tasavvuf ehlinin şiir, edebiyat, vezin ve kafiye için söyledikleriyle bir paralellik arz etmektedir. Çünkü tasavvuf ehlinin edebiyat ve belağât ile alakalı görüşleri, genel olarak şöyledir: Dünyâ ehlinin edebî, fesâhat, belâğat, ilim ve şiir ezberlemek iken; din ehlinin edebî ise, nefis ve âzâlarm edeplenmesidir.31

MAKÂMÂTÜ’Z-ZEMAHŞERÎ’DE İŞLENEN MAKAMLAR

İŞLENEN MAKAMLARIN SÖZLÜK ve TERİM ANLAMLARI

Makâmât’m içeriğine geçmeden önce, Zemahşeri’nin eserinde kaleme almış olduğu elli makamın her birinin sözlük ve terim anlamlarını vermenin, eserin anlaşılmasına katkı sağlayacağına inanıyoruz. Makamların dizilişinde, eserdeki sıralamayı göz önünde bulundurduk:

Rüşd: Dalâletin zıddı, hidâyete ulaştırma, yol gösterme.32 Rüşd, “mânen aydınlatma, gafletten uyandırma, doğru yolu gösterme” anlamına gelmektedir.

Takva: Sakınmak, korkmak/3 Dînî daha derin bir anlayışla yaşama, dinde hassaslık. Allah’a boyun eğerek mâsivâdan sakınma?4

Rıdvân: Râzı olmak, seçmek, işe ehil görmek, kabul etmek?3 Kadere ve kaderin tecellîlerine râzı olmak, sosyal hayâtta cereyan eden hadiseleri gönül hoşluğuyla karşılamak, şikâyet etmemek, sızlanmamak, Allah’ın kuldan, kulun da Allah’tan râzı olması36 demektir.

İrîva: Alıkoyma, ayıplama?7

Zâd: Taâm, azık, insanların hayır ve şer olan bütün amelleri?8 Gelecekte kendisine ihtiyaç duyulan şeyleri elinde bulundurma, depolama?9

Zühd: Bir şeyin azlığı, bir şeyi küçük gördüğünden onu terk etme, ondan yüz çevirme. Soğuk ve ilgisiz davranmak. Rabbine yönelmesi için, kulun başkasıyla ilgilenmekten arınması, Allah’a yönelmek için dünyadan el etek çekmek, elde mevcut olsa bile, gönülde mal ve mülk sevgisine yer vermemek.      

İnâbe: Tevbe etmek, dönmek, tâate yönelmek. İşlenen günahlardan pişmanlık duyup Allah’a dönme, Allah’a gönül verme, pişmanlık duyma.

Hazr: Uyanma ve hazırlanma, korkma, sakınma. Korkulacak şeylerden sakınma.

İ’tibâr: İmtihan, taaccüb, düşünmek.63 Dünyâ ve orada bulunan her şeyin geçici ve aldatıcı olduğunu dâimâ dikkate alma.

Teslim: Boyun eğme, kabullenme, hükme rızâ gösterme. Allah’ın emrine boyun eğme, hoşa gitmese bile itirazda bulunmama, kazâyı rızâ ile karşılama.

Samt: Konuşmama, sessiz kalma, sükût etme. Zarûret bulunmadıkça konuşmamak, susarak hakikati düşünmek, az konuşmak.

Tâat: Yumuşama, boyun eğme. Verilen emri kabullenme, emre boyun eğme demektir.

Münzire: Bildirmek, sakındırmak.

İstikâmet: İ’tidal, İbâdetinde doğru olma, şirki terk etme.  Tâate sarılmakla birlikte günahtan kaçınmak, Dînîn emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma konusundaki devamlılık.73

Tîb: Helâl, güzel, temiz, iyi kokulu, lezzetli olan. Kendisi, yeri ve miktarı cihetiyle helâl olana denir.

Kanâat: İknâ olmak, yetinmek, rızâ göstermek, verilene râzı olmak. Tutumlu, gönlü zengin ve tok gözlü olma, hırslı ve aç gözlü olmama.

Tevakki: Muhâfaza etme, koruma, himâye etme. Zarar veren ve eziyet edenden koruma, nefsi günaha sürükleyen şeylerden koruma.

Zülf: Men’ etme, gizleme, nefsi men’ etme ve kötülüklerden alıkoyma.

Uzlet: Uzaklaşma, ayrılma, tenhaya çekilme, yalnız kalma, Hayat akışı içerisinde küçük zaman dilimlerinde iç murâkabe, iç muhâsebe için toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına yaşamaktır.

İffet: Helâl ve güzel olmayan her şeyden uzak durma, dilenmeme, şehveti terk etme.

Nedm: Pişmanlık, üzüntü, yaptığına üzülme, pişmanlık duyma.

İnsanın daha önce yaptığı bir davranışına duyduğu üzüntü.83

Velâyet: Yardım etmek, yaklaşmak, sorumluluğunu üstlenmek.  Velilik, ermişlik, Hakk’m kulunu, kulun mevlâsını dost edinmesi, Allah ile kul arasında karşılıklı sevgi ve dostluk, nefsten fâni olup, kulun Hak ile birlikte hareket etmesi.

Salâh: İstikâmet, ayıplardan selim olma, fesâdm zıddı. Kötülük ve fesadın zıttı.

İhlâs: Sâdeleştirme, temizleme, ameli riyâdan beri kılma, samimiyet, gösterişi bırakma, Kalp ve beden amellerini her çeşit art niyetten arındırmak, ameli sâdece Allah için yapmaktır.

Amel: İş yapma, davranış. Dînî, ahlâkî ve rûhî her iş, taat ve davranış. 

Tevhid: Bir olma, münferid olma, Allahu Teâlâ’nın rububiyetini tek kılma, ona şirk koşmama. Allah’ın birliğini tanıma, eş ve benzeri ondan uzak , ,  94

tutma.

İbâdet: Boyun eğme, zelîl olma, Allah’ın yüceliğinden ona boyun eğme,93 sâlikin gösterdiği çaba.

Sabır: Acele etmeme, bir şeyi hapis etme, nefsi sabra zorlama. Başa gelen musibetlerden dolayı Allah’tan başka kimseye şikâyetçi olmamak, sızlanmamak.

Haşyet: Korku, korkma. Gelecekte hoşa gitmeyen bir şeyin beklentisinden kaynaklanan kalb üzüntüsü, kulun işlemiş olduğu günah sebebiyle korkması.

İctinâbü’z-Zulm: Haddi aşmaktan uzaklaşma, eşyayı yerine koyma. 11aksızl ık ve zulüm yapmaktan uzak durmaktır.

Teheccüd: Gece yatma, gece namazına kalkma, gece namazı için uyanmak ve uyanık kalmak.

Duâ: Bir şeyin hazır olmasını istemek, çağırmak, hayrı talep etmek  ihtiyaçların anahtarı, kulun Hakk’a yakarışı.103

Tesadduk: Sadaka verme. Sevap kazanmak ve karşılığını Allah’tan beklemek maksadıyla yapılan bağış, yardım.

Şükür: Nimetin kadrini bilme, onu dile getirip onunla senâ etme, yapılan iyiliği övme, nimetin değerini bilme, nankör olmama.

Üsve: Benzeme, tâbi olma, yüceltme.

Nush: Niyeti hâlis kılma, irşâd etme. Kişinin ehil bulunduğu fiil ve sözleri kasd etme.

Murâkabe: Koruma, mülâhaza etme, gözetme, muhâfaza etme. Kalbi, ona zarar veren şerlerden korumak, “Allah her an beni görüyor, kalbime bakıyor” anlayışı içinde olmak.

Mevt: Hayâtın zıddı, sönme, sükûn.113 Nefsin hevâ ve hevesinin kökünü kazımak.

Furkan: Ayırma, birini ötekinden ayrıştırma, açıklama, burhân, hak ile bâtılı ayıran. Hak ile bâtılı ayıran ayrıntılı bilgi, Kur’ân.

Nehy-i Ani’l-Hevâ: Alıkoyma, engelleme, nefsin, şehvete yönelmesini engelleme, nefsin kalbe hâkim olmasını engelleme.

Temessük: Tutunma, asılma, nefsine hâkim olma. Bir şeye tutunma ve onu koruma.

Şehâme: Güçlü, zekî, akıllı olma, izzet-i nefs. Güzel olana tâbi olmak için büyük işlere duyulan iştiyak, hırs.

Humûl: Gizlenme, zâil olma, tanınmama, sesini alçaltma.  Namsız, şöhretten kaçmak, zelîl ve miskin görünmek.123

Azm: Ciddî olma, yapmayı arzulama, sabretme. Nefsin arzularına bakmadan, şer’î emir ve yasakları hem lafzına hem de rûhuna uygun yapmaktır. Seyru sülûkün devâmı için gereken güçlü âmil.

Sıdk: Gerçeği dile getirme, doğru haber verme, doğruluk. Her hâlükârda hak olanı söylemek, doğruluktan ayrılmamak, yalandan uzak durmak, özün söze uyması demektir.

Nahv: Benzerlik, yol, kast etme, cihet.

Aruz: Şiirde vezin İlmî; kenar, açığa çıkarma.

Kafiye: Ense, bir şeyin sonu, şiir vezni, şiirdeki son kelime.

Dîvân: İnşâ etmek, cem’ etmek, toplamak, isimlerin kayıtlı olduğu defter. Yüksek derecedeki devlet adamlarından oluşan meclis, cemâatle namaz kılman, zikir yapılan, sosyal meselelerin müzâkere edildiği tasavvufi, idârî ve adlî merkezler.

Eyyâmü’l-Arab: Arab günleri, Arab tarihinde gerçekleşen bâzı ibretlik olayların tarihleri.

MAKÂMÂT’TA İŞLENEN MAKAMLARIN İÇERİĞİ

Makâmât, elli makamdan oluşmaktadır. Zemahşerî her makamı kendi nefsine bir öğüt olarak ele aldığından, makamlara “Ey Ebû Kasım!” uyarısıyla başlamıştır. Temelde kendi nefsine hitap etse de içten dışa (okuyucuya) dönük uyarılar vermeyi de hedeflemektedir.

Şimdi, MakâmâtT tanıtmak amacıyla her makamdan önemli gördüğümüz anlamları aktaralım. Makâmât’m özlü tercümesi mâhiyetindeki bu bölümde, genelde metne sâdık kalmayı esas kabul etmekle birlikte tefsîrî mâhiyette metne yakın anlamlara da yer verdik. Çünkü yazarın da vurguladığı gibi133 asıl olan, kelimelerin belağatli lafızlarından ziyâde, anlamlarıdır.

Rüşd Makamı: Ey Ebû Kasım! Hayrın mükâfâtı Lübnan elmasıX3(> gibidir. Onu neresinden alırsan, seni kendine çeker. Kötülüğün sonu ise dikenli bir bitkinin meyvesi gibidir. Hangi yönden ona yaklaşırsan, seni kendisine dokunmaktan men eder.

Alnı açık ve aziz olmak istersen, dâimâ hayra tutun! Şerden de sakın! Çünkü şer seni alçaltır.

Nefsine yönel ve onu âkıbetini düşünmeye sevk et! Nefsine onu olgunluğa sevk eden hidâyeti mırıldan! Nefsini, Dînini yaralayan ve yakînini zedeleyen şeyleri yapmaktan uzak tut! Sen hesâba çekilmeden onu hesâba çek, kınanıp ayıplanmadan onu ayıpla!

İmânı hâlis kıl, muttakilerle berâber ol! Seni hidâyete götüren yollarda yürü, dalâlete düşmüş ve haddi aşmışların yolundan yürüme! Bil ki, seni kötülüklerden koruyan, ancak takvâ zırhıdır. Umulur ki Allah’ın fazlıyla kurtuluşa erersin.

Takvâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Ömür kısadır. Dönüş Allah’adır. Bu ihmalkârlık ve gevşeklik nedendir? Dünyanın süsü ve metâı seni aldatmış, şeytanı andıran şehvetler ayağını kaydırmış. Eğer iddiâ ettiğin gibi akıllı ve zekî isen, şu an bulunduğun durumdan daha mükemmel ve akıllı olurdun. Dikkat et, en akıllıca olan, en güçlü olana yönelmektir. Takvâdan daha güçlü bir sütun yoktur.

Doğru yola götüren deliller açıktır, şüphe verici şeyler kusurludur. Pak Müslümanlık ak ve tertemizdir. Hakk’ın perdeleri aralanmıştır. Hakk’m nuru ortadayken niçin nefsini saptırıyor ve hislerinle HakkT gizliyorsun. Ah! Keşke gevşekliğini bilebilseydin.

Rıdvân Makamı: Ey Ebû Kasım! Ecel yazılıdır, (ömür kısadır). Emeller ise ulaşılması zor, yalan ve oyalanmalardır.

Nefse uymanın kötülüğü sel, hayrı da damla kadardır. Nefse uymanın bir anlık lezzetinde pişmanlık, İbâdet ile gelen bir anlık meşakkatte ise sonsuz bir gıpta olan ilahi rızâ vardır.

Rahmân’m azâbma ve ateşine olan bu aceleciğinin özrü nedir? Zâlim bir insanın cennetten ve Allah’m rızâsından kaçışı gibi kaçışının hikmeti nedir?

Yazıklar olsun! Dünyayı sana sevgili kılan ve onu sana tercih ettiren, şendeki şehvet tutkunluğundur. Dikkat et, âsîliğin en büyüğü şehvete esir olmaktır. Ey akıl sâhibi! Görüntüsü saf ve berrak olan, fakat altında bulanık suyun aktığı bu dünyâ güzelliği seni hayrete düşürüyor değil mi? Bu güzel manzaralara aldanma! Çünkü arkalarında azap edici belâlar vardır.

Sübhânallah! Sana ne de süslenmiş ve güzel bir cevher, ne benzersiz bir mercan verilmiş! Ki o seni kötülüklerden alıkoyan aklındır. Seni koruyan hücrendir. Oysa ki sen, sürekli haktan bâtıla koştuğun için, sanki akıllı değilmişsin gibi.

İr’ivâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Vücuttaki canlılık ve güçlülük yok oldu ve başımın yanları beyazlaştı, demeden önce gençliğin bir fırsattır. Onu değerlendir!

Gençlik döneminde henüz gücün, kuvvetin yerinde iken, güzel kadınların bakışları üzerinde iken, ağacın bol su almış, gölgen her tarafı kaplamış, endâmm güzel görünümlü iken, Amr’m kuvvet ve cesareti gibi kuvvet ve cesâretin yerinde iken, nefsine uymaktan ve şeytanın vesvese ve tehlikelerine karşı kendînî koru! Şeytan, gençlik döneminde sana, henüz doğruya ve rüşde yönelme zamanı değildir, der.

Bu çocukluk ve gençlik döneminde hevâ ve heveslerine uymaktan ne zaman vazgeçeceksin? Yaşlanıp dik olan dalının eğilmesine, saçının dökülmesine, siyahlaşan otu beyaz görecek kadar gözlerinin zayıflamasına kadar sabredip bekleyecek misin?

Yaşlansan dahi gençliğin dinamikliği üzerinde olsun, sakın ola şeytanın hile ve aldatmalarına uymayasın. Ne yazık ki! Nefs, şeytana uymaktan lezzet alır. Sen kurtulmayı dilemedikçe böyle devam eder.

Zâd Makamı: Ey Ebû Kasım! Dünyâ seni terk etmeden önce, sen onu terk et; o seni öldürüp küçültmeden önce, sen onu öldürüp küçült! Seni aldatan dünyayı ağız dolusuyla (bütün gücünle) boşa! Dünyayı âhirete tercih etmekten daha zayıf bir görüş yoktur. Dünyâ, gecesi ve gündüzüyle sürekli sağından ve solundan seni yontarak küçültmekte ve zayıf düşürmektedir.

Ölüm gelip dünyadan ayrılmadan önce, aceleyle en mühim ihtiyacını kendine azık et ve önemli ihtiyaçlarını çabuk yerine getir! Çünkü her berâberlikten sonra bir ayrılık vardır. Zaman tâyin edilmiş, ondan kaçış yoktur. İnsana, va’d edilen gelmeden tedbîrini alması için bir mühlet verilmiştir. Sen de hazırlanıp tedbirini al!

Dikkat et! Ölüm sana ânî gelecektir. Uyarıcı, sana gece gündüz seslenmekte. Senin, susuzluk ateşini söndürecek bir yudum su dahi bulamayacağın, ihtiyaçlarını giderecek hiçbir yardımcının olmadığı, korkunç, zorluklarla dolu ve dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağını görüyor gibiyim.

Şâyet ‘Vah vah! Yazık yazık!’ gibi pişmanlıklar bir fayda verseydi, bin kere vah vah!

Zühd Makamı: Ey Ebû Kasım! Sana ne oluyor da bu fâni dünyayı terk etmiyorsun? Onu istemekten niçin ellerini silkmiyorsun? Allah Resulü ve onun dostlarının dünyayı kerih ve anlamsız gördüklerini bilmiyor musun?

Eğer dünyâ terk edilmeye lâyık bir yer olmasaydı, Hz. Peygamber’in (s) dediği gibi, dünyanın değeri Allah katında bir sineğin kanadı kadar olurdu.

Dünyâ senin gördüğün gibi yüce ve güzel olsaydı, ardında bu kadar çok kirlilik olmazdı. O, ancak bal ile sıvanmış öldürücü bir zehirdir. Gittiği her yerde boğazda kalır. Elem ve sıkıntıdan hâli değildir.

Dünyanın her doğru ve güzelliğinin de mutlaka bir eğriliği vardır. Balı, arının ısırması; hurması da dikeniyle berâberdir. Câriyesini kucaklamadan önce mızrakla savaşan ve kılıçla vuruşanları kucaklaman lâzım.

Başından ve tâcmdan üzerine belanın döküldüğü Mervan b. Yezîd’i (ö. 101/720) hatırla! Çok sevdiği câriyesi Habbâbe’nin boğazında bir nar tanesinin kalmasını hatırla!

Sevinçli ve mutlu olan mutlaka bilmeli ki, sevgi boğazda kalır ve geçicidir. Akıllı kişi, dünyanın aldatmasına ve şehvetlerine kapılmaz.

Heyhât, hevâ ve hevese dâvet edilen, çoğunlukla hevesine uyar. Ancak Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve sağlam kulpa tutunan hâriç.

Müjdeler olsun!

Allah ’ın ipine sımsıkı sarılana,

Doğru yol üzerinde ayakları sabit olan.

Elbisesi eski, kalbi yeni olan,

Yeryüzünde şöhrete tâbi olmayana,

Adı semâlarda meşhûr olana

Gözler onları sefâlet içerisinde gördüğünden onlara iltifat etmez.

Dünyâ onları küçük gördükçe onlar güçleriyle uhrâda yükselirler.

Onlar, arkadaşları tarafından çevrilmiş, ipekli sedir ve yastıklara yaslanmış taç sahibi sultanlardan daha yücedirler.

İnâbe Makamı: Ey Ebû Kasım! Uyanık olmalısın, zamanın gelmiş dünyadan vazgeç! Gençliğin seni kınamakla burnunu sürtüyor. Senin gibilerin şaka yapması ne kötüdür! Çoğu şakacıların kuralı oyundur.

Ey adam! Ciddi ol, ciddi! İnsanın en güçlü olduğu zamanı geride bıraktın, kırkını aştın. Yaşıtlarında yaşlılığın belirtileri ortaya çıkmıştır.

Gençliğini, gazel söyleyerek geçirdin,

Ömrünü, sevgilerinin gölgelerinde geçirdin,

Aklını, hevâsının vadilerinde kaybettin,

Gücünü en parlak olan yere vermişsin,

Zorluk mekânını seçmiş ve kendine belâ ve fitne yeri edinmişsin,

Aklını geyiklere benzeyen kadınlara kaptırdın...

Yaptığın işlerde ısrarcı oldun, yaktığın ateşi alevlendirdin. Vazgeç vazgeç, sen bunun ehli değilsin. Kanayan yaralarınla pişman olacaksın. Allah’a yönel; umulur ki ona yönelmen seni temizler. Böyle davranacağını ummuyorum. Çünkü günahların çoktur. Ancak, Allah’ın affı da çoktur.

Allah’ın rahmeti her tarafı kuşatmış olsa da bunun seni kapsamayacağından korkarım.

Hazr Makamı: Ey Ebû Kasım! Nefsine tabi olma, onu korkut. Onun etrafı ateş koru veya kaynamış su damlalarıyla çevriliyken kulağın, kalbin ve meylin onun azıcık zevkine tabidir.

Saltanatının büyüklüğüne kapılmışken bir sancı seni gafil avlar. Dünyadaki ateş, kaynar su, elem ve sıkıntı uhrevi hayâta göre çok kısa ve basittir.

Emellerin, etrafında seni döndürerek dünyadaki istirahatını bozar ve seni sıradanlaştırır. Allah’ın çetin azabı senin için yeterlidir. Niçin ateşi görür gibi onu gözlerinin önüne getirmiyorsun? Eğer onun varlığına yakinen inanıyorsan sana lazım gelen onun hâlini düşünmendir. Bütün zamanlarda bunu düşün ve dâimâ heyecan içinde ol.

Büyük bir memnuniyet ile dünyaya iltifat etme. Bir atlı bir ağacın gölgesinden geçerken ne kadar istirahat ediyor ise dünyanın sana vereceği rahatlık ancak o kadardır. Dünyanın iyiliğine ve kötülüğüne aldırış etme.

İ’tibar Makamı: Ey Ebû Kasım! Görüyorsun ki zaman ömürleri bitiriyor. Binaları ve ustalarını yok ediyor. O binalara yapanlarından başkasını yerleştiriyor, ağaçları meyvelerini toplayanından başkasına miras bıraktırıyor. Ölümünden önce başkasının sâhip oluşu eşi helak ettirirken, ölümünden sonra o kadına başkası sâhip oluyor. Mal ve mülkünün varisleri, ölümünden hemen sonra malını aralarında taksim ederler.

Bu şiddetli hırsından vazgeç. Boynu uzun hurmanın döllenmesi seni cebbar olan Allah’a dönüşünden vazgeçirmesin. Yanakları aya benzeyen kadınlardan sakın, gücünü ve akimı malın kanatlarına bağlama. Allah’a güveni unutup kilit ve kancalara güvenmekten sakın.

Nefsini kötülüklerden alıkoyarak cennete ulaşamaya vesile kıl.

Teslim Makamı: Gece ve gündüzün yenilenmesiyle her yeni olan eskimekte, çürümekte ve değişmektedir. Demir gibi sert olan da zamanla çaresiz kalıp çürümektedir. Her nefis, sahibini kabir toprağının altına atmaktadır.

Zaman; dün, bugün ve yarından ibarettir. Hayat denilen şey de ya rahatlık ve zenginliktir ya da sıkıntı ve fakirliktir. Bunlardan hangisi takdir edilmiş ise o vardır.

Zaman, hayâtı izale etmek için tayin edilmiştir. Akıllı kimse ihtiyaç duyduğunu yapandır. Damat olunan andaki mutluluk hâli ile musibet ve sıkıntı anındaki huzursuzluk hâli aynıdır. Tatlı an ile acı an arasında bir farklılık yoktur. Çünkü insan olayları takdir eden Allah’a teslim olmuştur. Ve o, her şeyin bir sonunun da olduğunu gayet iyi biliyordur.

İnsanın kalbini hevâ ve şehvet sardığından basireti yok olmuştur. Çevresindekilerin eksiklerini görür fakat kendisi umurunda değildir. İnanç ve hayırlarındaki eksikliği bilmez ama malındaki eksikliği çok iyi bilir

Dünyâ sevgisi kalbini kalın bir örtü ile örtmüş ve şeytan gözlerini güzelliklerle süslemiştir. Manevi fırsatların değerini bilmez iken maddi fırsatların kaçırılması taziye üzüntüsü verir.

Samt Makamı: Ey Ebû Kasım! Dünyâ malına çok önem vermediğini iddia ediyorsun, fakirlik zamanında ve vakar elbisesi giydiğinde dünyanın kötülüklerinden korunduğunu ve dünyâ işlerinden sorgulandığında kendinden emin olduğunu sanıyorsun. Evet doğrudur. Her ne kadar içki gibi haram olan şeylerden korunmuşsan da başka haramlarla dürüstlüğünü delmişsin.

Müslüman kardeşini gıybet etmek içki içmekten daha haramdır. Müslüman kardeşinin haysiyetine dil uzâtmak onu terk etmekten daha kötüdür. Zira Allah, gıybet edenin ağzını, gıybet ettiği kardeşinin etini yemek ve kanını içmekle açmıştır.

Allah’ın bekasına yemin ederim ki, kanı içmek içki içmekten daha kötüdür. Gıybet sahibini daha çok günah çamuruna batırır.

Ya Ebû Kasım! Dilini koru, dudaklarını dişlerinin üzerine kapat. Ancak susmaktan daha faydalı ve Allah’a daha fazla yaklaştıran hâller hariç. Bunların haricinde dilsiz gibi ol, dilini koru, ondan sakın O, yırtıcı bir ejderha veya ondan daha tehlikelidir.

Başkasının namusunda delikler açması gibi tehlikeler, tehlike olarak sana yeter.

Dikkat et insanlar avretlerini korur

Komşusundan eziyetini korumaz

Dili ve çenesi içki ile ıslak değilken

Kötü söz ile ıslatır

Üzerine yönelen beladan kurtuluş ümit eder

Hayır, onun kurtuluşu ne de zordur.

Ta’at Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’a dön. Dünyanın zevklerini zikretmeyi bırak. Kur’ân oku.

Güzel kadınları düşünmeyi bırak, onlara tutkun olmaktan vazgeç. Allah’a taatle geçirmediğin gençliğin için ağla. Senden önce sağlam kulelerde yaşayan zorbaları düşün; sağlam kuleleri, ölümden onları kurtaramadı. O konak ve kulelerin önünde ibret almak için dur. Bak ve ağla.

Oyun ve eğlence mekânlarında kervanını durdurma, göğüsleri yeni çıkmış kadınların eteklerinin süpürdüğü yerlerden uzak dur.

Gençlik yıllarında, delâlet kervanındaki yürüyüşün ve nefs hevâsı yolunda cehâlet kervanında kaybettiğin zaman sana yeterlidir.

Uzun zamandan beri şeytanın döşeklerinde istirahat eden nefisini Allah yolunda eğit. Ona eski hayâtını önemsiz kıl. Ve artık isyanın dostluğundan uzaklaşma zamanı gelmiştir.

Mımzire Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’a dönüşün ve yakınlığın senden değil, Allah’ın sana olan bir fazlıdır. Dönüşün sıkıntı ve hastalıklardan beri olsun.

Sen, doğru yoldan sapmış, kötülüğe meyi etmiş, açık yol üzerinde ortada kalmış her yöne dönebilen, aklını nefsine teslim etmiş, kervanı isyan çölünde yürüten, bâtılda kalmakta ısrar eden biri olarak görünüyorsun. Bir nasihatçı seni hakka davet etse sen yine bâtılda ısrar edeceksin. Ömründen geçen aylar yıllarını bitiriyor. Zamanını verimli kullanarak geçen aylarını irşâd etmeyi akletmiyorsun. Zamanını bilmiyorsun. Yavru tayların annelerinin etrafında koşuşmaları gibi bâtılda şevk ile koşuyorsun.

Bu şımarıklığının önüne kimse geçmeyecek gibi. Oysaki seni durdurmak için okun kudret yayı sana atılmış, seni akıllandırmak için çok bela seni ısırmış.

Sıhhatine güvenme, semai şifa kurtarıcıdır. Saymakla bitiremeyeceğin nimet ve Allah’ın rahmeti ile ayaktasın. Şayet ömrünün bütün günlerini oruçlu, gecelerini İbâdetle geçirsen dahi yüce Allah’ın sana vermiş olduğu büyük nimetlerin şükrünü ifa etmiş olamazsın. Bu dalgalarda bir damla olarak kalır.

Allah seni düşüren hastalıklardan sıhhat vermiş. Bütün takdir ondandır. Sübhanallah! onun şifası, ilaçların verdiği şifadan daha etkilidir. Dikkat et! Eğer onun nimetlerinin en küçüğü akacak olsa dereler dolup taşacaktır.

İstikâmet Makamı: Ey Ebû Kasım! Bazı hedeflere ulaşmak ve emirleri yerine getirmekle mükellef kılınmışsın. O hedeflere, yorgunluğu bırakarak canlı bir şekilde acele ile ulaşmaya çalış. Öyle acele et ki senden önce ona ulaşan olmasın. Bineğini öyle ciddi ve hızlı koştur ki bu hız seni izleyenlerin gözlerini yorsun. Hayır peşinden koşanlara zayıflık ve gevşeklik yakışmaz. Bâtılın peşinden koşanlara öyle güçlü oklar atmalı ki onları bâtıldan döndürsün.

Senin gibi kimselere haktan ayrılması, okunun hedefini ıskalaması yakışmaz. Birden fazla gidişat ve yolun olduğu ortamlarda dosdoğru olanını seç. Çünkü cennete ancak, dosdoğru yol üzerinde olanlar girebilir.

Şüphesiz sâlih amelin süsü ve güzelliği, onun devamlı olmasıdır. Salih amelin en kötüsü de şehvetini dindirmek için büyük bir iştahla isteğine yönelip hemencecik tatmin olup terk edilendir.

En faydalı rüzgâr, esişi hafif ve devamlı olandır. En iyi bulut yağmurunu hafif hafif yağdırandır. Amellerin kesik kesik, ara verilen değil, devamlı yağan faydalı bir yağmur gibi olsun.

Durum ciddidir. Her gün gayretini biraz daha artır. Seni kurtaracak amellerine sımsıkı sarıl, gücünü ve kuvvetini işine ver. Nefsinin şikâyetlerini ve gururunu yumuşat, onun gücünü bâtılı yıkıp hakkı ihya etmede kulan. Bu tür durumlarda Müslüman hırslı; demir ve taşın sertliği gibi de sert olmalıdır.

Tîb Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’ın fazlından, sana Helâl ve temiz olanından vermesini temenni et. Kazanılanın en helâlını rızk olarak vermesini dile. Temiz insan, ancak Helâl olanını ister, nefsini Helâl ya da haram olduğu belli olmayandan uzak tutar. Harama karşı sabırlıdır. Akıllı insan, insanı küçük düşüren yerlerden bol su içmeye karşın nefsine hâkim olur. Bu durumlarda nefsini susuz kalmaya karşı tahammüle alıştırır, haram olanı istemez, harama esir olmaz. Çoğu zaman Helâli bulamasa susuzluğunu diliyle dudaklarını ıslatarak giderir.

İster şerefini korumak için, ister Allah’ın koyduğu hadler için ve istersen sorgu ve sualden olan korkun için olsun haramdan sakın ki nefsini saidler arasında yürütüp övülebilesin.

Âdetini ve gidişatını İslâmî takvâ üzere kıl. Senin gibi akıllı, zeki, ciddi ve azimli insandan da bu beklenir.

Haramlardan uzak kalmayı istiyorsan dînîni ve himmetini birleştir. O ikisi insanı ölümden kurtaran birer zırhtır. İnsanı günah işlemekten ancak ateş korkusu ve rezil olma korkusu korur.

Kanâat Makamı: Ey Ebû Kasım! Aç gözlü değil kanaatkâr ol. Bu durumda çok verene de hiç vermeyene de ihtiyacın olmaz. Yüzünün derisini ancak Rabbinin huzurunda yırt. İnsanlardan değil Allah’tan iste. Rızkını zengine rızk verenden iste, dilerse sana da rızık verir.

Kanâat, altında bütün mülk ve memleketlerin bulunduğu bir memlekettir. Helaki için hiçbir belanın olmadığı bir memleket.

Kanaatkâr olanı zenginlikten sonra fakirlik beklemez, hâzinelerine yokluk girmez, hiçbir zenginlik ondan daha zengin olamaz, çok iyi matematik bilen biri bile onun değerini ölçemez. Meşguliyet bakımından insanların en rahatıdır. Yardımda, misafir ağırlamada da en rahat olandır. Ölçülen ve tartılan şeyler onun umurunda değildir. Hâzinede toplanan ve saklanan onu ilgilendirmez, hâzinelerinin anahtarlarını kuvvetli bir cemaat bile taşıyamaz, bununla o, Karun’dan daha zengin ve daha fazla servet sahibidir.

Aza kanâat getiren en zengin, çok mala hırslı olan ise en fakir olandır. Kanaatkâr kişi, istediği her şeyi elde edendir. Hırslının muradına ulaştığı ise hiç görülmemiştir. Çünkü en güzeline sâhip olsa da onu fakir ve esirden daha aç görürsün, sürekli en güzelini ister, şayet ışığı ay kadar parlak olsa da parmaklarını ısırır ve “Ay gibidir, neden güneş gibi değildir?” der ve eyvahlar çeker.

Asidir, iştahlı olan her şeye çene kemikleriyle iştah eder. İstediği şeylerin haddi hesâbı yoktur.

Kanaatkâr kimsenin ihtiyaçları bellidir: Avret yerlerini örten eski bir elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek. Bunları elde edince sanki bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ve semiz develerin sahibi Numan’dan daha zengin olur.

Tevakkî Makamı: Ey Ebû Kasım! Yaptığın hiçbir günahı küçük görme, senin yanında küçük olan Allah katında büyük olabilir. Günahın küçük veya büyüklüğünü değil onu günah kılanın büyüklüğünü düşün. Çünkü eşya kendisini var edenin büyüklüğü ile fazilet kazanır.

Allah’ın hesâbını ve adâletli tartılarını düşün ki onlar hardal tanesi ve zerre-i miktar kadar olanını dahi tartar.

Gözlerinin, dilinin, kalbinin ve ayaklarının anlık hatalarını büyük say. Bakışların Allah’a dönen göz ile olmalı, sözlerin akıllıca telaffuz edilmiş olmalı, düşüncelerin, gidişatın ve yürüyüşün doğru, hayırlı ve faydalı olmalıdır.

Bilmelisin ki gözlerini haramdan sakınmakla, dilini hayır konuşmadıkça sükût ettirmekle ve faydalı olanı düşünmekle emrolunmuşsun. Bütün iş, düşünüş ve bakışlarında Allah’ı düşün ve gayret göster, ta ki sevaba yakın suça uzak olasın.

Zulf Makamı: Ey Ebû Kasım! Edebiyat ve ilmine olan güveninin seni nereye götürdüğünü, nasıl aldattığını bir bilsen! Adıyla süslendiğin, anlatmakla sevindiğin, edebî bilgisinin fazlalığıyla övündüğün ve kendisini kullanarak dünyadaki maksadına ulaştığın ilminin seni nasıl aldattığını bir bilsen!

Bilgiyi itibar kazanmak için öğrenene, sultanlara ulaşmak için ilmini kapılarına merdiven basamağı yapanlara, sultanların hizmetçileri ile dostluk kurmak için ilmini aracı kılanlara yazıklar olsun!

Daha önce ilim ve edebiyatla uğraşmayı bir mahrumiyet olarak gören, bundan ötürü cehâlet ve eksikliği temenni eden, cehâlet ve eksikliği dünyalık nimetlerin sebebi olarak gören bir kişi, bir sultanın huzurunda ilminden ve edebiyatından ötürü azıcık bir menfaat görünce ilmine ve edebiyatına övgüler yağdırmaya başlar. Eğer bunlar bende olmasaydı ben nerede bu şerefe tutunmak nerede der.

Vallahi, İlâhi ilham ve semâvi tesadüf daha hayırlı ve bereketlidir. Hareket ve çalışmada bereket vardır. “Şüphesiz hareket üretkenlik, hareketsizlik de kısırlıktır.” sözü doğrudur.

Az bir çalışma ile elde edilen nîmet, melikin verdiği çok nimetten daha hayırlıdır. Alaca yılanların ısırması, yüzüne bir mızrağın saplanması, sultanın verdiğinden daha iyidir.

Edebiyat ve ilmini, dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak ve şöhret sahibi olmak için öğrenir ve taşırsa eşeğin sırtındaki ağır bir yük gibi yük yüklenmiş olur.

İlim ve edebiyatın semeresi şunlar olmalıdır: Zor ahlaklara alışmak, izzet-i nefsi kazanmak, emelleri azaltmak, nefsin çirkin amellere bulaşmasına engel olmak, kötülüğe götüren sefâletten uzak durmak, gözünü ve gidişatını âhirete yönlendirmek ve dünyâ nimetlerini gözünde küçültmektir. Çünkü bu nimetler az bir zaman sonra seni terk eden gölgelerdir.

Allah’ın bazı kulları vardır ki hiçbir melikin kapısını çalmamış, onun eşiğine ayak basmamış, mertebesi hiç gözüne ilişmemiş, melikin kâtiplerini hiç tanımamış, onun yanında saygıdan ötürü iki ayağını bitiştirmemiş olup ancak Allah’ın huzurunda saygıyla durmuşlardır.

Allah ki, zâlimlerin kırdıklarını tamir eder, hükümdar ve kisrâların yaptıklarını yıkıp dağıtandır.

Uzlet Makamı: Ey Ebû Kasım! İnsanlarla berâber olmaktan ve sohbet etmekten nefsini alıkoy. Dağın bir yükseltisine çık ve orada yaşa, mağaralara sığın, komşu ve arkadaştan uzak, gözlerinin şahsından başkasını görmediği, sâdece kalbinle istişare ettiğin, kulaklarının kendi konuşma ve fısıltıların dışında hiçbir şey duymadıkları yerlere.

Orada gözyaşınla Allah’a yalvar ve yakar, kendi ayıpların dışında başkasının ayıplarını görme.

Bugünün insanları orduların öncü kuvvetleri gibi hep günah ve şerleri görürler. Onlarla karşılaşmak ve konuşmak insanı yoldan çıkarır ve onlarla birlikte olmak bir nifaktır.

Çünkü dilleri hep başkasının ırz, şeref ve haysiyetinin aleyhinde konuşur. Büyükler, meclislerinde birbirlerine hakkı ve sabrı değil dedikodu ve çekişmeleri tavsiye eder gibi sohbet ederler, yastıklarına yaslanıp da fesadı silmek için istişare etmezler. Onlara yaklaştığında keşke tek başıma olsaydım dersin.

Uzlet ve hâlvete çekildiğinde kendine yönelir, düşünmeye başlarsın. Sürekli Allah’ın zikrini hatırlar, yenilersin ve şerden uzaklaşıp hayra yönelirsin. Seninle uzletin arasına bir mani koyanlar, Allah’ın senden uzak durmanı istediği kimselerdir. Onun ilk sözü, kardeşinin etini yemektir. Her oturup kalkmasında kardeşinin mürüvvetini lekeler; onun yüzüne bakmazsan, ona kulak vermezsen gururlu, riyakâr ve kindar olduğunu söyler. İsteklerine boyun eğip uyarsan, İnsanları aldatan şeytanla eşit olursunuz. Cenab-ı Allah bizi şerrinden korusun.

İffet Makamı: Ey Ebû Kasım! Nefsin şehvetleri âdet edinmiş. Onu bu âdetlerden uzaklaştır. Nefsine tabi olma. Çünkü nefs, güzel kadınlarla olmayı ister, revakları altın su ile süslenmiş, yerleri ince ipekten işlenmiş hâlılarla döşenmiş yerlerde, devekuşu yumurtası gibi beyaz, güzel genç kızlarla berâber yastıklara yaslanmayı ister, dünyalığın en güzelini ister.

Yazıklar olsun sana! Nefsin istediği bu taleplerin hiçbirine cevap verme, onu en ümitsiz bir şekilde geri çevir. Bil ki bir saat nefsine tabi olursan seni birçok acaip isyana sürükler.

Yumuşak hâlılar, süslü revaklar yerine sana fakirlerin barınakları yeterlidir. Ömrüne yemin olsun ki, sonu ölümdür diye düşünen bir adam için üç direkli bir çadır ile Firavun’un sarayları aynıdır.

Dünyâ üzerinde hep başkalarını konaklayan yapıları düşün. Güzel kadınlar yerine, şeytanın burunu yere sürten seni takvâya ulaştıran bir kadın yeterlidir. Bu durumda hayır meydanında sonuna kadar onlarla yarışırsın.

Güzel yemekler yerine sabah akşam iki tas arpa yemeği sana yeterlidir. O yemeklerde bunun gibi kamını doyurmaktan başka sana bir faydaları yoktur.

Pahâlı kürk ve giysiler yerine, avret yerlerini örten giysiler yeterlidir. Salih olan kul, hafif olan fakirlik hâlini, iki elbise çeşidi arasında kalıp sevinme hâline tercih eder. Onun yanında altın ipekle dokunmuş meliklerin omuzlarından sarkılan güzel elbiselerle, fakirin omzunda yırtık ve kalın dokunmuş çürük bir aba aynıdır. Çünkü asıl olan takvâ elbisesidir.

Dünyanın güzellik ve çekiciliğini, müşriklere bırak ki onlar helak olmuşlardır.

Allah’ın ipine sımsıkı sarıl umulur ki seni korur. Seni ayıplayan ve seninle alay eden hiçbir şeye kulak asma.

Nedm Makamı: Ey Ebû Kasım! Sen tevbe edip pişman olabileceğin veya kötü olabileceğin bir hâl üzerinde zor bir durumdasın.

Bu kötü hâlinde sol tarafına baktığında orası kötülüklerle kaplı, vahşi bir taraf ki burada Allah’ın azabı ve tehdidi önünü kesiyor; sağ tarafına baktığında mümine uygun, temiz ve şefkatli bir yerdir. Bununla berâber, Allah’ın va’di, müjde güllerini sana sıçratır. Kalbine basiretin soğukluğunu tattırır. Sevap kanatlarıyla etrafını mesh eder seni bütün günah ve suçlardan temizler ve ümit azığın olur.

Şeytanın seni saptırması ve bu hâlden alıkoymasına karşın tedbirini al. Eğer iki hâl arasında kalman gerekirse korku ve ümit arasında kal. Nefsine bir müddet şevkle istemenin tamahkârlığını, bir müddette her şeyi terk edip korkunun acısın tattır. Korku ve ümidi terk etme. İkisini elde eden takvâyı elde etmiştir.

Velâyet Makamı: Ey Ebû Kasım! Nazım’m şu beytini düşün: “Benim dostum olduğunu söylüyor ama düşmanımı seviyorsun. Hainlik senden uzak değildir.” Bu beyit sana hâlis dostluğun sırrını nasıl çizmiş, yalancı sevgi ile ciddi sevgiyi sana nasıl göstermiş iyi düşün.

Senin gerçek dostun genişte de zorda da seni bırakmayandır. Sana dost olana dosttur. Sana düşman olanı seven, sana dost değildir.

Eğer gerçekten Rabbini seven bir kul isen, Rabbini sevenlerin sevgisini kalbine yerleştir. Allah’ı ve onun dostlarını dost edinmeyenin alanına konma, ona komşu olmaktan uzak dur.

Allah’tan utan, kalbinde O olmalıdır. Her şeyinle O’nunsun. Kalbini yaratan ve Rabbin olan O’dur.

Allah’ın azabıyla meşgul olan, çok şefkati kardeşin, amcan veya yakının dahi olsa ona yaklaşma. Yüce Allah’ın Hatib’den nasıl intikam aldığını unutma, nerdeyse helak olacaktı.

Salâh Makamı: Ya Ebû Kasım! Bu oyun ve eğlence ne zamana kadar? Sabah akşam zenginliği taleb etmen ne zamana kadar? Oysa ömür hızla geçiyor ve ne kadar hırslı olursan ol ancak nasibini bulursun.

Güç ve kuvvetini taat için sarf et. Hayırlı olan budur. Kurtuluş için çaba sarf etmek Allah’ın insan üzerindeki bir hakkıdır. Kurtuluş için çaba içerisinde bulunmak, dünyalığı elde etmek için çölleri aşmaktan daha uygundur. Çünkü bir müddet sonra cenazeyi taşıyan tahtaya bineceksin. Cenazen, sanki gözlerimin önünde kabristana sür’atle götürülmek için geçiyor, ölümünden üç gün sonra mirasçılarının mirası paylaşmak üzere toplandıklarını görüyor gibiyim. Kabrin seni kuşatmış, nefsin helak olmuş, ümitsiz bir rehin gibisin.

Kabre konulduktan sonra seni asla terk etmeyen amelin dışındaki bütün dost ve ahbaplar sana veda edip gideceklerdir. Amelin seninle harabe ve tozlu mezarda kalmaktan korkmaz. İskeletin dağılıp kemiklerin toz hâline gelse dahi.

Dirilme üfleyişi geldiğinde, herkesin kendine yetecek bir hâli olduğunda, annenin babanın ve kardeşinin senden kaçtığı gün amelini yanında bulursun. O, ya seni kurtuluşa çağırır ya da elem verici bir azaba iter.

Nefsine mühlet verme, çok çalışması için zorla, tevazu için zelilliğe atıl. Böyle olursan amelin dehşetli anlarında sana sükûnet verir. Sana cennette güzel döşekler, Kevser ve sersebil ikram eder.

İhlâs Makamı: Ey Ebû Kasım! Efendiye efendilik, köleye de kölelik yakışır. Senin ne kadar da büyük bir efendin var ve sen ne zelil bir kulsun! Herkesin kendisine İbâdet ettiği ve bütün efendilerin kendisine boyun eğdikleri efendine kulluk et.

Kulların inatlaşıp büyüklendikleri hâllerden seni koruması için gizli bir yakarış ile geceleyin ona duâ et ve onu çağır.

Allah, kalbinde gizlediğin şeyleri de bildiğinden bütün azalarınla Allah’tan kork. O, ancak niyetin hâlis, fikrin temiz olduğu şeyleri kabul eder. Sırattan ancak elenmiş, seçilmiş ameller geçer.

Amel Makamı: Ey Ebû Kasım! Senin hakkında söylenen: Büyük fazilete, güçlü edebe sahib, bunlarla meşhur olmuş; eksiklik ve rezâletten uzak bir genç, ibâdet ve fazilet dolu biri, sarf, nahiv ve luğatta güçlü, dilde mahir, nesir ve şiirde çok güçlü gibi söylemlere ehemmiyet verme.

Ey Ebû Kasım! İnsanlar faziletleri ne çoktur dediklerinde hatalarım daha çoktur de. İnsanlar edebî ne de köklüdür dediklerinde, edebimin noksanlığı daha köklüdür de.

Allah’a yemin ederim ki, gerçek akıllı ve edip, birçok garip ve bilinmeyeni ezberleyen değil, nefsini yüce Allah’ın arzuladığı şekilde terbiye edip süsleyen, ahlakını insanı lekeleyen düğümlerden arınıp temizleyendir.

İlmî güçlü ameli gevşek olan zengin olan değildir. Şüphe yok ki amelsiz ilim oksuz yaya benzer. Sabaha değin ilim ile amelini karşılaştır. Aradaki farkı düşün, çalışma ve gayretini amellerine yönelt.

Bil ki ilim, amel için bir merdivendir. Amel ve onun sevabı olmasaydı ilim ve şeriat öğrenilmezdi.

Tevhid Makamı: Ey Ebû Kasım! Kâinat bir güce boyun eğmiş: Yıldızlar yürütülmekte, ay yörüngesinde yürümekte, güneş durmadan devran etmekte, rüzgârlar memeyi emer gibi bulutları sağmaktadır.

Yeryüzü yerdekilere boyun eğmiş, dağlarla sabitlenmiştir. Acı olan su tatlı olanla iç içedir, sert kayalar çatlamakta, içlerinden tatlı su çıkmaktadır. Bu suyla tohumlar ağaç olmakta. Ayrıca nutfeden de insan oluşmaktadır. Bunun hikmetlerini anlamak ve yorumlamak keskin zekâlı olanları bile aciz bırakmaktadır. Bütün bunlar kudret sahibi bir hâkimin varlığına delildir. Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah’ın dilemesiyle bütün bu işler yürümektedir. Evvel ve ahir olan O’dur. Bütün bu eşyalar sonradan ve yokluktan yaratılmışlardır.

Kalbini yakin ile doldur, şeytan yaratıcıya delil olan bu hikmetlerden uzaklaştırıp nefsine uydurmasın ve Allah’a götüren yollardan şaşırtmasın.

Allah’a götürülen yollarda en fazla çalışanı sen al. Allah’ın mukaddes isimlerini en fazla anan sen ol, O’nun nimetlerine şükretmekle nefsine iyilik et. Çünkü sen ve senin yanında bulunanların hepsi O’nundur.

İbâdet Makamı: Ey Ebû Kasım! Kim Rabbi için nefsini alçaltırsa büyük bir nimetle nîmetlendirilmiştir. Rabbine hizmetle günü sarf eden alçalmayan bir azizdir.

Fâni dünyanın sevgisine kapılmış, kendisini alçaltarak ona itâat eden, dünyâ sevgisi ile dolu olan alçaklığı ve rezilliği kabul etmiştir.

Sen bu şâki olan adamdan Allah’a sığın, bugün Rabbin için nefsini zelil kıl ki yarın aziz olasın, dünyâ hayâtının azıcık olan günlerinde yorul ki ebedi istirahata kavuşabilesin. Gevşeklik veren tembellikten uzak dur. İzzet sahibi olan Rabbinden utan.

Sabır Makamı: Ey Ebû Kasım! Nefsin öncelikle zevk ve sefaya meyyaldir. Onunla sabır bölükleriyle savaş. Umulur ki şehvetini gevşetir ve onu ıslah edersin.

Bil ki senin sabrın tek başına onun inadına ve askerlerine karşı duramaz sen de ona karşı kenetlen sabrına yardım ilave et.

Nefsi lezzet veren yiyeceklerden, istirahat veren yataklardan göze parlak gelen görüntülerden, tembellik veren boş kalmadan, artarda gelen gevşeklikten uzaklaştır. Ona tatsız yiyecekler tattır, uyku kaçıran sert elbiseler giydir, boğazda kalacak içecekler içir. Onu aç ve susuz bırak, gece yataktan uzak tut, taş gibi batan yatakları arz et, korkutucu şeyleri hatırlat, rivayet olunan bazı sâlihlerin durumlarını hatırlat, soğuk sabahlarda soğuk su ile yıka, kabir ve harabelerde dolaştır. Bütün bunları yapmaktan gevşekliğe düşme.

Allah’ın va’d ve azabını sürekli hatırlat, onu hayra teşvik eden ve kötülüklerden de alıkoyan ayetleri oku, ağır gelen ibâdetleri ona arz et. Böyle yaparsan sarhoşluktan sükûnete döner ve bunu âdet edinirsin.

Korku Makamı: Ey Ebû Kasım! Yeryüzünde gördüğün bütün insanların derdi nedir? Biri sizi hâkim ve sultan olan Allah’a çağırdığında dehşetle korkuya düşer, titremeye başlar, kalbi ümit ve korku arasında gidip gelir, dehşete düşmüş bir hâlde hangi tarafa dahil olacağını bilmez.

Sonra kabirden içeri girince kaburga kemiklerini kıracak olan bu korkudan daha büyük bir bela sorma. Sonra ya Allah’ın azabıyla kamçılanır, ya da Allah’ın rızâsının elbisesi giydirilir.

Kâinatta ki bütün insanlar namaza çağrılır. Kullara farz kılman bu namazın edası ve terki insanı sevap ve azaba götürebilir. Azaptan daha ürkütücü ve acı verici ne olabilir ki zerresi bile insanı mağlup eder.

İctinabu’z- Zulm Makamı: Ey Ebû Kasım! Dâimâ ölüm anını düşün, Allah’ın tevfikini arkadaş edin O, ne güzel bir arkadaştır.

Atika ve kardeşini hatırla, kaç beytini onlarla süsledin, onlarla birlikte olmaya hayâtını satmışsın. Onların sana ne faydaları vardı? Asil kimselerin seni meth etmelerinin sana ne faydası var?

Gazel sahibi ve nesep sahibi olanların Allah katında nasipleri yoktur. Şairlerin dillerinde kâfıyelenenler helak olsun. İrşad edenlerin yolunu takip edenlere selam olsun.

Allah’ı meth eden, güzel kadınları meth etmeye nasıl zaman bulabilir ki? Gücünü şiir vadilerinde kaybettin. Sana yazdıranı dinle, şairlerin söylediklerini değil.

Zülüm ehline tekrar dönme, sana kılıç çekseler bile dilini onları meth etmekten çek, cismin onların kapılarında, ismin defterlerinde olmasın, onların temiz olmayan rızkından nefsini uzak tut, sana tayin edilen maaştan sakın. Çünkü o cehennem ateşiyle aynıdır.

Sürekli Rabbinin huzurunda ol, gölgen mescidin bahçesinden uzak kalmasın, övgünü hâlis bir şekilde Rabbine yap, bütün kazancında Helâl olanını iste. Allah’tan kork ki Allah sana beklemediğin yerden rızk versin.

Âlemlerin Rabbine hamd et, beşere bu kadar nimeti veren O’dur. Kâinatı hayran bırakacak derecede güzel yaratan da O’dur. O’nun sonu yoktur. I layranl ık ve mükemmellik için sana verdiği kalp, görme ve dil yeterlidir. Bunlar ibret alma ve doğrulanma alametleridir.

Teheccüd Makamı: Ey Ebû Kasım! İnsanların en kerim olanı en muttaki olanıdır, amellerin en hayırlısı riyadan arınmış, temiz olanıdır. Amellerin temiz ve parlak olsun, sevap kazanma umuduyla amel eden yırtıcı amil olma, amelin Meliki’l- Kuddus için olsun, Allah’a yönelen amellerin kirlenmesinden sakın. Etrafındaki riya kirlerini yıka. Amellerini ve niyetini sâfi kıl. Senden ancak en temiz olan kabul görür.

Karanlığın çöktüğü, gecenin perdesini çektiği, sessizliğin kulaklara vurduğu sanki senden başka hiç kimsenin yeryüzünde olmadığı bir anda uykudan kalk, gözlerini secde yerine dik, semadaki meleklerin kendisinden korktukları ve göktekilerin gâdâbmdan korktuğu Allah’tan kork.

Gözlerinin sürekli uykuya bağlanmasından gözlerine merhamet et. Göz kapakların kapanıp uyku için seni zorlaşa da onları ibâdet ve ağlama ile baş başa bırak, günah ve hatalarından ötürü ağla. Hâlini Rabbine arz et; O’na sığın, O’na iltica et. Bazen kul, Rabbine sığınmak ve zayıflığını arz etmekle, onun kerim komşusu olmakla güvende olur.

Duâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Yaptığın çocuklukların senin için yeterlidir. Bugün ve yarının, dünden daha hayırlı olması için hırslı ol. Nefsine işlediğin cinayetler peş peşedir. İlâhî emirler yumuşak ve gevşek değil ciddidir. Kudret sahibinin azabını dil anlatamaz.

Seni kurtuluşa götüren birkaç hayır dışında başka kazancın yokken bu ne cesarettir? Güç ve kuvvetin sınırlı iken şeytana uyup dünyaya kapılmışsın.

Kötülüklerine karşı hayır işle ta ki kötülüklerini silsin. Ellerini minnet ve zenginlik sahibi olan Allah’a aç, huşu ile gözlerinden yaş akar hâlde, boğazın hıçkırıklarla tıkanmış, alnın utancından terlemiş hâlde de ki: Ya Rabbi! Sen günahlarımı ve ayıplarımı biliyorsun, habis düşüncelerim ve içimdeki gizlilikler sana gizli değildir. Utancımdan yüzümü kapatıyorum. Her şeyin ortaya konulduğu o günde yaratıkların arasında beni rezil etme, o gün suçluların üzerine suçlarıyla bağırılır. Sen, kuluna kereminle ihsan et ve kulunun cürmünden vazgeç.

Tesadduk Makamı: Ey Ebû Kasım! Mertliğin çeşitleri sayılmayacak kadar çoktur. Her mertlik mertlik değildir. Sadakayı verirken fakir kalırım düşüncesine kapılma, elinin dar olduğu en zor durumlarda dahi sadakayı gönül rahatlığıyla ver. Zor durumda kalmamak için de malının bir kısmını ver.

Kadınların mehir ve sadakalarını onlara ver. Yüce Allah sana malı, mülkü kadın ve çocukların için ihsan etmiş, onlara yardım ve iyiliğin de çok faziletli olduğunu sana bildirmiştir.

Sadakanı daha çok iffetli insanlara ver. Hayrını men’ etme çünkü bu bir görevdir. Çoğu zaman fakire avuçla vermen, misafiri tencere dolusuyla ağırlamandan daha hayırlıdır. Kurutulmuş deve eti ile yetimin kamını doyurman, birilerine deve kesmen ya da kova dolusu altın vermenden daha hayırlıdır. Az miktarın Allah rızâsı için verilmesi, insanların gözünde kantar kantar altın verilmesinden daha iyidir.

Dünyada verdiğin azlık, ölümden sonra bıraktığın çokluktan daha hayırlıdır.

Şükür Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’ın sana olan nimetlerinin ne haddi ne de hesâbı vardır. Yeryüzündeki kum tanelerini kim sayabilir ki? Allah’ın verdiği en küçük nimet bile sayılamaz ve karşılığı ifa edilemez. Bu nimetlerden birini dahi küçük görmek nankörlüktür. Damağın, tükürük salgılaması ile ağzı ıslandırmasını düşün.

Yüce Allah kudreti ile seni temiz bir soy ile takvâlı bir annenin kamında cenin kılmış. Sonra seni eksiksiz, canlı hâlde doğurtmuş. Göz, kulak, kalb vermiş. Annenin dar ve karanlık rahminden, geniş ve aydınlık bir dünyaya indirmiş. Bununla berâber güzel yiyecek ve giyecekler ihsan etmiş. Daha önemlisi henüz hiçbir ihtiyacını gideremeyecek bir bebek iken seni koruyan, dâimâ en güzelini sunan, şefkat dolu bir hizmetçi hazırlamıştır.

Yüce Allah, dişlerini hikmetle dizmiş, harfleri telaffuz için dil vermiş. Hidayet ve delâlet yollarını sana göstermiş, hidayet yolunda sana yardımcı olmuş. Sonra geniş nimetler, seçkin döşekler, yemyeşil bahçeler, kedersiz kalp gibi bol nimetler ihsan etmiştir. Bu nimetler sana verilmiş ki düşünüp şükredesin.

Oysa sen, bu nimetlere muhâlefet ettin, şeytanın aldatmalarına kapıldın, nefsanî şehvete meylettin. Seni kötülüğe götüren zevkinden başka bir şeyi düşünmüyorsun.

Allah, yaptıklarından açık olanını da gizli olanını da bilendir, kusurlarını örtendir, seni lekeleyen şeylerden koruyandır. O, seni rencide etmeyi istemez, nimetlerinin tamamını sana arz etmeyi ve seni hidayete ulaştırmayı ister.

Başına gelen musibet ve sıkıntılardan sonra O’na dönmekten başka bir yolun kalmadı. O da üzerine rahmetini dökerek seni rahatlığa ulaştırdı. Doğru yola ulaştırmak için elinden tuttu. İmanını koruyan lütuflar vererek seni râzı kıldı. Onun nimetlerine şükretmek gücümüzün kabilinde değildir.

Usve Makamı: Ey Ebû Kasım! Himmetlerini Rabbinin hakkına rehin etmiş Allah’ın kulları vardır. Bunlar güç ve kuvvetlerini Rablerinin rızâsını kazanmaya bağlamışlar. Nefislerini onun yolunda mücahedeye bağlamış, takvâ zamanlarında onun gösterdiği yol üzerinde zelil olarak yürümüşlerdir. Nefisleri için sapkınlığa düşmek yok. Amelleri düz bir çizgi üzerinde sağa sola meyletmez. Yumuşak ve sâlimdirler. Her tehlikeye karşı bir yolda devam ediyorlar, güvenilirdirler.

Dünyâ bütün güzelliğini önlerine serse, en güzel elbise ve en süslü şeyler önlerinden geçse, onlara karşı gözlerini kapatır, zevklerine karşı başlarını eğer bunların mutluluk değil gurur kaynağı olduklarından gafil değillerdir. Dünyâ süsünü kalbe hâkim kılmanın yanlış olduğunu bilir, dünyayı değil âhireti, iyiliklerini değil günahlarını düşünürler.

Bunlar huzurlu ve mutlu insanlardır. Kim bunlara benzer ise şüphesiz kazanır ve mutlu olur. Bu yola ulaşmak için Allah’tan başarı dile ki seni o gruba arkadaş yapsın.

Nush Makamı: Ey Ebû Kasım! Kötülerin amelini işleyip de iyilerin ümitlerini beslemene hayret ediyorum. Bu gaflet ve çelişkide olanların durumudur.

Ey yeise kapılmış ümitsiz! İyi ve kötü amellerin tartıldığmda, iyiliklerinin rüzgâr önünde birer yaprak olduğunu görürsün. Nefsine Allah’a itâatı yükle, günah ve hataların en ağırını değil.

Asilikte bir fil kadar kuvvetli iken, itâatta filin görmesinden daha zayıfsın, nadir de olsa sâlih bir amel işlediğinde yaygarasını yaparak onu da yok edersin, sen doğuran sonra da doğurduğunu öldürensin, sıla-yı rahim yapan sonra da onları esir edensin.

Sana kaç tane nasihat edilse de kalbin onlara bağlanmadı, kulakların nasihatlere sağır kesildi; yüzüne öğüt alıcı sözler söylense de sen onları buzdan soğuk algılarsın.

Nefsin öğüt almaz, alnın hayâdan terlemez, yanaklarından gözyaşı akmaz. Oysa sert taş dahi bazen rutubetlenir ve yumuşar. Yüce Allah bu hayâsız yüzü yaşatmasın, bu yüzü taşıyana rezâlet daha müstahâktır.

Mıırakâbe Makamı: Ey Ebû Kasım! Yalnız kalsan da yalnız değilsin. İnsana şah damarından daha yakın olan seninle berâberdir. İki omzunda yazan, hiçbir şeyden gafil olmayan seninle berâberdir. Akıl gözü ile bakmaz isen bunları nereden bileceksin, iki adil şahit ve yüce Allah ile karşılaşmayacağını nereden bileceksin?

İtikad ve iman için çalış, kalbine yakinin yerleşmesi için gayret göster. Çünkü sana büyük nimetler ihsan edilmiş, onları kötüye yöneltmekle rezil etme.

Ölüm göğsüne kollarını uzâtsa da izzetini küçük düşürme, seni alçaltmayı arzulayandan uzak dur. Karşında bir çocuk dahi olsa onun huzurunda bile seni alçaltan şeyler yapma.

Hırs ve ihtirasta mübalağa etme. Allah’ı ve Onun cezalarını düşünmüyorsun, her şeyi kaydeden iki meleği de. Hiç kimse seni görmese de Cenab-ı Allah seni görüyor ya, bütün yaratıkların ondan hayâ etmeleri gerekmez mi? O Allah ki büyüklüğünü görsen gözlerin yüceliğine hayran kalır. Zihinler büyüklüğünü kavrayamaz.

Sırtına büyük günahların bindiği, eli boş ve hüsranda olan sana yazıklar olsun! O’na tövbe et, ancak O’ndan kork, O, büyüktür. Başkası onun yanında hakirdir.

İnsanların seni görmediği ve duymadıkları bir yerde isen, görmeyi ve duymayı yaratandan kork. Sen insanlardan korkarak ayıplarını onlardan gizliyorsun. Oysa mahlûkatın ilahından korkmak daha hak değil mi? Beşerin arasında kenDînî nasıl koruyorsan, tek başına kaldığında da daha fazla korun.

Mevt Makamı: Ey Ebû Kasım! Uzun zaman kavminin eşrafı ile arkadaşlık ettin. Sen sanki uykunda hayaller görüyor gibisin. Oysa ölümün elleri onları tek tek ya da ikişer hâlde toplayıverdi. Onlar sanki hiç ev yapmamış ve hiç şarkı söylememişlerdir.

Çok kuvvetli imaretleri yıkılıverdi, ölüm gece bir araya gelip sohbet edenlerin renklerini değiştiriverdi.

Çokça imaret ve deve sahibi olan deden nerede? Ölüm okları ona ulaştı ve hepsi yıkılıp gitti. Ölümün yanında toplumun en yaşlısı ile en genci aynıdır. Ölüm yeni yetişene acımaz.

Sen sanki dedenin hâlini hiç düşünmüyor ve ondan ibret almıyorsun. Sırtından bir su damlası olarak geldin, sonra sevgin onun kalbine gömüldü ve ona kendi nefsinden daha sevimli oldun.

Seni hayır dışındaki her şeyden men etti, tehlikelere karşı koruyuverdi. Gücü yettiği kadar ihtiyaçlarına cevap verdi ve seni güzel şeylerle süsleyip, zihnini ilim ve edeb ile aşıladı.

Nerede aşiretin, yanma çare aramak için çokça gidilenler, büyük problemlerle karşılaştıklarında çok güzel çare bulabilenler, iffetli ve yumuşak huylu dostlar?

Ölüme giden bir daha ondan geri dönemez, ciğerleri soğuk su ile ıslatılmaz. Dikkat et! sen onların izlerini takip edeceksin sanki onlara ulaştım diye düşün.

Furkan Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah’ın kitabını kendine kurtarıcı kıl. O, ne güzel kurtarıcıdır. Eğer kurtuluş mecrasına girmek istersen bir saatini bile ona müracaattan boş geçirme. O, Allah’ın sapsağlam ipi ve apaçık yoludur. Bütün şer’i kanunlar onunla ihyâ edilmiş, şirkin karanlıkları O’nunla silinmiş, gecenin karanlığı O’nun nuruyla aydınlanmıştır.

Kur’ân-ı ne kadar bilsen de yine kenarına bile varamazsın, dalan dibine varamaz, içi eşsiz inci ile dolu tatlı bir sudur, belagatı diğer belagatları aciz bırakır. Güzelliklerinin haddi yoktur. Güzellik ve uyumu aklı ve zekâyı hayretler içerisinde bırakmıştır.

İyi ve kötülerin gidişat ve akıbetlerinden ibret alasın diye sana bahseder. Bakışlarını hidayete erenlerin sonunun güzelliğine çevir, dilini Kur’ân’m dirayetine ve tilavetinin tatlılığına alıştır. Mahreçlere dikkat edip yanlış okumaktan uzak dur, tane tane, tertil ile oku, kalbinin diline tabi olmasına gayret göster, okuduğunu anlamaya çalış. Basiret ve mantığını Kur’ân’m hakikati ile cilala. Bunlara dikkat etmesen içinde tadın ve faydanın olmadığı boş bir kab olur.

Ona ancak büyük ve küçük hadesten temizlenenler dokunabilir. Allah’ın hakkını da koru. Onun ismine idafe edilir. İsmi mübarek olsun.

Nehyi A’ni’l-Hevâ Makamı: Ey Ebû Kasım! Şüphesiz seni yaratan ve şekillendiren O’dur. Sana akıl ve nefis veren O’dur. Akıl ve nefis hayır ve şer yolunda senin hüccetindir. Onlardan biri basirettir, öğreticidir, dâimâ seni saf kaynaklara götürür, hakkı sana gösterir. Diğeri kördür, cahildir. Meçhul ve sıcaklığın en şiddetli olduğu ortamlarda seni çalıştırır.

İkisinden hangisi daha mahir, daha bilgin, daha kurtarıcı ve tabi olmaya daha layıktır? Akıl, seherin aydınlığı gibi parlaktır. Nefis, karanlığın siyah çizgisi gibi karanlıktır. Akla sarılman lazım. Onu kucaklaman lazım, sana mızraklar atılsa dahi, öldürücü ölüm karşına çıksa dahi ondan vazgeçmemen lazım.

Senin için yeni bir durum ortaya çıktığında, bu durum akla mı nefse mi daha meyyaldir diye kendine sor. Eğer akıl vesilesiyle isteniyorsa aşkla ona sarılman lazım. Sana nefis (hevâ) yoluyla gelirse, aslandan, zehirli yılandan kaçar gibi kaç. Hoşuna gitse ve arzuladığın onun yanında olsa dahi kork ve uzak dur.

Eğer durum akıl ile nefis arasında tam belli olmayan, ortada bir yerde ise vakarı, sükûneti kullan, ağır davran. Aklı ve kalbi ile sana nasihat edenlerle müşavere et. Zararı gizli, parlak menfaatlerden uzak dur.

Takvâda, dikenli bir yolda yürüyen kişi nasıl serbest yürümüyor, kenDînî koruyorsa sen de öyle korun.

Nefsin kördür. Ona tâbi olma,

Seni parlak yoldan şaşırtmasın.

Nefsin hevâsını terk et.

Hüccetli olarak aklın izleri üzere yürü.

Doğruluğu belli olan terk edilmez.

Akıl basirettir ve rehberdir.

Doğru görüşten uzak basirete yöneltmez.

İşlerinde hevâsına uyan, akıllı insanlar arasında gülünç konuma düşer.

Temâsuk Makamı: Ey Ebû Kasım! Vakarın ridâsı hilmdir. Hilm, ilim sahibinin sarıldığı en güzel süstür. Sen de vakar sahibi ve yumuşak huylu ol. İnsanın akıllı olduğuna ilk delil hareket ve sükûnetinin uygun olmasıdır. İşlerin çoğunu sükûnet ve yumuşaklık ile karşıla, yeryüzünde yürüdüğünde vakar ve ağır başlı yürü. Güzelliklerle karşılaştığında aşırı heyecana kapılma. Zor durumda kaldığında da kendini bırakma.

Kalbin güçlü olsun, bela ve musibetlere karşı cesur ol. Hafiflik gösterme, akıllı olan düşünmeyen bir baş, taşıran bir kalp bulundurmaz.

Öfkeni tutan ol, yanlışa iyilikle karşılık ver. İntikam almada nefsine hâkim ol, gönül kuşunu sakin tut. Öfkenin alevleri, ateşin alevlerinden daha şiddetlidir. Seni yakmasından kork.

Ateşi hilm gibi söndürenden başkası olamaz. Hilm, ateşin üzerine suyu dökmektir. Affetmek de, kova ile yükselen alevleri söndürmek için su döker.

Şehâme Makamı: Ey Ebû Kasım! Seni kötülükten nehy edene itâat etmen sana zarar vermez, nefsine uymaya isyan etmen sana zarar vermez. Kötülüğe önem verme, sonunda iyilerin sevabıyla süsleneceksin, kötülüğün lezzet ve tatlılığına iltifat etme çünkü sonunda cezanın olduğu bir durum seni beklemektedir. Akıllı insan, bu durumu düşünüp tedbir almayı terk etmeyendir.

Böyle davranmaz isen cahil kimselerin gururuna kapılmış olursun. Cehâlet cahillerin işini kolaylaştırırken, akıllı kişileri rezil eder.

Bütün diller, hind yapımı bir kılıç gibidir. Onu vazgeçirecek olan ancak akıldır. Oysa dil aklı etkisi altına almıştır. Kötü lisan ile şerefi lekelemekten uzak dur. İyi ile kötüyü ayırt et, doğruya giden yoldan ayrılma.

Humûl Makamı: Ey Ebû Kasım! Geçirdiğin ömrüne yazıklar olsun. İsminin anılmasına, insanların seni parmak ile göstermelerine büyük önem verdin. Oysa bunlar sana azıcık bir fayda bile vermediler.

Güzelliğin şeklen olduğunu, kemalinde dünyanın şöhreti olduğunu zannettin. Oysa kâmil olan bildiklerini yaşayan ve çok çalışkan olandır. İnsanlar onu tanımazlar, o, Allah katında anılan ve bilinendir, özel ve umumi davetlerde onun adı geçmez.

Şu hâlde dünyadaki isim ve namlardan vazgeç, kefenlenmeden önce şöhretten kaçarak ve miskin görünerek kenDînî kefenle, evinin bir köşesini nefsine kabir yap, tek başına kalmanın zorluğuna sabret, sâdece seni irşâd edeni ziyaret et.

Bütün bunlar sende hâsıl olduğunda, elbiselerini Firdevs rüzgârları okşar, evin sana mübarek olur ve melekler sana kanat gerer. Bu hâlini hiçbir şeye değişme.

Ey Ebû Kasım! Yalnız kalmayı arzula

Bırak isim ve künyeleri başkaları arzulasın

Nefsini ölülere benzet

Eğer akıllı ve zeki isen şahsını ve nefsini ortaya çıkarma

Ölmeden onu evde defnet

Humûlu ona kefen yap

Umulur ki günahlarınla tutuşturduğun ateşi söndürürsün

Çünkü cehâlet anında haddi aşıyorsun.

A’zm Makamı: Ey Ebû Kasım! Ey zulüm karanlığında dolaşan, nefsine mağlup, sürekli onun peşinde olan! Ey Allah’ın emrine sırt çeviren, ömrünün en güzel zamanı, gençliğini boş geçiren! Ey hakta gevşek davranan! Ey şeytanın hilelerine kapılıp kötü işlerde devam eden!

Akılı bir insan aklıyla bu sonuçlara varmaz. Gururundan vazgeç. Şakayı bırak. Ciddi ol, tedbirini al ve sağlam görüşlü ol.

Şüphesiz Müslüman’ın günahları yolunda koşan yırtıcı hayvanlar gibidir. Sen nasıl yırtıcı hayvanların yolunda yürürsün? Nasıl kirli kabdan içersin?

Hedefin sabırlı, ulu’l-a’zm kimselerin ulaştığı makam olsun, ayakların kurtuluşa erenlerin yolunda yürüsün, zamanın kötülerine uyma.

Sıdk Makamı: Ey Ebû Kasım! Bütün kılıçlar pas ve kirden temizlenerek keskinleştirilir iken kimse dilin doğru olanını söylemeye ehemmiyet vermez. Sırf dilini hareket ettirmek için konuşma, ancak doğruyu söylemek için konuş. Kasten yalan söylemekten dilini koru. Dilin yalanı kılıcın pasından daha kötüdür. Senin lehinde de aleyhinde de olsa asla doğruluktan ayrılma. Belki de doğruluk üzerine bereketini salar, dürüst ve mutlu olursun. Yalan da kötülüğü ile seni yıkar, mahrum kalır ve maksadından uzaklaşırsın. Her hâlükarda dürüst ol.

Arkadaşını sıkan ve korkutan dürüst bir konuşma, onun hoşuna giden tatlı bir yalandan daha hayırlıdır. Birine söz verdiğinde sözünü yerine getir. Va’dini yerine getirmede aceleci ol.

Eğer kerem sahibi ve mertliğin en yücesine sâhip olmak istersen şimşeğinden önce yağmurunu döken buluta benze. Söz vermeden önce vereceğini yerine getiren bir adam ol.

Nahv Makamı: Ey Ebû Kasım! Hemze-i istifham, zayıflığına rağmen kelamın başı olduğu hâlde sen onun gibi bile olamıyorsun. Keşke hayır işlerinde hemz-i istifham gibi önde onlarla berâber önde olabilseydin. Tenvin ve harfi tenis gibi hayır işlerinde geride kalma.

Önde olma durumu daha değerlidir. En kıymetli olanını misafirine takdim etmek Arab’ın âdetidir. Sürekli tevbe edip, amellerinle iyilere benze. Çünkü fiil-i muzari, isme benzediğinden dolayı i’rab almıştır.

Hayrın maddesi, insanlardan ayrı yaşamayı tercih etmen ve ininden çıkmamandır. Müştekim zamirler gibi kendini gizle. Şüphesiz, gizlenmek kurtuluş ve sağlam kulpa tutunman da sana güç verir. “Vav” harfinin idğam ile kalp olup korunması gibi.

Sürekli kalbinde dînî iş ve meşgaleler olsun “el” ele” fiilinin zamirsiz olmayışı gibi. Dînî düşünce ve işleri kalbine yerleştir. “Allahumme” de mim’in harf­i nidanın yerine gelmesi gibi.

Rabbin için zor ve şiddetli olan amelde dur. Benu Temim’in, şedde üzerine vakf ettiği gibi, Hak din üzerinde sabit kal, mebnilikte harekenin değişmemesi gibi. İki yol arasında tereddüt etme, iki şeyin arasında bulanan hemze-i vakie gibi.

İ’rabdan değişik amillerin gelmesi gibi; gece ve gündüze bak. Semanın altında nasıl da birbirlerini takip ediyorlar. Gördüğün bütün şeylerin üzerinde bela ve musibet vardır. İsmin, cer, ref ve nasba arz olunması gibi. Azmettiğin şeyin üzerine gitmede güçlü ve samimi ol. “el-Femmu” kelimesindeki mim gibi, asla geri kalma.

Dînî hedeflerin seni sultanlara ve mallarına meyi etmekten korusun. İstiTa harfinde ses değişikliğinin yapılmayacağı gibi. (Dîvân kelimesinin aslı devavindir. “vav” “ya”ya dönmüş) “vav” yerine “ya” kullandığı sürece dîvânda verilecek şeylerin seni tanımasından sakın.

Aruz Makamı: Ey Ebû Kasım! Aruz İlmî ile hidayete ulaşamazsın. İlim ve amelde hidayet, sünnet ve farzlar iledir. Şiirin vezni ile uğraşmaktan daha çok farz ve sünnet ile uğraşmaya muhtaçsın. Hayır ile meşgul olan şiirin vezin ve kalıbından vazgeçer.

Hakk ile bâtılı birbirinden ayıracak faziletli bir kelimeyi terennüm etmen, edebiyatlı, vezinli konuşmalardan daha hayırlıdır.

Allah’ın takvâsına ve murakabesine sarıl, cezasının korkusuyla azalarm titresin.

İki harf arasında vuk’u bulan edebiyat ve vezinle uğraşmayı bırak. Şiirin başı, ortası ve sonu ile uğraşmaktan vazgeç. Dîninin tam ve kâmil oluşuna önem ver.

Takvâ elbisesi, en hayırlı elbisedir. Allah ve insanlar katında en süslü olandır. Dar ve aczedici olmasın, takvâyı elde etmede hırslı ol. Nefsini sâlih amel meydanına teşvik et, uzun gecelerini ibâdet ile terbiye et.

Sözlerin, kirlilikten temizlenmiş, peşpeşe, sürükleyici ve güzel olsun. Ancak hakkın içinde görün. Şiirin vezin ve kafiyesini kurtarmaktansa nefsini kurtarmak daha evladır.

Kafiye Makamı: Ey Ebû Kasım! Kendine gel, başını gövdene bağlayan ve ona hayât veren ensene bak. Duâların manalarını düşünerek sabah Duâlarıyla istiğfarı ya da yakarışları kabul edilenlerden isen, kafiyeli sözler söylemekten Allah’ın şifa veren kelimelerine sığın. İşleyeceğin suçun seni helaka götürmeyeceğinden nasıl emin olabilirsin?

Kafiye çeşitlerinden uzak durursan günahlarını kontrol altına almış olursun. Kafiyeyi bilmeyenin Allah katında kıymetinin olmadığını zannetme, kafiyenin harekesini uyuma hatalı okuyanın, hak ehli arasında rezil olacağını zannetme. Eksiklik ve uyumsuzluğun olmadığı bir beyit inşa edenin, takvâ üzerine beyit inşa eden gibi olacağını zannetme. Ebû Cehil’in şiirinde yaptığı gibi kafiyeyi bütün incelikleri ile işleyenin bütün hata ve cehâletten uzak olduğunu zannetme.

Kafiyeyi iyi bilen büyük insanların çoğu “Eshab-ı Ress”ten daha şerlidirler. Nice mahir insanlar vardır ki, bâtılda ve haddi aşmada o kadar ileri gitmişlerdir ki zulüm ve fesad ehlinden olmuşlardır.

Dîvân Makamı: Ey Ebû Kasım! Allah için boynundan dünyâ tema’ı ve ümitsizliğini çıkar. Sen, iniş ve çıkışı zor olan iki dağın arasında yürüyorsun. Ümitsizlik ve tema’ı çıkarmak bu yolda yürümekte daha zordur. Bu zor yolu güçlü, akıllı ve Allah’ın yardım ettiği kişi geçer.

Adın, sultanlar tarafindan kendilerine maddi yardım yapılacak kişilerin adlarının geçtiği, verilenin neden ve ne amaçla olduğu pek belli olmayan kayıt defterlerinde bulunmasın.

Allah, adı resmi kayıtlarda geçeni rezâletten ayırmasın, haracı bekleyene hayır vaki olmasın, sultanın peşinde koşturanın çabasını Allah kabul etmesin.

Allah, haracı getirenin, bitirenin, işleri kontrol edenin, yazarların ve yazılanların üzerine rahmet kapılarını açmamak üzere kapatsın.

Eyyamü’l-Arab Makamı: Ey Ebû Kasım! Fâni ve az olan bir geçimi, ebedi ve büyük olan nimete tercih etmekten nefret et. Dünyayı kendine karargâh edinme. Şüphesiz dünyâ senin annen değildir. O, fahişe, isteyene yumuşak davranan zinakâr bir kadındır. Onu arzulayanı belaya dûçar kılar.

Bilmediğin, senin için yazılan bir ecel vardır, geçemeyeceğin takdir edilmiş zamanın var, ölümü nefsinden deffedemezsin, hile ve tuzaklar seni ölümden kurtaramaz.

İnsan hayâtında bazen ağır yaralar almasına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi aldığı yaraların farkına varmaz, bu kendisi için büyük tehlikeler arz eder.

Nasihate karşı sakın büyüklenme, sulha karşı çıkma. İşlerinde ihtiyatlı ol.

İhanetten sakın, onun hem isim hem künyesi, hem içi hem dışı çirkindir. İyiliğe de ihanet ile cevap verme.

Dînînin hakikatinin himayesinde ol. Onu sağ elin ve kolunla muhâfaza et.

Senden yardım isteyen en azılı düşmanın dahi olsa ona yardım et. Yardım isteyenin yardımına acele ile koş.

Yakınlarına zarar vermekten uzak dur. Komşularına karşı sert ve haşin olma, en güzel bir şekilde onlara muamelede bulun. Sen de komşularının boynuzlamalarından ve aldatmalarından korun. Zulmün sonu yıkımdır, yattığı yer kötüdür, cezalandığı yerde kalır. Ve kötü akıbeti görür.

Savaşlardan vazgeç çünkü savaş, insanların nefretini ortaya çıkarır. Nefretin köklerini yeşertir. Şer ve fitnenin ateşini yakar, akrabaların kalbindeki iyilikleri kurutur. O, günah analarından biridir, dâimâ çok olup azalmayandır. Doğurduğu kızların hepsi de fitnedir. Sana düşen tevbe etmendir.

Devamlı korku üzere ve uyanık ol. Gurur ve gaflette olanda hayır yoktur.

MAKÂMÂT İLE KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARININ
MUKAYESESİ

MAKAMLARA YÜKLENEN ORTAK ANLAMLAR

Bu bölümde, Zemahşerî’nin Makâmat'ında işlemiş olduğu makamları ve bu makamlara yüklemiş olduğu anlamlar ile bunların klâsik tasavvuf kaynaklarındaki işlenişlerini karşılaştıracağız. Bununla, Zemahşerî’nin Makâmât adlı eserinden yola çıkarak, onun tasavvufi kavramlara bakış açısını ortaya koymayı hedefliyoruz.

Zemahşerî, eserinde hemen hemen bütün makamlarda, dünyanın faniliğini vurguladığından zühdü, nefsi kötülüğün kaynağı olarak gördüğünden nefsi, yalnızlığa çekilmenin gerekliliğini dile getirdiğinden uzleti, İbâdetlerde ihlâs ve takvânın önemini belirttiğinden takva ve ihlâsı ve az ile yetinmeyi sıkça işlediğinden kanâati bu bölümde ana başlık hâlinde işlemeyi uygun gördük.

Zemahşerî’nin Makâmât ’mda bu başlıklara yüklediği anlamları, klâsik tasavvuf kaynakları ile mukâyese edip ortak ve farklı söyleyenleri değerlendireceğiz.

Bu karşılaştırmayı yaparken, tasavvuf kaynaklarından, tasavvuf ilminin omurgasını oluşturan, tasavvuf ilmini sistematize eden ve bir tasavvuf araştırmacısının mutlak başvuru kaynağı olan eserlerden yararlanacağız. Bunlar: el- Muhâsibî’nin (ö. 243/857) er-Riâye’si, Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) er-Risâle’si, Hucvirî’nin (ö. 465/1072) Keşfu’l-Mahcûb’u, Kelâbâzî’nin (ö. 385/995) et- Ta’arrufu, Serrâc’m (ö. 378/988) el-Lüma\ İmâm-ı Gazâlî’nin (ö. 505/1111) İhyâsı, İmâm-ı Rabbânî’nin (ö. 1043/1624) Mektûbâfı, Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) Avârif’i, el-Mekki’nin (ö. 386/996) Kûtü’l-Kulûb’u, Abdulkadir-i Geylânî’nin (ö. 561/1166) el-Fethu’r-Rabbânî,sidir.

Bu karşılaştırmayı yaparken, önce ele aldığımız başlığın sözlük ve terim anlamlarını, sonra klâsik tasavvuf kaynaklarında o makama yüklenen anlamı, akabinde de Makâmâtü’z-Zemahşerî’âe. kavramın işlenişini ele alıp, değerlendirmeyle sonlanan bir sistem uygulamayı uygun gördük.

Tasavvuf klâsikleri ve Zemahşerî’nin zühd, nefs, uzlet, takvâ, ihlâs ve kanâat kavramlarına bakış açılarını sergilemeden önce bu kavramların sözlük ve terim anlamlarına değinmek yerinde olacaktır.

ZÜHD

Zühd, sözlükte, “bir şeyin azlığı, bir şeyi küçük gördüğünden onu terk etme, ondan yüz çevirme, soğuk ve ilgisiz davranmak, eşyâya dâir isteklerin bütünüyle düşmesi” gibi anlamlara gelmektedir.

Terim olarak ise: Rabbine yönelmesi için, kulun başkasıyla ilgilenmekten arınması, Allah’a yönelmek için dünyadan el etek çekmesi, elde mevcut olsa bile gönülde mal ve mülk sevgisine yer vermemesi, fuzûlî ve lüzumsuz olanı terk etmesi, helâl ve mübahm ihtiyaçtan fazla olan kısmını terk etmesi, hesap korkusundan helâle yönelmesi, azap korkusundan da haramı terk etmesi, dünyaya rağbeti azaltması, dünyaya doludizgin dalmaması, dünyâ ile ilgili isteği azaltması, elin boş olduğu şeyden kalbin de boş olması demektir.

Zühd, rhu dünyevî meşgalelerden ve bunalımlardan arıtarak, içten mâsivâyı atıp yalnız Allah sevgisini kalbe yerleştirmek gibi anlamlara da gelmektedir.

KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARINDA ZÜHD

Zaman, belirlenen ecele yaklaşmakta ve her an, ömründen bir parça götürmektedir.  Her şahsın takdir edilmiş bir eceli vardır. Bu ecel ne takdim ne de tehir olunmayacaktır. Ecelden kaçış mümkün değildir? Kişi, her an ecelin gelebileceğini, ömür mühletinin dolabileceğim düşünmeli, ömür için kesin bir tarihin mâlûm olmadığını bilmelidir. Allah korkusuna sâhip mürîd, hiç bir an ve durumda, ölüme ansızın yakalanmaktan kendisini emniyette saymamalıdır.

Cüneyd-i Bağdadî (ö. 297/909) bir nasihatinde şöyle der: “Amele sarıl, ölüm seni acele yakalamadan amelinde acele et! Sana gelinmeden sen kendine gel! Dünyadan gelip geçenler senin için ibret konumundalar.”

Hırsını azalt, ileriye dönük plan kurmayı (tûl-i emel) bırak; ölümü iki gözünün arasına al! Sana ölüm gelecek ve kabre gireceksin. Emel azalttıkça mevki yükselir. Çünkü emelini kısa tutarsan yaptığın işler temiz olur. Tûl-i emelin iki sebebi vardır: Biri cehâlet, diğeri de dünyâ sevgisidir. Bazen genç, gençliğine güvenir de ölümünü uzak görür. Halbuki ölümün, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık gibi yaş haddi yoktur." Amel işleme vakti de gençliktir. Akıllı olan, bu vakti kaçırmaz, fırsatı ganimet bilir. İnsan yaşl11 ık zamanına kalamayabilir, kalsa dahi ibâdete güç yettiremeyebilir.

Yazık sana! Sen pek yakında ölecek ve yüz üstü sürülerek evinden çıkarılıp götürüleceksin, övünüp durduğun malın da yağmalanacak ve seni koruyamayacak. Nasıl olsa, sonunda mutlaka iyalı ve evlâdı terk edip Hakk’a ulaşacaksınız. Şimdiden kendinizi ölülerden sayınız.

Hesâba çekilmeden önce kendinizi! hesâba çekiniz. Amelleriniz tartılmadan onları siz tartınız ve kendinizi ibâdetlerle süsleyiniz!13 Dünyada kendisini hesâba çekenin uhrevî hesâbı kolay, çekmeyenin de hesâbı zor olur.

Kabir, kıyâmet, cennet ve cehenneme inanan kişi, ölüme hazırlanmalıdır. Kendisini dâimâ mezardaki ölülerden saymalıdır. Çünkü her gelecek yakındır. Bilmiş ol ki; dünyanın zevklerini seven, ona aldanan ölümden gafil olur ve ölümden bahsedilence ondan nefret eder. Arif olan ise devamlı olarak ölümü hatırlar, çünkü ölüm, sevgilisi ile buluşma zamanıdır.

Ölümü ve ötesini düşünün, Rabbinizi ve onun sizi hesâba çekeceği günü düşünün, size mühlet verdiğini hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, dünyaya rağbeti söndürür ve tevekkülle her şey kalbinden çıkar ve Rabbine bağlanırsın.

Dünyalığa rağbet ettiğin sürece sağlam olamazsın, kalbin Allah’ın dışında bir şeye güven duyduğu sürece sağlam olamazsın. Kalbinden dünyâ kaygılarını çıkar. Çünkü yakında oradan alınacaksın.

A düşünceli (!) adam! Bakıyorum da insanları pek memnun ediyor Hakk’ı kızdırıyorsun. Dünyanı imar ediyor ama âhiretini harabeye çeviriyorsun. Pek ı ele vereceksin. Yakalaması çok çetin ve acı verici olan yüce zât seni yakalayacak.

Kalpleriniz dünyâ sevgisi ve hırsıyla hastalanmış. Onu dünyaya değer vermeyerek ve Hakk’a yönelerek iyileştiriniz.

Sizi Allah’tan alıkoyacak şeylerden, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi kaçın.  Dünyaya ve dünyâ malını toplamaya, rızık aramaya karşı aşırı hırslı oluşunuz sizi Allah’m yolundan ve kapısından alıkoydu.23 Dünyada zayi ettiğim, boşa harcadığım günlerimden dolayı bana yazıklar olsun.

Sanki hiç ölmeyecek, kıyâmet gününde haşredilmeyecek ve Hakk’m huzûrunda hesâba çekilmeyecek, sırat köprüsünden hiç geçmeyecekmiş gibi gaflet içinde yüzüyorsun.

Dünyâ, zâhirde tatlı ve tâzedir. Ama hakikatte öldürücü bir zehirdir. Altın kaplı necasettir. O, boyası, süsü ve hayâsızlığı ile süslenip aldatanların en şerlisidir. Onun tâzeliğine ve tadına bakan sonsuzluğa dek pişman olur. Çünkü dünyâ, dış görüntüsüyle alımlı; içi ise tuzak, hile ve aldatmadan ibarettir.

Dünyaya meyletmeyin! Zira o hilekâr ve aldatıcıdır. Yenisi eskir, varlığı yok olur, çokluğu azalır, izzeti zillete dönüşür, iyiliği yok olur. Dünyanın dışı süslü, içi pislik doludur. O, çeşitli boyalar ve türlü elbiselerle süslenen yaşlı ve çirkin bir kadın gibidir. Onun peşine takılan pişman olur.

Dünyanın ayıplarını ancak kalp gözüyle bakarsan görebilirsin. Eğer beden gözünle bakarsan onun süsleriyle oyalanarak ayıplarını göremez ve kalbinden çıkartamaz, ondan uzaklaşamazsm.

Dünyâ nimetleri, sonu gelmeyen bir kalp meşgalesi, berâberinde hiçbir rahatlık olmayan bir hırs ve bitmez bir üzüntü, ölümden sonra da tadından eser kalmadığı hâlde bekletilip hakkında sorguya çekilen, fâni şeylerden ibarettir.

İyi biliniz ki, bütün kötülüklerin başı dünyâ sevgisidir. O, müzmin bir hastalıktır. Kısa bir şehvetin, uzun pişmanlıklar vereceği unutulmamalıdır.3? Dünyâ büsbütün sıkıntı ve musibetlerle doludur. Her nimet berâberinde bir musibet getirir. Hüzünsüz bir neşe ve darlıksız bir bolluk olamaz.

Fuadyl b. İyâz (ö. 187/802) demiştir ki: “Şerrin anahtarı dünyâ sevgisi, hayrın anahtarı da zühddür.”

Dünyâ kötülüğün icrâsında nefsin yardımcısı olduğundan, Allah katında buğz ve lânete uğramıştır. Allah katında dünyâ zelil, hakir ve yaratılmışların en sevimsizidir.

Dünyâ, Allah’ın dostlarına, Allah’a giden yolları kapatmaya çalıştığından ötürü düşmandır. Onun kötülüklerinden kurtulmanın ilk yolu onu tanımaktır.

Dünyâ sevgisi bütün hataların başı, onu sevmeyi terk ise bütün İbâdetlerin başıdır. Dünyâ, kalbi, Allah’ın zikriyle meşgul olmaktan alır, gayrisi ile meşgul eder. Dünyayı terk etmenin hakîkî mânâsı ona rağbeti terk etmektir.

Şeytan dünyayı süsler, âhiretten alıkoyar. Akılla berâber kitap ve sünnet verilmiş ki, nazarı dünyadan âhirete yönlendirmek gerekir. Çünkü dünyayı istemekle birlikte, selâmette kalmak çok zordur. Said olan, kalbini dünyâ muhabbetinden soğutup Hakk’m muhabbet ateşiyle tesir altına alandır.

Yahya b. Muaz (ö. 258/871) demiştir ki: “Dünyâ, âşıkları için süslenmiş bir gelin gibidir. Ona karşı zâhid olanlar, güzelliklerine iltifat etmemişlerdir.”43

Ebu Süleyman Abdurrahman b. Atiye ed-Dârânî (ö. 1215/1830) şöyle söyledi: “Dünyâ kalpte yerleşti mi, âhiret kalpten göçer.”

Kalbini Allah ile meşgul et, O’nun dışındaki her şeyden kalbini arındır! Kalbi temizlemenin yolu hırka, teşbih ve tehlil ile parmakları oynatmak değildir. Hakk’ı istemek, kararlılıkla, dünyadan ilgiyi kesmekle ve Allah dışındaki her şeyden soyutlanıp uzaklaşmakla olur.

Kalplerinizi Allah’m dışındaki her şeyden temizleyin. Faydayı, zararı başkasından bilmeyin. Siz onun diyârında ve sofrasındasınız.

Dünyâ gidiyor, ömürler tükeniyor, âhiret durmadan size yaklaşıyor, sîzinse âhirete yönelik hiçbir azığınız yok, bütün kaygınız dünyada ve dünyâ malını toplamaktadır.  Akıllı olan, dünyaya aldanmaz, boş olana gönül bağlamaz.30

Dünyâ ve zevklerine önem verme! Rabbini düşün, dünyam âhir etin için imâr et!31 Sâhip olduğun hiçbir şey seni şımartmasın. Çünkü yakında onlardan eser kalmayacak?2

Hz. îsâ (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dünyayı kendinize efendi edinmeyiniz ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Dünyadan geçin, imârına bakmayın.?3

Dünyanın ömrü yakın bir geleceğe kadardır. Nimetleri kalmayacak, güzelliği bozulacaktır. Hırçın huyludur. Eliyle insanları boğazlar, sözleri zehirdir, zevkine düşkündür. Bundan ötürü imanı sağlam olan kimse dünyayı kalbi için kalıcı bir yer, oturulacak bir ev olarak kabul etmez?4

Dünyanın zevkleri sizleri aldatmasın. Çünkü siz yakında yok olacaksınız, sizin ardınızdan dünyâ da yok olacak?3 Aldanıp da ödünç malı kendinin sanma, yakında senden alınacak ve sana hesapları sorulacak. Bütün nimetler Allah’tandır. Onların yardımı ile Allah’a itâat ediniz?6

Vay sana, ey nefis! Dünyâ zevklerine iltifat edip onlarla ünsiyet edeni, sonunda ölüm yakalayıp onlardan ayırdığı vakit, hasretinin daha çok olacağını bilmiyor musun?

Geçmişte yüksek binalar inşa edip oturamayanı, yiyemeyeceklerini toplayanı görmüyor musun? Kesin terk edeceğin dünyayı imar edip ebedi mekân âhireti tahrip etmek akıl kârı mıdır?37

Babalarınızın, dedelerinizin ve hükümdarlarınızın öldüğüne tanık olmadınız mı? Onlardan öğüt alıp dünyâ malına ve kalıcılığına olan iştiyakınıza dur deseniz ya?8

Ölümü düşünmenin en etkin yolu, kendisinden önce ölüp toprak altına girenlerin nasıl çürüdüklerini, mallarının nasıl mahvolunduğunu, yerlerinin nasıl boş kaldığını düşünmektir. Ummadığı zamanda ölümün pençelerini kendisine nasıl taktığını düşünür ise kalbi yumuşar?9

Geçmiş günahları sürekli düşün, sorgulanma ve azapla nefsini korkut!          Dünyada yapılacak en güzel amel, ona karşı Zâhid davranmak ve âhireti ona tercih etmektir. Bunu yapmayınca bütün zevkleri terk et!

Zâhid, dünyanın hiçbir varma sevinmeyeceği gibi hiçbir yoğuna da üzülmeyecektir.

Kalbinle Hakk’a koş ve onun rahmet eteğine tutun ki, dünyâ kaygısı kalbinden çıkıp gitsin. Dünyâ elbisesini çıkart da âhiret elbisesine bürün!  Dünyâ zevkleriyle dolu olup dünyâ hayâtını arzulamak âhireti dünyaya satmaktır.6?

Günlerinizi ve aylarınızı ne de az değerlendiriyorsunuz! Ömrünüzü yok yere tüketiyorsunuz. Sizin, dünyanızla ilgili işlerinizi eksiksiz yaptığınızı, Dînînizde ise ihmalkâr davrandığınızı görüyorum. Bunu tersine çeviriniz ki doğruyu bulasınız. Dünyâ kimseye kalmamıştır, size de kalmayacaktır.

Gönlünü faniye bağlayan, fânî olur. Baki’ye bağlayan, nefsi fönî olsa da beka ile baki olur.

Ebû Hüseyin Nuri (Ö.295/907) der ki: “Sûfî mâlik ve memlûk olmaz.” O, hiçbir şeye sâhip olmadığı gibi, hiçbir şey de ona sâhip değildir.

Seriy es-Sakati (ö. 257/870) şöyle söyledi: “Kimseden bir şey istemeyen, yanında da kimseye vereceği bir şeyi olmayan; her hâlinde Allah’a güvenen kısa yoldan cennete gidecektir.”

Dünyâ, tatlı bir yeşilliktir, yuları da sultanların elindedir. Bundan ötürü âhiret âlimi, sultanlara sokulmamalı, uzak durmalı ta ki hatalarına ortak olmasın.

Gaflet içerisinde bulunan âlimler, dünyayı gönüllerinin kıblesi, padişahlarm çevrelerini tavaf yeri, hâlkm itibarını kazanmayı da mihrap edinmişlerdir. Zekâlarının hilelerine kanmış, kalplerini sözlerindeki lafzî güzellik ile meşgul etmişlerdir. Şer âlimleri, ilimlerini kullanarak dünyâ nimetlerini elde etmeye çalışırlar.

Gerçek âlim, âhireti dünyaya, Allahu Teâlâ’yı nefsine tercih edendir. Âhiret âlimleri, dünyada zühd sâhibidirler, dünyayı önemsemezler, sâlih amel işlerler. Gerçek zühd sahibi âlimler dînîn temeli olan zarûrî ilimleri öğrendikten sonra, tamamen Allah’a yönelir, her şeyleriyle ona bağlanırlar. Mâsîvayı terk ederler. Böylece ruhları kurbiyet makamına ulaşarak elde ettikleri nurları, kalbleri üzerine dökmeye başlarlar. Böylece kalpleri her türü ilimleri anlamaya başlar ve idrakleri artar.73 Çünkü Allah, dünyayı terk eden, ona rağbet etmeyen, ondan yüz çeviren kulunun rûhunu saf, kalbini nurlu kılar.

Dünyaya gönlünü kaptırmayanın kalp yolları açılır, genişler ve içinden ilim pınarları akar. Bu sular bir araya toplanır ve kalbte insanların istifade edeceği menbalar oluşur. Dünyadan gönlünü çekmeyen, hikmet sahibi olmaz.

Dînîni, sultanların, hükümdarların, zenginlerin ve haram yiyicilerinin vereceği küçücük şeylere değişme. Yiyeceğini, dînîni kullanarak sağlarsan kalbin kararır.

Hiç utanmıyor musun? Hırsın seni zâlimlere uşaklık etmeye ve haram lokma yemeye sürüklemiş. Ne zamana kadar haram lokma yemeye ve şu hükümdarlara uşaklık etmeye devam edeceksin? Onların hükümranlığı pek yakında son bulacak. Akıllı ol da dünyada az bir mal ile yetinmeyi bil ki âhirette bolca mükâfatın olsun.

Ey âlim! İlmîni dünyâ-perestlerin yanında kirletme! Yüce olanı alçak olanla değişme! Âlimin insanların kapısına koşacak ayakları yoktur. Zâhidin, insanların mallarını alacak elleri yoktur. Dînîni, yemek için vesile kılma. Çünkü din vesilesiyle ancak âhiret yenir.

Ulemânın dünyâ sevgisi, ona karşı istekli olmaları güzel yüzlerinde siyah bir lekedir. İlim, eşyânın en azîzi, en şereflisidir. Böylesini mala, şöhrete ve dünyalığa âlet etmemeli.

Sultanların uşaklığı ile zaman harcama; Allah’a uşak ol. Bilgili olduğunu iddiâ edip de sultanların önünde eğilen bilginin, bereketi kaçmış, özü gitmiş, kabuğu kalmıştır.

Senin kulluğun görünüşte Allah için, ama gerçekte insanlar içindir. Bütün istediğin ve kaygı ettiğin şey onların elindeki dirhem, dinar ve varlıktır. Kapılarında uzun süre durup tatlı ve yumuşak konuşmalarınla, hazırladığın oyunlarınla sana bir şeyler vermelerini umuyorsun.

Oysa dünyayı asıl sahibinden değil de, başkalarından istemek bilgisizliği gösterir.83

Allah, lutfunu dilediğine verir. Dilediğine de hadsiz hesapsız rızıklar ihsan eder. Hayrın hepsi onun elindedir. Vermek de, vermemek de ona aittir. Akıllı kimse, onun kapısından ayrılmayan, başka kapılarda da işi olmayandır.

İyi âlim, ilmiyle dünyayı talep etmez, dünyanın bakirliğini bilir. Lezzetlerine kaçmaz. İyi âlim lükse kaçmaz, israftan uzak durur ve aza kanâat eder.

Meliklerin yemekleri her ne kadar lezzetli olsa da kalbin marâzını arttırır. Onların sohbetinden kaç; hem de aslandan kaçtığından daha fazla kaç. Bunlardan kaçmak her ne kadar dünyevi ölümü icap ettirirse de âhirette faydalı olur.

Edebiyat sanat ve luğata dalıp ameli terk etmek doğru değildir. Bazıları nahiv, luğat ve şiirle meşgul olmakla aldandılar. Bunlarla uğraşmaktan affedileceklerini sandılar. Ömürlerini, nahiv inceliklerinde, şiir sanatında ve garip luğatlarla uğraşamakla tükettiler. Oysa biraz düşünselerdi, Kur’ân ve sünnetin anlaşılmasına yarayacak kadar edebiyat, luğat ve nahiv kâfi idi. Fazlasının lüzumsuz bir yorgunluk olacağını anlarlardı.

Ehl-i dünyâ, edeb denince genellikle fesahat, belâğat, bilgi ezberleme, yöneticileri eğlendirme, şiir ve sanatkârlık gibi şeyleri anlarlar. Dindarlar ise edebiyattan, daha çok riyazet, organları eğitmek, kalbi temizlemek, şüphelerden kaçınmak gibi şeyleri anlarlar.

İçinde dünyâ sevgisi olan kalpler Allah’tan mahrumdurlar. Allah dostları, rızk kaygısını kalplerinden çıkarmışlardır. Çünkü onlar, rızkın belirli vakitlerde gelmek üzere takdir edildiğini bilirler. Bundan dolayı rızk aramayı terk etmişler ve hükümdarlarının kapısını mekân tutmamışlardır. Allah’ın lutfüyle, yakınlığıyla hiçbir şeye ihtiyaçları kalmamıştır.

Gerçek akıl sâhipleri, zühd sahibi dünyaya gönül bağlamamış âhiret âlimleridir.

Kalbine dünyâ sevgisi yerleşen kimse, helâl haram ayırımı yapmadan dünyâ malını toplar.93 Akıllı olan, helâlin hesap, haramın da ceza getireceğini unutmaz. Kurtuluş isteyen, nefsini haramlardan, şüpheli şeylerden, şehvet ve arzu ile istenen şeylerden uzak tutsun. Haram ve şüpheli şeylerden sakının. Şüpheli şeylerden sakınmak dînîn örtüsüdür.

Dünyâ, çalışma ve sıkıntılara sabretme yurdudur. Dünyâ yorgunluk, âhiret ise dinlenme yurdudur.

Tasavvuf ehli, dünyaya değer vermeyip kısmetlerini takvâ ile elde ettiler. Sonra âhireti istediler ve onun için çalıştılar.

Cüneyd-i Bağdadî (Ö.297/909) şöyle söyler: “Biz tasavvufu kuru laf ile değil; açlık, dünyayı terk ve nefsin sevip alıştığı şeylerden alakayı keserek elde ettik.”

Allahu Teâlâ için giyilen elbise, avret mahâlini örtüp içinde farzların eda edilebileceği elbise olmalıdır. Elinizdeki az ile yetinin, ölmeyecek derecedeki nafakanıza râzı olun.

Hasan-i Basri (ö. 110/728) şöyle buyurdu: “ Ölmeyecek kadar yiyen, ömür boyu ikinci elbisesi olmayan, yatmak için özel döşek edinmeyen, özel yemek arzulamayan bir takım insanlara yetiştim.”

Sûfinin kalbi bütün masivadan sıyrılmış, kulağını sâdece Allah’ı dinlemeye hasretmiş ve gözü hep O’nun tecellilerini müşahede etmiştir. Bütün varlığıyla Allah’a yönelmiştir.

Sûfî kelimesi ile ilgili olarak yapılan izahların hepsinde; dünyadan boşanmak, nefsi ondan uzaklaştırmak gibi anlamlar mevcuttur.IO? Çünkü sûfiler, imkân nisbetinde Hakk’tan başkasından bir şey istemezler. O’ndan başkasını istek mahâlinde görmezler. Çünkü istemek Hakk’tan başkasına yönelmektir. Sûfiler dünyayı terk ettiklerinden dolayı kalp temizleme işini en iyi yapanlardır.

İbrahim b. Edhem (Ö161/909 ) veli kulu şöyle tanımlamıştı: “Gözü hiçbir şeyde olmayan, nefsini Allah için her şeyden boşaltandır.”

Mürîd olmanın ilk şatlarından bazıları şunlardır: Dünyevî makamlardan uzak durmak, sıkıntıya aldırış etmemek, dünyadan el çekmek, kalpte Allah’tan gayrisinden kurtulmaktır.

Tasavvufun temeli, Dînîn âdâbını korumak, elini haram ve şüpheliye uzâtmaktan tutmak, gafletten uzak durmaktır.*  Tasavvuf ehli, dünyadan, nefsten, istek, arzu ve emellerden kurtulmayı hürriyet olarak tanımlamışlardır.

Âhiret tâlibine dünyayı terk etmek yaraşır. Dünyayı terk etmekten maksat varlığına aldırış etmemek, yokluğuna üzülmemek ve servetine kapılmamaktır.

MAKÂMÂT’TA ZÜHD

Tasavvuf klâsiklerinin, dünyaya gönül bağlamama, kalpten dünyalığı çıkarma diye tanımladıkları zühde verdikleri anlamlardan sonra, şimdi de Zemahşerî’nin eserinde zühde verdiği anlamları işleyeceğiz. Bundan sonra da ortak terminolojiyi yorumlayacağız.

“Ey Ebû Kasım! Ömür kısadır, dönüş Allah’adır.”  Zaman, tâyin edilmiş; ondan kaçış yoktur. Zaman hayâtı izale için vardır.113 Zaman, ömürleri bitiriyor, binaları ve ustalarını yok ediyor, kazanca başkasını sâhip kılıyor.

Gece ve gündüzün yenilenmesiyle her yeni olan eskimekte, çürümekte ve değişmektedir. Ve her nefis sahibini kabir toprağının altına atmaktadır. Çünkü zaman denilen şey dün, bugün ve yarından ibarettir.

Senin bilmediğin, senin için takdir edilmiş ve aşamayacağın bir ecel vardır. Ölümü nefsinden uzaklaştıramazsm. Hile ve tuzaklar seni ölümden kurtaramaz. Dikkat et! Ölüm sana ânî olarak gelecektir. Uyarıcın, gece gündüz sana seslenmektedir.

Ecel yazılıdır. Emel ve arzular ulaşılması zor yalan ve oyalanmalardır. Vücuttaki canlılık ve güçlülük yok olmadan ve saçların ağarmadan gençliğin bir fırsattır. Onu değerlendir. Seni, bir yudum su bile bulamayacağın, hiçbir yardımcının olmadığı, çeşitli zorluklarla dolu ve dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağını görüyor gibiyim ve pişmanlık asla fayda vermeyecektir.

Ölüm gelip dünyadan ayrılmadan önce acele ile en mühim ihtiyacım kendine azık et ve çabucak önemli işlerini yerine getir! İnsana, va’d edilen gelmeden önce hazırhlarını yapıp tedbîrini alması için bir mühlet verilmiştir. Hani, hazırlığın nerde? O hâlde zamanın gelmiş dünyadan vazgeç!

Dünyâ seni terk etmeden önce sen onu terk et, o seni küçültmeden sen onu küçült! Seni aldatan dünyayı ağız dolusuyla boşa! Dünyayı âhirete tercih etmekten daha zayıf bir görüş yoktur. Dünyâ, sürekli gece ve gündüzüyle seni yontarak küçültmektedir.

Dünyanın süsü ve metâı seni aldatmıştır. Dünyaya olan sevgin onu seçmene özür olmuş, Sevgisi kalbini kalın bir örtü ile örtmüş ve şeytan, gözlerini güzelliklerle süslemiştir.

Dünyanın zevk ve çekici şeylerini anmayı bırak! Allah’a dön. İtâatle geçirmediğin gençliğin için ağla, senden ayrılan dost ve zorbaların akıbetini düşün! Onların sağlam kulelerde yaşıyor olmaları onları ölümden kurtarmadı.

Fânî dünyanın sevgisine kapılmakla helak olmuş herkes. Kendini tamamen dünyanın nimetlerine bağlayan alçalarak ona itâat ediyor. O, bal ile sıvanmış öldürücü bir zehirdir, emel ve sıkıntıdan hâli değildir. Balı, arının ısırması; hurması da dikeni ile berâberdir. Akıllı insan dünyanın çekiciliğine kapılmaz.

Dünyâ metâı seni Allah’a yönelişten vazgeçirmesin, güzel kadınlara kapılma, gücünü ve aklını malın kancalarına bağlama. Görüntüsü saf ve berrak olan fakat altında bulanık suyun aktığı bu dünyâ güzelliği seni aldatmasın. Çünkü arkasında azap edici belalar vardır.

Allah için boynundan dünyâ tamaı ve ümitsizliğini çıkar! Fânî ve az olan meta’ı, ebedi ve çok büyük olan mülk ve nimete tercih etmekten nefret et! Dünyayı kendine karargâh edinme, şüphesiz dünyâ senin asıl yerin değildir. O, föhişe, isteyene yumuşak davranan zinâkâr bir kadındır. Onu arzulamak belâya dûçar

kılar!133 Oyun ve eğlence mekânlarında kervanını durdurma!  Dâimâ ölüm ânını düşün! Dünyada kendini ölü hisset!

Dünyâ fâni, terk edilmeye lâyık, Allah katında bir sineğin kanadı kadar bile değeri olmayan bir yerdir. Allah Resulü ve O’nun dostları dünyayı anlamsız görmüşlerdir.

Dünyanın istirâhatı da geçicidir. Bundan ötürü dünyâ hayâtı iyi mi geçmiş, kötü mü geçmiş, aldırma! Çünkü dünyâ ve nimetleri az bir zaman sonra seni terk eden bir gölgedir.

İlmî, itibar kazanmak için öğrenene, sultanlara ve vereceklerine ulaşmak için ilmini kapılarına merdiven basamağı yapanlara yazıklar olsun. Vallâhi, İlâhî ilham ve semâvî tesâdüfe ittifak daha hayırlı ve bereketlidir. Alaca yılanların ısırması, sultanların verdiğinden daha hayırlıdır.

Zulüm ve belki haksızlıkla elde edilen altın ve paranın sana verilmesine râzı olma! Çünkü sultanların dağıttığı her şey şüphelidir. Sultânın peşinden koşturanın çabasını Allah kabul etmesin. Allah, haracı getireni, işleri kontrol edeni ve alanı, üzerlerine rahmet kapıları açılmamak üzere kapatsın. Vergi ve haracı bekleyen ve takip edene hayır vâki olmasın.

Yazıklar olsun! Cismin, sultanların ve zâlimlerin kapısında durmasın, ismin defterlerinde yazılmasın, temiz olman için rızklarından nefsini uzak tut, vereceklerine iltifat etme! Sürekli Rabb’inin huzûrunda ol, gölgen mescidin bahçesinden uzak olmasın, övgünü hâlis bir şekilde Rabb’ine yap!

İlim ve edebiyâtm semeresi; dünyâ ve nimetlerin küçültmek, nimetlerine iltifat etmemek, ziynet eşyâlarm takmmamaktır.I4?

Allah’ın bâzı kulları vardır ki, hiçbir melikin kapısını çalmamış, onun eşiğine ayak basmamış ve sultanın mertebesine gözü ilişmemiştir.

Ey Ebû Kasım! Allah’ın fazlından, temiz ve helâl olanını sana rızk olarak vermesini iste, temiz olan ancak temiz olanı ister. Temiz olan, helâl veya haram

olduğu belli olmayan kaynaklardan içmeyi nefsine uzak tutar ve harama dalmaya karşı sabırlıdır. Harama esir olmaz, çok zor durumda kalsa bile sabreder, harama sapmaz, her ne sebeple olursa olsun haramdan mutlaka sakın.

Haram maldan bol yiyip güzel bir geçime sâhip olanı Allah mutlu ve huzurlu kılmasın.

Dünyâ hayâtının kısacık günlerinde yorul ki, ebedî istirâhata kavuşabilesin, gevşeklik veren tembellikten uzak dur.       Çünkü dünyadaki sıkıntı ve elem, uhrevî hayâta göre çok kısa ve basittir.130

Hayat denilen şey, ya rahatlık, genişlik ve zenginliktir; ya da sıkıntı, darlık ve fakirliktir. Bunlardan hangisi takdir edilmiş ise kişiye o vardır. Ayrıca tatlı an ile acı an aynıdır. Çünkü peş peşe gelirler.131 Gerçek akıllı olan kişi hedefi dünyâ ve süsü olmayandır.132

Sonu ölümlüdür diye düşünen bir adam için, üç direkli bir çadır ile firavunun yüksek sütunlar üzerinde inşa edilmiş sarayları aynıdır. Nakışlı elbiseler giyinen güzel kadın yerine takvâya ulaştıran bir kadın tercihe şayandır. Yemek yerine sabah akşam iki tas arpa yemeği yeterlidir. Yemen, San’a ve Adn’da dikilen ve kisralarm giydiği pahâlı kürk ve elbiseler yerine avret yerlerini kapatan ve çıplaklığını örten giyisiler yeterlidir. Onun gözünde altın iplikle dokunmuş meliklerin omuzlarında sarkılan süslü ve güzel elbiselerle fakirin omzunda yırtık ve kalın dokunmuş çürük bir aba aynıdır.133

Dünyada ihtiyaçların şunlar olsun, avret yerini örten eski bir elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek. Bunları elde edince sanki bütün nimetleri elde etmiş sayılırsın.134

Değerlendirme:

Kısaca, kalpten dünyayı çıkarıp, gönlü sâdece Allah’a has kılmak olarak tanımlanan zühd ile alakalı karşılaştırmanın iki yakası olan tasavvuf klâsikleri ile Makâmâfm muhtevâlarını sergiledikten sonra, şimdi ortak anlatımlardan yola çıkarak değerlendirmeye gideceğiz. Amaç, anlayış birlikteliğini sergilemektir.

Sûfîlerin dünyaya karşı tavırları, “zühd” diye isimlendirdikleri genel kavramın kapsamı altında sembolleşir. Gerek Müslüman ve gerek gayr-i Müslim mistiklerde zühd, dâimâ sûfî hayâtın temel unsuru olmuştur.133 Çünkü dünyâ, onlar için günahlarla, isyan ve hatâlarla dolu; dînî hayâtı tehdit eden ve âhirete de hazırlanmaya engel teşkil eden bir yerin sembolü olmuştur.136

Zühd, tevekkül, dâimâ Allah’la meşgûliyet, her işte ve düşüncede O’nun rızâsını gözetmek, nefsin arzularıyla mutlu olmamak, insanların medih ve zemlerine aldırmamak, tasavvuf ahlâkının bütün meselelerinin temelini oluşturmaktadır.137

Gerek tasavvuf kaynaklarında ve gerekse Makamâfta. en yoğun işlenen konu zühddüv. Yâni dünyaya iltifat etmeyip, güç ve kuvveti âhirete yönlendirmektir. Zühd, Makâmâfm yaklaşık yarısını teşkil eden bir bölümü ihtivâ etmektedir. Bu da Zemahşerî’in zühde verdiği önemi göstermektedir.

Zemahşerî, Afokâmafmda zühd ile alakalı kısaca şu ana temalara değinmiştir: Ömür kısa, ecel yazılıdır. Ölümden kurtuluş mümkün değildir. Fânî, Allah katında değersiz, nimetleri musibetle berâber olan dünyâ, süsü ve çekiciliğiyle seni aldatmıştır. Ölüm gelip çatmadan, âhirete yönelik tedbirini al! Çünkü dünyadaki sıkıntılar uhrevi hayâta göre çok basit ve kısadır.

Dünyada az bir yiyecek ve giyecek ile yetin! Dünyaya aşırı hırslı olma! Sultan ve meliklerin verdikleriyle ilmini ve âhiretini lekeleme, sürekli temiz ve helâl olanını arzula ve haramdan da mutlaka sakın!

Tasavvuf yolunun esâsı, dünyâ ve güzelliklerinden yüz çevirmektir.138 Tasavvuf ve tarikatın ilk merhâlesi de vera ve zühdü artırmadır.139 Tasavvufi hayâtın temel tutumu ise fakrdvt}6® Tarih boyunca sûfiler ile yöneticiler arasında genelde soğuk ilişkiler olmuştur.   

Bu çıkarımlardan yola çıkarak şöyle bir sonuca varılabilir: Zemahşerî’nin zühd anlayışı ve zühde verdiği önem ile tasavvufta zühdün işlenişi ve önemi, ciddî bir paralellik arz etmektedir. İyice incelenip sistematize edildiğinde zühd ile alakalı dil, anlam ve önemin hemen hemen aynı olduğu açıkça görülecektir.

Tasavvuf disiplininin ana konusunu teşkil eden zühdü sâdece Zemahşerî’de değil, Mu’tezilî ekole mensup birçok öncü düşünürde de görmekteyiz. Netice itibârıyla Haşan el-Basri’nin (ö. 110/728) erdemi, bilgisi, dindarlığı, zühd ve takvâsıyla, onun eğitiminden geçen Mu’tezile'nm öncülerinin onun ahlâk ve zühd anlayışından etkilenmemeleri mümkün değildir. Hatta özellikle zühd ve takva açısından tamâmen onun görüşleriyle bütünleşmişlerdir denilebilir.

NEFS

Nefs, lügat olarak: bir şeyin varlığı, hakikati, zâti, kendisi, can, benlik, ceset, kan, cisimsel varlığın kaynağı, arzu ve murad, izzet, ruh, akıl, aşağı duygular, işkence, ukubet gibi anlamlara gelir.

Terim olarak ise: Kendisinde irâdî hareket, his ve hayât kuvveti bulunan latif, buharlı bir cevher, kulun kötü huyları ve çirkin vasıfları, kötü his ve duyguların mahâlli olan latife.

“Kötülüğü emreden” mânâsına geldiği gibi, “Allah tarafından insana üflenen İlâhî ben” mânâsına da gelmektedir.

Nefs, genel olarak kulun kötü fiillerini, çirkin huylarını ve niteliklerini oluşturur.

KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARINDA NEFS

Tasavvuf ehli, nefsi kulun çirkin fiil ve ahlâkı diye tanımlarlar.I6? Nefs, kötülüğün ta kendisidir. Şerrinden emin oluncaya dek onunla savaşılmahdır. Korkulan her mahzurlu, iş nefisten ileri gelmektedir. Bu da ona muhâlefet etmenin Allah’a itâat olduğunu göstermektedir. Kişi nefsinden ne oranla uzaklaşırsa, Rabbi hakkındaki mârifeti o derecede olur. Nefsini ubûdiyetle tanıyan, Rabbi’ni rubûbiyetle tanımış olur. Nefse muhâlefet etmek, bütün ibâdetlerin başı ve tüm mücâdelelerin kemâlidir. Kul, bundan başka Hakk’a giden bir yol bulamaz. Kulun kurtuluşu nefse muhâlefet etmektir.

Sûfîler zümresi ittifakla derler ki; hakikatte nefs şerrin kaynağı, kötülüğün temeli, kötü huy ve çirkin fiillerin ortaya çıkmasının sebebidir. Nefse muhâlefet, ibâdetin başıdır. Dizginini hevânın eline verme! Zira o, seni zulmete doğru çekip götürür. Nefs, günahtan lezzet alır.  Nefsin temennisi, Rabb’ine mâsiyet, düşmanı olan şeytana da itâattir.173

Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 261/874) : “Nefs, hiçbir zaman Hakk’ın yolunda yürümez” demiştir.

Bilmiş ol ki; en büyük düşmanın, seni kuşatan nefsindir. O, dâimâ kötülüğü emreder. İşi iyilikten uzaklaşıp fenalığa meyletmektir. Onu takiye edip doğrultmak, Rabbine ibâdet için kahir zincirine vurmak, arzularından alıkoyup zevklerinden uzaklaştırmakla me’mursun. Şayet biraz ihmal edersen azar ve bir daha önüne geçilmez hâl alır. Durmadan onu uyarır ve kınarsan istenilen kıvama gelir.

Nefs, günahtaki geçici zevkleri bahane ederek günahı devamlı hâle getirmeye çalışır. Nefsin temel özellikleri vardır. Bunlar: Zayıflık, cimrilik, şehvet, cehâlet, kibir, övülmeyi sevme, zenginliği sevme ve hile.

Nefsin arzularının gerçekleşmesi onun helakidir. Arzuları cehenemin kapısını açar, arzularını red cennetin kapısını aralar. Nefsin benliğinin sınırları yoktur ve hedefleri de gizlidir. Nefs insanı cehenneme çağırır. Zire cehennemin dünyadaki numunesi nefstir. Rûhu akıl, nefsi ise arzular idare eder. Dergâha talib olana lazım gelen nefse muhâlefet etmekle yolunda yürümektir. Nefse muhâlefet etmekle rûhu ve aklı desteklemiş olurlar. Nefsin hileleri, ihlâsm temellerini mahv eder. Şu hâlde tutulacak yolun en doğrusu, nefsi istikamete çağırmaktır.

Ey âlim davası güden! Allah korkusundan ötürü akıttığın gözyaşı nerede? Sakınman ve korunman nerede? Allah için nefsini terbiye etmen, onunla mücadelen ve ona düşmanlık etmen nerede? Senin kaygın gömlek, sarık, yemek ve mal sahibi olmaktır.

Ey cemaat! Nefisleriniz ilahlık davası güdüyor, fakat haberiniz yok. Çünkü nefisleriniz Allah’a karşı zorbalık taslıyor, onun muradı dışında şeyler istiyor. Şeytanı seviyor. Allah’ın kazasına rızâ göstermiyor, sabretmiyor, aksine şikâyet ediyor.183

Nefsanî arzuların kalbe tatlı gelmesi, kalbde Allah muhabbetinin ve İlâhî tadın bulunmayışmdandır.

Nefsini, yüzlerin öne eğildiği, zâlimlerin alçaldığı, insanların Rabbine boyun eğdikleri günden sakın.

Ebû Süleyman ed-Dârâni (ö. 215/830) buyurdu: “Amellerin en faziletlisi, nefsin hevâsma muhâlefet etmektir.”

Nefs, ümitsizlik verdiğinden, tenkid edilmeli, horlanmalı ve ona güvenilmemelidir. Geçmiş günahları sürekli düşün, Allah’ın bunlardan ötürü vereceği azap ile sorgulama ve sevaplardan mahrumiyet fiilleriyle nefsini korkut. Nefsin şehvetlerini yok etme ve afetlerin izlerini silme noktasında hiçbir şey korku kadar etkili değildir. Nefis, öğüde en layık olan varlıktır. Nefsin arzularına engel olur, lezzetlerini kırar ve zevklerden ümiDînî kesersen arzuları ölür ve sen doğru yolda yücelirsin.

Mücâdelenin esâsı, nefsi alışkanlıklarından ayırmak, her hâlukârda isteklerine muhâlif olmaktır.  Nefsin çağırışına uyan delâlete ve küfre ulaşır.193 Nefsine uyan Zeliha, kraliçe iken esir hâle gelmişti. Yusuf (a.s) hevâyı terk edince, esir iken sultan olmuştu. Nefse muhâlefet etmek güç ister.

Kulun yapacağı en hayırlı iş; nefsin arzularını ve onun için en tatlı olan hevâyı kesmektir. Çünkü nefsanî arzuların ne başı ne de sonu vardır. Bunlara gem vurulmazsa bu gidişin sonu olmaz. Kul sürekli taat ve ibâdete alışır ve İbâdetin tadını alırsa, nefsin arzularına karşı kendisini korumuş olur. Kul, nefsini şerlere karşı haps etmeli ve onu devamlı surette taat üzere tutmaya çalışmalıdır.

Nefsin ayıplarını araştır, kötülüğünü ve yalancılığını hatırlat ta ki mazeretleri ortadan kalksın.

Nefs, serkeşlik yaptığında, takvâ gemisi ile durdurulmalı, süslendiğinde forsu kırılmalı, çirkin pâyesi sürekli hatırlatılarak zillet girdâbma sokulmalı. Çünkü nefs, övgüyü kendine celb etmeye meyyaldir.

Nefse mâlik olmanın ilk yolu, her zaman onu hesâba çekme, kontrol etme ve onun gizli arzularını durdurup değerlendirmedir. Nefsinin dünyaya, arzularına, kadınlara ve dünyalığa olan ilgisini yok et! Sağlam bir imâna sâhip olan kimse,

nefsine, şeytana, arzu ve hevesine itâat etmez. Ölmeden önce nefs ve hevâlannızı ve şeytanlarınızı öldürün! Genel ölümden önce özel ölümle tanışın!

Hz. Ömer (r.a) bir sözünde buyurur: “Hesâba çekilmeden önce kendinizi hesâba çekin, tartıya konulmadan önce nefislerinizi tartın ve büyük hesâba hazırlanın!”203 Çünkü dünyada nefsini hesâba çeken kişinin kıyâmette hesâbı kolay olur. Nefis muhâsebesi yapmayanın hesâbı ise şiddetli olur. Nefsinin yanında olan kimse Allah’ın yanında olma fırsatını kaçırmıştır. Ölmeden nefsini öldürmeye gayret et. Nefsin ölümü, sabır ve yaptıklarına karşı gelmekle olur.

Ey nefs! Yazıklar olsun sana! Günlerin azaldı, sermayen tükendi. Ölümün seni beklediğini, varacağın yerin mezar, yatacağının toprak, dost ve arkadaşlarının kurt ve böcekler olacağını ve büyük mahşer gününün önünde bulunduğunu bilmiyor musun?

Ey nefs! İnsanlardan utanırken Allah’tan utanmıyor musun? Yazık sana rezâletle yoğrulmuşken insanlara faziletleri nasıl emredersin.

Ey nefs! Hatâlarınla berâber, hiç ölmeyecekmiş gibi, hâlâ dünyalık peşinde dolaşır ve onu imarla meşgul olursun, şu mezarlıkta yatanları görmez misin? Onlar da nice servetler topladılar, nice sağlam inşaatlar yaptılar, nice boş ameller peşinde koştular. Nihâyet topladıkları dağıldı, yaptıkları yıkıldı, emelleri boşa çıktı ve kendileri de toprak altına göçtüler. Hiç onlara bakıp, ibret almaz mısın?

Nefs, düşünmekten hoşlanmaz. Çünkü düşünmek; cehennem ve azâbı hatırlatır, iştahını kaçırtır. Dünyâ ve nefsin hoşuna giden şeyleri düşünmek daha çok işine gelir. Nefs, âhirette başına gelecekleri bildiğinden âhireti düşünmek de ona ağır gelir ve dünyadaki lezzetleri terk etmesinin isteneceğini bilir.

Peygamberler ve şer’î emirler, bilhassa nefsânî arzuları kaldırmak için gelmişlerdir. Nefs ile alaka kesilince yüce Allah ile alaka başlar.

Kim nefsin hoşuna giden, kalbin meyi ettiği, Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri terk ederse, kendisiyle cehennem arasına bir perde girer ve cennete girerken Allah’ın himayesini kazanmış olur.213

Nefs İlâhî lutüflardan azıcık bir şey elde edince, kendini yeterli görüp haddi aşar. Nefs, tevbe ile temizlenir, sabırla azgınlığı gider, murâkabe ile sâfîleşir.

Nefs tezkiye edilmediği sürece, kalbin selâmeti hâsıl olmaz. Necâtın kendisine bağlı bulunduğu hakîkî iman dahi hâsıl olmaz. Çünkü kula her şeyden önce lâzım olan, nefs mücâdelesiyle ahlâkını güzelleştirmektir. Yüce Allah’m güzel terbiye ve tedbiriyle ıslah olan nefis, her türlü kötü düşünce, kin, nefret, hıyânet, hased ve diğer sevimsiz huylardan korunmuş olur. İşte bu sûfînin gerçek hâlidir.

Güzel ahlâk, insanda, ancak nefsin tezkiyesinden sonra oluşur. Nefsin tezkiyesi de şeriatın edeb ve ahkâmına uymakla gerçekleşir.

İnsanın başına gelen her belâ, ancak nefsine duyduğu alakadandır. Nefsten kurtulmak Hakk’m gayrısından kurtulmaktır.

Sûfî kelimesinin bütün izahlarında, dünyadan boşanma, nefsi ondan uzaklaştırma ve nefsi bazlarından alıkoyma gibi mânâlar vardır.

Nefslerini hor ve hakir görme konusunda insanların en çok ileri gidenleri sûfîlerdir. Onlar nefslerini ne din ne de dünyâ bakımından hiçbir şeye lâyık görmezler.  Gizli günahları bilmek, mâlâyâniyi terk etmek ve nefsin çeşitli isteklerinden kurtulmak sûfîlerin en mâhir oldukları konulardır.223

Nefs, bütün kötülüklerin kaynağı olup her an değişik bir hâl üzeredir. Bunun için sûfî olan kimse Rabbinden gafil olmadığı gibi, nefsini kontrolden de geri kalmaz. Nefsinden fönî ve Hakk ile bâki olan sûfîdir. Sûfî, beşeri arzuların pençesinden yakasını kurtarmış ve hakîkatların hakîkatma vâsıl olmuştur.

Ebû Nasr et-Tûsî es-Serrâc (ö. 378/988) dedi ki: “Dünyâ ehlinin edebî, fesâhat, belâğat, ilimleri ezberlemek, padişahların isimlerini ve Arap şiirlerini hıfzetmektir. Din ehlinin edebî ise nefsi arındırma, arzuları edeplendirme, hudutları koruma ve şehvetleri terk etmedir.”

en-Nasrâbâzî (ö. 367/977) dedi ki: “Hapishânen nefsindir. Ne zaman o hapishâneden çıkarsan, ebedî rahatlığa varırsın.”

Sûfî, dâimâ nefsin çirkin sıfatlarından sıyrılarak, vaktini kötü ve mâlâyânî şeylerden arındırmakla meşguldür. Çünkü sen nefsi hayırla meşgul etmezsen, o seni şerle meşgul eder.

Ebû Hüseyin Nûrî (ö. 295/907) şöyle der: “Tasavvuf, nefsin tüm hazlarını terk etmektir.”

MAKÂMÂT’TA NEFS

Şüphesiz aklı ve nefsi veren Allah’tır. Bu ikisi hayır ve şer yolunda senin delilindir. Kötülük ve olgunluk merhâlelerinde seninle berâberdir. Onlardan biri (akıl) basirettir, hidâyete götürür. Diğeri (nefs) kördür, câhildir; meçhul yerde seni zor durumlarda bırakır.

Nefs, karanlığın koyu çizgisi gibi karanlıktır. Ondan aslandan kaçar gibi, zehirli yılandan korktuğun gibi kaç ve kork!

Ey Ebû Kasım! Nefisin kötülükleri kendine âdet edinmiş. Onu bu âdetlerden uzaklaştır. Nefsine tabi olma çünkü nefs kötülüğü emreder. O, senden geniş bir ev, güzel ve alımlı kadınlar, etkileyici sergiler, mevsimlik elbiseler, bineklerin en güzelini ve en iştahlı yemek ve tatlıları ister.233

Nefsin kördür, ona tâbi olma! Seni açık yoldan şaşırtmasın, onu terk et! Çünkü nefs, şeytana uymaktan haz alır. Nefse uymanın kötülüğü sel kadar ve bir anlık lezzeti de pişmanlıktır. Dikkat et, âsîliğin en büyüğü şehvete esir olmaktır.

Nefsine tâbi olma, onu korkut! Çünkü onun etrâfı ateş koru ve kaynamış su damlalarıyla çevriliyken gözün, kalbin ve kulağının meyli onun azıcık zevkine düşkündür. Süratle ona koşuyorsun.

Seni doğru yoldan sapmış, kötülüğe meyi etmiş, açık yol üzerinde ortada kalmış her yöne sapabilen, aklını nefsine teslim etmiş, atını isyan çölünde yürüten, bâtılda ısrarcı olan biri olarak görüyorum. Yavru tayların annelerinin etrâfmda koşuşmaları gibi, bâtılda şevk ile koşuyorsun.

Sana verilen bütün mükemmel nimetlere karşı sen, şeytanın aldatmalarına meylettin, gençliğin peşine takıldın, nefsin şehvetine kapıldın ve zevkinden başka hiçbir şey düşünmüyorsun ki o, seni kötülüğe ve zarara teşvik eder.

Sen doğuran sonra da doğurduğunu öldürensin, kulağın nasihate sağır. Nefsinin öğüt almayan bir taştan daha sert olduğunu görüyorsun. Alnında, hayâdan bir damla ter damlamaz, yanaklarından gözyaşı bir damla dahi akmaz. Oysa sert taş dahi bazen rutubetten nemlenir.

Hakk’m nûru ortadayken, niçin nefsini saptırıyor ve hislerinle hakkı gizliyorsun?243

Gençlik döneminde, güç ve kuvvetin henüz yerinde iken nefsine ve şeytana uyma. Nefsi, lezzet veren yiyeceklerden, istirahat veren yataklardan, göze hoş gelen görüntülerden, tembellik sebebi boş kalmaktan ve ard arda gelen gevşeklikten uzak tut. Ona tatsız yemekler tattır. Uykuyu kaçırtan sert elbiseler giydir. Boğazda kalan içecekler içir, onu aç ve susuz bırak, gece yataktan uzaklaştır. Ona taş gibi batan yataklar arz et, korkutucu şeyler hatırlat, rivayet edilen bazı sâlih insanların durumlarını hatırlat, nefsin uykusunu kaçırt, onu soğuk sabahlarda soğuk su ile yıka. Kabirlerde ve harabelerde dolaştır, yüzünü toprak ile temizle. Bütün bunları yapmakta gevşekliğe düşme.

Yazıklar olsun sana! Nefsinin arzuladığı taleplerin hiçbirine cevap verme, isteklerini reddet, ona yüklen ve onu mahrum kıl! Onu bunlara zorla! Nefsine mühlet verme, çok çalışması için zorla.    Tevâzu için her zelillik ve zorluğa atıl! Böyle olursan amelin her koşulda seni kurtarır.230

Nefsin korku ve ümit ile korku ve müjde arasında kalsın. Nefsine her şeyi terk edip korkunun acısını tattır! Korku ve ümidi birleştir!231 Nefsinin zevkleri tercih etmesine engel ol, kötülüklerden alıkoyarak cennete ulaşmaya vesile kıl!232

Nefsini dînîni yaralayan ve yakinini zedeleyen şeyleri yapmaktan uzak tut! Hesâba çekilmeden önce, onu hesâba çek, kınanıp ayıplanmadan önce onu ayıpla, imânını hâlis kıl, muttakîlerle berâber ol, hidâyete götüren yollarda yürü!23 Haramdan sakınırsan, nefsini saidler arasında yürütmüş olursun.24

Bil ki, bir saat nefsine âsî olursan, bir saat sonra onu kanaatkâr olarak bulursun. Ona tâbi olursan, seni acaib isyanlara sürükler. Sen de onun aşırı isteklerine tahammül edemez, onu susturmakta ümitsiz kalırsın.2

Ey Ebû Kasım! Öncelikle nefsin zevk ve sefaya düşkündür. Onunla sabır bölükleriyle savaş. Umulur ki nefsin şevkini gevşetir ve onu zorlayarak ıslah edersin. Eğer nefs zevke dönüp inat ve isyan eder ise onunla mücadeleni şiddetlendir.26

Kim Rabbi için nefsini alçaltır ise, nefsini, büyük bir nîmetle nîmetlendirmiştir.27 Bu gün Rabbin için nefsini zelil kıl ki, yarın aziz olasın. Dünyâ hayâtının azıcık günlerinde yorul ki ebedi istirahata kavuşabilesin.28

Ey Ebû Kasım! Nefsine yönel, onu âkibetini düşünmeye sevk et! Nefsine kendisini bekleyen korkuyu görmesini sağla! Onu olgunluk ve irşâda sevk eden hidâyeti hatırlamayı mırıldan, onu kendisini yücelten ameli işlemeye ve yüksek, âlî kelimeleri terennüme çağır.29

Şeytanın döşeklerinde istirahat eden nefsini Allah yolunda eğit, onun eski hayâtını önemsiz kıl ve isyanın dostluğundan uzaklaşma zamanı gelmiştir.      

Allah’ın nîmet ve azâbını tekrar tekrar ona hatırlat, hayra teşvik eden, kötülükten de alıkoyan âyetleri oku, ağır gelen ibâdetleri arz et! Kalbi kaşıyan vaazlarla kalbini harekete geçir. Böyle yaparsan sarhoşluktan sükûnete döner ve bunları âdet edinirsin. Her gün gayretini biraz daha artır, seni kurtaracak amellere sımsıkı sarıl! Güzelliklere mânî olan nefsini bu işlerde koştur! Onun gücünü, tutkusunu bâtılı yok edip hakkı ihyâ etmede kullan!

Allah’ın rahmetini kazanmak için nefsine merhamet et! Onun nimetlerine şükretmekle de nefsine iyilik yap. Tâ ki gözlerindeki perdeler kalksın.

 

Allah’a yemin olsun ki, gerçek akıllı ve edib olan, birçok garip ve bilinmezi ezberleyen değil, nefsini yüce Allah’ın arzuladığı şekilde terbiye edip, onu süsleyen ve ahlakını temizleyendir.

Şiirin vezin ve kafiyesinden kurtulmaktansa, nefsini kurtarmak daha evladır.263

Değerlendirme:

Sûfîlerin ilk dikkate aldıkları şey; nefsi tanımak, onu muhâsebe ve murâkabe ederek nefsin ayıplarını ve gizliliklerini ortaya çıkartmaktır. Çünkü sûfîlerin tartışmasız kabul ettikleri gerçek, nefsin beşerî sıfatlarından fenâ bulmadıkça ve onun bağlarından kurtulmadıkça Allah’a vâsıl olunamayacağıdır.

Görüldüğü üzere nefs, gerek klâsik tasavvuf kaynaklarında ve gerekse Makamâf ta kötülüğün kaynağı olarak tanımlanmaktadır.

Bu yaklaşımdan yola çıkan Zemahşerî, genel olarak nefs ile ilgili düşüncelerini şöyle sıralar: Nefs, sürekli kötülüğü emreder, dünyalık zevklere aşırı iştahlıdır. Şeytana uymaktan lezzet alır. Nefs, kul ile Allah arasında en büyük engel olduğundan sürekli kınanmak, ölüm hatırlatılmalı ve hesâba çekilmelidir.

Akıllı insan, nefsin arzularına iltifat etmez ve nefse aslâ tâbi olmaz; çünkü Hakk’m tecellîlerine mazhar olabilmek için nefsin sıfatlarından tamâmen arınması gerektiğini bilir. Şu hâlde nefsini güzele, iyiye ve hidâyete sevk et, aksi hâlde kmananlardan olursun.

Tasavvuf ehlinin nefse bakışı ve nefs ile ilgili değerlendirmeleri Zemahşerî’nin konuya bakışından farklı değildir. Şöyle ki, tasavvufta nefse ve beniğe karşı sürekli bir mücâdele vardır. Mürîd’in başlıca görevi, nefsânî arzularına karşı koymaktır. Çünkü nefs kötülüğün ve günâhın kaynağı konumundadır.

Bununla berâber “sûfî” kelimesinin bütün tanımlarında, nefsânî arzulardan uzak durma ve nefsi bazlarından alıkoyma gibi anlamlar vardır. Hücvirî de (ö. 465/1072) sûfî’yi “nefsinden fânî olan ve Hak ile bâkî olup, nefsânî arzuların pençesinden yakasını kurtarmış ve hakikate vâsıl olmuş kişi” diye tanımlamaktadır.

Şüphesiz nefs kavramı, tasavvufun temel dinamiklerinden olup üzerinde önemle durulan ve tarikat eğitimi için elzem olan bir unsurdur.

Nefs kavramına yüklenen anlam, karşılaştırmanın iki yakası açısından da genelde aynı şeyleri ihtivâ etmektedir.

UZLET

Uzlet sözlükte: Uzaklaşma, ayrılma, tenhâya çekilme, yalnız kalma, hâlktan ayrı yaşama gibi anlamlara gelir.

Terim olarak ise: Hayat akışı içerisinde küçük zaman dilimlerinde iç murâkabe, iç muhâsebe, günâha girmeme ve daha çok, daha ihlâslı ibâdet için toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına yaşamaktır.

Uzlet, hiçbir kimsenin ve dünyâ malının bulunmadığı bir yerde, rûhun Allah ile konuşması demektir.

KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARINDA UZLET

Kendinle ve insanlarla birlikte olduğun sürece kurtuluşa eremezsin. Selâmet yalnızlıktadır. Çünkü hâlktan ayrı olan bir kalp, mâsivâyı düşünmekten azâd olur. Bütün hâllerinde hâlktan ümit keser. Böylece onların âfetlerinden kurtulursun.

Hâlvet, başkalarından ayrılıp tek başına kalmakla olur. Başkaları için duyduğun sevgiyi kalbinden çıkarıp attığın zaman Allah’ı bulabilirsin. Allah’ı arıyorsan, hâlvetin Allah’a yakınlaşmanı sağlar.273 Uzlet, vuslat ehlinin alâmetlerindendir.

Fıkıh öğren, sonra insanlardan uzaklaş! Allah dostları önce fıkıh öğrenmişler, sonra insanlardan kalpleriyle uzaklaşıp yalnız kalmışlardır. İnsanları düzeltmek için onlara hizmet eder ama kalbi Rabbi iledir. Kalbin Allah dışındaki şeylerle ilişkini kes!

Uzlet, sabır ile dünyadan ve insanların meylettiği dünyalıktan alakayı kesmekle mümkündür.

Hâlktan inziva etmek (ayrı kalmak) zarûrîdir, davetsiz ve ihtiyaçsız aralarına karışıp ülfete yönelmek öldürücü zehirdir. İhtiyaç fazlası insanlara açılmak ise fuzulîdir.

Uzlet, kötü insanlarla oturup kalkmaktan rahat bulmaktır. Hâlktan yüz çevirerek, ıssız ve kimsesiz bir yer seçerek, insanlarla sohbetten uzak durmayı, amellerdeki kusurları görmeyi sağlar. Mevki sevgisi gönülden ancak uzlet sayesinde sıyrılır. İşte âlim, kalbindeki bu gizli hastalıkları araştırmalı ve çarelerini düşünmelidir.

Kesin olarak ortaya çıkmıştır ki; hâlvet ve uzlet, işin başı ve sıdk erbâbının sımsıkı sarıldığı bir durumdur. Hâlvette vakit geçirenin Dînî selametli yolda olur. İnsan hâlvette iken ihlâsla amel ederse, kalbinde hikmet yeşerir, dünyaya karşı Zâhid olur, ahrete karşı rağbet sahibi olur, dünyanın hastalığına ilaç olur. Öyle ki kul, her sene, bir defa nefsini buna alıştırmalıdır.

Uzletin faydaları, huzur içinde İbâdet, tefekkür, insanlardan ayrılıp Allah ile baş başa kalmak, yer, gök ve âhiret hususunda esrar-ı İlâhî yi düşünmektir. Bütün bu işler huzur ister. İnsanlar arasına katılmakla bu huzur sağlanmaz. Uzlet, bunları sağlayan bir vesiledir.

Hâlvete giren kimse, insanları görmekten kurtulduğu için, nefsin acil, dünyevi konulardaki fikir ve meşguliyeti aza iner. Hâlvet kalbi âhirete çeker ve âhiret ile ilgili düşünceyi dâimâ yeniler.

Uzlet ile insanlar arasında bulunmaktan doğacak isyandan arınılır. Gıybet ve riya gibi.283 Uzlet gereksiz münakaşalardan nefsi korur.

Oğlum! Dilsizliği alışkanlık edin, şöhretsizlik elbisesini kuşan, insanlardan kaçmak da yegâne hedefin olsun. Gözden kaybolmak için yerin içine girmeye bir yol bulabilirsen çekinme gir. İmanın kemâle erinceye kadar bu alışkanlıkta devam et.

Cünyed Bağdadî (ö. 297/909) der ki: “Her kim ki dînîn selamette kalmasını, beden ve kalbinin rahat bulmasını istiyorsa, hâlktan uzaklaşıp uzlete çekilsin. Zira bu zamanımız vahşet zamanıdır. Akıllı o kimsedir ki, bu zamanda tek başına yaşamayı seçer.”

Şibli (ö. 290/902) şöyle buyurdu: “ Yalnızlığa sarıl! Hâlk arasında adını unuttur, ölene kadar kendi köşene çekilip kıblene yönel ve ibâdetle meşgul ol.”

Ebû Bekir el-vâsitî (ö. 320/932) der ki : “ Bütün varlıklardan kaçmayan, ünsiyet mahâlline ulaşamaz.”

Bâyezîd’in (ö. 261/874) muamelelerinde, mutlaka sohbeti terk etmek ve uzleti seçmek vardı. Bu güzel bir yol ve iyi bir gidişattır.

Sûfiler nefsin edebe muhâlif tutumlarını düzeltmek için hâlvete çekilirler. Kim güzel bir niyetle hâlvete girerse kalbi nurlanır ve ibâdetin tadına varır.

MAKÂMÂT’TA UZLET

Geçirdiğin ömrüne yazıklar olsun. Namın zikredilsin, asrındakiler seni parmakla göstersin... gibi duygulara uzun süre önem verdin. Oysa bu duygular sana hiç fayda vermedi.

Ey Ebû Kasım! İnsanlarla berâber olmaktan ve sohbet etmekten nefsini ayır ve uzak dur.293

İns ve insan kelimesi “yakınlık” anlamındaki “üns”ten müştaktır. Ünsiyet de (Allah’a yakın olup) insanlardan uzak durmaktır.

Dağın bir yükseltisine çık ve oradan yaşa, mağaralara sığın. Komşu ve arkadaştan uzak, gözlerinin şahsından başkasını görmediği, sâdece kalbinle istişare edeceğin, kulaklarının kendi konuşma ve fısıltıların dışında hiçbir şey duymadıkları yerlere sığın. Ya da evinin bir köşesini nefsine kabir yap, tek başına kalmanın

zorluğuna sabret, tek olmayı arzula, insanların ziyaretinden vazgeç. Sâdece seni, hakka ve sabra davet edeni ziyaret et.

Orada gözyaşınla Allah’a yalvar ve yakar. Kendi ayıpların dışında hiç kimsenin ayıbını görme, kendi etek ve cebinin kirliliği dışında başkasının kirliliği seni ilgilendirmesin.

Gizli bir yakarış ile geceleyin Rabbine duâ et ve onu çağır. Duânı gizli yap, karanlığın çöktüğü, gecenin perdesini çektiği, sessizliğin kulaklara vurduğu, hiçbir ses ve hareketin hissedilmediği, sanki senden başka hiç kimsenin yeryüzünde olmadığı bir anda uykudan kalk, gözlerini secde yerine dik ve Allah’tan kork.

Ellerini zenginlik sahibi olan Allah’a aç, huşu ile gözyaşlarını iki yanağına akıtarak, boğazın hıçkırıklarla tıkanmış hâlde, alnın utanmadan ötürü terlemiş ve dilin utancından konuşamıyor hâlde de ki: Ya Rabbi! Seninle kendim aramda nefsimi rezil ettim. Günahlarım ve ayıplarım bana yeter. Her şeyin ortaya konduğu o günde yaratıkların arasında beni rezil etme. îhlâslı insanları faziletli kılan ve yücelten onların gizli davranışlarıdır.

Uzlet ve hâlvete çekildiğinden, yalnız kaldığında kendine yönelip düşünmeye başlarsın. Sürekli Allah’ı zikreder ve hatırlarsın. Sâdece sana has ve seni ilgilendiren işlere bakar, seni hayra çağıran ve şerden kurtarıp sana övgü kazandıran işlere yönelirsin.

Bugünün insanları ordunun öncü kuvvetleri gibi hep günah ve şer görürler. Onlarla konuşmak insanı yoldan çıkarır, onlarla birliktelik de bir nifaktır. Oklarını hedeflerine attıkları gibi, dillerini de hep başkasının ırz, şeref ve haysiyetinin aleyhinde konuştururlar. Büyükleri, meclislerinde birbirlerine sabrı tavsiye etmezler bilakis dedikodu ve çekişmeleri ile âdeta birbirlerinin kâküllerinden çekerler. Yastıklarına yaslanıp sohbet ettikleri gibi, fitne ve fesadı silmek için istişare etmezler.303

Onlara yaklaştığında, onlardan nefret edip keşke tek başıma kalsaydım dersin.306 Kalplerinde bir hayâ yok ki kalplerindeki fitneyi defetsin, kalplerinde hak bir din yok ki onu engelleyip kötülüklerden alıkoysun. Onun ilk sözü gıybet ile kardeşinin etini yemektir. Onu küçük görüp ayıplamaktır. Köpeğin yalaması gibi diliyle haram olan kanı yalarlar.307

İsteklerine boyun eğip uyarsan, ikiniz insanları aldatan şeytanla eşit olursunuz. Biriniz dikenli delâlet yolunda koşuyor diğeri de onunla yanşan olursunuz. Bu ne kadar zararlı ve zor bir beladır. Cenab-ı Allah bizi şerrinden korusun.

Elbiseleri pürüzsüz ve yumuşaktır, üstlerinde ipekli elbiseler fakat içleri kurt gibidir. Nefsini onlardan uzak tut ve onlardan kaçır. Yoksa onu yırtıcı hayvanların tırnak ve dişleri arasında bulursun.

Allah’ın buğzetmen ve uzak durman gerektiğine dair sana belirttiği kimseler; seninle uzletin arasına bir mani koyan, uzlet anında içinde bulunduğun hâlin zıddına seni iten, geceleyin ne topladığını bilmeyen odun toplayıcısı gibi konuşma ve istekleriyle seni fitneye sevk edendir. Atın kandırılması gibi yalancılığı sana âdet hâline getiren, seni fitneye yönlendiren, edep ve adetten seni alıkoyanlardır.

Ey Ebû Kasım!

Yalnız kalmayı arzula

Bırak isim ve künyeleri başkaları arzulasın

Nefsini ölülere benzet

Eğer akıllı ve zeki isen şahsını ve nefsini ortaya çıkarma

Ölmeden önce onu evde defnet

Humulu ona kefen yap

Umulur ki günahlarınla tutuşturduğun ateşi söndürürsün

Çünkü cehâlet anında haddi aşıyorsun.

Hayrın maddesi, insanlardan ayrı yaşamayı tercih etmen ve ininden çıkmamandır. Müştekim zamirler gibi kendini gizle, şüphesiz gizlenmek kurtuluş ve sağlam kulpa tutunmanda sana güç verir. Vav harfinin idğam ile kalb olup korunması gibi..

Kamil olanı insanlar tanımaz. O Allah katında anılan ve bilinendir. Yeryüzünde cefa çeken, özel ve umumî davetlerde adı geçmeyendir. Onun sâdece semada gizli olmayan bir adı vardır.

Değerlendirme:

Uzlet ve hâlvet, tarikat eğitiminde önemli bir unsurdur. Tasavvuf ehli, nefsin ıslahı için uzleti seyri sülûkun önemli yapı taşlarından biri olarak görmektedir.

Sâlikin öncelikle, insanlardan uzlet etmesi gerekmektedir. Çünkü, insanın hemcinsiyle haşir neşir olması, nefsi isteklerine alıştırır ve fıtrî temâyülleri ortaya çıkartır. Yalnızlıkta ise, insanlardan uzaklaşmak ve Allah’la ünsiyet kurmak vardır.

Genel olarak uzlet ve hâlvet, tasavvuf klâsiklerinde şöyle değerlendirilmektedir: Yalnızlığa sarıl ve hâlktan uzak dur. Çünkü selamet yalnızlıktadır.

Sûfiler nefsin edebe muhâlif tutumlarını düzeltmek için uzlete çekilirler. Sûfilerin muâmelelerinde mutlaka sohbeti terk ve uzleti seçme vardır.

Zemahşerî, Makâmât’mda uzlet için yukarıda değindiğimiz tasavvufi söylemden farklı bir yorum getirmemiştir. Şöyle ki: Zemahşerî de “yırtıcı hayvanlardan kaçtığın gibi insanlardan uzak dur, dağın bir yükseltisine ya da mağara gibi tenha yerlere sığın, orda gözyaşıyla Allah’a yalvar, tek başına kalmanın zorluğuna sabret ve sâdece seni uyarıp Hakk’a davet edeni ziyaret et.” mantığını işlemektedir.

Yukarıda değindiğimiz uzlet ile alakalı iki söylem arasında ciddi bir fark görmek mümkün değildir. Sanki bir değer farklı dilerden aynı terennüm ile çıkmaktadır.

TAKVÂ ve İHLÂS

Takvâ sözlükte: korkma, korku, sakınma, dikkatli davranma, sınırları koruma, ahde vefa, samimiyet, içtenlik ve Allah’tan korkma313 gibi anlamlara gelmektedir.

Allah’a boyun eğerek azabından sakınmak, cezayı gerektiren davranışlardan nefsi uzaklaştırmak suretiyle korunmak, masivadan sakınmaktır. Dînin hükümlerini, disiplinli, samimi ve ciddi bir şekilde özenle uygulamaktır. Dînî daha derin bir anlayışla yaşamadır, dinde hassaslıktır. Ruhsattan kaçış, azametle amel ediştir.

İhlâs sözlükte: sadeleştirme, temizleme, ameli riyadan beri kılma, samimiyet, içtenlik, gösterişi bırakma, taatte, ibâdette samimi olmak ve Allah için olan niyet gibi anlamlara gelmektedir.

Terim olarak ise ihlâs: Kalp ve beden amellerini her çeşit art niyetten arındırmak, ameli sâdece Allah için yapmak. Tam bir doğrulukla kullukta bulunmak, bir işi sırf Allah için yapmak demektir.

Terim olarak ise takvâ: Tutum ve davranışlarda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetleme, özün söze, sözün öze uyması, riyakâr ve ikiyüzlü olmama, hulûs-i kalple yapılan iş ve eylem, iyi niyetli olmak, içten pazarlıklı olmamak.

KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARINDA TAKVÂ ve
İHLÂS

Nasrabazî (ö. 367/977) der ki: “ Takvâ; kulun Allah’tan başka her şeyden sakınması demektir.”

İhlâs da kulun ilmi ve ameliyle Allah’ın rızâsını murad etmesidir. İhlâs ameli sâdece Allah için yapmaktır. Maksat sâdece Allah’tır.

Bir davranışı sergilediğin zaman, nefsini, arzularını ve şeytanını yok et ve davranışı yalnız Allah rızâsı için ve onun emirlerini ifa için sergile.  Amelinde ihlâslı ol, Allah insanlar için değil, ancak kendisi için yapılan ameli kabul eder.32? İhlâssız yapılan bütün ameller içi boş bir kabuktur, yere atılmış bir kütüktür, cansız bir ceset, mânâsız bir şekil olup ikiyüzlülerin amelidir. Şüphesiz amellerin canı ihlâstır.

Mâlik b. Dinar (ö. 131/748) şöyle söyler: “Bir amel, ancak ihlas sayesinde amel olur. Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs da odur. Rûhu olmayan bir beden cansız bir maddeden ibarettir. İhlâssız amel de heba olmuş bir iştir.”

Gerçek elbise takvâ elbisesidir. Allah ile arandaki bütün kapıların anahtarı takvâdır. Takvâ amelin esası ve itâatm aslıdır. Akıllı olan amelinin ihlâssızlıktan boşa gitmesinden korkar ve dolayısıyla riyadan sakınır. İhlâslı ameller dışındaki ameller kabul görmeyecektir. İhlâs olmadan amelin bir değeri yoktur. Çünkü ihlâssız ameller ruhsuz bir beden gibidir. İhlâslı olunduğunun göstergesi ise insanların övmesine, yermesine dönüp bakmaman ve ellerinde olanı arzulamamandır. Bunun yerine Rabbinin hakkını vermen gerekir.

Allah’ın ateşinden ancak takvâ sahibi, Allah’ın birliğini kabul eden ihlâslı ve tevbe etmiş olanlar kurtulur.’ Bilmiş ol ki, ebedi kurtuluşa ermek için, insana şu üç şey mutlaka lâzımdır: İlim, amel ve ihlâs. Dolayısıyla amelden önce amelin niyeti sorgulanmalıdır.

Herhangi bir işe teşebbüs ettiğinde niyetini âli tut. Böylece hem davranışların hem de niyetinde büyük ecir kazanırsın. İnsanın yaptığı her işte hâlis niyeti bulunmalı; her türlü tasarrufu, hareketi, gayreti güzel niyetle olmalıdır. Ameller niyetlere göre değerlendirildiğinden, kalbinde Allah için bir niyet bulunmazsa, amelin kıymeti kalmaz. Niyet, kulun yüce Rabbine korku ve ümit ile bakıp kalben rahmetini istemesidir.

Kul, güzel kazanç peşine düşmeli, bütün gücünü zorlayarak haram ve şüpheli şeylerden uzak kalmaya çalışmalıdır. İçine şüphe giren yiyecek ve giyecekleri kullanmamalıdır.

Amellerin temiz ve güzel olması, Helâl yemeğe bağlıdır. Kulun yiyeceği ne kadar Helâl olursa, ameli de o derece temiz ve faydalı olur.

Oğlum! Kendini güvende hissedip, Allah’ın huzuruna varıncaya kadar korku içinde ol. Allah dostları akıbetlerini bilmediklerinden dâimâ korku ve endişe içerisinde ibâdetlerini ifa ederler.

Ümit ve korku bir kuşun iki kanadı konumundadır. Korku imanın hakikatini ihtivâ eden bir kavramdır. Bütün kötülüklerden sakınmanın sebebi ve her emrin anahtarıdır.’

Bir salik, niyeti tashih edip temize çıkardığında nefsini rezil sıfatlardan temizlemiş olur.

Seyrü sülûktan maksat, ihlâs makamını icra etmektir. Kul takvâ hâlini bulunca, azalarını kötü şeylerden korur. Sonra da onları fuzulî ve malayani şeylerden muhâfaza eder. Zamanla nefsin kalbe verdiği vesveselerden korur.

İhlâs, ilmin ve âlemin rûhudur. İhlâs bütün iş ve davranışları zorlanmadan içtenlikle yapmaktır.        

Takvâ sahibi kul, zoru zoruna değil, içi ve dışı ile ibâdet eder. Çünkü ibâdet onun doğal bir özelliği olmuştur.30

Her mükellefe farz olan ilim, ihlâs ilmidir. Çünkü insan hayır yapmakla emrolunduğu gibi, yaptığı amelde ihlâs sahibi olmakla da emrolunmuştur. Nefsin hile ve şehvetleri ihlâsm temelini mahveder.31

Ariflerin en güzel elbisesi takvâ elbisesidir.32 zühd ve takvâyı elde eden, nefsin desise ve şehvetlerini bilir.33

Zinnunî Mısrî (ö. 245/859) der ki: “Takvâdan daha kıymetli üstünlük ölçüsü yoktur.”34

Davud-i Tâî (ö. 165/781) der ki: “ Salih kişinin bütün derdi takvâyı elde etmektir.”3

Yahya b.Muaz (ö. 258/871) der ki: “Sütün pislikten ayrılması gibi, ihlâs da ameli ayıplardan temizler.”36

Geçmiş günahlarını sık sık düşünür, Allah’ın hoşlanmadığı şeylerden nefsini alıkoyar, sürekli tevbeye koşarsan takvâya erer ve ihlâsta yükselirsin.37

MAKÂMÂT’TA TAKVÂ ve İHLÂS

İnsanların en kerim olanı en muttaki olanıdır. Amellerin en hayırlısı da, arınmış ve temiz olanıdır. İşin sonunu emelleri ile bozan kişi amelini temizlemede akıllı davranmıyor.38

 

Allah, ancak niyetin ve fikrin temiz olduğu şeyleri kabul eder. Hiç kimsenin görmediği, en temiz olan amelleri kabul eder. Allah’ın tartısı, içine fesadın karıştığı amelleri tercih etmez. Sırattan ancak eleklenmiş, seçilmiş ameller geçer.39

Dikkat et, en güçlü olan yöne yönelmektir en akıllıca olan, takvâ sütunundan daha güçlü olan bir sütun yoktur. Doğru yola götüren deliller parlaktır. Saf Müslümanlık ak ve temizdir. Doğrusu şüphe verici şeyler kusurludur.

Esas elbise takvâ elbisesidir. İnsan takvâ elbisesiyle Allah’ın huzuruna, diğer elbise ile de insanların huzuruna çıkar. İki varış arasındaki farkı bil. İkisi bir değildir. 

Takvâ elbisesi en hayırlı elbisedir. Allah ve insanlar arasında en süslü olandır. Takvâ elbisesinin geniş, güzel oluşundan gafil olma, takvâ elbisen dar ve acz eden değil eksiksiz olsun.

Zararı belli olmayan menfaatlerinden uzak dur. Onları yapıp yapmama konusunda ikide bir düşünme. Hür ve temiz olan insan; nefsini, Helâl veya haram olduğu belli olmayan kaynaklardan içmeyi uzak tutar. Harama dalmaya karşı sabırlıdır. Nereden geldiği belli olmayan su ile yanan midesini sulamayı büyük suç olarak kabul eder.

Dikenli bir yolda yürüyen nasıl korunuyorsa sen de takvânda öylece korun. Uyanık olup tedbiri almak gerek.’ Asıl olan işi takvâ üzere inşa etmektir.

Allah’ın takvâsma ve murakabesine sarıl. Allah’ın cezasının korkusuyla azalarm titresin. Dînîn tam ve kâmil oluşuna, sağlam, eksiğinin olmamasına dikkat et. Yakinin dışındaki şeyler sana zarar vermez. İki harf arasında vuku bulan edebiyat ve vezinle uğraşmayı bırak. Âdetini ve gidişatını İslâmi takvâ üzere kıl. Senin gibi akıllı, zeki, ciddi ve azimli insandan da bu beklenir.

Ümit ve kokuyu elde eden takvâyı elde etmiştir. Takvâyı elde etmede yavaş olma, onu elde etmede hızlı ol.

Uzun gecelerini ibâdet ile terbiye et. Sözlerin, kirlilikten arınmış, sürükleyici olsun.

Allah’ın ipine sımsıkı sarıl, umulur ki kurtuluşa erersin. Seni ayıplayan ve seninle alay eden hiç kimseye kulak asma.*

Bazen Salih bir amel işlersin, sonradan yaygarasını yaparak onu yok edersin. Sen doğuran sonra da doğurduğunu öldürensin. Az bir miktarın dahi Allah rızâsı için verilmesi, vermede sınırı aşıp kantar kantar insanların gözünü açarak altın vermenden daha iyidir.   İhlâslı insanları yücelten onların gizlice yaptıkları faziletli davranışlardır.373

Değerlendirme:

Tasavvuf, gerçek dinî ve rûhî hayâtının bir tezâhürüdür. Çünkü o, İslâmî maneviyatın en özel görünümlerinin üzerine yansıdığı bir aynadır. Tasavvuf ozu itibariyle, sâlikin samimiyet, azim ve kararlılıkla bağlandığı, dinî ve ahlâkî bir sistemdir.

Tasavvuf (hakikat), görünmeyen fakat her yerde var olandır.

Tasavvuf olmasaydı, İslâm bir kısım katı fıkıhçı, kelâmcı ve felsefecilerin algıladığı gibi, derûnî bir rûhî hayâttan ve hoşgörüden yoksun kalırdı. İbâdet ve muâmelâtı, donuk kural ve kâidelerden ibâret olurdu. Gazâlî’nin tasavvufa yönelişini sağlayan bu gerçek olsa gerek. Zemahşerî’de de görülen maddiyattan maneviyata dönüş de bezer bir görüntü arz etmektedir.

Karşılaştırmasını yaptığımız diğer unsurlar gibi takvâ ve ihlâs da tasavvuf ehlinin bütün ömürleri boyunca, seyrû sülük ile elde etmeye çalıştıkları ve usulu aşereden kabul ettikleri bir unsurdur.

Tasavvufta takvâ ve ihlâs, tasavvuf ilminin temeli, ariflerin en güzel elbisesi, amellerin canı, itâatm aslı ve amellerin kabul mecraı olarak değerlendirilirken; Zemahşerî’de eserinde takvâyı en güçlü sütun, en hayırlı elbise, amellerin temizlik kaynağı, insanların en kerimlisinin vasfı ve ancak amellerin kendileri vasıtasıyla kabul gördükleri bir unsur olarak değerlendirmektedir.

Görüldüğü üzere takvâ ve ihlâs ile ilgili yapılan her iki değerlendirme de anlam bakımından aynı kapıya çıkmaktadır.

KANÂAT

Kanâat sözlük olarak: İkna olmak, yetinmek, Rıza göstermek, Verilene râzı olmak gibi anlamlara gelmektedir.

Terim olarak ise: Tutumlu, gönlü zengin ve tok gözlü olma, hırslı ve aç gözlü olmama, yaşamak için zarûrî olan ihtiyaçların dışında kalan bütün nefsi arzu ve hayvani isteklerden ölü bir kimsenin uzak kaldığı gibi uzak durmak, yeme, içme ve harcamada israf etmemektir.

Kanâat: var olanla iktifa etmek, olmayışına tama etmemektir.383

KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARINDA KANÂAT

Zünnûn-i Mısrî (ö. 245/859) birine şöyle vasiyette bulundu: “Kardeşim, biliyorum ki, İslâm’dan daha üstün bir şeref, takvâdan daha kıymetli bir üstünlük ölçüsü, verâ’dan daha sağlam bir bağ, tevbeden daha etkili bir şefaatçi, afiyetten daha değerli bir libas, selâmetten daha koruyucu bir yol, kanâatten daha değerli bir hazine, olana râzı olmaktan daha değerli bir servet yoktur. Azığını yetecek oranda tutan rahata kavuşur. Rağbet ve düşkünlük göstermek, yorgunluğun kapısını açan anahtardır, bitkinliğe götüren binittir. Hırs, dâimâ insanı günaha çağırır. Aç gözlülük her türlü ayıbı içinde saklar. Nice tema’ vardır, yalancıdır. Nice emel vardır, zarara götürür. Nice ümit vardır, mahrumiyet kapısını açar ve nice kârlı görünen işin sonu hüsrandır.”

Kanâat sahibi ol, çünkü kanâat, tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Kısmetinde olmayan şeyleri ne diye elde etmeye uğraşırsın! Nefsine gem vur. Allah’tan râzı ol ve başkalarıyla ilişkini kes. Allah’ı layıkıyla tanıymcava kadar buna devam et. Çünkü Allah’ı tanıdığın vakit hiçbir şeye ihtiyacın kalmaz. 7

İzzet ve zenginlik insanlardan ve yakınlarından bir şeyler istememe iledir. Zenginlik, zengin olma sevdasından vazgeçmekle başlar. Gözü hâlkm elinde olanın üzüntüsü de büyük olur.

Bilmiş ol ki; Müslüman’a yakışan, kanâat edip haris olmamak ve olduğunda da başkasını kendine tercih etmektir. Kanaatkâr olup hırslı olmamak gerek, tam’

ve hırs insanı zillete düşürür. Bu iki hastalık insanı kötülüklere sürükler ve mürüvveti zedeler.

İnanan insan, sâdece dünyâ ile yetinmeyip âhireti de arzuladığından az mala kanâat eder, çoğunu ise âhirete yönlendirir. Kendi için dünyada, yolcuyla yetecek miktarda azık bırakır.

Az olana kanâat et, nefsini de buna alıştır. Allah’ın ezeli İlmî ve yazgısı ile sana çok mal gelecekse zâten o malı bulursun aza kanâat etmekle nefsini öldürmüş olmazsın, kısmetinde olanı da kaçırmış olmazsın.  Kısmetini ve rızkını istesen de istemesen de o her gün seni arar ve bulur. Hırsın seni hem Allah hem de insanlar katında rezil ediyor.393

İbrahim el-Maristanî (ö. ?) der ki: “ Düşmanından kısas ile intikam aldığın gibi, harisliğinden de kanâat ile intikam al.”

Hâtem el-Asamm (ö. 237/851) dedi ki: “Rızk artırma kaygısından kurtularak rahatladım. Ve de kısmetime düşen rızkı hırsla çalışsam dahi artıramayacağımı anladım.”

Yahya b. Muaz (ö. 258/871) demiştir ki: “ Rızkına kanâat eden; âhireti elde eder ve dünyada da hoş bir hayât sürer.”

İbrahim b. Şeybân (ö. 330) der ki: “Şeref tevâzu’da, izzet takvâda, hürriyet de kanâatedir.”

Zünnûn-î Mısrî (ö. 245/859) şöyle buyurdu: “Kanâat eden, zamanın ehlinden yakayı kurtarıp rahat eder. Akran ve emsaline üstün olur.”

Kanâat eden kulun rızkına Yüce Allah kefildir.

Kanaatkâr mümin herhangi bir dünyalığa gerek duyarsa yalvarma, alçaklık ve tevbe ayaklarıyla Rabbinin huzuruna varır. İstediğini alırsa şükreder. Alamazsa şikâyet etmeden, karşı gelmeden sabreder.

Sûfîlerin güzel ahlaklarından birisi de; az bir dünyâ malına kanâat etmeleridir.

 

.MAKÂMÂ T’TA KANÂAT

Sabah akşam zenginliği talep etmen ne zamana kadar, ömrün hızla geçiyor, neden mal elde etmek için dere ve düzlükleri aşıyorsun. Ne kadar hırslı olursan ol yine de nasibini bulursun. Güç ve kuvvetini taat için sarf et. Hayırlı olan da budur. Çünkü bir müddet sonra cenaze taşıyan tahtaya binilir.403  

Ey Ebû Kasım! Aç gözlü değil, kanaatkâr ol. Kanaatkâr olduğunda hiç vermeyene de çok verene de ihtiyacın olmaz.403

Kanâat, altında bütün mülk ve memleketlerin bulunduğu bir mekândır. Yok oluşu ve helaki için hiçbir belanın olmadığı bir yerdir.

Kanaatkâr olanı, zenginlikten sonra fakirlik beklemez, kanaatkâr olanın hâzinelerine yokluk girmez, onun değeri ölçülemez, kanaatkâr olan, meşguliyet bakımından insanların en rahatıdır. Yardım etmede ve misafir ağırlamada insanların en rahatıdır.

Ölçülen (buğday, arpa) ve tartılan (altın, gümüş gibi) şeyler kanaatkâr olanın umurunda değiller, hâzinede toplanan ve saklanan mal onu ilgilendirmez. Onun hâzinelerinin anahtarlarını güçlü bir cemaat bile taşıyamaz. Bununla o, Karun’dan daha zengin ve daha fazla servet sahibidir.

Kanaatkâr olanın ihtiyaçları bellidir: “Avret Yerlerin örten eski bir elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek.”Bunları elde edince sanki bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ki o, bunlarla semiz develerin sahibinden daha zengindir.

Az olana kanâat getiren en zengin, çok mala hırslı olan da dâimâ en fakirdir. Kanaatkâr olan, istediği her şeye sâhip iken, hırslının muradına ulaştığı ise hiç görülmemiştir. Hırslı olan bol bol yese bile daha fazlasını istemekten vazgeçmez, en sevimli elbiseleri giyinse ve en güzel atlara sâhip olsa dahi, onu esir ve fakir olandan daha hırslı ve daha aç gözlü görürsün.

Sürekli yumuşak döşekleri arzular. Birazcık sert bir zeminde otursa sızlanır ve hemen değiştiriverir.

En son elde edilecek nimeti dahi elde ettiğinde, daha iyisini arzular. Işığı ay kadar parlak olduğunda parmaklarını ısırır ve ay gibidir. Neden güneş gibi değildir? deyip eyvahlar çeker.

 

Asidir. İştahlı olan her şeye çene kemikleriyle iştah eder. Damağı her şeye hırslı olur. Arzuladığı şeylerin haddi hesâbı yoktur.* 

Yüzünün derisini sâdece seni yaratanın huzurunda yırt insanlardan değil Allah’tan iste rızkını, zengine de rızkı verenden iste. Eğer dilerse sana da verir.413

Az bir çalışma ile elde edilen nimet, sultanların verdiği çok nimetten daha hayırlıdır. Çünkü dünyalık nimetler, az bir süre sonra insanı terk eden bir gölgeliktir. İlâhî ilham ve semâvî tesadüf daha hayırlı ve bereketlidir.

Allah’ın bazı kulları vardır ki, hiçbir melik’in kapısını çalmamış onun eşiğine ayak basmamış ve onun önünde saygıyla dikilmemiştir.

Kanaatkâr olanın ihtiyaçları bellidir: “Avret Yerlerini örten eski bir elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek” Bunları elde edince sanki bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ki o, bunlarla semiz develerin sahibinden daha zengindir.

Değerlendirme:

Zühd ile kanâat makamları arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. Zâhid olmayı hedefleyen sûfi’nin yolu kanaatkâr olmaktan geçer. Çünkü zühd ancak kanaatkâr olma düşüncesinin bir yansıması olarak gerçekleşebilir.

Tasavvuf klâsikleri kanâat’ı şöyle dillendirmişlerdir: Kanâattan daha değerli bir hazine yoktur, kanâat eden yücelir ve insanlara muhtaç olmaktan kurtulur, izzet ve hürriyet kanâattadır, kanâat tükenmek bilmeyen bir hazinedir ve kanâat gerçek zenginliktir.

Kanaatkâr insanın rızkına Allah kefildir, kanaatkâr olanı zenginlikten sonra fakirlik beklemez

Tûl-i emel, yani hırs, tamah, tasavvufta en sevilmeyen davranışlardan biri olarak görülmektedir. Çünkü hırs insanı zillete düşürür.

Tasavvuf ehli kanâat’ı bu şekilde anlamlandırırken; Zemahşerî’de eserlerinde bu söylemin dışına çıkmamakta, kendi üslubuyla kanâata yüklediği anlam, hemen hemen Tasavvufi söylem ile aynı kapıya çıkmaktadır.

Görüldüğü üzere Zemahşerî Tasavvuf! kavramlara karşı değil, bilakis İslâm’ın rûhuna uygun kullanıldığında tasavvuf! kavramların gerekliliğine inanır. Nitekim Keşşafta zikri tanımlarken şunları söyler: Zikirden kasıt Kura’n okuma, Duâ, teşbih, tehlil ve bunun dışındaki bütün ibâdetleri kapsar ve bu zikir de Cenab-ı Allah’a boyun eğerek ve korku içinde olmalı, gizli olup cehri olmamalı. Çünkü gizlilik ihlâs ve güzelce düşünmeye daha yakındır.

Bununla berâber Zemahşerî tasavvuf ehlinin de çoğu zaman kabul etmediği bazı aşırı uygulamalara karşı sert tavır sergiler. Allah’ı sevdiğini iddia ederek zikir esnasında alkış çalıp gürültü çıkararak oyun oynayan birilerini gördüğünde, onların Allah’ın kim olduğunu ve Allah’a muhabbetin ne olduğunu bilmediklerini bil. Onlar, sâdece kötü nefislerinde kendisine güzel görünen bir şekil tasavvur etmiş ve cehâletlerinden dolayı onu Allah diye isimlendirmişlerdir. Onun üzerine alkış çalar ve oyun oynuyorlardır.

Tasavvuf Klâsikleri ile Zemahşerî farklı ekollere mensup olmalarına rağmen, makamlara yükledikleri anlam ve değerin bu kadar benzeşmesinin temel nedeni her iki disiplin içinde temel kaynağın Kurâ’n ve Sünnet olmasıdır.

MAKAMLARIN ANLATIMINDA KULLANILAN DİL ve ANLATIM

Zemahşerî, bir dil bilgini olmanın gereği olarak MakâmâtTndan Arap dil ve edebiyatının bütün inceliklerini kullanmış. Genelde anlaşılması güç, edebî değeri yüksek, gündelik hayâtta pek kullanılmayan kelimeler ile bir anlatımı tercih etmiş iken tasavvuf klâsiklerinde ise sade ve anlaşılır kelimelerden oluşan bir anlatım sergilenmiştir.

Makâmât’ta birçok makamın sonunda meramın daha iyi anlaşılması ve toplu hâlde dile getirilmesi için bazı şiir mısraları kullanılmış423 iken, tasavvuf klâsiklerinde şiirlere çok az rastlanılmaktadır. Bu da Zemahşerî’nin edebiyatçı ve şair olmasının gereği olsa gerek.

Zemahşerî eserinde, bazı makamlarda anlatımın somutlaşması ve daha iyi anlaşılır olması için Arap kültür ve geçmişinden bazı şahısların isimlerini vererek olayı somutlaştırıp anlatımını kuvvetlendirirken, tasavvuf klâsiklerinde, Arap kültürüne has bir yansımadan ve anlatımdan söz etmek pek mümkün değildir.

Zemahşerî, edebiyatçı olmanın gereği olarak makamların arasına kafiye, aruz, dîvân ve nahv gibi edebî kavramları birer makam olarak ele alıp işlerken, klâsik tasavvuf eserleri anlam yönünden bazı benzerlikler ihtivâ etseler de bu isimlerde herhangi bir makâm’m varlığından bahsetmemişlerdir.

Makâmât, Zemahşerî’nin yaşam kesitlerinden bir yansıma olduğundan ve 512/1118 yılında Zemahşerî’de gerçekleşen değişim ve fikri dönüşümün çizgisini gösterdiğinden, sultanlara uğrama, onlardan menfaat bekleme, onlara methiyeler dizmenin şahsa ve dine verdiği zararlar sıkça işlenmiştir. Bu açıdan Makâmât hayâtın dönüm noktasında geçmişi sorgulayan bir eser konumunda iken, tasavvuf klâsiklerinde bir değişim ve dönüşümden ziyade tasavvuf ile ulaşılması amaçlanan manevi hayâtın merhâleleri ve getirileri işlenmektedir.

Makâmât’ta, yazarın direk kendi nefsine hitap ile lakabını kullanarak, nefsini kınama ve geçmişini zem etme söz konusu iken, tasavvuf klâsiklerinde ise mutasavvıfların kendilerinden ziyade yaşadıkları sosyal hayâtta gördükleri aksaklıkları düzeltme, sûfî veya murîdin hayâtında oluşması gereken manevi çizginin belirlenmesi ve toplumsal manevi hastalıklara bir tür çare aramalar söz konusudur.

Tasavvuf klâsiklerinde zühd, nefs, takvâ, murâkabe ve tevbe gibi makamlar işlenirken ayet ve hadislere çokça başvurulmaktadır. Bununla berâber Kuşeyrî, Hücvirî, Kelâbâzî ve Sühreverdî gibi mutasavıflar; anlatımlarında Cüneyd-i Bağdadî, Yahya b. Muaz ve Zünnûn-i Mısrî gibi büyük mutasavvıfların sözleriyle eserlerini süslerler. Zemahşerî ise direk olarak ayet ve hadisleri pek kullanmamış, zaman zaman ayet ve hadislerin bazı bölümlerinden iktibas etmiş ve genelde alıntılara da başvurmamayı yeğlemiştir. Dolayısıyla Zemahşerî dil bilgini olduğundan kendine özgün bir anlatımı tercih etmiştir.

Makâmât’ta içerik ve kavramlar Tasavvufi olmasına rağmen Klâsik tasavvuf kaynaklarında sıkça kullanılan sûfî ve murîd gibi kavramlar, olumlu ya da olumsuz anlamda hiç kullanılmamıştır.

Makâmât’a, Ey Ebû Kasım! Seslenişinin kullanmasıyla tasavvuf klâsiklerinden Abdulkâdir Geylânî’nin (Ö.561/1166) el-Fethu’r-Rabbanî adlı eserinde geçen, oğlum! Ey cemaat! Yazık sana! Gibi vurguların kullanılmasıyla dil ve anlatım bakımından bir benzerlik teşkil etmektedir. Dolayısıyla Makâmât, tasavvuf klâsikleri arasında dil ve anlatım yönüyle daha çok el-Fethu’r Rabbanî’ye benzemektedir.

Makâmât ile tasavvuf klâsiklerinde kullanılan ortak makamlar (kavramlar): Rüşd, takvâ, rızâ, zaad, zühd, inabe, hazr, i’tibâr, teslim samt, taat, munzire, istikamet, tîb, kanâat, korunma, zülf, uzlet, iffet, nedm, velayet, salâh, ihlâs, amel, tevhid, İbâdet, sabır, haşye, ictinabu’z- zulm, teheccûd, Duâ, tasadduk, şükr, usvet, nush, murakkâbe, furkan, nehyi ani’l-hevâ, temâsuk, şehâme, humul, azm, sıdk, nehv, dîvân, mevt.

 

Kullanılan farklı makamlar (kavramlar): Aruz, kafiye, eyyamu’l-Arab

MAKÂMÂT’TA İŞLENİP DE GENELDE TASAVVUF EHLİNDE
BULUNAN HÂLLER

Kanaatkâr olanın ihtiyaçları bellidir: “Avret Yerlerini örten eski bir elbise, şiddetli açlığını dindiren bir parça ekmek” Bunları elde edince sanki bütün nimetleri elde etmiş sayılır. Ki o, bunlarla semiz develerin sahibinden daha zengindir.”

Allah’ın bazı kulları vardır ki hiçbir melikin kapısını çalmamış, onun eşiğine ayak basmamış, mertebesi hiç gözüne ilişmemiş, melikin kâtiplerini hiç tanımamış, onun yanında saygıdan ötürü iki ayağını bitiştirmemiş olup ancak Allah’ın huzurunda saygıyla durmuşlardır.

Müjdeler olsun

Allah ’ın ipine sımsıkı sarılana,

Doğru yol üzerinde ayakları sabit olana.

Elbisesi eski kalbi yeni olana.

Yeryüzünde şöhrete tabi olmayana

Adı semalarda meşhur olana

Gözler onları sefâlet içerisinde gördüğünden onlara iltifat etmez. Dünyâ onları küçük gördükçe onlar güçleriyle uhrada yükselirler. Ki onlar arkadaşları tarafından çevrilmiş, ipekli sedir ve yastıklara yaslanmış tac sahibi sultanlardan daha yücedirler.

İnsanlarla berâber olmaktan ve sohbet etmekten nefsini alıkoy. Dağın bir yükseltisine çık ve orada yaşa, mağaralara sığın, komşu ve arkadaştan uzak, gözlerinin şahsından başkasını görmediği, sâdece kalbinle istişare ettiğin, kulaklarının kendi konuşma ve fısıltıların dışında hiçbir şey duymadıkları yerlere.433

Yumuşak hâlılar, süslü revaklar yerine sana fakirlerin barınakları yeterlidir. Ömrüne yemin olsun ki, sonu ölümdür diye düşünen bir adam için üç direkli bir çadır ile firavunun sarayları aynıdır. Dünyâ üzerinde hep başkalarını konaklayan yapıları düşün. Güzel kadınlar yerine, şeytanın burnunu yere sürten seni takvâya ulaştıran bir kadın yeterlidir. Bu durumda hayır meydanında sonuna kadar onlarla yarışırsın. Güzel yemekler yerine sabah akşam iki tas arpa yemeği sana yeterlidir. O yemeklerin de bunun gibi kamını doyurmaktan sana başka bir faydaları yoktur. Pahâlı kürk ve giysiler yerine, avret yerlerini örten giysiler yeterlidir. Salih olan kul,

 

hafif olan fakirlik hâlini, iki elbise çeşidi arasında kalıp sevinme hâline tercih eder. Onun yanında altın ipekle dokunmuş meliklerin omuzlarından sarkılan güzel elbiselerle, fakirin omzunda yırtık ve kalın dokunmuş çürük bir âba aynıdır. Asıl olan takvâ elbisesidir. Dünyanın güzellik ve çekiciliğini, müşriklere bırak ki onlar helak olmuşlardır. Allah’ın ipine sımsıkı sarıl umulur ki seni korur. Seni ayıplayan ve seninle alay eden hiçbir şeye kulak asma.

Himmetlerini Rabbinin hakkına rehin etmiş Allah’ın kulları vardır. Bunlar güç ve kuvvetlerini Rablerinin rızâsını kazanmaya bağlamışlar, nefislerini onun yolunda mücahedeye bağlamış, takvâ zamanlarında onun gösterdiği yol üzerinde zelil olarak yürümüşlerdir. Nefisleri için sapkınlığa düşmek yok, amelleri düz bir çizgi üzerinde sağa sola meyletmez, yumuşak ve sakindirler. Her tehlikeye karşı bir yolda devam ediyorlar, güvenilirdirler.

Dünyâ bütün güzelliğini önlerine serse, en güzel elbise ve en süslü şeyler önlerinden geçse, onlara karşı gözlerini kapatır, zevklerine karşı başlarını eğerler ve bunların mutluluk değil gurur kaynağı olduklarından gafil değillerdir, dünyâ süsünü kalbe hâkim kılmanın yanlış olduğunu bilir, dünyayı değil âhireti, iyiliklerini değil günahlarını düşünürler. 

Bunlar huzurlu ve mutlu insanlardır. Kim bunlara benzer ise şüphesiz kazanır ve mutlu olur. Bu yola ulaşmak için Allah’tan başarı dile ki seni o guruba arkadaş 440 yapsın.

Güzelliğin şeklen olduğunu, kemalinde dünyanın şöhreti olduğunu zannettin oysa kâmil olan bildiklerini yaşayan ve çok çalışkan olandır. İnsanlar onu tanımazlar, o, Allah katında anılan ve bilinendir, onun özel ve umumi davetlerde adı 441 geçmez.

Şu hâlde dünyadaki isim ve namlardan vazgeç, kefenlenmeden önce şöhretten kaçarak ve miskin görünerek kendini kefenle, evinin bir köşesini nefsine kabir yap, tek başına kalmanın zorluğuna sabret, sâdece seni irşâd edeni ziyaret et.

Nefsi lezzet veren yiyeceklerden, istirahat veren yataklardan göze parlak gelen görüntülerden, tembellik veren boş kalmadan, ard arda gelen gevşeklikten uzaklaştır. Ona tatsız yiyecekler tattır, uyku kaçıran sert elbiseler giydir, boğazda kalacak içecekler içir. Onu aç ve susuz bırak, gece yataktan uzak tut, taş gibi batan yatakları arz et, korkutucu şeyleri hatırlat, rivayet olunan bazı Salihlerin durumlarını hatırlat, soğuk sabahlarda soğuk su ile yıka, kabir ve harabelerde dolaştır. Bütün bunları yapmaktan gevşekliğe düşme.

 

Ey Ebû Kasım! Yalnız kalmayı arzula

Bırak isim ve künyeleri başkaları arzulasın

Nefsini ölülere benzet

Eğer akıllı ve zeki isen şahsını ve nefsini ortaya çıkarma

Ölmeden onu evde defnet

Humulu ona kefen yap

Umulur ki günahlarınla tutuşturduğun ateşi söndürürsün

Çünkü cehâlet anında haddi aşıyorsun.

Zemahşerî’nin, eserinde yukarıda bahs ettiği, önerdiği ve örnek insan olarak taltif ettiği insan modeline, en uygun hayât felsefesine ve tarzına sâhip ekol hiç şüphesiz Tasavvufi hayât modelidir.

Yukarıdaki anlatımlar, sanki bir mutasavvıfın ağzıyla söylenmiş, tamamen sahih Tasavvufi yaşam ve anlayışa sâhip tasavvuf ehlini işaret etmektedir.

Bu söylem ve vurgular Zemahşerî’nin makâmât eserinde her ne kadar isim anılmamışsa da Tasavvufun varlığına en güzel delillerdir.

AKLA BAKIŞ AÇILARININ MUKAYESESİ

KLÂSİK TASAVVUF KAYNAKLARINDA AKIL

Her şeyin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri de aklıdır.443 Akıl, kendisiyle eşyanın hakikati idrak edilen asıl bir nurdur. Rûhun lisanı ve basiretin tercümanıdır.

Akıl, Allahu Teâlâ’nm bir hüccetidir; onunla bazıların hidayete ulaştırır, 11       i           44R

bazılarını da saptırır .

Rûhu akıl, nefsi arzular idare eder. Birincisinin idare edilmesi doğrudur. İkincisi ise hatadır. Sûfîye lazım olan, dâimâ nefse muhâlefet edip, rûhu ve aklı desteklemektedir. Çünkü ruh ve akıl yüce Allah’m sırrının mahâllidir.

Kul için sürekli olarak biri akıldan, diğeri hevâdan gelen iki davet vardır. Akim davetine tabi olan imana ve tevhide ulaşır. Hevânın çağrısına uyan ise delâlet ve küfre düşer.430 Akıl, nefsi azarlayıp men ederse o da uslanır; kendi hâline bırakırsa kokuşur.431

Akıl ilimle bakmaz ve marifetle korunmazsa hevâya meyleder, tuzaklara düşer. İlimle bakar ve marifetle korunursa, nefsin çağırdığı zararlı şeyleri tanır ve onlara âlet olmaz.432

En yararlı akıl, sana Allah’ın nimetlerini tanıtan, nimetlere şükretmeni sağlayan, nimetleri ve nimetlerin büyüklüğünü itiraf etmene yardımcı olan akıldır.433 Akıl, ölüm için hazırlanmaktır.434

İnsanların en akıllısı Allah’a itâat eden, en cahili de Allah’a isyan edendir.433 Akıllı olan, dünyaya aldanmaz, boş olana gönül bağlamaz.436 Dünyâ işlerini kanâat, âhiret işlerini de acele ile yapandır. Akıllı olan, amelinin ihlâssızlıktan boşa gitmesinden korkar, bundan ötürü riyadan sakınır.437

Akıl, İslâm’ın nurundan nasibi olmayınca melekût âlemine dalamayıp, mülk âleminde akla dayalı ilimler içinde çırpınıp durur. Bunun için hidayet nurundan nasibi olmayıp, sırf kuru akıllarıyla yetinenler doğruyu bulmaktan mahrum bırakılmış, önlerine perdeler çekilmiştir.438

İdrak etmekten yana akıllar kusurludur. Akıl, her ne kadar hüccet ise de, kâmil manada hüccet değildir. Asıl hüccet, peygamberlerin bi’seti ile tamam olmuştur.439 Bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu akıl değil din belirler.         

Oğlum! Nakil yoluyla elde edilen bilgiye akılla ulaşılmaz, nass da kıyasa dayanılarak terk edilmez. Apaçık delili bırakıp da salt iddiadan ibaret sözlere kanma. Çünkü akıl, yalnız başına yeterli değildir (Doğruyu bulmada).

Akıl, Allah’m varlığı için de bir delil olmaz, çünkü akıl sahibi delile muhtaç olduğu gibi akıl da bu konuda delile muhtaçtır. Yaratılmış olan, yaratana delil olamaz. Bu konuda akıl acizdir.

Akıl sâdece kulluğun nasıl yapılacağını temin eden bir âlettir.464

 

Kul bütün himmetini topladıktan sonra, akla değil, Allah’a itimad ederek düşünmeye başlamalıdır. Akla dayanan, nefis ve şeytan vesveseyle hemen işe başlarlar.463

MAKÂMÂT’TA AKIL

Sana ne de süslenmiş güzel bir cevher verilmiş, ne benzersiz süslü bir mercan verilmiş ki o, seni kötülüklerden alıkoyan akimdır. Seni koruyan hücrendir. 

Ey Ebû Kasım! Şüphesiz seni yaratan ve şekillendiren O’dur. Sana akıl ve nefs veren O’dur. Bu ikisi (akıl-nefs) hayır ve şer yolunda senin hüccetindir. Kötülük ve olgunluk merhâlelerinde seninle berâberdir. Onlardan biri basirettir, öğreticidir, sabah akşam seni saf kaynaklara götürür, hakk olan hücceti sana gösterir. Diğeri kördür, cahildir, meçhul ve zor yerlerde seni çalıştırır.

İkisinden hangisi daha mahir, daha bilgin ve tabi olunmaya daha layıktır. İyice bil ki, nefsi akla tercih etmek adet değildir. Akıl, seherin aydınlığı gibi parlak, nefs ise karanlığın siyah çizgisi gibi karanlıktır.

Akıl, dili olumsuzluklardan vazgeçirendir. Dil akla hâkim olursa, dilin gücü aklı, idraki sarar ve dehasını örter. Şüphesiz akıl sahibi, akıllı olanı seçer ve şahsiyeti düşürenden uzak durur.

Seni aklını, nefsine teslim etmiş, atını ve kervanını isyan çölünde yürüten, bâtılda kalmaya ısrar eden biri olarak görmekteyim. Ömründen geçen aylar yıllarını bitiriyor sen yine akıl etmiyorsun. Oysa ki sen sürekli haktan belaya koştuğun için sanki aklı olmayan gibisin.

Allah’a yemin olsun ki gerçek akıllı ve edib olan, birçok garip ve bilinmez şeyleri ezberleyen değil, nefsini yüce Allah’ın arzuladığı şekilde terbiye edip onu süsleyen, ahlakını, insanı lekeleyen düğümlerden ayrıştırıp temizleyendir.

Gerçek akıllı olan kişi hedefi dünyâ ve süsü olmayandır. Onun Allah katında yüksek bir makamı vardır. Akıllı kimse dünyanın aldatmasına kapılmaz.

 

Kendisini bekleyen sonucu düşünür ve tedbir almayı terk etmez.47'' Kendisi için olması gerekeni (ihtiyaç duyduğunu) yapandır.

Akıllı (hür) insan, Helâl veya haram olduğu belli olmayan kaynaklardan içmeyi nefsine uzak tutar. Harama dalmaya karşı sabırlıdır. İnsanı küçük düşüren işlerden uzak durur. Haram olanı almaktansa zor olan Helâle tahammül eder.

Eğer akıllı ve zeki isen, şahsını ve nefsini ortaya çıkarma, ölmeden önce onu evinde defnet.

İnsanın akıllı olduğuna ilk delil hareket ve sükûnetinin uygun olmasıdır. Akıllı insan, tehlike anında bile sükûneti elden bırakmaz.

Ey Ebû Kasım! Yalnız değilsin, insana şahdamarmdan da yakın olan seninle berâberdir. Akıl gözüyle bakmaz isen bunu nereden bileceksin.

Akla sarılman lazım, elinle onu kucaklaman lazım, karşılıklı sana mızraklar atılsa dahi, seninle onun arasındaki perdeler yırtılsa dahi, öldürücü ölüm sana karşı çıksa dahi akıldan uzaklaşmaman lazım.

“Hüccetti olarak aklın izleri üzere yürü

Doğruluğu belli olan terk edilmez

Akıl, basirettir ve rehberdir

Akıl, doğru görüşten uzak bir basirete yöneltmez

İşlerinde, hevâsı kendisini idare eden

Akıllı insanlar arasında gülünç konuma düşer.

Değerlendirme:

Tasavvuf klâsikleri ile Makâmât arasında ki en belirgin anlayış farklılığı, akla bakış açılarında görülmektedir.

Mu’tezilî bir mütefekkir olan Zemahşerî’nin eserinde akla bakışı, temelde Mu’tezilî düşünce sistemi ile paralellik arz etmektedir.

M’utezilî düşünce siteminde vahyî bilgi, merkezî konumda olup nassları anlamada aklı önceleyen bir tutum söz konusudur. Bunun sebebi de dînin ancak akıl yoluyla anlaşılabileceğine olan inançtır.

Zemahşerî eserinde aklı, süslü bir mercan, insanı iyiliğe sevk edip kötülükten alıkoyan, seherin aydınlığı gibi benzersiz bir basiret olarak görmektedir. Dolayısıyla her hâlükârda akla sarılmak lâzımdır o der ki: “Karşılıklı sana mızraklar atılsa dahi, öldürücü ölüm sana gelse dahi, akıldan uzaklaşma! Çünkü akıl basirettir, rehberdir. Doğru görüşten uzak bir basirete yöneltmez. Delilli olarak aklın izlerinde yürü! Doğruluğu belli olan terk edilmez.”

Görüldüğü üzere Zemahşerî, doğruyu bulmada akla mutlak bir değer vermiştir. Aklı, iyi ile kötülüğü ayıran bir mihenk olarak görmüştür. Oysa tasavvuf ehli aklı yalnız başına yeterli bir mihenk olarak gömemektedir. Dolayısıyla akla yaklaşımı biraz daha mesafelidir. Çünkü tasavvuf ehline göre akıl eşyânın hakikatim idrak ettiren bir nur, rûhun lisânı, bâsiretin tercümânı, insanın cevheri ve kulluğun nasıl yapılacağını temin eden bir âlet olmakla berâber, yalnız başına yeterli olmayan ve idrak etmekten yana kusurlu olandır. Akıl her ne kadar hüccet ise de, kâmil mânâda hüccet değildir. Asıl hüccet dindir. Kul bütün himmetini topladıktan sonra akla değil Allah’a itimad etmelidir.483 Görüşü yaygındır.

Mu’tezile’nin, “Allah’ı tanımaya götüren tek yol akıldır”

“Doğru olanı bulmanın en önemli öncülü akıldır”  söylemine karşın tasavvuf ehli; “akıl, Allah’ın varlığı için bir delil olamaz, çünkü bu konuda akıl delîle muhtaçtır. Yaratılmış olan, yaratana delil olamaz. Bu konuda akıl âcizdir”  söylemine itibar etmişlerdir.

Bununla berâber, gerek tasavvuf klâsiklerinde ve gerekse Makâmât’ta akıllı olmanın öncülleri, aynı vurguları içermektedir. Her iki söylemde de akıllı olan, nefsine itimad etmez. “Aklıyla nefsini eğitir, dînî emirlerini eksiksiz icrâ eder ve dünyanın aldatmasına kapılmaz” gibi temalar sıkça işlenmektedir.

Zemahşerî eserinde, aklı nassm önünde bir değer olarak değil, dînin daha iyi anlaşılması için verilen en büyük öncül olarak görmektedir. Tasavvuf ehli de aklı genelde diğer İslâmî ekollerde olduğu gibi dînîn anlaşılması ve daha iyi yaşanması için gerekli araç olarak görmektedirler.

SONUÇ

Her insanın manevi bir boyutu vardır. Ebû Kasım ez-Zemahşerî’nin mânevi hayâtını yansıtan da Makâmât adlı eseridir. Zemahşerî, bu eserde bütün maddî kaygılardan arınarak, dünyaya iltifat etmeyen, tamâmen İlâhî hazlara ehemmiyet veren bir anlatım sergilemiştir. Bununla dünyanın geçiciliğini, nefsi kayıt altına almanın gerekliliğini, insanlardan uzak durup uzlete çekilmenin faydalarını, ihlâs ve kanâatin önemini vurgulamayı hedeflemiştir.

Zemahşerî’nin eserine konu ettiği kavramlara yüklediği anlamlar, tasavvufa çok yakın ve Tasavvufi referans kaynaklarının da sıkça işlediği konu ve anlamlardır. Belki aradaki en belirgin fark, söylemin Zemahşerî’nin dil bilgini ve şâir olmasının getirdiği farklı bir terminoloji ile işlenmiş olmasıdır.

Zemahşerî, Makâmât’ ında zühd, takvâ, nefs, uzlet ve kanâat gibi kavramları işlerken, doğrudan tasavvufu andıran şeyh, sûfî ve mûrîd gibi kavramlara hiç değinmemiştir. Fakat eser tasavvufi kavram ve söylemleri içermektedir. Bu yönüyle eser tam bir sûfî lisânı ile yazılmış ve sanki bir sûfînin kaleminden dökülmüş mânâ ve nasihatleri içermektedir.

Zemahşerî’nin Makâmât’mda işlediği makamlar, bir yönüyle tasavvufi kavramlar sisteminin Mû’tezilî bir versiyonu olmaktadır. Bu açıdan Makâmât, tasavvuf sistemiyle ortak anlam iföde eden, fakat farklı üslup ve anlatımıyla ayrı bir önem arz eden bir eser konumundadır.

Mu’tezilî düşünürler genelde akılcı, sorgulayıcı, özgürlükçü ve genel kabul görmüş anlayışa aykırı olarak bilinirler. Dînî anlayışın yorumlanmasında diğer İslâmî disiplinlerden faklı tavırlar sergilemişlerdir. Genelde kendi mantıkları dışındaki düşüncelere ve belki tasavvufi sisteme reddiyeci olarak da bilinirler. Oysa bu çalışmada da görüldüğü üzere, aslında bu zihniyetin ve temelde Zemahşerî’nin, tasavvufun temel esasları olarak kabul gören zühd, takvâ, nefs, uzlet ve kanâat gibi tasavvufi unsurlara çok önem verdikleri görülmektedir.

Bununla, Mu’tezile ve temelde Zemahşerî’nin, tasavvufun tam karşısında yer aldıkları, ikisin zıt kutuplar oldukları ve tasavvufi hiçbir unsuru taşımadıkları söyleminin yanlışlığı ortaya çıkmaktadır.

Elbette ki Zemahşerî’nin bu eser ve söyleminden yola çıkarak onun sûfî olduğu veya tasavvufi tecrübeye yakınlaştığını söylemek mümkün değildir. Ancak belki tasavvufi tecrübenin öngördüğü ve ısrarla vurguladığı tecrübeyi yaşamayı benimsediğini ve kendisini ondan armdıramadığını söyleyebiliriz.

Böylece kökleri Kur’ân ve Sünnete dayanan çeşitli İslâmî düşünce ekollerinin birbirinden etkileşimlerinin mümkünlüğü ortaya çıkmaktadır. Çünkü sonuç itibâriyle İslâmî disiplinlerin beslendikleri kaynaklar birdir. Etkileşimleri de doğaldır.

Sonuç olarak bu çalışma ile tasavvuf ilmini benimsemeyen ve belki tamâmen reddettiği bilinen şahıs ve akımların kendilerini tasavvufun öngördüğü hayât ve mantaliteden arındıramadıklarını gördük. Şuna kânî olduk ki, tasavvuf ilmi ve hayât anlayışı, İslâm kültür ve yaşam biçiminde vazgeçilmez bir değer ve konuma sâhiptir.

KAYNAKLAR

AFÎFÎ, Ebû’l-Alâ, Tasavvuf İslâm’da Mânevi Hayat, (Haz.: Ekrem Demirli- Abdullah Kartal), İstanbul, 1996.

A KAY, Haşan, İslâmî Terimler Sözlüğü, İşaret, İstanbul, 1993.

ATEŞ, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, İstanbul, 1998.

AYDINLI, Osman, “Mu’tezilî Anlayışta Zühd ve Takvâ Boyutu”, Tasavvuf Dergisi, sayı: 10, Ankara, 2003, 99-122.

AYYILDIZ, Erol, “Makâme”, DİA,, Ankara, 2003, XXVII, 417-419.

CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul, 2004.

CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara, 1988.

el-CEZERİ, İzzeddin İbn Esir, el-Lübâbfı Tehzibi’l-Ensâb, II, Dâru’s-Sâdr, Beyrut, ts.

CÜRCÂNÎ, Ebî Haşan el-Huseynî, et-Ta’rifât, (Tah.: Abdurrahman Umeyre), Beyrut, 1987.

ÇAĞMAR, M. Edip, “ez-Zemahşerî ve “el-Makâmât” Adlı Eseri”, DÜİFD, Sayı: 1, Diyarbakır, 2002, 77-98.

ÇETİNER, Bedreddin, “Zemahşerî”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000, VIII, 340-342.

ed-DÂVÛDÎ, Ahmed, Tabakâtu’l-Müfessirin, (Thk.: Ali Muhammed Ömer), Kahire, 1994.

EBÛ MUSTAFA, Ahmed, Miftâhu’s-Saâdet, Beyrut, 1985.

ELVERDİ, Ezel ve bşk., Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1986.

GAZÂLÎ, Ebû Hamid Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, I-IV, (Haz.: Ahmed Serdaroğlu), İstanbul, 1989.

, el-Munkızu Mine’d-Dalâl, (Çev.: Hilmi Güngör), İstanbul, 1994.

GEYLÂNÎ, Abdulkadir, el-Fethu’r-Rabbânî, (Haz.: Osman Güman), İstanbul, 2005.

GÜNEŞ, Abdulbaki, Aklî Tefsir Hareketi, Van, 2003.

el-HAKÎM, Suâd, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, (Haz.: Ekrem Demirli), İstanbul, 2005.

el-HAMEVÎ, Yâkut, Ebû Abdullah Yâkut b. Abdullah er-Rûmî, Mu’cemü’l-Büldân, Beyrut, ts.

, Mu’cemü’l-Udebâ, Beyrut, 1991.

HANSU, Hüseyin, Mutezile ve Hadis, Ankara, 2004.

HÜCVİRÎ, Ali b. Osman b. Ebû Ali el-Cüllâbi, Keşfü’l-Mahcûb, (Haz.: Süleyman Uludağ), İstanbul, 1996.

ÎBN ARABÎ, Muhyiddin, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Beyrut, 1998.

ÎBN HÂLLIKAN, Şemseddîn Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtü ’l-A ’yan, Beyrut, 1977.

İBNU’L-KAYYIM, el-Cevziyye, Medaricu’s- Sâlikîn, (Haz.: Ali Ataç ve bşk.), İstanbul, 1990.

İBN KESİR, Ebû’l-Fidâ İsmâil b. Amr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Thk.: Ahmed Ebû Muhlim), Beyrut, 1985.

İBN-İ MANZÛR, Ebû Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü ’l-Arab, I.

Baskı, Beyrut, 1995.

İBNÜ’L-ESİR, EbûT-Hasan Ali b. Ebi’l-Bekir, el-Kâmilfi’t-Târîh, Beyrut, 1979.

İMÂM-I RABBÂNÎ, Mektûbât-ı Rabbânî, I-III, (Haz.: Abdulkadir Akçiçek), İstanbul, 1996.

el-İSFAHANÎ, er-Râğıb, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986.

KÂDÎ, Abdulcabbâr b. Ahmed el-Hemedânî, Şerhu’l-Usûlii-Hamse, (Nşr.: Abdulkerîm Osman), Kahire, 1996.

KAHHÂLE, Ömer Rızâ, Mu’cemüi-Müellifin, Beyrut, 1993.

KÂŞÂNÎ, Abdurrezzâk, Tasavvuf Sözlüğü, (Haz.: Ekrem Demirli), İstanbul, 2004.

KÂTİB ÇELEBÎ, Keşfuz-Zunûn, Beyrut, 1990.

KELÂBÂZÎ, Ebûbekir Muhammed b. İshâk Buhârî, et-Ta’arruf, (Haz.: Süleyman Uludağ), İstanbul, 1992.

el-KIFTÎ, EbûT-Hasan Cemâlüddin, Înbahu’r-Rivâyet âlâ Enbâhi Nuhat, Kahire; Beyrut, 1986.

KUŞEYRÎ, EbûT-Kasım Abdulkerim, Kuşeyrî Risâlesi, (Haz.: Ali Arslan), Ankara, 2003.

KÜBRÂ, Necmüddin, Tasavvufi Hayat, (Çev.: Mustafa Kara), İstanbul, 1998.

MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kûtü’l-Kulûb, I-IV, (Haz.: Dilâver Selvi, Ali Kaya), İstanbul, 2004.

, Kûtü’l-Kulûb, I-IV, (Haz.: Muharrem Tan), İstanbul, 1999.

MUHÂSİBÎ, Hâris b. Esed, er-Riâye, (Haz.: Abdulhâkim Yüce), İzmir, 1997.

MUSTAFA, İbrâhim ve bşk., Mu ’cemü ’l-Vasit, I-II, İstanbul, t.s.,

NASR, Seyyid Hüseyin, İslam İdealler ve Gerçekler, (Haz.: Ahmet Özel), İstanbul, 1996.

ÖZEL, Ahmet, Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara, 1990.

SCHIMEL, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, (Çev.: Ergun Kocabıyık), İstanbul, 2004.

es-SEM’ÂNÎ, Ebû Sa’d Abdülkerîm b. Muhammed, el-Ensâb, Beyrut, 1988.

SERRÂC, Ebû Nasr, el-Lüma’, (Haz.: H. Kâmil Yılmaz), İstanbul, 1996.

SOYSAL, Hüseyin, “Zemahşerî”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, XIII, 1986, 509.

es-SÜYÛTÎ, Celâlüddin Abdurrahmân, Tabakâtu ’l-Müfesirîn, Beyrut, ts.

SÜHREVERDÎ, Ebû Hafs Şihâbüddîn, Avârifü’l-Maârif, (Haz.: Dilâver Selvi), İstanbul, 2005.

TÜRER, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, İstanbul, 1998.

ULUDAĞ, Süleyman, “Makâm”, DİA, Ankara, 2003, XXVII, 409-410.

, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 2002.

ez-ZEHEBÎ, Muhammed b. Ahmed, Mîzânü’l-İ’tidâl fi Nakdi’r-Ricâl, (Thk.: Ali Muhammed el-Becevî), Beyrut, ts.

ez-ZEHEBÎ, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, bs. y. yok, 1976.

ZEMAHŞERÎ, Ebû Kasım, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fi Vücûhi ’t-Te ’vil, Beyrut, ts.

, Makâmâtü’z-Zemahşerî, Beyrut, 1982.

, Ru ’ûsu ’l-Mesâil, Thk.: A. Nezir Ahmed, Beyrut, 1987.

, Esâsu’l-Belâğa, Beyrut, 1989.

ez-ZİRİKLİ, Hayruddin, el-Âlâm, Beyrut, 1990.

ÖZET

“Zemahşerî’de Tasavvufi Kavramlar (Mâkâmât Örneği)” adlı çalışmamızın temel amacı, Mu’tezilî düşünce sisteminin en önemli düşünürlerinden olan Ebû Kasım ez-Zemahşerî’nin tasavvufi kavram ve unsurlara olan bakış açısını ortaya koymaktır. Bununla manevi hayât diye de tanımlanan tasavvufun görüntülerini Zemahşerî’de incelemeyi hedefledik.

Çalışmamız üç ana bölümden oluşmaktadır: Giriş bölümünde Zemahşerî’nin hayâtı ve eserlerini; ikinci bölümde Makâmâtu’uz-Zemahşerî’nin içeriğini; Son bölümde de Makâmât ile klâsik tasavvuf kaynaklarının mukâyesesi başlıklarını inceledik. Bunlarla berâber ara başlık olarak da ‘makâm’ ve ‘makâmât’ kelimelerinin sözlük ve terim anlamlarını ve Tasavvufi işlevlerini, Makâmâtu’uz- Zemahşerî hakkında genel bilgiyi, Zemahşerî’nin eseri yazma nedenlerini, Makâmât’uz-Zemahşerî’de işlenen makamların sözlük ve terim anlamlarını, zühd, nefs, uzlet, takvâ, ihlas ve kanâat makamlarına yüklenen anlamları, anlatımda kullanılan dili, Makâmât’ta işlenip de genelde tasavvuf ehlinde bulunan hâlleri ve klâsik tasavvuf kaynakları ile Zemahşerî’nin akla bakış açılarını mukâyeseli bir şekilde işledik.

İnceleme sonucunda Makâmât’m, Zemahşerî’nin manevi boyutunu teşkil ettiğini, işlenen makamların tasavvuf içerikli olduğunu ve tasavvufi söylemle anlam bakımından büyük bir paralellik arz ettiğini gördük. Klâsik tasavvuf kaynakları ile Makâmât arasındaki en belirgin fark ise bunların akla bakış açılarında görünmektedir. Zemahşerî, Makâmât’ ında akla büyük bir paye verip tam bir güvenle bakmakta iken; klâsik tasavvuf kaynakları ise aklı çok önemsemelerine rağmen akla sınırlı bakmaktadırlar.

Sonuç olarak şuna kâni olduk ki; bazı çevrelerce tasavvufi sistem söylev olarak kabul görmese de tasavvufi söylemin görüntüleri üzerinde mevcuttur. Dolayısıyla İslâm’ı yaşamayı hedef edinenlerin tasavvuftan tamamen arınmaları mümkün değildir.

ABSTRACT

Main purpose of our study “ Mystic Concepts in Zemahşerî (Makâmât as a specifîc model)” is to carry out the perspective of Ebû Kasım ez-Zemahşerî, one of the most signifıcant scholars of Mu’tezilî thought System, on mystic concepts and factors. Thus, we intend to study the manifestations of sufısm which is also defıned as spiritual life in Zemahşerî.

The study consists of three main chapters: In the Introduction, we have studied Zemahşerî’s life and works; in the second chapter the content of Makâmât’uz-Zemahşerî and in the final chapter we have dealt with the titles conceming the comparison between Makâmât and classical sources of mysticism. Furthermore, we have studied such subtitles comparatively as ‘makam’(state) and ‘makâmât’ (states) both in lexical and technical sense and their mystical functions and a general view on Makâmât’üz-Zemahşerî, the author’s reasons for writing the book, the lexical and technical meanings of the States (makam) dealt with in the work, together with the States called as asceticism, soul, solitude, piety, sincerity and modesty in addition to the sense in which these terms are used; the language used in the book, as well as the moods that are observed in almost ali of the sufis and dealt with Zemahşerî , and comparison of the sources of classical mysticism and Zemahşerî’s perspective on the Intelligence.

As a consequence of the study we have find out that Makâmât brings forward Zemahşerî’s spiritual part, that the States dealt with are of mystic content and demonstrates a great similarity between the discourse and meaning. The most remarkable difference between Makâmât and classical sources of mysticism is seen in their point of view with regard to the intelligence. While Zemahşerî, in his Makâmât, gives a great importance to the intelligence confidently, classical sources of mysticism view intelligence as limited, intelligence is of great importance to them, though.

As a result, we have been persuaded that, despite the fact that in some societies the mystic discourse is not accepted as a discourse, the manifestations of the discourse of mystic System is existed. Hence, those try to lead an Islamic way of life cannot be indifferent to İslam.

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar