AHMED MİKDÂD EFENDİ
| |
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI
İSLAM TARİHİ VE SANATLARI BİLİM DALI
HAYATI
VE KÜLLİYATI
Doktora Tezi
ERHAN SALİH FİDAN
Danışman: DOÇ. DR. AHMET KARATAŞ
ÖZET
Anahtar
Kelimeler: Türk-İslam Edebiyatı, Ahmed Mikdâd Efendi, Biyografi, Sürgün,
Savaş, Sivas, Divriği, Erzincan.
ABSTRACT
Keywords: Turkish-Islamic
Literature, Ahmed Mikdâd Efendi, Biography, Exile, War, Sivas, Divriği,
Erzincan.
ÖN SÖZ
İsmini, kudretini
hazret-i Hakk’ın tezkâr Ederim leyl ü nehâr nâmını her dem tekrâr (A.Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât, s. 53.)
Ahmed
Mikdâd Efendi, son devrin çokça eserler vermiş bir kalem erbabı olmasına rağmen
ismi unutulmuş, birkaç sathî araştırma dışında üzerinde durulmamış
şahsiyetlerindendir. Tefsir, kelam, mantık, fıkıh gibi İslâmî ilimlere dâir
kitapların da yer aldığı eserlerinin sayısı kırka yakındır. Bunlar arasında
Arapça ve Farsça manzum eserlerin yer alması onun ilmî ve edebî seviyesini
göstermesi zaviyesinden mühimdir. Ahmed Mikdâd Efendi hem aruzla hem de hece
ile manzûmeler kaleme almış bir şair olarak umûmî hatları itibârıyla
şiirlerinde devrinin zorluklarını, tartışmalı meselelerini ele almıştır. Ciddî
savaşların verildiği, devletin ve milletin düşman karşısında çok ağır kayıplar
verdiği dönemleri gördüğü için bilhassa “harp edebiyatı” sahasında kalem
oynatmış ve hattâ bir cihat risalesi yazmıştır. Trablusgarp Savaşı, Balkan
Savaşı ve Millî Mücâdele onun şiirlerinde yer
bulan,
eserlerine yansıyan harplerdir. Bunların yanında onun şiirlerinde, Müslüman
Türk şairleri tarafından dâimâ mevzû edilmesi bir gelenek hâline gelmiş bulunan
Allah’ın birliği, peygamber sevgisi gibi konular da mevcuttur. Ele geçen
şiirleri arasında na’t ve tevhid türünde şiirleri vardır.
Şahsiyet
olarak esasen oldukça cevval, bilhassa hitabeti ile cemiyet üzerinde ciddî
tesir uyandıran, kalemi kuvvetli bir zât olmasına rağmen gençlik yıllarındaki
sürgünü neticesinde taşrada ömrünün sonuna kadar matbuattan, neşriyat âleminden
uzak durmak mecburiyetinde kalmıştır. Hâiz olduğu vasıflara rağmen onun bir
köşede, adı ve hatırası unutulmaya yüz tutmuş yerel bir kahraman olarak
kalmasını böylece izah edebiliriz.
Vefâtından
aşağı yukarı seksen yıl sonra yapılan bu çalışma ile Ahmed Mikdâd Efendi’nin
hayatını ve eserlerini iki kapak arasında toplamaya çalıştık. Çalışmanın ilk
bölümünde Ahmed Mikdâd Efendi’nin terceme-i hâlini evrakların imkan verdiği
ölçüde geniş bir sûrette yazmaya gayret ettik. Bu hayat hikâyesi yazılırken
Mikdâd Efendi’nin eserlerinden, devlet arşivinden, Diyanet İşleri Başkanlığı
arşivinden istifâde edildi. Ayrıca Mikdâd Efendi’nin torunlarının arşivi ve
verdikleri bilgiler de biyografiye genişlik kattı. İkinci bölümde ise, umûmî
hatları ile, Ahmed Mikdâd Efendi’nin ilmî-edebî şahsiyeti ile şiirlerinin
husûsiyetlerini ele almaya çalıştık. Üçüncü ve son bölümde Ahmed Mikdâd
Efendi’nin üçü manzum, ikisi mensur ele geçen beş eseri ile muhtelif mecmua ve
gazetelerde neşrolunan yahut aile arşivinde kalan şiir ve yazılarını bir araya
getirdik. Çalışmanın sonuna Ahmed Mikdâd Efendi’nin icâzetnâmesinin aslı ve
tercümesi ile hakkındaki mühim evrakın asıllarının ve çeviri yazılarının
bulunduğu bir “Ekler” kısmı ve fotoğraf albümü ekledik.
Yukarıda da
ifade ettiğimiz gibi bu araştırma arşiv, matbuat ve neşriyât âlemi ile şahıslar
üzerinden, bunların kaynaklığında yapıldı. Bu manada çok yönlü bir araştırma
olduğu ifade edilebilir. Elbette bu çok yönlülük araştırmayı zenginleştirmiş,
hacimlendirmiştir. Çalışmanın hacmini artıran bir husus Mikdâd Efendi’nin
biyografisini yazarken temel kaynak olarak kullandığımız Diyanet İşleri
Başkanlığı arşivindeki özlük dosyasının umûma açık, rahat erişilebilir bir
yerde bulunmayışıdır. Ehlinin malûmudur ki ilmî çalışmalarda en küçük teferruat
dahi IV
kıymetlidir,
görmezden gelinemez; fakat bilgi kırıntısı kabilinden bile olsa mutlak sûrette
belgesi yahut şâhidi istenir. Hâl böyle olunca okuyucunun kurgu bir metinle
karşı karşıya olmadığını, her bilginin bir şâhide/belgeye istinâd ettiğini
göstermenin yegâne yolu belgeyi olduğu gibi metne yahut dipnota almaktan
geçmektedir. Arşive ulaşması güç olan okuyucunun, belgeleri elinin altında
bulması arzusu çalışmanın hacmini artırdı; zaman zaman da nâhoş görülebilirse
de dipnotların kabarmasına sebep oldu. Bunun bir hassasiyet neticesi olarak
zuhûr ettiğini ifade etmemiz gerekir.
Şair,
müellif Ahmed Mikdâd Efendi hakkında yaptığımız bu araştırma bir yönüyle
edebiyat tarihine, bir yönüyle harp edebiyatına, bir yönüyle siyasi tarihe
dokunurken mühim ve geniş bir çerçevede de şehir tarihi sahasına dâhil edilebilecek
muhtevâya sahiptir. Divriği’nin bir köyünde doğan, İstanbul medreselerinde
tahsil gördükten sonra ömrünün yaklaşık otuz beş yılını Erzincan’da geçiren
Mikdâd Efendi’nin hayat hikâyesi itibârıyla bilhassa Erzincan şehri için
devrinin önde gelen zevâtından addedildiği anlaşılmaktadır. Buna binâen Mikdâd
Efendi, mekânları ve şahısları ile Erzincan’ın tarihinde yer etmiş; adı
Erzincan ile birlikte anılır olmuş; bu şehre büyük hizmetleri ve emekleri
geçmiş bir âlimdir. Onun terceme-i hâli, şehrin ekserîsi unutulmuş, yok olup
silinmiş birçok mekânına ve şahsiyetine dokunan, bunlar hakkında bilgiler
veren, hatıralar nakleden bir metin hükmündedir.
Geniş bir
sûrette ele almaya gayret ettiğimiz bu biyografi, umuyoruz ki edebiyat
tarihinde adı anılan, eserleri ile zikredilen bir şahsiyetin yerini
sağlamlaştıracaktır. Bu araştırma, Ahmed Mikdâd Efendi isminin bilhassa tarih
ve edebiyat sahasında layık olduğu, hak ettiği yerlerde zikredilmesini
sağlayabilirse en mühim vazifesini ifa etmiş olacaktır. Gayret bizden tevfîk
Allah’tandır.
Teşekkür
Veri
tabanları ve geniş kaynak imkanları ile araştırmacıların işlerini daima
kolaylaştıran İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ve Milli Kütüphane; aynı
şekilde taleplerimize hızlıca cevap veren Edirne Selimiye Yazma Eserler
Kütüphanesi; şahsî sicil dosyasına ulaşma imkanı sağlayan Diyanet İşleri
Başkanlığı; bunların yanında elbette T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri
teşekkür etmemiz gereken başlıca kurumlardır.
Diyanet
İşleri Başkanlığı Sicil Dairesi personelleri Ahmet Ciba ve Osman Eroğlu
Beyefendiler, Ahmed Mikdâd Efendi’nin şahsî sicil dosyasını temin etmemde çok
yardımcı oldular. Hacı Hasan İçli Beyefendi, Ahmed Mikdâd Efendi’nin sürgünü
ile alâkalı daha önce kullandığı ve fakat devlet arşivinde “kullanılamaz durumda”
olduğundan dolayı talep edenlere arz edilemeyen evrakı büyük bir alicenaplıkla
bizimle paylaştı. Abdullah Acehan Beyefendi, talep ettiğimiz kapsamlı
çalışmasını gönderme lütfunda bulundu. Bu hususta Maruf Çakır Beyefendi çok
yardımcı oldu. Arapça metinlerde Ahmed Nûreddîn Kattan ve Eyyup Akdağ
Beyefendiler’in çok yardımlarını gördüm. Mefail Hızlı Beyefendi, çözemediğim
bir husustaki yardım talebimi büyük bir samimiyet ile cevapladı. Yusuf Yıldırım
hocam, Farsça metinler husûsunda yardımcı oldu. Mikdâd Efendi’nin torunları
Dara Tan Beyefendi ve Belir Bulut Hanımefendi verdikleri bilgilerle ve
istifademize açtıkları şahsî arşivleri ile çalışmanın zenginleşmesine ciddî
katkı sağladılar. Hepsine en derin şükranlarımı arz ederken nihayet tarihimizi,
kültürümüzü, şahısları, kurumları, mekânları -bir cümle, bir makale, bir kitap
ile olsun- kayıt altına alma gayretinde olan tüm münevverlerimize, kalem
erbabına da ayrıca şükranlarımı arz etmeye mecburum. Bu türlü, zaman zaman
kolay görülen çalışmaların paha biçilmez kıymetini görebilmek, bu çalışmanın
şahsım adına belki de en büyük semeresidir. Yine yüksek lisans ve doktora
dönemlerinde kendilerinden ders aldığım tüm hocalarıma da teşekkürü bir borç
bilirim. Böyle bir araştırma yapmak husûsunda, araştırmanın her aşamasında
tavsiyeleri ve yardımları ile bana destek olan Ahmet Karataş hocama en derin
teşekkürlerimi arz ederim. Son olarak gösterdikleri fedâkârlıkla kendilerini
ihmâl etmemi hoş görüyle karşılayan eşime ve çocuklarıma teşekkür ederim.
Gençlik
döneminden itibâren devletine, milletine hizmet etmek için türlü meşakkatleri
göğüsleyen, kalemi ve kelâmı ile mücâdele eden Erzincan Terzi Baba
Kabristanı’nda medfûn şair Ahmed Mikdâd Efendi’ye rahmet ve mağfiret niyâzıyla
son söz onun duâsıdır:
Hamd ü
minnetle Hudâ’ya ederim hatm-i kelâm
Eylerim
Hazret-i Peygamber’e bin türlü selâm
Bana
ihvân-ı kirâmdan okuyan hayr duâ
Görmesin
rûz-ı nedâmetde felâketle melâm
İki âlemde de mes’ûd u bekâm et yâ Rab
Seni tevhîd ile takdîs edeni yâ Allâm (Tevhîd-i Kâinât, s. 78.)
Erhan Salih Fidan
Ekim 2020
bk.:
Bakınız
c.: Cilt
BCA: T.C.
Cumhurbaşkanlığı Cumhuriyet Arşivi
BOA: T.C.
Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi
DİA:
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Andiklopedisi
DİB:
Diyanet İşleri Başkanlığı
ed.: Editör
haz.:
Hazırlayan
mlf.:
Müellif
nr.: Numara
ö.: Ölüm
tarihi
s.: Sayfa
sy.: Sayı
ty.: Tarih
yok.
vd.: Ve
diğerleri
vr.: Varak
y.y.:
Yayınevi yok.
1.
Tezin Amacı, Kapsamı,
Önemi, Kaynakları ve Metodu
Ahmed
Mikdâd Efendi (1872-1939), siyâsî ve içtimâî tarihin önemli bir devresine
şahitlik etmiştir. Bu manâda yaşadığı devir içindeki şahitlikleri mühimdir. Onu
böyle bir çalışmaya mevzu yapan husûsiyet ise şahitlik ettiği devreyi kalemiyle
kaydetme çabasıdır. Ulemâ sınıfından bir şair ve yazar olarak hem mensur hem de
manzum eserleri devrinin fikriyatına, cemiyet hayatına, sanatına dâir siyâsî ve
içtimâi tarih açısından mühim malumâtı muhtevîdir. Bu sebeple Ahmed Mikdâd
Efendi’nin hayatı ve eserleri böyle müstakil bir araştırmaya mevzû edilmiştir.
Bir ilim
alanı olarak edebiyat tarihi zaviyesinden bakıldığında ise bu türlü biyografik,
monografik çalışmaların, geniş bir terkip olarak ortaya konulması beklenen bu
sahaya, birer küçük katkı, devasa bir duvara teşbih edilebilecek edebiyat
tarihi sahasına bir küçük tuğla olarak görülmesi mümkündür. Ömer Faruk Akün bu
hususta şunları söylemektedir: “En küçük monografilerden başlayarak en geniş
ölçüde terkibe doğru uzanan bir araştırmalar silsilesi edebiyat tarihinin
yapısını kurar. Gerçek mânâsıyla edebiyat tarihi çeşitli monografiler ve
tedkiklerle elde edilecek veya elde edilmiş, kontrolden geçmiş bilgiler üzerine
tesis olunan bir terkibin ifadesidir.”[1]
Türk
edebiyatı tarihi içinde ismi ve eserleri -tek bir satır, tek bir mısra dahi
olsa- kayıtlı bulunan her şair, her yazar bu büyük terkibin bir parçası olarak
tetkik edilmeyi, bu tarihî çerçeve içerisinde hak ettiği yere konulmayı
beklemektedir. Bu terkibin sıhhatli bir sûrette ortaya konulması hiçbir ismin,
hiçbir eserin üzerinin çizilmemesine, yok sayılmamasına; tetkik edilmeksizin
kenara atılmamasına bağlıdır.
Yukarıda da
ifade ettiğimiz gibi Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayat hikâyesi dönemi itibârıyla
hem merkezdeki hem taşradaki siyâsî ve sosyal durumu gösteren önemli bilgiler
vermekte, belgeler arz etmektedir. Yaşadığı dönemin, Osmanlı Devleti’nin sonu
ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk devresini kapsaması da onun hayat hikâyesini
sosyal ve siyâsî tarih açısından daha dikkat çekici kılmaktadır. Kaleme aldığı
eserler de hem dönemini yansıtmakta hem de devrin ilmî, edebî durumuna dâir
işaretler arz etmektedir.
Ahmed
Mikdâd Efendi hakkındaki bu araştırmanın maksadı onun tercüme-i hâlini ve tüm
eserlerini mümkün olan en geniş sûrette ortaya koymaktır. Öncelikli olarak
ortaya çıkarılan bu temel müktesebât üzerinden yapılan tetkik ve tespitler ise
yukarıda ifade ettiğimiz, şairin/yazarın ve eserlerinin edebiyat tarihi
içerisindeki yerini tayin maksadına mâtuftur.
İfade
ettiğimiz gibi bu çalışma, 1872-1939 yılları arasında ömür süren Ahmed Mikdâd
Efendi’nin hayatını ve külliyâtını kapsamak, geniş sûrette ele almak
amacındadır. Ancak bu araştırmanın bir neticesi olarak da tavsif edebileceğimiz
şu bilgiyi vermek durumundayız ki çalışmaya isim olarak belirlediğimiz “Hayatı
ve Külliyâtı” ifadesindeki külliyât kısmı Ahmed Mikdâd Efendi’nin tüm
eserlerini değil, yalnızca elde edebildiğimiz eserlerini ifade etmektedir. Zîrâ
tüm araştırmalarımıza rağmen birçok eser elde edilememiştir. Bu durumda
başlıktaki külliyât kelimesini Ahmed Mikdâd Efendi’nin elde edilebilen tüm
eserleri şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.
Bu
araştırma sırasında dört ana kaynak türünden istifâde edilmiştir. Bilhassa
biyografi kısmının temel kaynağı arşiv evrâkıdır. T.C. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı
Arşivi ile Cumhuriyet Arşivi belge temin ettiğimiz arşivlerdendir. Osmanlı
Arşivi’ndeki nüfus defterlerinden istifâde edilerek aile hakkında bilgilere
ulaşılmıştır. Yine aynı arşivden sicill-i umûmî varakaları ile birtakım resmî
evrâk temin edilerek önemli malûmât elde edilmiştir. Bunların yanında aileye
dâir kayıtların temininde şer’iyye sicillerinden istifâde edilmiştir. İstifâde
edilen bir diğer arşiv ise Diyanet İşleri Başkanlığı Sicil Dairesi Arşivi’dir.
Burada bulunan 23-2050 numaralı Ahmed Mikdâd Efendi dosyası içinde sayısı yüz
otuza yaklaşan belge bulunmaktadır. Bilhassa Ahmed Mikdâd Efendi’nin memuriyet
hayatına dâir en mühim belge ve bilgiler bu dosyadan istifâde ile
nakledilmiştir.
Araştırmamızın
ikinci kaynağı ise matbuat ve neşriyât âlemidir. Ahmed Mikdâd Efendi, Beyânülhak
ve Cerîde-i Sûfiyye mecmualarında makaleler, şiirler neşretmiştir. Cerîde-i
Sûfiyye’nin yazı heyetinde yer almıştır. Bu gibi malûmâta binâen dönemin
matbuâtı, mecmuaları taranmış; tespit edilen şiir ve makaleler çalışmaya dâhil
edilmiştir. Bu taramalarda İSAM’ın makaleler veri tabanı ile Milli
Kütüphâne’nin dijital arşivinden istifâde edilmiştir.
Bir diğer
kaynak ise kitaplar ve makalelerdir. Burada elbette Ahmed Mikdâd Efendi'nin
kendi kitapları ve makaleleri öncelikle istifâde edilen eserlerdir. Bunların
yanında Erzincan şehri ile alâkalı kitaplar da önemli bir kaynak
mesâbesindedir. Ömrünün yaklaşık otuz beş yılını Erzincan’da geçirmiş bir
şahsiyet olarak Ahmed Mikdâd Efendi hakkında bir bilgi bulmak maksadıyla
şehirle alâkalı tespit edilebilen tüm eserler taranmıştır. Bu taramalara tezler
ve makaleler de dâhil edilmiştir.
Son bilgi
kaynağımız ise yakın bir dönemde ömür sürmesi hasebiyle Ahmed Mikdâd Efendi’nin
bugün hayatta olan torunlarının çocuklarıdır. Aileden ulaşabildiğimiz
kişilerden aldığımız şifâhî bilgiler ile fotoğraf ve el yazısı belge, şiir gibi
malzemeler de araştırmamızın temel kaynakları arasında yer almaktadır.
Kaynaklarımızı
böylece tasnif ettikten sonra bir kaynak tenkidi yapmamız gerekmektedir. Ahmed
Mikdâd Efendi hakkında vefâtından sonra yapılan ilk ve en ciddî araştırma
halkiyat araştırmacısı İbrahim Aslanoğlu’nun (1920-1995) Divriği Şairleri
adlı eseri içinde yer bulmuştur. Aslanoğlu, Mikdâd Efendi’nin vefâtından
yaklaşık 22 yıl sonra oğlu Kemal Poyraz’a (1906-1966) ulaşarak babası hakkında
tafsilatlı bilgi istemiştir. Netice olarak Kemal Poyraz babası Ahmed Mikdâd
Efendi hakkında tafsilatlı bir mektup yazarak Aslanoğlu’na ulaştırmış;
Aslanoğlu da bu mektubu olduğu gibi eserine almıştır.[2]
1961’de neşrolunan bu çalışmadan sonra, Mikdâd Efendi hakkında malumât veren,
biri müstesna olmak üzere, görebildiğimiz tüm eserler ya Divriği Şairleri’ni
kaynak almış ya da bu eserde olmayan yeni bir malûmât ortaya koymamıştır.[3] Müstesna kabul ettiğimiz eser
ise Ahmed Mikdâd
Efendi’nin hayatı
hakkında, Aslanoğlu’nun eseriyle birlikte, en ciddî bilgileri veren, Erol
Kaya’nın Erzincanlı Son Devir Osmanlı Uleması adlı eseridir.[4] Diyanet İşleri Başkanlığı
arşivinde bulunan Ahmed Mikdâd Efendi dosyası esas alınarak hazırlanan
biyografi derli toplu bilgi vermesi bakımından mühimdir; fakat bu eserde de
tespit ettiğimiz bazı hatalı bilgiler mevcuttur. Bu hatalı bilgilerin tashihi
yeri geldikçe yapılmıştır. Yine Ünal Tuygun’un Erzincan’ın Manevi Mimarları
adlı eserinde de Ahmed Mikdâd Efendi hakkında bazı hatalı bilgiler mevcuttur;
ayrıca bu eserde verilen bilgiler için kaynak da gösterilmemiştir.[5] Yine Kazım Erçoklu (1876-1974)
adlı Divriğili bir araştırmacının daktilo ettiği fakat yayımlamadığı Bütün
Veçheleriyle Divriği adlı eserinde de birtakım mesnetsiz ve hatalı malumat
yer almaktadır.[6]
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin hayatı kaleme alınırken târihî bir seyir içinde ve tamamen
belgeler ışığında hareket edilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivi’ndeki
belgelerin tam metinleri metin içinde yahut dipnotta verilmiştir. Bu metinlerin
sadece dosya numarasına işaret edilerek ya da ihtisâr edilerek verilmesi de
sıklıkla başvurulan bir yoldur; fakat iki sebepten dolayı belgelerin tam
metninin verilmesi uygun görülmüştür: Arşivin vasfı araştırmacıların bu belgelere
ulaşmasını zorlaştırmaktadır. Başka araştırmalara kaynaklık etmesi temenni
edilen, ki her ilmî araştırmanın gayelerinden biri de budur, böyle bir
araştırmada en azından sonraki çalışmalara hazır belge, bilgi aktarmak, gelecek
araştırmaları bir nebze olsun kolaylaştırmak arzusu ilk sebeptir. Bu
belgelerin, hassaten 1890’lı yıllar ile 1939 arasındaki 45-50 yıllık devre için
mühim bilgileri muhtevî olduğu bir hakikattir.
İkinci
olaraksa bu belgelerin ciddi bir kısmının araştırmanın asıl mevzusu olan Ahmed
Mikdâd Efendi’nin elinden çıkmış olması, bunları kısaca, sadece dosya
numarasına işaretle geçmenin hatalı bir usûl olacağı kanaatini doğurmuştur.
Resmî belge dahi olsa kullanılan evraklar nihayet Ahmed Mikdâd Efendi’nin
kaleminin mahsûlüdür. Bu cihetle onun kaleminden çıkan her metin böyle bir
araştırmanın birinci derecede kaynağı hükmündedir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin eserleri bugünkü harflere aktarılırken yakın bir döneme ait
metinler olduğundan mümkün olduğunca günümüz imlâsına yakın bir usûl tatbik
edilmiştir. Bu hususta tafsilatlı bilgi “Metnin Oluşturulmasında Dair Notlar”
başlığı altında verilmiştir.
Bu metinler
aktarılırken metinlerde geçen ayetler, mealleri ile birlikte dipnotta
gösterilmiştir. Yine hadis-i şerîflerin de kaynağı dipnotta verilmiştir. Aynı
şekilde metinlerde iktibâsen kullanılan Türkçe, Arapça, Farsça manzum mensur
parçaların da, lazım geldiği yerlerde tercümesi ile birlikte, şair, yazar ve
eser adları dipnotta belirtilmiştir.
Ahmed
Mikdâd Efendi, Osmanlı Devleti’nin son, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk devresine
şahitlik etmiş; sürgünüyle, ihtilâliyle, inkılâbıyla bu zor devrede yaşamış bir
âlim, vâiz, müderris, muharrir, şâir ve muallim; yıllar içinde birçok vazife ve
faaliyet ile pek çok unvan kazanmış bir şahsiyet oluşuyla birlikte temâyüz eden
vasfı ulemâ sınıfından oluşudur. Osmanlı Devleti’nin son otuz kırk yıllık
devresi içinde ilmiye sınıfının bir mensubu olarak medreselerde talebelik,
muidlik ve müderrislik yapmıştır. Cumhuriyet devrinde ise ilmiye sınıfının
daralan istihdam alanları ve eriyen itibârı ile evvela muallim, bilahare
değişen ve dönüşen zihniyetin bir başka tezâhürü olarak öğretmen olmuştur. Aynı
zamanda Cumhuriyet devri içinde 1931’e kadar vaizlik de yapmıştır. Esasen Ahmed
Mikdâd Efendi’nin hayat hikâyesinden çizgiler arz eden bu tarihî vetîre,
Cumhuriyet devri sonrası ulemânın Maarif Vekâleti’ne ya da Diyanet İşleri
Riyâseti’ne uzanan macerasını da bir yönüyle aydınlatmaktadır. Dolayısıyla
ilmiye sınıfının yahut ulemânın Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne asırlar süren
tarihini araştırmaya bir giriş olarak hulâsaten ele almak kanaatimizce faydalı
olacaktır.
2. Hilâfet’ten Diyânet’e Osmanlı Ulemâ Sınıfına Kısa Bir Bakış
Osmanlı
devlet teşkilatı içinde bulunan üç meslek grubundan birisi ilmiyedir. Seyfiye
(askerler) ve kalemiye (bürokratlar) zümrelerinin yanında devlet teşkilatı
içinde yer bulan şeyhülislam, kazasker, nakîbüleşrâf, kadı ve müderris gibi
meslek gruplarının geneli ilmiye sınıfı olarak adlandırılmıştır.[7] Osmanlı ilmiye sınıfı İslam
Ansiklopedisi’nde “klasik ve yerleşmiş İslâmî eğitim kurumu olan medresede
usûlüne uygun tahsilden sonra icâzetle mezun olup eğitim, hukuk, fetva, başlıca
dînî hizmetler ve nihâyet merkezî bürokrasinin kendi alanlarıyla ilgili önemli
bazı makamlarını dolduran müslüman ve çoğunlukla da Türkler’den oluşan bir
meslek grubu” olarak tanımlanmıştır.[8]
Osmanlı
Devleti’nin kuruluşundan itibâren ilmî hayatta ciddî gelişmeler yaşanmıştır. Bu
gelişmeler, ilmî hayatın ve tabiî olarak ilmiye sınıfının merkezi olan
medreseler marifetiyle gerçekleşmiştir. İznik, Bursa ve Edirne medreseleri
Osmanlıların ilk 150 yıllık devrede kurdukları en mühim medreselerdir. Sahn
medreseleri yapıldıktan sonra Osmanlı medrese teşkilatında ciddî bir yenilik
teşekkül etmiştir. Bu medreseler İlahiyat ve İslam hukuku fakülteleri
mâhiyetindedir. Mezkûr medreseler, inşâsından itibâren bütün Osmanlı
medreselerine emsâl olmuştur.[9] İlmiye mesleğinin
esasını teşkil eden medreselerin en muteber ve güzide kurumları da Fâtih Sultan
Mehmed tarafından inşâ ettirilen Sahn-ı Semân ve bilahare Kânûnî Sultan
Süleyman tarafından yaptırılan Süleymaniye medreseleri olmuştur.
Sağlam bir
ilmiye geleneğinin oluşması ise bilhassa İstanbul’un fethinden ve Sahn
medreselerinin kuruluşundan sonra on yedinci asra kadar devam eden devreye
tekabül etmektedir. Özellikle on altıncı asırdan itibâren ilmiye sınıfı
mensupları hukuk ve eğitim sahalarının hâkimi olmuştur.
Osmanlı
Devleti’nin teşekkül ve gelişme devresi olarak ifade edilen on dördüncü ve on
altıncı asırlar arası ilmiye sınıfı mensupları devletin üst kademelerinde ciddî
bir nüfûza sahiptir. Bu devrede merkezi idare vazifelilerinin kâhir ekseriyeti
medrese tahsili görmüş, ilmiye zümresi mensuplarından seçilmiştir. Böyle bir
usûlün tatbîkinden maksat ise devletin hudutlarını genişleten, fetihlerle dâimâ
ilerleyerek yeni teşekküller ihdâs eden askeriye sınıfı yanında, meşrû idarenin
kurulması ve layıkıyla icrâ edilmesi için lazım gelen şer’î ve örfî hukuka
dayanan kanunlaştırma faaliyetlerinin ilmiye mensupları tarafından yani ulemâ
eliyle yapılmasıdır. Üç asırlık bu teşekkül ve gelişme devresinde sadrazamlık,
nişancılık, defterdarlık gibi üst düzey siyâsî ve idârî vazifeler ilmiye
mensupları tarafından deruhde edilmiştir. Misâl olarak ilk Osmanlı
vezirlerinden Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa (v. 1387); aynı zamanda divan
edebiyatının büyük şairleri arasında ismi zikredilen Bursalı Ahmed Paşa (v.
1496-97); yine Türk Edebiyatı’nın büyük bir nâsiri olan Sinan Paşa (v. 1486)
gibi isimler gösterilebilir.[10]
Bilhassa on
dört ve on beşinci asırlarda ilmiye mensupları, askerî zümreye nazaran idârede
daha ziyâde nüfûza sahipti. Bunun sebeplerinden biri olarak ise ilmiye
mensuplarının bu devrede ciddî bir nüfusa ulaşmış olması gösterilmektedir.
Misâlen Fatih Sultan Mehmed devri Dîvân-ı Hümâyûn’unda ilmiye zümresini temsil
eden kazaskerlerin yanında nişancılar ve defterdarlar da ilmiye tarikinden
gelmekteydi.
On beşinci
asrın ikinci yarısından itibâren devşirme sisteminin gelişmesi ile ilmiye
mensupları dışında ayrıca bir askerî ve sivil bürokrasi teşekkül ettiği
görülmektedir. On altıncı asrın sonlarından itibâren ise askerî ve sivil
bürokrasinin, yani askeriye ve kalemiye zümrelerinin tebârüz ettiği ve ilmiye
mensuplarının merkezî idâredeki nüfûzunun azaldığı ifade edilmektedir.
1600-1789
yılları arasındaki yaklaşık iki asırlık devrede ise ilmiye mensuplarının idârî
teşkilattaki nüfûzu önceki dönemlere nispetle daha da zayıflamıştır. Seyfiye ve
kalemiye teşkilatlarının idarede daha ziyâde söz sahibi olduğu bu devrede,
dikkat çeken bir husus ise siyâsî ve idârî sahada nüfûzu azalan ulemânın
bilakis alt kademe idare teşkilatlarında ve Müslüman halk üzerinde nüfûz
kazanmış olmasıdır.[11]
On
sekizinci asırda ilmiye sınıfının idârî nüfûzunun nispeten artmasıyla
neticelenen bir teşekkül olan meşveret meclisleri, on yedinci asırdan itibâren
Dîvân-ı Hümâyûn’un tedrîcen devlet işlerindeki eski tesirini kaybetmesiyle,
gayritabiî hadiselerin vukû bulması hâlinde ve muhtelif âzâlarla toplanan
danışma ve istişâre meclisleridir.[12]
On sekizinci asrın ikinci yarısına kadar bu sûretle toplanan meclis, bu
dönemden itibâren ele alınan mevzuların ehemmiyeti, çeşitlenmesi ve meclisin
daha sık toplanmaya başlaması ile hem devlet işleri hem devlet adamları için
mühim bir karar ve danışma mercii vasfını kazanmıştır.[13]
Bu meclisteki toplantılarda ilmiye sınıfını temsil eden âzâların sayısının
zaman zaman yüzde elliyi dahi aştığı görülmektedir. Misâlen 26 Mayıs 1826’da
eğitimli askerî birlik teşkîli mevzusunu görüşmek üzere Meşîhat’ta toplanan
mecliste hazır bulunan on üç âzâdan yedisi ilmiye sınıfındandır. Bu devrede
toplanan meclislerin âzâ sayısının altmış olduğu ve ilmiye mensuplarının
sayısının ise otuz altı olduğu ifade edilmektedir. Buna göre ulemânın toplam
âzâ sayısına oranı yüzde altmışı bulmaktadır. Hâkezâ Topkapı Sarayı’nda padişah
huzurunda toplanan Meşveret Meclisi’nde de bu oran yüzde ellinin üzerindedir.[14]
Meşveret
Meclisleri ile siyâsî ve idârî teşkilattaki nüfûzunu tekrar artıran ilmiye
sınıfı, bilhassa 1830’dan sonra bu meclisin eski ehemmiyetini ve tesir sahasını
kaybetmesiyle, artık bir asır boyunca günden güne eridiğini bildiğimiz,
itibârını ve nüfûzunu kaybetmeye başlamıştır. 1830’lu yıllardan itibâren
merkezî devlet teşkilâtında ciddî yenilikler yapan Sultan II. Mahmud, kurduğu
dâimî meclislerle Meclis-i Meşveret’ten, modern hükümet yapısına daha muvâfık
olan Meclis-i Vükelâ’ya tedrîcî bir geçiş yaptı.[15]
Bu dönemden
itibâren Meclis-i Umûmî ismiyle meşhur olan danışma meclisleri hassaten âzâ
yapısı itibârıyla ciddî bir değişime tâbi tutulmuştur. Daha evvelki devrelerde
görülen ilmiye mensuplarının ekseriyeti teşkîl ettiği meclis manzarası,
ulemânın aleyhine değişmeye başlamıştır. Misâlen Tanzimat Fermânı’nı müzâkere
etmek üzere toplanan mecliste on dokuz âzâdan yalnız altısı ilmiye
zümresindendir. Müzâkere edilen mevzuların da daha ziyâde siyâsî, askerî, idârî
sahalara münhasır kaldığı; şer’î müzâkerelere ihtiyaç görülmediği ifade
edilmektedir.[16]
Yukarıda da
ifade edildiği gibi ulemânın devlet işlerindeki nüfûzu azalmıştır; fakat
müslüman halk üzerindeki tesiri devam etmiştir. Bu husus ulemânın, halk
üzerindeki itibâr ve nüfûzuna ihtiyaç duyulan bir meşrûiyet aracı olarak
görülmesine sebep olmuş ve bunun bir neticesi olarak da ilmiye mensuplarının
devlet nezdinde kıymet verilen, kanaatleri mühim sayılan bir zümre olmasını
sağlamıştır. Giriştiği ıslahat hareketleriyle öne çıkan Sultan II. Mahmud’un
ıslahatları yaparken ulemânın nüfûzundan faydalanması, ıslahatların
meşrûiyetini bu usûlle kabul ettirme gayreti bu minvalde dikkat çekici bir
misâldir.[17]
Aynı
sûrette Sultan Abdülmecid devrindeki Tanzimat ve Islahat Fermânları’nda da
ulemânın desteği aranmıştır. Tanzimat Fermânı’nın ilanından sonra bu fermanla
alınan kararların tatbikinde bir tereddüt yaşanmaması maksadıyla padişah ve
vükelâ ile birlikte ulemâ da Hırka-i Saadet Dairesi’nde dîni ve devleti, mülkü
ve milleti kalkındırmak gayesi ile konulduğu ve şeriate muvâfık olduğu ifade
edilen ferman hükümlerinin ve kanunların eksiksiz bir sûrette tatbik
edileceğine dâir yemin etmiştir.[18] Bu türlü tedbirlere rağmen
yine ulemâ sınıfından birtakım muhalif seslerin yükseldiği, hem merkezden hem
taşradan birtakım tepkilerin dillendirildiği de görülmüştür.[19] Islahat Fermanı’nın ilanında
da ulemâ ve devlet adamları arasında bir ittifâk teşkiline çalışılmış; ancak
birtakım çekişmelerin vukû bulmasına da mâni olunamamıştır.[20]
Tanzimat döneminde şeyhülislâmlık makamı yeniden şekillendirilerek
idâreye tam bir bağlılık hâlinde bulunmasının teminine çalışılmıştır. Bu
dönemde tesirini artıran Meclis-i Vükelâ’da sadrazamdan sonraki isim olarak
gözüken şeyhülislâmın yeni bir ikâmetgâh tahsisi ve Bâb-ı Fetvâpenâhî’nin
kurulması gibi adımlarla ilmiye zümresinin idârî muhtariyetinin gücünü
kaybettiği ifade edilmektedir. Aynı devrede ilmiye sınıfının birçok sahada
eski nüfûzunu
kaybetmesiyle
birlikte ulemâ dışında bir aydın sınıfı da kendini göstermeye başlamıştır. Bu
yeni aydın sınıfının hassaten matbuat, neşriyat, basın-yayın sahalarında öne
çıkarak özellikle okur-yazar halk üzerinde ciddî bir nüfûz kazandığı, efkâr-ı
umûmiyeye yön veren ulemâya rakip bir zümre olarak temâyüz ettiği
görülmektedir. Bu yeni aydın sınıfının oluşmasında ise yine bürokratik sahada
yapılan reformların müessir olduğu görülmektedir. II. Mahmud devri sonlarına
kadar diğer mesleklere göre daha ziyâde imtiyazlara sahip olan ilmiye mesleği,
mâlî imkanlar zaviyesinden daha geride olmasına rağmen can, mal ve meslekî
teminatları fazla olması sebebiyle rağbet görmekteydi. Reformlarla yalnızca
ulemânın sahip olduğu bu imtiyazlar, diğer zümrelere de teşmil edilince ilmiye
mesleği eski 21
câzibesini
kaybetmeye başlamıştır.[21]
İlmiye
sınıfının eski nüfûz ve itibârını kaybetmesine sebep olarak şeriat ile kanun
arasında ciddî bir muvâzenenin tesis olunduğu geleneksel Osmanlı düzeninin
çözülmesi de gösterilmiştir. Bu düzende şeyhülislâmın işi, umûmiyetle sultan ve
devlet adamları tarafından fiilen ortaya konan kararları meşrû hâle getirmek,
bir başka deyişle “kitabına uydurmak” olarak ifade edilir. Şeriat ve kanun
arasındaki bu muvâzene kayboldukça ulemâ-devlet ilişkisi de bozulmaya
başlamıştır. Bilhassa ıslahat hareketleriyle birlikte ilmiye sınıfı dışında
gelişen bürokrasi ve aydın sınıfının nüfûzu arttıkça siyaset üstü bir kavram
olarak görülen şeriatin ve yine bu kavrama bağlı olarak devletten ve siyasetten
bağımsız bir sınıf olarak temâyüz eden ulemânın tesiri azalmıştır. Devletin
hassaten ilk üç asrında Emir Sultan, Mola Fenârî, Ebu’s- Su’ûd Efendi, Zenbilli
Ali Efendi, Hatibzâde Muhyiddîn gibi ciddî misallerini gördüğümüz siyaset üstü,
devletten bağımsız âlim portreleri sonraki devrelerde görülmez olmuş ve daha
evvel methedilen bu siyaset üstü tavır, özellikle devletin son iki asrında
ulemânın siyasete ve dünyaya yabancılaştığı yönünde tenkitlere sebep 22
olmuştur.[22]
İlmiye
sınıfının uğradığı tenkitler ve bunları ıslah çabaları esâsen daha eski
tarihlere uzanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin on altıncı asrın ikinci yarısından
itibâren mâlî, idârî ve askerî teşkilâtında bozulmalar gözlendiği gibi ilmiye teşkilâtında
da birtakım bozukluklar, düzensizlikler görülnüş ve ıslâhı için muhtelif
teşebbüslerde bulunulmuştur. İlmiye tariki için en ciddî, en çok tenkit edilen,
ıslâhına çalışılan meselelerden biri medrese tahsîlini yapmadan rüşvet ve
iltimâs yoluyla medreseden mezun olarak mülâzım olan danişmendlerdi. Bu usûlsüz
terfi yolunun açık oluşu iltimâsa yol bulamayan hâmîsiz talebelerin de isyânına
sebep olmuştur. Bunun gibi bir şekilde müderrisliğe geçmiş olanların sayısı da
hayli artınca bunlar bir üst derece müderrisliğe tayin olabilmeleri için ismi
olup cismi olmayan, binasız, yanmış, viran olmuş medreselere tayin
edilmişlerdir. Bu gibi bozulmalara karşı on altıncı asrın ikinci yarısından
itibâren ıslah maksadıyla emirler, fermanlar verilmiştir.[23]
Tanzimat döneminde
temâyüz etmeye başlayan yeni aydın sınıfı tarafından ulemâya tevcih edilen bazı
tenkitler de zaman içerisinde ciddî destek görmüş, bizzat ulemâ sınıfı içinde
dahi taraftar bulmuş, dillendirilmiştir. Bu tenkitlerin başında ulemânın
yozlaşması, kimliğini ve faâliyetini kaybetmesi gelmektedir. Bu manâda ulemâ
gelenek bekçiliği yaptığı, yeniliklere karşı durduğu iddialarıyla tenkide
uğramıştır. Esâsen bu tenkitlerin de bir noktada hürriyet, meşrûtiyet gibi
taleplere destek vermeyen ulemâ-yı rüsûma müteveccih olduğu anlaşılmaktadır.[24] Onlara göre bu ulemâ-yı rüsûm
tâifesi siyâsî meselelerde fetvâ ve hukuk yoluyla haksızlıklara meşrûiyet
sağlamışlardır. Bilhassa bu devrede ulemânın bir ayrıma tabi tutulduğu, toptan
reddedilmediği de görülmektedir. Ulemânın geri kalmasının sebepleri olaraksa
medreselerin müfredat olarak çok geri kalması ve bu zaafın ıslahına çalışılmak
yerine bilakis medreselerin maddî olarak yokluğa mahkûm edilmesi
gösterilmiştir.[25]
İlmiye
sınıfının merkezi hükmündeki medreselerin hâlinin de, tabiî olarak, ulemâdan
farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan son asrına
kadar ilmî ve fikrî sahalarda öncü vaziyette bulunan medreselerin zaman içinde
ehemmiyetini kaybettiği, tesir sahasının daraldığı, bilhassa devletin son devresinde
yalnızca dînî hizmetleri yürütecek kadroları yetiştirmekle iktifâ ettiği, idârî
ve hukûkî alanlardaki hâkimiyetini yitirdiği ifade edilmektedir. II. Mahmud ve
II. Abdülhamid devirlerinde eğitim konusunda ciddî yenilikler yapılırken
medreseler ihmâl edilmiştir. Bu ihmâle sebep olaraksa bu kuramların ve ilmiye
zümresinin zihniyet ve fikir olarak böyle bir yeniliğe açık olmayışı
gösterilmiştir. 1826’da Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’nin kuruluşu faaliyetlerinin
büyük kısmını vakıf gelirleri ile yürüten ilmiye sınıfı için bir kırılma
noktası olmuştur. Bilhassa medreseler kaynaksız kalmış, kendi hâline
terkedilmiştir. Bu durum Batı usûlü eğitim veren alternatif kurumların daha
ziyâde rağbet görmesine sebep olmuştur.[26]
II.
Abdülhamid sonrası İttihatçılar devrinde ise medreselerin ıslâhı ve
canlandırılması maksatlı birçok teşebbüs göze çarpmaktadır. Şeyhülislâm Musa
Kazım ve Mustafa Hayri Efendi devrelerinde Islâh-ı Medâris Komisyonu kuruldu;
muhtelif nizamnâmelerle mektep tarzında yeni programlar hazırlandı ve tatbik
edildi. Medresetü’l-kudât, Medresetü’l-eimme ve’l-hutabâ, Medresetü’l-vâizîn,
Medresetü’l-mütehassısîn, Medresetü’l-hattatîn gibi medreseler kuruldu. Fakat
I. Cihan Harbi ve devletin tasfiyesi sebebiyle bu medreseler uzun ömürlü
olamadı. Tüm medreselerin kapatılması ise 3 Mart 1924 tarihli Tevhîd-i Tedrisât
Kanunu ile Maarif Vekâleti’ne devredilmelerinden sonra gerçekleşmiştir.[27]
Bir yanda
ıslah teşebbüsleri, bir yanda ciddî tenkitler ve itibâr kaybı ile on dokuzuncu
asrın ikinci yarısından yirminci asrın başlarına kadar ulemâ sınıfının dönüşen
devlet zihniyeti karşısındaki hâline dâir Amit Bein şu dikkat çekici
değerlendirmeyi yapmaktadır: “19. yüzyılın ikinci yarısında hızla genişleyen
devlet bürokrasisi ulemâya yeni istihdâm fırsatları ve ikbâl imkânları
yaratmıştı. Ancak, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, yeni sekülerist fikirler
ile hızla yayılan yeni tarz okulların mezunlarının teşkil ettiği rekabetin,
çoğu kez profesyonellik ve liyâkat temelli atanma talepleri kisvesi altında,
ulemânın devlet sektöründeki istihdâm olanağını gittikçe daha fazla tehdit
ettiği görülüyordu. Hattâ birçok kıdemli ulemânın kendi çocuklarını, kimi köklü
reform taleplerine karşın 19. yüzyılda sadece çok küçük müfredat
değişikliklerine tanıklık eden geleneksel medreselerden ziyâde yeni tarz
okullara kaydetmeyi giderek daha çok tercih ettiklerine dair ciddî kanıtlar
vardır.”[28] Özellikle ıslahat
hareketlerinin başladığı devreden itibâren ulemânın değişen şartlar ve
anlayışlar karşısında itibârını ve nüfûzunu muhafaza etme yollarını aradığı
gibi, maişet ve istikbâle dâir derin endişelere de kapılmaya başladığı ve bu
endişeleri ortadan kaldırma maksadıyla da arayışlara girdiği anlaşılmaktadır.
Islahat
hareketleri devresinden bilhassa II. Meşrûtiyet sonrasına kadar ulemânın
uğradığı itibâr kaybına ve yeni arayışlarına dâir İsmail Kara çeşitli
nakillerle ihtisâren naklettiğimiz şu tahlili yapmaktadır: Ulemâ, ıslahatlara
karşı evvelâ muhalefet etmiştir. Fakat padişahın ulemâyı yanına çekmek,
ıslahatların meşrûiyetini temin etmek için yaptığı hamleler karşısında muhâlif
ulemâ taifesi merkezden uzaklaştırılmış, sesi taşradaki halk nezdinde bir
kıymet ifade eder olmuştur. Bu bölünme, ıslahatların ve elbette sultanın
yanında duran ulemâ ile azledilmiş, sürülmüş ve tabiî seyrinde pasif halk muhalefetinin
öncüleri hâline gelmiş ulemâ gruplarını oluşturmuştur. Sonraki yıllarda ise
ulemâ, muhalefetten uzaklaşmış; tekrar bir varlık iddiasına girişmiştir. Bu
varlık iddiasının ise Batı tarzı ıslahatlara muhalefet ederek kaybeden tarafta
yer alma ihtimâlini omuzlamak yerine İslam kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü
ispat kavgasına girerek her hâlükârda ulvî bir gâyeye hizmet etmiş olmak
arzusuna dayandığı anlaşılmaktadır. Ulemânın modernleşme hareketine muvâfakaten
böyle bir nüfûz arayışı, aydın sınıfının peşinden gittiği, onları taklit ettiği
gibi bir manzarayı oluşturmuştur. Bu manâda ulemânın bu teşebbüsler neticesinde
itibâr kazanma maksadına nâil olamadığı ifade edilmektedir. Umûmî manzara
itibârıyla II. Meşrûtiyet’i çoğunlukla memnuniyetle karşılayan ulemâ, bu
devrede siyâsî sahada daha çok faaliyet yürütmeyi ciddî bir itibâr kazanma yolu
olarak görmüştür. Bu sûretle ulemâ Meclis’te, matbuatta daha faal hâle gelmiş
ve tesirli de olmuştur. Fakat bilahare ulemânın siyasete karışmasına itirâzlar
da beyân edilmiştir.[29]
Yukarıda
işaret edilen ulemânın kahir ekseriyetinin II. Meşrûtiyet’i memnuniyetle
karşılaması ve Sultan II. Abdülhamid’e bakışı da bu çalışma için mühim bir
mevzudur. Ulemâ sınıfı içinden yükselen seslerin arz ettiği manzaraya göre
Meşrûtiyet talebine dayanan tenkitler Sultan II. Abdülhamid’i müstebit, onun
zamanını da istibdat devri olarak görmeye varmıştır. II. Meşrûtiyet sonrası
önde gelen ulemânın görüşlerine bakıldığında istibdâdın meşveretin zıddı ve
mutlak manâda kötülüklerin sebebi, zemini olarak anlaşıldığı görülmektedir.
Meselâ, İskilipli Âtıf Efendi istibdâdı siyasî ıstılâh olarak bir şahsın yahut
grubun bir milletin hukukunu hesapsızca ve tamamen kendi arzusuna göre keyfî
idâre etmesi olarak ifade etmektedir. İstibdâdın zararlarını ise zulüm,
kötülük, hıyanet, haksızlık, zillet, meskenet, fakr u zaruret, cehâlet,
memleketin harap olması vs. şeklinde sıralamıştır. Yine bir misâl olarak Musa
Kazım Efendi, istibdât altındaki halkın zulümden asla kurtulamayacağını, refah
ve saadetin manâsını dahi bilemeyeceğini ifade etmiştir. Benzer şekilde
Bediüzzaman Said Nursî de istibdâdı zulmün temeli, insanlığın mahvedicisi,
insanı sefâlete düşürücü ve İslam âlemini zehirleyici bir düzen olarak
görmektedir.[30] Bu gibi beyânâttan anlaşıldığı
gibi Sultan II. Abdülhamid’in ulemâ nezdinde en mühim kusurlarından birisi
meşveretten uzaklaşarak, istibdâda yol vermiş olduğu iddiasıdır. Şu hususu da
ifade etmek gerekir ki bilhassa II. Meşrûtiyet’in ilanından Sultan II.
Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar geçen süre zarfında her ne kadar
sultanın şahsına bir öfke duyuluyorsa da neticede hilâfet makamında
bulunduğundan, doğrudan bir tenkitte bulunulmaması ulemâ arasında ekseriyet
itibârıyla kabul görmüş bir tavırdı. Bu noktada umûmiyetle suçlanan, zulüm
isnat edilen sultan değil onun çevresi olmuştur.
Meşvereti
bırakma, istibdâda yol açma tenkidinin yanısıra ulemânın II. Abülhamid’e tevcih
ettiği tenkitler ve ithamlar umûmî hatları ile şöyle sıralanabilir: Sultan II.
Abdülhamid, muhalefeti susturmak maksadıyla ilmiye sınıfını zaaf içerisinde
bıraktı; medreseleri baskıyla, takibâtla, jurnallerle geriletti, seviyesini
düşürdü. Medrese talebelerini sürgün ettirdi. Şeriati susturdu. Fıkıh, hadis,
akaid kitaplarından kimisini yasakladı, kimisini tahrif ettirdi. Dînî kitapları
bastırmadı, yazdırmadı. Birtakım mühim meseleleri kitaplardan çıkarttırdı.
İstibdât sebebiyle adalet zayıfladı, fertler arasına nifak ve nefret sokuldu.
Millet ayrılığa düştü. Birçok gazete, risâle, kitap baskısına ruhsat verilmedi.
Halk arasında ve medreselerde okunan meşhur bazı kitapların (Mızraklı İlmihal,
Şerhu’l-Mevâkıf vs.) basımına izin verilmedi. Muhaliflere çok sert davrandı.
Devletin mâlî durumunu kötü idare sebebiyle mahvolma noktasına getirdi. Askerî
müesseseler yok olmaya yüz tuttu; askeriyedeki ıslahatlar yavaşladı, bozuldu.[31] Bu gibi sebeplerle ulemâ ve
medrese talebeleri arasında Sultan II. Abdülhamid’e karşı gelişen, derinleşen
muhalefet benzer sebeplerin yazıldığı bir hal fetvası ile sultanın tahttan
indirilmesine kadar varmıştır.
İttihat ve
Terakki Cemiyeti ile ulemâ arasındaki ilişki ise geçmişten gelen bir muhalefet
ve hedef birliğine dayanmaktadır. Bilhassa İttihat ve Terakki’nin meşrûiyet ve
nüfûz kazanmak maksadıyla ulemâya yaklaşma siyaseti ve ulemânın meşrûtiyet talebine
dayanan II. Abdülhamid muhalifi tavrı bir ortaklık zemini oluşturmuştur. Bu
birliğe istinâden, II. Meşrûtiyet’in ilanı sonrası ulemâ da yaygın kanaate
muvafık olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni göklere çıkarmış, büyük bir
memnuniyet ve hüsnükabulle karşılamış, istibdâttan kurtarıcı olarak tavsif
etmiştir. Bu hüsnükabul, ulemânın önde gelen isimlerinden Mustafa Sabri
Efendi’nin bir makalesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu kurtarıcı ve öncü
rolü sebebiyle artık ulemânın peşinden gittiği, takipçisi olduğu/olması
gerektiği bir güç olarak görülmesine kadar varmıştır. İttihat ve Terakki’nin
idarî hakimiyetini artırdıkça, kimi isimlerce istibdat devrini dahi aratır hâle
geldiği ifade edilen, devrindeki suistimaller, dînî-ahlâkî bozukluklar, cinayetler
zaman zaman ulemânın da tenkitlerine mevzubahis olmuştur. Hattâ bu türlü
tenkitlerin yeni bir siyâsî parti arayışlarına zemin hazırladığı da
anlaşılmaktadır. Her ne kadar tenkitler yapılmışsa da yukarıda zikredilen
sadâkatin kati olarak kesilmediği, tenkitlerin asla yoksaymaya, reddetmeye
varmadığı görülmektedir.[32]
On yıllık
savaş devresinde, Millî Mücâdele’de ciddî gayretler gösteren, Cumhuriyet’in
kuruluşuna mühim katkılar sağlayan ulemâ için bu yeni devir hem asırlarca süren
bir geleneğin sonu hem yeni bir yolun başı manâsına gelmekteydi.[33] İlmiye sınıfı,
yukarıda özetlemeye çalıştığımız sûrette asırlar içinde derece derece gücünü ve
nüfûzunu kaybetmekle birlikte Osmanlının son devrine ve hattâ Cumhuriyet’in ilk
dönemine kadar geleneğini devam ettirmiştir.[34]
İlmiye teşkilâtının ana müessesi olan şeyhülislamlığın, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında TBMM tarafından evvelâ Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti’ne tahvili ve
ardından 1924’te hilâfetin ilgâsı ile bu vekâletin tamamen kaldırılması ve
Diyânet İşleri Reisliği’nin kurulması ulemâ için yeni bir yolun başlangıcı idi.[35]
Cumhuriyet
devrinde ulemâyı nasıl bir anlayışın, ne türlü bir muamelenin karşıladığını
anlamak, bu yeni Cumhuriyet’te ulemânın yerini tahmin edebilmek için
Cumhuriyet’in hemen evveline bakmak yerinde olacaktır. Asırlarca süren ulemâ-
devlet münâsebetleri ve aşağı yukarı bir asırda ulemâ aleyhinde müthiş bir
dönüşüme uğrayan anlayış hakkında Amit Bein dışarıdan bir göz olarak şu zikre
değer tespitleri yapmaktadır: “Başka hiçbir İslam devletinde ilmiye sınıfı ile
devlet arasındaki bağlar bu kadar sıkı değildi; ancak aynı şekilde
Müslümanların çoğunlukta olduğu diğer ülkelerin hiçbirinde, yükselen sınıf
konumundaki devlet memurları ve aydın çevrelerinde zaman içinde ulemâya karşı
oluşan yabancılaşma bu boyutta değildi. Hattâ 20. yüzyılın başlarına
gelindiğinde taassup, gericilik, Orta Çağcılık ve skolastizm gibi olumsuz
kavramlar Osmanlı bürokrasisinden ve aydın kesiminden birçok kişinin zihninde
ulemâyla ve onların kurumlarıyla giderek daha fazla özdeşleştirilir bir hâle
gelmişti.”[36]
Yukarıda
zikredilen ithamlar, tahkir ve tezyif her ne kadar ulemâ sınıfının şahsına
tevcihen zikredilmişse de bu anlayışın esasta ulemânın şahsında İslam dini ile
çatışmaya vardığı da bir vâkıadır. Bu minvalde Osmanlı modernleşmesinin
mimarları ile Cumhuriyet ideolojisinin İslâm’a bakışına dâir bir mukâyese yapan
İsmail Kara, Osmanlıların Müslüman kalarak ve bir mecburiyet hissi ile
modernleşme çabasında olduğunu; buna mukâbil Cumhuriyet ideolojisinin ise
İslâm’ı devredışı bırakarak, hattâ birçok konuda İslâm’la çatışmayı göze alarak
bir modernleşme ve kimlik oluşturma gayretinde olduğunu ifade etmiştir.[37] İsmail Kara, dinle irtibatlı
bu çatışmanın misâllerinin ise inkılap kanunları listesinde aşikâr sûrette
görüldüğünü ifade etmektedir: Tevhid-i Tedrisât Kanunu; Şapka İktisâsı Hakkında
Kanun; Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım
Unvanların Men ve İlgâsına Dair Kanun; Türk Kanun-ı Medenisi’yle kabul edilen
evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası
ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü; Beynelmilel Rakamların Kabulü Hakkında
Kanun; Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; Efendi, Bey, Paşa gibi
Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun; Bazı kisvelerin Giyilemeyeceğine
Dair Kanun. Bunların yanında hilâfetin ilgâsı, şer’î mahkemelerin lağvı, hafta
tatilinin Cuma’dan Pazar’a alınması, alafranga saatin kabulü, takvim
değişikliği, resmî binalardan tuğraların kaldırılması, anayasadan “Devletin
dîni dîn-i islâmdır” ibâresinin çıkarılması ve yemin ifadelerinin değişmesi,
Arapça ve Farsça’nın müfredattan çıkarılması gibi düzenlemeler de yazara göre
bu listeye dahil edilmelidir.
Osmanlı
Devleti’nin son devresinde başlayan Meşihat’ın yetkilerinin daraltılması
hadisesi Cumhuriyet sonrası Diyanet İşleri Reisliği üzerinde de devam etmiştir.
Bir zamanlar yargı, maarif ve vakıflar üzerinde hakimiyeti bulunan Meşihat,
Tanzimat sonrası daralan yetkileri ile fetva işleri, medrese tahsili ve
şer’iyye mahkemeleri dışındaki hakimiyet sahalarını tedricen kaybetmiştir. Bir
mukayese ile Cumhuriyet sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel
Müdürlüğü, Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurumu
gibi teşkilatların tüm faaliyetleri Meşihat’ın yetki sahası dahilinde idi.
Yukarıda bir kısmı zikredilen yeni düzenlemelerle Cumhuriyet devrinde de aynı
temâyül devam etmiş, Diyanet İşleri Reisliği’nin yetkileri, vazife sahası
tahdit edilmiştir. Bir misâl olarak 1925’te Tekke ve Zaviyeler kapatılınca
Diyanet İşleri Reisliği’nin yetkisinde olan tüm bu müesseseler ve buralara ait
kadrolar vazife dışında kalmıştır. Benzer şekilde Evkaf Umum Müdürlüğü’nün 1931
Mâlî Senesi Bütçe Kanunu ile câmilerin, mescitlerin idaresi ile imam, müezzin,
kayyım gibi câmi vazifelilerinin tamamının tayin, emeklilik, azil gibi
muameleleri Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiştir. Bu durumda Diyanet
İşleri Reisliği ise câmi ve mescitlerin yalnızca dînî yönden teftişinde yetkili
kılındı.[38] Her ne kadar yaklaşık bir
asırlık bir anlayışa istinât ettiği görülüyorsa da, bu gibi icraatlar göz önüne
alındığında Cumhuriyet ideolojisi ile dînî sahanın münasebetinin yukarıda
naklettiğimiz devre dışı bırakma, nüfûzunu mümkün olduğunca azaltma gayretine
muvâfık olduğu anlaşılmaktadır.
Tüm bu
hâdiseler göstermektedir ki ulemânın hayat çizgisi devletin hayat çizgisine
benzer bir sûrette devam etmiştir. Bilhassa Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçişte
ulemâ dâimâ mağlup olan tarafta kalmak mecbûriyetini tecrübe etmiştir. Kısaca
ifade etmek gerekirse ulemânın günden güne daralan istihdam sahası, eriyen
itibârı ve nüfûzu Cumhuriyet’in ilanından sonraki birkaç yılda bu sınıfın
küçültülmesi, merkezden çıkarılması, müesseselerinin ortadan kaldırılması ile
neticelendi. Hattâ ulemâya ait unvanlar dahi Türkçe’den çıkarıldı.[39]
Bu
çalışmaya konu olan Ahmed Mikdâd Efendi, ulemâ sınıfı mensubu olarak buraya
kadar özetlemeye çalıştığımız tarihî tecrübenin hemen tüm tesirlerini üzerinde
müşâhede edebildiğimiz bir şahsiyettir. Sultan II. Abdülhamid devrinde medrese
talebesi ve müderris olarak muhalif tarafta yer aldı. Sürgün edilmesine rağmen
halk nezdinde ciddî bir nüfûz kazandı. Müderrislik, muallimlik, vâizlik, ders-
i
âmlık yaptı; matbuat sahasında faaliyet yürüttü. II. Meşrûtiyet’i büyük bir
hüsnükabûlle karşıladı; hürriyetin doğuşu olarak tavsif etti. Cumhuriyet’in
ilanından sonra da aynı sûrette vazifelerine devam ederken medreseler
kapatıldı; muallimliğe devam etti. Aynı zamanda Diyanet İşleri Reisliği
bünyesinde vâizlik yaptı. 1931’de Bütçe Kanunu’na istinâden vâizlik kadrosundan
tasfiye edildi; 1939
sonundaki
vefâtına kadar
bu karara itirâzlarına devam etti; fakat müspet bir netice alamadı. Maarif’in
açtığı kurslara katıldı; 1936 yılına kadar Türkçe öğretmenliği yaptı ve emekli
oldu.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin tecrübeleri bir zihniyet dönüşümünün tezâhürüydü ve şunu da
ilave etmek gerekir ki o, Cumhuriyet rejiminin ilkelerine uymak, bu noktada
muhalif bir tavırda görünmemek yolunda gayret etmiş bir ilmiye mensubuydu. Bu
çalışmada onun birçok inkılâba destek verdiği açıkça ortaya konulmuştur. Buna
rağmen Cumhuriyet sonrası umduğunu bulamadığı, türlü sıkıntılara uğradığı, bir
ilmiye mensubu olarak ancak Türkçe öğretmenliği yaparak maişetini temin
edebildiği görülmektedir. Bu manâda Ahmed Mikdâd Efendi’nin münferit bir
hâdisenin kahramanı olmadığı anlaşılmaktadır; fakat bir tasnif yapmak gerekirse
o, İslâm’la çatışan, ulemânın sahasını mümkün olduğunca daraltan bu yeni
anlayışı tabiri caizse hafif sarsıntılarla atlatan zümredendir. Zîrâ bu devrede
sürgün edilen, hapislere düşen, hattâ idama mahkum olan isimler de vardır.
İskilipli Atıf Hoca’nın (1875-1926) ve Şeyh Esad Erbilî’nin (1847-1931) idam
cezaları; Bediüzzaman Said Nursî’nin (1878-1960) sürgünleri ve hapis cezaları;
edebiyat âleminde de ismini duyurmuş Tâhirülmevlevî’nin (1877-1951) aynı
sûrette muhâkemesi ve hapsi çok meşhur misâllerdir.[40]
Bu gibi misâllerden de anlaşıldığı gibi rejim muhalifi olmak, inkılapları
tenkide cüret etmek yahut hasbelkader yalnızca bu gibi şüpheleri üzerine çekmek
dahi mahkemelere düşmeye, sürgün edilmeye kâfi sebep sayılmıştır. Basit bir
şüphe üzerine ciddî ithamlarla karşılaşan ve neticede sürgün edilen isimlerden
biri de, Ahmed Mikdâd Efendi gibi Cerîde-i Sûfiyye’nin yazar kadrosunda
yer alan, Elaziz Müftüsü Mehmed Kemâleddin Efendi'dir. (1867
1936) Birtakım
baskınlar neticesinde ele geçirilen evraklardan hareketle millî hükümete
muhalefet etmek, şapka meselesi başta olmak üzere teceddüt aleyhinde olmak,
hilâfet ve şeriatin ilgâsını tenkit etmek gibi suçlamalarla Şark İstiklâl
Mahkemesi’nde muhakeme edilmiş ve tek celsede Samsun’a sürgün edilerek hemen
akabinde müftülükten de azledilmiştir. Bu hadisede bir zihniyet tezâhürü olarak
dikkat çeken husus Kemaleddin Efendi’yi müftülükten azleden Elaziz Valisi’nin
bir rapor yazarak şehre tayin edilecek yeni müftünün “Cumhuriyet prensiplerini
özümsemiş, batı illerinde doğmuş, aydın ve seçkin” bir zât olması temennisinde
bulunmasıdır. Bir buçuk yıl sürgünde kalan Kemaleddin Efendi’nin müderrislik de
dahil tüm resmî vazifeleri sona erdirilmiş, vakıflarla münasebeti kesilmiş,
arazileri dağıtılmış, maaş ve tahsisatlarına el konulmuştur. Memûriyet kanununa
göre bir memurun en az altı ay hapis cezası almadıkça azledilemeyeceği hükmüne
istinâden yapılan itirazlar ise Diyânet İşleri Riyâseti’nce dikkate
alınmamıştır. Kemaleddin Efendi, yalnızca şüpheleri üzerine çekmiş ve şahsî
evraklardan öteye geçmemiş birtakım tenkitlerde bulunmuş bir âlimin müşahhas
misâli olarak ortadadır.[41]
Netice
itibârıyla rejim taraftarı gözüken Ahmed Mikdâd Efendi ve şahsî bir muhalefet
yürüttüğü yahut en azından inkılapları kabullenemediği anlaşılan Kemaleddin
Efendi gibi isimler, tarafı ne olursa olsun medresede tahsil görmüş, icâzetli
bir ilmiye mensubunun Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçişte de inkılaplar devresinde
de tüm gayretlerine rağmen kendini dâimâ mağlup tarafta bulmasının misâlleri
olarak ifade edilebilir. Bu çalışma da Ahmed Mikdâd Efendi’nin şahsında
ulemânın zikredilen devredeki faaliyet ve fikirlerine çeşitli misâller
sunmaktadır.
1.
AHMED MİKDÂD EFENDİ’NİN
HAYATI
Ahmed Mikdâd
Efendi, rûmî 1288 tarihinde (m. 1872)[42]
Divriği’nin Kesme Köyü’nde doğmuştur.[43]
Lakabı Fevzî’dir. Sicill-i ahval varakasında “bin iki yüz seksen sekiz sene-i
mâliyesi evâ’ilinde Divrik Kazası’nın Kesme Nahiyesi’nde tevellüd etdim”
demektedir. 1288 sene-i mâliyesi yani rûmî yılı milâdî 1872 yılına denk
düşmektedir. “1288 rûmî yılının evâili” ifadesi ile yılın ilk on günü
kastedilmiş olmalıdır; buna göre Mikdâd Efendi’nin, milâdî 13-22 Mart 1872
tarihleri arasında bir günde doğmuş olması muhtemeldir. Bu ifadeye göre
tevellüdünün 1872 Mart ayı ortalarında olduğu anlaşılmaktadır.[44]
Babasının
adı Abdullah; dedesinin adı Mikdâd’dır. 1259 tarihli Divriği Nahiyeleri nüfus
defterinde Ahmed Mikdâd Efendi’nin babası Abdullah ve amcaları hakkında önemli
kayıtlar vardır. Bu kayıtlara göre Ahmed Mikdâd Efendi’nin babası Abdullah 8
yaşındadır. Abdullah’ın 6 yaşındaki kardeşinin adı da Ebûbekir’dir. Defterde
Abdullah ve Ebûbekir’in babası Mikdâd’ın kaydı yoktur. Aynı şekilde Mikdâd’ın
kardeşi Hüseyin’in de, 7 ve 5 yaşındaki oğulları Mehmed ile Ömer’in isimleri
kayıtlı olduğu halde, defterde ismi yoktur. Mikdâd ve Hüseyin’in diğer kardeşi
Mehmed’in ise o tarihten önce vefât ettiği 8 yaşındaki oğlu İbrahim’in yetim
sıfatıyla kaydedilmesinden anlaşılmaktadır. [45]
Annesi
Sırma Hanım’dır. Esasen Mikdâd Efendi’nin anne adı iki şekilde karşımıza
çıkmaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin nüfus tezkeresinde anne adı “Âyişe” olarak
kayıtlıdır. Fakat Mikdâd Efendi Ozanlar adlı eserinde annesini şöyle
zikretmiştir:
Eğinli
Sırma Hanım da demişti
Benim
annem güzel şeker yemişti[46]
Ayrıca oğlu
Kemal Poyraz da babası hakkında yazdığı mektupta ana adını “Sırma” olarak
kaydetmiştir.[47] Bu durumda annesinin, resmî
belgelerde “Âyişe” şeklinde kayıtlı olduğu hâlde resmî muâmelât dışında “Sırma”
ismiyle tanınmış olması ihtimal dâhilindedir. Ayrıca Ahmed Mikdâd Efendi, son
eşi Cemile Hanım’dan olan kızına da annesinin adı olan “Ayşe” ismini vermiştir.
Yukarıdaki mısralarda da ifade edildiği gibi annesinin memleketi
Mamüretü’l-azîz Vilâyeti’ne bağlı Eğin Kazası’dır.
Mikdâd
Efendi’nin kızı Hâlide Suat’ın (1913-1987) torunu Belir Bulut Hanımefendi’nin
nakline göre Mikdâd Efendi’nin iki kardeşi daha vardır.[48]
Baba tarafı Poyrazoğulları olarak şöhret bulmuş, geniş ve nispeten varlıklı bir
sülâledendir.[49] Nitekim soyadı kanunundan
sonra da Mikdâd Efendi ve âilesi Poyraz soy ismini almışlardır. Mikdâd
Efendi’nin babası Abdullah Efendi o bölgenin eşrâfından, toprak sâhibi
zevâtındandır; Mikdâd Efendi, babasını “mîr-i ashâb-ı emlâkdan Abdullah Efendi”
şeklinde tanıtmaktadır.[50] Nüfus defterlerinde, A. Mikdâd
Efendi’nin
dedelerinin 18. asrın ortalarından itibâren Kesme Köyü’ndeki ikâmet kayıtlarına
rastlanmaktadır. Bu kayıtlara göre Mikdâd Efendi’nin şeceresi şu şekildedir:
Bekir
(?-?)
Ömer
(1772/73-?)
Mehmed
(?-1835’ten
önce)
Ahmed
Mikdâd
(1872-1939)
Ahmed
Mikdâd Efendi on beş yaşında iken babası Abdullah Ağa; on dokuz yaşında iken de
annesi Sırma Hanım vefât etmiştir. Annesi ve babası İstanbul Topkapı
Mezarlığı’nda medfûndur. Elimizdeki bir şiirine göre Ahmed Mikdâd Efendi,
ana-babasının vefâtından yaklaşık elli yıl sonra 1935 yılında İstanbul Topkapı
Mezarlığı’na ziyâret maksadıyla gitmiş ve bu ziyarete dâir Anama ve Babama
başlıklı iki şiir yazmıştır. Annesine ithâf ettiği şiirdeki şu ifâdeye göre
babasından dört yıl sonra annesinin genç sayılacak bir yaşta vefâtı onu ciddî
manâda etkilemiştir:
N’olaydı ecelin gelmez olaydı Hiç değil
elliyi yaşın bulaydı O zaman tesellî bana kolaydı Benimle meliyor inekle danam[51]
Mikdâd
Efendi, ilk eğitimini kendi memleketindeki mekteb-i ibtidâîde almıştır.[52] Divriği’de, kendi ifadesiyle,
“mukaddime-i ulûmu” gördükten sonra o dönem Mamüretü’l-azîz Vilâyeti’ne bağlı
bir kaza merkezi olan annesinin memleketi Eğin’de (Kemâliye) tahsile devam
etmiştir. O dönemde Anadolu’da dört yaşındaki çocukların sıbyân mekteplerine ya
da ibtidâî mekteplere başlatılması yaygın bir gelenektir. Altı yaşını
doldurduğu hâlde çocuğunu mektebe göndermeyenler ise cezalandırılmaktadır. Bu
bilgilere göre Mikdâd Efendi, Divriği’de üç yıl tahsil gördükten sonra tahminen
yedi yaşında iken, 1879 yılında Eğin’e gelmiş olmalıdır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin
oğlu Kemal Poyraz, babasının sekiz yaşında iken İstanbul’a götürüldüğünü
söylediğine göre Divriği’de üç yıl ibtidâîye devam ettikten sonra kalan bir
yılı da Eğin’de ikmâl ederek ibtidâî mektebini burada tamamlamış olması
muhtemeldir. Zîrâ mekteb-i ibtidâî dört yıllık bir eğitim vermekteydi.[53] Ahmed Mikdâd Efendi
yine Eğin’de husûsî hocalardan sarf, nahiv, Farsça ve hesap derslerini okumuş;
hâfızlığını da burada tamamlamıştır.[54]
Mikdâd
Efendi’nin oğlu Kemal Poyraz, Aslanoğlu’na gönderdiği mektupta babasının 8
yaşında iken ana-babasıyla birlikte İstanbul’a gittiğini ve ilk tahsiline
burada başladığını söylüyorsa da Mikdâd Efendi bizzat doldurduğu sicill-i ahvâl
varakasında Divriği’deki ilk tahsilden ve Eğin’deki tedrisattan sonra
İstanbul’a gittiğini söylemektedir.[55]
Benzer bir bilgi Erol Kaya’nın eserinde de mevcuttur. Kronolojik bir yanlış
anlamadan olsa gerek, bahsi geçen eserde, Mikdâd Efendi’nin 1880’de İstanbul’a
gittiği, mekteb-i ibtidâiyi burada tamamladığı, anne ve babası vefât edince
Divriği’ye döndüğü, hattâ bu tarihte 27 yaşında olduğu; aynı yıllarda Eğin’de
Kur’ân’ı hıfzettiği ve Eğin’de mevcut ileri seviyedeki medreselerden ve
hocalardan muhtelif dersler aldığı; yine 27 yaşında iken yani 1899 yılı içinde
daha ileri seviyede eğitim almak için tekrar İstanbul’a geldiği ve Fâtih’te
“Cezerî” tedrîsi ile Kur’ân talimi yaptığı ve bu tahsilini de 1899 yılına yani
27 yaşına kadar sürdürdüğü ifade edilmektedir.[56]
Halbuki Mikdâd Efendi sicill-i ahvâl varakasında, nihayet 1899’da sürgün
edilmesiyle neticelenen bu tahsil devresini bizzat şöyle ifade etmektedir:
“Mekteb-i ibtidâ’îde mukaddime-i ‘ulûmu gördüm. Ba’dehu vatan-ı mâder Eğin
kazasında hıfz-ı Kur’ân-ı Kerîm ile biraz sarf ve nahiv ile Fârisî, hesâb
okudukdan sonra ikmâl-i tahsîl için der-i ‘aliyyeye gelerek esatize-i kirâm-ı
zü’l- ihtirâm halkasına dâhil oldum fuhûlîn-i kirâmdan fünûn-ı şettâyı
bi’l-iktitaf rûz u leyâli çalışmakla iktisab-ı füyûz etdim ve husûsî
müderrislerden fünûn-ı medeniyye, vücûh-ı kırâ’at, hutût-ı mütenevvi’aya âşinâ
oldum. Fâtih’de Cezerî tedrisiyle ta’lîm- i Kur’ân etmek ve mütûn-ı ‘ulûmı
yüzlerce talebeye müzakere eylemekden dolayı o vakitler müzakereci Ahmed Efendi
nâmını kazandım ve ayrıca Buhârî ve tefsir istimâ‘ıyla ruhsat aldım. O gayretle
kalsam neler olurdum. Hayfâ ki ‘unfuvân-ı şebâbımda tebliğ-i ahkâm etmek, hak
söylemek sebebiyle devr-i sabıkda 314 senesinde nefy edilmekle istikbalime sedd
çekildi.”[57] Bu ifadelerden açıkça
anlaşılmaktadır ki Mikdâd Efendi, memleketindeki mekteb-i ibtidâîde okuduktan
sonra Eğin’e gitmiştir.
Memleketindeki
ve Eğin’deki tahsil yıllarından sonra tahsiline devam etmek için anne-babası ve
iki kardeşi ile beraber, Poyrazoğulları sülâlesi olarak da yabancısı
olmadıkları, İstanbul’a gelmişlerdir. Nüfus defterlerindeki kayıtlara
bakıldığında Poyrazoğlu sülâlesinin bazı mensuplarının İstanbul’a gitmiş
bulunduğu görülmektedir. Hicrî 1250 tarihli nüfus defterinde Poyrazoğlu
sülâlesinden Süleyman oğlu İsmail ve oğlu İbrahim’in Âsitâne’de bulunduğu
mukayyeddir.[58] Mikdâd Efendi’nin tahsilini
tamamlamak için anne ve babasıyla İstanbul’a gitme yolunu tercih etmesinde
orada bulunan akrabalarının da etkili olduğu söylenebilir.
Oğlu Kemal
Poyraz’ın beyânına göre İstanbul’a geldikleri sırada Ahmed Mikdâd sekiz
yaşındadır.[59] Aileden gelen şifâhî bilgilere
göre Ahmed Mikdâd Efendi ve âilesi Üsküdar’da satın aldıkları evde ikamet
etmişlerdir.[60] Özel bir mektep olan Maşrık-ı
Füyûzât Mektebi’nin[61] rüşdiye kısmında tahsiline
devam ederek burada mürettep dersleri görmüş ve ardından medrese devresi ile
birlikte husûsî hocalardan da ders almaya başlamıştır.[62]
Bu tahsil süreci içinde on beş yaşında iken babası Abdullah Ağa vefât etmiş;
annesi Sırma Hanım rızâ göstermemesine rağmen tahsîlini Fâtih Medreseleri’nde[63] sürdürmüştür.[64] On altı yaşında iken tahsiline
mâni olmayacak sûrette fahrî olarak dâhiliye nezâreti sicill-i ahvâl şubesine
iki yıl boyunca devam etmiştir. Fakat kuvvetli bir hâmîsi olmadıkça maaş alacak
duruma gelmesinin zor olduğu söylenince bu müdavemeti terk etmiştir.[65]
İstanbul’a
gelişinden itibâren aşağı yukarı on beş yıl sürecek ve nihayet İstanbul’dan
nefyedilmesiyle neticelenecek bu devrede Mikdâd Efendi, önde gelen üstadlardan
muhtelif dersler okuyarak yoğun bir çalışmayla modern ilimlere, Kur’ânı Kerîm
kıraat/okuma usûllerine ve çeşitli hat/yazı türlerine âşinâ olmuştur. Fâtih
Medreseleri’nde tahsîle devam ederken Cezerî tedrîsiyle[66]
Kur’ân-ı Kerîm talimi yapmıştır. Medresede bir gelenek hâline gelmiş olan
usûlle alt seviyedeki talebelere ilmî metinleri müzâkere ettirmekteki
gayretiyle “Müzâkereci Ahmed Efendi” nâmını da kazanmıştır. Bu devrede çok
ciddî gayret gösterdiğini, Buhârî ve tefsîr takrîrâtını takip ederek ruhsat
dahi aldığını bizzat söyleyen Mikdâd Efendi, gayretinin, iştiyâkının devam
etmiş olması hâlinde ciddî seviyelere de erişebileceğinden “o gayretle kalsam
neler olurdum” ifadesiyle hayıflanarak bahseder.[67]
Fâtih Medreseleri’nde vaaz vermeye başladığı sıralarda on dokuz yaşındadır.
Annesi Sırma Hanım’ın vefâtı da vaazlara başladığı ilk zamanlara denk
düşmektedir.[68]
Uzun yıllar
süren medrese tahsilinin sonunda Mikdâd Efendi için sürgün hayatı, daha doğrusu
İstanbul’dan uzakta hayatını idâme ettirmek mecbûriyeti başlamıştır. Mikdâd
Efendi, tekrar İstanbul’a gelmek için II. Meşrûtiyet’in ilanını beklemek
durumunda kalmıştır. İstanbul’dan nefyedilmesinin tahsîline, ilim yolundaki
ilerleyişine nasıl menfî tesir ettiğini, ilmiyedeki emsâline nispeten nasıl
geri kaldığını ise yıllar sonra şöyle ifade etmiştir:
(...) meslek-i
‘ilmîden beklediğim her türlü âmâl ve füyûzâtdan mahrûm edilerek memleketime
teb‘îd edildim. Meslek-i celîl-i ‘ilmde kemâl-i hevesle emr-i tedrîsin îfâsına
bezl-i ihtimâm etdikse [de] bir tîr-i cellâda hedef olan tedbîrim geri kaldı.
Bugün emsâlime nisbeten mağdûrîn-i ‘ilmiyyedenim.[69]
Yıllar
sonra II. Meşrûtiyet ilan edilip şartlar değişince tekrar İstanbul’a gelerek
Bursa Gavsiyye Medresesi Müderrisliği[70]
ru’ûsunu almıştır.[71] İcâzetini de yine yakın
tarihlerde Bâyezid dersiâmlarından Ahmed Hamdi b. Mustafa el- Çeharşenbevî
Efendi’den almıştır.[72] Mikdâd Efendi’nin icâzet
silsilesi aşağıdaki şekildedir:
Hâtemü’n-nebiyyîn
ve Seyyidü’l-evvelîn Hazreti Muhammed (s.a.v.)
Ebî ‘Abdurrahmân b.
el-Esved b. Zeyd ‘Alkame
İbrâhîm en-Neha‘î
Hammâd bin Ebî Süleymân
İmâm-ı A’zâm^Ebî Hanîfe Nu'mân bin Sâbit
Ebî Yûsuf
Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî ‘Abdullah Ebî
Hafs el-Buhârî’nin Babası ‘Abdullah Ebî Hafs el-Buhârî el-İmâm ‘Abdullah
es-Sebezmûnî Ebî Bekr bin Muhammed el-Fazlu’l-Buhârî el-Kâdî Ebî ‘Ali en-Nesefî
Şemsü’l-e’imme el-Hulvânî
Şemsü’l-e’imme es-Serahsî Burhânuddîn
Şemsü’l-e’imme el-Kerderî
Hâfızüddîn el-Kebîr ‘Alâeddîn ‘Abdülazîz
el-Buhârî es-Seyyîd Celâleddîn
eş-Şeyh ‘Alâeddîn el-Sayrâmî eş-Şeyh
Sirâcüddîn ‘Ömer bin ‘Ali Kemâlüddîn ibnü’l-Hümâm ‘Abdilberr bin Şıhne
Şihâbüddîn Ahmed Yûnus (Şiblî) \P ‘Ali
el-Makdisî
Ömer bin Nüceym eş-Şeyh Abdülhayy
eş-Şeyh ‘Abdülkerîm el-Seveyrî
eş-Şeyh ‘Abdülhayy eş-Şeyh Abdürrahîm
\p V 'i' eş-Şeyh Muhammed el-Yemânî
el-Ezherî
‘Abdülkerîm el-Konevî el-Âmidî
eş-Şeyh İsmâ’il el-Konevî
Ebî Tâlib el-Mekkî
‘Abdülmelik bin Yûsuf el-Cüveynî
el-Hüccetü’l-islâm el-Gazâlî
Fahreddîn er-Râzî
Kâtib el-Kazvînî
Nasîrü’t-Tûsî
Kutbeddîn eş-Şîrâzî
Kutbeddîn er-Râzî
Mevlânâ Mübârekşâh
es-Seyyîd eş-Şerîf el-Cürcânî
Muhyiddîn el-Kuşkenârî
Celâleddîn ed-Devvânî
Cemâleddîn Mahmûd eş-Şîrâzî
Mevlânâ Mirzâcân
Mevlânâ Hüseyn el-Halhalî
Muhammed eş-Şirvânî
Muhammed bin Pîr ‘Ali Mevlânâ Receb
Efendi el-Âmidî
en-Nisârî
el-Kayserî
eş-Şeyh
‘Osmân ed-Divrîkî
eş-Şeyh
‘Abdülkerîm el-Konevî el-Âmidî
eş-Şeyh
İsmâ‘il el-Konevî
Muhammed
el-‘Ayıntâbî
‘Ali
el-Fikrî el-Ahıshavî
eş-Şeyh
İbrâhîm el-İspirî
eş-Şeyh
Süleymân bin Hasan el-Girîdî
eş-Şeyh
es-Seyyîd Muhammed Gâlib bin el-Kadî Muhammed Emîn el-İstanbulî
es-Seyyîd
Ahmed Şâkir el-İstanbulî bin Halîl el-Zağferânbolî
Ahmed
Hamdi bin Mustafâ el-Çehârşenbevî
Ahmed
Mikdâd Efendi
1.3.
Sebepleri ve Neticeleriyle
Sürgün
Ahmed
Mikdâd Efendi, İstanbul’da medrese tahsiline devam ederken on dokuz yaşında
başladığı vaazlarını resmî evrâka göre yirmi iki, kendi ifâdesine göre ise
yirmi altı yaşına kadar devam ettirebilmiştir.[73]
Nihayet önceki bölümde de ifade ettiğimiz gibi İstanbul’dan uzaklaştırılmış,
sürgün edilmiştir. Aileden gelen bilgilere göre anne-babası önceden vefât etmiş
olan Mikdâd Efendi’nin diğer iki kardeşi de başka şehirlere sürgün edilmiştir.
Hatta Mikdâd Efendi’nin yıllar boyunca bu kardeşlerini aradığı ve fakat
bulamadığı da söylenmektedir.[74]
İstanbul’dan
uzaklaştırılmasının sebebini ise otuz yedi yaşında iken doldurduğu sicill-i
ahvâl varakasında şöyle ifade etmektedir: ‘Unfiwâm-ı şebâbımda tebliğ-i
ahkâm etmek, hak söylemek sebebiyle devr-i sâbıkda 314 senesinde nefy edilmekle
istikbalime sedd çekildi.[75] Bu ifadeden anlaşıldığı
kadarıyla gençliğinin ilk zamanlarında Allâh’ın hükümlerini tebliğ etmek,
doğruyu, hakikati dile getirmek sebebiyle 1314’te sürgün edildiğini ve önünün
kesildiğini ifade etmektedir ki bu hadisede gadre, haksızlığa uğradığını da
böylece beyân etmiştir.
İstanbul’dan
uzaklaştırılmasından on yıl sonra Cerîde-i Sûfiyye Mecmuası’nda
neşrolunan bir makalesinde ise Sultan II. Abdülhamid devrinde çekilen
sıkıntılardan bahsederken kendi sürgününü misâl olarak göstererek ne gibi
sebeplerle bu hadiselerin vukû bulduğunu şöylece ifade etmeye çalışmıştır:
Rumûzât-ı Kur’âniyye değil, ahkâm-ı meşrû'anın da tenkidine mecâl olmazdı.
Buna şâhid isterseniz on sene evvel Eyyûb Sultân Câmi -i Şerîfi nde (...)
Jj^jll ^SjjI U (...) (...
Peygamber size ne verdiyse ...)[76] ilh. fermân-ı
bâhirü’l-burhânını mehmâemken tefsire cür’et-yâb olduğuma mukabil meslek-i
‘ilmiden beklediğim her
türlü âmâl ve füyûzâtdan mahrûm edilerek
memleketime teb‘îd edildim. Meslek-i celîl-i ‘ilmde kemâl-i hevesle emr-i
tedrîsin îfâsına bezl-i ihtimâm etdikse [de] bir tîr-i cellâda hedef olan
tedbîrim geri kaldı. Bugün emsâlime nisbeten mağdûrîn-i ‘ilmiyyedenim. Bu işler
bütün fâ’idesini kendi kardaşlarının zararında arayan hafiye-i ‘avene-i
havenesinin millete müstevlî olmasından ileri gelmişdir.[77] [78]
Mikdâd Efendi,
“teblîğ-i ahkâm” etmek, “hak söylemek” derken kastettiği fiilini de yıllar
sonra böylece açıklamıştır.
Mikdâd
Efendi, yukarıda zikredilen hadise neticesinde, hakkı söylediği için
nefyedildiğini ifade ederken oğlu Kemal Poyraz ise “hürriyet lehine kullandığı
isyankâr sözlerden dolayı” babası hakkında sürgün kararı verildiğini
nakletmiştir.78 Eyüp
Sultan Câmii’ndeki bahsi geçen vaazın doğrudan hürriyet lehine bir faaliyet
sayılması zor görülse de esasen satır aralarında Mikdâd Efendi’nin “ahkâm-ı
meşrû'anın da tenkidine mecâl olmazdı” ifadesiyle devrin hükümlerine, yani
hüküm sahiplerine karşı serbest bir şekilde hareket etmenin, fikir beyan
etmenin, tenkitleri dillendirmenin önüne konulan engelleyici tavra o dönemlerde
de karşı durduğu, tavrının o devreden itibâren açık bir muhalefeti aksettirmeye
mâil olduğu söylenebilir. Bilhassa II. Meşrûtiyet’in ilanı sonrası yazdığı
kitaplarında ve diğer makalelerinde, sansür, jurnal gibi usûllerle
hürriyetlerin sınırlandırılmasına ciddî tenkitler getirmiştir. Mikdâd
Efendi’nin hürriyeti ve bunun istinatgâhı olarak gördüğü Meşrûtiyet’i, İslâmî
bir temelde, “hak” olarak görmesi, bu husûsa dâir müdâfaalarını ve tenkitlerini
“teblîğ-i ahkâm etmek ve hak söylemek” olarak tavsif edişini de vuzûha
kavuşturmaktadır.[79]
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin İstanbul’dan uzaklaştırılması, sürgün yerine/menfâsına
varması hakkında ise farklı kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. Bu
sürecin iki mühim kaynağı oğlu Kemal Poyraz’ın mektubu ile arşivlerdeki resmî
evraktır. Kemal Poyraz’ın mektubunda naklettiğine göre Mikdâd Efendi, evvelâ
Harput’a sürgün edilir; fakat sürgün yerine nakli sırasında Sivas’ın Ulaş
Nahiyesi civârında geceden istifâde ederek firâr eder ve Divriği’ye gelir.
Divriği’de amcası Bekir Ağa tarafından himâye altına alınır ve bir süre burada
ikâmet eder. Yine oğlunun ifadesi ile “bütün arzu ve düşüncesi tahsili,
hürriyetin ilânı olan” Mikdâd Efendi üç ay sonra tekrar İstanbul’a gider ve
hürriyet lehine yeniden faaliyete başlar. Bu faaliyetler üzerine tekrar
takibâta uğrar; İzmir’e kaçarken tevkîf edilir. Zabtiye Nezâretinde 90 gün
hapis kaldıktan sonra Sivaslı bir gardiyanın hemşehrilik namına kendisinden
emin olmasından istifâde ederek firâr eder. Yeniden memleketi Divriği’ye döner;
fakat geçen süre zarfında amcası Bekir Ağa vefât ettiğinden bu sefer Divriği’de
hâmîsiz kalır. Bu sırada da ilk evliliğini vefât eden amcasının hanımı ile
yapar. İstanbul’a tekrar gider. Üçüncü defa takibâta uğrar ve nihâyet
Erzincan’a giderek idâdî mektebinde İmlâ Muallimliği vazifesine başlar.[80] Kemal Poyraz babasının sürgün
serencâmını böylece nakletmiştir.[81]
Bir diğer kaynak olan resmî evrâka göre ise oğlunun nakillerinden
farklı bir sürgün hikâyesi karşımıza çıkmaktadır. Bu evraklar, garip bir
şekilde, sürgün tarihini Mikdâd Efendi’nin beyân ettiğinden birkaç yıl erken
göstermektedir. Onun hem sicil varakasındaki hem de yukarıda alıntı yaptığımız Cerîde-i
Sûfiyye’de neşrolunan makalesindeki beyânına göre sürgün tarihi h. 1314/m.
1896-1897’dir. Bu evrâka göre ise Mikdâd Efendi, r. 1310/m. 1894-1895 senesinde sürgün
edilmiştir. Sürgün
sebebinin
“bazı esbâbdan dolayı” şeklinde ifade edildiği bu belgelere göre ilk sürgün
yeri Divriği’dir, ki Mikdâd Efendi de, oğlunun Harput’a gönderilmek istendiğini
söylemesinin aksine, “memleketime teb‘îd edildim” diyerek bu bilgiyi
doğrulamaktadır.[82] Daha sonraki durağı ise
doğduğu, ilk tahsilini yaptığı Kesme Köyü olmuştur. Bir müddet Kesme’de
ikâmetten sonra buradaki maddî zorluklardan kurtulabilmek ve mâişetini temin
edebilmek için Erzincan’a gitmiş ve orada askerî rüşdiye imlâ muallimliğine
tayin olunmuştur. Bu belgeler, Mikdâd Efendi’nin İstanbul’dan uzaklaştırılmasından
yaklaşık on yıl sonraya aittir. Divriği Kaymakamlığı, Sivas Vilâyeti, Maarif
Nezâreti ve Zabtiye Nezâreti arasında gerçekleştiği anlaşılan yazışmalara göre
1903 yılı sonlarına doğru, yani Mikdâd Efendi Erzincan’da Askerî Rüşdiye’de
vazife yaptığı sıralarda, garip bir şekilde Yemen’e sürgün edilmesi gündeme
gelmiştir. Divriği Kaymakamlığı, Sivas Vilâyeti’ne; Sivas Vilâyeti de Zabtiye
Nezâreti’ne bu husûsu bildirmiş, nihâyet Maarif Nezâreti’nin görüşü
sorulmuştur. Maarif Nezâreti ise Ahmed Mikdâd Efendi’nin Askerî Rüşdiye’de
görev yaptığını; bu vazifeye tayininin Zabtiye Nezâreti’nce yapılmış olduğunu;
İstanbul’dan uzaklaştırılması, memleketine ve ardından Erzincan’a
gönderilmesinin de yine aynı nezâretçe takdîr olunduğunu ifade ederek
kendilerinin Mikdâd Efendi hakkında bir malûmâta sahip olmadıklarını
bildirmişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla Maarif Nezâreti kendilerinin hiçbir
müdâhalesi olmayan böyle bir husûsta görüş sorulmasını lüzumsuz görmüştür.
Ayrıca Mikdâd Efendi’nin Askerî Rüşdiye’de memuriyet vazifesine devam ettiği
sırada Yemen’e memuriyet vazifesiyle gönderilmek istenmesinin de teâmüle
muvâfık görülmediği ve 83
garip
karşılandığı anlaşılmaktadır.[83]
Nihâyet bu
yazışmalar neticesiz kalmış; Mikdâd Efendi Erzincan’daki vazifesine devam
etmiştir. Fakat garip olan şudur ki şahsını ilgilendiren böylesine ciddî bir
meseleyi Mikdâd Efendi hiçbir eserinde, yazısında mevzubahis etmemiştir. Onun
mîzâcına, bu türlü hadiseler karşısındaki genel tavrına baktığımızda Yemen’e
sürülmek gibi bir tehdit karşısında tamamen sessiz kalması anlaşılabilecek bir
tavır değildir. Bu manada, Mikdâd Efendi’nin neticesiz kalan bu yazışmalardan
ve Yemen’e sürülme teşebbüsünden haberdâr olmadığı kuvvetli bir ihtimâl olarak
karşımıza çıkmaktadır. Anlaşılan o ki ömrünün sonuna kadar da böyle bir
teşebbüsten haberdâr olmamıştır.
1.4.
Sultan II. Abdülhamid Devri
ve Sonrasında Bir Muhâlif
olarak Mikdâd Efendi
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin altmış yedi yıllık ömrünün neredeyse yarısı Sultan II.
Abdülhamid saltanatına tekâbül eder. Nihâyet onun İstanbul’dan uzaklaştırılıp
birtakım badirelerden sonra Erzincan’da uzun yıllar devam edecek memûriyet
hayatına atılması da, bir önceki başlık altında teferruatıyla ortaya koymaya
çalıştığımız gibi, Sultan II. Abdülhamid muhalifliği sebebiyle olmuştur.[84] Bu kısımda ise
Mikdâd Efendi’nin II. Meşrûtiyet’in ilanından sonra açıkça ortaya koyduğu,
genellikle geçmişe dönük, zaman zaman da devrine yönelik tenkitleri üzerinde
durulacaktır. Bir manâda Mikdâd Efendi’nin 1908 sonrasına kadar bastırılan,
cezalandırılan “muhâlif tavrı” tetkik edilecektir.
Mikdâd
Efendi’nin İstanbul’da on dokuz yaşından itibâren başladığı vaazlarında, yedi
yıl süren bu dönemde yıllar içinde hürriyet lehine beyânâtlara kadar varacak
muhâlif bir çizgiye geldiği anlaşılmaktadır. Bu yıllarda sadece şifahen ifade
ettiği itirazlar İstanbul’dan uzaklaştırılmasına kâfî sebep sayılmıştır. Burada
Mikdâd Efendi’nin itirâzlarının, muhâlefetinin nerede, hangi hâdiseler üzerine
zuhûr ettiğini anlamak adına on altı yaşında iken fahrî olarak iki yıl devam
ettiği Dâhiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl Şubesi’ni terk ediş sebebini de
zikretmek, kanaatimizce yerinde olacaktır. Zîrâ babasının vefâtından hemen
sonra, anlaşıldığına göre, maddî kaygılarla böyle bir işe girişmiş olmasına
rağmen iki yıllık emeğinin sonunda hiçbir maddî kazanç elde edemeden, üstelik
adâlete, hakkâniyete, liyâkate olan inancı da sarsılarak bu görevi terk
etmiştir. Yine sicill-i ahvâl varakasında ifade ettiğine göre 16 yaşında
yaşadığı bu hayâl kırıklığından yıllar sonra İstanbul’dan uzaklaştırılıp
Erzincan’da memûriyete tayini de onu pek memnûn etmemiştir. Çünkü sürgün
neticesinde böyle bir memûriyete başladığı için Askerî Rüşdiye’de menfî bir
tavırla karşılanmış; nâmındaki bu olumsuz vasıf onun terfîsinin önünde bir engel
teşkil etmiştir. Emsâli terfî edip nişânlarla mükâfâtlandırılırken kendisinin
bu nevi haklardan mahrûm kalması da onun muhâlif tavrını takviye etmiştir
denebilir.[85]
Sultan II.
Abdülhamid devrinin sansüründen ve takibâtından ziyâdesiyle rahatsız olan
Mikdâd Efendi, bu husustaki şikâyetlerini ifâde etmek, ilk defa yazıya dökmek
için II. Meşrûtiyet’in ilanını beklemek zorunda kalmıştır. II. Meşrûtiyet’in
ilanı Mikdâd Efendi için ne ifade ediyordu suâline en güzel cevaplardan birini
bizzat kendisi İstanbul’dan nefyedilmesinden aşağı yukarı on yıl sonra, otuz
yedi yaşında iken doldurduğu sicill-i ahvâl varakasında şöyle vermektedir: İnkılâbda
şems-i Meşrûtiyetle açılan gözlerim der-i ‘aliyyeyi bir daha görmekle(...)
Mikdâd Efendi, II. Meşrûtiyet’in ilanını güneşin doğuşu, karanlıklardan çıkış
olarak görmektedir; ayrıca Der-i Aliyye’yi yani İstanbul’u tekrar görebilmesi
manâsına geliyordu ki bu onun için yıllar önce yaşadığı tüm hedeflerinden
ansızın kopuş hâlini bir nevi telâfî etme fırsatıydı. Bunun yanında yıllardır
susmak, içine atmak mecbûriyetinde kaldığı tenkitlerini, itirâzlarını da yazıya
dökmek, dillendirmek imkânı demekti.
1908’den
sonra neşretme imkânı bulduğu ilk eseri Cevâhiru’l-efkâr fî- keşfi’l-esrâr
adını taşımaktadır. Bu eserin müellifi kısmında Ahmed Mikdâd Efendi’nin isminin
önüne yazmayı münâsip gördüğü şu unvan esâsında onun bu yeni dönemde, hürriyete
tam olarak inandığını ve buna istinâden geçmişte kendisini haksız muamelelere
marûz bırakanlara bir meydan okumaya kadar vardığını ifade etmektedir: Erzincân
Meşâhîr-i ‘Ulemâ-yı Benâmından Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi ve Rüşdiye-i
‘Askeriye İmlâ Mu‘allimi Ahrârdan Fazîletlü Ahmed Mikdâd
Efendi.
Geçmişte “hürriyet lehine sözlerinden dolayı” sürgün edilmiş bulunan bir
müderrisin böylesine âşikâre isminin önüne “ahrârdan” yani hürriyet
taraftarlarından yazması câlib-i dikkat bir hadisedir. Bu ilk eserinin
mukaddimesinde ise yine, tabiri câizse bulduğu bu ilk fırsattan istifâde ile,
bilhassa sansür ve sürgün konusunda geçmişte yaşadığı tereddütleri, marûz
kaldığı baskıları ve duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getirmiştir:
Dünyâda
bulunan bütün milel ü akvâm bir dîn ile “tedeyyün”e çalışır, neşri diyânete
uğraşır. Biz ki islâmız. Rabbimiz “Allah” dînimiz İslâm, kitâbımız Kur’ân,
Resûlümüz nebî-yi âhir zamân, kıblemiz de Ka‘be-i Rahmân ’dır, iki cihânda
zıll-ı emânnda yaşadığımız 'adalel-peııah dîn-i mübînin ‘ulüvv-i kadrini bilir,
anladığımızı da bildirmek uğurunda çalışırız.
İşte şu
noktanın tasavvuriyle hayli vakit yorulmuş, menfaları görmüş, ma‘rûz-ı elem
olmuş bulunan ve şimdi Erzincân ders-i ‘(mlcarırdkm olan mahrem-i ‘avâtıf-ı
hakk ‘abdu’dah Divrikli Boyrâzzâde AhmedMikdâd bin ‘Abdudah Kesmevî müznibleri
bütün dîn kardaş ve vatandaşlarımın selâmet-i dîn ü dünyâsına ma‘tûf bir
mecellenin dest-i tertîbe alınmasını mülâhazadan geçirmiş ve kararlaşdırmış
iken Devr-i Sâbıkdaki sansürlük usûlüyle evrâk-ı hikmetin tebeddüle uğraması
ve belki melhûz olan felâket-i cedîdeye ma‘rûz kalması mütâla‘asıyla kalemi
almakda tereddüd eder, biraz yazar bilâhare yazılan satırları hatt-ı nedâmetle
çızardı. Şu hâl-i esef-me’âl üzre azar azar karaladığı evrâk-ı mukaddese
mücelled şeklini alarak hacmiyle mütenâsib olan kitâb-ı ma‘nâdârın sâde yüzüne
bakar kalırdı!
Hamdülillah
eltâf-ı Bârî’nin ufk-ı mu‘allâsından ‘arz-ı cemâl eden şems-i hürriyet o
karanlığı kaldırdı, nikab-ı mekârihe bürünen rûy-i dil-ârâ-yı ümîd keşf-i
melâhat etdi, gamnâk olan kalblerle demnâk olan gözler açıldı, parladı. Zincîr-i
istibdâda merbût bütün âmâl ve makasıd sâha-i hürriyyeti cevelâna başladı.[86]
Bu
alıntıdan da anlaşıldığı üzere Mikdâd Efendi, uzun yıllar boyunca kalemi eline
tereddütle almış; sansür endişesiyle te’liften ve neşriyattan geri durmaya
çalışmıştır.[87] Onun için Meşrûtiyet ile
birlikte en çok arzu edilen “hürriyet” idi ki bu talep genel manada sansür ve
sürgün tehdidinden uzak bir şekilde yazmak, konuşmak arzusunu bildiriyordu.
Mikdâd Efendi’nin “şems-i meşrûtiyyetle açılan gözlerim ve zincir-i istibdâda
merbût bütün âmâl ve makâsıd sâha-i hürriyyeti cevelâna başladı” derken yaptığı
hürriyet vurgusu da bu manâda dikkat çekicidir.
II.
Meşrûtiyet sonrası oluşan hürriyet havasında tabiri câizse soluğu İstanbul’da
alan Mikdâd Efendi’nin buradaki en mühim faaliyetlerinden birisi 19 Mart 1909/26
Safer 1327 Cuma günü “Rehber-i Şerî'at-ı Muhammediyye, Kâfil-i Hukûk-ı
'Osmâniyye, Hâdim-i Millet-i İslâmiyye” sloganıyla neşriyât hayatına atılan Cerîde-i
Sûfiyye[88] mecmuasının yazı heyetinde yer
almasıdır.[89] Sermuharrir Ali Fuad imzasıyla
birinci sayının ilk sayfasında yayımlanan “Mesleğimiz” başlıklı yazıdan
anlaşılana göre bu mecmuanın neşrindeki âmil de istibdat devrinde çekilen
zorluklara tepki verme arzusu yahut başka bir deyişle yıllarca susmak zorunda
kalan ulemânın ve ehl-i kalemin fikirlerini neşretme ihtiyacıdır.[90] Bu manâda Mikdâd Efendi’nin de
en başından itibâren dâhil olduğu, Cerîde-i Sûfiyye etrafında birleşen
yazar kadrosunun tavır ve fikir itibâtıyla bir mağduriyeti izâle maksadıyla
faaliyete geçtiği ifade edilebilir. Mikdâd Efendi’nin yazıları, Cerîde-i
Sûfiyye’nin ilk beş sayısının dördünün sütunlarında yer bulmuştur.[91] Bu yazıları muhtevâ itibârıyla
istibdat devrine tepkilerin ciddî sûrette bildirildiği yazılardır.[92]
Bu mecmuada
yayımlanan “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye” başlığını taşıyan tefrikasında da Cevâhiru’l-efkâr
fî-keşfi’l-esrâr adlı eserindekine benzer tenkitler serdetmiştir Mikdâd
Efendi. Bu makalede dikkat çeken husus, hafiyesi ve sansürü ile istibdât devrinin
ulemânın birliğinin önünde bir engel olarak görülmesidir. Mikdâd Efendi’ye göre
bu engelin Meşrûtiyet’in ilânı ile artık ortadan kalkmış olması bu birliğin
yeniden tesis edilmesinin önünü açmıştır. Bu hürriyet devresinde ulemâya
çağrısı ise şöyledir: Ey ma‘âşir-i ‘ulemâ, bundan sonra bizim içün mülâhaza
edilecek bir şey var ise o da hukuk-ı ‘umûmiyyeye ri’âyetle ahkâm-ı kitâbı
meydâna koymak, âyât-ı ‘izamı tahrîfe uğratmayarak tenkis ve tezyîdden
sakınmak, muktezâ-yı ‘ilmle âmili olmakdır. Bunun yanında Mikdâd Efendi,
âlemin ıslahının dahi ulemânın ilmine bağlı olduğuna inanıyordu. O günkü ifsat
hareketlerine, ortalığı karıştırma gayretlerine karşı da “şu sırada halkı
i'tidâle da'vetle men'-i fesâda çalışmalıdır” diyerek toplumda muteber görülen,
tesirli âlimlerin bir vazifesinin de bu olduğunu ifade etmiştir. Ulemânın el
birliği ile îfasına gayret etmesi gereken bir başka vazife de istibdât devrinde
uyuşan, hantallaşan zihinleri ve bedenleri harekete getirmek;
93
ilmî, fikrî ve
iktisâdî sahalarda milleti uyandırmak, teşebbüsleri teşvik etmektir.[93]
Mikdâd
Efendi, bu istibdât devresi ile alâkalı görebildiğimiz en ağır tenkitlerini
“Pend-i Müşfik” adlı makalesinde beyan etmiştir. Burada adâletin devlet ve
millet için olmazsa olmaz olduğunu ifade ettikten sonra adalet temelinde tesis
edilen hükümete bir aralık bazı “hodbîn ve bedhâhânın” yani bencil ve kötü
niyetlilerin girmesi neticesinde böyle bir tablonun meydana çıktığını söylemiş
ve adalet fikrinin, hakkâniyetin ortadan kalkmasıyla oluşan manzarayı “gülistân-ı
medeniyet çakal ormanına döndü” cümlesiyle ifade etmiştir.[94]
İttihat ve
Terakkî hükümeti devrinde her ne kadar takibâttan, hafiye tehdîdinden,
sansürden, sürgünden kurtulmuş olma düşüncesinin verdiği rahatlıkla genel bir
memnuniyet izhâr ediyor görünse de bu döneme dair de çeşitli eleştirileri dile
getirmekten çekinmemiştir. Trablusgarp Savaşı sonrası hamiyet fikri ve heyecanı
ile kaleme aldığı Feryâd-ı Dehşet-engiz der-Hakk-ı Trablusgarb adlı
eserinde, belki de Balkan hezimetine de yol açacak olan bağımsızlık, etnik
kimlik tartışmalarının da tesiriyle, muhâlif/ayrılıkçı fikir sahiplerine şöyle
seslenmektedir:
Bırakın
gayri yeter şu vatanı hıfz ediniz
Onun
evlâdı değilse çıkınız siz gidiniz
Kalan
evlâdı olan çâresine baksınlar
Şeref
belli mu‘ayyen ocağı yaksınlar[95]
Bu
eleştirilerle kastettiği kitleyi de açıkça beyan etmekten imtinâ etmeyen Mikdâd
Efendi, yukarıdaki ilk beyte bir dipnot düşerek “muhâliflere” kaydını; ikinci
beyitteki “muayyen ocak” ifadesine bir dipnot düşerek de “meb’ûsândır” kaydını
düşmüştür. Mikdâd Efendi, ağır kayıpların yaşandığı bir zamanda muhâlefet fikri
ile vatan savunmasının, birlikte hareketle müdafaa maksadının geri
bırakılmasından duyduğu rahatsızlığı artık bu muhaliflere “bu vatanın evladı
olmayı kabul etmiyor; onu savunmayı vazife bilmiyorsanız çıkıp gidiniz” diyecek
kadar açık ve keskin ifadelerle dile getirmiştir. İkinci beyitte ise daha
ziyâde mebusların bu tenkitlere ve ağır ifadelere muhâtap olduğu anlaşılmakla,
bir başka eleştirisinin ise mebusluk vazifesinin layıkıyla yerine getirilmediği
yönünde olduğu anlaşılmaktadır.
Son olarak
Mikdâd Efendi’nin muhâlif tavrı ve şahsiyeti hakkında ifade etmemiz gereken bir
başka mühim nokta da Sultan II. Abdülhamid devrini “devr-i istibdâd” olarak
görmesine, o devrede marûz kaldığı sürgün ve sansür gibi zorluklar kendisini
hiç istemediği bir yola mecbur etmesine rağmen, devleti ve Osmanlı sultanlarını
hürmete, muhabbete şâyân görmesidir. Oğluna verdiği öğütler hep bu minvaldedir:
Devlete sıdk u diyânetle hemân et hizmet
Hele sultâna muhabbet ile kıl çok hürmet
Onların şânı büyük kadri müberhendir hem
Cedd-i a‘lâları meşhûr-ı cihândır ifhem[96]
1.5.
Me’mûriyet Hayatının İlk
Devresi (1912’ye Kadar- Müderrislik ve Muallimlik)
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin ilk resmî vazifesi, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, sürgün
neticesinde ikâmete mecbur kaldığı memleketi Kesme Nahiyesi’nde mâişetini temîn
edememesi üzerine Erzincan’a gitmesiyle başlamıştır. 1 Kânûnuevvel 1315/13
Aralık 1899 tarihinde başlayan Erzincan Askerî Rüşdiyesi İmlâ Muallimliği onun
ilk resmî vazîfesidir. Fakat ilk memuriyet tecrübesi bu resmî vazifeye
tayininden yıllar önce, henüz on altı yaşında iken gerçekleşmiştir. İstanbul’da
tahsiline devam ettiği vakitlerde iki yıl boyunca fahrî olarak Dâhiliye
Nezâreti Sicill-i Ahvâl Şubesi’ne devam etmiştir. Bu fahrî görevi terk etme
sebebini ise “kuvvetli hâmîsiz na’il-i ma’âş olamayacağımı bir efendinin ihtâr
etmesi üzerine ” şeklinde beyân etmiştir.[97]
On beş yaşında iken babası vefât eden Mikdâd Efendi, muhtemelen maddî
endişelerle böyle bir vazîfeye girişmiş; ancak iki yıl geçmesine rağmen maddî
bir karşılığa nâil olamayıp üstüne bir de şubedeki memurlardan biri tarafından
güçlü bir hâmîsi olmadıkça, yani bugünkü manâda ciddî bir referansı olmadıkça,
maaş alacak duruma gelmesinin mümkün olmadığı yönünde ikâz edilince bu
müdâvemeti, büsbütün ümidi keserek, terk etmiştir.
Erzincan
Askerî Rüşdiyesi[98] İmlâ muallimliği vazifesine
tayin olunduğunda yirmi yedi yaşındadır. Bu vazifesine 320 kuruş maaşla
başlamıştır. Dört yıl sonra 1904 senesinde yine Erzincan’da Atabey Nizâmiye
Medresesi[99] müderrisliği yıllık üç bin
kuruş vakfiyesi ile kendisine tevcih edilmiştir. 21 Kasım 1905 tarihli nüfus
tezkeresine göre orta boylu, ela gözlü, buğday tenli olan Mikdâd Efendi, bu
memuriyet devresinde Erzincan Merkez Sâlihiye Mahallesi 5. sokak 1 numaralı
hânede mukîmdir.[100]
Mikdâd
Efendi’nin resmî vazifeleri II. Meşrûtiyet’in ilanına dek aynı çizgide devam
etmiştir. Bu tarihten hemen sonra ise İstanbul’a tekrar gitme imkânı bulmuş ve
birtakım girişimlerle yıllardır sürdüğünü düşündüğü mağduriyetini izâle etmeye
çalışmıştır. Maârif Nezâreti’ne arz ettiği 29 Kasım 1908 tarihli bir dilekçede
özetle, hâlihazırda devam etmekte olduğu Askerî Rüşdiye imlâ muallimliği
vazifesinden memnun olmadığını beyan ile, anlaşıldığı kadarıyla, bu vazifesine
tayininin ve bu vazifede terfi ettirilmeyişinin kendisi açısından bir
mağduriyet doğurduğunu da ifade ederek mesleğine münâsip bir memuriyete
tayinini talep etmiştir.[101] Zâhiren Erzincan’da Askerî
Rüşdiye’de rahat bir şekilde memuriyet vazifesini ifâ eder gözükse de,
anlaşıldığı kadarıyla Mikdâd Efendi bu vazifeye tayininin bir sürgün
neticesinde olduğu hakikatini asla unutmamıştır. Kendi içinde böyle bir
rahatsızlık duyarken bir yandan da yukarıda ifade ettiğimiz gibi, nâmının
“sürgün” ile birlikte yayılmış olması sebebiyle olsa gerek meslekdaşlarına,
mevkidaşlarına göre rütbe ve nişân olarak gerilerde bırakılmıştır.[102] Onun bu talebine istinâden
Maârif Nezâreti tarafından evvelâ 160 daha sonra 200 kuruş maaşla Erzincan
İ’dâdîsi’ne[103] Türkçe muallimi olarak
atanmıştır. Aynı kadroda 500 kuruş maaşla fıkıh ve Arapça muallimi olarak devam
ettiği vazifesi bir süre sonra mektep idâresinin arzusuyla kavânîn, iktisat ve
malûmât-ı medeniyye muallimliği ile becâyiş edilmiştir. Bu muallimliği de 500
kuruş maaşladır. Aynı yıllarda Erzincan merkezinde çeşitli komisyonlarda fahrî
azalıklarda da bulunmuş; gece dersleri vermiştir. Kış gecelerinde talebeye ve
hazır bulunanlara verdiği bu dersleri Diyanet İşleri Başkanlığı arşivinde
bulunan dosyasındaki bir evrakta liste hâlinde şöyle 104
kaydetmiştir:
Cum‘a Gecesi Kur’ân-ı Kerîm Tefsîr ve Hadîs Hıfz-ı Sıhhat Ma‘lûmât-ı Medeniyye Kitâbet |
Pazar Gecesi Fârisî Kozmografya Ahlâk Hendese Hat |
Salı Gecesi ‘Akâ’id Coğrafya Eşyâ Hesâb İmlâ |
Perşembe Gecesi ‘Arabî Hikmet Kavâ’id-i ‘Osmâiyye Târîh Edebiyât |
Mikdâd
Efendi bir süre, Atabey Nizâmiye Medresesi müderrisliği, Askerî Rüşdiye ve
Mülkî İdâdî mektepleri muallimliği vazifelerini aynı anda uhdesinde
bulundurmuştur. Kendi ifadesine göre faydalı hizmetleri ve iyi hâli sebebiyle
umûmun teveccühünü kazanmış ve buna binâen de memûriyetinde infisâl
görmemiştir. Anlaşılan o ki Mikdâd Efendi, Fatih medreselerinde
müzâkerecilik/muîdlik yaptığı dönemde yirmili/hâşiye-i tecrîd ve otuzlu/miftâh
müderrisliği derecelerini almış, kırklı ve hâriç elli medreselerden olan Atabey
Nizâmiye Medresesi’ne tayini de terfian olmuştur. 1904 başlarından itibâren bu
medresede kırklı ve hâriç elli müderrisliği vazifesine devam etmiş, 1909’da [104]
Şeyhülislâm
Mehmed Cemâleddîn Efendi’nin (ö. 1919) tensipleriyle terfi ettirilerek sahn
müderrisliği derecesini almıştır.[105]
Bu yıllarda
neşrolunan bir eserinin mukaddimesinde Erzincan’da dersiâmlık[106] vazifesinde de bulunduğunu
ifade etmektedir.[107] Yine bu yıllarda Meşihât
Dâiresi tarafından kendisine “müstehakkîn-i ilmiyye” tertibinden 200 kuruş maaş
bağlanmıştır.
Ahmed
Mikdâd Efendi, 1912 yılı sonlarına kadar Erzincan’da aynı minval üzere
memûriyet vazifesine devam etmiştir. Bir sonraki başlık altında teferruatıyla
ele almaya çalışacağımız devletin içine girdiği Trablusgarb Savaşı ile başlayıp
Balkan Harbi ile devam eden harpler devresi, Mikdâd Efendi için memûriyete bir
fâsıla olmuştur. Bu fâsıla sonunda ise farklı vazifeler, farklı şehirler
arasında geçen bir ikinci memûriyet devresi başlamıştır, ki bu ikinci memûriyet
dönemi ve emekliliği yine ayrı başlıklar altında ele alınacaktır.
1.6.
Harplerde ve Cephelerde
Mikdâd Efendi (Balkan Harbi, Kafkas Cephesi, Millî Mücadele)[108]
Ahmed
Mikdâd Efendi, Balkan Harbi’nin patlak verdiği sıralarda Erzincan Askerî
Rüşdiyesi’nde Farsça muallimi olarak görev yapmaktadır.[109]
8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği’nin Osmanlı Devleti’ne harp ilanı ile başlayan
I. Balkan Savaşı’ndan[110] aşağı yukarı 1 ay sonra 10
Kasım 1912’de, harbe katılmak üzere Erzincan’dan hareket eden nizâmiye fırkası
(asıl silah altında bulunan askerlerden oluşan birlik) ile birlikte gönüllü
olarak yollara düşmüştür.[111] Mikdâd Efendi böylece
devletin içine düştüğü zorlu durum karşısında mesûliyet hissi ile kendisine
vazîfe bildiği şekilde cepheleri gezmeye, bir âlim olarak askere manevî kuvvet
sağlayacak hitâplarda bulunmaya başlamıştır. Bu savaş sırasında gezdiği
cepheleri, üstlendiği hizmetleri Edirne Selimiye Yazma Eserler Kütüphânesi 1089
numarada kayıtlı matbû Tevhîd-i Kâinât nüshasının son sayfasına el
yazısıyla şu şekilde kaydetmiştir:
28 Teşrîn-i evvel 1328 [10 Kasım 1912] tarihinde fi-sebîli’llâhi te'âlâ
cihâd maksadıyla Erzincan’dan ayrıldım. Bi-mennihi l-kerîm Çatalca hatt-ı
müdâfa‘asının bütün kıta‘âtını görmek cihâda müte‘allık va‘z u nasîhat
eylemekle şeref-i dîn-i mübîn uğurunda bezl-i makderetde bulundukdan
sonra Gelibolu cihetinde Bolayır ve Maydos
kolordularını gezdim. Seddü’l- bahir, Kilidü’l-bahir’den Çanakkale’ye geçerek
mevâki‘-i müstahkeme uğramakla karadan yürüyerek Erenköy, Ayvacık, Edremit,
Menemen’le İzmir’e kadar ‘asâkiri ziyâretle onların kuvvâ-yı mürettebesini
gördüm. Cuma Ovası, Urla, Söke ile Mağnisa’da mütehaşşid kıta‘âta va‘z ederek
İstanbul Üsküdar Beyoğlu cihetleriyle Boğaziçi mevâki‘i müstahkemesini dolaşdım
lehü’l-hamd [112] gelerek bugün cum‘a
namâzını müte‘âkib
Sultan Selîm Câmi‘i kürsisinde va‘z
etdikden sonra .... [113] uğradım Tevhîd-i
Kâ’inât ismindeki eserimden bu nüshayı li-vechi’llâhi te‘âlâ
v.. [114]
Müellifi ve Nâzımı AhmedMikdâd
1331 (Mühür)[115]
Esâsen
Ahmed Mikdâd Efendi’yi böyle bir mücâhedeye, kendi ifadesiyle “fî-sebîli’llâhi
te'âlâ cihâd maksadıyla” yollara düşmeye, cephe cephe, kıta kıta gezmeye
sevkeden hassasiyetin Trablusgarp Savaşı[116]
ile görünür olduğunu ifade etmek gerekir. Zîrâ onun, devletin düştüğü bu müşkül
duruma mukâbil ilk faaliyeti, kaleme aldığı Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı
Trablusgarb adlı eseridir. Kendisinden binlerce kilometre uzakta, vatan
toprağının bir parçasında meydana gelen dehşetli çarpışmaların şiddetini ve
heyecânını içinde duyarak, savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği 22 Aralık
1911’de[117] böyle bir eser vücûda getiren
Mikdâd Efendi, cihâda olan iştiyâkını ve bu harbe iştirâk edemeyişinden duyduğu
hüznü, cesâret telkîn eden üslûbuyla şöyle nazma dökmüştür:
Korkunun
mevte medârı olamaz ‘âlemde
Ne ise işte
odur 'ömr-i beşer âdemde
Birleşip
hasma mukabil çıkalım ey ihvân
Bizi
imdâdına da’vet ediyor bu evtân
Yaşasın
şîr-i mücâhid koca askerlerimiz
O
hamiyyetli gönüllü dîni tam erlerimiz
Düşmanın bağrına çekdi dâğ-ı tenkîl-i cihâd Ebedî kodu cihânda ne mukaddes
bir ad
Levha-i
‘arşa yazılsın o mübârek esmâ ’
Onların
cânı ile şâd oluyor vech-i semâ’
Titredi rûy-i zemîn hûn-ı şehîdâna bakıp Semt-i cennâta revân oldu
vücûdlardan akıp
Derne,
Bingâzi, Humus, Şehr-i Trablus meşhed
Olduğu
türlü delâ’il ile de müsteşhed
Tozlarından
ola da gözlere sürme edelim
Yoksa
mümkün ola da biz de cihâda gidelim
Olalım
‘âlîcenâb millete mülhak u mu‘în
Edelim
düşmanı mermi ile dâ’im tel‘în
Mütemâdî edelim hayr du‘â vird-i zebân Onların hâmî vü yardımcısı olsun
Yezdân[118]
Trablusgarb
Savaşı sırasında bu hislerle dolu olan Mikdâd Efendi, “mümkün ola da biz de
cihâda gidelim” diyerek bu husûstaki şevkini, arzusunu ifade etmiştir. Hâkezâ
oğlu Kemâl Poyraz da babası hakkında vefâtından yıllar sonra yazdığı mektupta
onun şehâdet rütbesini çok arzu ettiğini beyân etmiştir,[119]
ki Mikdâd Efendi’nin eserlerinin genelinde bu arzusunun tezâhürlerini görmek
mümkündür.
10 Kasım
1912’de cihâd maksadıyla Erzincan’dan yola çıkan Mikdâd Efendi, Şerefü’l-Mücâhidîn
adlı eserinde bildirdiğine göre 17 Kasım 1912’de Karadeniz Ereğli’ye varmış ve
buradan İstanbul’a gitmek üzere “Zahîr” adlı bir gemiye binmiştir.[120] Bu gemi yolculuğu sonunda
evvelâ Çatalca’daki müdâfaa hattının bütün kıtalarını dolaşmış ve askerin
maneviyâtını kuvvetlendirmeye mâtûf vaazları ve nasihatleriyle hizmet etmeye,
faydalı olmaya çalışmıştır. Daha sonra Gelibolu taraflarındaki Bolayır ve
Maydos kolordularını gezmiş; Seddülbahir ve Kilidülbahir’den Çanakkale’ye
geçerek buradaki müdâfaa mevkilerine uğramıştır. Buradan da güneye doğru yürüyerek
Erenköy, Ayvacık, Edremit, Menemen ve İzmir’deki askeri birlikleri ziyâret
etmiştir. Cuma Ovası, Urla, Söke ve Manisa’daki birliklere de uğradıktan sonra
İstanbul’a dönmüş ve Üsküdar, Beyoğlu, Boğaziçi müdâfaa mevkilerini gezerek
nihâyet, tam tarihini bilemiyorsak da, bir cuma namazının ardından Sultan Selim
Camisi’nde vaaz etmiş; caminin kütüphânesine yakın tarihlerde neşrolunan eseri Tevhîd-i
Kâinât’ın bir nüshasını vakfetmiştir. Adı geçen eserinin kapağında isminin
önüne yazdığı şu ibâre de bu hususta dikkate şâyândır: Fî-sebîli’llah cihâd
içün İstanbul ve mevâki‘-i harbiyyeyi dolaşarak va‘z u nasîhat eden Erzincan
İ‘dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i ‘Askerîsi mu‘allimlerinden Atabey Nizâmiye Medresesi
Müderrisi Divrikli Ahmed Mikdâd.
10 Kasım
1912’de başlayan bu gönüllü vâizlik devresinde Mikdâd Efendi, Sultan Selim
Camisi’ndeki gibi farklı camilerde de vaazlar vermiştir. Buna dâir bir kayıt
devrin resmî gazetesi Takvîm-i Vekâyi’nin 9 Şubat 1913 tarihli 1368
numaralı sayısında mevcuttur. Bu kayda göre Mikdâd Efendi, Bâyezid Câmisi’nde
vaaz etmiş ve bu vaazın ardından câmi cemaatinden devletin harpte girdiği büyük
külfeti hafifletmek ve askere destek olmak maksadıyla maddî yardım
toplanmıştır. Bahsi geçen gazetenin o devrede günlük olarak neşrolunduğunu
nazar-ı dikkate alırsak Mikdâd Efendi’nin vaazının üzerinden en fazla birkaç
gün geçmiş olabileceğini ifade edebiliriz.[121]
Ahmed
Mikdâd Efendi, buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız vaazları, nasihatleri ve
cephelerdeki hizmetleri ile iktifâ etmeyerek kalemiyle de milletin hamiyetini,
manevî kuvvetini şevke getirmek için çabalamıştır. Hatta bu husûsta bir cihâd
risâlesi dahi neşretmiştir.[122] Bu eserinin adı Şerefü’l-Mücâhidm’dir.[123] Bursalı Mehmed Tâhir,[124] Cerîde-i Sûfiyye Mecmuası’nda
neşrolunan “Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Mü’ellefât-ı ‘Osmâniyye”[125] başlıklı yazısında bu türlü
te’lifâtı sıraladığı listeye Ahmed Mikdâd Efendi’nin eserini şöyle
kaydetmiştir: “ Şerefü’l-Mücâhidm, el-yevm Çatalca Harbi’nde bulunan
gazetemiz muharrirlerinden ve Erzincan
müderrislerinden
Divrikli Ahmed Mikdâd Efendi tarafından matbu‘dur.” Bursalı Mehmed Tâhir’in bu
makalesi 13 Şubat 1913’te (h. 6 Rebi’ülevvel 1331)
neşredildiğine
göre, yine aynı hicrî yıl içinde neşredildiğini bildiğimiz Mikdâd Efendi’nin bu
eseri, cepheleri dolaştığı sıralarda vaazlarında kullandığı notların tertîbi
ile teşekkül etmiş olmalıdır. Bursalı Mehmed Tâhir de zâten, Mikdâd Efendi’nin
o tarihte hâlâ Çatalca’da gönüllü olarak bulunduğunu ifade etmiştir.
Savaşın
ciddî bir hezîmete döndüğü sıralarda bu hâlden müteessir olan Mikdâd Efendi, Cerîde-i
Sûfiyye Mecmuası’nda şiirler de neşretmiştir. Mikdâd Efendi tarafından
Çatalca’da gönüllü olarak vaaz ve nasihatlere devam ettiği, askerî birlikleri
ve cepheleri gezdiği sıralarda yazılmış ve neşrolunmuş ilk şiir “Şiirler”
başlığını taşımaktadır. Birlik, beraberlik ve cihat çağrısı yapılan şiirin ilk
kıtaları şöyledir:
Kardaş
gelin birleşelim
Yurdumuza
yerleşelim
Güzel
güzel görüşelim
Yücelere
erişelim
Hakka
lâyık iş edelim
Başkasını
biz n’edelim
Doğru
güzel yol gidelim
Eğriliği
terk edelim
Ecdâdımız
kimdir bilin
Dediğine
bakma elin
Kardaşlığı
muhkem kılın
Yürekdeki
kîni silin[126]
Yine aynı
mecmuada “Enîn” yani inleme, inilti başlığını taşıyan bir şiir neşretmiş ve
Balkanlar’da vuku bulan bu elîm hezîmet karşısındaki hislerini nazmen şöyle beyân
etmiştir:
Mütemâdî yakalım bağrımızı âh bin âh Vatanın cânını yakmışdı cehâlet
eyvâh
Bu da
çok sürmedi hayfâ çözülüp gitdi vatan
Hani ya
kadrini ibcâl ederek elde tutan
Yetişin
bunca mezâlim yapıyor Bulgarlar
İnkişâf
etdi haremlerdeki mestûr 'arlar
Nerede
kan bu mudur böyle uyuşduk kaldık
Ne içün
gaflete hayretlere birden daldık
Babamız
böyle miydi düşmanını görse meğer
17 12 1 1 12 1^11 1 127
Anların
bir kılıcı bin yüreğe korku eker
Mikdâd
Efendi’nin bu şiirin daha bu ilk beş beytinde “Yetişin bunca mezâlim yapıyor
Bulgarlar” diyerek bunları ayrıca zikretmesi de muhtelif bölgelerde ve bilhassa
Edirne’de yapılan Bulgar mezâlimi sebebiyledir. Hunharca öldürülenler,
katledilenler bir tarafa, sadece Edirne muhasarası sırasında açlık ve sefalet
sebebiyle 225.000’den fazla müslüman vefât etmiştir.[127]
[128] Böyle dehşet verici bir tablo
karşısında Mikdâd Efendi’nin şiirine uygun gördüğü “Enîn” başlığı da daha bir
anlam kazanmaktadır.
Cerîde-i
Sûfiyye Mecmûası’nın 1 Eylül 1913 tarihli nüshasından Ahmed Mikdâd Efendi’nin
vatan hizmetinde gösterdiği gayret ve faydadan dolayı Erzincan ahâlisi
tarafından takdîr edildiğini de öğreniyoruz. Mikdâd Efendi, bahsi geçen
mecmuada bu takdîre mukâbelede bulunarak “Bir Teşekkür” başlıklı iki satırlık
bir metinle Erzincanlılar’a şükrânlarını arz etmiştir.[129]
Ahmed
Mikdâd Efendi, Cerîde-i Sûfiyye’nin 62 numaralı nüshasına “On Aylık
Seyahat-i Askeriyyemden Bir Levha yâhud Macar Kal’asında Bir Gün Müsâferet”
başlıklı bir makale de yazarak on ay sonunda Boğaziçi’ne hâkim bir mevkide
temâşâsını ve bu manzara karşısındaki hissiyâtını nakletmiştir. Mikdâd Efendi,
bu yazıda Anadolu Kavağı’ndaki Macar Kalesi’nde ya da diğer adıyla Macar
Tabyası’nda geçirdiği bir günden bahsetmektedir. O günki manzaraları tasvirden
sonra Boğaziçi’ne duyduğu hayranlığı da “Boğaziçi işitmekle değil; görmekle
anlaşılacak öyle bir mu‘ammâ-yı fıtratdır” diyerek ifade etmiştir.[130]
Mikdâd
Efendi’nin harp sırasındaki bahsi geçen ciddî gayretleri ve tesirli vaazları
evvelâ başkumandanlık makâmının ve onların işâretleriyle de, bilâhare, devlet
erkânının dikkat nazarlarını celbetmiştir. Bu işâret neticesinde kendisine
gümüş iftihâr madalyası verilmesi uygun bulunmuştur. Sadrazam Mehmed Said Paşa
imzasıyla irâde edilen madalya itâsı, 8 Teşrînievvel 1329’da Harbiye Nezâreti’ne
tebliğ edilmiş; ardından da 16 Teşrînievvel 1329’da Dîvân-ı Hümâyûn tarafından
icrâ kılınmıştır.[131]
Bu madalya
itasından yaklaşık 4 ay evvel Mikdâd Efendi, o tarihte Binbaşı rütbesiyle
vazife yapan M. Kemal’in de iltifatlarına mazhar olmuştur. Ahmed Mikdâd Efendi,
Kasım 1912’den 27 Ekim 1913’e kadar Gelibolu’da görev yapan Binbaşı M. Kemal[132] ile ilk defa 19 Mayıs 1913
tarihinde kurmay heyetini ziyâreti sırasında görüşmüştür. Bu görüşme esnâsında Şerefü’l-Mücâhidîn
adlı eserini de heyete takdim ettiği anlaşılmaktadır. İki ismin Gelibolu’da
gerçekleşen sonraki görüşmesinde kaleme alındığı anlaşılan 7 Haziran 1913
tarihli takdirnâmede, M. Kemal bahsi geçen eseri okuduğunu, cennetin tasvîr ve
tavsif edildiği kısımların dikkatini çektiğini; askerlerin telkinlerle ciddî
kahramanlıklara sevkedilebileceğini söyleyen Mikdâd Efendi’nin bu hususta haklı
olduğunu ifade etmiştir. Mikdâd Efendi hakkında takdîrkâr ifadelerin de
kullanıldığı takdirnâme şöyledir:
Gelibolu
25/Mayıs/[1]329/7 Haziran 1913
Ahmet Mikdâd Efendi’yi 6/Mayıs/[1]329’da (19 Mayıs 1913) kuvâ-i
mürettebe erkân-ı harbiyesini teşriflerinde görmüş ve ondan sonra idi
Şerefü’l-Mücâhidîn namındaki eserlerini okumuştum. Bu eserde cennetin tasvir ve
tavsifine ait satırları nazar-ı dikkatimi celbetti. Bütün ezvâk-ı maddiye...
Şimdi hocaefendi hazretleriyle tekrar görüştüğüm zaman efrâd-ı
askeriyenin telkinât-ı lâzime ile pek büyük kahramanlıklara
sevkedilebileceklerini buyuruyorlar ki, pek doğrudur. Ancak telkinât esasen
talim ve terbiye ve idare ve ahlak ve içtimaiyatça istidad-ı lazım hasıl
olduktan sonra müessir olabilir.
Mikdat Efendi Hz.leri bütün bu nikât-ı nazarı ihâta eden bir zekâ-yı
fıtrî sahibi olmakla mümtazdır. Kuvâ-i mürettebeye mensup kıtâatta müsâhabat ve
nesâyihinden alelumûm izhâr-ı memnuniyet edilmiştir. Kendilerine beyân-ı
teşekkür olunur. Kuvâ-i Mürettebe Erkân-ı Harbiyesi Binbaşı M. Kemal[133]
Balkan
Harbi’ndeki hizmetleri neticesinde Mikdâd Efendi bir taltif de ilmiye pâyesiyle
almıştır. 12 Şaban 1332/6 Temmuz 1914’te kendisine Sahn ve daha üst seviyedeki
müderrislere verilen mevleviyet olan İzmir pâyeliği[134]
verilmiştir.[135]
Bu harp
devresinde verdiği vaazlarla öne çıkan Mikdâd Efendi’ye 14 Mart 1913’ten
itibâren vâiz kadrosundan 300 kuruş maaş bağlanmıştır. 1913 Eylül sonu
itibârıyla resmen sona eren Balkan Harbi sonrası Mikdâd Efendi, vaazları ile
hem resmî makamlarca hem de Erzincan ahâlîsince adı duyulmuş bir vâiz olarak
Erzincan’a dönmüştür. Erzincan’da muallimliğe ve müderrisliğe devam ederken çok
geçmeden I. Cihan Harbi başlamış; doğudan Ruslar’ın taarruzlarına karşı Kafkas
Cephesi’nde ciddî çarpışmalar yaşanmıştır. Nihayet mağlûbiyetler neticesinde 16
Şubat 1916’da Erzurum’un Ruslarca işgâli gerçekleşmiş; Ruslar’ın bu ilerleyişi
devam ederek 25 Temmuz 1916’da Erzincan’ın işgâline kadar varmıştır. Bu
sıralarda şehir nüfusunun ekseriyeti göç etmiş; ancak dört bin kadar nüfus
Erzincan’da kalmıştır.[136] Ahmed Mikdâd Efendi’nin
Kafkas Cephesi’nde de Balkan Harbi’ndeki faaliyetlerini devam ettirdiği
bilinmektedir.[137] Kafkas Cephesi’ndeki
vazifesini “ordu ve talimgâhlar nâsıhlığı” şeklinde tanımlamıştır.[138] 18 Aralık 1917’de Ruslar’la
Erzincan Mütârekesi yapılınca bu cephedeki çarpışmalar sona ermiştir. Ancak
Ruslar’ın ardından Ermeni çeteler mezâlime başlamıştır. Bu mezâlim de 13 Şubat
1918’de
nihâyet bulmuş; böylece Mikdâd Efendi’nin ordu ve talimgâhlar nâsıhlığı
vazifesi de sona ermiştir.[139]
Tevsîk
edemediğimiz bir bilgiye göre Kafkas Cephesi’nde vaaz ve nasihatleri ile çok
etkili ve faydalı olan Mikdâd Efendi, Kazım Karabekir Paşa’nın takdîrini de
kazanmıştır. Hitâbeti çok kuvvetli olduğundan asker üzerinde ciddî tesir
uyrandırması hasebiyle Kazım Karabekir Mikdâd Efendi için “Hoca sen öyle bir
hatipsin ki casusları dahi yoldan çevirirsin!” ifadesini kullanmış ve onun
tesirli vaazlarının hakkını teslim etmeye çalışmıştır.[140]
Mikdâd
Efendi, I. Cihan Harbi’nin hemen ardından başlayan Millî Mücâdele devresinde de
büyük fedâkarlıklarla hizmette bulunduğunu bizzat ifade etmektedir.[141] 30 Ekim 1918 Mondros
Mütârekesi’nin ardından başlayıp 11 Ekim 1922 Mudanya Mütârekesi ile sona eren
Millî Mücâdele yahut İstiklâl Mücâdelesi devresinde de faaliyetlerde
bulunduğuna göre onun ömrünün neredeyse on yılı cephelerde, asker arasında
yahut cephe gerisinde mücâdele şeklinde geçmiştir.[142]
Tevsîk edemediğimiz, fakat aileden gelen bilgilere göre Mikdâd Efendi’nin
yine bu devrede dikkat çekici bir başka faaliyeti de 1920 sonlarında açılıp 21
Aralık 1920’de süresi dolan istiklâl marşı yarışmasına katılmasıdır.[143]
Mikdâd
Efendi, ömrünün son devresinde yazdığı şiirlerinden birinde harp zamanı
hislerini ve hizmetleri neticesinde elde ettiği şöhretini şöyle nazma
dökmüştür:
Ulusum
ne zaman savaşa girse,
Başkanım
yürüyüş emrini verse,
Yiğitler
kükreyip kavgaya girse,
Mertlik
anbarından bir mağ getirdim.
Ordu
nâsıhlığı yaptığım zaman
Düşmanlar
elimden demişti aman.
Divrikli
Hocaydı adım o zaman
İlime
şerefli bir dağ getirdim. [144]
1.7.
Memûriyet Hayatının İkinci
Devresi (Vâizlik-Muallimlik ve Türkçe Öğretmenliği)
1912
sonundan 1922 sonlarına kadar neredeyse tek gündemi savaş olmuş bir devletin
memuru olarak Mikdâd Efendi’nin bu devredeki hizmetlerini, cephelerdeki ve
cephe gerisindeki gayretini bir önceki bölümde teferruatıyla ortaya koymaya
çalıştık. Bu süreçte Mikdâd Efendi için esas resmî vazifeleri olan müderrislik
ve muallimlikten daha ziyâde vâizlik ve nâsıhlık temeyyüz etmiştir. Hâkezâ
Mikdâd Efendi’ye Balkan Harbi sırasında vaazlara devam etmesinden dolayı 300
kuruş maaş bağlandığını da ifade etmiştik.[145]
Bu vâizlik vazifesi ile ilgili Mikdâd Efendi 5/1/1932 tarihli bir dilekçesinde
şunları söylemektedir: Mezkûr vâizlik de ordu nâsıhlığıyla Balkan Harbi’nde
göstermiş olduğum yararlıklara mükâfaten ahkâm-ı dîniyye muallimliği nâmıyla
tevcih buyrulan bir vazifemdir...[146]
Buradan anlaşılana göre Mikdâd Efendi’ye harp sırasında yine muallimlik
sınıfından “ahkâm-ı dîniyye muallimliği” adıyla bir vazife verilmiş ve 300
kuruş da bu vazife mukâbili olarak tahsis edilmiştir. Hizmet cetveline göre
Erzincan’da vaizlik vazifesinin uhdesine verilişi ise 15 Haziran 1916’dan
sonradır. Erzincan’ı Askerî Rüşdiyye ile İdâdî mektebi muallimi ve Atabey
Nizâmiye Medresesi müderrisi olarak 10 Kasım 1912’de cihâd maksadıyla terk eden
Mikdâd Efendi, aşağı yukarı dört yıl sonra vâizlik vazifesini de uhdesine
almıştır. Mikdâd Efendi, vâizliğe resmen başladığı tarihten itibâren muallimlik
ve müderrislikten çok bu vazifesi ile tanınır olmuş ve halk üzerinde tesir
gücünü elde etmiştir.[147] Bu vazîfe sayesinde 3 Mart
1924 Tevhîd-i Tedrîsât kânûnu ile medreselerin kapatılması sonrasında da ilmiye
mesleğini sürdürme imkânı bulmuştur. Bu tarihten itibâren de vâizlik ve
muallimlik hizmetini devam ettirmiştir. Hizmet cetveline göre Mikdâd Efendi, 1
Temmuz 1918 itibârıyla Erzincan Orta Mektebi’ne tayin olunmuştur. Bu görevi
mukâbili maaşı ise 500 kuruştur. 1931 yılbaşında Bayburt’a geçinceye kadar da
adı geçen mektebin Türkçe muallimliği kadrosunda vazifesine devam etmiştir.
Mikdâd
Efendi, muallimlik vazifesi ile birlikte 1930 sonlarına kadar Erzincan’da
vâizlik yapmış; 1931 yılı başında Bayburt’a geçerek, yıl ortalarına kadar da
Bayburt’ta bu vazifesini sürdürmüştür. Resmî kayıtlara göre 1927 başından
itibâren Erzincan Gerekgerek Mahallesi’ndeki Kürt Hacı Murad Câmii’nde vâizlik
vazifesine tayin edilmiştir. Özlük dosyasındaki evraklara bakıldığında onun bu
câmide vazife almasının da buradan Bayburt’a geçmesinin de birtakım
çekişmelerle, şikâyetlerle olduğu anlaşılmaktadır. Bu meseleye dâir ilk belge
13/11/1930 tarihli Mikdâd Efendi aleyhine bir şikâyet dilekçesidir:
Diyânet İşleri Cânib-i Âlîsine
Marûzâtımdır:
Erzincan’ın Gerekgerek Mahallesi’nde Kürt Hacı Murat Câmi-i Şerîf
’nin yirmi senedir bâ-berât-ı âlî hatibi ve bi’l-fil îfâ-yı hizmet etmekte iken
memûriyetle hâriçte bulunduğum sırada üzerimden ref’ edilerek câmi-i mezkûrun
imâmı olduğu hâlde hizmet görmeyerek ötede beride gezmekte olan Miktat
Efendi’ye tevcih edilmiş, bendeleri ise tekâüdüm icrâ edilerek memleketim olan
Erzincan’da bulunacağımdan, hitâbet hizmetimle berâber imâmet hizmetinin
mûmâileyhten ref’ ile uhde-i âcizâneme tevcîhine müsâade buyrulmasını istidâ ve
istirhâm eylerim efendim.
Erzincan’da Gerekgerek Câmi-i şerîfinin hatib-i evveli
Terzibaba hafidi
Mütekâit
Hâfız Vehbi[148]
Erzincan’ın mühim tarihî şahsiyetlerinden Terzibaba’nın (ö. 1848)
torunlarından
olduğunu ifade eden Hâfız Vehbi Efendi,[149]
Mikdâd Efendi’yi bu câmide hem imamlık hem vâizlik vazifesinde olduğu hâlde
görevini lâyıkıyla yapmadığından dolayı şikâyet etmiş ve kendisinin yirmi yıl
deruhte ettiği bu vazifenin daha önce kendisinden alınarak Mikdâd Efendi’ye
verildiğini beyân etmiştir. Bu duruma binâen Hâfız Vehbi Efendi’nin talebi ise
vazifesini ciddîye almadığını iddia ettiği Mikdâd Efendi’nin uzaklaştırılması
ve bu vazifenin tekrar kendisine tevdi edilmesidir. Bu dilekçe üzerine
16/11/1930 tarihinde Diyânet İşleri’nce Erzincan Müftülüğü’ne bir yazı yazılmış
ve bu caminin vaziyeti, Vehbi Efendi’nin bahsi geçen durumu, Mikdâd Efendi’nin
camiye bir vekil bırakıp bırakmadığı sorulmuştur. Erzincan Müftülüğü’nden
cevâben yazılan yazı ise şöyledir:
Huzûr-ı sâmîlerine
Zât İşleri Müdürlüğü ifâdesiyle
16/11/1930 tarih ve 4367/2810 nolu emirnâme-i sâmilerı ariza-i
cevâbiyyesidir.
Müstedî Vehbi Efendi’den hitâbetin ref’i 30/12/1926 tarih ve 10623/3
nolu emirnâme-i sâmîleriyle yapılmıştır. Mezûniyeti temdît buyrulan Ahmet
Miktat Efendi resmî vekil bırakmamıştır. Mezkûr câmi beş vakte küşâdedir.
Maazâlik bu vakıf evkâf idâresi tarafından zapt ve idâreye alınarak imam hatip
ve müezzine senevi 40 lira tahsîsât verildiği için hademenin hepsi îfâ-yı
vazîfeden istinkâf eylemektedir. Müstedî Vehbi Efendi’nin henüz bu hâle vukûfu
yoktur. Müstedî fetvâhâneye mürâcaat ettiği vakit icâbı îfâ kılınacağının
arzıyla istidâsı leffen iâde kılndı efendim 6/12/1930 Erzincan Vilâyeti Müftüsü
Şikâyete
konu olan meselenin Mikdâd Efendi’nin kullandığı uzun izin müddetleri olduğu
anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi’nin 1930 yılı içinde kullandığı izinlere dâir
evrâka bakarak Hâfız Vehbi Efendi’nin şikâyetinin yersiz olmadığı ifade
edilebilir. Fakat Mikdâd Efendi’nin bu izinlerini çeşitli mazeretler beyân
ederek aldığı da anlaşılmaktadır. Bu yıl içindeki izinlerine dâir ilk belge
23/1/1930 tarihli bir dilekçedir. Mikdâd Efendi bu dilekçeyle İstanbul’a gitmek
için izin talep etmiştir. Sebebini ise şahsî işlerinin görülmesi ve yürütülmesi
şeklinde beyân etmiştir. Fakat bu talebi şubat başında girecek olan ramazan ayı
sebebiyle “Ramazanda olamaz” ifadesiyle geri çevrilmiştir.[150]
Sonraki talebini ramazan sonrası 6/3/1930 tarihinde yapınca kabul görmüş ve
izne ayrılmıştır.[151] Fakat komisyon kararı
beklendiği için bu iznin verilmesi de ancak 7/4/1930 tarihinde, yani talebinden
bir ay sonra mümkün olmuştur. Bu bir ayın ardından Mikdâd Efendi’nin talebiyle
izni 2 ay daha uzatılmıştır.[152] Bu süre zarfında İstanbul’a
gidip gitmediğiyle ilgili bir bilgimiz yoktur. Fakat izin kaydının çıkarıldığı
listenin alt kısmında “930 senesi zarfında 7 ay me’zûnen Ankara’da bulunmuşdur”
kaydı mevcuttur. Bu mevzuda açık bir belge olmamakla birlikte Mikdâd Efendi’nin
bu Ankara’da geçirdiği süre zarfında, yıl başında veya hemen öncesinde
gerçekleştiğini zannettiğimiz Erzincan Orta Mektebi’nden tasfiyesi kararını
iptal ettirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Anlaşılan o ki Mikdâd Efendi, bu
meseleyi halletmek için Maarif Vekâleti’ne yaptığı başvurular neticesinde
Bayburt’a tayinini talep etmek durumunda kalmış ve böylece muallimlik vazifesine
devam etmiştir. Mikdâd Efendi hakkında, Diyanet İşleri Reisliği’nden Maarif
Vekâleti’ne yazılan bir yazıda kullanılan “Erzincan orta mektep muallimliğinden
tasfiyeye tabi tutulup bilâhare tashih-i kararla Bayburt’a tahvil ve tayin
edilmiş olan muallim Miktat Efendi...” ifadesi bu noktaya bir işarettir.[153] Bu devrede, izni 8 Ağustos
1930 itibârıyla sona erdiği hâlde görevine dönmeyip Ankara’da Maarif Vekâleti
Orta Tedrîsât Dâiresi’nin açtığı Türkçe muallimleri kursuna katılması da
zikrettiğimiz hadiseyi doğrular niteliktedir. Maarif
Vekâleti’nden
Diyânet İşleri Reisliği’ne yazılan 5 Ağustos 1930 tarih ve 25513/6192 numaralı
yazıda Mikdâd Efendi’nin Ankara’da açılan Türkçe muallimleri kursuna katıldığı,
bu kursun 21 Ağustos’ta sona ereceği ifade edilmekte ve bu süre zarfında izinli
sayılması talep edilmektedir.[154] Maarif Vekâleti’nin bu
talebine mukâbil Diyânet İşleri’ndeki ilgili komisyon tarafından 10/8/1930
tarihinde alınan 193 numaralı kararla Mikdâd Efendi’nin izni 21 Ağustos’a kadar
uzatılmıştır.[155] Fakat kurs sona erip Mikdâd
Efendi’nin izni de hitâm bulduğu hâlde görevine dönmemiş; bir başka dilekçe ile
izninin tekrar uzatılmasını talep etmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu dilekçesi ise
şöyledir:
Diyânet İşleri Reisliği Cânib-i Sâmîsine
Marûz-ı âcizânemdir.
Maarif Vekâleti’nce kurs müddetim
bitmişse de bazı husûsâtım halledilmesine taalluk ettiğinden icrâsında hemen
hareket edeceğim tayinim muâmelesini takip ve intâç etmek üzere eylül gâyesine
kadar mezûniyetimin temdîdine müsâade-i sâmîlerini istirhâm ederim efendim.
23/8/1930
Erzincan
Vâizi Ahmet Miktat
Dilekçedeki
ifadelere göre o tarih itibârıyla Mikdâd Efendi’nin Bayburt’a tayini henüz
kesinleşmemiştir. Resmî muameleler devam etmektedir. Mikdâd Efendi’nin bu eylül
sonuna kadar iznini uzatma talebi Diyânet İşleri’ndeki komisyonca reddedilmiş;
yalnızca Eylül 15’e kadar izinli sayılacağı kendisine bildirilmiştir.[156] Mikdâd Efendi’nin
dosyasındaki evraklardan bu sıralarda sıhhatini kaybettiğini ve Ankara’da uzun
süre tedâvî gördüğünü, süresi dolmuş olan iznini bu raporlarla uzatmaya devam
ettiğini de öğreniyoruz. Nihâyet nisan ayından itibâren görevinden uzak kalması
sebebiyle Hâfız Vehbi Efendi tarafından resmî makamlara şikayet edilmesi de bu
sıralarda gerçekleşmiştir.[157]
Mikdâd
Efendi’nin sağlık sorunları ile ilgili ilk rapor Dr. Avni İbrahim imzalı ve 15
Eylül 1930 tarihlidir. Bahsi geçen rapora göre sol baldırının ön yüzünde zuhûr
eden dümeli şîripençevî (kan çıbanı yahut aslan pençesi adıyla bilinen
rahatsızlık) yürümesine ve hareketine mânidir. Bu sebeple yirmi gün tedâvî
altında tutulacağı bildirilmiştir.[158]
Yirmi günlük rapor ile tedâvîsi yapılan Mikdâd Efendi, bu sefer de şeker
hastalığı teşhisi ile tedâvî altına alınmış, 11/10/1930 tarihinde yine aynı
doktor tarafından bir buçuk aylık bir başka raporla istirâhatinin ve
tedâvîsinin lüzûmu bildirilmiştir.[159]
Bu raporla birlikte Ahmed Mikdâd Efendi’nin vazife başına dönüşü 1931 yılbaşını
bulmuştur.
1931
yılbaşı itibârıyla Mikdâd Efendi, Bayburt Orta Okulu Türkçe muallimidir ve
vâizlik vazifesi de Bayburt’tadır. Vâizlik vazifesi için 1/1/1931 tarihinde
Bayburt müftülüğünde vazife başı yaptığı kayıtlıdır.[160]
Dört ay kadar burada göreve devam ettikten sonra tekrar izin talep etmiştir
Mikdâd Efendi. Bu izin
talebini hâvî
dilekçesinde, talebinin kabul görmesi maksadıyla da olsa gerek, şahsı ve âilesi
hakkında da mühim bilgiler aktarmak durumunda kalmıştır. Dilekçe metni
şöyledir:
Diyânet İşleri Reisliği Yüksek Huzûruna
Ma‘rûzdur
Ma‘lûm-ı sâmîleri olmak üzere bir seneden beri vazîfe uğrunda yorulmak
ve o yolda diyâr-ı gurbete düşmek evlâd u ‘â’ilemden mehcûr ve munkatı‘ bir
hâlde yaşamak dolayısıyla sefâlete düşmek yüzünden ‘hayli bir ta‘âdî-i
dimâğiyyeye uğradım. Ben şu hâl ve vaz’iyyetde iken oğlum Özdemir Cevâd’ın
vefatını haber aldım. Erzincan’da sayfiyyemin divârı delinmekle orada
bırakılmış olan ba‘zı eşyâmızın sirkatin işitdim. Bundan başka hâlen Artvin’de
bulunan ‘â’ilemi oradan getirtmek mecbûriyyetindeyim. Diğer efrâd-ı ‘â’ilemle
beraber bu senelik Erzincan’da ikamet etdireceğim. Artık şu mikdâr bir zamân-ı
istirâhata çok muhtâcım her zamân hakkımda ibzâl buyrılan âtıfet-i
devletlerinden niyâzım budur ki dînî-zirâ‘î-iktisâdî vâazlarımdan bir kısmını
da Erzincan’da yapmak ve bi’l-vesîle sayfiyyeye münhasır işlerimi görmek ve
mekteblerin ta‘tîl müddetini orada geçirmek üzere me’zûniyyetime merhamet ve
müsâ‘ade buyrulmasını niyâz ve istirham eylerim efendim.
Bayburt Vâ‘izi A. Mikdâd (8/4/1931)
Bu dilekçesinde
kısaca, Nisan 1930’dan bu tarafa devam eden koşturmacadan hayli yorulduğunu
ifade etmiş; ayrıca Artvin’de bulunan âilesini Erzincan’a götürmesi gerektiğini
ifade etmiştir. Bu sıralarda Erzincan’daki yazlığının duvarının delindiğini ve
birtakım eşyalarının çalındığını; üstüne bir de oğlu Özdemir Cevad’ın vefât
ettiğini haber almıştır. Bu sebeplerle de izin verilmesini, vaazlarına
Erzincan’da devam etmesine müsâade edilmesini talep etmiştir. Son bir yılda bir
yandan sağlık sorunları, bir yandan hakkındaki türlü şikâyetler, bir yandan
Erzincan Orta Mektebi’nden tasfiye edilmesi, bir yandan âilevî sıkıntılar,
gurbetteki yalnızlığı, oğlunun vefâtı... Tüm bunlar Mikdâd Efendi için bu bir
yılın ziyâdesiyle zorlu 67
geçtiğine kâfî
delil sayılabilir. Fakat yine de Mikdâd Efendi’nin bu son izin talebi Diyânet
İşleri Reisliği tarafından 22/4/1931 tarih ve 54 numaralı kararla
reddedilmiştir.[161] Reddedilme sebebi olarak ise
9 aylık iznin ardından vazifesine dönmüş olması ve vazife başında yalnızca 4 ay
geçirmiş olması gösterilmiştir. Mikdâd Efendi’nin reddedilen bu son talebi
üzerine ilgili memur tarafından çıkarıldığı anlaşılan yıl içindeki izin
sürelerini ve tarihlerini gösteren liste ise şöyledir:
Tarihi |
Ay |
Gün |
2 Nisan sene [1]930 |
1 |
- |
Mayıs sene minhü(1930) |
2 |
- |
min 8 Ağustos sene minhü(1930) ilâ 21 Ağustos sene
minhü(1930) |
- |
12 |
21 Ağustos ilâ 15 Eylül sene minhü (1930) |
- |
24 |
15 Eylül sene minhü (1930) ilâ 10 Teşrîn-i Evvel sene minhü
(1930) |
- |
26 (Bilâ-me’zûniyyet mürûr etdirmişdir.)[162] |
10 Teşrîn-i Evvel sene minhü (1930) ilâ 27 sene minhü
(1930) |
- |
20 |
27’den ilâ 15 Kânûn-ı Evvel sene minhü (1930) |
1 |
15 |
Toplam |
7 |
|
930 senesi zarfında 7 ay me’zûnen Ankara’da bulunmuşdur.[163] |
1930 Nisan
sonunda bu izin talebi reddedilen Mikdâd Efendi, çok geçmeden mayıs başında
bütçe kanununa istinâden 30 yıllık hizmet müddetini doldurduğu gerekçesiyle
vâizlikten uzaklaştırılmıştır. Bayburt Vâizi olarak görev yaptığı sıralarda
Diyânet İşleri Riyâseti’nden Bayburt Müftülüğü’ne gelen ilgili yazı şu
şekildedir:
Bayburt Müftülüğü’ne
Hizmet müddeti otuz seneyi tecavüz eden
Vaiz Miktat Efendi’nin vazifesi 931 mali senesi tasarrufata karşılık olmak üzre
1/6/931 tarihinden itibâren lağv edildiğinden bütçeden çıkarılmıştır.
İktizâsının ona göre ifâsı beyân olunur ef.
30/5/1931
Mikdâd
Efendi için bu karar çok ciddî bir inkisâra sebep olmuştur. Yıllardır büyük bir
şevk ve memnûniyetle sürdürdüğü anlaşılan vâizlik vazifesinin böyle bir sûretle
elinden alınmasını ömrünün sonuna kadar kabullenememiştir. Fakat, bir sonraki
başlıkta teferruatıyla ortaya koymaya çalışacağımız, vazifesini geri almak için
bütün mücâdelesine, teşebbüslerine rağmen resmî vâizlik devresi Mikdâd Efendi
için bu kararla tamâmen kapanmıştır. Bu tasfiye kararı sonrası hazırlandığı
anlaşılan hizmet cetvellerine göre Mikdâd Efendi, kısa fâsılalarla birlikte
toplam 31 yıl 6 ay resmî hizmette bulunmuştur. İlk göreve başladığı tarih 13
Aralık 1899; tasfiye edildiği tarih ise 2 Mayıs 1931’dir.164
Diyanet İşleri Reisliği Sicil
Kalemine Mahsus Hizmet Cetvelidir |
|||||
An |
İlâ |
Sene |
Ay |
Maaş |
Unvân-ı Me’muriyyeti |
1 Kânûn-ı Evvel 315 [13 Aralık 1899] |
2 Temmuz 320 [15 Temmuz 1904] |
|
|
320 |
Erzincan ‘Askerî Rüşdiyyesi İmlâ
Mu‘allimliği |
1 Temmuz 320 [14 Temmuz 1904] |
8 Haziran 325 [21 Haziran 1909] |
|
|
400 |
Erzincan ‘Askerî Rüşdiyyesi Türkçe
Mu‘allimliği |
164
Ekteki hizmet cetveli, Mikdâd Efendi’nin özlük dosyasında bulunan iki farklı
hizmet cetveli birleştirilmek sûretiyle tarafımızca oluşturulmuştur. Bu
cetvellerden birinde yalnızca tarihler ve ilk memuriyet bilgileri yazılmış;
bunun dışında bir bilgi verilmemiştir. Bu cetvel, anlaşıldığı kadarıyla, Mikdâd
Efendi’nin Diyânet İşleri’ne bağlı vaizlik kadrosundan tasfiye edilmesine
itirazları sonrası toplam görev süresine dâir bir hesaplama maksadıyla
hazırlanmıştır. Tabloda tarihlere azamî dikkat gösterilmiş olması bu sebeple
olsa gerektir. Diğer cetvel ise maaş ve unvan bilgileri tam olmakla beraber
1923 başına kadar ulaşmaktadır.
9 Haziran 325 [22 Haziran 1909] |
Gâye-i T.Evvel 325 [13 Kasım 1909] |
|
|
560 (160 İ’dâdîden) |
Erzincan ‘Askerî Rüşdiyye ve İ‘dâdî
Mu‘allimliği |
1 Teşrîn-i Sânî 325 [15 Kasım 1909] |
15 K. Evvel 325 [28 Aralık 1909] |
|
|
600 (200 İ’dâdîden) |
“ |
16 K. Evvel 325 [29 Aralık 1909] |
15 Temmuz 326 [28 Temmuz 1910] |
|
|
900 (500 İ’dâdîden) |
“ |
16 Temmuz 326 [29 Temmuz 1910] |
28 T. Sânî 327 [11 Aralık 1911] |
|
|
“ |
“ |
29 Teşrîn-i Sânî 327 [12 Aralık 1911] |
1 Haziran 332 [14 Haziran 1916] |
|
|
“ |
“ |
2 Haziran 332 [15 Haziran 1916] |
Gâye-i Haziran 334 [30 Haziran 1918] |
|
|
800 |
İlâve-Erzincan Vâizi |
1 Temmuz 334 [1 Temmuz 1918] |
Gâye-i K. Evvel 334 [31 Aralık 1918] |
|
|
500 |
Erzincan Mektebi Muallimi |
1 K. Evvel 335 [1 Aralık 1919] |
19 K. Evvel 335 [19 Aralık 1919] |
|
|
700 |
|
20 K. Evvel 335 [20 Aralık 1919] |
Gâye-i Eylül 338 [30 Eylül 1922] |
|
|
700 |
|
1 T. Evvel 338 [1 Ekim 1922] |
Gâye-i Şubat 338 [28 Şubat 1922] |
|
|
900 (Zam) |
(500) Vâizlik |
1 Mart 338 [1 Mart 1922] |
Gâye-i K. Evvel 338 [31 Aralık 1922] |
|
|
900 |
(200) Vâizlik |
6 T. Sânî 930 [6 Aralık 1930] |
2 Mayıs 931 |
|
|
600 |
Bayburt Vâizliği[164] |
Mukayyed Hizmet |
31 |
6 |
|
|
Esâsen ifade ettiğimiz gibi Mikdâd
Efendi için memûriyet hayâtı yukarıdaki listedeki 2 Mayıs 1931 tarihi
itibârıyla nihâyete ermiş değildir. Diyânet İşleri
Başkanlığı’nda
yapılan hesaplamada hizmet süresi 30 yılı aşmış gözüktüğü için buradaki
vazifesi sona ermiştir; fakat yaşı henüz 65’e ulaşmadığı için Maârif
Nezâreti’ndeki vazifesine devam etmiştir. 1931 yılı içinde Bayburt
Ortaokulu’nda bir süre daha Türkçe öğretmenliği vazifesine devam ettikten sonra
Artvin’e tayin edilmiştir. Artvin’de de aşağı yukarı bir yıl memuriyete devam
ettikten sonra 1933 yılında, emekli olduğu 1936 yılına kadar vazifeye devam
edeceği, Trabzon Kız Ortaokulu’na tayin olmuştur. 1936 yılındaki emekliliğinin
ardından 30 yılı aşkın süre vazife yaptığı Erzincan’a dönmüştür.[165]
1.8.
Cumhuriyet Devrimleri ve
Mikdâd Efendi
Bilhassa
vâizlik vazifesini uhdesine aldıktan sonra halk üzerinde ciddî bir tesir gücü
elde etmiştir Mikdâd Efendi. Uzun yıllar Erzincan’da bu vazifeyi devam
ettirmesi hasebiyle de bu şehirde adının duyulduğu anlaşılmaktadır. Hatta onun
şöhreti, geçmişte kendisine takılan “Divrikli Hoca” lakabı ile yayılmıştır.
Dönemin şâhitleri de bu hususu doğrulamakta, bilhassa iki hocanın halk üzerinde
ciddî tesir gücüne sahip olduğunu ifade etmektedir. Bunlar Divriğili Hoca, yani
Ahmed Mikdâd Efendi ve Çermeli Hoca’dır.[166]
Mikdâd Efendi’nin halk arasındaki şöhretine delâlet etmesi bakımından dönemin
şâhitlerinden Refik Canay’ın ifadeleri mühimdir: Camii Kebir vardı, büyük.
Divrikli Hoca meşhur. Divriğili müthiş bir adamdı. Divrikli Hoca lakabı o. Çok
kültürlü, bilgili bir hocaydı. Vaazı bütün o verirdi. Vaazı o yapardı, bu Camii
Kebir 'de yapardı.[167]
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin yahut halk arasındaki lakabıyla Divrikli Hoca’nın bu tesir
kuvveti, Cumhuriyet sonrasında yapılan devrimleri halka kabûl ettirmek ya da en
azından ciddî tepkilerin, isyanların patlak vermesine mani olmak maksadıyla
kullanılmak istenmiştir. Mikdâd Efendi’nin de esâsen, bu hususta kendisinin
halk indindeki itibârından faydalanmak isteyenlerden farklı düşündüğünü ifade
etmek pek mümkün değildir. Hâsılıkelâm Divrikli Hoca da dâimâ Cumhuriyet
rejimine muvâfık hareket etmesiyle, bu yönde vaazlar vermesiyle tanınmıştır. Bu
bahiste, 1931’de vâizlikten çıkarıldıktan sonra tekrar vazifeye dönmek
maksadıyla Trabzon Valiliği’ne yazdığı arzuhâldeki ifadelerini zikretmek
yerinde olacaktır: “Ben Cumhuriyet umdeleri dâiresinde etmiş olduğum vaaz ve nasihatlerimin
maddî ve manevî mükâfâtını beklerken...” Görüldüğü üzere kendisi de vaaz ve
nasihatlerinin Cumhuriyet umdeleri dâiresinde olduğunu, bu ilkelerin aksine bir
kelam etmediğini bildirerek bu hususta fikrini beyan etmiştir. Bundan sonra
devrin Trabzon Valisi
Rıfat Danışman
imzalı üst yazıda da “Cumhuriyet rejimine muvafık vaazından istifade edilen”
Mikdâd Efendi’nin bu tavrına istinâden talebinin karşılanması istirhâm
edilmiştir. Bu ifadeler Mikdâd Efendi’nin Cumhuriyet rejimi ve devrimleri
karşısındaki genel tavrını, fikrini göstermek bakımından mühimdir. Bunlardan
başka, bizzat devrin şâhitlerinden biri tarafından nakledilen bir hâdise de
vardır ki, başka hiçbir kaynakta yer almayan bu hâdise Divrikli Hoca’nın
devrimlere bakışını müşahhas olarak gösteren en önemli kayıtlardandır. Bu
hâdise şapka devrimi ile alâkalıdır.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in 27 Ağustos 1925’te
Kastamonu/İnebolu’da
bir nutukla duyurduğu şapka inkılabı, 25 Kasım 1925’te çıkarılan “Şapka
İktisâsı Hakkında 671 Sayılı Kanun” ile resmîleşmiştir.[168]
Bu inkılabın duyulmasıyla çeşitli tepkiler, isyanlar patlak vermiştir. Hatta
Rize’de, Erzurum’da çok ciddî hâdiseler yaşanmıştır.[169]
Bu tepkileri bastırmak için basın- yayın araçları ile ilanlar verilmiş;
vilayetlere, kazalara genelgeler gönderilerek halkın tepkisini yatıştıracak
tedbirlerin alınması talep edilmiştir. Aynı dönemde Diyânet İşleri Reisliği’nin
3 Ocak 1926 tarihli tamimi şöyledir:
Bihi
3 Kânûnusânî 926 târîh ve 40/27 adedli ta’mîm sûretidir.
Meclis-i ‘âlî-yi millîde kânûniyet iktisâb etmiş ve infâz-ı ahkâmı
ta’mîmen teblîğ edilmiş olan şapkanın ba’demâ bir kisve-i milliye ve medeniye
olarak kabûlü zarûrî ve tabî’î olduğu gibi edâ-yı salât hengâmında da cevâmi’-i
şerîfede telebbüsünde hiçbir mahzûr-ı şer’î kalmamış olduğu âşikâr bulunmasına
nazaran esnâ-yı salâtda ba’zı kimselerin başları açık veya bir takye telebbüs
sûretiyle intizâm-ı eşkâl ihlâl edilmekde olduğundan bu husûsda muhâfaza-i
yeknesakîyi te’mîn edebilecek sûrette halkı tenvîr etmeleriçün
vilâyet ve mülhakât vâ’izlerine teblîgât icrâsı lüzûmu ta’mîmen
teblîğ ve beyân olunur efendim.[170]
Şapka
inkılâbının Erzincan’daki inikâsını ve Mikdâd Efendi’nin bu hâdisedeki rolünü
nakleden Hüseyin Hüsnü Gürel (1930-2012)[171]
bir tarih vermiyorsa da bu vakanın yukarıdaki tamîm mûcibi gerçekleşmiş olması
muhtemeldir. Buna göre nakledilen hâdise 1926 yılı içinde gerçekleşmiştir.
Bahsi geçen olay H. Hüsnü Gürel tarafından şöyle aktarılmıştır:
Divrikli Hoca Atatürk’ün Şapka İnkılabında Erzincan Halkını
İdamdan Kurtarmıştır.
Atatürk şapka inkılabını yaparken; Erzurum, Konya, Yozgat gibi birçok
yerlerde isyanlar çıkmış ve birçok insan idam edilmiştir. Erzincan’da da
Atatürk’ün şapka inkılabına isyan çıkarmak için gerici yobazlar bazı
girişimlerde bulunmuşlardır. Gerici yobazların isyan girişimine engel olmak
gayesi ile ilericiler Erzincan’da toplantılar yapmıştır. Bu toplantılarda;
Erzincan’da Divrikli; Çermeli ve Bektaşi Hocalar gibi üç çok akıllı, bilgili
hocalarımızın bulunduğunu; cuma günü bu hocalarımızı Yeni Cami’ye davet ederek;
şapka isyanı yapmanın doğru olup olmadığı konusunda vaaz vermeleri istenmiştir.
Benim akrabam Bektaşi hocası ile Çermeli Hoca; mazeret göstererek; cuma günü
Yeni Cami’ye gelmemişlerdir. Divrikli Hoca; cuma günü Yeni Cami’ye gelerek;
insanlığın ilk gününden beri ve Müslümanlığın Mekke ve Medine’de kurulduğu
zamandan beri ve günümüze kadar; insanların kavuk, külah, serpuş, takke, fesler
ile başlarını örttüklerini; Peygamberimiz Muhammed devrinde; devletin başı
Hazreti Muhammed olduğunu; devlet başkanlarının ve kanunların
öngördüğü
yenilikleri kabul etmek gerektiğini; Yüce Atatürk’ün devlet başkanı sıfatı ile
istediği ve esasen devletimizin yenilikçi kanunu olarak; şapka ve fötr giymeyi
kabul edilmesinin uygun olduğu konusunda vaaz vermiştir. Bu vaaz verilirken kış
mevsimi olduğundan Divrikli Hocamız palto giymişti. Divrikli Hoca; paltosu
içerisinden bir şapka çıkarmış bu şapkayı başına giyerek ve Allahaısmarladık
diyerek; camiden ayrılıyor. Bu yüce hocamızın bu tutumuna hiçbir kimse karşı
çıkmamıştır. Rahmetli Divrikli Hocamız’ın verdiği bu vaaz ile Erzincanlılar
şapka isyanı yapmamışlar ve idamdan kurtulmuşlardır. Divrikli Hocamız; hem
Camilerde imamlık ve hem de Erzincan Ortaokulunda Türkçe öğretmenliği yaparken;
1939 Erzincan depreminde enkaz altında kalarak vefat etmiştir. Divrikli Hoca gibi Yüce bir insan;
Erzincanlılar ’ı şapka isyanı yapmaktan ve idamlardan
kurtarmıştır. Divrikli Hoca gibi akıllı
ve bilgili yüce hocalar bulunmuş olsaydı Erzurum, Konya, Yozgat gibi yerlerde
şapka isyanları yapılmayacak ve hiçbir yerde idamlar yapılmayacaktı. 173
Divrikli Hoca; rahmetle saygı ile daima anılacaktır.[172]
Ahmed
Mikdâd Efendi, Çermeli Hoca ile esas kimliğini tespit edemediğimiz Bektaşi
Hocası’nın geri durduğu, bir mazeretle imtinâ ettiği şapka inkılabı hakkında
menfî fikriyâtı ortadan kaldırma vazifesini tek başına yerine getirmiştir. Üç
hocadan ikisinin geri durmasına karşı tek başına halk üzerinde böyle bir tesir
uyandırabilmesi Mikdâd Efendi’nin şahsiyeti ve halk nezdindeki itibârı
açısından mühim bir delildir.
Ahmed
Mikdâd Efendi, şapka meselesindekine benzer bir tavrı “harf devrimi” sonrasında
gerçekleşen “Öztürkçecilik” hareketinde de göstermiştir.[173]
1935 yılında neşrolunan Ozanlar adlı eserinin sonuna “Söylev”
başlığı ile eklediği not, Mikdâd Efendi’nin bu yoldaki çabasını göstermeye
zannediyoruz kâfî olacaktır:
Söylev
Bütün okullarda ayaklı sözleri ayaksızlara çevirmek yoksulluğuna
karşı Ozanlar’ın hangi bir parçası elverişli olacağından o türlü açığın
kapanmış olması büyük bir erimdir. Bundan başka bilgiçler ozanlarımız için
topluca bilgi edinecekleri gibi ayaklı sözler demek yollarını da kolayca
öğrenmiş bulunacaklardır. Ancak eserimin birinci bitiğine giremeyen yol
arkadaşlarımın kısaca sözleriyle soyadları bildirilirse ikinci bitikte yazılıp
serpin olarak yayılması bence bir ödevdir. Bunda görülecek yanlışlıkların basım
yurdunda yapılmış olduğuna verilmesini saygılarımla dilerim.
16 8
1935 Ankara
Trabzon
Kız Orta Okul Türkçe Öğretmeni
A. M.
Poyraz[174]
Metne dâir
kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse Mikdâd Efendi’nin “erim, bilgiç, bitik,
serpin” gibi kelimeleri özellikle kullanmak arzusunda olduğu açık olarak
ortadadır. Matbaa yerine “basım yurdu” tabirini tercihi de dikkat çekicidir.
Tamamen yabancısı olduğu bu kelime ve terkipleri, çeşitli kılavuzlar yoluyla
alarak kullandığı anlaşılmaktadır. [175]
Nitekim bugün hiç kullanılmayan, özel gayretlere rağmen dile yerleşmemiş
kelimelerden “serpin”, “nesr, mensur, mensure” kelimelerine karşılık olması
için uydurulmuştur.[176] Bu tavır, Mikdâd Efendi’nin
dildeki bu değişime ayak uydurmaya çalıştığının göstergesi olarak zikredilmeye
değer bir noktadır.
1.9. Vaizlikten Tasfiyesi
ve Ömrünün Sonuna Kadar Süren Mücâdelesi
Önceki üç
bölümde Mikdâd Efendi’nin memuriyet hayatı farklı yönleriyle, farklı
vazifelerin öne çıktığı devreler olarak ele alınmaya çalışıldı. Esâsen bu bölüm
de bir önceki başlık altında incelenebilir, önceki kısmın bir parçası
sayılabilirdi. Fakat Mikdâd Efendi’nin özlük dosyasında bu mevzu ile alâkalı
kırktan fazla evrak mevcuttur ve bunların ilki 28 Mayıs 1931 tarihli iken,
sonuncusu ise Mayıs 1939 tarihlidir, ki bu tarih onun vefâtından yaklaşık sekiz
ay önceye denk gelmektedir. Yani Mikdâd Efendi’nin memuriyet hayatı içinde
başlayan bu mücâdelesi neredeyse vefatına kadar devam etmiştir. Bu manâda
memuriyet hayatının sınırları dışına da taşan bir hadisedir. Bu mevzû için
böyle ayrı bir başlık açma kanaati zikrettiğimiz husûsiyetlere istinâden hâsıl
olmuştur.
Bir önceki
bölüm sonunda da kısaca ifade ettiğimiz gibi 1931 yılbaşı itibârıyla Mikdâd
Efendi’nin Erzincan’daki vâizlik vazifesi Bayburt’a tahvîl olunmuştur. Aynı yıl
içinde 1931 bütçe kanununa istinâden de hizmet müddeti 30 yılı aştığı gerekçe
gösterilerek vâizlik vazifesi lağvedilmiştir. Diyânet İşleri Reisliği,
30/5/1931 tarihli bir yazı ile haziran başı itibârıyla Mikdâd Efendi’nin
vâizlik vazifesinin ilgâ edildiğini Bayburt Müftülüğü’ne bildirmiştir.[177] Diğer taraftan Bayburt
Müftülüğü’ne gönderilen yazının bir benzeri de Maârif Vekâleti’ne gönderilmiş;
hizmet müddeti otuz yılı aştığı için vâizliği tasarrufa tâbi tutulan Mikdâd
Efendi hakkında tekâüde sevk muâmelesinin Maârif Vekâleti’nce yapılmasının
lüzûmu bildirilmiştir.[178]
18/06/1931’de
Diyânet İşleri Reisliği’ne bir telgraf çeken Mikdâd Efendi, itirâzlarını
doğrudan yetkili makâma arz ederek kararın tashihini talep etmiştir; fakat
23/06/1931 tarihinde Bayburt Müftülüğü’ne gelen cevapta hizmet müddetinin 13
Aralık 1899’da başladığı Erzincan Askerî Rüşdiye’si imlâ muallimliği
vazifesinden bu yana 31 sene 6 aya ulaştığı ve bu manâda kararın yerinde olduğu
ifade edilmiştir.[179] Bu tebligâta Mikdâd Efendi
bir itiraz dilekçesi ile karşılık vermiş; özetle 1899 itibârıyla başlatılan
hizmet müddeti hesâbının yanlış olduğunu, zîrâ kendisinin ilmî vazîfeye 14 Mart
1913’te tayin edildiğini ifade ederek bu hesapla henüz 18 yıllık hizmeti
olduğunu beyân etmiştir.[180] Mikdâd Efendi bu itirazla
muallimliğe başladığı 1899 tarihinin değil, Balkan Savaşı sırasında verilen
ahkâm-ı dînîye muallimliği vazifesinin esas alınmasını talep etmiştir. Ona göre
1913’e kadar devam ettirdiği 14 yıllık muallimlik ilmî vazife değildir. Bu
itirâzın hemen ardından Bayburt eşrâfından olduğu anlaşılan yirmi kişinin
imzasıyla Diyânet İşleri Reisliği’ne bir dilekçe yazılarak Mikdâd Efendi’nin
vazifesini layıkıyla ifâ ettiği ve büyük faydalar sağladığından bahisle bu ilgâ
kararının tashih edilmesi talep edilmiştir:
Diyanet İşleri Reisliği Yüksek Huzuruna
Arz-ı Mahsustur:
Beldemize tahvil ve tayin kılınan Vaiz Miktat Efendi’nin vazifeye
mübaşereti anından beri edilen ahlâkî istifadeler büyük mikyaslarla ölçülecek
bir mâhiyettedir. Mumaileyhin selaset-i beyanı halk üzerinde büyük hisler ve
tesirler vücuda getirmiş,
iktisadî, ticarî ve ziraî mevzular
dairesindeki ictimaî vaaz ve nasihatleri ammenin istifade ve hoşnudunu mucip
olmuştur.
Esasen vaaz ve nasihata teşne bulunan
memleketimiz namına bu nimeti bizlere bahşeden Cumhuriyet hükûmetimize ve
bahusus reislik makamınıza şükranlarını arz etmekle beraber vazifesinin kemakân
ibka ve temadisinin, memleketimiz ufkunda parıldamakta olan bir irfan güneşinin
mütemadi ışıldamasına ve tekrar kaydının tashihine müsaade buyurulmasını
kemâl-i ciddiyetle istirham eyleriz ef.
Bayburt
21/6/1931[181]
23/06/1931
tarihli kararın doğruluğunu bildiren cevap yazısına tekrar itirâz eden Mikdâd
Efendi’ye 29/06/1931 tarih 1821 numaralı yazı ile tekrar cevap verilmiş ve
kendisinin ifâde ettiği gibi 18 değil; 1899 sonundan bu tarafa 30 yıldan fazla
vazife yaptığı beyân edilmiştir.[182]
Bu defa ikinci bir telgrafla Diyânet İşleri Reisliği’ne cevap veren Mikdâd
Efendi, daha tehditkâr bir üslupla bu haksız kararın müsebbiplerinden hesap
soracağını ifade etmiştir.[183] Bu son telgraftaki ifadelere
bakıldığında Mikdâd Efendi’nin itirâzlarında şahsına karşı garazkâr bir
muâmele, bir kasıt aramaya başladığı yahut birilerinden şüphelendiği
sezilmektedir. Hâkezâ 01/07/1931 tarihinde yazdığı bir dilekçesinde bu husus
daha belirgindir. Mikdâd Efendi bu dilekçesinde ilk vazifesi olan muallimlikten
itibâren hizmet müddeti hesabının yanlış olduğunu; vâizlik ve muallimlik
vazifelerinin birbiriyle hiçbir alâkası olmadığını ifade etmiştir. Buna ek
olarak bu hesaplamanın açıkça şahsına bir saldırı, bir kasıt olduğunu da
söylemiştir.[184] Diyânet İşleri Reisliği’nden
02/07/1931 tarihinde Mikdâd Efendi’nin son telgrafına, Başvekâlet makâmının
emrine istinâden bu kararın verildiği cevabı verilmiştir.[185]
İtirâz ve cevap yazışmaları temmuz başına kadar bu sûrette devam etmiştir.
Fakat zannediyoruz bu sıralarda, Mikdâd Efendi’nin ısrarlı başvuruları, itham
edici dilekçeleri devam edince aleyhine bir soruşturma başlatılmıştır. İleride
nakledeceğimiz bir belgede bu hususa işaretle başvurularında ısrar etmesi
hâlinde geçmişte başlatılan takibâtın devam ettirileceği de bildirilmiştir.
Nihâyet yaklaşık bir buçuk aylık fâsılanın ardından Mikdâd Efendi bu sefer
itirâzını Başvekâlet makamına yöneltmiş, uzunca bir dilekçe ile talebini
bildirmiştir:
Yüce
Türk Milletinin Yüce Başvekilinin Yüce Huzuruna
Dileklerim:
Yüce ve önlü milletimizi medeni milletlerin ilim, fen ve medeniyyet
yolunda kat ettikleri uzun yollara eriştirmek için bu koca inkılabı yapan ve
bütün âlem-i medeniyyeti hayretlere gark eden, ulu Gazimizin işaret ettiği
nurlu yol üzerinde, milletimizin biliktidar zimami idaresini deruhde eden ve
kemal-i kudret ve hevesatla en muaddal hayat meselelerini hallederek,
milletimizi önündeki korkunç uçurumlara düşmekten vikaye ile kemal-i kiyâset ve
zeka ile idare eden büyük “İSMET” atf-i li-hâze’l-nazar eyle de gör ismet ve
fazileti çiğnemek için ne su-i kastlar tertip ediliyor.
Ordunun meşhur vaiz ve mürşidi Miktat’ın sada-yı ilm ve faziletini
boğmak için senin yüce makamına dayanarak bu hak sesini susturmaya
çalışıyorlar. Ey büyük rapli [?] büyük İsmet Pş. Hz.leri biliyorum siz
buna müsaade etmez ve edemezsin.
İlim ve fazilet ve onları memlekette yerleştirmek için milletimizin
yaptığı bu kadar fedakarlık yetmez mi? Bu zamanda manevi teselliye pek ziyâde
ihtiyacı olan halkı bu gıda-yı maneviden mahrum etmeye çalışanları ve bu
hareketlerini suretâ bir şekl-i kanûnî ve irade-i vekâletpenâhî ile takviye
etmeye uğraşanları ve umur-ı mevdualarını hüsn-i ifa etmeyenlerin bu tarz-ı
hareketlerini hüsn-i telakki buyurmayacağınıza eminim. Bitişik mübelleğ emir
sûretinden keyfiyet müsteban buyrulacağı vech üzre meclis-i millinin bu sene
kabulünü muvafık görmediği “otuz sene hizmet eden memurların tekaüde sevki”
maddesine istinaden ve tezkere-i riyâsetpenâhîye iktidaen bendenizi tekaüt
değil vaizlik vazifeme nihayet verdiler. Halbuki bu vazifeyi kayden sabit
olduğu üzre on sekiz senedir biliktidar ifa etmekteyim. Bunu diğer yerlerde
vâki’ diğer müteferrik hizmetlerimle otuz sene itibâr ve iktisat ve tasarrufu
kaidesine ittiba ederek “BAYBURT” Vaizliği vazifemi ilgâ ettiler.
Eğer bu muamele-i resmiyyeyi Diyanet İşleri memûrîn Kalemi Müdürü B. F.
bîtarafâne ve adâletperverâne yapmış olsaydı milletimizin iktisâdî menfaati
nâmına kemâl-i inkiyat ve tevekkülle bunu kabul eder ve boynumu büker
otururdum. Fakat sırf bir garaz-ı şahsîye binâen ve fırsat kollayarak bunu
marru’larz Md. B. F.’nin yapması ve sırf şahsımı istihdâf etmesi dâîlerini
dâğdâr-ı teessür etmiştir. Bunun sebebi âcizleri bir sene evvel Ankara’da
câmilerde halkı medenî rejimi kabûle ve medenî milletlerin isrine iktifâ
etmesine çalışırken, bendenizi hakkı olmadığı halde vaaz etmekten men etmeye
çalışan bu zâtın emirlerini -haksız ve sebepsiz olduğundan- ifa etmediğimden,
şühût huzûrunda “ben sana yapacağımı bilirim” diye bendenize kin ve husûmet
besledi. Aradan bir sene geçtikten sonra sırf şahsımı istihdâf ederek
memûriyyetimi lağv etti. Benim gibi vatan ve milletine maddî manevi büyük
hizmetler etmiş ve edegelmekte bulunmuş ve vaaz u
irşâd
ile bir mevki-i şöhret ve ihtirâm kazanmış olan bir adama karşı li-garazen
böyle gaddarâne muamelede bulunmak vatan ve millete bir ihânet teşkil etse yeri
vardır. Zât-ı devletlerini bu kadar suhan-i umûr içinde fazla meşgûl etmeyi ve
sözü uzatmakla başınızı ağrıtmayı lüzumsuz görüyorum. Dileğim Diyânet İşleri
Memûrîn Kalemi Müdürü B. F.’nin hakkımda revâ gördüğü bu vâizlik vazifemin lağv
muamelesini ke’en-lem-yekün addiyle yeniden vazifeme tavzîfimi ve bu sûretle
hizmet-i vataniyye ve irşâdiyye-i medeniyyemin temâdîsi ile Cumhuriyet’in âlî
mefhûmunun tecellîsine müsaade-i devletlerini arz ve istirhâm eylerim Efendim
Hazretleri.
1/8/931
Bayburt Vâiz-i Sâbıkı Ahmet Miktat[186]
Mikdâd
Efendi görüldüğü üzere ilk kez bu dilekçesinde açıkça kendisine bir sûikast
yapıldığını ifade etmiştir. Mikdâd Efendi’ye göre kendisine yapılan bu
muâmelenin sebebi Diyânet İşleri Memûrîn Kalemi Müdürü B. F.’nin şahsî
garazıdır.[187] Bu garaza sebep olan hâdise
ise bir yıl önce, yani 1930 yılı yaz sonunda, Ankara’da câmilerde vaaz etmesine
mâni olmaya çalışan B. F.’nin emrini yerine getirmemesidir. Hattâ B. F.’nin
tahriki ile Zât İşleri Müdürü Tevfik Bey, Mikdâd Efendi’yi “Ben ona yapacağımı
bilirim” diyerek tehdit etmiştir ve bundan bir yıl sonra vâizliği
lağvedilmiştir. Gariptir ki otuz küsur sene evvel Eyüp Sultan Câmii’nde verdiği
bir vaaz neticesinde İstanbul’dan sürgün edilen Mikdâd Efendi, bu defa da kendi
iddiasına göre Ankara’da bir vaaz sebebiyle vâizlik vazifesinden olmuştur. Bu
ciddî iddiaları hâvî dilekçe Başvekâlet tarafından Diyânet İşleri Reisliği’ne
havâle edilmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu iddialarına karşı Diyanet işleri
Reisliği’nden Bayburt Müftülüğüne yazılan 18/8/1931 tarihli cevâbî yazı ise
şöyledir:
Diyânet
İşleri Reisliği
2355/2038
Başvekalet-i celileden muhavvel 1/8/931
tarihli arzuhal sahibi kazanız sabık Vaizi Ahmet Miktat Efendi’ye:
1.
Sırf kasdî
tasarrufla ve icra makamından verilen salahiyetlere istinaden açığa sevk
olunduğunun.
2.
1931 senesi bütçe
kanunun 15’inci maddesinin (c) fıkrasında açıkta kalacak memurlara 788 nolu
kanunun 85’inci maddesi hükmüne tevfikan açık maaşı verilir. Bunlardan fiilen
30 seneyi doldurmuş olanlar vekâletlerce tekaüde sevk olunur denildiğinin.
3.
Tekaüt kanunun vaz
ettiği esasata tevafuk eden hizmet müddetlerinin mütenevvi sahalarda olsa dahi
aynı hükümet memurluğu bulunması hasebiyle ayrı ayrı hesabına kanuni imkan ve
mantıkın müsait bulunmadığı.
4.
Kanunen bağlanmasını
talep edebileceği açık veya tekaüt maaşının ise halen maarif idaresince
muvazzaf bulunmasına mebni tahsisine yine kanunun mesağ vermediği.
5.
Tekaüdünü dilediği
takdirde memurken tekaüdünü isteyenler gibi maarife müracaatta muhtar
bulunduğunu.
6.
Fimabat
[fî-mâ-ba’d] idaremizce görüşülecek hiçbir işi olmadığından makam işgal
mâhiyetinde olan bîmana taleplerden kat’iyen tevakki eylemesi lüzumunun ve aksi
halde cevapsız bırakılması pek tabiî bulunduğunun son olarak bir defa daha
tebliği mütemennadır efendim.
Mikdâd
Efendi’ye verilen cevapta iddialar reddedilmekte, tamamen kanuna muvâfık
sûrette muâmelelerin yapıldığı; kanûnen farklı vazifeler dahi olsa aynı hükûmet
memurluğu olduğundan bu vazife müddetlerinin ayrı ayrı hesaplanmasının mümkün
olmadığı; Maârif Vekâleti’ndeki öğretmenlik vazifesi devam ettiğinden emekliye
sevkine ve emekli maaşı tahsisine imkân olmadığı ifade edilmiştir.
Anlaşılan o ki
Diyânet İşleri Reisliği de Mikdâd Efendi’nin ısrarlı mürâcaatlarından
rahatsızlık duymaya başlamış; artık neticesiz kalacak başvurulardan geri
durulmasını da bu yazıyla talep etmiştir; fakat Mikdâd Efendi, cevap yazılarına
devam ederek 02/09/1931 tarihli yazısında Diyânet İşleri Reisliği’nin müdâfaa
kabîlinden bu son yazısında ifade edilen şahsî garazın sözkonusu olmadığı
savunmasına karşı iddiasında ısrar etmiştir. Mikdâd Efendi’nin kanaatine göre
şahsî garaz olmasa kendisi gibi kıymetli bir ilim adamının, vâizin harcanması
kâbil olamaz. Böyle bir garazla kendisinin en sevdiği meslekten mahrûm
bırakılmasına da bu yazıyla sitem etmiştir.[188]
Mikdâd Efendi bu dilekçeden iki gün sonra ise Diyanet’in cevabını beklemeden
Başvekalet’e de şu cevâbî dilekçeyi göndermiştir:
Ankara’da
Başvekalet Yüksek Huzuruna
Maruzdur
Diyanet İşleri yüksek dairesinde bazı ağraza feda edilen masun bir
hakkımın ihkakı zımnında yüksek vekaletinize takdim etmiş olduğum birinci
istidamın cevabı bana tefhim edildi. O kadar arzu niyazlarım neticesi telakki
ettiğim hulasa makamı işgal mâhiyetinde olan fuzuli müracaatlarımdan tevakki
etmediğim takdirde bütün cevapsız kalacağı mealindedir. Ben kanunun hilafı
uğratılmış olduğum açık mezalimden her dakika hükümetime şekvalarımı arz etmek
haysiyetindeyim. Büyük hükümetim de benim her çeşit yaralarıma bir türlü
merhemle tedavi etmek mevkiindedir.
Binaberin benim haklı müracaatlarımın kanun dairesinde is’afına borçlu
olan daire-i müşarünileyhanın bu türlü elim ihtaratına mütehammil olamayan hür
vicdanım şu dakikada beni iştikaya sevk etmiştir. Hususiyle henüz kanuniyet
şeklini almamış olan resim halindeki bir maddeye tevfikan diyanet işlerinde
ancak on sekiz yıllık hizmet müddetimi otuzu mütecaviz göstermekle açığa
çıkarılmaklığım büsbütün mağduriyetimi intaç ederek feryatlarımı artırmıştır.
Harplerde ordu nasıhlığı ile vaaz u irşadatımın sayhaları daha şahikalar
üzerinde taninendaz olurken ucuz ehliyetler ve gayri-müfit uzuvlar gibi
yırtılıp atılmaklığıma şefik vicdanları da hiç kail değildir. Cumhuriyet’in
yüksek umdeleri eshab-ı mesalihden hiçbir ferdi cevapsız bırakmakla ihmal
etmezken şu derkenar benim içtimai mevkiimi tezyif ve tahfif etmekle rencide
buyurmuştur. Elbette başvekaletin yüce makamında muhavvel hangi bir istida
sahibine kanun dairesinde cevaplar itası ile her memur mükelleftir. Şu türlü
uğratılmış olduğum su-i akıbet benim gibi bir vatanperveri mutlak dağdar-ı
teessür kılar. Binaberin diyanet işleri dairesinin hakkımızda itidal üzre
hareket buyurmalarının teminiyle vazifeme ircaım hususunun muhafazasını istida
eylerim efendim.
Sabık
Erzincan ve Bayburt Vaizi Ahmet Miktat
10/9/931
Mikdâd
Efendi bu son dilekçesinde, Diyânet İşleri Reisliği’nin kendisine hitâben
gereksiz ve manâsız dilekçelerden, başvurulardan geri durması, aksi hâlde
bunların cevapsız bırakılacağı ifadesine oldukça içerlemiş gözükmektedir. Hatta
bu ifadeler sebebiyle böyle bir cevap dilekçesi yazdığını da ifade etmiştir. Bu
yazı da yine Diyânet İşleri Reisliği’ne havâle edilince nihâyet Mikdâd
Efendi’ye ciddî bir uyarı gelmiştir. 22/9/1931 tarih 2824/2390 numaralı Diyanet
İşleri Reisliği’nden Bayburt Müftülüğü’ne yazılan yazıda “Sabık Vaiz
Mikdâd Efendi’nin beyhûde yere makâmâtı iz’âcı fâide-bahş olamayacağının,
bademâ şathiyât-ı lisâniyede bulunacak olursa kanûnî takibâta devam
edileceğinin kendisine teblîği beyân olunur ef.” denilmektedir. Mikdâd
Efendi ısrara devam ederse daha önce başlatılan kanûnî takibâtın devam
ettirileceği böylece ifade edilmiştir. Bu sûretle Mikdâd Efendi’nin
teşebbüsleri bir süre kesilmişse de 1932 başından itibâren yeniden başlamıştır.
Mikdâd Efendi’nin bu sıralarda memuriyet vazifesi ile Artvin’e
geçtiği anlaşılmaktadır. Müftülük, Diyânet İşleri Reisliği, Başvekâlet
taraflarınca talepleri geri çevrilen Mikdâd Efendi, bu sefer işi yargıya
taşıyarak şûrâ-yı devlete (danıştaya) bu meselenin halli için başvurmuştur.
Artvin’de yazılan dilekçe şu şekildedir:
Devlet Şûrâsı Reisliği Yüksek Huzûruna
Maruzdur.
Âcizleri Diyanet İşleri Vâizlerindenim. Şu vazifemi hüsn-ü ifâ ederken
mensup olduğum daire bir takım şahsî sebepler yüzünden kanun hilâfına beni
açığa çıkardı. Vukû bulan müdâfaatım da neticesiz kaldı. Binânealeyh madelet
kapısı olan yüksek makamınıza aşağıdaki mevat üzere dava açmaklığımı intaç
etti.
1.
Pek mütehassıs ve
ehli bulunduğum vâizlikten azlen ihraç olundumsa kendi hesâbıma azlimi mucip
hiçbir sebep ve şâibem yoktur. Olsaydı şimdiye kadar bana tebliğ ederlerdi.
2.
Tekaüde sevk
edildimse ilmiye kadrosunda hizmet müddetim daha on sekiz yıldan ibarettir.
Yaşım da altmışa bâliğ değildir. Memurin kanununda altmış beşe kadar istihdâmım
da musarrahtır.
3.
Tasarruf kanununa
tevfikan memuriyetime hitam verildiyse o madde eshabı kifayet ve iktidar
hakkında değil, belki vazifeye gayri muktedir aciz bîsûd insanlar hakkında
tatbike masruftur ki ben öyle vasıflarla alakadar değilim. Vatanın en buhranlı
zamanlarında sebkeden hıdemat-ı hasenemi hiç değilse derhatır buyurmakla henüz
ilmen, cismen en kıvamlı bir çağımda böyle bir sû-i âkıbete uğramaklığım şiâr-ı
âtıfetten olmasa gerektir.
4.
Başta Gazi Hz.leri
olmak üzere bugünün ricâl-i askeriyesince malumdur ki ben umum harplerde ordu
ve talimgahlar nasıhlığıyla cepheleri gezmiş dînî, vatanî hizmetlerimi
senelerce ifa etmiş bir kıt’a takdirnâme zîrinde (Mustafa Kemal) imzâsı
bizzat Gazi Hz.lerinin olduğu vaziyet-i ilmiye ve içtimaiyemin yüksek
bir şâhididir.
5.
Dördü matbu olmak
üzere muhtelif dillerde manzum ve mensur 36 eserim ve ayrıca 17 defter dolusu
hatırat-ı harbiyenin ve şimdi II’nci defterini ikmal etmekte olduğum manzum
(Duygu Demetleri)’nin sahibiyim. Geceli gündüzlü fünun-ı muhtelifede tetebbuat
ve telifatla meşgulüm.
6.
Otuz iki yıldan beri
ayrıca sivil ve askerî mekteplerde muallimlikle hizmetlerimden vatan ve
hükümetin istifâdesi herkese malûmdur.
7.
Mezkûr vaizlikte
ordu nâsıhlığıyla Balkan Harbi’nde göstermiş olduğum yararlılıklara mükâfatan
ahkâm-ı dîniye muallimliği namıyla tevcih buyrulan bir vazifemden hiç ümit
etmem ki, Büyük Cumhuriyet Hm öyle bir tensibi reva görsün.
8.
Beni asılsız
nisbetlerle açıkta mağdur etmeye çalışan daire-i müşarun ileyha ile teati
edilen bi’l-cümle evrak ve sicillerimin tetkikiyle müktesep hukukumun zıyaa
uğratılmamasını ve vazifeme ircaımla müterakim maaşlarımın itası hususunun
karar alınmasını Büyük Cumhuriyet’in müşfik ve âdil kanunlarından istirham
eylerim efendim.
Artvin’de Sâbık Erzincan ve Bayburt Vâizi Divrikli A.
Miktat
05/01/1932
Mikdâd
Efendi, Şûrâ-yı Devlete yazdığı bu marûzâtın bir kopyasını da Başvekâlet’e
göndermiştir. 7 Haziran 1913’te Gelibolu’da Binbaşı Mustafa Kemal’den aldığı
takdirnâmenin 3 Ocak 1932 tarihli aslına uygundur mühürlü bir sûretini de
“Büyük Reis-i Cumhur Gazi Hazretleri’nin Balkan Harbi’nde aziz ve mübeccel
kalemiyle zîrdeki takdirnâmeyi âcizleri hakkında lütfen yazmaya rağbet
âtıfetini
bahşetmiştir.” takdîmiyle arzuhâle eklemiştir.[189]
Mikdâd Efendi, Başvekâlet’e tevcîh ettiği dilekçeye bir de Başvekil İsmet
Paşa’ya husûsî taleplerini arz ettiği bir dilekçe eklemiştir. Hatta bu
dilekçenin sonuna eklediği iki beyitle de bu meselenin hallini talep etmiştir.[190] Başvekâlet’e arz edilen
dilekçe 27/2/1932’de Diyanet İşleri Reisliği’ne havâle edildiği gibi şûrâ-yı
devlete arz edilen dilekçe ile idârî davâ açılmış ve Diyânet İşleri
Reisliği’nden konu ile alâkalı müdâfaa istenmiştir. Nihâyet 9/3/1932 tarihinde
Diyânet İşleri’nden beklenen müdâfaa gelmiştir. Müdâfaanâmenin tam metni
şöyledir:
Şûrâ-yı
Devlet Riyase-i Celîlesine
Deâvi Dâiresi husûsî hey’et ifadesiyle
muharrer 29/2/[1]932 tarih ve 329/114 noiu tke i celîlelerine merbût Sabık
Erzincan Vaizi 4769
Mikdat
Efendi’ye ait dava arzuhali mütalaa olundu.
Müstedî 1931 senesi Maliye Bütçesi’nin
tevazününü teminen ve icra makamından verilen salâhiyetlere istinâden açığa
sevk olunmuştur. Bu kâbil ahvâlde açıkta kalacak memurların tâbi olacağı ahkâm
bütçe kanununun 15’inci maddesinin (c) fıkrasında musarrahtır. Riyâset-i acizi
mumaileyhin ahvâl-i müseccelesinin derpiş ve hizmet müddetini tesbit ederek
mezkûr fıkranın ikinci bendi mucibince muamele tesisini yani gerek vaizlikte ve
gerekse maarif idaresindeki hizmetleri yekûnu 30 seneye bâliğ olmakla icrâ-yı
tekâüdünü ve bu sûretle hükm-ü kanunun yerine getirilmesi cihetini tensip
etmişti.
Fakat davacı aynı zamanda maarif kadrosunda vazifedâr olduğundan olbâbdaki
kanun ve talimatname ahkâmı mucibince tekaüt maaşının tesbit ve tahsisine esas
olacak muamelenin ifası vazifesi kendisine teveccüh eden maarif vekâlet-i
celîlesi keyfiyetten haberdâr edilmiş ve kendisine de tekaüdünü icra ettirmek
niyetinde ise halen idaresinde vazifedar bulunmakta olduğu maarif vekâletine
memurken tekaüdünü isteyenler gibi müracaatla tekaüdüne mütedair muameleyi ifa
ettirmesi lüzumu tebliğ ve aksi halde riyâsetçe yapılacak hiç bir muamele
mevcut olmadığı hususu tefhim edilmişti. Bu tebliğ ve tefhimi takiben vuku
bulan müteaddid iade-i memuriyet taleplerine yine aynı veçhile cevap ita ve
merasim-i kanuniye izah kılınmıştır.
Müstedî ilmiye kadrosundaki hizmetim yekûnu daha on sekiz yıldan
ibaret demekle tekaüde şevkini kanunsuz gibi göstermek istiyor ise de tekaüt
kanununun vaz ettiği esasata tevafuk eden hizmet müddetlerinin mütenevvi
sahalarda olsa dahi aynı hükümet memurluğu bulunması hasebiyle ayrı ayrı
hesabına kanunî imkân ve mantık müsait değildir.
Binâenaleyh evvel emirde daha bir çok emsâli gibi sırf bütçenin
tevzini zaruretiyle ve verilen salâhiyete istinâden açığa sevk ve bilahare
indettetkik hizmet müddeti 30 seneye bâliğ olduğu görülerek hakkında Bütçe
kanununun 15’inci maddesinin (c) fıkrasının ikinci bendi mucibince muamele
tesis olunan davacının bir takım garip düşünce ve mülahazalarla ve alelhusus
garaz ve husumet-i şahsiye tasavvur ve vehmiyle ikame eylediği işbu dava
külliyen bîesas, kanun ve mantıkla nâkâbil-i tarif ve izahtır. Marûzât-ı
salifeye nazaran davanın reddini diler müdafaanamenin nüsha-i sâniyesini raptan
takdim eylerim efendim.
Bu uzun
müdâfaada da farklı bir tavır, verilen karar hususunda bir yumuşama mevcut
değildir. Mikdâd Efendi’nin şahsî garaz iddiasına cevap verilen kısım ise
dikkate şâyândır. Diyânet İşleri Reisliği tarafından bu hususta “davacının
90
bir takım
garip düşünce ve mülâhazalarla ve alelhusûs garaz ve husûmet-i şahsiye tasavvur
ve vehmiyle ikâme eylediği işbu dava külliyen bîesas, kanun ve mantıkla
nâkâbil-i ta’rîf ve izâhtır” denilerek böyle bir iddia kesin olarak
reddedilmektedir. Mikdâd Efendi, tahmin edileceği üzere, iddialarının vehimden
ibâret addedildiği bu ifadelere mukâbele etmeden duramamıştır. Hatta bu
ifadeleri, daha önceki arzuhâlinde bir hâdiseyi sebep olarak zikrederek
kendisine şahsî bir kasıtta bulunduğunu iddia ettiği, ismini de B. F. şeklinde
gizlediği kişiyi ve aralarında vukû bulan hâdiseyi apaçık bir sûrette beyân
etmeye de vesîle kabul etmiştir. 05/04/1932’te Artvin’de bu yazıyı tebellüğ
eden Mikdâd Efendi iki gün zarfında bir cevap yazmış ve 07/04/1932’de şûrâ-yı
devlete irsâl etmiştir. Bahsi geçen cevâbî mâruzât şöyledir:
Şûrâ-yı
Devlet Riyaseti yüksek huzuruna
Marûzdur
Deâvî dairesi husûsî heyet-i aliyesi
ifadesiyle Diyanet İşleri Reisliği yüksek makamına tevdî buyurulan 29/2/1932
tarih ve 339’114/4763 numaralı tezkere-i celîleye bitişik iddianamenin
riyaset-i müşarünileyhâca ba’delmütalaa serdetmiş olduğu 9/3/1932 tarih ve
433’299 numaralı cevâbî müdâfaasını 5/4/1932 tarihinde Artvin’de tebellüğ
ettim.
Müdâfaanın son fıkrasında (davacının bir
takım garip düşünce ve mülahazalarla ve alelhusus garaz ve husumet-i şahsiye
tasavvur ve vehmiyle ikame eylediği işbu dava külliyen bîesâs, kanun ve
mantıkla nâkâbil-i tarif ve îzahtır) buyurulmasına nazaran aşağı dairelerde
vukûa getirilmiş olan şahsiyattan Reisliğin haberdâr olmamış bulunduğu ve binaenaleyh
bîesâstır buyurulması esâsın tenvîrine ihtiyaç neşet ettirmiş olmasını müşîrdir
ki hakkın tecellîsiyle kanunun taalîsi namına meçhul kalmış olan o şahsiyet
meselesini şimdi arz ve izah ediyorum.
Benim Vaizlikten açığa ihrâcımla vazifeden ayrılığım Reislik makamının
müdafaanamesi zîrinde (Ö) işaretiyle imzası bulunan Bekârzâde Ömer Efendi
meselesiyle alâkadardır. Şöyle ki mumaileyh Ömer Efendi bir cuma günü
Ankara’nın Hacı Bayram Camii’nde vekâleten hutbe okumuştu. Ben de onun hutbede
kıraat etmiş olduğu bir âyet-i kerîmeyi vaizliğim hasebiyle namazdan sonra
hâzırûna tefsîr etmiştim. Ömer Efendi hariçte bana muâraza ile güya kendisini
tenkitkâr harekette bulunmuş olduğum bahanesiyle beni vaaz etmekten mene
kalkıştı. Tabiî bu kendi salâhiyeti dahilinde olmadığından o vakit Zât İşleri
Müdürü Tevfik Bey’i hakkımda iğrâ etmekle hikâyesi uzun maceralar türetmişti ki
bunlara mezkûr câmi hatibi Mehmet Efendi ve askerî mütekâitlerinden Hisarlı
Hacı İbrahim Hakkı Efendiler şâhitlerdir ve o zaman meseleyi Diyanet İşleri
Reisliği ile Ankara Müftülüğü’ne şifâhî arz etmiştim. Bundan başka Tüccar Salim
Efendi mağazasında Zat İşleri Müdürü Tevfik Bey’in (Ben ona yapacağımı bilirim)
demesi de Salim Efendi ve rüfekâsının mesmuu olmuştur. İşte bu sûretle benim
hakkımda hayırlı bir âkıbet beklemekte olan mumaileyhima tasarruf kanununu
görünce hemen fırsat bilmekle sabık Zât İşleri Müdürlüğü tarafından ismim
listeye idhâl buyurulmuştur ki şu haksız muâmeleye ne bir vicdan ne de
madeletin râzı olmayacağını ve yüksek Cumhuriyet’in bu türlü açık bir şahsiyata
karşı bîtaraf kalmayacağını bildiğimden zîrdeki mevat üzere hukukumun müdafaa
ve muhafazasını âdil kanunlarımızın müşfik nazarlarına arz ediyorum.
1.
Diyanet İşleri’nde
18 yıldan ibaret olan müddetimi büyütmek için etraftan yardımcı zamanlar
toplamak zahmetini icap ettiren hangi bir saik; tasarruf mülahazasından ziyâde
şahsiyete daha kariptir.
2.
Her vekâlet kendi
mensubatından kıymetli ve kudretli memurlarını ikdâr ve ikram ederken fiiliyat
ile kendisini tanıtmış, her suretle hükûmetin teveccühünü kazanmış, harplerde
bütün ordulara irşatkâr nasayıhta bulunmak vazifesine tahammül etmiş (Gazi
Hazretlerinin bile takdiratına mazhar olmuş) ve halen dînî, içtimâî hizmetlerin
küllisine elverişli bir kıvamda ve çağda bulunan bir memuru derhal çıkarmak
aynı ifademle yine şahsiyete matuftur.
3.
Dâire-i Celîle kendi
hissesine düşen hangi bir tasarruf karşılığına doldurmamak için yalnız 600
kuruş maaşlı bir memuru, bir ilim adamını sarfetmekten ziyâde o boşluğu kapamak
esbabını başka sûretlerle temin etmek iktidarını haiz iken benim gibi müfit bir
uzvu kesmek acısına tahammül ettiren yine o elim şahsiyettir.
4.
Diyanet İşleri ’nde
hizmet müddetlerini doldurmuş çok efendiler bugün en yüksek mevkilerde müreffeh
iken benim gibi fa’al ve cevval bir memur hakkında âkıbetler düşünmek de o
şahsiyetin bariz edillesindendir.
5.
Bugün medeniyetin şu
yirminci asrında dünyanın bütün hükûmetleri kendi vatanperverlerini bir sûretle
saadetlere isat [is’âd] ederken hiç ümit etmem ki büyük Cumhuriyet’im
böyle ordu nasıhlığıyla dünyaya kendisini tanıtmış ve (Reis-i Cumhur
Hazretlerinin elyazılarıyla takdirata mazhar olmuş) bir kimseyi öyle şahsiyata
kurban versin, binaberin beni karşılamakta olan her hâileden o büyük varlığın
şanına iltica eylerim.
6.
İlmî meslekte senelerce
güz kış bütün hizmetlerimin bir hatıra-i mükâfatı olan vaizlik nisbetimin böyle
yok yere inkıtâına acımak ve onu kurtarmakla daha bir müddet hayatına
teselli-bahş olucu bir yadigâr saklamak ve bilvesile hükûmetimin umdeleri
dâhilinde müfit mevizalarda bulunabilmek için hukukumun lütfen iadesini birinci
müdafaam vechile istirham ediyorum Efendim.
Artvin’de Erzincan ve Bayburt Sabık Vaizi Divrikli Ahmet Miktat
7/4/1932
Mikdâd
Efendi nihâyet bu arzuhâlinde başına gelen bu hâlin mesûlü saydığı ve daha önce
nisbeten imâ yoluyla, üstü kapalı bir şekilde işaret ettiği şahsı açıkça ifade
etmiştir. Önceki dilekçesinde Diyânet İşleri Memûrîn Kalemi Müdürü B. F.
şeklinde şifrelediği ismin esasında Bekârzâde Ömer Efendi olduğunu açıklamış ve
bu kişi ile aralarındaki husûmetin ortaya çıkışını da şöyle izah etmiştir:
Bekârzâde Ömer Efendi, Ankara’da bir cuma günü Hacı Bayram Câmisi’nde vekâleten
hutbe okumuştur. Bu hutbede zikredilen bir âyeti Mikdâd Efendi namazdan sonra
cemâate tefsîr etmiştir. Ömer Efendi bu hareketi kendi şahsına bir tenkit
addederek Mikdâd Efendi’ye cephe almış ve onu câmilerde vaazdan men etmeye
teşebbüs etmiştir. Mikdâd Efendi aralarındaki husûmetin bu hâdise sebebiyle
ortaya çıktığını ifade ederek, o dönemde kendisinin vaazdan men edilmesinin Ömer
Efendi’nin yetkisinde olmadığından Zât İşleri Müdürü Tevfik Bey’in bu mevzuda
Ömer Efendi tarafından kışkırtıldığını da belirtmiştir. Hatta Mikdâd Efendi,
câmi hatibi Mehmet Efendi ve askeriyeden emekli Hisarlı Hacı İbrahim Hakkı
Efendi’yi bu hâdiselerin şâhidi olarak zikretmiştir. O devrede kendisi de
Diyânet İşleri Reisliği ile Ankara Müftülüğü’ne sözlü olarak bu hususta bilgi
vermiştir. Mikdâd Efendi’nin ifadelerine göre sonraları Zât İşleri Müdürü
Tevfik Bey ile Ankara’da Tüccar Sâlim Efendi Mağazası’nda karşılaşmışlar ve
burada Tevfik Bey kendisini “Ben ona yapacağımı bilirim” diyerek tehdit
etmiştir. Bu tehdidi mağaza sâhibi Sâlim Efendi ve çevresindekiler de
duymuştur. İşte tüm bu çekişmeler ve tehditler neticesinde, Tevfik Bey ve Ömer
Efendi, Mikdâd Efendi’yi bertaraf etmek için fırsat kollarken buna muvâfık bir
kanun câri olunca hemen Mikdâd Efendi’nin ismi de listeye dâhil edilerek bu
tehditler hayata geçirilmiştir. Mikdâd Efendi’ye göre tüm hâdiseler, sebep ve
neticeleri ile böylece vukû bulmuştur. Bu ikinci dilekçe de şûrâ-yı devletçe
işleme konulmuş ve Diyânet İşleri Reisliği’nden cevap istenmiştir. 5/5/1932’de
gelen cevap yine aynı minval üzere Mikdâd Efendi’nin davasının temelsiz olduğu,
husûmet iddialarının vehimden ibâret olduğu şeklindedir. Diyânet tarafından bu
cevap ile davanın reddi talep edilmiştir.[191]
Tüm bu
yazışmalardan sonra nihâyet 29/5/1932 tarihinde şûrâ-yı devlet tarafından
muhakeme sona ermiş ve karar verilmiştir. 32/114 esas; 694 karar nolu ilâm
şöyledir:
Dava
Eden: Artvin’de Sabık Erzincan ve Bayburt Vaizi Miktat
Efendi
Dava
Edilen: Diyanet İşleri Reisliği
Davanın Hulâsâsı: Açığa
çıkarılmasına ve tekâüde şevkine teşebbüs edilmesine itirazdan ibarettir.
Dava Edilenin Müdafaaları: 1931
senesi bütçe kanununun madde-i mahsûsasındaki salâhiyete binâen açığa
çıkarıldığını ve Maarif’teki hizmetiyle birlikte hizmet müddeti 30 seneye baliğ
olduğundan tekâüde sevkedılmesı için Maârif Vekâletinden talepte bulunmasının
tebliğ edildiğinden ibârettir.
Müddeî Umûmînin Mütalâasının Hülâsâsı:
Müddeinin vazifesine nihayet verilmesi hakkındaki muâmele muvâfık-ı
kânûn olduğundan tasdîki ve tekâütlüğü hakkındaki muâmelenin mevzuâta muhâlif
bulunduğundan ke’en-lem-yekün addi merkezindedir.
Kazâya
memur Şûrâ-yı Devletin Daavî Dâiresi Husûsî Heyeti
tarafından
icâbı müzâkere olundu: Müddeî Miktat Efendi’nin
Erzincan, Bayburt Vaizi olması ve
kendisinin memuriyetle Artvin’de bulunması hasebiyle 1931 senesi bütçe
kanununun madde-i mahsûsası mûcibince verilen salâhiyete müsteniden vazifesine
nihâyet verilmesi hakkında müttehaz muâmele kânûna muvâfık olmakla tasdikine,
ancak cihet-i ilmiyedeki hizmeti 18 seneden ibâret olup Maârif hizmetindeki
müddet-i istihdâmının da nazar-ı dikkate alınarak tekâütlüğünü talep etmesi
hakkında kendisine yapılan tebliğ ile bu hususa Maârif Vekâleti’nin tahrik
edilmesi Vekâletin takdirine bağlı ve Diyanet İşleri Riyâseti’nin müdahalesini
asla icap ettirmeyecek bir keyfiyet bulunması dolayısıyla gayrı câiz görülmüş
ve müddeî de tekâütlüğünü talep etmemiş olduğundan bu hususta yapılmasına
teşebbüs edilen muâmelenin de ke’en-lem-yekün addine 29/5/1932 tarihinde
ittifakla karar verildi.
Netice
olarak Mikdâd Efendi’nin Diyânet İşleri vâizlik kadrosundaki vazifesinin ilgâ
edilmesi kararı kanuna uygun bulunmuştur. Fakat tekâüde sevki için Maârif
Vekâleti’ne yapılan talebin haksız olduğu ve bu girişimin yok hükmünde kabûlüne
hükmolunmuştur. Bu karar metnine bakarak Mikdâd Efendi’nin şahsî husûmet
iddialarının dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi için vâizliğe
dönüş yolu böylece kapanmıştır. Fakat bu kararı tebellüğ ettikten aşağı yukarı
iki buçuk ay sonra Mikdâd Efendi bir dilekçe daha yazarak Artvin’de tekrar
vâizlik kadrosuna dâhil edilmesini talep etmiştir. Vazifesinin tasarrufa tabi
tutularak ilgâ edilmesinin kanuna uygun görülmekle birlikte tekâüde sevkinin
mahkemece yok hükmünde addedildiğini hatırlatan Mikdâd Efendi, bu karara
müsteniden kadro talebinde bulunmuştur.[192]
Gelen cevapta ise Mikdâd Efendi’nin talebine dayanak kabul ettiği karara
dayanılarak talebin kabûlünün mümkün olmadığı ifade
194
edilmiştir.
1932
sonlarında Mikdâd Efendi, Trabzon Kız Orta Mektebi Türkçe muallimi olarak tayin
olunmuştur. 26/12/1932’de bir dilekçe yazarak Artvin’deki talebini Trabzon’da
tekrar etmiştir. Mikdâd Efendi bu arzuhâli vilâyet makamına yazmıştır.[193] [194]
Anlaşılan o ki Trabzon vâliliği tarafından dilekçesi tetkik edilen ve hakkında
araştırma yapılan Mikdâd Efendi, fayda sağlayabilecek bir şahıs olarak görülmüş
ve talebi Vali Rıfat Danışman imzalı bir yazı ile Diyânet İşleri Reisliği’ne bildirilmiştir.[195] Mikdâd Efendi’nin Cumhuriyet
rejimine muvafık vaazlarıyla fayda sağlamış bir vâiz oluşuna dikkat çekilen bu
yazıya gelen cevap yine menfîdir. 18/01/1933 tarihinde Diyânet İşleri’nden
Trabzon Vilâyeti’ne gelen cevapta bütçe kanunu gerekçe gösterilerek maaş
tahsisi ve kadro ihdâsı reddedilmiştir.[196]
Trabzon’da birkaç kez daha girişimde bulunmuştur Mikdâd Efendi. Bu
dilekçelerden birini de T.B.M.M. Arzuhâl Encümeni’ne arz etmiştir. Fakat tüm
teşebbüslerine rağmen lehine bir netice elde edememiştir. Bu vaziyet karşısında
göreve iadesinden epeyce ümit kesen Mikdâd Efendi, maddî sıkıntı çekmesinden
dolayı olsa gerek, 1934 Ağustos’unda Erzincan Müftülüğü’ne bir dilekçe yazarak
vazifeye iadesini yahut da emsalleri gibi ikramiye itası ile tekaüde sevkini
talep etmiştir.[197] Lakin bu talebi de
reddedilmiştir. Zira mahkemeden çıkan karara göre Mikdâd Efendi’nin tekâüde
sevk işlemlerinde yetkili olan resmî kurum Maarif Vekâleti’dir; vazifeye iadesi
ise peşinen reddedilmiştir.[198]
Bu
gelişmeler üzerine teşebbüslerini azaltmakla birlikte yine de haklılığını ispat
etme çabasını bırakmayan Mikdâd Efendi 1935 Eylül’ünde Trabzon’da muallimliğe
devam ederken yine bu toplam hizmet müddetinin otuz yıldan ziyâde
gösterilişinin peşine düşmüş ve 1 Mart 1329’da kendisine verilen ahkâm-ı
şeriyye muallimliği vazifesinin kayıtlarının çıkarılmasını talep etmiştir.
Bunun üzerine Diyânet İşleri Reisliği tarafından İstanbul Müftülüğü’ne bu
kayıtların çıkarılmasına dâir bir yazı yazılmıştır. Bu yazıda Mikdâd Efendi’ye
hangi cihetten vazife verildiği, ne kadar maaş tahsis edildiği, bu maaşın ne
kadar süre devam ettiği ve ne zaman kesildiği de sorulmuştur.[199] Bu soruşturmaya, İstanbul
Müftülüğü tarafından cevâben bir yazı yazılmıştır;[200]
fakat Diyânet İşleri Reisliği bu bilgileri kâfî görmemiş ve tekrar bir yazı ile
maaşın ne zamana kadar devam ettiğinin kesin olarak bildirilmesini talep
etmiştir.[201] İstanbul Müftülüğü’nden bu
defa gelen cevap yine aynı sûrettedir. Mikdâd Efendi’nin bu maaşı ne kadar
müddetle aldığı ve maaşın ne zaman kesildiğine dâir bir kayda rastlanmamıştır.[202] Bu hususta birkaç arşive daha
bakıldığı ve çeşitli kurumlardan bilgi istendiği lakin bu teşebbüslerin de
neticesiz kaldığı anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi’nin maaş kaydını nazar-ı
dikkate aldırmak sûretiyle hizmet müddetinin 30 yılı aşmadığını yahut da
bilakis bu müddetin söylendiği gibi çok daha fazla olduğu mukayyetse tekâüt
maaşına müstehaklığını ispat etme tasavvuruyla yaptığı bu teşebbüs de böylece
neticesiz kalmıştır.
Ahmed
Mikdâd Efendi, 1936’da son görev yeri olan Trabzon Kız Orta Mektebi Türkçe
muallimliğinden 65 yaşını doldurduğu için emekliye sevk olunmuştur. Böylece
1931’deki Diyânet İşleri kadrosundan çıkarılışının üzerine 5 yıl daha Maarif
Vekâleti bünyesinde çalıştıktan sonra memuriyeti sona ermiştir. Emekliliğinden
sonra Erzincan’a yerleşen Mikdâd Efendi, bu devrede dahi vâizlik vazifesine
olan bağlılığından, muhabbetinden bir şey kaybetmemiştir. Öyle ki 1939 Ocak
ayında Erzincan’da vâizlik vazifesine tayini için tekrar başvuruda bulunmuştur.
Bu arzuhâle gelen cevâba bakarak Mikdâd Efendi’nin “genel nâsıhlık” şeklinde
tavsif ettiği bir vazifede istihdâmını talep ettiği anlaşılmaktadır. Bu
talepten ise Mikdâd Efendi’nin büyük ihtimalle hâlihazırda sürdürdüğü serbest
vâizliğine bir kadro talep ettiğini ifade etmek mümkündür. Diyânet İşleri’nden
gelen cevap Mikdâd Efendi için artık şaşırtıcı elbette değildir. Bu talep 65
yaşın üzerinde olduğu ve genel nâsıhlık diye bir teşkilat da mevcut olmadığı
gerekçe gösterilerek reddedilmiştir.[203]
Mikdâd
Efendi’nin 1939’daki bir başka başvurusu da emekli maaşının artırılması
talebine dâirdir. Fakat Mikdâd Efendi, bu dilekçesine de yeniden memuriyet
kadrosuna alınmak arzusunu eklemeden duramamıştır. T.B.M.M. Arzuhal Encümeni’ne
yazdığı arzuhâl, 5116/5473 sayı ile 3 Mayıs 1939 tarihinde Diyânet İşleri
Reisliği’ne havâle edilmiştir. Bu yazıda Miktat Poyraz’ın dileği “tekâüt
maaşının tezyidi ile terfihinin temini hakkında” şeklinde kaydedilmiştir.
Diyânet İşleri Reisliği’nden cevap 9/5/1939 tarihinde gelmiştir. Bu yazıda da
Mikdâd Efendi’nin 65 yaşını geçmiş olması hasebiyle resmî vazifeye tayininin
kânûnen mümkün olmadığı ifade edilmiştir.[204]
Bu cevap yazısı Mikdâd Efendi’nin vefâtından yaklaşık sekiz ay önceye aittir ve
onun vâizlik vazifesine, memuriyete olan bağlılığını göstermesi bakımından
mühimdir. Elbette bir başka cephe itibârıyla Mikdâd Efendi’nin maddî sıkıntı
içinde olduğu, bu sebeple resmî vazifeye tayin olunmak istediği de ifade
edilebilir. Ayrıca bu yazı, Mikdâd Efendi’nin fiilen 1936’da sona eren
memuriyet hayatına dâir de son belgedir.
1.10.
Emeklilik Devresi,
Erzincan’a Dönüşü ve Vefâtı
1936 yılı
itibârıyla yaş haddinden emekli olan Mikdâd Efendi’nin son resmî vazifesi
Türkçe öğretmenliği; son görev yeri ise Trabzon Kız Orta Okulu’dur. Oğlu Kemal
Poyraz, babasının emeklilikten sonra Erzincan’ın Vaskird Köyü’ne döndüğünü
ifade etmektedir.[205] Yukarıda naklettiğimiz 1939
Mayıs ayına ait resmî evraka göre ise Mikdâd Efendi, Erzincan merkez Salihiye
Mahallesi’nde mukimdir. Mikdâd Efendi’nin önceki bölümde naklettiğimiz 1931’de
Bayburt’ta vaizlik yaparken izin talebi için yazdığı bir arzuhâlde “yazlığının
duvarının delinerek eşyalarının çalındığı” ifadesi onun Erzincan merkezde uzun
yıllar ikamet ettiği bir evinden başka, ki bu ev Salihiye Mahallesi 5. sokak 1
numaralı hânedir, Vaskird’de bir yazlığının olduğuna delil sayılabilir. Bu
bilgilere dayanarak Mikdâd Efendi’nin kışları Salihiye Mahallesi’ndeki evinde;
yazları da Vaskird Köyü’ndeki yazlığında geçirdiğini ifade edebiliriz.
Mikdâd
Efendi’nin emeklilik devresi yaklaşık dört yıl sürmüştür. Bu dört yılı da
anlaşıldığı kadarıyla Vaskird Köyü-Salihiye Mahallesi arasında geçirmiştir.
Geçmişte yaşadığı birtakım rahatsızlıklara rağmen vefatına kadar dinç ve
sağlıklı olduğu anlaşılmaktadır. 1939 yılı başlarında hâlâ vâizlik vazifesine
dönmek arzusundan vazgeçmeyen Miktat Poyraz bu sıralarda yazdığı bir şiirinde
kendini hâlâ genç görüşünü şöyle nazma dökmüştür:
Miktat
ne bahtiyar tâlihin vardır;
Henüz o
gençliğin özüne yârdır.
İftihâr
edenin âhiri nârdır,
De ki
şahin değil, bir zağ getirdim. (13/1/1939)[206]
Mikdâd
Efendi’nin vefâtı Anadolu’da gerçekleşmiş en büyük depremlerden biri
neticesinde olmuştur. 27 Aralık 1939 saat 02:00’da meydana gelen Büyük Erzincan
Depremi sebebiyle Erzincan ve çevresinde vefât eden otuz binden fazla insan
arasında Mikdâd Efendi de vardır.[207]
Mikdâd Efendi, bu depreme Salihiye Mahallesi’ndeki evinde yakalanmış olmalıdır.[208] [209]
Bir
depremde vefât eden Mikdâd Efendi, yıllar önce Tevhîd-i Kâinât adlı eserinde
depremin aslını, esrârını şöyle ifade etmiştir:
‘Acabâ
zelzelenin aslı nedir sor andan
Ne kavî
dehşeti vardır ki geçer nâs cândan
Koca
dünyâ nazarında bir avuc toprakmış
Gibi
sallar da yıkar hâneleri bir yandan
Kimi
esbâb-ı tabâyi‘de kalır bahsinde
Kimi te
’şirini tasdîk ediyor Deyyân ’dOm
Kudretu’llah
anı te 'siliyle tahrîk ediyor
Koca
dağlar temelinden kopuyor, seyrediyor
Nerede
fısk u me ‘âsî çoğalırsa nâ-gâh
Türlü
dehşetli tezelzül orayı sarsıdıyor
Hele
esbâbına baksan ya havâdır ya buhâr
210
Dediler
amma hakıkatde o hikmet ne diyor
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin torunlarından Belir Bulut Hanımefendi’nin verdiği bilgilere
göre bu depremde Mikdâd Efendi ile birlikte son eşi Cemile Hanım, Cemile
Hanım’dan olan ikiz kızları ile bir oğlu ve önceki hanımından olan bir kızı can
vermiştir. Mikdâd Efendi’nin o sırada Samsun’da olan kızı Hâlide Suat
İliktekin, deprem sonrasında ailesini aramak için Erzincan’a geldiğinde
kabirlerini dahi bulamadığını ifade etmiştir.[210]
Ahmed
Mikdâd Efendi, ikinci eşi Naime Hanım ve oğlu Yahya Kemal ile yan yana Erzincan
Terzi Baba Mezarlığı 9. ada 228. parselde medfûndur.
1.11.
Eşleri, Çocukları ve Âile
Hayatı
Mikdâd
Efendi, ilki memleketi Divriği’de, diğer ikisi de Erzincan’da olmak üzere üç
evlilik yapmıştır. Oğlu Kemal Poyraz’ın naklettiğine göre Mikdâd Efendi ilk
evliliğini vefât eden amcasının hanımı Hatice ile yapmıştır. Ahmed Mikdâd
Efendi’nin kızı Hâlide Suat’ın (1913-1987) torunu Belir Bulut Hanımefendi,
yaptığımız görüşmede anneannesi Hâlide Suat Hanım’dan naklen bu evliliğin
sebebini şöyle açıklamıştır: “Amcası Bekir Ağa, hastalanmış ve vefâtından hemen
önce yeğeni Mikdâd Efendi’ye bir mektup bırakmıştır. Bu mektupta vefâtından
sonra karısı Hatice’nin başka biriyle evlenmesine rızâsının olmadığını, âilede
başka erkek de olmadığından vefâtından sonra karısıyla kendisinin (Ahmed Mikdâd
Efendi’nin) evlenmesini arzu ettiğini bildirmiştir.”[211]
Mikdâd Efendi de Divriği’ye tekrar döndüğünde amcasının vefatını öğrenmiş ve bu
mektubu emir telakki ederek ilk evliliğini yaşça da kendinden büyük olan Hatice
Hanım ile böylece yapmıştır. Evlilik tarihi tam olarak belli olmamakla birlikte
Mikdâd Efendi İstanbul’dan sürgün edilip Divriği’ye geldikten sonra olduğuna
göre 1898-1899 arasında bir tarihte olmalıdır. Bu ilk evliliğinden Naciye
isminde bir kızı olmuştur Mikdâd Efendi’nin. İlk karısı Hatice Hanım,
Erzincan’a geldikten kısa bir süre sonra vefât etmiştir. (1900-1901)
Mikdâd
Efendi, Hatice Hanım’ın vefâtından hemen sonra Naime adlı bir kızla ikinci
evliliğini yapmıştır(1900-1901). Yine Belir Bulut Hanımefendi’nin
anneannesinden naklettiği bilgilere göre Mikdâd Efendi, Erzincan’ın önde gelen
ailelerinden birinin kızı olan Naime Hanım’ı görmüş ve beğenmiştir. Ardından
Naime Hanım, Mikdâd Efendi için istenmiş; fakat kızın ailesi bu evliliği uygun
görmemiştir. Sebep olarak da Mikdâd Efendi’nin Erzincan’a sürgün olarak gelmiş
olması ve bu vasfıyla duyulan kötü nâmı gösterilmiştir. Ailenin reddetmesine
rağmen, Naime Hanım bilâhare kaçarak Mikdâd Efendi ile evlenmiştir. Naime
Hanım’ın ailesi bu durumu kabullenmeyerek peşlerine düşmüş; lakin etraftan
Mikdâd Efendi’nin sevenleri araya girince aile, karı-kocayı kendi hâline
bırakarak bu davadan vazgeçmiştir. Ancak ailenin, vazgeçmiş görünmekle
birlikte, öfkesi hiçbir zaman dinmemiştir; zira yirmi yılı aşkın bir evlilik
sonunda 1922’de Naime Hanım vefât edince annesi gelerek Mikdâd Efendi’ye “kızım
öldü, bari torunlarımı bana ver” demiş ve çocukları alıp götürmek istemiştir.
Mikdâd Efendi bu talebi geri çevirince bir daha da görüşmemişlerdir.[212] Mikdâd Efendi’nin bu
evliliğinden üç kızı beş oğlu olmuştur.
Ahmed Mikdâd Efendi, Naime Hanım’la evliyken 1911 veya 1912’de üçüncü
evliliğini Cemile Hanım ile yapmıştır. Yani 1922’de Naime Hanım vefât edene
kadar aşağı yukarı on yıl boyunca Mikdâd Efendi iki hanımı da nikâhında
tutmuştur. Hicrî 1332 (m. 1916)
tarihli 1 Nolu Erzincan Şer’iyye Sicili’ndeki
kayıtlara göre
son karısı Cemile Hanım ile Mikdâd Efendi arasında iki hanımla evli olmanın
getirdiği bazı anlaşmazlıklar da zuhûr etmiştir. Bu anlaşmazlıklar neticesinde
Cemile Hanım zevci Ahmed Mikdâd Efendi’yi dava etmiş ve 12 Muharrem 1333/30
Kasım 1914 tarihinde mahkeme huzurunda karı-koca bir araya gelmiştir. Buradaki
ifadesinde Cemile Hanım, Mikdâd Efendi’nin kendisini ve küçük kızı Ayişe
Fevziye’yi 8 ay evvel baba evine gönderdiğini ve ihtiyaç sahibi olmalarına
rağmen nafakalarını temin etmediğini; ayrıca fizîkî şartları yetersiz olmasına
rağmen kendisini diğer karısı ile aynı hânede iskân ettiğini şikâyet mevzuu
etmiştir. Bu şikayetlerini beyân eden Cemîle Hanım’ın Mikdâd Efendi’den
talepleri ise kendisine ve kızına yetecek kadar nafaka vermesi ve kendilerini
bir mesken-i şer’îde[213] iskân ettirmesidir. Cemîle
Hanım’ın bu iddia ve talepleri karşısında Ahmed Mikdâd Efendi, karısının
mesken-i şer’îye, yani evine gelip kocasına itâat etmediği hâlde nafakasını
teminden geri duracağını bildirerek bu fiilinde haklı olduğu iddiasında
bulunmuştur. Bunun üzerine Cemile Hanım, bahsi geçen hânenin mesken-i şer’î
olmadığını iddia etmiştir. Hasılıkelâm mesele iskân olunmak istenen evin
mesken-i şer’î olup olmadığı meselesinde düğümlenince mahkeme tarafından
Şer’iyye Kâtibi Ömer Lutfi Efendi hânenin keşfi için görevlendirilmiştir.
Ayrıca Cemile Hanım ve kızının ihtiyaçları göz önüne alınarak evin keşfine
kadar günlük altı kuruş nafaka bağlanması takdir olunmuştur.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin Sâlihiye Mahallesi’ndeki evindeki keşif de ilk celseden bir
veya iki gün sonra yapılmıştır. Sâlihiye Mahallesi muhtarı ile imamının da
hazır bulunduğu keşifte evin durumu şöyle tarif edilmiştir: Üst katta kapı,
kilit ve anahtarları ayrı iki oda; alt katta ise kiler ve mutfak mevcuttur;
ayrıca avlu, ahır ve bitişiğinde bir hela vardır. Evdeki eşyâlar ise bir soba
ile aslî ve zarûrî ihtiyaçları karşılamaya kâfî levâzım şeklinde tespit
edilmiştir. Netice olarak keşfe gelen kâtibin ve hazır bulunanların kanaati bu
meskenin Cemile Hanım’ın iddiasının aksine “mesken-i şer’î” olduğu yönündedir.
Daha açık bir ifadeyle bu hânede iki ayrı oda ile yeterli eşyânın
mevcudiyetinin iki hanımı iskân ettirmeye müsâit olduğu keşif zaptına
kaydedilmiştir.
Yaklaşık
iki ay sonra mahkeme huzûrunda tekrar bir araya gelinmiştir. Hânenin mesken-i
şer’î olduğu takdir olunduktan sonra Cemile Hanım’a toplam on iki kuruş eden
birikmiş nafaka bedelini talep edip etmediği sorulmuştur. Cemile Hanım ise bu
bedelden hiçbir şey talep etmediğini, Mikdâd Efendi’nin de haklılığını kabul
ettiğini bildirmiştir. Mahkeme kadısı da Cemile Hanım’ı kocasının hukûkuna
riâyetle evine dönerek eşine itâat etmesi husûsunda ikaz etmiş ve davayı
neticelendirmiştir. Bu sûretle on ayı aşkın bir süre devam eden anlaşmazlık mahkemede
çözülmüştür.[214] Naime Hanım’ın 1922’de
vefâtıyla Cemile Hanım,
Mikdâd
Efendi’nin tek eşi olarak kalmıştır. 1939’daki depremde Mikdâd Efendi ile vefât
edenler arasında Cemile Hanım da vardır. Bu evlilik vefâtlarına kadar 27-28 yıl
sürmüştür. Üçüncü eşi Cemile Hanım’dan da üç evlâdı olmuştur. Cemile Hanım son
eşi olması hasebiyle Mikdâd Efendi’nin diğer iki eşinden olan dokuz çocuğuna da
annelik yapmak durumunda kalmıştır. Belir Bulut Hanım’ın Mikdâd Efendi’nin kızı
olan anneannesinden dinlediklerine göre Cemile Hanım bu çocuklara hiçbir zaman
üveylik hissi yaşatmamış; önceki eşlerinden olan çocukları kendi evlatlarından
ayırmamıştır. Belir Hanım, anneannesinin Cemile Hanım’ı dâima hayırla yâd
ettiğini ifade etmiştir.216
Zikrettiğimiz
bu bilgilere göre Mikdâd Efendi’nin üç eşinden on iki evlâdı olmuştur. Fakat
1935’te yazdığı bir şiire göre o tarihte hayatta olan on çocuğu vardır.217
Bu tarihten önce vefât ettiği anlaşılan iki çocuğundan biri Özdemir
Cemîle Hatun
ibnete Mahmûd tarafından mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi’nin zevce-i âharı ile ma
’an iskân ve imtizâc gayri kâbil olup ayrıca bir mesken-i şer’î tedârikiyle
infâk ve iksâ edilmesinin taleb ve iddiâsıyla mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi
tarafından dahi zevce-i mezbûre Cemîle Hatun içün tahsîs ve irâ’e olunan menzil
mesken-i şer’îye sâlih olup olmadığının mahallinde keşf ve mu ’âyenesiçün
kıbel-i şer’-i şerîfden me’zûnen bi’l-iltimâs irsâl ve mûmâileyh Ahmed Mikdâd
Efendi’nin menziline varılıp mahalle-i mezkûre imâmı Hâfız Mustafâ Efendi ibn-i
Hacı Edhem ve muhtar ve mütekâ’id Hacı İsmâ’il Efendi ibn-i Mustafâ Hulûsî
hâzıran oldukları hâlde mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi’nin ber-vech-i muharrer
irâ’e ve tahsîs eylediği menzil ba’del-keşf ve’l- mu’âyene mûmâileyh Ahmed
Mikdâd Efendi’nin zevce-i uhrâsı sâkine olduğu menzilden mâ-’adâ mahalle-i
mezkûrede vâki’ galk ve miftâhı müstakil ve birbirine muttasıl fevkânî iki oda
ve kilar ve matbahı tahtânî, ahur ve havlı ve ittisâlinde helâyı müştemil ve
kavm-ı sâlih meyânında tedârik ve ittihâz edilen bir bâb menzil mezbûre Cemîle
Hatunun iskânına sâlih mesken-i şer’î olup derûnunda dahi mefrûşât ve soba ve
havâic-i asliye ve levâzım-ı zarûriye tehyi’e ihzâr edildiği müşâhede olmağın
zabt ve imlâ olundu. 12 Muharrem 1333 ve 18 Teşrin-i Sani 1330
Mevla
Şer’iyye Serkâtibi Ömer Lüfi-Hâzır-ı mûmâileyh İmam Hâfız Mustafa
Efendi-Hâzır-ı mûmâileyh Muhtar Hacı İsmâil Efendi-Muhzır ÂkifEfendi
*Tarafeynden
elyevm vürûd eden ve zâtı ma’rife olan mezbûre Cemîle Hatun ile mûmâileyh Ahmed
Mikdâd Efendiler hâzır-bi’l-meclis olarak mûmâileyh Ahmed Efendi tarafından
irâ’e olunup taraf-ı şer’ce keşf olunan menzil-i mezkûrenin iskâna sâlih
mesken-i şer’ olduğu tasvîb ve tahkîk edilip târîh- i zabtdan i’tibâren
mesken-i şer’înin ba ’de’l-irâ e keşfiyle tahkikine kadar kıbel-i şer’-i şerîfden
farz ve takdîr buyrulan be-her-yevm altışar gurûşdan yevmî on iki gurûş
nafaka-bahânın taleb ve iddia eylemesi su’âl olundukda nafaka-i mukaddere-i
mezkûreden bir habbe ve bir nesne taleb ve iddia etmeyip mûmâileyh Ahmed Mikdâd
Efendi’nin zimmetini ibrâ eylediğini beyân ve ifâde etdikden sonra mezkûr
mesken-i şer’înin iskâna sâlih olduğunu ta’yin etmegin mûcibince zevci
mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi ile menzil-i mezkûra nakl ve ma’an sâkine olup
zevcine itâ’at ve inkıyâda ve hukûk-ı zevciyyete ri’âyete mezbûre Cemîle
Hatun’a tenbih olunduğu... 17 Kânûnusânî 330 ve 15 Rebi’ulevvel 333 Zevc-i
mûmâileyh Ahmed Mikdâd - Zevce-i mezbûre Cemîle
[Hicrî 1332/m. 1916 tarihli 1 nolu Erzincan Şer’iyye Sicili, vr. 7-8;
Karşılaştırmak için bk. Sema Gökbayır, “Osmanlı Hukuk Sisteminde Fıkhın
Belirleyiciliği Erzincan Şer’iyye Sicilleri Evlenme Boşanma Kayıtları Örneği”,
(yüksek lisans tezi), Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s.
52-54.]
216 03/04/2020 tarihinde yaptığımız
görüşme.
217 Mikdâd Efendi’nin “Babama”
başlıklı şiirinin ilgili dörtlüğü şöyledir:
Diledim
beraber alıp getirem
Hayatta on
torun sana yetirem
Cevâd’dır. Bu evlâdı, 1931 senesinin ilk aylarında Erzincan’da
vefât etmiştir.[215] [216]
Diğer evlâdı ise tespit edilememiştir.
İlk Eşi
Hatice’den Naciye adında bir kızı olmuştur Mikdâd Efendi’nin. İkinci eşi
Naime’den olduğunu bildiğimiz çocukları ise Kemal, Abdülhâdi ve Hâlide
Suat’tır. Kemal Poyraz, babasının ifadesine göre 1906 civarında doğmuş
olmalıdır.[217] İbrahim
Aslanoğlu’nun eserinde zikretmesine göre de jandarma başgediklisidir.[218] [219]
Mikdâd Efendi, oğlu Kemal’in de şiir yazdığını Ozanlar adlı
eserinde şöyle bildirmektedir:
Kemâl Miktat güzel
yazmakta eş ’âr Evet onda derince duygular var Benim oğlum Kemâl in
fikri fevvâr
22 2 2 2
22 2 1 2 2 .. . 2 221
Fakat Miktat a benzer mi şiirde
Erzincan
Terzi Baba Kabristanı’nda annesi Naime Hanım ve babası Ahmed Mikdâd Efendi ile
yan yana medfûn bulunan Yahya Kemal Poyraz mezar kitabesinde yazılana göre
08.07.1966’da vefât etmiştir.[220] Ailenin yaşayan
mensuplarından Belir Bulut Hanımefendi’nin verdiği bilgiye göre Naime Hanım’dan
doğma diğer kardeş Abdülhâdi Poyraz da 1983’te Ankara’da vefât etmiştir.[221] 1913’te doğan kızı Hâlide
Suat ise Erzincan’ın önemli bir ailesine mensup olan Ebubekir Sıtkı İliktekin
ile evlenmiştir. Mikdâd Efendi’nin kızından üç torunu olmuştur. Bunlar Yüksel,
Aysel ve Gürsel İliktekin’dir. Halide Suat İliktekin 04/02/1987’de Ankara’da
vefât etmiştir. Mikdâd Efendi, 30/3/1935 tarihinde kızı Hâlide Suat [İliktekin]
için bir şiir yazmıştır. Bir mektuba ek olarak gönderildiği anlaşılan şiirin
ilk kıtası şöyledir:
Uyanır
kalkarım sabahtan erken
İçimde
sızı var bakarım Suad
Kalbimi
haşlayan bu nedir derken
Işığı
yakarım bakarım Suad[222]
Ahmed
Mikdâd Efendi, Ozanlar adlı eserinde annesini, oğlu Kemal Poyraz’ı şairlikleri
husûsiyetiyle zikrettiği gibi kızı Hâlide Suat’ı da zikretmiştir:
Suât’ın
nazmını gördüm güzeldir
O da
vezninde manalar düzeldir
Benim şu
kızlarım şi’ri düzeldir
225
Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde[223]
Bu dörtlükten
anlaşılana göre Ahmed Mikdâd Efendi’nin annesi, oğlu ve kızı Hâlide’den başka
diğer kızlarından da şiire merakı olanlar mevcuttur.
Belir Bulut
Hanımefendi, anneannesi Hâlide Suat İliktekin ile dayıları Kemal ve Abdülhâdi
Poyraz dışında tüm kardeşlerin babaları Mikdâd Efendi ve anneleri Cemile Hanım
ile birlikte 1939 depreminde vefât ettiklerini bildirmiştir. Bu dört kardeşin
üçü Cemile Hanım’dan olan ikiz kızları ile bir oğludur. Bu ikiz kızlar da henüz
on dört yaşındadır. Diğer çocuk ise önceki hanımından olan kızıdır. Bu acı
hâdise karşısında anneannesi Hâlide Suat’ın “Ben bir gecede bütün ailemi
kaybettim” dediğini de nakletmiştir Belir Hanım. Depremden sonra aileden bu üç
kardeş dışında kimse kalmamıştır. Hâlide Suat, Samsun’da evli olduğundan, diğer
iki kardeş de memûriyet sebebiyle şehir dışında bulunduğundan canlarını
kurtarmışlardır.[224]
Mikdâd
Efendi’nin on iki çocuğundan yedisinin ismi tespit edilebilmiştir: Nâciye,
Kemâl, Hâlide Suat, Abdülhâdî,[225] Özdemir Cevâd, Âyişe Fevziye
ve Bedrettin. On iki evlâdı olduğunu oğlunun ifadesiyle bildiğimiz Mikdâd
Efendi’nin daha önceden vefât ettiğini sandığımız diğer çocuklarının isimleri
tespit edilememiştir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin aile hayatından ve bilhassa çocuklarından bahsederken dile
getirilmesi gereken bir mühim kaynak Feryâd-ı Dehşet-engiz der- Hakk-ı
Trablusgarb adlı eseridir. Bu eser Trablusgarp Savaşı sonrası vatan sevgisi
ve hamiyet fikri ile cihat, vatan savunması, birlik/beraberlik gibi hususların
ele alındığı bir manzûme hüviyetindedir. Fakat bununla birlikte “Nidâ”
başlığını taşıyan son bölümde Mikdâd Efendi, henüz beş yaşındaki oğlu Kemal’e
genel muhtevâdan kopmaksızın nasihatlerde bulunmaktadır. Ayrıca bu
yazdıklarının Kemâl’in şahsında tüm vatan evlâdına hitap ettiğini de ifade
etmiştir.
Sana ey
nûr-ı hayâtım veledim Yahyâ Kemâl
Bunu
yazmakla şu tarz-ile buyurdum ikmâl
Hele sen
beş yaşına şimdi erişdin ancak
Bunu
evlâd-ı vatan nâmına yazdım el-hak
Beyitleri ile
başlayan “Nidâ” başlıklı bölümün son kısmı şöyledir:
Sana
hürmet edene et ebedî incitme
Seni
zemm eyleyeni sen de görüp zemm etme
Seni
Mevlâ’ya emânet ediverdim ebedî
Kalayım
ben de rızâsıyla onun tek vahdî
Pederin Ahmed
Mikdâd’a kulak ver ne diyor
İşte
ikmâl-i mebâhisle sözü hatm ediyor[226]
Bu
nasihatlerin içinde dikkat çeken noktalardan birisi şâirliğin büyük şeref
olduğu ifadesidir. Oğlunun da şiirle uğraşmasını, şair olmasını istemiştir
Ahmed Mikdâd Efendi. Çocukları da onun bu arzusuna uymuşlar ve şiirle iştigâl
etmişlerdir. Bir başka mühim husus ise, esasen daha ziyâde Mikdâd Efendi’nin
şahsiyetine dâir olmakla birlikte, oğluna yaptığı devlete sadâkatle hizmet
etme, sultana çok hürmet etme nasihatıdır. Mikdâd Efendi’nin başından geçen
sürgün gibi hadiselere rağmen devletine hizmetten ve sultana hürmetten
vazgeçmediği; evlatlarını da bu hassasiyetle yetiştirmeye gayret ettiği
anlaşılmaktadır.
Tüm bu
misallerden hareketle Ahmed Mikdâd Efendi’nin evlatlarına ziyâdesiyle düşkün
bir baba olduğunu ifade edebiliriz. Bu bahiste Mikdâd Efendi’nin “evlâdın derdi
bile güzeldir” veciz cümlesini sıklıkla tekrar ettiğini de bilmekte fayda
vardır.[227]
1.12.
Çağdaşı olan Âlimlerle
Münâsebetleri
Ahmed
Mikdâd Efendi, medresedeki tahsil devresinden itibâren ilim çevrelerinden uzak
kalmamaya çalışmıştır. Daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz gibi İstanbul’dan
sürgün edilmiş ve tahsili yarım kalmış; fakat sonraki dönemde bulduğu ilk
fırsatla İstanbul’a giderek ilim halkalarına dâhil olmuş ve icazetini almıştır.
Talebelik yönüyle tahsile, ilme ve ulemâya böyle bir kıymet verirken, bir âlim
olarak da elinden geldiği nisbette talebeye, halka hizmette bulunmuştur. Bunun
en güzel misâli de sürgün olarak giderek memuriyete başladığı Erzincan’da bir
yandan talebe yetiştirirken bir yandan da gece dersleri vererek halka, ilim meraklılarına
hizmet etmesidir. Bu sûretle tahsili mektebe hapsetmeyerek, bir nevi halka açık
eğitim öğretim faaliyetlerinde bulunmuştur Mikdâd Efendi. Erzincan’da bu gibi
gayretlerle adını duyurmuş olması hasebiyle şehrin ileri gelenleri tarafından
da itibâr görmüştür. Bilhassa devrindeki Erzincan ulemâsı ile ortak meclislerde
bulunmuş; bu türlü meclislere müdâvemet etmiştir.
Mikdâd
Efendi’nin çağdaşı olan âlimlere baktığımızda özellikle birkaç ismin öne
çıktığı görülmektedir. Bunlar Çermeli Hoca namıyla bilinen Mustafa Efendi
(1840-1935) ile Müftü Osman Fevzi Efendi (1862-1939)’dir.[228]
Osman Fevzi Efendi, mebusluk vazifeleri ile Erzincan dışında çokça bulunmuş
olması hasebiyle Çermeli Hoca ile Mikdâd Efendi kadar halk arasında tanınmış
değildi. Bu hususta, şapka devriminden sonra tepkileri yumuşatmak maksadıyla
Mikdâd Efendi ile Çermeli Hoca’nın vazifelendirilmiş olduğunu da hatırlamak
gerekir.
Ahmed
Mikdâd Efendi, Erzincan şehrinin önde gelen hocalarının yanında bir vesile ile
yine devrinin mühim âlimlerinden olan Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960) ile de
mülâkî olmuştur. Bu görüşmeyi, mecliste hazır bulunan Bekir Sıdkı
Dokgöz’ün (1864-1949) oğlu Hasan Dokgöz (d. 1925) babasından
naklen şöyle aktarmıştır:
Bediüzzaman'ın ziyareti sırasında babam, Zeki Paşa'nın Başçavuşu
olarak orada hizmet ediyormuş. Ramazan ’a denk gemiş bu ziyaret
Babam
bana şöyle anlatmıştı:
Bediüzzaman'ı Zeki Paşa davet etti Erzincan'a. Zeki Paşa bana dedi
ki: Aşçıya söyle şu şu yemekleri yapsın... Ben de gittim söyledim, o yemekler
hazırlandı. Ramazan ayıydı, iftara az vakit kalmıştı. İftar sofrasındayız,
saate bakıldı, vakit yakın. Orada Erzincan'da bulunan ulema da vardı meşayih
de...
Oruç açma mevzuunda, önce namazı mı kılalım yoksa iftarı yaptıktan
sonra mı namazı kılalım diye Zeki Paşa ortaya bir soru attı. Bediüzzaman'a
soralım dediler. O sırada çok genç bir hoca, askeri lisede Türkçe hocası
Divrikli Hoca Mikdâd, “Efendim, birer hurma veya zeytin alalım sonra namazımızı
kılalım” dedi. Paşa, Bediüzzaman Hazretleri ’nin yüzüne baktı, sonra: “Sus hele
sen ağzı bezekli talebe ” dedi. Hoca ya da molla falan demedi, talebe dedi.
Zeki Paşa, “Hocam siz ne buyurursunuz?” deyince, Bediüzzaman
Hazretleri “Evvel taam, sonra kelam” dedi. Oradan Çermeli Hocaefendi de;
“Efendim bir delil, ayet veya hadis söylerseniz memnun oluruz” dedi. “Yâ Molla,
âyet yok, hadis var” dedi Bediüzzaman. Cenab-ı Peygamber (a.s.m.) ashabı
otururken “Kim iki rekât kusursuz namaz kılarsa ona bir deve vereceğim” diyor.
Ashab kalkıyor, hepsi de namaz kılıyorlar, artık kaç kişilerse...
Kılamadıklarını söylüyorlar. “Yâ Ali, sen de mi kılamadın?” diyor. “Yâ
Resulullah, ben de kılamadım. Acaba Kusva ismindeki devesini verir mi diye
aklıma geldi.” diyor. Bediüzzaman Hazretleri “Nasıl tatmin oldunuz mu?” diye
sordu. Zeki Paşa
“Efendim bizi müstefid ettiniz” dedi.
Bediüzzaman “Onlar deveyi düşünüp kılamadılar da biz mi kılacağız? Acaba hangi
yemek gelecek, tatlı mı gelecek diye. ” onları ikna etmişti. Bunları bana 231
babam böyle anlatmıştı.[229]
Nakledilene
göre bir mecliste bir araya gelen ulemâ ve meşâyıh arasında Mikdâd Efendi ile
Bediüzzaman Said Nursî de mevcuttur. Hasan Dokgöz bu hadiseyi nakletmeden önce
şu izahâtı da yapmaktadır:
Bediüzzaman Hazretleri Erzincan'a 1896
yılında 21 yaşlarında iken teşrif ediyorlar. O yıl, önce Erzurum'a geliyor.
Erzurum'da iken Zeki Paşa davet ediyor ve üç ay müddetle Erzincan'da kalıyor
Bediüzzaman Hazretleri.
Tekkeye, yani Terzi Babanın Tekkesine
gidiliyor her gün. O zaman, Osman Fevzi Efendi imiş tekkenin şeyhi. Bediüzzaman
Hazretleri orada da kalıyor. Fevzi Efendi ilk Erzincan Mebusudur. 1939'da vefat
etti. Onun da Kabri Terzi Baba Mezarlığındadır. O tekke sonradan yıkıldı.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: "Paşa, sen burada hizmet
ediyorsun, memnun musun?" "Efendim memnun olmasam kalmazdım"
diyor Zeki Paşa.[230]
Burada
verilen bilgilere göre bahsi geçen meclis 1896’da Bediüzzaman Said Nursî 21
yaşında iken kurulmuştur. Fakat bu tarihte bir hata vardır; zîrâ Mikdâd Efendi,
1899 sonu itibârıyla Erzincan’da ikâmete başlamış ve askerî rüşdiyede vazife
almıştır. Ayrıca 1878 doğumlu olan Bediüzzaman Said Nursî, o tarih itibârıyla
18 yaşındadır. Bunlara bakarak bu görüşmenin 1899 veya sonrasında gerçekleşmiş
olması muhtemeldir. Bediüzzaman’ı ve diğerlerini davet eden Zeki Paşa ise 1887-
1908 arasında
Erzincan’da 4. Ordu Komutanı olarak vazife yaptığına göre 1899-1908 arasında
bir tarihte olduğunu ifade edebiliriz.[231]
Mikdâd
Efendi açısından tatsız addedilebilecek bu hadisenin bir değerlendirmesini
yapmak gerekirse bu türlü hâtıralar aktarılırken şahısları tebcil, yüceltme
maksadıyla birtakım noktaların öne çıkarıldığı, bilakis birtakım noktaların da
görmezden gelindiği vâkidir. Dolayısıyla Bediüzzaman Said Nursî’nin hatırasına
hürmet maksadıyla bu hâdisenin gayri ihtiyârî oluşmuş bazı hatalı nazarlarla
aktarılmış olması da ihtimal dâhilindedir. Zîrâ 1835 doğumlu, yetmişine
merdiven dayamış bir paşaya henüz yirmili yaşlarda bir âlimin “Paşa, sen burada
hizmet ediyorsun, memnun musun?” şeklinde hitâbı pek de makûl ve makbûl olmasa
gerektir. Ayrıca Ahmed Mikdâd Efendi, Bediüzzaman Said Nursî’den altı yaş
büyüktür. Dediğimiz gibi bir şahsa hürmet maksadıyla kasıtsız ve samîmî bir
tavırla muhataplarının hafife alınması, hatta zaman zaman tahkir edilmesi
görülen şeylerdir. Netice olarak Ahmed Mikdâd Efendi’nin Erzincan’daki ilk
yıllarından itibâren ilim meclislerine; şehrin ileri gelenlerinin hazır
bulunduğu davetlere müdâvemet ettiği âşikârdır.
1.13.
Ahmed Mikdâd Efendi’nin
Hayat Kronolojisi
Tarih |
Hadise |
Mart 1872/r. 1288 |
Doğdu. |
1876 |
Mekteb-i ibtidâide ilk tahsiline başladı. |
1879 |
Bir yıl da Eğin’de tahsil görerek ibtidâîyi tamamladı. |
1880 |
Sekiz yaşında iken ana-babası ve iki kardeşi ile İstanbul’a
göçtü. |
1880 |
İstanbul’da Maşrık-ı Füyûzât Mektebi’nde tahsiline devam
etti. |
1887 |
Babası Abdullah Ağa vefat etti. Topkapı Mezarlığı’na
defnolundu. |
1888 |
Fahrî olarak Dâhiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl Şubesi’nde
vazife aldı. |
1890 |
Maaşlı kadroya dâhil olamayacağını anlayınca Dâhiliye
Nezâreti Sicilli Ahvâl Şubesi’nden ayrıldı. |
1891 |
Tahsiline devam ederken Fatih Medreseleri’nde vaaza başladı. |
1891 |
Anası Sırma Hanım vefat etti. Topkapı Mezarlığı’na
defnolundu. |
1896-97 [h. 1314] |
Vaazlarda hürriyet lehine, padişah aleyhine konuşunca
takibata uğradı. Memleketine sürgün edildi. |
1898-99 |
İlk evliliğini Hatice Hanım ile yaptı. İlk evlâdı Nâciye
doğdu. |
13 Aralık 1899 [r. 1 K. evvel 1315] |
Erzincan Askerî Rüşdiyesi İmlâ muallimliği vazifesine tayin
olundu. |
1900-1901 |
İlk eşi Hatice Hanım vefat etti. |
1901 |
Naime Hanım ile ikinci evliliğini yaptı. |
1904 |
Atabey Nizamiye Medresesi Müderrisliği tevcih edildi. |
1906 |
Naime Hanım’dan Yahya Kemal adını verdiği oğlu oldu. |
1908 |
Erzincan İdâdîsi’ne Türkçe muallimi olarak tayin edildi. |
1908-1909 |
Cevâhiru --efkârfî-Keşfi '--esrar adlı eserini
neşretti. |
1909 |
Sahn müderrisliği derecesi verildi. |
1911-1912 |
Üçüncü eşi Cemile Hanım ile evlendi. |
22 Aralık 1911 |
Feryâd-ı Dehşet-engiz der-hakk-ı Trab-usgarb adlı
eserini tamamladı. |
10 Kasım 1912 |
Balkan Harbi’ne gönüllü olarak katılmak üzere İstanbul’a
gitti. |
Aralık 1912 Ocak 1913 |
Şerefı'l-Mücâhıdin adlı eserini neşretti. |
1913 |
Naime Hanım’dan Halide Suat adını verdiği kızı dünyaya
geldi. |
29 Ekim 1913 [r. 16 T. evvel 1329] |
Savaş sırasındaki hizmetleri sebebiyle bir kıta gümüş
iftihâr madalyası ile taltif edildi. |
6 Temmuz 1914 |
İlmiye rütbelerinden İzmir mevleviyeti verildi. |
1916-1917 |
Erzincan Vaizliği vazifesi uhdesine verildi. |
1916-1917 |
Kafkas Cephesi’nde ordu ve talimgâhlar nâsıhı olarak vazife
yaptı. |
1918-1922 |
Millî Mücâdele’de hizmetlerde bulundu. |
1 Temmuz 1918 |
Erzincan Orta Mektebi’ne Türkçe Muallimliği vazifesiyle
tayin olundu. |
1922 |
İkinci eşi Naime Hanım vefât etti. |
1927 |
Erzincan Gerekgerek Mahallesi Kürt Hacı Murad Camii’ne vâiz
olarak atandı. |
1930 |
Erzincan Orta Mektebi’nden tasfiye edildi. |
Ağustos 1930 |
Ankara’da Maarif Vekâleti Orta Tedrîsât Dâiresi’nin açtığı
Türkçe muallimleri kursuna katıldı. |
15 Eylül 1930 |
Ankara’da rahatsızlanarak tedâvi altına alındı. (Şirpençe ve
şeker hastalığı tedâvisi gördü.) |
1 Ocak 1931 |
Bayburt Vaizi ve Bayburt Orta Okulu Türkçe Muallimi olarak
vazifeye döndü. |
Şubat-Mart 1931 |
Oğlu Özdemir Cevad vefât etti. |
1 Haziran 1931 |
Bütçe kanunu gerekçe gösterilerek 30 yıllık görev müddetini
doldurduğu için vaizlik vazifesinden tasfiye edildi. |
Ocak 1932 |
Artvin’e tayin edildi. |
Aralık 1932 |
Trabzon Kız Orta Mektebi Türkçe muallimi olarak
vazifelendirildi. |
1934 |
Soyadı kanunundan sonra “Poyraz” soyismini aldı. |
1935 |
Ozanlar adlı eserini Ankara’da neşretti. |
1936 |
Trabzon’da emekli oldu. |
1936 |
Erzincan’a döndü. |
27 Aralık 1939 |
Büyük Erzincan Depremi’nde karısı Cemile Hanım ve dört
evlâdı ile birlikte enkaz altında kalarak vefât etti. |
2. SANATI, ŞAHSİYETİ VE
ESERLERİ
2.1.
Şahsî Husûsiyetleri ve Fikrî
Yapısı
Osmanlı
devrindeki adı ve lakabı ile Divrikli Boyrazzâde Ahmed Mikdâd Efendi’nin, yâhut
Cumhuriyet sonrasındaki ismi ile Ahmet Miktat Poyraz’ın şahsî husûsiyetlerini
tespit için en genel; fakat en kestirme ve sağlam yol kanaatimizce onun hakîkî
manâda kalem ve kelâm ehli olduğunu beyân etmekten geçer. Zîrâ gençlik, hatta
çocukluk yıllarından itibâren şahsiyetinin şekillenmesinde bu iki haslet
ziyâdesiyle müessir olmuştur. Burada, kalemin işaret ettiği yazmak istidâdı ve
arzusu onun velûd bir müellif oluşunu; kelâmın işaret ettiği konuşmak, anlatmak
istidâdı ise Mikdâd Efendi’nin hatiplik, vâizlik ve muallimlikte
muvaffakiyetini temin etmiştir. Daha medrese yıllarından itibâren bu iki vasıta
onun şahsiyetini şekillendirecek birçok hadiseye de sebep olmuştur.
Mikdâd
Efendi’nin başına gelen çeşitli sıkıntıların bir sebebi doğru bildiğini ifade
etmekten çekinmeyen bir şahsiyet oluşudur. Bilhassa gençlik yıllarında bu
sebeple sürgün edilmiş; bu sürgün üzerine de belli bir dönem sükût etmek
zorunda kalmıştır. Fakat bulduğu ilk fırsatta yine doğru bildiğini söz ve yazı
ile ifade etmekten, fikriyâtını izhâr etmekten geri durmamıştır. Bunun en güzel
misâli de 1899 sonunda memleketine sürgün edilip sükût etmek zorunda kalmasına
rağmen meşrûtiyetin ilanının hemen sonrasında, bulduğu ilk fırsatta soluğu
İstanbul’da alarak kalemi ve kelâmıyla tenkitlerini, düşüncelerini beyân
etmesidir. Mikdâd Efendi, ilerleyen yaşlarında da kalemi bırakmamış; vaazları,
dersleri terk etmemiştir. Vefât ettiği 1939 yılı başında hâlâ resmî makamlara
müracaatla vâizlik vazifesi talebinde bulunması buna güzel bir misaldir.
Kısacası Ahmed Mikdâd Efendi, ölene kadar kalem ve kelâm ile tebliğe, irşâda
devam etmiştir.
Kaleme
aldığı eserlerden hareketle ilmî şahsiyeti hakkında söyleyebileceklerimiz
sınırlıdır. Fakat Mikdâd Efendi’nin küçük yaşlarda hâfızlığını tamamladığı,
Arapçayı iyi derecede bildiği, bu dille eserler verdiği malûmumuzdur. Farsçaya
da âşinâ olduğunu bizzat kendisi ifade etmekle birlikte, bu dile dâir
bilgisinin âşinâlıktan öte olduğu Cânistân adlı manzûm bir Farsça eser
kaleme almış olmasından anlaşılmaktadır. İlmî şahsiyeti hakkında fikir edinmek
açısından bu bilgiler yeterli değildir; fakat onun talihsizliği, daha önce de
ifade ettiğimiz gibi, eserlerinin kâhir ekseriyetinin kaybolmuş olmasıdır. Bu
eserlerinden ele geçenlerin genellikle edebî eserleri ve kısa risâleler ile
derlemeler olduğu göz önünde bulundurulursa ciddî ilmî eserlerinin elde
olmadığı anlaşılacaktır. Dolayısıyla onun ilmî şahsiyetini görmek için elde olan
eserlerini tetkik etmekle ve kaybolan eserlerinin isimlerine bakmakla iktifâ
etmek mecburiyetindeyiz. Elde olan eserlerine bakarak onun İslam’ın iki temel
kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’e ve hadîs-i şerîflere vukûfiyeti
görülebilir. Burada hâfızlığını ve daha sonraları hazırladığını bildiğimiz Kur’ân
ve Buhârî Lügatları adlı eserini de zikretmek gerekir; bu eseri de
kayıptır. Yine bu alana vukûfiyetini gösteren bir başka eseri de Felekü’d-dîn
fî-Sûretü’t-Tîn adlı tefsîridir. Bu eseri Arapça olarak kaleme almıştır.
Elde olan eserlerinden Şerefü’l-Mücâhidm adlı cihâd risâlesi de bu
hususta zikre şâyândır. Üç bölümden müteşekkil bu eserin birinci bölümünde
cihâda dâir âyetler derlemesi ve tefsîrleri; ikinci bölümde aynı mevzûda
hadisler ve şerhleri ve son bölümde ise cihâda dâir muhtelif şâirlerden Arapça
beyitler ve tercümeleri mevcuttur. Bu usûl ve muhtevâ da onun ilmî seviyesine
işaret olarak görülebilir.
Yazdığı
makalelerden, neşrolunan eserlerinden anlaşılan Mikdâd Efendi, Osmanlı
Devleti’nin mekteplerinde ve medreselerinde yetişmiş bir âlim olarak tüm
sözlerini müslümanların o çetin zamanlardan çıkması gâyesine hasretmiştir.
Eserlerinde “cihâd” bahsinin ciddî bir yer işgâl etmesi buna bir delildir.
Cihâd anlayışı da sadece savaş meydanlarında hasma karşı harekât manâsında
değildir. Kendisinin 1912 Kasım’ında Balkan Harbi’nin başlamasından hemen sonra
Erzincan’dan çıkarak kıta kıta, cephe cephe gezerek askerî birliklere vaazlar,
nasihatler vermesi; hatta bu sıralarda bir cihâd risâlesi telif etmesi onun bu cihetteki
gayretine güzel misallerdir. Mikdâd Efendi’nin cihâd ve şehitlik arzusu da onun
şahsî hususiyetleri arasında zikredilmeye değer bir özelliğidir. Daha önce de
aktardığımız gibi oğlu Kemal Poyraz, onun dâimâ şehitliği arzu ettiğini ve
nihâyet zelzele şehîdi olduğunu ifade etmiştir. Bu cihâd ve şehitlik arzusu
bahsinde binlerce kilometre ötede gerçekleşen Trablusgarb Savaşı için “mümkün
ola da biz de cihâda gidelim” diyen de yine Ahmed Mikdâd Efendi’dir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin hayatında tasavvufî bir çevrede bulunduğuna, bu yönde
bağlantıları olduğuna dâir bir bilgi yoktur. Fakat onun eserlerinde tasavvufî
tesirler olduğu da âşikârdır. Bilhassa nefis, nefis terbiyesi, nefsin hâlleri,
nefsin mertebeleri, rûhun tasfiyesi gibi bahisler eserlerinde yer bulmuştur.
Tasavvuf klasiklerinden Avârif, İhyâ, Tenbihü’l-Gâfilîn
gibi eserlerden istifâde ettiğini de kendisi çeşitli yazılarında ifade
etmiştir.
Konuşmak ve
yazmak için elbette en başta dinlemek, iyi bir dinleyici olmak gerekir. Ahmed
Mikdâd Efendi, bu hususta da yaşadığı beldelerde ismini duyurmuştur. Belir
Bulut Hanımefendi, anneannesinden naklen dedesinin bu yönünü anlattıktan sonra
onu “beldesinin Marko Paşa’sı” tabiriyle tanımlamıştır.[232]
Mikdâd Efendi, cemiyet içinde sevilen, itibârı yüksek bir şahsiyet olduğundan
olsa gerek dertlilerin, müşkülât sahiplerinin meselelerini halletmek için
başvurduğu bir makam olarak görülmüştür. Hatta kızına yazdığı mektuba eklediği
şiirin sonunda bu dert dinleme işini şöyle dile getirmiştir:
Söyle ki
derdini dinleye Miktat
Odur
dertlileri durup dinleyen
Ezelden
beridir eylemiş mu’tad
Odur
başkasını görüp inleyen
Mikdâd
Efendi’nin bir başka husûsiyeti de hayırseverliğidir. Belir Hanım’ın
anneannesinden naklettiği bir hâtıra onun bu güzel hasletini tam olarak
anlatmaya kanaatimizce kâfîdir: Mikdâd Efendi, bir kış günü kızı Hâlide Suat’ı
mektebe götürürken karşıdan gelen paltosuz, bir gömlek bir pantolon bir adam
görmüştür. Bu hâl üzerine adamı çağırarak kendi paltosunu o adama vermiş; daha
sonra kızı Hâlide Suat’ı okulun kapısından içeri gönderirken de “kızım sen
erken çık da eve git, bana giyecek bir şeyler getir de ben sonra çıkayım” diye
tembihlemiştir. Hâlide Suat, okuldan çıkınca babasının dediğini yapmış ve
böylece beraber eve dönmüşlerdir.[233]
Ahmed
Mikdâd Efendi, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla hem Osmanlı Devleti’ni hem de
Türkiye Cumhuriyeti’ni sahiplenmekten vazgeçmemiştir. Sürgün edildiği,
sıkıntılara göğüs germek, durmaksızın şehir şehir gezmek durumunda kaldığı
zamanlarda dahi devlete karşı bir küskünlüğü, kırgınlığı olmadığı
anlaşılmaktadır. İstibdât devri olarak gördüğü Sultan II. Abdülhamid devri
sonrasında ciddî tenkitler serdettiği dönemlerde evlatlarına, sultana bağlılık
ve muhabbet, devlete sadâkatle hizmet nasihatinde bulunmuştur.[234] 1931’de kanunî engeller
sebebiyle kendi arzusu dışında vâizlik kadrosundan tasfiye edilip vefâtına
kadar bu meselenin halli için uğraştığı hâlde, devlete karşı bir kırgınlık
göstermemiş; hizmet etme arzusunu ömrünün sonuna kadar resmî makamlara
bildirmiştir.
Herhangi
bir vesikasına ulaşılamamakla birlikte aileden gelen bilgilere göre
hayırseverliğini ve cömertliğini vatan hizmetinde gösteren Mikdâd Efendi,
babasından ve amcasından kalan malı mülkü bilhassa Millî Mücâdele döneminde
orduya, askere bağışlamış; devlet faydasına tahsis etmiştir. Hattâ kendi
mallarını böylece hîbe ettiği gibi varlıklı bir ailenin evlâdı olan damadı
Ebubekir Sıtkı İliktekin’i de aynı yönde teşvik ettiği; kayınpederinden gelen
bu talebe binâen Ebubekir Sıtkı Bey’in de aynı sûrette askerin faydası için
birçok mülkünü, mahsûlünü hîbe ettiği ifade edilmiştir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin çevre bilinci ve sevgisi de şâyân-ı takdirdir. Yine Belir
Hanım’ın anlattığına göre yediği meyvelerin çekirdeğini asla çöpe atmaz;
mendilinin içinde biriktirir ve ardından ilk fırsatta topraktan aldığı bu
çekirdekleri, tohumları kendi ifadesiyle “toprağa iade eder”. Belir Hanım,
ailede bunun bir gelenek hâline geldiğini de ifade etmiştir. Mikdâd Efendi’nin
çocukları ve hatta torunlarının çocukları da aynı usûlle toprağa iâde
geleneğini devam ettirmişlerdir.[235]
2.2.
Şâirliği ve Şiirlerinin
Husûsiyetleri
2.2.1.
Şairliği ve Şiire Dair
Görüşleri
Erzincan
eşrâfından Nizamettin Özbek, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibâren
Erzincan’dan hatıralarını anlattığı Erzincandan Kemahtan adlı eserinde,
etrafını Ordu Müfettişliği, ortaokul, belediye, genel kitaplık, askerî mahfel,
hükümet konağı ve vali konağının çevrelediği “Saray” denilen dikdörtgen meydanı
şöyle anlatır: Bizim çocukluğumuzda bütün tören ve kutlamalar bu meydanda
yapılırdı. Divrikli Hoca, vezni, kafiyesi ve hatta anlamı da serbest
manzumelerini burada okurdu.[236]
Esasen Nizamettin Özbek, bu cümleyle Mikdâd Efendi’nin şiirlerinin bir yönünü
özetlemiştir diyebiliriz. Onun şiirdeki genel çizgisine bakarak şiirlerini
Nizamettin Özbek’in işaret ettiği sûrette serbest tarzda yazmadığı; fakat
şiirde vezinden ve kafiyeden ziyâde manâya öncelik verdiği anlaşılmaktadır.
Bilhassa Cumhuriyet sonrasında kaleme aldığı şiirler için bu tespitin daha doğru
olduğu ifade edilebilir.
Cumhuriyet
döneminde kaleme aldığı şiirlerle ilgili bu tespiti yaptıktan sonra elimizdeki
eserlerinden hareketle onun şairliğini iki dönemde tetkik etmek kanaatimizce
daha doğrudur. İlk dönemde genellikle aruzla ve mesnevî tarzında yazdığı
manzumelerle öne çıkmaktadır. İkinci dönemde ise daha çok dörtlüklerle ve koşma
tarzında şiirler yazmıştır. Fakat şunu da ifade etmemiz gerekir ki bu iki dönem
yani daha ziyâde aruzla yazdığı ilk dönem ve halk şiirine, âşık tarzına yakın,
daha çok hece ölçüsü ile şiirler yazdığı ikinci dönem kesin olarak birbirinden
ayrıdır; bu iki dönem arasında şiir tarzı zâviyesinden keskin bir değişim
vardır da denilemez. Zira Mikdâd Efendi, aruzla yazdığı ilk dönemde de hece ile
şiirler yazmıştır. Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Şiirler” başlıklı
manzûme sekizli hece ölçüsü ile yazılmıştır. Aynı şekilde ikinci dönemde de
aruzla şiirler yazmıştır. 1935’te neşredilen Ozanlar adlı eser buna bir
misâldir. Ozanlar aruzla kaleme alınmış 272 kıtadan müteşekkil hacimli
bir eserdir. Bu eserde dil ve üslup olarak halk şiirine bir yaklaşma vardır;
fakat aruzdan da vazgeçilmemiştir. Bu manâda onun şairliğinde eski ve yeni
arasında kalma durumunun gözlendiği de ifade edilebilir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin halk şiiri tarzında yazdığı manzûmeler hem söyleyiş hem de
muhtevâ veçhesinden önceki dönemdeki şiirlerine göre zayıftır. Bilhassa Ozanlar
adlı eserinin bazı kısımlarının zorlama bir üslûpla kaleme alındığı âşikârdır.
Bu dönemdeki şiirlerinin zayıflığı ile alâkalı olarak bu tarzda çok şiir
yazması sebebiyle irticâlen söylenmiş manzûme seviyesinden yukarıya
çıkamadığını ifade edebiliriz. Bizim sadece bir şiirine ulaşabildiğimiz Duygu
Demetleri adını verdiği şiir defterlerinin sayısı kendi ifadesine göre
otuzu bulmuştur. Bu kadar çok şiir yazan bir şairin şiirlerinin üzerinde kâfî
miktarda çalışamamış, tefekkür ve teemmül edememiş olması gayet tabiîdir. Bizim
çalışmamıza eklediğimiz şiir de esâsen bu tespitimizi doğrular niteliktedir.
Bir misâl olarak Mikdâd Efendi, kızı Halide Suat’a gönderdiği bir mektuba
eklediği “Kızım Suad” başlıklı manzumenin sonuna o şiiri acele olarak
yazdığını; kendi defterine yani Duygu Demetleri adını verdiği
defterlerine kaydedemediğini, bu sebeple gönderdiği şiirin kaybedilmemesi
gerektiğini ve bilâhare bunu defterine kaydedeceğini ifade etmiştir. Yine
yıllar sonra İstanbul’da ana-babasının kabirlerini ziyâret maksadıyla gidip
onların kabirlerini bulamaması üzerine yazdığı iki şiir de kızına ithâfen
kaleme aldığı şiirden seviye olarak çok farklı değildir.
Netice
olarak konuyu vuzûha kavuşturmak ve Mikdâd Efendi’nin şiire bakışını daha iyi
anlamak için şunu ifade etmeliyiz ki onun neredeyse hiçbir şiirinde sanatlı
söyleyiş gayreti; derin hayaller, buluşlar; anlaşılması güç mazmunlar yoktur.
Defaatle ifade ettiğimiz gibi Mikdâd Efendi şiirlerinde dâimâ bir ders vermeyi;
nasihatte bulunmayı; müşkülleri halletmeyi kendisine gâye edinmiştir. Şiiri
dâimâ bir hitâbet vasıtası olarak görmüş ve meramını anlatmak yolunda
kullanmıştır. Ayrıca onun fikriyâtında âlim bir şâir olmak insanı
kıymetlendiren, ona şeref bahşeden bir hususiyettir. Aynı sûrette dîvânları
okumak ve ezberlemek de insanı şereflendiren, ona itibâr katan fiillerdendir.
Ahmed Mikdâd Efendi, bu minval üzere Feryâd-ı Dehşet-engiz der-hakk-ı Trablusgarb
adlı eserinde oğluna şöyle nasihat etmiştir:
Yalınız
hüsn-i nazarla bakasın sözlerime
Basasın
sen de benim bu sühanım izlerime
Olasın
şâ‘ir-i dânâ bulasın kadr ü şeref
Edesin hıfz-ı devâvîn olasın müsteşref [237]
2.2.2.
Şiirlerinde Dil ve Üslup
Ahmed
Mikdâd Efendi, hem klasik tarzda hem de halk şiiri tarzında yazdığı şiirlerinde
umumiyetle sade bir dil kullanmıştır. Bu noktada dikkat çeken bir husûsiyet
sade bir dille yazılan şiirlerin âdetâ bir vaaz havasında yazılmış olmalarıdır.
Nesrinde girift terkipleri, günlük dilde sık karşılaşılmayan kelimeleri
kullanmaktan çekinmeyen Mikdâd Efendi’nin bu tarz şiirlerindeki dil ve üslup
tercihi, onun vaaz ve nasihatte bulunma arzusunun bir tezâhürü olarak
görülebilir. Başka bir ifade ile Mikdâd Efendi için mühim olan anlaşılmaktır.
Fikir ve mülahazalarını en sarih şekilde yazıya dökmek maksadıyla basit, vazıh,
herkesin aşina olduğu bir dil ve üslup tercih etmiştir. Cerîde-i Sûfyye’de
neşrolunan “Nevâ-yı Vahdet” başlıklı manzûmenin şu kısmı bu hususta güzel bir
misâldir:
Tut
halkasını Ka ‘be-i ezkâr-ı Hudâ’nın
Bak
fırsatına vakti ile farz edânın
Sünnet
yoluna eyle fedâ mâl ile cânı
“Allah”
yolunu tut da gidip emrini tanı
Kur’ân’a
da bak doğruluğu eyle ta‘allüm
Zinhâr
ebedî kizb ü lağv etme tekellüm
Mahlûka
ezâ eyleme haksızca gazabdan
Sabr et
ki amân çıkmayasın râh-ı edebden
Tut
şer‘-i şerîf üzre olan habl-i metîni
Hakdan hibedir bizlere bil böylece dîni[238]
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin bu türlü manzumeleri üslup ve muhtevâ olarak klasik
nasihatnâme türü eserlere oldukça benzemektedir. Yine Cerîde-i Sûfiyye’de
neşredilen “Şiirler” başlıklı manzumesi de sade bir dil, açık bir üslup, rahat
bir söyleyiş gibi hususiyetleri haizdir:
Kardaş gelin birleşelim
Yurdumuza yerleşelim
Güzel güzel görüşelim
Yücelere erişelim
Hakka lâyık iş edelim
Başkasını biz n’edelim
Doğru güzel yol gidelim
Eğriliği terk edelim[239]
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin nesri ve nazmı arasındaki dil ve üslup farkına yukarıda
işaret etmiştik. Bu husustaki farklılaşmanın sebebi olarak onun nesirlerinde
daha ilmî, teknik konuları ele alması; işaret edilen manzûmelerinde ise
tatbikâta geçmesini arzu ettiği tavsiyelerini yahut tashih edilmesini arzu
ettiği günlük hayata dâir tespitlerini açık ve anlaşılır bir şekilde beyân
etmesi gösterilebilir. Nitekim Mikdâd Efendi, ilmî-felsefî konuları işlediği
şiirlerinde de nesrindekine benzer bir dil ve üslup tercih etmiştir. İsminden
de anlaşıldığı üzere dînî-felsefî bir manzum eser hüviyetinde olan Tevhîd-i
Kâinât’ın ilk bendi bu bahiste mühim bir misâldir:
Hele bir
sor de ki: Ey ‘âlem-i lâhût-ı ezel!
Ceberût
mu idi ya sen mi idin en evvel?
Melekût
bahr-i ‘amîki ne zamân mevc etdi
Ne vakit
oldu bu nâsût melekden efdal?
Neye
mebnî bu teberrüc* ne içün böyle zuhûr
Neye dâ’ir bunu kim yapdı muvâfık-ı ekmel?[240]
Mevzu
edilen mesele ile alâkalı olarak mecbûren böyle bir dili ve üslûbu tercih
ettiği anlaşılan Ahmed Mikdâd Efendi, burada hem bu tercihi telâfi hem de
okuyucuya bir kolaylık olması için metin içinde geçen okuyucunun âşinâ
olmadığını düşündüğü kelimelere dipnot düşerek manâlarını vermiştir. Yukarıdaki
bentte
“teberrüc”
kelimesine bir dipnotla “meydana çıkmak” manâsını verdiği gibi metin boyunca bu
türlü dipnotlara devam etmiştir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin sade bir lisanla kaleme aldığı manzumelerinin yanında
nispeten girift terkiplerle kurulmuş şiirleri de mevcuttur. Yine üslûp
noktasında bir başka hususiyet ise onun şiirinde zaman zaman göze çarpan bazı
kelimelerin Türkçe metinlerde nâdiren görülmesidir. Cerîde-i Sûfiyye
sütunlarında yer bulan na’t türündeki bu manzume hem üslup, hem dil
husûsusiyetleri zâviyesinden mühim bir misâldir. Bu misâlde diğer şiirlerine
nispetle daha ağdalı bir üslûp ve “şezâ” gibi nadiren kullanılan Arapça bir
kelime dikkat çekmektedir:
Ey
sa‘âdet melce i zî-fezâ’ilakderi
Ey kerâmet
menba ‘ı, ey sıhr-ı pâk-i Haydarî
Ey
cemâli nûr-i Kur’ân, pür-şezâ-yı ‘anberî
24
2 4 2 2 12. 2 3'1
2'4 • - 7 -243
Ey Arab
sâdâtının fahri, hatıb-i minberi
Yukarıda da
beyan ettiğimiz gibi bu manzumedekine benzer bir üslup ve dil Ahmed Mikdâd
Efendi’nin daha ziyâde nesirlerine hâkimdir. Bilhassa ilmî-felsefî mevzularda
kaleme aldığı makalelerinde terkiplerle birleşen ıstılahlar, bu metinlerin daha
dar bir okuyucu grubuna hitap ettiği hissini uyandırmaktadır. Bu türlü şiir ve
makalelerle ulemâ, üdebâ ve münevver tabaka karşısında ilmî ve edebî olarak
rüştünü ispat etmeye gayret eden bir Ahmed Mikdâd Efendi manzarası göz önüne
gelmektedir. “Katarât-ı Hakîkat” başlığı ile Beyânülhak’ta neşrolunan
makale burada güzel bir misâldir:
İklîm-i ceberûtun ehl-i melekûtu arasında hil‘at-ı kudsiyyeti iktisâ
ederek sonra jengdâr eden Hazret-i Ebu’l-beşer, nelere uğramadı. Mescûd-ı melek
olmak rengiyle parlayan kisve-i dil-ârâsı, kurbet-i şecer yüzünden revakını
gâ’ib etdi. Tebdîl-i câme hikmetiyle ‘üryan oldu, yerlere indi, disâr-ı tevbe
ile tezeyyün ederek zemîn ve zamânda yetişdirdiği neşr etdiği evlâd ve [241]
ensâlini hayme-i hayâta bırakıp diyâr-ı ebedîye gitdi. Sarây-ı bekayı tercîh
etdi.[242]
Ahmed
Mikdâd Efendi, şiirlerinde klasik edebiyatın mesnevî formunu sıklıkla
kullandığı gibi halk edebiyatının koşma nazım biçimini de kullanmıştır. Klasik
tarzda ve aruz vezniyle şiirler kaleme aldığı dönemlerde bilhassa şaire geniş
bir alan sağlaması bakımından mesnevî tarzını tercih ettiği görülmektedir.
Ahmed Mikdâd Efendi’nin Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan Balkan
Harbi’ndeki acı manzarayı mevzu ettiği “Enîn” başlıklı 27 beyitten müteşekkil
şiiri mesnevî formunda kaleme aldığı manzûmelerine güzel bir misâldir. Aynı
sûrette yine Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber”
adlı na’t türündeki manzûme de 17 beyitten müteşekkil mesnevî formunda bir
şiirdir. “Nevâ-yı Vahdet” başlığıyla Cerîde-i Sûfiyye sütunlarına giren
tevhid türündeki 78 beyitlik mesnevî de Ahmed Mikdâd imzasını taşımaktadır.
Mikdâd Efendi’nin neşrettiği ilk manzum eser olan Feryâd-ı Dehşet-engîz
der-hakk-ı Trablusgarb da 154 beyitten müteşekkil bir mesnevîdir. Şerefü’l-mücâhidîn
adlı eserinin sonuna eklediği sekiz beyitlik manzume de klasik tarzda bir
gazeldir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin şiirde şekilden ziyâde manâyı aradığı ifade edilebilir. Bunu,
yukarıda ifade etmeye çalıştığımız mesnevî tarzında şaire geniş alan sağlayan
nazım şekillerini tercih etmesiyle delillendirebileceğimiz gibi bazı
şiirlerinde tesadüf edilen özgün denebilecek, şekil olarak kaidelerin dışına
çıkma tavrı ile de delillendirebiliriz. Bu tavrın misâllerinden birisi Ahmed
Mikdâd Efendi’nin “Bedî’a” adlı makalesinin sonuna eklediği 18 beyitten
müteşekkil manzumesidir. Bu manzume matla beyti olmaksızın gazel/kaside tarzında
yazılmıştır. Mikdâd Efendi, mahlas beytinin ardına şu beyit ile zeyl yapmıştır:
Mikdâd
gibi binlerce zebân olsa güvâhı
Bitmez
ebedî gizli olan kenz-i mesâ’il
Bir söz
ki sana şimdi derim dinle ki vallâh
Birdir
ebedî Hâlık-ı 'âlem yüce Allâh[243]
Bu misâlde görüldüğü
üzere Ahmed Mikdâd Efendi, vezni aynı olmak kaydıyla kafiyesi farklı ve kendi
için kafiyeli bir beyti şiirinin sonuna ekleyerek onun için esas olanın manâ
olduğunu göstermiştir.
Mikdâd
Efendi hece ölçüsü ile de şiirler yazmıştır. Cerîde-i Sûfiyye’de
neşredilen ilk şiirlerinden biri “Şiirler” başlığını taşımaktadır. Sekizli hece
ölçüsü ile kaleme alınan on altı dörtlükten oluşan bu şiir her dörtlüğü kendi
içinde kafiyelenişi ile halk edebiyatı şekillerinden farklı bir görüntü arz
etmektedir. “Bay Baba Salim’e”, “Kızım Suad”, “Sılaya Dönüş”, “İstanbul Topkapı
Mezarlığında Anama”, “Babama” başlıklı şiirler ise 11’li hece ile yazılmış
koşma formunda manzumelerdir.
Ahmed
Mikdâd Efendi, şiirlerinde hem aruzu hem hece ölçüsünü kullanmıştır. Gençlik
devresinden itibâren ekseriyetle aruzu kullanmıştır. Sonraki dönemlerinde ise
hece ölçüsünü eskiye nispetle daha sık kullandığı ifade edilebilir.
Hece olarak
sekizli ve on birli heceleri kullanmıştır. Aruzda ise Türk şairlerin sıklıkla
kullandığı vezinleri tercih etmiştir. Bunlar:
fâ 'i lâ
tün/fa 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fa 'i lün
mef ‘û
lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün
me fâ ‘î
lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin kullandığı vezinler ve şiirler şöyle eşleştirilebilir:
11’li hece: Bay Baba Sâlim’e[244], Kızım Suad, İstanbul Topkapı
Mezarlığı’nda
Anama, Babama, Sılaya Dönüş[245]
8’li hece:
Şiirler[246]
fâ 'i lâ
tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün (fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ
tün/fe 'i lün): Enîn[247], Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber
Salla’llahu ‘aleyhi ve-sellem[248], Başvekil İsmet Paşa’ya Şiir
mef ‘û
lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün: Bedî’a[249],
Nevâ-yı Vahdet[250]
me fâ ‘î
lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün: Duygu Demetleri’nden iki şiir
Ahmed
Mikdâd Efendi müstakil olarak neşrettiği manzum eserlerinde ise birden çok
vezin kullanmayı tercih etmiştir. 1935’te basılan Ozanlar ’ın başındaki
“Öğün” başlıklı şiir “fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün” kalıbı
ile yazılmışken “Şairler” başlıklı esas kısım ise me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe
‘û lün vezni ile kaleme alınmıştır. Eserin sonuna eklenen “Ulusum Büyük Türk’e
Armağan İstiklâl Marşı” başlıklı şiir de “fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ
tün/fâ 'i lün” kalıbı ile yazılmıştır. Ozanlar’dakine benzer şekilde Feryâd-ı
Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb adlı eserin de ilk 61 beyti “mef ‘û
lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbıyla geri kalan kısımlar ise “fe 'i
lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün” kalıbıyla yazılmıştır. Bu iki
eserde vezinlerin değişimi belli bölümlere hasredilmiş görülmektedir. Tevhîd-i
Kâinât adlı eserde ise vezin değişimlerinin tamamen düzensiz, keyfî bir
sûrette yapıldığı görülür. Eserin genelinde “fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ
tün/fe 'i lün” kalıbı hakimken şairin sıklıkla “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î
lü/fe ‘û lün” kalıbına müracaat ettiği görülür. Hatta bir mısrada “fe ‘i lâ
tün/ fe ‘i lâ tün/ fe ‘i lâ tün/ fe ‘i lâ tün” kalıbının kullanıldığı
görülmektedir.[251] İfade ettiğimiz gibi bu
hususta bir keyfîlik yahut rahat söyleyiş arayışı göze çarpmaktadır.
Anlaşıldığı kadarıyla Ahmed Mikdâd Efendi, kastettiği manâyı en rahat şekilde
nasıl söze dökebilirse o şekilde kağıda aktarmaktadır. Aruz konusunda çok
başarılı olmadığı göze çarpan Mikdâd Efendi’nin esasen böyle bir gayretinin de
olmadığı söylenebilir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin şiirleri sanat endişesinden uzaktır. Bilhassa Cumhuriyet
devrine kadar yazdığı manzumelerinde ya o günkü meseleleri ya da dînî- felsefî
konuları ele almıştır.
Cumhuriyet’ten
önceki dönemde yazdığı manzumelerde cihâd, ittihâd, vatan, millet gibi
dînî-içtimâî mevzular ağırlıktadır. Bir farklılığı tespit adına mukayese yapmak
gerekirse onun şiirinde muhtevâ olarak klasik Osmanlı şiirinin âşıkâne
söyleyişine rastlanmaz. Bu dönemde kaleme aldığı eserlerin neredeyse tamamı bir
amaca matuftur. Şiirine konu olan meseleler de ifade ettiğimiz gibi devletin ve
milletin içinde bulunduğu müşkül durumlara dâirdir. Meselâ neşrolunan ilk
manzum eseri Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, Trablusgarp
Savaşı üzerine yazılmıştır. Yine Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Enîn”
başlıklı şiir, Balkan Harbi’ndeki manzaradan hareketle yazılmış bir şiirdir. Bu
türlü manzumelerde savaşın tesiri açıktır.
Sonraları
kaleme aldığı Tevhîd-i Kâinât adlı eseri ise dînî-felsefî mâhiyette bir
manzum eserdir. Aynı zamanda bu eserde içtimâî mevzulara da sıklıkla yer
vermiştir. Ele alınan bu meseleler arasında kadınların tesettüründen ulemânın
kifâyetsizliğine; teaddüd-i zevcât meselesinden sefâletin, cehâletin
sebeplerine; müskirâtın zararlarından erkeklerin evlilikteki vazifelerine kadar
birçok mevzu vardır. Mikdâd Efendi’nin bu türlü eserlerinin yanında tevhîd ve
na’t türünde manzûmeleri de mevcuttur.
Bu Osmanlı
dönemindeki manzumelerine dâir üzerinde geniş olarak durulması gereken bir konu
harpler ve cihattır. Onun şiirlerinde dâimâ Trablusgarp, Balkan, Kafkas
harplerini görmüş, bunların bir kısmına bizzat katılmış bir şair olarak bu acı
hadiseleri, büyük hezimetleri, binlerce şehidi/gaziyi, düşman karşısında
düşülen acziyeti gözünün önünden hiç ayıramayan, içine sığdıramayan,
hazmedemeyen bir ruh hâli müşâhede edilir. Şiirinde zaman zaman bu acı
manzaranın sebeplerini aramıştır. Şu beyitler onun bu meseleye dâir tespitini
göstermesi bakımından mühimdir:
Mütemâdî
yakalım bağrımızı âh bin âh
Vatanın cânını yakmışdı cehâlet eyvâh[252]
Bilmek
ne büyük lutf-ı Hudâ-yı müte‘âldir
Cehlile vusûl bil ki onu emr-i muhâldir[253]
Görüldüğü
üzere ona göre bu mağlubiyetlerin, sefâletin sebebi cehâlettir. Ahmed Mikdâd
Efendi, çok sade bir dille, açık bir üslupla yazdığı şiirlerinde cehâletin,
gereksiz çekişmelerin izalesi için çareler aramış, dersler verme gayretine
girişmiştir. “Şiirler” başlığı ile Cerîde-i Sûfiyye’de beşredilen manzumesi
buna güzel bir misâldir:
Ecdâdımız
kimdir bilin
Dediğine
bakma elin
Kardaşlığı
muhkem kılın
Yürekdeki
kîni silin
Biz
kardaşız bir babadan
Gitmeyin
eğri sapadan
Yaradan
verdi cabadan
Etdi
sağlıkla âbâdân
Unutmayın
sırdaşlığı
Terk
etmeyin kardaşlığı
Muhkem
tutun yoldaşlığı
Bırakmayın
dîndaşlığı
Yine aynı
şiirdeki şu iki dörtlük de Ahmed Mikdâd Efendi’nin anlayışını ve üslubunu
göstermesi veçhesinden mühimdir.
Kanlı
kefendir şânımız
Şehîdlikdir
nişânımız
Mezâr
bizim gülşenimiz
Hep
karanlık rûşenimiz
Dedikoduyu
atalım
İşi
birlikde tutalım
Geçenleri
unutalım
Düşmanları uyutalım[254]
Bu
özeleştiri ve nasihat kabîlinden söyleyişler dışında hamâsî ifadeler de Mikdâd
Efendi’nin şiirinde yer bulur. Hatta zaman zaman bu hamâsî tarzda eşine az
rastlanacak söyleyişler de kaleminden dökülmüştür. Şerefü’l-Mücâhidîn
adlı cihât risâlesinin sonuna eklediği şu gazel tarzı şiir hamasî söyleyişe
güzel bir misâldir:
Ben
yiğit oğlu yiğit bir kahramân-ı 'âdemim
Gerçi
sûretde kıyâfetde mücerred âdemim
Kan
saçar bayrak açar düşmanları mahveylerim
Şimdi
arslanlar yiğitlerdir refik ü hemdemim
Düşmanı
andıkca kalbim çarpıyor birden bire
Katl-i
a‘dâ-yı melâ‘indir hemîşe her demim
Top
tüfek gülle şarapneldir bana eğlence hep
Kan
akıtmak baş kesip kahreylemekdir mahremim
Harb
eder düşmanları mahveylerim darbem ile
Dağ başı
yâhûd mağaradır makarr u meskenim
Râhat-ı
dünyâ benim zevkimde hîçdir bil anı
Düşmanı
serdikde râhat zevk ü şâdî ederim
Kan içer
âdem yerim ben aç kalırsam kavgada
Rûh-ı
a‘dâdır gıdâm olmaz ta‘âm-ı diğerim
Dağ
demez âteş demez Mikdâd geçer hep sedleri
257
Düşmanı
ta kıb eder tâ şark u garba giderim
Bu tarz
şiirlerinin temel mülâhazası da eskilerin gayret-i dîniye diye ifade ettiği
İslâmî hassasiyetler; tebliğ; irşad; şeriatı, îmânı ve vatanı muhafaza gibi
gâyelerdir. Bu minvalde Mikdâd Efendi için cihâda yol açan temel hareket
noktalarından birisi Türkler’in İslam dışında bir inanç kabûl edemeyeceği
fikridir:
Türkler
ebedî terk edemez Hakk’ını hâşâ
Birden bire o gösterecek halka temâşâ[255] [256]
Tevhîd-i
Kâinât’taki şu iki bentte de Mikdâd Efendi’nin bir müslüman olarak cihâda
bakışını görmek mümkündür. Bu iki bentte onun âlemde en büyük zevk ve şeref
vesilesi olarak cihâda müteallik vazife ve hareketleri gördüğü anlaşılmaktadır:
Var mı
insâna veren burada zevk u şeref?
Ola
anınla ebed sâhibi de müsteşrif
O ne
yoldur ki eder işleyeni Hakka karîb
Anı
ta‘kıb ederek doğru gidendir eşref
Bileyim
tâ ki anı da gideyim maksûda
Bunu
dünyâda bulunmaz mı ‘aceb bir a‘ref?
Al
silâh, bin atına, çık da yürü, ol arslan
Eyerin
arkasına er gibi birden yaslan
Bir
cihâd eyle ki kalsın ebedî şân alsın
Sana
kardeş idi düşman ipiyle hep asılan
Tut yürü
kabzasını seyf-i celâdet göster
İntikam etmeyi ister ne kadar var kesilen![257]
Okuduğu
kitaplar dışında tasavvufî bir bağı olmadığını bildiğimiz Mikdâd Efendi’nin
şiirlerinde zaman zaman bu neşve de kendini göstermiştir. Bilhassa
Allah’ın
tecellîlerini nazar-ı dikkate alarak maddî âlemi temâşâ edişinden mülhem kaleme
aldığı yazı ve şiirlerinde bu tesir âşikârdır. Hatta Mikdâd Efendi bir şiirinde
bu âlemi temâşâ işini, dünyanın lezzeti ve cennetteki zevklerin bir numûnesi olarak
tavsif etmiştir:
Her vara
bakıp Hâlık’ını anda temâşâ
Benzetmeyerek
seyr ediyor vechini hâşâ
Lezzât-ı
cihân bil ki cinân işte bu zevkdir
Mikdâd’a
göre şevk-i 'azîm işte bu şevkdir[258]
Mikdâd
Efendi’nin bu maddî âlemi temâşâsı onu tevhid türünde manzûmeler yazmaya da
sevk etmiştir. Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Nazar ve Dua”[259] başlıklı makalesinde bu
temâşâsını teferruatıyla tasvir etmeye çalışırken yine aynı mecmûada yayımlanan
“Bedî’a” başlıklı makalesinde ise bu usûlle kalem oynatışının ve nihayet tefekkürünü
tevhîd türünde bir manzûmeyle taçlandırışının misâlini ortaya koymuştur.
“Bedî’a” başlıklı makalenin sonuna eklediği şiirin ilk beyitleri şöyledir:
Birsin
ne diyim birliğine var mı ki şübhe
Mir’ât-ı
cihân birliğine şâhid-i 'âdil
Bir
zerre bile vahdetini etmede isbât
Bin
türlü delîl bulmadadırzerrede 'âkil[260]
Bu
tecelliyât-ı ilâhîyi temâşâ bahsinde ifade etmemiz gereken önemli bir konu da Tevhîd-i
Kâinât adlı eserinin bir nevi sebeb-i telifi, yazılış sebebi hakkındadır.
Eserlerini tanıttığımız bölümde ifade ettiğimiz gibi adı geçen bu eser
soru-cevap usûlüyle teşekkül etmiş bir eserdir. Bu eserin ilk suâlinin muhâtâbı
ise yapraklarını dökmüş bir dut ağacıdır:
Hele
eşcâra su’âl et ki seni kim yapdı
Türlü
ezhâr u varakla ne ’aceb donatdı
Her
zamân meyvelerin dâne-i erzâk-ı ‘ibâd
‘Arsa-i
‘âleme tohmun ‘acabâ kim atdı
Kimi
kalın, kimi ince ile alçak, yüksek
Öyle bin
türlü mülevven boyanı kim katdı
Bu bent
için Mikdâd Efendi şu dipnotu düşmüştür: Tevhîd-i Kâ’inât’ın birinci su’âli
budur, bâkı su’âl ve cevâblar bundan sonra tulû‘ etmişdir. Buna da sebeb
Erzincan Rüşdiyye-i ‘Askeriyyesi cephesinde bir ince dut ağacıdır ki [1]326
senesi dershâneden yapraksızlığını düşünerek Kânûn-ı evvelde bahâr hayâtını
hâtırladım da hîn-i tefekkürde şu cereyân vukû‘ buldu.
Mikdâd Efendi’nin dut ağacının lisânıyla verdiği cevap ise
şöyledir:
Bizi o Rabb-i Kerîm etdi ‘ademden îcâd
Verdi o meyvemize halk ederek yüz bin dad
Cedd-i a ‘lâ bulunan ‘âlî şecerden sorduk
Eylemiş mahz-ı keremden bize ol Hakk imdâd
İtmeseydi bizi tezyîn-i meded kudret-i Rab
İdemezdi bizi ezhâr ile evrâk dilşâd[261]
Yapraksız
bir dut ağacı manzarasından yola çıkan Mikdâd Efendi, yüz doksan sekiz bentte
ve yaklaşık 1200 mısrada zâhiri ve bâtını ile âlemi konuşturma gayretine
girmiştir. Bu gayret ve kabiliyet onun şâirliğinin ve şiire bakışının
kanaatimizce dikkate değer bir veçhesidir.
Ahmed
Mikdâd Efendi, tevhid türünde bir şiir yazdığı gibi yine Osmanlı şâirlerinin
neredeyse tamamının iştirâk ettiği bir geleneğe dâhil olarak na’t da yazmıştır.
Bilindiği üzere şâirlerin na’t türündeki manzûmeler kaleme almalarındaki genel
amaç şefaat dilemektir. Mikdâd Efendi de bu geleneğe uyarak manzûmenin son
kısmında şefaat ve mağfiret talebinde bulunmuş; na’t türündeki şiirini bu
arzusuna bir vesile saymıştır:
Ey
esâs-ı ümmeti tahkîm eden savlet-veri
Ey
nidâsıyla şefâ‘at istiyor bu kemteri
Ey ilâhî lutf u ikrâm et de bu gayretgeri
Eyle bâb-ı fahr-i ‘âlemde anın hizmetgeri
Ey Rahîm ihsân buyur da rahmet-i nusretveri
Eyle anı rûh-ı pür-taksîrimin vuslatveri
Ey Kerîm Allah görür elbet bu güzel münşiri
Eyle âsân Ahmed Mikdâd’a rûz-i mahşeri[262]
Bilhassa
Cumhuriyet sonrası dönemde kaleme aldığı şiirlerinin muhtevâsı hakkında ise
genellikle şahsî, âilevî konuların sıklıkla mevzubahis olduğunu ifade
edebiliriz. Âile efradından ve âile dışından muhtelif şahsiyetlere ithâf ettiği
şiirleri de mevcuttur. Bilhassa ömrünün son on yılında, Diyanet İşleri
kadrosundan tasfiye edilmesinden sonra kaleme aldığı şiirlerinde ümitsizlik,
hüzün, hayal kırıklığı gibi hisler kendini gösterir. Duygu Demetleri adıyla
kaleme aldığı şiir defterlerine yazdığını beyan ettiği şiirin ilk ve son
kıtaları şiirin geneline hâkim olan hüzün ve ümitsizlik havasını
göstermektedir:
Hayatın
yaz kışından çok usandım
Nedir
bitmez tükenmez geldi, gitti
Hayatı
bir saadet yurdu sandım
Hayatımda
hayatım dinle n’etti (...)
Ne
yaptımsa umutlarım oldu bitti
Hayatımda
geçirdim türlü etvar
Emeller
doğdu Miktat sonra yitti
Şu müstakbelde bilsem ki neler var?[263]
Bu dönemde
kaleme aldığı şiirlerinde hüzün ve hayal kırıklığı yanında ihtiyarlığın
etkileri de görülmektedir. Ahmed Mikdâd Efendi vefat ettiği 1939 yılının
başında kaleme aldığı bir şiirinde, bedenen yaşlandığını fakat fikren ve fiilen
henüz ihtiyarlık çağına erişmediğini, daha genç olduğunu şöyle ifade etmiştir:
Saçımdaki
akı görüp aldanma;
İhtiyar
diyenin sözüne kanma;
İftira edip de ateşe yanma, Henüz pek yerinde bir çağ getirdim.[264]
Ozanlar
adıyla 1935’te tabedilen manzum eserinde ise kendi şairliğini methetmek
vesilesiyle 261 şairin adlarını zikretmiş; bir nevi manzum bir şairler sözlüğü,
şuarâ tezkiresi kaleme almıştır. Dil ve üslup olarak zayıf olan bu eser, Ahmed
Mikdâd Efendi’nin şiir zevkini, takip ettiği şairleri göstermesi itibârıyla
önemlidir. Fakar şunu da ifade etmemiz gerekir ki Ahmed Mikdâd Efendi bu
eserinde şairler arasında bir tefrik yahut taksim yoluna gitmemiş; aklına
gelen, az çok eserlerine âşinâ olduğu her şairi bir kıta ile zikretmiştir.
Ahmed
Mikdâd Efendi, gençlik yıllarından itibâren kalemi elinden düşürmemiş velûd bir
yazardır. Bunun en büyük delili de aşağıda bir listesini vermeye çalıştığımız
eserleridir. Onun farklı kaynaklardan teyit edebildiğimiz kadarıyla eserlerinin
sayısı 36’dır. Bu 36 eserinin yanında bir de doldurduğu defterler mevcuttur.
Eserleri ile alâkalı en geniş bilgiyi Şûrâ-yı Devlet’e yazdığı 05/01/1932
tarihli bir dilekçesinde şöyle vermektedir: Dördü matbu olmak üzere muhtelif
dillerde manzum ve mensur 36 eserim ve ayrıca 17 defter dolusu hatırat-ı
harbiyenin ve şimdi II’nci defterini ikmal etmekte olduğum manzum (Duygu Demetleri)’nin
sahibiyim. Geceli gündüzlü fünun-u muhtelifede tetebbuat ve telifâtla meşgulüm.
Bir not
olarak ekleyelim ki Mikdâd Efendi 1935’te bastırmaya muvaffak olduğu son eseri Ozanlar
’ın arka kapağına eklediği “yazarın diğer eserleri” listesinde 1932 başında
ikinci defterini ikmâl ettiği Duygu Demetleri adlı eserinin otuz defter
olduğunu kaydetmiştir. Yine Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin arka kapağında
da Harp Hatıraları ’nın kırk deftere yaklaştığını ifade etmiştir.
Yukarıda
ifade ettiğimiz gibi otuz altı eserin ve otuzu şiir; kırka yakını harp
hatıraları olmak üzere sayısı seksene yaklaşan defterlerin yazarı Ahmed Mikdâd
Poyraz’ın velûd bir müellif olduğunda şüphe yoktur. Fakat birçok velûd ve
şöhret bulmamış kalem ehlinin eserlerinin başına gelen “elde edilebilen
eserleri” ve “elde edilemeyen eserleri” tasnifi onun eserlerinin de başına
gelmiştir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin matbaa gören beş eseri dışında diğer bütün
eserleri kaybolmuştur. Tüm araştırmalarımıza rağmen bu eserlerin, defterlerin
izine rastlanamamıştır. Aileden Belir Bulut Hanımefendi’nin anneannesi Halide
Suat İliktekin’den (Mikdâd Efendi’nin kızı-ö. 1987) naklettiğine göre bu
eserlerin tamamı 1939 Büyük Erzincan Depremi’nde yıkılan evleriyle birlikte yok
olmuştur. Ailenin elinde mektuplara eklendiği anlaşılan birtakım manzum
parçalar dışında hiçbir şey kalmamıştır. Netice olarak 27 Aralık 1939 gecesi
Erzincan’da gerçekleşen depremde Mikdâd Efendi, karısı Cemile Hanım ve dört
çocuğu ile birlikte onlarca yıllık emeğin semeresi, ilim, tarih ve edebiyat
mirasının da enkaz altında kaldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Mikdâd
Efendi’nin
basılanlar; basılamayanlar ve kaybolanlar; mecmua ve gazetelerde neşrolunanlar
ile diğer eserleri şöyle tasnif edilebilir:
1.
Feryâd-ı
Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb
Erzincan
Müderrislerinden İ‘dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i ‘Askerî Mu‘allimlerinden Divrikli
Ahmed Mikdad, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb,
Dersaadet: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1327, 21 s.
Eserin
Mâhiyeti: Bu eser, yüz elli dört beyitten müteşekkil bir mesnevîdir. Ahmed
Mikdâd Efendi’nin tabedilen ilk manzûm eseridir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin eserin
sonuna düştüğü kayda göre “9 Kânûnuevvel 327 Cumartesi gecesi” (22 Aralık 1911)
tamamlanmıştır. Aruzun “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbı ile
başlayan eser “Tezkîr” bölümünden itibâren “fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ
tün/fe ‘i lün” kalıbı ile devam etmiştir.
Eserin
Muhtevâsı: Trablusgarp’ta başlayıp İzmir’e, Çanakkale’ye kadar yayılan
çarpışmalarda oluşan zayiat neticesinde maneviyâtı bozulan millete kuvvet
aşılamak maksadıyla yazılmış bir eserdir. Tarih itibârıyla savaş nihayet
bulduktan sonra yazıldığı anlaşılan bu mesnevî, zulme uğrayan, ağır kayıplar
veren müslümanlara ümitsizliğe kapılmama, zafer için gayret etme yönünde telkinlerle
doludur. Mesnevînin ilk beyti eserin sebeb-i telifi hakkında bir fikir
vermektedir:
Zâlim bulacak etdiğini sen gene sabr et Allâh’a tevekkül ederek doğru
selîm git[265]
Mesnevî, Ahmed
Mikdâd Efendi tarafından bölümlere ayrılmıştır. On beş beyitlik bir mukaddimeden
sonra “Hitâb”, “İhtâr”, “Tenbih”, “Tezkîr”, “Tavsîf”, “Îkâz”, “Beyân” ve “Nidâ”
başlıkları ile bölümlenmiştir. Her başlık, bölümün temel sebeb-i telifini
aksettirmektedir. Buna göre mukaddime kısmında mazlûmların önünde sonunda gâlip
geleceği, İlâhî kudret tarafından bunların intikamının alınacağı fikri
işlenmektedir:
Evler
yıkanın hânesi olmaz mı beyâbân
Yıkmaz
mı onun lânesini gerdîş-i ezmân[266]
Yine bu
mukaddime kısmında medeniyet sahibi olmak iddiasındaki ehl-i salibin savaş
sırasındaki cinayetleri, zulümleri de mevzubahis edilmiş; beşeriyetin gereği ve
medeniyetin şartı olarak zulümden, haksız cinayetlerden berî olmak
gösterilmiştir:
Vahşet
mi nedir böyle mezâlim ki yapıldı
Ma‘sûmlara
binlerce şarapnel ki atıldı
Bilmem
bu mudur ‘âlem-i insânda temeddün
İster mi
bunu şimdi ‘aceb bir mütemeddin
Hâşâ diyemem çünki beşer cevher-i yekdir O da haksız yere kan
dökmeyerek yüksekdir[267]
Bu
mukaddimeden sonra gelen “Hitâb” başlıklı kısmın muhatabı ise Osmanlıların
düşmanlarıdır. Ahmed Mikdâd Efendi, bu başlık altındaki beyitlerle yine
mukaddimedeki nihâî zaferin kendilerine ait olacağı fikrini tekrarlamıştır:
Evlâdı
isek biz vatanın mâderimizdir
Ölsek de
uğurunda bizim makberimizdir
Karşında
duran şîr-i jiyân ‘askerimizdir
Zabt
eylediğin yer gene her dem yerimizdir[268]
Ahmed Mikdâd
Efendi, “İhtâr” başlıklı kısımda da kendi milletine uyarılarda bulunmakta ve
şehâdet mertebesinin ulviyetine işaret ederek harbe teşvîk etmektedir:
Dünyâya
mı meftûn olalım işte memât var
Uhrâda
ise türlü sa‘âdetle hayât var[269]
“Tenbîh”
başlıklı bölümde ise cesaret ve hamiyet telkin edilerek Osmanlılar vatan
müdafaasına, harbe, cihâda davet edilmektedir:
Birleşip
hasma mukabil çıkalım ey ihvân
Bizi
imdâdına da‘vet ediyor bu evtân
Yaşasın şîr-i mücâhid koca ‘askerlerimiz O hamiyyetli gönüllü dîni tam
erlerimiz[270]
“Tezkir”
başlıklı kısmın ilk ikisi dışında tüm beyitleri “görürüz” ifadesi ile
başlamaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi, bu ifade ile başlayan beyitlerde
Osmanlıların muzafferiyetlerle dolu eski devirlerini padişah isimlerini de zikrederek
hatırlatmaktadır:
Hele bir
hâli görüp mâzî nedir fikr etsen
Devr-i
ahlâfa bakıp bir selefi zikr etsen
Görürüz
Fâtihi Yavuz ile ‘Osman Hânı
Görürüz
Haydar-ı kerrâra misâl hâkânı[271]
Mazîyi
hatırlatan bölümden sonra ise “Tavsîf” başlığı altında dokuz beyit yer
almıştır. Ahmed Mikdâd Efendi bu bölümde, yukarıda zikrettiği şahısların
devrindeki muzaffer mücahitlerin vasıflarını saymakta, o vasıflarda
mücâhitlerin noksanlığını ve onların ruhları tarafından kınandıklarını beyan
etmiştir:
Kimi
zâhir kimi bâtın ile meşgûl dâ’im
Kimi her
demde cihâd üzre olurdu ka’im
Nerede
onlar ki olur ‘âleme burhân-ı celî
Her biri
‘asrına nisbetle birer şahs-ı velî
Bizi
onlar ebedî levm ederek şerm eyler
‘Acabâ
hakkımıza hangi zemînden söyler[272]
“Îkâz” ve
“Beyân” başlıklı bölümler de Ahmed Mikdâd Efendi’nin mülahazalarına göre
millette bulunan yanlış tavır ve fikirler ile bunların tashih yolunu
muhtevîdir. Bir nevi ikazlar hastalıkları; beyanlar ise reçeteyi bildirmek
gayesindedir. “Îkâz” başlıklı kısmın ilk beyitleri şöyledir:
Hani
fikret ile hikmet hani gayret ‘irfân
Hani
‘iffetle temeddün hani san‘at iz‘ân
Hani
miskîne terahhum hani şefkat-i re’fet
275 Hani
evtâna muhabbet hani sohbet-i ülfet[273]
Ahmed Mikdâd
Efendi “Beyân” başlıklı kısmın son iki beytinde devrin siyâsî çekişmelerinden
duyduğu rahatsızlığı izhar ederek hem muhaliflere hem de millet vekillerine
seslenmiştir:
Bırakın
gayri yeter şu vatanı hıfz ediniz
Onun
evlâdı değilse çıkınız siz gidiniz
Kalan evlâdı olan çâresine baksınlar Şerefi belli mu‘ayyen ocağı
yaksınlar[274]
“Nidâ”
başlıklı son bölüm ise Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu kısmı yazarken henüz beş
yaşında olduğunu ifade ettiği oğlu Yahya Kemal’e hitâben kaleme alınmıştır. Bu
on sekiz beyitlik bölümde Mikdâd Efendi, vatan sevgisi, dine bağlılık, iyi
arkadaş edinme, milletin hakkına riâyette azamî sûrette dikkatli olma, devlete
sadakatle hizmet etme, sultana muhabbetle hürmet etme gibi hususlarda
nasihatlerde bulunmuştur. Esasen Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu başlık altında
nazma çektiği nasihatlerini oğlunun şahsında tüm vatan evlatlarına tevcih
ettiği anlaşılmaktadır:
Devlete
sıdk u diyânetle hemân et hizmet
Hele
sultâna muhabbet ile kıl çok hürmet
Onların şânı büyük kadri müberhendir hem Cedd-i a‘lâları meşhûr-ı
cihândır ifhem[275]
2.
Tevhîd-i Kâinât
Fî-sebîli’llah
Cihâd içün İstanbul ve Mevâki'-i Harbiyeyi Dolaşarak Va'z u Nasîhat Eden
Erzincan İ'dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i 'Askerîsi Muallimlerinden Atabey Nizâmiye
Medresesi Müderrisi Divrikli Ahmed Mikdad, Tevhîd-i Kâinât,
İstanbul: Matbaa-i Hayriyye, 1331, 79 s.
Eserin
Mâhiyeti: Yüz doksan sekiz altılı bentten oluşan bu eser dînî-felsefî ve
içtimâî mevzûların işlendiği, soru-cevap şeklinde hazırlanmış manzûm bir
eserdir. Bir altılı bentte soru; sonrakinde cevap olmak üzere yazılmıştır; ki
eser bu yönüyle orijinaldir. Kanaatimizce bu eser, Mikdâd Efendi’nin ilmen ve
nazmen en kuvvetli eseridir. Aynı zamanda Mikdad Efendi’nin tabettirmeye
muvaffak olduğu en hacimli eseri de budur. Eser aruzun “fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ
tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lün” kalıbıyla yazılmıştır. Bununla birlikte bazı
mısralarda “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbı da
kullanılmıştır.
Eserin
Muhtevâsı: Eserde âlemin yaratılışı; mahlûkâtın cinsleri ve üstünlükleri;
Allah’ın sıfatları, cihât ve askerlik gibi birçok mesele hakkında sualler
sorulup cevapları verilmektedir. Bunların yanında namazın terk edilmesi; ilmin
garip bırakılması; tesettüre hakkıyla riâyet edilmemesi gibi içtimâî tenkitler
de yapılmaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin düştüğü nota göre eseri kaleme almaya
başladığı ilk suâl bendi şudur:
Hele
eşcâra su’âl et ki seni kim yapdı
Türlü
ezhâr u varakla ne ’aceb donatdı
Her
zamân meyvelerin dâne-i erzâk-ı ‘ibâd
‘Arsa-i
‘âleme tohmun ‘acabâ kim atdı
Kimi kalın, kimi ince ile alçak, yüksek Öyle bin türlü mülevven
boyanı kim katdı277 [276]
Bu
bendin ardından sorduğu soruların cevaplarını vererek diğer bende geçmekte;
soru-cevap usûlüyle bentler devam etmektedir. Bu bendin ve diğer bentlerin
telif sebebini ise Mikdâd Efendi şöyle ifade etmiştir: Tevhîd-i Kâ’inât’ın
birinci
su’âli budur, bakî su’âl ve cevâblar bundan sonra tulû‘ etmişdir. Buna da sebeb
Erzincan Rüşdiyye-i ‘Asteryyesi cephesinde bir ince dut ağacıdır ki [1]326
senesi dershâneden yapraksızlığını düşünerek kânûnuevvelde bahâr hayâtını
hatırladım da hîn-i tefekkürde şu cereyan vuku‘ buldu.279
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin bu manzûm eseri muhtevâ olarak geniş bir çerçeve arz
etmektedir. Umûmî manzara itibârıyla hemen hemen iki bentte bir mevzu
değişmekte yahut aynı mevzunun bir başka veçhesine geçmektedir. Başka bir ifade
ile bir sual bendinden sonra cevap bendi gelmekte, sonraki sual ise başka bir
meseleye dönmektedir. Eserin muhtevâsını bent numaralarını da not ederek
konularına göre bir liste hâlinde şöyle kaydedebiliriz; bu konular aynı zamanda
Ahmed Mikdâd Efendi’nin suallerinin de muhataplarıdır: Âlemin yaratılışı (1-4.
bentler); Allah’ın tecellîleri (5-6); Allah’ın sıfatları (6-12); rüyetullah
(13-16); Hz. Peygamber ve şefaat (17-18); Allah’ın sıfatları (19-22); Kur’ân-ı
Kerîm (23-28); Kur’ân’ın nüzûlü (29-30); Kur’ân-‘ın hükümleri (31-32); Kur’ân’ın
kırâati (33-34); Kur’ân ile amel etmeyenler (35-36); Arşın ve kürsînin mâhiyeti
(37-40); semâvâtın mâhiyeti (41-42); gök cisimlerinin mâhiyeti (43-44);
Beytullah (45-46); güneş (4748); ay (49-50); yıldızlar (51-52); bulutlar
(53-54); şimşek (55-56); yıldırım (57-58); gökkuşağı (59-60); yağmur (61-62);
sel (63-64); rüzgar (65-66); dağlar (67-68); bağlar bahçeler (69-70); ağaçlar
(71-72); servi ağacı (73-74); nebâtlar (75-76); sular (77-78); yaz mevsimi
(79-80); kış mevsimi (81-82); kuşlar (83-84); zerre (85-86); değirmen taşı
(87-88); buğday (89-90); kar (91-92); yağmur/kar/dolu tanesi (93-94); deprem
(95-96); çağlayanlar, pınarlar (97-98); çiçekler (99-100); ateş (101-102);
demir (103-104); savaş topları (105-106); şarapnel, kurşun (107-108); mescidler,
medreseler (109-112); tesettür (113-116); medreseler (117-118); ilim (119-120);
temizlik, abdest, namaz (121-122); ibadetler (123-124); uhuvvet, ülfet,
kardeşlik (125-128); milletin kurtuluşu (129-130); minareler (131-132); çanlar
(133-134); gemiler (135-136); evler, meskenler (137-138); dünyanın faniliği
(139-140); yollar (141-142); hürriyet (143-144); hayat (145-146); ölüm
(147-148); kabirler (149-150); berzâh âlemi (151-152); mahşer (153-154); cennet
(155-156); cehennem (157-158); cehennemden kurtuluş (159-160); hakka yaklaşma,
selamet yolları (161-164);
dünyada en
şerefli yol (165-166); askerlik (167-168); askerlikten kaçmak (169-170);
düşmanlar (171-172); terakkî yolu (173-174); karı-koca ilişkileri (175-176); teaddüd-
i zevcât, çok hanımla evlenme (177-178); kocanın vazifeleri (179-180); kadının
vazifeleri (181-182); kötü ahlâk sahipleri (183-186); kötü ahlâkın ıslahı
(187-188); zâlimler (189-190); şahitlik (191-192); mahkemeler (193-194); tevhîd
(195-196); şairin şükrü ve hayır duası (197-198).
Eserde
birçok içtimâî tespit ve tenkit yapıldıktan sonra Ahmed Mikdâd Efendi’nin
kurtuluş için sunduğu reçete şu altı mısrada ifade edilmiştir:
Biri
Allah ile Peygambere her dem hürmet
Biri de
kardeşi kardeş bilerek çok ülfet
Biri
düşmanlara karşı ebedî durmakdır
Biri de
mahkemede ‘adi ü ‘inayet, nısfet
Birinin
adı mu ‘ayyen çalışıp kesb etmek
Biri
evlâd okudup bellilemek bir san ‘at[277]
Eserin
dikkat çeken bir özelliği de Mikdâd Efendi’nin kitabının sonuna düştüğü nottur.
Bu notta Tevhîd-i Kâinât’ın tefeül için kullanılabileceği ifade
edilmektedir: Şurada iki fâ’ideden bahs edeceğim. Birinci fâ’ide: On
sekizinci sahîfede (Onu ta‘zîm ederek ehl-i semâvât birden/Eyledi cümle melek
zât-ı ‘azîmine sücûd) beytinde Cenâb-ı Hakk’a secde ile hâcetini istemek!
İkinci fâ’ide: Bir şey niyet etdikde: Evvelâ (Peygamber) ‘aleyhi’s-selâm
efendimiz hazretlerine üç def‘a salavât-ı şerîfeden sonra Tevhîd-i Kâ’inâtı
açmalı sağ tarafda birinci (c) işâretine bakmalı. bu usûl bakıcıların iğfâlinden
kurtarır.[278]
3.Ozanlar:
Eserin
Mâhiyeti: Ahmed Mikdâd Efendi’nin vefatından 4 yıl önce, 1935’te yeni
harflerle basılan bu manzum eser 278 dörtlükten müteşekkildir. Halkiyat
araştırmacısı İbrahim Aslanoğlu’nun tespitine göre eser, umûmî manzarası
itibârıyla Ahmed Mikdâd Efendi’nin en zayıf eseridir.[279]
Esasen Mikdâd Efendi de eserinin bazı kısımlarında zorlama bir üslupla yazmanın
verdiği sıkıntıyı ifade etmiştir. Bu hükme misâl olarak şu dörtlüğü
gösterebiliriz:
Şu mısradan usandım ben de bezdim Onun ağzında isyân sözü sezdim
Dolandım uçurumda hayli gezdim 283 Fakat Miktat’a benzer mi şiirde[280]
Eserin
“Ozanlar” başlığını taşıyan ana bölümü aruzun “me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û
lün” kalıbıyla yazılmıştır. Baş taraftaki “Öğün” başlıklı iki kıta ile kitabın
sonundaki “İstiklal Marşı” ise “fâ 'i lâ tün/fa 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i
lün” kalıbıyla yazılmıştır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin diğer manzumelerine nazaran
birçok veçhe itibârıyla zayıf görülen Ozanlar, aruz vezninin
kullanımında da zayıf kalmıştır. Eserin genelinde aruz kusurları görülmektedir.
Ahmed Mikdâd
Efendi bu eserini 16/03/1935’te Bayburt’ta tamamlamış; aynı yıl Ankara’da
neşretmiştir.
Eserin
Muhtevâsı: Her dörtlükte bir şairin faziletinden, şiirlerinin ve
şairliğinin yüceliğinden bahsedilmekte ve son mısrada “Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde” tekrar mısrasıyla üstünlük onları övene, yani Mikdâd Efendi’ye teslim
edilmektedir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu usûlle kendini methetmek, şairliğiyle
iftihar etmek gayesinden ziyâde mümkün olduğunca geniş bir çerçevede şairleri
zikretmeyi hedeflediği anlaşılmaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi, birçok kıtada özel
bir hüküm vermeksizin adını zikrettiği şairi methetmekle iktifâ etmiştir. Bunun
yanında bazı şairlere dair kanaatlerini de zaman zaman dörtlüklere aksettirdiği
görülmektedir. Bu hususa bir misal olarak Ömer Seyfettin’in açık, anlaşılır
sade bir lisanla şiir yazdığının ifade edildiği şu kıta gösterilebilir:
Ömer
Seyfi yazar nesriyle nazmı
Kolaydır
şi’rinin efkârda hazmı
Mükemmeldir onun fikrinde azmi
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde[281]
Ahmed Mikdâd
Efendi, bu gibi kanaatlerini bildirdiği dörtlükler yanında kendi hayatına dair
birtakım malumatı da bu eserinde zikretmiştir. Nesîmî’nin şiirlerini küçük
yaşta okuduğunu beyan ettiği dörtlük şöyledir:
Nesîmî’nin
güzel nazmı mükemmel
Okumuştum
onu buluğdan evvel
Hakikatte
şiir bâbında ekmel
Fakat
Miktat ’a benzer mi şiirde'[282]
Ahmed Mikdâd
Efendi, ailesindeki şairler hakkında da dörtlükler yazmıştır. Annesi Sırma
Hanım, kızı Halide Suad, oğlu Kemal bu şairler arasındadır.[283]
Eserin başında
“Öğün” başlıklı iki kıta; sonunda da “Söylev” başlıklı bir not ile Mehmet
Âkif’i taklîden yazıldığı tahmin edilen on kıtadan müteşekkil bir “İstiklâl
Marşı” yer almaktadır.
Toplamda iki
yüz elliye yakın şairin zikredildiği eserde bir seçme yapılmadığı, bilakis
Mikdâd Efendi’nin okuduğu, âşinâsı olduğu, hatırına gelen tüm şairleri zikretme
gayretinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu şairler zikredilirken Yunus Emre’den
Mevlânâ’ya; Fuzûlî’den Şeyh Gâlib’e; Ömer Hayyam’dan Hâfız’a; Karacaoğlan’dan
Ruhsatî’ye; Nazım Hikmet’ten Necip Fazıl’a çok geniş bir çerçeve çizilmiştir.
Mikdâd Efendi “Tehattur eylediğim ozanı yazdım” mısrasıyla bir kâide
gözetmediğini de bizzat ifade etmiştir.[284]
Eserde zikredilen şairlerin isimleri yahut mahlasları ile zikredilme sayıları,
yalnızca birden çok kez zikredilenler parantez içinde gösterilmiştir, şöyledir:
A:
Abdullah, Abdullah Cevdet, Abdül’aziz,
Ahmet Ferid, Ahmet Haşim, Ahmet Mithad, Ahmet Paşa, Ahmet Râsim, Ahmet Remzî,
Ahmet Sâbit, Ahmet Şükrü, Aka Gündüz, Âkif, Ali, Ali Cânip, Ali Naci, Ali
Reşâd, Ali Ulvî, Ârif, Arif Hikmet, Ârif Nihad, Âşık Çelebi, Âşık Ömer, Âşık
Paşa, Atâullah, Avnî.
B:
Baba Sâlim, Bahrî,
Bâkî, Bedrettini Âli, Behiç Bey, Besim Atalay, Burhanettin Kadı.
C:
Celâl, Celâlettin,
Celâlî, Celâl Sahir, Cemâl, Cem Sultan, Cevdet, Ceyhûnî.
D:
Dede Korkut, Dertli,
Dilgiray.
E:
Ebussuud, Eğinli Sırma
Hanım, Ekrem Reşid, Emin, Emin Bülend, Emin Recep, Emrah, Enver, Ercümend
[Ekrem], Erdede, Esrâr Dede.
F:
Fâik, Falih Rıfkı,
Faruk Mümtaz, Faruk Nafiz, Fatin, Fazıl Ahmet, Fazıl Berki, Fazlî, Fevziye,
Figânî, Fuzûlî.
G:Galip(3),
Gamlî, Gedâî.
H: Hakkı
Süha, Hakkı Tahsin, Hâlî, Halide Edip, Halide Nusret, Halil, Halit Fahri(2),
Halit Ziyâ, Hamdi Atila, Hamdullah Suphî, Hamit, Hamza Sadi, Hanım Leylâ, Hasan
Âli Bey, Hassan, Haşmet, Hatip Sâdık, Hayâtî, Hayrî(3), Hıfzı Tevfik, Hoca
Hâfız, Hurûfî, Huzûrî, Hüseyin, Hüseyn Nâil, Hüseyn Rahmi, Hüseyn Rif’at,
Hüseyn Suat(2), Hüseyn Vâiz, Hüznî.
İ: İbrahim
Alâettin(2), İbrahim Dede, İbrâhim Hakkı, İhsan Raif, İlhâmi Bekir, İrşâdî
Baba, İsalyesevi, İsmâ’il Hakkı, İzzet Ali, İzzet Melih, İzzet Paşa.
K:
Kânî, Karacaoğlan,
Kâzım Nâmi, Kemâlettin, Kemalettin Kâmi, Kemâl Miktat, Kemal Müftî, Kemal Ümmî,
Kenzî, Köprülü Fuad, Kuddûsî(2).
L:
Lâedrî, Latîfî, Libâs,
Lütfî.
M:
Mecit, Mehmet Asım,
Mihrinnisâ, Mir’atî, Mithat Cemal, Molla Câmî, Molla İzzet, Muhammet Behçet,
Muhammet Ekrem, Muhammed Faruk, Muhammet Fuad, Muhammet Rif’at, Muhammet Sıtkı,
Muhittin, Mustafa Suphî, Müfit Ratip, Müştâk.
N:
Nâbî, Nahîfî, Nâil(2),
Nâilî Kadîm, Nazım Hikmet, Nazî, Nazif, Necdet, Necip Fâzıl, Necmettin, Nedim,
Nef’î, Nejat Tevfîk, Nesîmî(2), Nesip, Nevâî, Nevres, Neyzen Tevfik, Nigâr
Hanım, Nigârî, Nihat Arif, Niyazî, Nizamettin-i Yümnî, Nizâmî, Nûrî(2).
O:
Ö: Orhan Seyfi,
Ömer Bedrettin, Ömer Hayyam(2), Ömer İhyâ, Ömer Seyfi.
R:
Rahmî, Recâizâde Ekrem,
Recep Vahyî, Refik Halit, Reşat Nuri, Revânî, Rızâ, Rıza Polat, Rıza Tevfik,
Rif’at, Rif’at Ahmed, Rûhî, Ruhsatî, Rûşen Eşref, Rûzî.
S:
Sâbit, Sabri Es’ad(2),
Sadettin Nüzhet, Sadî, Sadrettini Âli, Sait Fennî, Salih Zeki, Sâlim, Sami,
Semâî, Seyrânî, Sezâî, Sıtkı, Sıtkı Korkmaz, Sinân Ümmî, Siracettin, [Halide]
Suâd, Sultan Veled, Süleymani Nesip, Süleyman Nazif, Sürûrî.
Ş: Şahâbettin
Süleyman, Şâhî, Şâir Eşref, Şehâbettin(2), Şeh Sâdî, Şekib, Şem’î, Şems-i
Tebrîzî, Şevketî, Şeyh Attar, Şinâsî, Şükûfe Nihal.
T:
Tahir Mevlevî, Tunalı
Hilmi.
V: Vâlâ
Nûrettin, Vasfi Mâhir, Vâsıf(2), Vehbi, Veled Çelebi.
Y: Yahyâ,
Yâhya Kemâl, Yakup Kadri(2), Yaşar Nâbî, Yaşar Nezihe(2), Yavuz Sultan Selim,
Yazıcıoğlu, Yazıcızâde, Yesârî, Yunus Emre, Yusuf İzzet.
Z: Zaifî,
Zeki, Zihnî, Ziyâ, Ziyâ Nûrî.
Ahmed Mikdâd
Efendi’nin eserinde zikrettiği ilk şair divan edebiyatının en büyük şairleri
arasında sayılan Fuzûlî’dir. Fuzûlî’nin peşine gelen şairler de yine aynı
geleneğin büyük şairleri olarak kabul edilen Nâbî, Bağdatlı Rûhî, Nedim ve
Nefî’dir. Kitabın ilk beş şairinin divan edebiyatının en meşhur şairleri
arasından seçilmiş olması Ahmed Mikdâd Efendi’nin edebî müktesebâtı ve şiir
anlayışı hakkında mühim bir işarettir. Divan şiiri geleneğini iyi bildiği ve
takdir ettiği anlaşılan Ahmed Mikdâd Efendi, eserinin muhtelif dörtlüklerinde
Şeyh Gâlib, Ahmet Paşa, Bâkî gibi yine divan şiirinin büyük isimleri arasında
sayılan şairleri de zikretmiştir.
1.
Cevâhiru’l-efkâr
fî-keşfi’l-esrâr
Erzincân
Meşâhîr-i ‘Ulemâ-yı Benâmından Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi ve Rüşdiye-i
‘Askeriye İmlâ Mu‘allimi Ahrârdan Fazîletlü Ahmed Mikdâd Efendi, Cevâhiru’l-efkâr
fî-keşfi’l-esrâr, Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası, 1326, 16 s.
Eserin
Mâhiyeti: On altı sayfalık bir risaledir. Mikdâd Efendi’nin neşrolunan ilk
eseridir. Ahmed Mikdâd Efendi, sicil varakasında iki forması matbu olan bu
eserinin toplam elli forma olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca bu eserinin arka
kapağına “bu kitâbın şevâhidi âyât-ı beyyinât ayrıca tefsîr ve tahrîk edilerek
son formada meydân-ı bedâheti tenvîr edecekdir” notunu düşmüştür. Fakat bu son
formayı bastırmaya muvaffak olamamıştır.
Eserin
Muhtevâsı: Ahmed Mikdâd Efendi, eserinde ele aldığı konuları kitabının
başında şöyle açıklamıştır: Mazmûnu hükm-i Kur’ân, hülâsası şifâ-yı cândır.
Muhteviyyâtı kütüb-i tefâsîr ü ehâdîs ile kütüb-i fıkhiye külliyâtından telhîs
edilerek karihamın hıfz etmiş olduğu bir zübde, bir hülâsadır ki, mâzînin
a‘mâk-ı mechûlesine doğru bakılınca muzlim görünür değil mi? İşte oradan
başlayarak Hazret-i Âdem Safîyyullah’dan Nûh Neciyyullah’a oradan İbrâhîm
Halîlullah ile Mûsâ Kelîmullah ‘îsâ Rûhullah’a kadar vekâyi‘-i câriyenin
enmûzeci bi’l-beyân oradan Hazret-i Muhammed Resûlullah Habîbullah sallallahu
‘aleyhi ve sellem zamân-ı sa‘âdetine gelerek cihân-ı diyânetin ufk-ı a‘lâsından
şems-i risâletin tulû‘u, erkân-ı îmânın şuyû‘u, hıll u hurmetin şer‘en,
hikmeten, ‘aklen isbâtı, mekârim-i ahlâk mehâsin-i evsâf mezâyâ-yı dîniyye
hulefâ-yı râşidîn, Emevîler, ‘Abbâsller,
Selçûkîler’den
icmâlen
bahisden sonra Devlet-i ‘Osmaniye ’nin zuhûru şu devr-i terakkî, inkılâb-ı
kebîr-i ‘Osmaniye’de idâre-i meşrûtanın meşrû‘iyeti hürriyetle, müsâvâtın şer‘e
tatbîk ile, edillesinin beyânı, eşrât-ı sâ‘at ‘âlem-i berzah, harâb-ı ‘âlem, kıyâm-ı
mahşer, mahkeme-i kübrâ bahisleriyle “ y*Lll y ^Aj
4İkJl y ^yj ” âyetinin tefsîri cennet ve cehennemin evsâfı bunların
şer‘en, felsefeten isbâtı.[285]
Ahmed Mikdâd
Efendi, yukarıda kendi ifadelerinden de anlaşıldığı gibi tefsir, fıkıh ve hadis
kaynaklarını tetkik ederek Hz. Âdem aleyhisselamdan Osmanlıların Meşrûtiyet
devrine kadar geniş bir çerçevede tahliller, tespitler yapmış ve kısa, öz bir
metin olarak bu eseri ortaya koymuştur.
Kitabın
mukaddimesinde müellif, kitabın sebeb-i telifinden ve telifte yaşadığı
tereddütlerden de bahsetmiştir. Bu mukaddimeye göre Ahmed Mikdâd Efendi’nin
esas gayesi bu kitapla irfan ve marifetullah yollarından uzak kalarak dünyaya
bağlanıp acınacak hâle düşen insanlara kalbin bu türlü hastalıklarına karşı
şifa usûllerini göstermektir. “Mekteb-i feyz ü irfândan ders-i ibret alamayıp
da bu riyâ-yı sivâda kalanlar” tabiriyle vasıflarını beyan ettiği bu insanların
feci kalp hastalıklarına tutulduğunu ifade etmiş; şifa bulma yolunu ise şöyle
bildirmiştir: “Gıdâ-yı rûh olan ahkâm-ı diyânet verilir, şükûfe-i hakâyık
yedirilir ise tedrîcen kesb-i sıhhat eder, kuvvetlenir de evc-i irfâna gider.”
Ahmed Mikdâd Efendi’ye göre her türlü feyiz, terakkî ve selâmet bir dini
kabule, o dinin hükümleri ile idâme-i hayata bağlıdır. Bütün milletler bir dini
kabul eder ve onun yayılması için uğraşır. Ahmed Mikdâd Efendi de neşr-i
diyânet, tebliğ ve irşat gayesiyle böyle bir eser kaleme almak arzusunu uzun
zamandır taşıdığını fakat sansür endişesiyle tereddüde düştüğünü bildirmiştir.
Nihâyet Meşrûtiyetle birlikte, kendi ifadesiyle “şu vüs’at, şu bereketten
müstefîd” olarak, bu kitabı neşretmiştir.[286]
Kitabın
“Hulâsa” başlıklı kısa bölümünde Ahmed Mikdâd Efendi, eserinin hitap ettiği
okuyucuyu tüm beşeriyet, bütün cihân olarak ilan ederken şu veciz ifadeleri
kullanmıştır: “Takîb etdiği meslek sanki kaviyyü’l-bünye uzun mevzûn bir
hatîb-i belîğ dünyânın yüksek mahallerinden sayılan Himalaya dağları zirve-i
bâlâsında durup bütün cihâna va’z u nasîhat noktasında neşr-i efkâr-ı diyânet
ve siyâset edercesine beyân-ı hakîkatdir.”[287]
Müellif kitabını Himalaya Dağları’nın zirvesinden bütün dünyaya seslenen,
hakikatleri bildiren bir hatip olarak kaleme aldığını ifade etmiştir.
2.
Şerefü’l-mücâhidîn
Erzincan
İ‘dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i ‘Askerîsi Mu‘allimlerinden Atabey Nizâmiye Medresesi
Müderrisi Divrikli Ahmed Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn, Dersaadet: Necm-i
İstikbâl Matbaası, 1331, 60 s.
Eserin
Mâhiyeti: Ayet ve hadislerle cihadın ve mücahitlerin faziletlerinin
anlatıldığı bir cihad risalesidir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu eseri Balkan
Harbi devam ettiği sıralarda neşrolunmuştur. Dolayısıyla Mikdâd Efendi’nin, bu
eserini cephelerdeki askerlere vaaz ve nasihat etmek maksadıyla hazırladığı
ifade edilebilir.
Eserin
Muhtevâsı: Mikdâd Efendi, bu eserinde cihâdın fazîletini, şehitliğin,
gaziliğin ne kadar büyük şerefler olduğunu anlatırken savaş hukûkuna ve harp
sanatına dâir inceliklere de değinmiştir. Bu manâda Şerefü’l-mücâhidîn,
cephedeki askerin maddî-manevî kuvvet kazanmanın yollarını gördüğü; savaşın,
mukâtelenin hududlarını öğrendiği bir el kitabı hüviyetindedir.
Bu risale kısa
bir girişten sonra mukaddime, üç bölüm ve bir fezlekeden müteşekkildir. Ahmed
Mikdâd Efendi, mukaddimeden önce yazdığı kısa girişte kendini tanıtmış ve
eserinin telif sebebini beyan etmiştir. Ahmed Mikdâd Efendi, meallerini de
kendisinin verdiği, “Ey benim Resûl-i Ekremim, i’lâ-yı kelimetu’llah için
mü’mînleri cihâda teşvik et...” (el-Enfâl 8/65) âyeti ile “Hazret-i Allah bana
emretdi ki efrâd-ı nâsa harb edeyim tâ ki onlar Hakk’ı tevhîd ile Resûlü’nü
tasdîk edeler.” (Ebû Dâvud, “Cihâd”, 95 [Hadis nr. 2641]) hadisine işaret
ederek bu sûretle cihâdın Hz. Peygamber’den hulefâ-yı râşidîne onlardan da
bütün ümmete intikal etmiş bir emir olduğunu bildirmiş; ümmeti bu hususta
bilgilendirmek ve cihâda teşvik etmek maksadıyla da bu eseri kaleme aldığını
ifade etmiştir.
Mukaddime
kısmında ise daha ziyâde cihâdın şartları, harbin incelikleri ve gayesi ile
hudutları temel maddeler halinde tespite çalışılmıştır. Buna göre cihâd
Müslümanlardan başlarsa farz-ı kifâye, düşmanın taarruzu ile başlarsa farz-ı
ayn olur. Mücâhitler fırkası düşmana karşı gelmekte yetersiz kalır, kuvveti
zafere iktifâ etmezse cihâd tedrîcî olarak ümmetin diğer fertlerine farz olur,
hattâ icap ettiği hâlde kadınlar dahi cihâda katılır. Harbin taarruzî ve
tedâfüî, saldırı ve savunma olmak üzere iki tarzı vardır. Harb sırasında en
mühim husus emirlere harfiyen itaat etmektir. Düşmana görünmemek, iyi nişan
almak, soğukkanlılığı muhafaza etmek, şehâdetin en yüce makam olduğu itikadı
ile metânetten ayrılmamak mücahitlerin en ziyâde dikkat etmesi lazım gelen
umdelerdir. Harbin zaferle neticelenmesi hâlinde düşman memleketindeki
kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, din adamlarına, hastalara ve sakatlara
dokunmamak, katiyen zarar vermemek cihadın adabından, İslam’ın emirlerindendir.
Ahmed Mikdâd Efendi, mukaddime kısmında bu türlü emir ve yasaklarla dikkat
edilmesi lazım gelen noktaları bildirdikten sonra cihâdın zâhiren mukâtele ve
tahribâttan ibâret görünmesine rağmen netice itibârıyla dâima Müslümanların
lehine ve hayrına olduğu hakikatinin unutulmaması gerektiğini ifade etmiştir.
“Fezâ’il-i
Cihâd Hakkında Âyât” başlıklı birinci bölümde cihâd âyetleri ele alınmıştır.
Ahmed Mikdâd Efendi usûl olarak önce âyet-i kerîmenin meâlini vermiş, ardından
âyetin işaret ettiği noktayı ifade etmiş ve kimi zaman bir hadis-i şerîf ile
kimi zaman da sahabe-i kirâmdan yahut islam tarihinden nakillerle âyet-i
kerîmenin icmâlen tefsirini yapmıştır. Bu bölümde ele alınan ilk âyet Tevbe
Sûresi’nin 111. âyetidir. Ahmed Mikdâd Efendi, âyetin meâlini verdikten sonra
“bu âyet-i celîlenin mezâmîn-i cemîlesi lede’l-mülâhaza şunu îmâ ve işâret
buyurur ki” ifadesiyle âyetin kısaca ve daha sarih bir sûrette manâsına işaret
edip akabinde sahabe-i kirâmdan bir rivâyet naklederek konuyu izaha
çalışmıştır. Bu usûlle tefsiri yapılan cihâda müteallık diğer âyetler
şunlardır: el-Bakara 2/195; el-Enfâl 8/45, 60; el-Zilzâl 99/7; Âl-i İmrân
3/123-124, 142, 146-147, 160, 169-170; es-Saf 61/10-12; el-Hucurât 49/15;
el-Haşr 59/14; el-Fetih 48/17, 22-23; el-Âdiyât 100/1-5; en-Nisâ 4/72-73, 78,
84; Muhammed 47/4, 7; es-Sâffât 37/171-173; et-Tevbe 9/14-15.
“Fezâ’il-i
Cihâd Hakkında Ehâdis” başlıklı ikinci bölümde de cihâdın fazileti hakkında
hadisler verilmiştir. Bu hadisler daha ziyâde mücâhidlerin cihâda mukâbil
kazanacakları ecir ve sevap hakkındadır. Hadisler Müslim, Nesâ’î, Tirmizî,
Buhârî, Ebû Davud gibi muteber kaynaklardan seçilmiştir. Nakledilen hadîs-i
şerîf sayısı otuzdur.
“Cihâda
Müteallik Ebyât” başlıklı üçüncü ve son bölümde ise cihâda dâir Arapça seçme
beyitler verilmiştir. Ahmed Mikdâd Efendi seçtiği beyitleri aktardıktan sonra
tercüme ve şerh usûlüyle bu bölümü oluşturmuştur. Bu bölümde, tespit
edebildiğimiz kadarıyla, beş farklı şairden on üç beyit seçilmiş ve şerh
edilmiştir.
Fezleke
başlıklı son kısımda ise Ahmed Mikdâd Efendi, zaferin kesin olarak müslümanlara
ait olduğunu ifade ederek kitabının yine âyet ve hadislere de işaretle bir
hulasasını yapmıştır. Bu başlık altında dikkat çeken bir husus, Ahmed Mikdâd
Efendi’nin eş’âr-ı harb dediği ve savaşa manen hazır olmak, kalbi teşci etmek
için bolca okunmasını hattâ ezberlenmesini tavsiye ettiği şiirlere misâl olmak
üzere gazel tarzında kaleme aldığı bir manzûmesini buraya dercetmesidir. Hamasî
üslubu ve söyleyişi ile dikkat çeken bu manzûmenin ilk beyitleri şöyledir:
Ben yiğit oğlu yiğit bir kahramân-ı ‘âlemim Gerçi sûretde
kıyâfetde mücerred âdemim
Kan saçar
bayrak açar düşmanları mahveylerim
Şimdi
arslanlar yiğitlerdir refik ü hemdemim[288]
Ahmed Mikdâd
Efendi’nin Şerefü’l-Mücâhidîn adlı bu cihâd risalesi, esasen Osmanlı
devri telifâtı içerisinde pek çok benzeri bulunan bir eserdir. İlk olarak
Bursalı Mehmed Tahir tarafından bir listesi yapılan cihâd risâlelerinin sayısı
38’dir. Bilahare Abdullah Taha İmamoğlu tarafından yapılan araştırmada bu sayı
55’e ulaşmıştır.[289] Yine Abdullah Taha
İmamoğlu, Kırım Harbi (1853-1856) hakkında kaleme alınmış müellifi meçhul bir
cihâd risâlesinin de çevriyazısını neşretmiştir. Cihâd Emr-i Hak’dır
başlıklı 1908’de İstanbul’da tabolunan bu risâle Ahmed Mikdâd Efendi’nin
eserinden farklı olarak daha ziyâde tarihi vakaların, kahramanlık hikayelerinin
ele alındığı bir risâledir.[290]
2.3.3.
Elde Edilemeyen Eserleri
Mikdad
Efendi, 1935’te Ankara’da basılan Ozanlar adlı eserinin arka kapağına
basılan ve basılmaya hazır bekleyen eserlerini kaydetmiştir. Yukarıda
saydığımız beş matbu eserinin yanında 19 eseri daha basılacaktır notuyla bu
listeye eklenmiştir. Bundan önce bir başka liste de Cevâhiru’l-efkâr
fî-keşfi’l-esrâr adlı eserinin arka kapağındaki “Müellifin tab’ ve neşr olunacak
âsârı” başlıklı listedir. Bu listede de 10 eser zikredilmiştir. Bu konuda bir
diğer kaynak da Mikdâd Efendi’nin sicil varakasında zikrettiği eserleridir.[291] Tevhîd-i Kâinât adlı
eserinin arka kapağında da “müellifin âsâr-ı sâ’iresi” başlıklı bir liste
mevcuttur. Ayrıca Divriği Şairleri adlı eserde de Mikdâd Efendi’nin
eserleri zikredilmiştir.[292] Tüm bu kaynaklara göre Mikdâd
Efendi’nin basılamayan ve kaybolan eserleri şunlardır:
1.
Kur’ân ve Buhârî
Lügatları[293]
2.
Türkün Gülistanı
3.
Feryâd-ı Cihân ber
Erzincan
4.
Cânistan (Fârisî
Manzûm)
5.
Dürretü’l-emcedMetin ve
Şerh (Manzûm Mensûr Arabî)
6.
Mir’ât-ı Mikdâd
7.
Tevessül Şerhi
8.
Fen Dosyası
9.
Tebyînü’s-sıfât
(Sıfât ve Esmâ-yı ilâhiyye Arabî)
10.
Ravzatü’s-Salât
('Ale’n-nebî 'aleyhi’s-selâm)
11.
Tescîlü’l-‘akâid
(Mezâhib-i muhtelifeyi beyân eden Arabî)
12.
Hediyyetü’z-zâkirîn
(Arabî)
13.
Hûrşîd-i Ma‘ârif
(Manzûm Türkî)
14.
Divançem[294]
15.
Besâlet Kuşağı
(Manzûm)
16.
Kisve-i Me‘âd
(Mevâ‘iz-i dîniyye mesâ’il-i fıkhiyye Türkî)
17.
Mikyâsü’l-beyân
(Ferîde Şerhi Arabî)
18.
Felekü’d-dîn
fî-Sûretü’t-Tîn (Tefsîr Arabî)
19.
Nevâ-yı Mizan
20.
Îsâgocî Tercemesi
(Manzûm Türkî)[295]
21.
Misbâhü’d-dîn
(Mensûr Türkî)
22.
Harp Hatıraları (17
defter)[296]
23.
Duygu Demetleri (30
defter)[297]
24.
Bir Âlimin Felâketi
yâhud Kanlı Kederler
25.
Bahr-iFerâ’id
26.
Nazmu’l-Mantık
27.
Fıkh-ı Evsat Tercemesi
28.
Envâr-ı İslâm
29.
Rehber-i Mürîd
30.
Câmi’u’l-Ecvibe
31.
Lüccetü’l-Beyân
32.
Hitâb-ı Cihân
(Manzûm)
Ahmed
Mikdad Efendi’nin tespit edebildiğimiz, muhtelif mecmualarda neşrolunmuş on
sekiz adet makale ve manzûmesi mevcuttur:
1.
“Katarat-ı Hakîkat”,
Beyânülhak, c. I, sy. 6 (27 Teşrînievvel 1324/9 Kasım 1908), s. 114-115.
Mikdâd
Efendi’nin bu makalesi Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr adlı eseriyle
aynı minval üzeredir. Hakikat damlaları manasındaki başlıktan da sezildiği gibi
Mikdâd Efendi, karîhasını âyet ve hadislerle delillendirerek yaratılış, hayat,
ölüm, dünya, ukbâ gibi meselelerin hakikatine dâir fikirlerini yazıya
dökmüştür.
2.
“Lem'a-i Diyânet”,
Beyânülhak, c. I, sy. 7 (3 Teşrînisânî 1324/16 Kasım 1908), s. 137-138.
Bu yazı
muhtevâ itibârıyla, “Katarat-ı Hakîkat” başlıklı yazının devamıdır. Mikdâd
Efendi, önceki yazısında bahsi geçen rûhu tasfiye etme, mâsivâdan sıyırma
meselesinin çok mühim olduğunu bu makalede ifade etmiş; fakat bu işe memur olan
ilmiye sınıfının dönem şartları sebebiyle bunu layıkıyla ele alamadığını,
vazifenin önemini idrakten de uzak olduğunu ifade etmiştir. Bu manâda Sultan
II. Abdülhamid dönemi sonrası ilmiye sınıfına yöneltilmiş bir tenkit yazısı
olarak kabul edilebilir.
3.
“İttihâd-ı İlmiyye-i
İslâmiyye”, Cerîde-i Sûfyye, c. I., sy. 2 (13 Mart 1325/26 Mart
1909), s. 3.
4.
“İttihâd-ı İlmiyye-i
İslâmiyye: İkinci Nüshadan Ma’bâd”, Cerîde-i Sûfiyye, c. I, sy. 3
(20 Mart 1325/2 Nisan 1909). s. 3-4.
Mikdâd
Efendi, iki nüshada tefrika edilen bu makalesinde ulemânın öneminden ve
vazifelerinden bahsederken, “istibdâd devri”nde kendi sürgün hadisesini örnek
göstererek, bu sınıfın nasıl susturulduğunu, âlimlerin nasıl vazifelerinden
koparıldığını ifade etmiştir. Dolayısıyla bu makale, Mikdâd Efendi’nin yıllar
sonra yazmaya imkan bulduğu “istibdâd devri” tenkitlerini hâvîdir. Tenkitler
ifade ettiğimiz gibi ilim ve ulemâ misalleri üzerinden yapılmıştır. Bu
tenkitlerden sonra Mikdâd Efendi, ulemâ-yı İslâm’a seslenerek bu meşrûtiyet ve
hürriyet döneminde millete ahkâm-ı Kur’ân’ı anlatmanın ve ilmin gerektirdiği
sûrette hareket etmenin en mühim vazifeler olduğunu ifade etmiştir. Mikdâd
Efendi, makalenin başlığındaki tabirle, ulemânın bu serbest dönemde fiiliyat ve
fikriyatta birlik olmasını kastetmiştir. Ulemânın temel vazifeleri şöyle ifade
edilmiştir: Emr-i diyânetin teblîği gibi usûl-i ticâretle zirâ'ati bu halkın
sem'-i kabûlüne îsâl etmeliyiz. Selâmet-i millete bâdî olacak her türlü
şirketlere teşvîk etmeliyiz. Ahkâm-ı kitâbı teblîğe hâzır olalım. Ol bâbda
hâtır gözetmeyelim. Hâtır belâsıyla ketm-i hakikat bâ'is-i inkırâz-ı ümmetdir.
5.
“Pend-i Müşfik”,
Cerîde-i Sûfiyye, c. I, sy. 4 (27 Mart 1325/9 Nisan 1909), s. 1-2.
Bu makale
de Mikdâd Efendi’nin “istibdâd devri” tenkitlerini hâvîdir. Buradaki eleştirileri
“adâlet” kavramı üzerinedir. Ahmed Mikdâd Efendi, devletin kuruluşundan
itibâren adalet üzere tesis edilen nizâma sonraları, bilhassa “istibdâd
devrinde”, halel getirildiğini beyân ederken şu dikkat çekici ifadeleri
kullanmıştır: (...) 'adi üzre mü’esses bünyân-ı hükümetimize bir aralık
ba'zı hodbîn ve bedhâhânın girmesiyle kavâ'id-i ma'delet sadme-i mezâlime
uğrayarak gülistân-ı medeniyet çakal ormanına dönmüşdü. Bu tenkitlerden
sonra sözü yine ittihâda, birlikte gayrete getiren Mikdâd Efendi, önceki
yazılarında da ifade ettiği gibi bu yeni hürriyet ve Meşrûtiyet devresini büyük
bir fırsat olarak görmektedir. Birlik ve beraberlik yolunda birçok nasihatler
sıraladıktan sonra yazısını şu cümle ile sonlandırmıştır: Vücûd-ı vâhid
olalım, fâ’idemizi zarar-ı âharda aramayalım.
6.
“Kudsî Bir ‘Âlem”,
Cerîde-i Sûfiyye, c. I., sy. 5 (3 Nisan 1325/16 Nisan 1909), s. 4.
Mikdâd
Efendi’nin Ayasofya Camii’nde mübârek bir gecenin ihyâsı sırasında duyduğu
hazzı, kendisinde hâsıl olan letâifi, manevî zevki ve ardından yaşadığı hâlleri
anlattığı bir makaledir. Tarihe bakılırsa bu mübârek gece bir mevlid gecesidir.
7.
“İbretle Nazar”,
Cerîde-i Sûfiyye, c. I, sy. 6-16 (28 Nisan 1328/11 Mayıs 1912), s. 1.
Anlaşıldığı
kadarıyla bu makale, Ahmed Mikdâd Efendi’nin Erzincan’da Fırat Nehri’nin
harekâtına bakarak Allah’ın âleme tecellîleri üzerine tefekkürünün mahsûlüdür.
Diğer bazı makalelerinde olduğu gibi burada da âlemin görüntüleri karşısında
hayrete kapılışını, ardından acziyetini ve küçüklüğünü; buna mukâbil Allah’ın
kudretini ve büyüklüğünü itirâf ve teslim edişini beyân etmiştir.
8.
“Bedia”, Cerîde-i
Sûfiyye, c. I, sy. 6-18 (2 Haziran 1328/15 Haziran 1912), s. 1.
Bu makale
de diğer makalelerine benzer sûrette, âlemi temâşâ ederken tecellîlerini
gördüğü büyük kudret karşısında acziyetini, küçüklüğünü itirâf sadedindedir. Bu
hususu şöyle ifade etmiştir: Anladım ki burada 'acz: iktidâr, sükût:
tekellüm, sükûn: hareket, yerine geçer; belki de bilememek 'irfan olur...
9.
“Âh Mine’l-Mevt”,
Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-1, (20 Haziran 1328/3 Temmuz 1912), s.
3-4.
Bu yazı
ölüm üzerine bir tefekkürün mahsûlü olarak görülebilir. Ölümü bir ibret levhası
olarak gören Mikdâd Efendi, bu makalede diri olmak bakımından insan ile
hayvanât ve nebâtâtı bir mukâyeseye tâbi tutmuş; zikrullah ile hayat sahibi
olan tüm varlıklar arasında zikirden geri kalan insanın hayvanât ve nebâtâttan
başka cemâdâttan dahi gerilere düşeceğini bildirmiştir. Buradaki tefekkür
mahsûlü cümleler anlaşıldığı kadarıyla Mikdâd Efendi’nin Tevhîd-i Kâ’inât
adlı eserine de bir zemîn oluşturmuştur. Bu makalede neşrettiği iki bendi,
bilâhare basılan mezkûr eserine de almıştır.
10.
“Hayat”, Cerîde-i
Sûfiyye, c. II, sy. 24-4 (2 Ağustos 1328/15 Ağustos 1912), s. 3-4.
Bir önceki
makalede ölüm üzerine fikriyâtını yazıya döken Mikdâd Efendi, bu makalesinde de
hayatın hakikati üzerine kalem oynatmıştır. Hayat-ı beşerî, hayât-ı hakîkî,
rûhun hakîkati gibi meseleleri ele alırken âyetlerin delâleti ve tefsîriyle
tespitlerde bulunmuştur. Hayat hakkında bir girişten sonra makalede, ağırlıklı
olarak cihâd ve ölüm mevzûsu ele alınmıştır. Bu makale de Mikdâd Efendi’nin Şerefü’l-
Mücâhidîn adlı cihâd risâlesinin bir parçası kabul edilebilir.
11.
“Fıtrat”, Cerîde-i
Sûfiyye, c. II, sy. 24-7 (17 Eylül 1328/30 Eylül 1912), s. 7-8.
Ahmed
Mikdâd Efendi, bu makalede âlemin ve ardından beşeriyetin yaratılışını
özetlemiştir. Hz. Âdem’den (a. s.) başlayarak nihâyet Hz. Muhammed’e (s.a.v.)
kadar gelen hak-bâtıl mücadelesi de özetlenerek Son Peygamber’in tebliğine
mukâbil kâfirlerin inkârda ısrâr etmeleri ile “cihâd” vazifesinin başladığı
ifade edilmiştir. Yine cihâda teşvik maksadıyla yazılan bu yazı şu âyet meâli
ile sonlandırılmıştır: “Ey mü’minler! Siz Allah’ın dînine yardım ederseniz
Allah da size yardım eder.” (Muhammed Sûresi 47/7)
12.
“Nazar ve Duâ”, Cerîde-i
Sûfiyye, c. II, sy. 24-8 (4 Teşrinievvel 1328/17 Ekim 1912), s. 4-5.
Erzincan’da
Vasgird Vadisi’ndeki dağları temâşâ ederken gönlüne gelen letâifi bu makalede
ifade etmiştir Mikdâd Efendi. Allah’ın yarattıkları karşısında, eserden müessire
bir yol izleyerek kendi acziyetini, küçüklüğünü itirâf ettiğini bildirerek
duâya başlamıştır. Duâsının sonu şöyledir: Lutfunla, kereminle şu 'abd-i
gaflet-penâhı silsile-i 'arifine ilhâk et, hikmet-i fıtrata âşinâ eyle, esrâr-ı
cemâdâtı anlat, tesbîh-i nebâtâtı işitdir. Tâ ki bileyim, âşinâ-yı hakikat
olayım ey Vâhibü’l- 'aâfyâl Gâfirü’l-hatâyâ! Ey ilah-ı Mennân, Rabbi müste 'ân!
Bu dediklerim, benim istediklerim keremine nisbet lâ-şey ’, lâ-vücûddur.
13.
“Nevâ-yı Vahdet”,
Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-9, (19 Teşrinievvel 1328/1 Kasım 1912),
s. 5-7.
Mikdâd
Efendi’nin hayat, ölüm, fıtrat, mahlûkât, insan gibi meselelerde daha önce
yazıya döktüğü fikriyâtını “Nevâ-yı Vahdet” başlığı ile nazma çektiğini ifade
edebiliriz. “Nevâ-yı Vahdet”, 78 beyitlik bir mesnevîdir. Aruzun “mef ‘û lü/me
fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbı ile yazılmıştır.
14.
“Şiirler”, Cerîde-i
Sûfiyye, c. II, sy. 24-18 (28 Şubat 1328/13 Mart 1913), s. 8.
Mikdâd
Efendi’nin Çatalca’da gönüllü olarak askere vaaz ve nasihatte bulunduğu, askerlerin
manevî kuvvetini artırmak için çalıştığı zamanlarda yazdığı bir şiirdir. 8’li
hece ölçüsü ile yazılan bu şiir 16 dörtlükten müteşekkildir. “Vermeyelim yurdu
ele” mısrasından da açıkça anlaşıldığı gibi Mikdâd Efendi, bu şiiri de cihâda
teşvik ve askeri teşcî maksadıyla yazmıştır. Son derece sade bir dille kurulmuş
bir manzûmedir.
15.
“Enîn”, Cerîde-i
Sûfiyye, c. II, sy. 24-20 (28 Mart 1329/10 Nisan 1913), s. 5.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin bu manzûmesi Balkan Harbi’nin ortaya çıkardığı elîm manzara
hakkındadır. 27 beyitten müteşekkildir; mesnevî tarzındadır. Aruzun “fe ‘i lâ
tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lün” kalıbıyla yazılmıştır.
16.
“On Aylık Seyâhat-ı
Askeriyyemden Bir Levha Yâhud Macar KaPasında Bir Gün Müsâferet”, Cerîde-i
Sûfiyye, c. III., sy. 62 (6 Eylül 1329/19 Eylül 1913), s. 157-158.
Mikdâd
Efendi, 10 Kasım 1912’de Balkan Harbi için hazır kıta bekleyen askerî
birlikleri ziyâret etmek ve desteklemek maksadıyla Erzincan’dan ayrılmıştır. Bu
tarihten itibâren geçen on aylık sürede birçok il gezdikten sonra Anadolu
Kavağı’ndaki Macar Kalesi’nde bir gece misafir olmuş ve bu kısa makaleyi
yazmıştır. Bu makalede Boğaziçi’nden manzara tasvirleri yaparak bu âhenkli
görüntülere olan hayranlığını yazıya dökmüştür.
17.
“Vasf-ı Cenâb-ı
Peygamber Sallallahu Teâla Aleyhi ve sellem”, Cerîde-i Sûfiyye, c.
III, sy. 83 (30 Kânûnusânî 1329/12 Şubat 1914), s. 367-368.
Mikdâd
Efendi’nin Hz. Muhammed’e (s.a.v.) na’tıdır. On yedi beyitlik bu na’t, aruzun
“fa 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün” kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevî
tarzında kâfiyelenmiştir. Muhtevâ ve şekil olarak Osmanlı şiirinin klasik na’t
örneklerinden biridir.
18.
“Bay Baba Salim’e”,
İkbal/Olcay Gazetesi-Trabzon (23 Mayıs 1935), s. 3.
Ahmet
Miktat Poyraz’ın Trabzon’da öğretmenlik yaptığı sıralarda şehrin mühim ve
meşhûr sîmâlarından Baba Salim lakaplı Mehmet Salim Öğütçen’e ithâfen yazdığı
âşık tarzı şiiridir. On birli hece ile yazılan şiir altı dörtlükten
müteşekkildir.
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin mecmua ve gazetelerde neşrolunmamış, şahsî arşivlerde ve
Diyanet İşleri Başkanlığı arşivindeki özlük dosyası içinde kalmış bazı şiirleri
de mevcuttur. Mikdâd Efendi’nin bu şiirlerin sonuna düştüğü notlara bakılırsa
bunların birçoğu kaybolup giden defterlerinden kopyadır. Ayrıca başka yerde
bulunmayan şiirlerinden birisi de İbrahim Aslanoğlu’nun eserindedir. Bu
şiirleri şöyle sıralayabiliriz:
1
.“Duygu Demetleri”
adını verdiği şiir defterlerinden çıkma iki şiir. Bu şiirler Mikdâd Efendi’nin
Diyanet İşleri Başkanlığı arşivindeki sicil dosyasından alınmıştır. 01/08/1931
tarihlidir.
2
.“Başvekil İsmet
Paşa’ya” ithâfen şiir. Bu şiir de Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki
dosyasında bulunan bir dilekçeye eklenmiştir. 05/01/1932 tarihlidir.
3
.“Kızım Suad” başlıklı
şiir. Bu şiir Mikdâd Efendi’nin torunlarından Dâra Tan’ın şahsî arşivindedir.
30/03/1935 tarihlidir.
4
.“İstanbul Topkapı
Mezarlığı’nda Anama” başlıklı şiir. Bu şiir Mikdâd Efendi’nin torunlarından
Belir Bulut’un şahsî arşivindedir. 28/6/1935 tarihlidir.
5
.“Babama” başlıklı
şiir. Bu şiir Mikdâd Efendi’nin torunlarından Belir Bulut’un şahsî
arşivindedir. 28/6/1935 tarihlidir.
6
.“Sılaya
Dönüş” başlıklı şiir. 13/01/1939 tarihli bu şiir, Aslanoğlu’nun Divriği Şairleri
adlı eserindedir.[298]
3. AHMED MİKDÂD EFENDİ’NİN KÜLLİYÂTI
Metnin
Oluşturulmasına Dair Notlar
Metinler,
yakın döneme ait olduğundan, Latin harflerine aktarılırken transkripsiyon
sistemi kullanılmamıştır. Bunun haricinde anlam karışıklıklarının önüne geçmek
için “ £ ” (ayın) harfleri “ ‘ ” (ters kesme) işareti ile; “ *
” (hemze) “ ’ ” (kesme) işareti ile; “J” (kaf) harfinden
sonra gelen uzun “â” için “a”, uzun “î” için “î” şekli
kullanılmıştır.
“t”, “^”
gibi harflerin geçtiği kelimeler bugünkü söyleyişe yakın olan imlâ ile
karşılanmaya çalışılmıştır. (Jjîjk dokuz / j^k damar / jlk dar
/ 4*&: dalga / dâl^: gâfil / ût**: figân vs.)
Metinlerde
“kavga, türlü” gibi bazı kelimelerin muhtelif imlâlarla yazıldığı görülmüştür.
(jJjjö - ^-b- / t£j& - tcj vs.) Buna benzer kelimeler aktarılırken
bugünkü kullanıma yakın olan imlâ tercih edilmiştir.
Benzer bir
hususla Ahmed Mikdâd Efendi’nin isminin imlâsında da karşılaşılmıştır. Latin
harflerine geçildikten sonra “-'^” Mikdâd ismi “Miktat, Mikdat, Mikdât,
Miktad, Mıktat, Mıkdat, Mukdat” gibi muhtelif yazımlarla metinlerde ve
evraklarda yer almıştır. Latin harflerine aktarılırken harf değişikliğinden
önceki metinlerde “Mikdâd” ismi aslî harfleriyle muhâfaza edilmiştir. Latin
harflerine geçişten sonraki metin ve evraklarda ise Mikdâd Efendi’nin imzâsında
da ekseriyetle tercih ettiği, bugünkü söyleyişe de daha uygun olan “Miktat”
imlâsı tercih edilmiştir.
Latin
harfleri ile yazılışı aynı, fakat farklı manâlara sahip kelimeler anlam
karışıklığının önüne geçmek maksadıyla aslî harfleri ile parantez içinde
gösterilmiştir. (tebahhur [j^£]-[j^] - i’zâm [?t^^l]-[flj^l ]
vs.)
Osmanlı
Türkçesinde imlâsı kalıplaşmış fakat telaffuzda devir-dönem farklılıklarının
görüldüğü eklerin yazımında Yavuz Kartallıoğlu’nun makalesi dikkate alınmıştır.[299] Bu makalede, özetle, bilhassa
18. asır sonundan itibâren eklerin genelinde dudak uyumunun gerçekleştiği;
fakat bu eklerin imlâsının değişmediği ifade edilmektedir. Benzer şekilde
itmet, virmek gibi fiiller de asırlardır aynı imlâ ile yazılmasına rağmen
metinlerin kaleme alındığı dönemde dahi günlük telaffuzda etmek, vermek
şeklinde kullanıldığı göz önüne alınarak bugünkü imla ile yeni harflere
aktarılmıştır. Aynı durum kapu, karşu, hidmet gibi sözcükler için de
geçerlidir. Bu gibi durumlarda Redhouse sözlüğünde mevcut olan, kelimenin
günlük dildeki telaffuzuna dair kayıtlardan istifâde edilmiştir.[300] Arapça, Farsça kelime,
birleşik kelime ve tamlamaların imlâsında ise İsmail Ünver’in makalesi dikkate
alınmıştır.[301]
3.1.
Şiirleri ve Manzûm Eserleri
mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün
1.
Birsin ne diyim
birliğine var mı ki şübhe Mir’ât-ı cihân birliğine şâhid-i 'âdil
2.
Bir zerre bile
vahdetini etmede isbât
Bin türlü delîl bulmadadır zerrede 'âkil
3.
Kur’ân’a bakar vahdet-i
zâtında ilâhî
Tevhîd ederek secde kılar zâtına her dil
4.
“Âh” diyerek dîde-i
gerdûn da döker yaş Dağlar ovalar çağlayarak sanki olur seyl
5.
Şu levha-i nîl-gûn-ı
semâvât ise işte Yazmış ediyor subh u mesâ ismini tertîl
6.
Otlarda bulutlarda
bütün 'unsur-ı ekvân Her demde eder meclis-i ezkârını teşkîl
7.
“Âh” diyerek na'ra
vurur gökde bulutlar Ol demde eder 'âleme bir cezbeyi teşmîl
8.
Enzâra hemân 'arz-ı
cemâli etdi vücûdun Lutfunla edip türlü delâ’ilini tekmîl
9.
Nâtık ile sâmit görünen
hey’et-i mevcûd Her şey kılıyor nâmını takdîs ile tebcîl
10.
İn'âmını mebzûl buyurup
halk-ı cihâna Etdin ebedî nev'ini her fasl ile tebdîl
11.
Bin sofra-i in'âmını
etdikde küşâde Merzûk ederek cümle-i mahlûkunu her yıl
12.
Yapdın ne büyük kubbe-i
isnâ ki o yüzden Etdin ebedî me’ser-i eltâfını tenzîl
13.
Yüksek ne büyük kubbe-i
dünyâ-yı dil-ârâ Asdın ne güzel kudret ü hikmetle kanâdil
14.
Bakmak ne müfîd gözleri
etmekde muhayyer Bakdıkça eder 'arz-ı vücûd türlü muhâyyil
15.
Müşrik de eğer dîde-i
insâfını açsa Tevhîd ederek şirki olur âfil ü zâ’il
16.
'İrfân gözünü kim ki
açar çarh-ı cihâna 'İbret alarak Hakka bulur türlü vesâ’il
17.
Mikdâd gibi
binlerce zebân olsa güvâhı Bitmez ebedî gizli olan kenz-i mesâ’il
18.
Bir söz ki sana şimdi
derim dinle ki vallâh Birdir ebedî hâlık-ı 'âlem yüce Allâh
mef ‘û
lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün
1.
Eşyâya nazar hâlıka
mir’ât-ı beyândır Her zerrede âyât-ı vücûd ‘ayn-ı ‘ayândır
2.
Bak varlığına türlü
temâsîle bürünmüş Âsârı anın şekl-i dil-ârâda görünmüş
3.
İnkâr, ne revâ vahdet-i
zâtında Hudâ’nın Var varlığına şâhid-i ‘âdilleri anın
4.
İşte ne büyük, kubbe-i
‘ayyûk-ı semâvât Bir bakmada insân görüyor türlü delâlât
5.
Fikr et nereden bunca
kevâkib ile ezvâ’ Tahlîl ediyor subh u mesâ hâlıkı envâ’
6.
Şu yerdeki eşcâr u
giyâh cümlesi birden “Allah” diyerek secde eder her yerden
7.
Taşlar, kayalar hâlıkı
bilmekle mübâhî Her şey ediyor birliğe ‘arz-ı güvâhî
8.
Dikkatle işit, bak ne
diyor lahn-ı tuyûrı “Allah” diye ibrâz ediyor sûr-ı sürûrı
9.
Güller açıyor bülbüle
bin dâm-ı belâyı[305] Hasretle ana
etdiriyor âh u nevâyı
10.
Kimdir gülü tezyîn
ediyor bülbülü şeydâ Kimden oluyor bunca güzel iş daha peydâ
11.
Mâhîleri kim saldı
bütün ka‘r-ı miyâha Kim verdi şeref tâcını sultân ile şâha
12.
Kimdir yediren hilkate
ma‘cûn-ı hayâtı Mahlûku eden mazhar-ı esmâ vü sıfâtı
13.
Kimdir getiren âdemi
iklîm-i ‘ademden Kimdir ki mukaddesdir ebed ân ile demden
14.
Kimdir ki eder subh u
mesâ mihri dırahşân Kimdir oluyor leyl ü nehârında nûr-efşân
15.
Kimdir ediyor habbeyi
bir devha-i a‘zam Kimdir ki odur Bâkî, ebed müsta’zam
16.
Kimdir ki eder katreyi
sultân-ı cihânyân Kimdir ki odur evvel ü âhirde de Deyyân
17.
Kimdir ki olur kudreti
her ‘âleme nâfiz Kimdir ki eder hükmünü her nesnede tenfîz
18.
Kimdir o büyük var mı
anın havfı ehaddan Kimdir yaradır dürr ü güher mâ’-i cemâddan
19.
Kimdir o güzel hüsnüne
her dildeki sevdâ Kimdir ediyor ‘âlemi her anda hüveydâ
20.
Kimdir görünen vech-i
dil-ârâdaki behcet Kimdir oluyor cümle vücûd-ı zâtına hüccet
21.
Kimdir veriyor bâğ u
bisâtına mehâsin Kimdir okuyor savt-ı bülendiyle de Yâsîn
22.
Kimdir görünür âyine-i
bûd u nebûdda Kimdir sürünür rûy-i ‘ibâd hâke sücûdda
23.
Kimdir ki dene zâtına
“Allah” kerîmsin Ortak sana yok evvel ü âhirde de birsin
24.
Birsin ezelî hâlık-ı
erkân-ı cihânsın
Ammâ ki bu fıtratda neden sırr u nihânsın
25.
Zâhir ile bâtın demeğe
bince delîl var Ta‘yîn-i hüviyyetde fakat bahs ü beyân dar
26.
“Allah” demeli başka
söze aslâ mecâl yok Yanlış olarak anlayan efkâr ise pek çok
27.
Birsin ebedî birliğini
eyledim ikrâr Hüccet ile isbâta neden etmeli ısrâr
28.
Bir zerre bile
vahdetine şâhid-i ‘âdil
Bir bakmada anlar bunu elbetde ki ‘âkil
29.
Tanzîm-i cihân vech-i
nizâmınla karâr-gîr Kimdir edecek belki de bir zerreyi tanzîr
30.
Göklerde bulutlarda
gezer cûd u nevâlin Olmaz ebedî evvel ü âhirde zevâlin
31.
Bir lahzada bin varı
eder kudreti nâ-bûd Oldur ebedî yer ile göklerdeki ma’bûd
32.
Bir zerre ile ‘âlemi
halk etmede birdir Mahlûk bilemez hikmet-i hâlık zehî sırdır
33.
Eşyâya nazar et de
düşün hikmet-i Mevlâ
Elbetde budur şân-ı ‘ubûdiyyete evlâ
34.
Dem vurma sakın sırr-ı
hüviyyet ile zâtdan Her demde gözet zâtını esmâ vü sıfâtdan
35.
Mir’ât-ı Hudâ yapdığı
dergâh-ı ‘alâdır Îmân ile ‘irfân da o mir’âta cilâdır
36.
Aç perdesini kenz-i
kemâl zerrede mestûr Evsâf-ı cemâl hâme-i kudret ile mezkûr
37.
İb‘âdına bak cism-i
mücerred diye geçme Gafletle tutup perde-i ‘irfânını açma
38.
Bak zerreye gör
istediğin iste de anla
Bir köşesine sıdk ile ihlâs ile yanla
39.
‘Ummân görünür zerre
olan çeşm-i mübîne Takvâ ile muhkem yapış ammâ ki bu dîne
40.
Sil gözlerini, sûretini
eyle münezzeh Kalbinde düşün eyleyerek tâhir ü enzeh
41.
Tut halkasını Ka‘be-i
ezkâr-ı Hudâ’nın
Bak fırsatına vakti ile farz edânın
42.
Sünnet yoluna eyle fedâ
mâl ile cânı “Allah” yolunu tut da gidip emrini tanı
43.
Kur’ân’a da bak
doğruluğu eyle ta'allüm Zinhâr ebedî kizb ü lağv etme tekellüm
44.
Mahlûka ezâ eyleme
haksızca gazabdan Sabr et ki amân çıkmayasın râh-ı edebden
45.
Tut şer‘-i şerîf üzre
olan[306] habl-i metîni[307] Hakdan hibedir
bizlere bil böylece dîni
46.
İnsâna şeref-res olacak
şer‘-i şerîfdir Kadrin bilen âdem ise bir merd-i zarîfdir
47.
Hak yolları besbelli
olur fikr edilince Meydâna çıkar şer ise bir hatve gidince
48.
Tâğûta küfür ‘aynı
savâb ile îmândır Bu mes’eleye dikkat eden çünki yamandır
49.
İğvâ ederek âdemi
putlarla eder pîs
Bin hîlesi var ‘âlemi soymakda o telbîs
50.
Bin sûfilerin sûfını
soymuş da çıkarmış Evvelce de çok hâneyi bir demde yıkarmış
51.
Vaktâ ki cihân şemsi
gelip etdi temerküz Artık o kadar bulmadı iblîs dahi merkez
52.
Gâfil olanı avlamada
etmedi te’hîr
Uysak olanı etmededir dâ’imâ teshîr
53.
O kelb-i mübîr şerri
zuhûr etmede her an Dünyâda keser nice milel emrine kurbân
54.
Nerden gelecek kimse
anın fendini bilmez Bin herzeyi birden yiyerek ağzını silmez
55.
Lağv etmede eclâf-ı
zamân ‘ârı düşünmez Bin münkire bir lahzada gitmekde üşenmez
56.
Erbâbı gerek tâ ki anı
eyleye irşâd
Tahlîs-i girîbân ile bu kalbi edip şâd
57.
Emmâre olan nefsi tutup
kahr ede birden Tashîh-i fikr etdirerek salına serden
58.
“Allah” dedire
başkasını etdire nisyân Enzâr-ı mürîdânda ola mâ-sivâ seyyân
59.
Bir vâhidi tevhîde bula
râh-ı selâmet
Tâ görmeye o rûz-ı nedâmetde melâmet
60.
Dûrbîn-i basîretle
görüp zât u sıfâtı
Tavsîf ede tâ vasfı ile Hazret-i Zâtı
61.
Tevhîd yoluna kim ki
girer Hakk’a erer ol Vuslat arayan zâta budur doğru selîm yol
62.
Bilmek ne büyük lutf-ı
Hudâ-yı müte‘âldir Cehl-ile vusûl bil ki anı emr-i muhâldir
63.
Bildim diyerek
mezlakada çukuru kaldı Geçmekde iken lücce-i hüsrâna da daldı
64.
“Allah” dedi bir sûreti
kendince edindi
Tadrî‘-i cinân eyledi bir köşede sindi
65.
Teşbîhe girip eyledi
bin türlü rezâlet Şeytân da bunu eyledi ıdlâline âlet
66.
Tevfîkine mazhar olanı
kimse şaşırmaz Onlar da durup yok yere şu haddi aşırmaz
67.
'İfân gözünü levha-i
'ayyûka çevirmiş Cismi burada kalbini Allah’ına vermiş
68.
Erler eridir sûk u
menâzilde gezerken Hak dil-beridir nân u nemek halk ile yerken
69.
Deryâdil-i esrâr-ı
muhabbet olarakdan
Bir an bile gaflet edemez Hazret-i Hakdan
70.
Gaflet ona nisbetle
büyük cürm ü kusûrdur Esved ise de kalbi anın hıtta-i nûrdur
71.
Hikmetle dolu kalbi
anın türlü cevâhir
Seyyân bulunur anda ebed bâtın u zâhir
72.
Dünyâları yaksan da
ebed zerrece doymaz Sünnetle 'amel eyleyerek kimseye uymaz
73.
Zemm eyleyene medh
edici zannını besler Tahkir edeni lutufla tekrîm ile sesler
74.
Ölmekle hayât sanki
müsâvî nazarında
Kaim bulunur Hakka anın hep huzurunda
75.
Saklar ki anı kimse
görüp etmeye meşgûl Tâ olmaya bu dağdağada 'âleme me’mûl
76.
Fıtratdaki makdûru
görür seyre olur râm Ağzın açamaz söyleyemez olsa da ibrâm
77.
Her vara bakıp Hâlıkını
anda temâşâ Benzetmeyerek seyr ediyor vechini hâşâ
78.
Lezzât-ı cihân bil ki
cinân işte bu zevkdir Mikdâd’a göre şevk-i 'azîm işte bu şevkdir
8’li hece
1.
Kardaş gelin birleşelim
Yurdumuza yerleşelim Güzel güzel görüşelim Yücelere erişelim
2.
Hakka lâyık iş edelim
Başkasını biz n’edelim Doğru güzel yol gidelim Eğriliği terk edelim
3.
Ecdâdımız kimdir bilin
Dediğine bakma elin Kardaşlığı muhkem kılın Yürekdeki kîni silin
4.
Biz kardaşız bir
babadan Gitmeyin eğri sapadan Yaradan verdi cabadan Etdi sağlıkla âbâdân
5.
Unutmayın sırdaşlığı
Terk etmeyin kardaşlığı Muhkem tutun yoldaşlığı Bırakmayın dîndaşlığı
6.
Çalışalım iş yapalım
Eğri yollardan sapalım Yalınız Hakka tapalım Dünyâda ad kapalım
7.
Kötülükden sakınalım
Doğruluğu takınalım Kendimize bakınalım Yurdumuza biz konalım
8.
Bize düşman bir güvedir
Yurdumuz hâli yuvadır Çünki güzel bir ovadır Karıncamız bir devedir
9.
Vermeyelim yurdu ele
Savurur harmanı yele Şanlarımız gider seyle Büyük küçük millet bile
10.
Gözümüzü merd açalım
Yaramazlıkdan kaçalım Düşmana merdlik saçalım Etmeye tâ bir de çalım
11.
Kanlı kefendir şânımız
Şehîdlikdir nişânımız Mezâr bizim gülşenimiz Hep karanlık rûşenimiz
12.
Dedikoduyu atalım
İşi birlikde tutalım Geçenleri unutalım
Düşmanları uyutalım
13.
Târihlere bir bakınız
Gönül mumunu yakınız Yiğid kılıncı takınız Düşman iline akınız
14.
‘Osmânlıyı gösterelim
‘Âleme heybet verelim Kavgâya birden girelim Düşmanı ölmüş görelim
15.
Sancağı bir kaldıralım
Tâ yürekden saldıralım Düşmanı birden kıralım Dağ gibi karşı duralım
16.
Mikdâd dedi bu
sözleri Açalım yâ hû gözleri Ağardalım da yüzleri Tanındıralım özleri
fe 'i lâ tün/fe 'i lâ
tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün
1.
Mütemâdî yakalım
bağrımızı âh bin âh Vatanın cânını yakmışdı cehâlet eyvâh
2.
Bu da çok sürmedi hayfâ
çözülüp gitdi vatan Hani ya kadrini ibcâl ederek elde tutan
3.
Yetişin bunca mezâlim
yapıyor Bulgarlar İnkişâf etdi haremlerdeki mestûr 'ârlar
4.
Nerede kan bu mudur
böyle uyuşduk kaldık Ne içün gaflete hayretlere birden daldık
5.
Babamız böyle miydi
düşmanını görse meğer Anların bir kılıcı bin yüreğe korku eker
6.
Haykırın işte zamânı
daha durmak var mı Koşdurun atları bilmem ki bu 'âlem dar mı
7.
Yıkılan hâneleri
yapmaya gayret yok mu Yoksa biz kâfî değil düşmanımız pek çok mu
8.
İşte ben bayrağımı elde
tutup da yürüdüm Bana her sâhadan a'lâ görünür bir yurdum
9.
Nerde izhâr-ı diyânetle
olan şöhret-gîr
Ana da işte benim bu sühanım bir tezkîr
10.
Geliniz bir olalım ya
ölelim ya kalalım Düşmanı kahr ederek yurdu elinden alalım
11.
Geliniz hak yoluna
'azm-i cihâd eyleyelim Birleşip derdimize ba'zı devâ söyleyelim
12.
Ne de korkak ne de
miskîn demesin kimse bize Birleşirsek vuramaz kimse bizim ensemize
13.
Şu hilâflarla şikaklar
neye mebnî oluyor İşte nâmûs-ı 'umûmî ara yerde ölüyor
14.
Yetişir parçaladı hep
ciğeri ellerimiz Böyle hâllerle bu elden çıkıyor illerimiz
15.
Kimini kesdi bıçak ya
kimini asdı resen Ne kadar yağma edildi hele 'iffet bilsen
16.
O gelinler ile kızlar o
kadar nûr-ı cemâl Bir sürü hınzıra olmuş ne felâket pâ-mâl
17.
Her biri türlü ezâlarla
görür bin zillet
Yetiş imdâdına artık ne olur ey millet
18.
En güzel nesl-i necîb
bir köpeğin annesine Şimdi hizmet ediyor amma kimin o nesine
19.
Duracak vakti geçirdik
daha yokdur müddet
Bu sefer mi buna sabr eyleyecek bu ümmet
20.
Çıkınız dîne hakaret
edeni kahr edelim
Şu uğurda yürüyüp düşmana doğru gidelim
21.
Boyalı köşk ü sarâylar
bize bir şey vermez Böyle gamgîn olana dest-i zafer pek ermez
22.
İleri hep ileri ey
vatanın evlâdı
Hani gayretle hamiyyet hani ecdâd adı
23.
Sökelim düşmanı
gayretlenerek bir kökden Yetişir lutf-ı ilâhî bize imdâd gökden
24.
Yıkılan mescidi yapmak
ne büyük hürmetdir Yırtılan perdeyi dikmek ebedî zimmetdir
25.
Dökülen kanları tathîre
şitâb etmeliyiz Bu sebeble hepimiz harbe çıkıp gitmeliyiz
26.
Bu felâket ne de müdhiş
arada var nâmûs Minberin burc-ı bülendinde asılmış nâkus
27.
O rezîl ellere geçmiş
ne kadar mâl ü menâl Kiminin kanı hedermiş kiminin 'ırzı helâl
3.1.1.5. Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber Salla’llahu ‘aleyhi ve-sellem[310]
fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ
tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün
1.
Ey hakikat ma’deni, ey
dü-cihân peygam-beri Ey şerî‘at mahzeni, ey kâ’inâtın reh-beri!
2.
Ey habîbi Hazret-i
Hakk’ın şefâ‘at-perveri Ey fetânet burcunun bir mâhitâb-ı enveri
3.
Ey Hudâ’nın Mustafâsı,
ey gönüller dil-beri Ey melekler muktedâsı, ey nebîler ekberi
4.
Ey sa’âdet melce’i
zî-fezâ’il akderi Ey kerâmet menba’ı, ey sıhr-ı pâk-i Haydarî
5.
Ey cemâli nûr-i Kur’ân,
pür-şezâ-yı ‘anberî Ey ‘Arab sâdâtının fahri, hatîb-i minberi
6.
Ey semâya sâye-endâz,
ey zemînin serveri Ey asâlet tahtının şâh-ı celâdet-perveri
7.
Ey veren zînet zamâna
geldiği günden beri Ey cemâliyle eden zâhir Bilâl ü Kanber’i
8.
Ey şerâfet merkezi, ey
kenz-i ‘irfân izhari Ey kıvâm-ı her dü-‘âlem, ey tecellî mazhari
9.
Ey kılan Mûsâları,
‘Îsâları hâhişveri Ey eden ashâbını ensârını dânişveri
10.
Ey fütûhâtıyla ma‘mûr
eyleyen her kişveri Ey veren a‘dâya dehşet satvet-i âteşveri
11.
Ey metânetle eden hâ’if
cünûd-ı kayseri Ey gazâda eyleyen rehber hübûb-ı sarsarı
12.
Ey cenâb-ı
seyyidü’l-kevneyn ‘âlî gevheri
Ey sadâkat dürr-i yektâsı ferîde cevheri
13.
Ey Ebû Bekr ü ‘Ömer,
‘Osmân u Haydar-ı saf-deri[311] Ey edenler Hakk’a
nusretle münevver her yeri
14.
Ey esâs-ı ümmeti tahkîm
eden savletveri
Ey nidâsıyla şefâ‘at istiyor bu kemteri
15.
Ey ilâhî lutf u ikrâm
et de bu gayretgeri
Eyle bâb-ı fahr-i ‘âlemde anın hizmetgeri
16.
Ey Rahîm ihsân buyur da
rahmet-i nusretveri Eyle anı rûh-ı pür-taksîrimin vuslatveri
17.
Ey Kerîm Allah görür
elbet bu güzel münşiri Eyle âsân Ahmed Mikdâd’a rûz-i mahşeri[312]
3.1.1.6. Şerefü’l Mücâhidîn’den[313]
fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ
tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün
1.
Ben yiğit oğlu yiğit
bir kahramân-ı ‘âlemim Gerçi sûretde kıyâfetde mücerred âdemim
2.
Kan saçar bayrak açar
düşmanları mahveylerim Şimdi arslanlar yiğitlerdir refîk ü hemdemim
3.
Düşmanı andıkca kalbim
çarpıyor birden bire Katl-i a‘dâ-yı melâ‘indir hemîşe her demim
4.
Top tüfek gülle
şarapneldir bana eğlence hep Kan akıtmak baş kesip kahr eylemekdir mahremim
5.
Harb eder düşmanları
mahveylerim darbem ile Dağ başı yâhûd mağaradır makarr u meskenim
6.
Râhat-ı dünyâ benim
zevkimde hîçdir bil anı Düşmanı serdikde râhat zevk ü şâdî ederim
7.
Kan içer âdem yerim ben
aç kalırsam kavgâda Rûh-ı a‘dâdır gıdâm olmaz ta‘âm-ı diğerim
8.
Dağ demez ateş demez Mikdâd
geçer hep sedleri Düşmanı ta’kîb eder tâ şark u garba giderim
3.1.1.7. Duygu Demetleri’nden[314]
me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün
1.
Hayatın yaz kışından
çok usandım Nedir bitmez tükenmez geldi, gitti Hayatı bir saadet yurdu sandım
Hayatımda hayatım dinle n’etti
2.
Bana şu derbederlik
oldu erzan Bugün bunda yazın ağyar elinde Hikâyem kalbimi etmekte lerzân Bütün
haysiyetim elin dilinde
3.
Niçin bu cüstücû-yı
devr-i âlem Yerinde pâyidâr olsam n’olurdu Felaketler içinde nev’-i âdem Hayatı
terk edeydi kurtulurdu
4.
Evet varlıkta sa’y
etmek revâdır Hayatın böyledir aslında şartı Çalışmak derdi fakra bir devâdır
Gezer deryada ihtiyaçla martı
5.
Beşerdir şu anâsırda
müessir Deler dağlar geçer derya denizler Yaşayışta ne hikmettir bulur der
Çalışmakla parıldar hoş benizler
6.
Didişmekle boğuşmak
türlü gayret Gece gündüz bütün mevsimde yaz güz Beşerde bir muammadır bu siret
Hava derya kara her yer bütün düz
7.
İlim, irfan, mesâi
fenni tetkik
Bütün bunlar beşerde oldu mevcut Derin
mefkûreye dalmakla tahkik Bu işler lutf-ı Hakla oldu bir cut
8.
Çalıştırdı cihanda
verdi kudret Yesinler ta ki erzakı mukadder Nazargâhı teemmülde ne hıret Sakın
olma hayatında mükedder
9.
Ne yaptımsa umutlarım
oldu bitti Hayatımda geçirdim türlü etvar Emeller doğdu Miktat sonra
yitti Şu müstakbelde bilsem ki neler var?
3.1.1.8. Başvekil İsmet Paşa’ya Şiir[315]
fe 'i
lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün
1.
Eğer olmazsa bana böyle
ta’zim lutf u kerem Olurum gayrı derûnum ile ben sonra verem
2.
Beni Cumhûriyetin
şânına bahşeyle O Diyanet işinin sahibine bir söyle
11’li Hece
1.
Uyanır kalkarım sabahtan
erken İçimde sızı var bakarım Suad Kalbimi haşlayan bu nedir derken Işığı
yakarım bakarım Suad
2.
Kızım ne hâldesin sesin
çıkmıyor Ne ise derdini söyle babana
Seni düşünmeden kalp ayıkmıyor Hayalim
gidiyor yazı yabana
3.
Kalbimin kulağı mikrofon
aldı Dinledi dinledi seni inledi
Kederli yüreğin gölgeler saldı Uzaktan
uzağa derin inledi
4.
Belki bir yaran var saklama
derdin Derdini saklayan derman bulamaz Babacığım beni unutma derdin Bir baba
kızından ayrı olamaz
5.
Uyurum görürüm rüyada seni
Uyanır anarım gece gündüzde İhmâl eder miyim dünyada seni Kımıldar gezerken
derede düzde
6.
Seninçün ben bugün
çalışıyorum Yoksa neme lazım gidip gelmeler Kızıl alev aldım alışıyorum Nedir
yüce dağlar geçip delmeler
7.
Kızım sen yücesin, hürsün,
büyüksün Kimseler hürleri esir edemez
Sanma ki kimsenin sırtına yüksün Korkma
zararına kimse gidemez
8.
Hayatı kazandın okur
yazarsın Ortayı bitirdin san’atı aldın Dilersen her çeşit maden kazarsın Hüner
ülkesine gölgeler saldın
9.
Söyle kızım söyle söyle
dinleyim Söyle ki sözünden kıvanç alayım Gülersen sevinem yoksa inleyim Olur mu
ki öyle dertli kalayım
10.
Söyle ki derdini dinleye Miktat
Odur dertlileri durup dinleyen Ezelden beridir eylemiş mu’tâd Odur
başkasını görüp inleyen
30/3/1935
3.1.1.10.
Bay Baba Sâlim’e[317]
. Gönül gönül diye düştün
feryâde, Gönül sâhiplerin başladım yâde, Kimisi karada, kimisi deryâde, Her
biri sen gibi gönül yüzünden.
2.
Her yere bir gönül ben
vere vere, Gezdim bırakmadım ne dağ ne dere. Henüz o yoldayım demek ki nere?
Dolandım acunu dere yüzünden.
3.
Gönül ülkesinin tahtı
yücedir, O tahta çıkanın bahtı yücedir.
Eğeri murassa râhı yücedir, İşit felsefeyi
ozan sözünden.
4.
Ne mutlu ona ki gönül
veremez, Ülkü ağacının gülün deremez. Kolunu uzatsa gene eremez, Düşer her
gördüğü sevgi gözünden.
5.
Sâde bir güzele gönül
vermeli, Onun sevgisine varıp ermeli.
O gülün goncesin alıp dermeli, Hangisi
güzeldir, onun yüzünden.
6.
Mikdâd ne hoş
dedin neler söyledin, Yürekte derdim belli eyledin, Anlayan bilir ki n’ettin
neyledin, Gözlerime sürsem onun tozundan.
3.1.1.11. İstanbul Topkapı Mezarlığı’nda Anama[318]
11’li Hece
1.
Geldim ki kabrini görem de
gidem Şu yaslı kalbimi tesellî edem Söyle ki sesini bir dem işidem Nerde
yatıyorsun ey garîb anam
2.
Uzun yıldan beri görmedim
seni Belki görmeyeli unutdun beni
Yolunda yıpratdım şu yorgun teni Söyle ki
kendimi bahtiyâr sanam
3.
Serviler kesilmiş yerin
düzelmiş Demek şu felâket sana ezelmiş Yüreğim dayanmaz çünki nezelmiş Bırak
beni anam derdime yanam
4.
Nerde saçlarımı okşayan
elin
Nerde nenni diyen o tatlı dilin
Nerde o perçemin o sırma telin Bırak
anneciğim ağlayam, kanam
5.
Süt verip avutdun beni bir
zaman Kim bilir o zaman ne kadar yaman İdim ki elimden demişdin aman Ko beni
ağlayam yaşlara banam
6.
N’olaydı ecelin gelmez
olaydı
Hiç değil elliyi yaşın bulaydı
O zaman tesellî bana kolaydı Benimle
meliyor inekle danam
7.
Sen beni doğurdun beni
büyütdün Ne güzel ninniler deyip uyutdun Benimçin ne kadar acılar yutdun Hangi
bir işinle ben seni anam
8.
Mikdâd neler dedin
neler söyledin Mezârda anneni ta’cîz eyledin Demek bilmiyorsun n’etdin
n’eyledin Diyerek söyleyen yok mu utanam
11’li Hece
1.
Ey baba aradım kabrini
bulam Mezârın görem de bahtiyâr olam Derîn hasretimden belki kurtulam Aradım
taradım iz bulamadım
2.
Diledim kabrine erken
geleyim
O yüce dağları geçip deleyim Belki
huzûrunda ‘afv dileyim N’edem ki yorulmaz diz bulamadım
3.
Ne kadar senedir uzak
ildeyim İşlerim komadı çünki eldeyim Vazîfem ağırdır coşkun seyldeyim Yırtığı
dikmeye biz bulamadım
4.
Belki daha önce gelir
gezerdim Seni görme ile neler sezerdim Yerimde durmayıp hemen tezerdim Fakat o
fırsatı tiz bulamadım
5.
Engele bakmayıp gelirdim
sana Çünki sevimlidir babayla ana N’olsa da kıyardım şu tatlı cana Nedense
gelmeye hız bulamadım
6.
Diledim beraber alıp
getirem Hayatta on torun sana yetirem Onları toplayıp armağan verem Oğullar
gelmedi kız bulamadım
7.
Ağladım ağladım için içine
Seslerim ulaşdı tâ gitdi de Çin’e Kederli bir adam nasıl geçine Gözyaşım
silmeye bez bulamadım
8.
Engelim çoğalmış başımdan
aşmış İşlerim öylece köpürmüş taşmış Mikdâd’ın şu başı belâlı başmış
Onları bırakıp cezb olamadım
1.
Tamam kırk senedir gurbete
gittim Görseniz orada ben neler ettim?
Yeşil ağaç gibi töredim, bittim; Yüzümün
üstünde bir ağ getirdim.
2.
Yükümü yükledim, katara
geldim; Gelirken dağları devirdim, deldim. Zirveden aşağı kükremiş seldim,
Paslı yüreklere ben yağ getirdim.
3.
İlim meclisleri bağ-ı
cinândır;
Bunu bilmeyene söyle, inandır. Yüreğin
içinde ışığı yandır Sevgili yurduma bir bağ getirdim.
4.
Saçımdaki akı görüp
aldanma; İhtiyar diyenin sözüne kanma;
İftira edip de ateşe yanma, Henüz pek
yerinde bir çağ getirdim.
5.
Ulusum ne zaman savaşa
girse, Başkanım yürüyüş emrini verse, Yiğitler kükreyip kavgaya girse, Mertlik
anbarından bir mağ getirdim.
6.
Ordu nâsıhlığı yaptığım
zaman Düşmanlar elimden demişti aman. “Divrikli Hoca”ydı adım o zaman İlime
şerefli bir dağ getirdim.
7.
Miktat ne bahtiyar
tâlihin vardır; Henüz o gençliğin özüne yârdır. İftihar edenin âhiri nârdır, De
ki şahin değil, bir zağ getirdim.
13/1/1939
3.1.2.1. Feryâd-ı Dehşet-engîz Der-hakk-ı Trablusgarb[320]
mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me
fâ ‘î lü/fe ‘û lün
1.
Zâlim bulacak etdiğini
sen gene sabr et Allâh’a tevekkül ederek doğru selîm git
2.
Gördün mü ki zâlim ede
tahlîs-i girîbân Elbette kırar boynunu bir sesle de devrân
3.
Evler yıkanın hânesi
olmaz mı beyâbân Yıkmaz mı onun lânesini gerdiş-i ezmân
4.
Eytâm u erâmîle eden
renc ü hakaret Çekmez mi ki o lahd-ı perîşânîde zahmet
5.
Cümle insâfını atmış da
çekilmiş târa Vurmaz mı kader sînesine bir acı yara
6.
Allah diyenin hâmîsi
Allah-ı Celîldir Bîçârelerin hasmı nihâyetde zelîldir [s. 3]
7.
Mağrûr-ı cesâret olana
etme tekâpû Hîç var mı tecebbürle eden ‘âlemi tâpû
8.
Her kim ki eder Hakk’a
tevekkül rûşende Elbette muvaffak olacak cümle işinde
9.
Tertîbe bakıp ‘âkıbeti
eyleme teslîm Ma‘nâya hulûl eyleyemez maddeyi ta‘lîm
10.
Tedbîri bozar kudret-i
Rab lahza içinde
Binlerce misâl var buna bu dîn-i mübînde
11.
Bahriyyesine müsteniden
düşman-ı cellâd Etmekde bugün gösteriyor ‘âlemi ber-bâd
12.
Etsin gene etsin ki
olur kendi harâbe
Kudret dökecek ‘askerini zîr ü türâba
13.
Vahşet mi nedir böyle
mezâlim ki yapıldı Ma’sûmlara binlerce şarapnel ki atıldı
14.
Bilmem bu mudur ‘âlem-i
inşânda temeddün İster mi bunu şimdi ‘aceb bir mütemeddin
15.
Hâşâ diyemem çünki
beşer cevher-i yekdir O da haksız yere kan dökmeyerek yüksekdir
mef û lü/me fâ î lü/me fâ î lü/fe û lün
16.
Ey ‘âlem-i insâniyyetin
şânını bilmez Haksızlığa cellâd kılıcın kanını silmez
17.
‘Osmânlıların seyf-i
celâdetleri vardır Eylerse hurûş kürre-i ‘âlem bile dardır
18.
Sen kahrına mağrûr
olarak ortaya çıkdın Binlerce ocak söndürerek evleri yıkdın
19.
Sıbyâna kadar seyf-i
gadr eyledin irsâl
Hele şu hâke serildi bu kadar bin nevsâl
20.
Evlâdı isek biz vatanın
mâderimizdir
Ölsek de uğurunda bizim makberimizdir
21.
Karşında duran şîr-i
jiyân ‘askerimizdir
Zabt eylediğin yer gene her dem yerimizdir
22.
O gördüğün erler ki
bizim hep erimizdir
Kavgâda bizim Haydar-ı kerrâr pîrimizdir
23.
Bir dâne bile kalsa bu
millet sana birden
Yine elbette çeker süngüsünü her yerden
24.
Ölmek bize bir şân u
şerefdir sen bil [s. 5]
Öğren de bunu sonra bizim toprağa serpil
25.
Evlâdımızın şânı gibi
kanı büyükdür
Bir katresi de düşmana en doğrusu yükdür
26.
Bir mahkemede yan yana
durdukda olur bu
Ammâ ki dolar süngü ile bir kere her sü
27.
Kanlar uyuşuk zann
ederek etme tekebbür
Kur’ânda bize Hak veriyor nush-ı tedebbür[321]
28.
Bir sıçramada
“Roma”dayız anı gelince[322]
Ol-bâbda Hudâ nusreti fermânı gelince
29.
Şândır kanımız
şöhretimiz hûn-feşândır
Ölmek bize dünyâda büyük ‘âli nişândır
30.
Cennet kapısı dâ’imâ
ervâha küşâde
Hûrî ile vildân bize her demde âmâde
31.
Allâh ki bize emr-i
cihâdı ede ısdâr
Eyler mi bizi dest-i mezâlim ile ızrar
32.
Biz hazret-i ‘Îsâ’yı da
bildik ve inandık
Fermân-ı ilâhîye boyun vermeye kandık
33.
Hakdır ebedî cümle
kitâblarla nebîler [s. 6]
Îmânda beraber bulunur bizde sabîler
34.
Tevfîk-i Hudâ bizlere
olmuş idi hem-dem
Nusret bizedir lutf-ı ilâhî ile her dem
35.
Türkler ebedî terk
edemez Hakk’ını hâşâ
Birden bire o gösterecek halka temâşâ
36.
Arslan ufacık mes’elede
tavrını bozmaz
Kaplan ise tedbîre bakar kendini yormaz
37.
‘Osmânlıların nesli
necîb aslı kerîmdir
Ammâ ki onun darbesi gâyet de elîmdir
38.
Ecdâdımızın kârına
hürmet ne güzeldir
Kavgâda ölüm bizlere taksîm-i ezeldir
39.
Bir kabza-i hâkinde
olur bin kurbân
Bu bâbda verir hubb-i vatan[323] ‘âleme fermân
40.
Takdîr ona şâyeste vü
hürmet yine takdîr
Kardaşlarımız eyledi hep ölmeyi tahkir
41.
Millet duruyor ‘âkıbeti
seyr ediyor hâ
Birden çıkacak karşına bil ejderhâ
42.
Biz âdemîyiz âdemi
takdîr ederiz biz Âdemliğe uymaz işe bed’ eylediniz siz
43.
‘Osmânlıların mesleği her
demde kemâldir Nâsıyesi pâk tıyneti bir hüsn ü cemâldir
44.
Hasmıyla hemân ceng ü
cidâl etme sürûrdur Fıtratda besâlet bize bir hassa-i nûrdur
45.
Dağlar başı bağlar gibi
gülzâr u ferahdır Harb etme bize sanki tenezzühle merahdır
46.
Millet severek harbe
bugün eyledi âğâz Kalbden çıkıyor harbe olan neş’eli âvâz
47.
Âfâka yetişdirdi bütün
sûr-ı sürûru
Şimdi cângâhını hep kapladı gayret nûru
48.
Sıbyân bile o his ile o
nûr-ı fikirle [s. 8] Dünyâyı bütün dolduruyor harbi zikirle
49.
Gâzîlere bir şân u
şeref kırmızı esvâb Hep onlara meftûh bulunur perde-i ebvâb
50.
Cennet bize âmâde
melekler de müheyyâ ‘Ukbâda Hudâ eyleyecek ‘âlemi ihyâ
51.
Dünyâya mı meftûn
olalım işte memât var Uhrâda ise türlü sa‘âdetle hayât var
52.
Osmânlıların şânı büyük
himmeti çokdur Meydân-ı vegâda duracak misli de yokdur
53.
Kalb-i milletde
alev-rîz şecâ‘atdir harb[324] Cenge âmâde
bulunmakda bütün yek mezheb
54.
İnsâna şeref-bahş
olacak fikr-i cesâret Korku da takar gerdene zincîr-i esâret
55.
Biz ölmede öldürmede
yektâ-yı zamânız İnsâfa gelen hasma da bir dâr-ı emânız
56.
Evtânımızı düşmana
vermek bize ‘ârdır [s. 9] Bil ki o yolda ölüm istemeyen bedkârdır
57.
Arslan gibi evlâd-ı
vatan kükreyecekdir Dünyâya anın satveti dehşet verecekdir
58.
Tahkir ederiz öyle
hayâtı ki o züldür
Allah bizi zilletle yaşatma ya da güldür
59.
Evlâd u ‘ıyâl mâl u
menâl servete bakmaz ‘Osmânlıların hîç biri â’dâyı bırakmaz
60.
Dağlar da siper olsa da
meydâna girilse
Sür‘atle gidip âteş-i deryâya girilse
61.
Gayret yaracak mâni‘ayı
gayri sebep yok İşte efkâr-ı ‘umûmîde bu hiddet pek çok
fâ i
lâ tün/fâ i lâ tün/fâ i lâ tün/fâ i lün
62.
Hele sancâğ-ı şerîf
toplayacak en sonda
Kat‘-ı da‘vâ-yı hakikat edilir bil onda
63.
Kahramân ‘askerimiz
mevte harîsdir her dem
Bu şehîdlik orada bunda kalır mı âdem
64.
Harbimiz, satvetimiz
var ne de ‘âlî şânımız Yaşasın hubb-i vatan hep ana kurbân cânımız
65.
Ölmeye teşne iken böyle
şerefli millet [s. 10] Düşünür mü ‘acabâ sabr ederek bu devlet
66.
Öyle âlây-ı mukaddes ki
şehîdler cümle Edecekdir bize imdâd ile yüz bin hamle
67.
Kudretu’llahı penâh
eyleyerek biz birden Edelim düşmana savletle hücûm her yerden
68.
Çekelim seyf-i şecâ‘at
diyelim yâ Settâr Saçalım üste bin türlü şarapnel ile nâr
69.
Korkunun mevte medârı
olamaz ‘âlemde
Ne ise işte odur 'ömr-i beşer âdemde
70.
Birleşip hasma mukabil
çıkalım ey ihvân Bizi imdâdına da’vet ediyor bu evtân
71.
Yaşasın şîr-i mücâhid
koca ‘askerlerimiz
O hamiyyetli gönüllü dîni tam erlerimiz
72.
Düşmanın bağrına çekdi
dâğ-ı tenkîl-i cihâd Ebedî kodu cihânda ne mukaddes bir ad
73.
Levha-i ‘arşa yazılsın
o mübârek esmâ’
Onların cânı ile şâd oluyor vech-i semâ’
74.
Titredi rûy-i zemîn
hûn-ı şehîdâna bakıp [s. 11] Semt-i cennâta revân oldu vücûdlardan akıp
75.
Derne, Bingâzi, Humus,
Şehr-i Trablus meşhed[325] Olduğu türlü
delâ’il ile de müsteşhed
76.
Tozlarından ola da
gözlere sürme edelim Yoksa mümkün ola da biz de cihâda gidelim
77.
Olalım ‘âlîcenâb
millete mülhak u mu‘în Edelim düşmanı mermi ile dâ’im tel‘în
78.
Mütemâdî edelim hayr
du‘â vird-i zebân Onların hâmî vü yardımcısı olsun Yezdân
79.
Yetişir lutf-ı ilâhî
çözülür ‘ukdeleri
Yine gâzîlerimiz zabt ederek noktaları
80.
İsteriz lutf-ı Hudâdan
dileriz nusretini Gözleriz leyl ü nehâr bahş olacak kudretini
81.
Vatanın kabza-i hâkini
Hudâ-yı müte‘âl Feyz ü servetle buyursun ebedî mâlâmâl
82.
Bezl ü ihsân ediniz
ehl-i vatan birçok mâl Olabilsin bu mukaddes ebedî ‘âle’l-‘âl
83.
Mülk ü millet ile
devlet ebedî var olsun [s. 12] Vatanın her tarafı feyz-i terakki dolsun
84.
Bize düşman olanı Hak
ede her an makhûr Bir tarafdan vatanı hem ede Allâh ma‘mûr
85.
İrtikâb etdiğimiz zenbi
buyursun mağfûr Etmesin ‘âleme karşı bizi mağlûb menfûr
86.
Bize işlerde metânet
ile gayret versin Düşmanı ağlatarak dostumuzu güldürsün
87.
Ola nusretle mu‘în
fazl-ı Hudâ her demde Ede lutfuyla kerem koymayarak bir gamda
Tezkîr
fe i
lâ tün/fe i lâ tün/fe i lâ tün/fe i lün
88.
Bize biz bakmalıyız
gayriye mi var hâcet
Bu bedîhî söze ister mi ‘acep bir hüccet
89.
Hele bir hâli görüp
mâzî nedir fikretsen Devr-i ahlâfa bakıp bir selefi zikretsen
90.
Görürüz Fâtihi Yavuz
ile ‘Osmân Hânı
Görürüz Haydar-ı kerrâra misâl hâkânı
91.
Görürüz ‘âlemi dehşetle
eden pür-zelzâl [s. 13] Görürüz sâha-i satvetde hezâr Rüstem-i Zâl
92.
Görürüz kuvvet ü
miknetle olan şöhret-gîr Görürüz mes’elede vaz‘ edeni bin tedbîr
93.
Görürüz ‘akl-ı selîm
halk-ı kerîm erbâbın
Görürüz ‘ilm ü kemâl hüsn ü cemâl ashâbın
94.
Görürüz hakk-ı
tevâbi‘de eden bezl-i meded
Görürüz ‘adl u metânetde olan gayra sened
95.
Görürüz ehl-i mürüvvet
ile ‘âlî sîret
Görürüz türlü mehâsin ile pek ‘ulviyyet
96.
Görürüz cânını kurbân
edeni hak yolda Görürüz de kalırız anlara nisbet solda
97.
Kimi ‘âlim kimi ‘âmil
kimi düstûr-ı celîl
Kimi ‘ârif kimi ‘âbid kimi dünyâda delîl
98.
Kimi sahrâ-yı cihâdda
yalnız pür-dehşet [s. 14] Kimi hengâm-ı vegâda kesilir bir vahşet
99.
Kimi ka’im kimi râki‘
kimi sâcid idi hep Kimi mescidle mübâhî kimi yapmış mektep
100.Kimi
hayrât u müberrât kimi infâk-ı fakır Kimi tertîl-i kırâ’atla ederdi tefsîr
101.Kimisi
Hakk’a ‘ibâdet ederek tâbe-seher Kimi haşiyyetle durur kıbleye karşı titrer
102.Kimisi
hâlini ağlar kimi feryâd eyler Kimi ‘ukbâya döner haşre münâsib söyler
103.
Kimi zâhir kimi bâtın
ile meşgûl dâ’im
Kimi her demde cihâd üzre olurdu ka’im
104.Nerede
onlar ki olur ‘âleme burhân-ı celî Her biri ‘asrına nisbetle birer şahs-ı velî
105.Bizi
onlar ebedî levm ederek şerm eyler ‘Acabâ hakkımıza hangi zemînden söyler
106.Hani
fikret ile hikmet hani gayret ‘irfân Hani ‘iffetle temeddün hani san‘at iz‘ân
107.
Hani miskîne terahhum
hani şefkat-i re’fet
Hani evtâna muhabbet hani sohbet-i ülfet
108.Hani
tevkır-i mu‘azzam hani tebcîl-i kerîm Hani ta‘zîr-i şekavet hani tekdîr-i le’îm
109.
Hani nâmûs-ı hamiyyet
hani şevk u gayret
Hani efkâr-ı tenevvür hani miknet-i ‘izzet
110.Hani
o havf-ı İlâhî hani takvâ-yı mübîn Hani sünnetle te‘âmül hani insâf u yakın
111.Hani
erkân-ı diyânet hani üslûb-ı kavîm Hani tenvîr-i menâsik hani hâli takvîm
112.Hani
tahkîm-i süğûr ya hani techîz-i cüyûş Hani terdîf-i te‘âvün hani teklîf-i
berdûş
113.Hani
evtânı himâye hani gayret-i sîret [s. 16] Hani infâk-ı kesîr ya hani
bezl-i meberret[326]
114.
Hani deryâda gemiler
hani zırhlı toplar
Hani esbâb-ı terakki hani o matlûblar
115.Hani
heybetli dıretnot[327] hani esbâb-ı zafer Hani
sancağ-ı tecellüd hani nusret-me’ser
116.Hani
bahriyyeye hizmet hani tahkîm-i kılâ‘ Hani tertîb-i mu'asker hani hayrî esmâ‘
117.
Hani o satveti izhâr
hani ‘Osmân Gâzî
Hani o hakk-ı temeddün hani ya Bingâzî
118.Hani
o şehr-i Trablus hani Derne vü Humus Hani efkâr-ı ‘umûmî hani heybet-i nâmûs
119.Hani
nusret bize Hakdan onu Allâh versin Bize hep düşmanı makhûr olarak göstersin
120.Vatanı
milleti her kim seviyorsa elbet İstemez anlara gelsin idi bir nikbet[328]
121.
Kimi hâlden kimi kaiden
edecekdir bahsi [s. 17]
Bu ‘Arab mesleğidir harbe uyar pek yahşi
122.
Onların kendine mahsûs
olarak var teşcî‘
Biz de Türkâna hamâset ile etdik tescî‘
123.
Okuyan nûr-ı basar tâ
olalar pek hassâs
Kavmini milletini hem ede bizden ihsâs
124.
Hani erbâb kezâ lafzı
ile istifhâm
Etmesin sû-yı telakkiyi demâdem ifhâm
125.
Bu tabi’î olacakdır ki
tese’ül edelim
Hele bir yokluğumuz bahsine doğru gidelim
126.
Bize varlık veremez
madde bütün cem' olsa
Bizi ma'nâ edecekdir müterakki bulsa
127.İkisi
de bulunursa ne güzeldir o şeref Maddeyi cem' edecek ma'nâ olur pek eşref
128.
İki söz var burada
ehl-i kemâlât dinler
Biri birlik ki bunu bilmeyen âdem inler
129.O
biri de vatanı pek severek gayretdir Bu sözüm dinleyene doğrusu da 'ibretdir
130.Geliniz
bir olalım kaldıralım kavgâyı [s. 18] Atalım şahıs olan 'av'aveli
sevdâyı
131.Tutalım
râh-ı selâmet iyi kardaş olalım Vatanın çâre-i tahlîsine dermân bulalım
132.Dedikodu
ile birden gidecekdir bu vatan Yakışır mı bu siyâsetde bize buğz u şat[a]n
133.Sevelim
birbirimizle olalım pek ihvân Birimiz başka değil bil ki ‘umûmen insân!
134.
Ne tecâhül ne tesâhül
neye dâ’ir kavgâ
Neye mebnî oluyor ‘âdi mesâ’il da‘vâ
135.Bırakın
gayri yeter şu vatanı hıfz ediniz Onun evlâdı değilse çıkınız siz gidiniz*[329]
136.Kalan
evlâdı olan çâresine baksınlar Şerefi belli mu‘ayyen ocağı** yaksınlar[330]
137.
Sana ey nûr-ı hayâtım
veledim Yahyâ Kemâl***[331]
Bunu yazmakla şu tarz-ile buyurdum ikmâl
138.
Hele sen beş yaşına
şimdi erişdin ancak
Bunu evlâd-ı vatan nâmına yazdım el-hak
139.
Yetişir sade şeref
nâmına olsun lâhık
Sonra elbette olursun ana bir gün lâyık
140.
Sana her hangi
hitâbımla edersem tahrîr
Onu ‘aynen edeceksin ebediyyen takrîr
141.
Eserim nâmına takdîre
ebed hâcet yok
Bilirim sehv ü hatâsı da nihâyet pek çok
142.
Yalınız hüsn-i nazarla
bakasın sözlerime
Basasın sen de benim bu sühanım izlerime
143.Olasın
şâ‘ir-i dânâ bulasın kadr ü şeref [s. 20] Edesin hıfz-ı devâvîn olasın
müsteşref
144.
Vatanın kadrini ta‘zîm
edesin her yerde
Ebedî açmayasın kendiliğinden perde
145.
Dînini mezhebini şöyle
kavî muhkem tut
Dîn ü dünyâyı zarar-gîr edecek bahsi unut
146.
Sana kâfî yetişir cümle
umûrunda zahîr
Edesin fikrini her türlü fesâddan tathîr
147.
Dînine ked verecek
cevheri aslâ alma
Seni tahkir edecek meclise zinhâr dalma
148.
İşini şahsını bilmez
ile kat’â gezme
Şekerin acı sularda ebediyyen ezme
149.Milletin
hakkına hürmetle ri’âyet ediver Eyleme kimse için zerre kadar bir tezvîr
150.
Devlete sıdk u
diyânetle hemân et hizmet
Hele sultâna muhabbet ile kıl çok hürmet
151.Onların
şânı büyük kadri müberhendir hem [s. 21] Cedd-i a‘lâları meşhûr-ı
cihândır ifhem
152.
Sana hürmet edene et
ebedî incitme
Seni zemmeyleyeni sen de görüp zemmetme
153.Seni
Mevlâya emânet ediverdim ebedî Kalayım ben de rızâsıyla onun tek vahdî
154.Pederin
Ahmed Mikdâd’a kulak ver ne diyor İşte ikmâl-i mebâhisle sözü hatmediyor
Fî 9 Kânûn-ı Evvel 327
Cum‘a ertesi gecesi Sâ‘at/dakîka: 9:20335 |
335 m.
22 Aralık 1911 |
Bismillahirrahmânirrahîm [s. 2]
fe ‘i
lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lün
(s)
1.
Hele bir sor de ki: Ey
‘âlem-i lâhût-ı ezel! Ceberût mu idi ya sen mi idin en evvel?
Melekût bahr-i ‘amîki ne zamân mevc etdi
Ne vakit oldu bu nâsût melekden efdal?
Neye mebnî bu teberrüc*[332]
ne içün böyle zuhûr Neye dâ’ir bunu kim yapdı muvâfık-ı ekmel?
(c)
2.
Başka şey yok idi ancak
yalnız bir Allah Var idi cümleyi halk etdi o Kadir vallah Cümle eşyâyı
füyûzâtına mazhar kıldı Şu ‘anâsırla bu esbâbı yaratdı billah Bir de esmâ vü
sıfâtıyla anın ef‘âli Ezelîdir ki kadîmdir ana lâyık tâ Allah (s) [s. 3]
3.
Nereden çıkdı bu
deryâ-yı mezâhir kudret!?
Ne içün etdi nisâr türlü mehâsin fıtrât?
Ne de müdhiş, ne de ‘âlî bu semâ-yı ‘azamet
Veriyor ‘âleme dehşetle hakikat hayret!
Neye mebnî koca dağlar ile yüksek tepeler?
Ne zamândan beri olmuşdu melâhat-sûret!
(c)
4.
Hele fikr et azamet
‘âleminin sûretini Gösterir Hâlık’ının hikmetini, kudretini Ne bedîhî bu
cemâlindeki envâr-ı celâl O celâlinde cemâli okuyor ‘ibretini Bu zevâhir ana
mir’ât-ı tecellî vü vücûd Gösterir Hâlık’ının sâye-nisâr sîretini
(s)
5.
Ne büyük nûr-ı tecellî
bu ne mir’ât-ı zuhûr? Şems-i esmâ vü sıfâtıyla şu ‘âlem pür-nûr Bu bedâyi’
ediyor şân-ı ‘azîmden ihbâr Neye baksan oluyor hikmet-i fıtrat manzûr [s. 4]
Bu zarâfet ne imiş böyle gönüller müştâk?
Bu tarâvetde neden hüsn ü melâhat meşhûr
(c)
6.
Bu zuhûr varlığına oldu
anın bir mir’ât Neye baksa ediyor ‘ârif-i billâh isbât[333]
Zerrât-ı cihân âyet-i vahdet okumakda[334]
İnkâr edeni dâ’imâ ‘aczi eder iskât[335]
Enzârını dönder de bakıp tekrâr et[336]
Her zerre-i mahlûku anın lutfuna mişkât
(s)
7.
Neye biz benzedelim tâ
ki onu biz bilelim; Onu bilmekle bulup sâcid-i kudret olalım O hakikat şehi
kimdir ki bütün var ondan Şunu izhâr ü beyân-ile muvazzah kılalım
Edelim kesb-i fazîlet bulalım kadr ü şeref
Açalım çeşm-i basîret de şu kalbi silelim
(c) [s. 5]
8.
Anı teşbîh edemez
ferd-i cihândan bir kes Ana dâ’ir çıkamaz nutk u lisândan bir ses Buna mebnî
olamaz bahs ü beyân hîç aslâ İşidilmez ebedî arz u semâdan bir his Yalınız
Kadir ü Kayyûm u Kerîm Allah’dır Ana bir misl ü nazîr hem ebedî yokdur bes
(s)
9.
Ne vakit verdi bu
eşyâya ‘anâsır u vücûd Ne zamân oldu şu mahlûka hakikat ma'bûd Ne zamân etdi
tecellî ne ile verdi şeref Ne vakit oldu bu hey’et-i avâlim mevcûd? Ne kadar
hükmünü icrâ edecek ‘âlemde Olacak mı ‘acabâ cümle-i mahlûk mefkud?
(c)
10.
Hikmeti verdi bu eşyâya
mehâsin ü cemâl Kıldı takdîr-i ezel ba‘zıları ehl-i kemâl Ezelî Hâlık u Ma‘bûd
idi Allah evvel Yaradıp halkı tamâmiyle buyurdu ekmel [s. 6] Bir de
hengâm-ı kıyâmetde bu ‘âlem zâ’il Başka ‘âlemleri Allah edecekdir ecmel
(s)
11.
Bu şu’ûnât ne ‘aceb
mesleği ta‘kib ediyor? Neye mebnî çıkıyor sahn-ı cihândan gidiyor Bu ne ‘ibret,
bu ne hayret, bu nedir bu sîret Ne ‘aceb cism-i cemâdı ‘azamet söylediyor
Bu cevâhir ile i‘râz olacakdır nâ-bûd
‘Acabâ hükm-i ezel bahs-i ‘amîki ne diyor?
(c)
12.
Bu ‘avâlim giderek
mahvolacak bir demde Çıkacak ehl-i kubûr kalmayacakdır gamda Adı mahşer ise de
hayli ‘azîm bir dehşet! Geçirir cümle halâyık orada, âdem de, Ehl-i ikrâr
alacak dâr-ı cinânında makar Ehl-i inkâr kalacak dâr-ı sa‘îr-i hemmde
(s) [s. 7]
13.
Görecek mi ‘acabâ
Rabb-i Kerîmi insân! Olacak mı orada mazhar-ı cûd u ihsân? Bulacak mı ana
vuslat bu gönüller bir an Edecek mi ebeden hüzn ü firâkı nisyân Ne zamân şevk-i
müheyyici edecekdir teskîn Ne vakit vasl u firâkı olacakdır yeksân?
(c)
14.
Onu görmekde Kelîm[337] etdi tazarru‘ vü niyâz Erinî[338]
fıkrasını zikre buyurdu âğâz Dağa oldukda tecellî pârelendi derhâl Oldu o
vâdî-i da‘vâ-yı mukaddes dem-sâz Bu şerâfet yalınız dâr-ı cinânda olacak Edecek
kullarını zât-ı Kerîm’i i‘zâz
(s)
15.
Ne cihet hangi taraf
rü’yet-i Mevlâ olacak
Ne zamân ‘âşık u şeydâları maksad
bulacak?
Daha var mı o vakit yoksa yakın mı
bilelim [s. 8] Ne vakit nâr-ı firâkdan bu ‘ibâd kurtulacak?
Hele mahdûd mu sefer rûz-ı sa‘âdet ne
zamân
Ne vakit perde-i firkatle hicâb
yırtılacak (c)
16.
Bu cisimde bu hayât
kaldığı müddet böyle ‘Acabâ var mı visâline takarrüb söyle Ne vakit cismi atar
sâde kalırsa ervâh O zamân vuslatı ta‘kîb edecekdir şöyle Bir de mahşerde çıkıp
ten ile birleşdikde Ebedî vuslat-ı Hakk’a edecekdir öyle
(s)
17.
Bulunur mu ana îsâl
edecek bir esbâb
O sebeble ede ibrâz-ı takarrüb ahbâb
Buna kuvvet mi sebeb yoksa merâtib ile
câh Şu menâsıb mı yeter ya da şeref-gîr ensâb?
Buna kim hangi sebebden olacakdır nâ’il
‘Acabâ var mı cihânda ana dâ’ir ebvâb
(c) [s. 9]
18.
Fahr-i ‘âlem gibi şâfi‘
bulunur mu orada O risâlet gibi bir bâb daha var mı burada O Kerîm’in kerem ü
lutf-ı celîliyle ebed Her zamân vuslat[a] kurbet olacakdır şurada Bunu ‘âlemde
basîr anladı bilmez a‘mâ Hele mümkün ola anlar döneler başvura da
(s)
19.
‘Acabâ Rabb-i Kerîmi ne
ile vasf edelim Ne cihetden yürüyüp semt-i beyâna gidelim Bu cehâletle geçen
‘ömr-i ‘azîzi tahlîs Edemezsek ebedî rûz-ı cezâda n’edelim
Bu mu‘ammâyı edip hall bilelim zâtını biz
Bu uğurda dolaşıp cân u teni incidelim
(c)
20.
Lem yelid[339]
vasfı anın zâtı da oldu mechûl Ne ile zâtını tahdîd edecek ferd-i cehûl!
O ne bir şey’e, ne bir şey ona benzer
aslâ [s. 10] Olamaz zât-ı ilâhîye müşâbih me’mûl Anı bilmekde olur ism ü
sıfâtı kâfî
Bu da mümkün bu kadar şer'-i münîrden
menkul
(s)
21.
Bu ‘Azîm’in azamet
‘âlemine bir bakalım
Şem‘-i ‘irfân-ı takarrüble çerâğı yakalım
Çıkalım evc-i fenâdan görelim kudretini Nehr-i ‘irfâna düşüp semt-i visâlden
akalım Hele mümkün mü ki bir dem ola vuslat hem-dem Sadr-ı tasdîke bulup ‘akd-i
cevâhir takalım
(c)
22.
Öyle deryâ-yı muhîte ne
ile ‘azm ederiz Ne sebeble nereden bahr-i ‘amîke gideriz Hangi kuvvetle bu
kabil ola sîmurga visâl Evc-i ‘ulyâ-yı semâdan ne ile sayd ederiz
Beht ü hayretde kalır bunda bu efkâr u
‘ukul
Ne desek mebhas-i mezkûrda bütün sâde deriz
(s) [s. 11]
23.
Hele bir Hazret-i
Kur’ân’a de ki: Hükm-i celîl
İki ‘âlemde de sensin ebedî Hakk’a delîl
Ne büyük cûd-ı Hudâ’sın! Ne ‘azîm fazl-ı
kebîr
Çünki oldun ezelî şeref-i kurba sebîl
Kim ki: Makdûr-ı cahîmdir hele bilmez
kadrin!
Yoluna cânını kurbân ediyor merd-i nebîl (c)
24.
Hangi bir belde-i ‘âlem
ki: Bana râm oldu Oraya lutf ederek kıldı Hudâ dîn yurdu Gösterip ‘adl-i hakîmi
kodu bir tarz-ı kadîm Kişver-i ‘âleme bir meclis-i ‘âdil kurdu Hükm-i
‘ulviyyetime kim ki eder ünsiyyet Ebedî buldu şeref nûr-ı hidâyet gördü (s)
25.
Ne belâğat, ne letâfet,
ne de yüksek ma‘nâ Ne büyük şân-ı mukaddes ile kılmış ra‘nâ Sana mahlûk diyemem
çün şerefindir akdem [s. 12] Hele bir noktanı keşf etmede ‘âciz
dânâ Seni o leyle-i enverde buyurdu tenzîl Ki ana şâhid-i ‘âdil yetişir enzelnâ[340]
(c)
26.
Bana Hak habl-i
metîn vasfını kıldı hil‘at
Bana her kim yapışırsa ne büyük bir devlet
Ehl-i Kur’ân olacak rûz-i kıyâmetde şefî‘
Ana Mevlâ verecek türlü meziyyet ni‘met Bana her şeyde uyan ferd-i
selâmet-encâm Ana meftûn hakayık anadır ‘ulviyyet
(s)
27.
Ne büyük bahr-i
muhîtsin ne de müdhiş mevcin! Ne cesîm ‘âlî fezâsın ne de yüksek evcin Ne geniş
râh-ı Hudâ’sın ne de vâzıh bir yol Ne kadar ehl-i dînin var ne de ekser fevcin
Ne güzel zikr-i cemîlin geziyor dillerde
Ne kadar hüsn ü mezâyân ne misâldir revcin
(c) [s. 13]
28.
Devr-i Âdem’de suhuf
geldi ki emru’llahdır Yine Tevrât ile İncîl’i veren Allah’dır
Ne kadar hükm-i diyânet ile ahkâm-ı şer‘î
İşidildiyse bütün hâkimi hükmu’llahdır Beni de cûdu ile halka buyurdu ihsân
Cümle ahkâm-ı şerîfim kerem ü lutfu’llahdır
(s)
29.
Nereden böyle nüzûlün
ne tarafdan geldin? Ne zamân ‘arş-ı ‘azîmden bu zemîne indin Ne zamân oldu
Hicâz mazhar-ı nûr-ı ebedî Ne vakitden beridir Ka‘be’yi putdan sildin Ne kadar
yıl oluyor lutf edeli Allah’ım Ne vakit sadr-ı risâletde tenevvür kıldın
(c)
30.
Ezelîyim beni tavsîfe
mecâl yok aslâ Ebedîyim ki zevâl yok bana kat‘â hâlâ
Bu hakıkatde mecâzlar ile var bin esrâr [s.
14] Beni nâsûta müşâbih kılamazsın kellâ O vakit Ka‘be’yi tathîre tasaddî
etdim Ki dedi fahr-i rüsul lây a mukarin illâ
(s)
31.
Ne celîl hükm-i ilâhî
ne cemîl bir hikmet Ne kebîr fazl-ı Hudâ’dır ne mu‘azzam ni‘met! Ne de vâsi‘ ne
de coşkun ne büyük bir deryâ Ne derin sırr-ı hakikat, ne mu’azzam zimmet! Ne de
yüksek, ne de ‘âlî ne celîldir Kur’ân Ne büyük lutf-ı ilâhî ne şerîf bir ‘ibret
(c)
32.
Bende esmâ vü sıfatı ki
Hudâ’nın vardır Her yerim lutf-ı kerîmiyle bütün esrârdır Bana îmân edenin kadr
ü şerefdir hâli Ehl-i küfrün ebedî meskeni her dem nârdır Kalbini nûr-ı
hidâyetle eden pür-tenvîr Merci‘i dâr-ı selâmdır[341]
ki yeri gülzârdır
(5)
[s. 15]
33.
Okuyan bir de okur
kimseyi etmez meftûr O letâfetli beyânın mı verir halka fütûr Seni dünyâlara
rahmet ediverdi Allah Oldu bu rûy-i zemîn ile semâvat pür-nûr Bir tarafdan
okuyup hıfz ediyor hâfızlar Bir tarafdan oluyor mushafa âyât mastûr
(c)
34.
Bu revâc ile bu kıymet
yine Hak’dan geldi Şöhretim tâbe-kıyâmet kalacak hem kaldı Beni rehber ederek
cümle işinde müdâm Emrime râm olan insân ebedî feyz aldı ‘Asr-ı tenzîlde
husûmet edenin yok adı Ama îmân edenin ‘arakı bütün gök saldı (s)
35.
Bu kadar ‘ilm ü ma‘ârif
ile yüz bin ahkâm
Veriyor ‘âleme günde hezâr ders-i enâm
Okuyup âyeti tefsîr ederek ma’nâyı [s. 16] Oluyor bunca beşer sâha-i
‘irfanda be-nâm Ne garîb hâl-i perîşân-ı ümemdir bilmem Nice insânlara İslâm
yalınız kalmış nâm
(c)
36.
O su’âl yevm-i cezâda
edecekdir tehdîd Olacakdır bana ‘âsî olana levm-i şedîd Çekecekdir orada
etdiğini her insân Görecekdir ebedî darbe ile habs-i medîd Başka yok çâre-i
tahlîse mecâl hîç aslâ Eyledi hükmünü Allah ne güzel bir tahdîd (s)
37.
Şu ‘azîm ‘arşa su’âl et
de ki: Ey ‘arş-ı kebîr Seni vasf etmede bilmem sana elyak ta‘bîr Seni var
eyleyen Allahu ‘azîmü’ş-şânı Hangi bir nutk u lisânla edeyim ben tekbîr Ne
büyük Rabb-i kerîmdir ki seni halk etdi Seni tevcîh-i hitâbıyla buyurdu tenvîr
(c) [s. 17]
38.
Bana kün[342] emri ile geldi evâ’ilde nidâ
Beni kürsî ile şu göklere ‘arş etdi Hudâ O Kerîm’in kerem ü kudreti etdi mevcûd
Şu bedâyi‘ ile eşyâyı buyurdu peydâ O hakikat güzeli kıldı cihânı mir’ât Şu
mezâhirde buyurdu ‘ukalâyı şeydâ
(s)
39.
Bir de kürsîye su’âl et
ki: Nedir bu vüs‘at Nereden geldi sana böyle cesîm bir kısmet Bu kadar ‘âlî
semâvât sana nisbet zerre Ne büyük lutf-ı Hudâ bu ne ‘azîm bir kısmet Ne ‘aceb
şân-ı ‘azîmin ile oldun meşhûd Ne kebîr ‘avnu’llahı ne celîl ‘ulviyyet!
(c)
40.
Beni bu revnak u
ziynetle eden nâ’il-i cûd Heme ‘âlemleri kudretle o kıldı mevcûd Başka yok
‘âlemi ihyâ edecek feyzinden Ne ki olmuş ise var eyledi ancak ma‘bûd Anı ta‘zîm
ederek ehl-i semâvât birden [s. 18] Eyledi cümle melek zât-ı ‘azîmine
sücûd
(s)
41.
Yedi kat göklere bir
sor, de ki: Ey semt-i celîl Sizi de kudretine etdi o burhân u delîl
Ne mübârek, ne de yüksek sizi yapmış Mevlâ
Ki onun vahyini tenzîl ediyordu Cibrîl
Beyt-i ma‘mûru[343]
da sizde o buyurdu te’sîs Ediyor bunca melek lahzada yüz bin tebcîl (c)
42.
Bizi Allahu ehad etdi
mekân-ı ‘âlî
Ebedî arza onun ni‘meti mütevâlî
Bir zerre de o lutfuna her dem fukarâdır*
Varlıkda onun mazhar-ı efdâl u nevâli*
Yokdur tapacak gayrısı dünyâyı dolaşsan*
Var mı diğeri arz u semâvâtına vâlî!?*[344]
(s)
43.
Bir de şu evc-i fezâyı dolaşan
ey ecrâm!
Size de etdi Hudâ türlü mehâsin ikrâm
O ‘azîmin ne büyük zât-ı ‘azîm olduğunu [s.
19]
Bilmeyenler sizi i‘zâmda (f-ktl) ederler
ibrâm
Sizi bir zerre görür o ‘azamet nezdinde
Eyleyen fikrini deryâ-yı muhîte i‘zâm (fl
j^')
(c)
44.
Hele ‘ulvî ile süflî ne
ki var ‘âlemde
Ona nisbet olamaz zerre bile âdemde
Ne ki mevcûd eser-i cûd-ı kerîmindendir
Cümle ekvânı yapar sonra yıkar bir demde
Yaradır hâcetini kullarının fazliyle
Keşfeder zarr u belâyâyı bırakmaz hemmde
(s)
45.
Beyt-i ‘âlîye de
hürmetle su’âl et ki neden Bu celâlin ile bu şân-ı ‘azîmin nereden? Bu şeref
ile bu heybet bu kadar ‘izz ü kemâl Bu kabûl ile telakki bu teveccüh kimden
Sahn-ı ‘âlemde bütün arz u semâvât kıble Ediyor vech-i vecîhini sabâh erkenden
(c) [s. 20]
46.
Hazret-i Kadir u Kayyûm
u Kerîm Deyyân’ın Bana bin türlü tecellîsi nümâyân anın Bende vaz‘ etdi
celâliyle cemâli her an Eyledi mürci‘-i ‘âlîsi beni dünyânın İbtidâ ben de onun
halkı ile var oldum Kıldı o mazhar-ı takdîri beni Kur’ân’ın
(s)
47.
Şemse kıl ‘atf-ı nazar
de sana kim verdi Tâc-ı zerrîn ile her gün ediyor kibr ü riyâ’! Ufka
yükseldiğini bir görerek cevv-i havâ İnci elmâs gibi leme‘ân ediyor sath-ı semâ
Berr ü bahr-ile bütün var oluyorlar berrâk Öyle zümrüd gibi cevher gibi parlar
deryâ
(c)
48.
Ben de seyrimde hakikat
ne imiş keşf edemem Hikmetin sâhil-i encâmına aslâ gidemem Yalınız halk olalı
emr olalı seyyârem Ne vakit seyrimi ikmâl ederim ben bilmem Ağlarım havf-ı
Hudâ’dan beni nâs etdi ele [s. 21] Eylerim geşt ü güzâr amma gözüm ben
silmem
(s)
49.
Kamere sor ki nedir
bedr-i tamâm ezmânı? Ne içün vakt-i hilâl cism-i celî kitmânı Neye benzin
sarıdır yoksa riyâzet mi çeker Ne içün rûy-i beşer sende olur cismânî Ne kadar
‘asr-ı firâvân ne kadar yıl evvel Dolaşırsın da gelirsin bu kadar ekvânı
(c)
50.
Kudretu’llah ne imiş
rûy-i semâda her bâr Ediyor devrini ikmâle bu ecrâm tekrâr Ben de anlar gibi
cevlân ederek devvârım Ederim vahdetini hazret-i Hakk’ın ikrâr Gece gündüz
geçiyor an u zamân devr ediyor Ben de anlarla geçip son ederim istikrâr
(s)
51.
Semt-i ‘ulyâ-yı semâda
görünen yıldızlar Zümrüdîn reng-i semâyı ne güzel yaldızlar Türlü eşkâl ü
berkatla olur cilve-nümâ [s. 22] Sanki sahrâya çıkıp raks ediyorlar
kızlar Kimi zâhir kimi bâhir kimi her dem seyyâr Olmadık mahrem-i esrâr-ı
semâvât bizler!
(c)
52.
Arza nisbetle büyük
hayli büyük halk olduk Koca sahrâ-yı semâya mütevâfık dolduk İçimizde küçücük
kevkeb-i seyyâr varsa O da aydır ki anı arza yakın biz bulduk Koca Neptün ile
Merîh ü ‘Utârid ü Zühal Gece parlak idiler şemsi görüp hep solduk!
(s)
53.
O bulutlar ne gezer
cevv-i havâda her dem Bir alay bârikalar türlü sadâlar hem-dem Arza bir ‘âlî
tahakküm ile feryâd koparır Sanki mâlik idi bu mülk-i zemîne akdem Neye me’yûs
neye gamgîn neye dâ’im ağlar Ne için vech-i dil-ârâ-yı semâda pür-gam.
(c) [s. 23]
54.
Bizi hep semt-i belâda
ediyor Hak i’zâm
Edelim halka Huda’nın ni'metiyle ikrâm Koca
dağlar gibi sıkletli miyâhı birden Arza indirmeden evvel edilir bir ifhâm Emr-i
Yezdân ile biz Rûm u ‘Acem hep gezeriz Eyleriz berr ü bahr geşt ü güzâr bin
en‘âm
(s)
55.
Şimşeğe sor ki nedir
neşr-i envâr-ı serî‘
Ne güzel halk ediyor vech-i semâda semî‘ Ne
o haşmet, ne o satvet, neye ufkî sür'at Ne içün ‘arz ediyor şöyle dîdâr-ı lemî‘[345] Bir de dehşetli
gürültü ile tehzîz-i fezâ’ Oluyor amma mukaddem ona bürhân telmî‘ (c)
56.
Berk-i hâtif dediler
nâmıma ki bir andır Kudret-i fâtıra ‘ulviyyetine hem şândır! Bana hallâk-ı
cihân böyle tecellî etdi Bâ-lutf-ı Hudâ her tarafım nûr-feşândır* [s. 24]
Şimşekli ru‘ûd bir de sehâb-ı müterakim*
İnzâl-i matar etmede o hâris-i cândır*[346]
(s)
57.
Ne ‘aceb sâ‘ikadır
şiddetini neşreyler Gökleri sallayarak hışm u kahırdan söyler Atılır dağlara
kahrıyla verir dehşetler Şererinden yıkılır bunca şehirler köyler Koca bir ‘âlî
cibâli de hedef etse eğer Tepesinden delerek zirvesini mahveyler!
(c)
58.
Gökde dağlar gibi
dehşetli bulutlar birden Çarpışıp da çıkıyor âteş-i hiddet serden İşte Allahu
‘azîm kudretini seyret ki Ne kadar sun‘-ı bedî‘ o çıkarır bir yerden ‘Acabâ
nâr-ı cehennem neye tatbîk edilir!? Bir kığılcımla bu dünyâ kesilir hep ferden
(s)
59.
Hele o kavs-i kuzah ki
adı kavsu’llahdır Onu o renge koyan da yine emru’llahdır [s. 25] Rengini
devresini gökde olan çevresini Şeklini hey’etini hep yaradan Allah’dır Ne imiş
allı yeşilli arasında sarısı
Ne ‘acîb şekl-i garîbi ne bedî‘
sun‘u’llahdır*
(c)
60.
Havada pus ile yağmur
karışırsa bir de Şems-i tâbân da çıkarsa yüzünü bir yerde
‘Aks eder devri havaya beni teşkîl eyler
Gösterir herkese sîmâ-yı ‘acîb enverde Cümle elvân-ı semâ hep ne büyük
hikmetdir Nice bin türlü eser eyledi o perverde
(s)
61.
Yağmurun hâlini bir sor
de ki ey feyz-i kesîr Eyledin arza inip dâneleri pek teksîr Vermeseydi seni Hak
fazlı ile kullarına Olacakdı bu ma‘îşet işi bir emr-i ‘asîr Ufk-ı ‘umrânda
zuhûrun meded-i hâl-i ‘ibâd Savletin neşr-i mu‘allâ eser-i Rabb-i kadîr
(c) [s. 26]
62.
Bu kadar rızk-ı ‘ibâdı
bize kılmış tevdî‘ Ne kadar neşr-i bedâyî‘ ediyor bak o Bedî‘ Katre katre
müteselsil bizi inzâl eyler Ederek fazlı ile rızk-ı ‘ibâdı tevsî‘
Bu ne hikmet, bu ne kudret, bu nedir bu
‘azamet Biz de hayretdeyiz ama ne ‘aceb bu tercî‘[347]
(s)
63.
Seyllere sor ki nedir
bu galeyân-ı heybet Türlü âheng ile feryâd ederek bir haşmet Dağların kütlesini
vâdîlere neşretmek Kalb-i ahvâl-i tabâyi‘de nedir bu hizmet Seyr-i sür‘atle
cesâretle yüce dağlardan Cereyânında senin var mı ‘aceb bir hikmet
(c)
64.
Mazhar-ı ‘avn-i ilâhî
olan eşyâyı gözet Her biri türlü mehâsinle kazanmış ‘izzet Ben de onlar ile
oldum şu celâle mazhar Dest-i kudret bana giydirdi vakar u ‘azamet [s. 27] Gâh
olur vâdîleri seng-i firâvâna makarr Veririm hedm-i ‘avâlî ile gâhî dehşet
(s)
65.
Yellere sor da hakîkat
ne imiş bil ondan Esiyor türlü sadâsıyla yürekden cândan Yıkıyor ba‘zı
dırahtân-ı kebîri arza Saçıyor satvetini bahs ediyor bir şândan Her vakit ses
çıkarır savtını eyler a‘lâ En büyük dehşetini neşrediyor akşamdan
(c)
66.
Karn-ı evvelde Semûd
oldu perîşân ber-bâd Bunca kuvvetle bana olmadı hâ’il bünyâd Kaldırıp tâ
temelinden sökerek hâneleri Sanki çörçöp gibi ‘âdî görünürdü bana ‘Âd Her zamân
seyr ü sefer ile ‘umûm-ı dünyâyı Gezerek ben ederim nağmelerimden ‘îrâd
(s)
67.
Dağların hâlini bir sor
de ki ey ‘âlî cibâl!
Ne kadar ‘âlî tekebbür ne büyük yüksek hâl [s.
28] Kudret-i Bârî’ye timsâl-i hakîkî olmuş Böyle saf saf görünüş böyle
duruş bu eşkâl Ne içün semt-i semâya müteveccih başınız Ne ola bunda ‘aceb
fikr-i zehâb-ı âmâl!
(c)
68.
Bizi bu ‘arsa-i imkânda
eden şöhret-gîr Ne ‘Azîmdir o mukaddes ne Celîl ü ne Kebîr İsm-i Kabiz ile bir
kerre tecellî etdi Eyledi lutf-ı Kadîr’i nice yüz bin tedbîr O Kerîm’in daha
yüksekdeki âsârına biz Bakarak eyliyoruz lahzada yüz bin tekbîr
(s)
69.
Bağlara ‘atf-ı su’âl et
de de ki ey gülzâr! Ne içün bülbülü güller ediyorlar bî-zâr? Neye mebnî çıkıyor
pây-i süreyyâya dıraht Neye mâ’il sana hep ‘atf edilen bu enzâr Bir de o bâd-ı
sabâ etse vezân dallarına Ne içün savt-ı mahûfunla olur kalb-endâz
(c) [s. 29]
70.
Bizi Hak ziynet-i dünyâ
ile kıldı tezyîn Donatıp gülleri etrâfıma etdi telvîn ‘Andelîbân-ı hurûşân ile
biz zikre müdâm Oluyor eyliyoruz subh u mesâ bin telhîn Mübdi‘in lutf-ı
hakîmine de istidlâldir Bunca evrâk u semer bunca delîl ü tebyîn
(s)
71.
Hele eşcâra su’âl et ki
seni kim yapdı Türlü ezhâr u varakla ne ’aceb donatdı Her zamân meyvelerin
dâne-i erzâk-ı ‘ibâd ‘Arsa-i ‘âleme tohmun ‘acabâ kim atdı
Kimi kalın, kimi ince ile alçak, yüksek
Öyle bin türlü mülevven boyanı kim katdı[348]
(c) [s. 30]
72.
Bizi o Rabb-i Kerîm
etdi ‘ademden îcâd
Verdi o meyvemize halk ederek yüz bin dad
Cedd-i a‘lâ bulunan ‘âlî şecerden sorduk Eylemiş mahz-ı keremden bize ol Hakk
imdâd Etmeseydi bizi tezyîn-i meded kudret-i Rab Edemezdi bizi ezhâr ile evrâk
dil-şâd
(s)
73.
Serviye sor ki nedir bu
reviş-i isti‘lâ Evc-i bâlâyı da etmekde serin istîlâ Daha var mı sana menzil
çıkasın ‘ayyûka Edesin kametini fahr u gurûrla a‘lâ Ne kadar kat‘-ı merâhil
edebilsen yine sen Küre-i cevv-i havayı geçemezsin lâ lâ
(c)
74.
Gökleri seyr ederek
kudretini Allah’ın Göreyim ben olayım mahremi zikru’llahın Herkesin maksadını
halk edenin hikmetini Anlayıp da bilelim saltanatın ol şâhın
Bende yok meyve çiçek tâ ki olam mazhar-ı
Hak [s. 31] Belki ‘irfân ile makbûlü olam dergâhın
(s)
75.
Bir de sor sebz ü
nebâtâta ki nerden geliyor Bu kadar şekl-i dil-ârâyı o nerden alıyor? O güzel
bûy-i kemâli nereden aldı çiçek Cevherîn kisve ile yümn ü yesâr sallanıyor Ne
imiş nerde imiş şimdi yetişmiş gelmiş Her bahar baş çıkarıp fasl-ı harîfe
kalıyor
(c)
76.
Bize o cûd-ı Hudâ verdi
vücûd ‘âlemde Oldu meftûn-ı mehâsîn-i nebât âdem de Ravza-i cennete vermiş idi
evvel meyli Bizi arzulayarak etdi hubût bir demde Kudret-i Bârî-i ensâb(—— l) bize de verdi vücûd Kıldı
dilşâd u hırâmân komadı bir gam da
(s)
77.
Sulara aslını bir sor
ki nedir bu cereyân
Ne imiş lücce-i ‘ummân [u] miyâh u seyrân
Ne içün mevcelerin birbirini def‘ eyler [s. 32] Neye mebnî ne arar leyl
ü nehâr bu sereyân Ne cihet hangi taraf maksad-ı ‘azmin râhı Nereden bunca
inilti ile efgân her an!
(c)
78.
Katreler kütleleri o da
ufak enhârı
Eyliyor kudret-i Rab rûy-i zemînde cârî
Mazhar-ı feyz-i Hudâyız bizi bizden sorma Eylemiş böyle tecellî bize ‘âlî Bârî
Onu görmek ile her dem ederiz secde rükû‘
Onun ‘aşkıyla hemîşe dolaşıp gülzârı
(s)
79.
Yaz gelir lâle vü
sünbül ile güller açılır Zümrüdîn ‘arsalara nûr-ı ilâhî saçılır Türlü
şebnemlere bâlîn-i sa‘âdet ü firâş O güzel hoş kokulu bâğ-ı safâya kaçılır
Orada türlü fevâkih ile telzîz-i dimâğ Hele elhân-ı tuyûr ile bu cândan geçilir
(c) [s. 33]
80.
Ne görürsen bana nisbet
edemezsin herhâl Çünkü emriyle anın devrediyor bu ahvâl Şu cihânda ne kadar câh
u makasıd varsa Onu ashâbına Allah ediyor hep efdâl
Ne ki takdîr ediyor her ne ki mevcûd elde
Hep lutfu ile etdi Hudâ ‘âleme îsâl[349]
(s)
81.
Kışa dikkatle su’âl et
ki nedir bu sermâ Nereden toplanıyor fırtına dehşet-fermâ Bu kadar ‘âlî sadâlar
kimi tehdîd ediyor Hele o karlarına şakk-ı şefe yok ammâ Neye enhâr ile şu
gölleri tecmîd etdin Bu revâ mı ola me’sûr-ı felâket cemmâ
(c)
82.
Yaradan fasl-ı şitâyı
bunu tanzîm etdi Emr-i takdîr-i ezel buldu mahallin bitdi Bu fasıllar ne ‘aceb
kudret-i Yezdân’a delîl! Biri geldikde hemân diğeri andan gitdi
Bu ne hikmet bu ne san‘at, bu nedir bu
kudret [s. 34] Emredip ‘âlem-i ‘ulvîye neler indirtdi[350]
(s)
83.
Kuşlara sor ki nedir bu
ebedî lahn u nevâ Oluyor nağmelerin kalb-i garîbâna devâ Perr ü bâl ile fezâda
ediyorsun tayrân Ne içün ‘aks-i sadâlarla dolar cevv-i havâ Bu kadar ‘âlî
sarâylar ile yüksek evler Şurda dursun da neden dağlara etdin îvâ
(c)
84.
Nağme-i kuds-i ezel
verdi bize bir elhân Eyleriz tâbe-seher türlü niyâz u efgân Kudret-i fâtıranın
türlü ‘aceb hikmetini Görüyorlar da tuyûr hem oluyorlar nâlân Bizi tayrân ile
seyrâna muvaffak etdi Eyledi mazhar-ı esmâ-yı me’âlü’r-rahmân [s. 35]
(s)
85.
Hele şu zerreye sor bir
ne ‘aceb devrânın Gece gündüz harekâtınla senin seyrânın Türlü eşkâl ile elvân
ediyorsun ibrâz Cümle erbâb-ı nazar hep kalıyor hayrânın! Neye mebnî güneşe
pencereden ‘aks ediyor Ne içün her tarafa neşrediyor fev[e]rânın
(c)
86.
Evc-i imkânda Hudâ’nın
ne kadar ihsânı Ediyor muntazaman devrini ikmâl hani O güneşler, o kamerler, o
kevâkib, o şehâb Veriyor hüsn ü cemâl parladıyor ekvânı Biz de bir mihver-i matlûbda
dönüp seyrederiz Ederiz rûz u leyâl biz de tamâm devrânı
(s)
87.
Şu değirmen taşına sor
ki nedir tezkârın Neye mebnî dönüyorsun ne olur son kârın Sağ tarafda ne ola
dâ’imâ meylin orada Ne içün böyle uzun leyl ü nehâr ezkârın [s. 36] Hele
bir kaç kere dönmekde zarar yok ammâ Ne sebeb maksad-ı aslîde olan tekrârın
(c)
88.
Bir karâr üzre sebât
eyleyecek bir Hak’dır Ebedî çünkü odur gayrisi yok olacakdır ‘Âlem de döner
hey’et-i ‘ulyâ da döner hep* Her şeyde dönüp merci‘-i ‘âlî bulacakdır* Dönmekde
cihân zerre bile cevv-i havâda*
355 Her
şey dönerek kalmayacak Hak kalacakdır*[351]
(s)
89.
Hele bir sor ki o
buğday neye ince oluyor Ne içün parçalanıp tekneleri dolduruyor Zümrüdîn rengi
melâbis idi bir dem ne güzel Neye mebnî yetişip benzi sararmış soluyor Bir de
tahmîr ile o parçalanıp tabh edilir Şu fırında daha bilmem ki o ekmek n’oluyor
(c)
90.
Bir vakit bahr-i muhîti
ediyorduk seyrân Bir vakit cevv-i havâda oluyorduk tayrân [s. 37] Bir
zamân katre olup arza süzüldük indik Yükselip neşr-i hırâmân ile etdik hayrân
Bir de fermân-ı ilâhî yetişir vakt-i hasâd Buyurur cümle nebâtâtı o birden
vîrân
(s)
91.
Bir de şu karlara sor
ki ne ‘aceb bu ahvâl Ne beyâz reng-i dil-ârâ, ne tuhaf bir eşkâl Bir vakit
rûy-i zemîn oldu çemenzâr bostân Bu aralıkda onu sen ediyorsun işgâl
Yetmiyormuş gibi şu seng ü türâbiyle cibâl Ana bir kat daha ilhâk ediyorsun
eskal
(c)
92.
Bizde bir emr-i ‘azîm
var ki o görmez tağyîr Kudret-i fâtıranın sâhibi etmiş takdîr Buna kanûn-ı
ilâhî denilir bu fende Mütenâkıs, mütezâyid olamaz bu tasvîr Bir katre değil
belki de hîç zerresi olmaz* Vaz‘ eylediği dâ’ireden hâric-i takrîr*
(5)
[s. 38]
93.
Hele kar ile dolu bir
de matar dânesine Sor da öğren ki bu kaçdır iniyor hânesine Ne zamân etdi
tebahhur (j^£) ne cihetden geliyor Düşüyor fırlanarak bir de geri lânesine Ne
kadar yerde kalır o ne vakitler kalmış! Kime rızk oldu olur da yetişir çâresine
(c)
94.
Bizi Allah yaradır
semt-i semâda her dem Aslımız cevv-i havâ sisleridir bil akdem O da enhâr ile
şu sath-ı bihârdan çıkıyor Oluyor evc-i semâda müterâkim hem-dem Böyle yerler
ile gökler dahi enhâr u bihâr Türlü me’vâ-yı merâci‘de olur bin secdem
(s)
95.
‘Acabâ zelzelenin aslı
nedir sor andan
Ne kavî dehşeti vardır ki geçer nâs cândan
Koca dünyâ nazarında bir avuc toprakmış Gibi sallar da yıkar hâneleri bir
yandan Kimi esbâb-ı tabâyi‘de kalır bahsinde [s. 39] Kimi te’sîrini
tasdîk ediyor Deyyân’dan
(c)
96.
Kudretu’llah anı
te’sîriyle tahrîk ediyor Koca dağlar temelinden kopuyor, seyrediyor Nerede fısk
u me‘âsî çoğalırsa nâ-gâh Türlü dehşetli tezelzül orayı sarsıdıyor Hele
esbâbına baksan ya havâdır ya buhâr Dediler ammâ hakîkatde o hikmet ne diyor
(s)
97.
Çağlayanlar ile
menba‘lara bir sor ne diyor Neye sür‘atle akıp mahrecini terk ediyor Neye
taşdan taşa başlar vuruyor sızlanıyor Ne içün ye’s ü te’essüfle mükedder
gidiyor Neye birden atıyor kendisini dağlardan? Ne ‘azîm hırs u telâşla cânın
incidiyor
(c)
98.
Ne ki varsa bu cihânda
yaradıp verdi vücûd Kimi câmid, kimi nâmî, kimi seyyâl mevcûd Ne kadar bin sene
kalsa bu ‘anâsır ebedî [s. 40] Kudretu’llah edecekdir anı elbet mefkud
Şimdi her dem sonumu ağlayarak çağlıyorum Türlü feryâd u figânımla Hudâ’mdır
maksûd
(s)
99.
Güz gelip yaprağını
dökdü ağaçlar birden Soldu ezhâr u çemen geçdi bütün hep serden Yine ihyâ
edecek Kadir-i mutlak elbet Haberin var mı çiçek böyle ‘azîm bir sırdan Hele
bir söyle bana nerde gezip seyretdin Şimdi bir bir çıkıyor tâzelerin bir yerden
(c)
100. Ebedî Bâkî vü Kahhâr u Hakîm emreyler Dökülür yaprağımız çâre
nedir kul n’eyler Yine izniyle anın biz buluruz tâze hayât Böyle bin def‘a olan
vâkı‘ayı hâl söyler İşte mahşerde bunun misli dirilmek vardır Orada gösterilir
cümle ‘amel çok şeyler
(s) [s. 41]
101. Âteşe sor ki nedir bu heves-i istihrâk Ne bulursan ediyorsun anı
birden ihrâk! Merkezin sâde odun bir de ma‘den kömürü Nereden dûd-ı firâvânı
edersin işrâk Dünyâda nef‘-i kesîri ediyorsun îsâr Rûz-ı hasretde seni Hak ede
bizden ırâk
(c)
102. Cümleyi halk ederek etdi Hudâmız i‘mâr Onu inkâra tasaddî ediyorlar
ısrâr Kimi müşrik, kimi mülhid, kimisi münkir-i Hak Kimi ‘âsî kimi fâcir kimi
bağlar zünnâr Beni şiddetli yaratdı ki yakam cânlarını İntikam eyleyecek
hazret-i Kadir Kahhâr
(s)
103. Demire sor ki nedendir böyle kuvvetlenişin Türlü eşkâl ü
sanâyi‘de senin kullanışın Çivi mismâr u sanâyi‘ ile mikyâs pergâr Zırhlı
toplar ile süngü ba‘zı hançer oluşun ‘Asr-ı evvelde olurdun harbe gömlek ile
tâc [s. 42] Ne ‘acebdir o senin bâkî muhalled kalışın!
(c)
104. Bize Cebbâr ‘Alîm verdi metânet kuvvet Bizi o eyledi bürhân-ı besâlet
satvet Bizdedir türlü menâfi‘ ederiz neşr-i meded Nice bin türlü fevâ’id ile
var bin hikmet Zulmü ref‘ etmeye me’mûr u müsahhar imişiz Eyleriz vakt-i
tehâcümde bu dîne nusret
(s)
105. Topların savt-ı şekîmiyle anın feryâdı Neye mebnî yıkıyor kal‘aları
bünyâdı? Ne içün dâneleri gayz-ı dehenden atıyor Ne cihet hangi sebeb oldu anın
top adı İki metroyu geçer cism-i müdevvel atvel Fenn-i mikyâs ile ta‘yîn edilir
eb‘âdı
(c)
106. Dediler meclis-i şûrâ-yı hakîkatde müdâm Bu hakikat nâmına kurdu
cihân yüz bin dâm Müte‘addid olamaz hakk u hakikat birdir [s. 43] Anı
isbâta bu toplar edecekdir ikdâm Fasl-ı da‘vâ-yı hakikat edilirken nâ-gâh Nice
milyonca nüfûs hep olacakdır i‘dâm
(s)
107. Bu şarapnel ile dâne neye mebnî bağırır Ne içün savt-ı mahûfuyla
helâkı çağırır Neye mebnî uçarak na’ire-i gayzından Neye birden bire müdhiş
düşerek pek ağrır Yüce dağlar arasında neye vahşî gürler Ne sebeb sîne-i
kasvetdeki hıkdı dağılır
(c)
108. Neye gayz etmeyelim çünki misâlsizdir Hak Anı teşbîhe tasaddî
ediyorlar ancak!
Halkı tevhîde çağırmak ile nîrân saçarız
Belki ikrâr edeler hâlıkı bi’l-istihkak
Bir zamân düşmana bir dem takılıp kalsak da
Yine o hizmeti her dem biz ederiz ihkak
(5)
[s. 44]
109. Hele mescid ile bir medreseye sor de ki siz Ne içün zâviyeniz
böyle mu‘attal işsiz?! Neye mebnî sizi terk etmededir bu millet! Ne cesâret ki
bırakmış sizi ümmet ıssız
Böyle metrûk u harâbe sizi görmek ne revâ[352] Dîn ü dünyâda
sa‘âdet biliyorduk sizi biz!
(c)
110. Sahneler üzre melâ‘ib ile yüksek localar Geçirir hayli vakitler
ile mes‘ûd geceler Türlü âheng-i terennüm ile tenkîr-i düfûf Edilen meclise
tercîh edilir mi hocalar Nerede tedrîs ü tederrüs ile mescid, mekteb! Şu
‘atâletde garîk oldu yiğitler kocalar
(s)
111. Yetişip meclis-i teblîğe durup da de ki ey! Burada neşr-i
mevâ‘iz kahevâtda hey hey Okunur nass-ı ilâhî edilir teblîğler Yine herkes
katıyor meclis-i lehve ney mey Gece gündüz ne edersen ediver teblîğde [s.
45] Yine bin nağmenize şimdi müreccah bir ney
(c)
112. Bize Kur’ân-ı Kerîm verdi emir her yerde Bozamaz nağme-i teblîği
diğer bir yerde Bize tavzîf edilen pend-i belîğ etmekdir Okuyup eyleyerek
doğruluğu perverde Böyledir meslek-i ‘âlî-i diyânet-perver Bunu tervîc ediyor
şer‘-i şerîf enverde
(s)
113. Şu tesettür ne içün böyle ucuz mal oldu Ne zamân rûy-i
dil-ârâ-yı hayâ pek soldu!
Neye mebnî atıyor perdesini bu nisvân? Ne
sebeb çarşı pazar türlü kıyâfet doldu Ne vakit tevbe, nedâmet edecekdir millet
Yetişir sehv ü hatâsı da nihâyet buldu
(c)
114. Hele sabr et bakarak ‘âkıbet-i ahvâle Deme zinhâr sıkılıp lâ vü
ne‘am bu hâle Söyle ‘isyânda kalan var mı selâmet bulmuş [s. 46] Gözünü
aç da nazar eyle bütün emsâle Yalınız hak yolunu herkese göster gitsin Bir de
irşâd ile ta‘rîf ediver ensâle
(s)
115. Bu hatâ mı ‘acabâ sütreyi biz kaldırsak Pek hafif başlarına ince
bezi aldırsak Bir de meclislere alsak da getirsek serbest Anlara sâz ile
kanûn-ı lehv çaldırsak Aradan hill ü harâm nâmını birden atsak Her ne isterse
gönül arzusuna saldırsak
(c)
116. Bu cihet feyz ü terakkiye uzak bir yoldur Ama keyfine uyup da
yürüyen pek boldur O ne tıynet ki hayâdan ola mehcûr u ba‘îd! Hele islâma
uzakdır ki diğer bir yoldur Bunu tervîc ile efkârı edenler ıdlâl Ne kadar eğri
hatâ! Sağ dediği pek soldur
(5)
[s. 47]
117. Neye menfûr ‘acabâ medreselerden hisler Ne içün yükseliyor
bahsedilirken sesler
Biri bahsetmeye başlar ise birçok yerden
Yetişir nutk u beyân birbirini hep besler Şimdi ‘âlemde mi böyle ‘acabâ her
esnâf!? Yoksa mermilere mi sâde hedef bî-kesler!?
(c)
118. Halkı irşâda medâris idi me’mûr akdem Oradan ders-i diyânet alır
elbet âdem Bunu şeytân yıkacak, hedm edecek tezyîfle Ana karşı müteyakkız
olalım biz her dem Hele zâhirdeki âdem yalınız âletdir Ne felâket ana olmuş
koca iblîs hem-dem
(s)
119. Bir de sen hâlini anlat, de kütübhâne-i dîn Nerede şimdi ‘aceb
sizde midir ‘ilm-i güzîn Hani tedrîs-i mesâ’il, hani tahrîr-i ‘ulûm Nerededir
‘ilm ü ma‘ârif bu kadar bin tedvîn Tarz-ı eslâf sizi takdîr ediyordu her dem [s.
48] Ediyor mu ‘acabâ şimdi bu ahlâf tahmîn?
(c)
120. Bu kadar yüz senedir böyle fezâ’il-engîz Oluyor ‘ilm ü kemâlât u
hüner pek leb-rîz Nice dâhîlere mürşidliğe etdim himmet Anların fevti ile şimdi
gözümdür eşk-rîz Takdîr ediyor böyle Hudâ ehli ehilden* Tâli‘ katıyor tıyn-i
felâketlere ibrîz[353] *[354]
(s)
121. Şu tahâret ne içün süngere olmuş müncer Yoksa bir başkasına
şimdi takallüd mü hüner?![355] Ne içün kolları
dirseklere doğru yuymaz Emre ‘isyân mı zuhûr etdi bu ümmetde meğer! Günü akşam
ediyor nerde vuzû, nerde salât!
İşte milletde esef! Böyle ‘azîm bir münker
(c) [s. 49]
122. Bilmeyenler bu gidişlerle giderken anlar Her biri zulmet-i
kabrinde yakındır yanlar Orada türlü ‘azâblar ile var işkence: Bozulur kibr ü
gurûrlar ile yüksek şânlar Tıkılır zâviye-i kabr-i elîmde inler Burada Hakkı
koyup gayrısına uyanlar
(s)
123. Bu namâz ile oruç, hacc u zekât ‘âlemde Ne güzel farz-ı ilâhî
oluyor âdemde Şuğl-i dünyâyı koyup farz olanı vaktinde İşlemek âdeme elbetde
gerek her demde Kim ki fermânını Hakk’ın severek işlerse Onu dünyâda da ‘ukbâda
da koymaz gamda
(c)
124.
Şöyle bir emre itâ‘at
ebedî kurbetdir
‘Ömrü o yolda geçirmek ne büyük sünnetdir
Bilemez kadr-i diyânet ne imiş çok insân!
‘Aklını toplayana bu ne büyük rif‘atdir
Dîn ü dünyâyı da bilmek ne güzel devletdir [s.
50] Böyle imrâr-ı hayât bil ki ‘azîm ni‘metdir
(s)
125. Ne ‘acîb tarz-ı ma‘îşet ne garîb bir darlık! Ne tuhaf şân-ı
temeddün ne büyük bir varlık! Ne içün kardeşe kardeş demiyor hâlin ne?! Bu
mudur kardeşe ülfet, bu mudur hoş yârlık? Hele ölmüşleri hammâl çekiyor çok
yerde Ne kadar sû-yi te‘âmül çıkıyor bu aralık!
(c)
126. Yakışır âdeme âdem ile ülfet etmek Biri inlerse anın yanına
diğer gitmek Ölüsüyle dirisi bir olarak birleşmek Hele kardeşliği muhkem
kılarak perkitmek Yaraşır mı? Ola kardeş ile kardeş düşman Arada bir bozuşup
birbirini incitmek
(s)
127. Haydi kardeş barışıp kalmayalım şu gamda İttifâk eyleyerek
birleşelim biz hem de Cüz’î şeyler ile küllî zararı def‘ edelim [s. 51] Uzadıp
kolları birlik olalım bu demde İki köylü birisi o birini hiç bilmez!
Bu mudur! Hâssa-i matlûbe benî âdemde!
(c)
128. Bu hayât mes’elesi doğru güzel bir sözdür Ne çıkar fazla
kelâmdan burası bir özdür Ayrı yollarda giden gitdi bütün mahvoldu! Bu taraf
doğru gider çünki önü düpdüzdür Düşmanın dâmına düşmekde sa‘âdet olsa Yine
kardeşle geçen derd ü belâ gündüzdür
(s)
129. Beni dinler mi ‘aceb cân u gönülden millet İşidir mi bu benim
sözlerimi hep ümmet? Vereyim ellerine habl-i selâmet-encâm Anı tutmak iledir
ni‘mete her dem vuslat Bulayım dertlerine çâre-i ‘âcil birden [s. 52] Göreler
anda imiş istenilen her ni‘met (c)
130. Biri (Allah) ile (peygamber)e her dem hürmet Biri de kardeşi
kardeş bilerek çok ülfet
Biri düşmanlara karşı ebedî durmakdır
Biri de mahkemede ‘adl ü ‘inâyet, nısfet
Birinin adı mu‘ayyen çalışıp kesb etmek Biri evlâd okudup bellilemek bir san‘at
(s)
131. Şu minâre ne içün böyle sipihre yetmiş[356]
‘Alemi sanki süreyyâya rekabet etmiş O güzel kadd-i bülendiyle dinelmiş
durmuş Yüce timsâl-i diyânet gibi çıkmış, gitmiş Hele kuvvetde, rasânetde ‘azîm
muhkemdir Heybeti hey’etini rekz ederek perkitmiş (c) [s. 53]
132.
İsmini, kudretini
hazret-i Hakk’ın tezkâr
Ederim leyl ü nehâr nâmını her dem tekrâr
Türlü işgâl ile ümmet sıkılıp kalmışken Bir de (Allah) diyerekden atılır her
bir kâr
O vakit secde kılar kıbleye dönmüş yüzler
Serilir ‘arsa-i ‘abdiyyete olsa hünkâr
(s)
133. Hele bir çân ile nâkusa su’âl et ki neden Bu terennüm bu
tezelzül bu inilti nereden? Ne içün darbelerin sâmi‘ayı darb eyler Neye mebnî
çıkıyor âh u enîn her yerden? Muttasıl neşrediyor sayhaların fikr-i zelel
Oluyorsun bu terennümle dalâl-perverden
(c)
134. Cümle mahlûk yaradan hâlıkını zikreyler Her biri kendi lisânıyla
senâsın söyler Anı temcîde müheyyâ bu ma‘âbid ile deyr Anı takdîse mahaldir bu
şehirler köyler Ben de tahmîd ile takdîsini tertîl ederim [s. 54] Lîk
esbâb-ı dalâl olduğuma kalb inler!
(s)
135. Koca dağlar gibi deryâda demirden gemiler Anları ‘arsa-i deryâda
yapanlar kimler Öyle heybetli sadâlarla verir dehşetler İki top atsa eğer
sâhile birden semler Ne mahûf şekl-i garîbdir ki ‘aceb heybetli Görebilseydi
olurdu mütehayyir cemler
(c)
136. Dağları sath-ı arâzîde yaratdı Cebbâr Ana nisbetle açık kaldı
bütün sath-ı bihâr Koca dağlar gibi ‘âlî ne garâ’ib gemiler Etdi o sath-ı bahir
üzre tamâm istikrâr
Kudret-i Fâtıra vermiş ne büyük isti‘dâd
Ediyor halk-ı za‘îfi anı her dem imrâr (s)
137.
Hele meskenlere
me’vâlara bir sor ne zamân?
Sizi o Rabb-i Kerîm verdi bize dâr-ı amân!
‘Acabâ şükre mukarin mi olur sizde ‘amel? [s.
55] Yoksa her dem mi olur ben bilemem fıska mekân
Meselâ etse zuhûr sende mekrler şerler
Bulunur mu ki ola hayra makarr bir imkân (c)
138. Hele biz kendimizi halk edene hamd ederiz Türlü takdîs ü mahâmid
ile her dem gideriz Anların cürm ü ma’âsîsine lâyık tekdîr Edilirse o vakit ben
bilemem biz n’ederiz Hakkı tevhîd edeni seyr ederek mes‘ûduz Fısk u cevriyle
devâm eyleyene pür-kederiz (s)
139. Bir de dünyâya su’âl et ne kadar cân gelir O gelen tâze civânlar
ne kadar eğlenir? Ne imiş maksad-ı ‘azmi ne ile naklediyor Neye mebnî
gelebilmiş de ne vermiş alıyor Ne kadar ta‘ab u meşakkatle eder kat‘-ı mekân
Sana gelmiş de fakat ne içün az kalıyor?
(c) [s. 56]
140. Bana herkes geliyor mülk ediyor kendince Ben de her gördüğümü
sevmedeyim kendimce Mevt-i mübrem bizi tekzîb ederek fekk eyler O gider başka
müsâferet gelir ardınca
İşte ‘âlem de buna benzediğinden fânî Böyle
takdîr-i ezel hikmeti gâyet ince (s)
141. Yolların aslını bir sor de ki ey hatt-ı medîd Ne sebebden edilir
şu‘belerin pek temdîd? Ne cihet hangi taraf olsa bu ‘arkın gidiyor Ediyorsun
taraf-ı maksadı her dem tahdîd Seni tahkîm ile meşgûl oluyorken ‘âlem Bir de
kuvvet vererek ferş ediyor seng ü hadîd (c)
142. Cism-i insâna damarlarına kadar dal atıyor Ne de çok şu’beleri
pây u sere uğratıyor Ben de ‘âlemde yere ‘ark u damar neşrederim Köyleri
şu’belerim şehre livâya katıyor
Bu mürûr ile ‘ubûr hep oluyor nakle delîl [s.
57] Bu takallübdeki âmâl ne kemâl öğrediyor!
(s)
143. Hele hürriyyete sor de ki ey cûd-ı Hudâ Seni lutfuyla Hudâ
eyledi birden peydâ Doğrusu millete verdin ne güzel tâze hayât Sana olmuş idi
evvel ne fikirler şeydâ Seni hıfz eyleye Mevlâ kalasın tâ ebedâ Edelim biz de
senin haklarını hüsn-i edâ (c)
144. Beni bilmekde hakikat ne büyük ma’nâ var Gözlerim ‘âleme
neşretmededir bin envâr Beni yanlış bilerek anladılar serbestlik Demediler ki
içinde bulunur bin esrâr
Kimi serkeşliğe başlar, kimi sıçrar, oynar!
Bana bühtân ile isnâdı çoğaltdı eşrâr!...
(s)
145.Şu
hayâta de ki ey nûr-ı beka-yı tıynet! Veriyorsun bu ‘anâsırla vücûda ziynet Ne
de zengîn, ne de i‘lâsını kılmış Hallâk [s. 58] Ne güzel gösteriyor
kudret-i Bârî hikmet Ne olur bâkî mü’ebbed kalabilsen hayfâ Giderek sin oluyor
mahv u hebâ her ni'met!
(c)
146.Beni
bu ‘âleme neşretdi Hudâ-yı Bâkî Beni bu meclis-i hilkatde buyurdu sâkî Kimi
meftûn-ı sivâ oldu şaşırdı ‘aklın Kimi ‘ulviyyete pervâz ile oldu râkî Kimi
semlendi cihânda ebedî oldu helâk Kimisi buldu Hudâ lutf-ile bin tiryâkî
(s)
147.Bir
de sor dâhiye-i mevt-i ‘azîme de ki sen Niye beni aramazsın koca çirkîn ü
hasen? Demiyorsun bu gelindir bu da nâmzed bu şerîf Bu da mahzûn u garîbdir bu
da ma‘tûh u esen Nice sultân u ağa bir nice dâhî vü zarîf Alıyorsun bunu ‘add
eyleyerek müstahsen!
(c) [s. 59]
148.Beni
mîzân-ı ‘adl seyf-i hayât kıldı Hudâ Ederim rızkı bitirmişleri teb‘îd ü cüdâ Ne
fakîrdir ne de zengîn ne büyükdür ne küçük Demeyip vakti gelen kimsede oldum
peydâ
Kimi teslîm-i kader eyleyerek me’cûrdur
Kimi feryâd u figân-ile olurlar şeydâ (s)
149.Şu
mekabir nice ecsâda olur dâr-ı keder Yine herkes koşarak lahd-i perîşâna gider
Bu kadar mal u menâsıb ile hürmet servet Burada kaldı o bilmem ki sebebsiz ne
eder ‘İlm ü ‘irfan u ‘amel ile imân ger yoksa O kabr hufresi memlû olacakdır
ejder
(c)
150.Hele
fânî olacak bende bu ecsâd u şemâ’il* Tedrîci olur bunca vücûd gâ’ib ü zâ’il*
Dünyâda eden fahr u sürûriyle mübâhât* Lahdinde görür türlü felâketle rezâ’il*
Bir çokları olmakda bugün türlü mu‘azzeb*
[s. 60] Lakin oluyor ba‘zıları lutfuma nâ’il*[357]
(s)
151.Bir
de şu ‘âlem-i berzah nereden var olmuş Ne zamândan beridir o ne vakit nâm
bulmuş Nehr-i fıtrat akıyor çağlayarak ‘âlemden Oranın bahr-i kebîrine bütün
var dolmuş Burada neşr-i mehâsinle olan cilve-nümâ Bu kadar hüsn ü melâhât
orada hep solmuş
(c)
152.Hazret-i
Kadir ü Kahhâr bunu ikmâl edecek Ne kadar pîr ü civân varsa ‘umûmen gidecek
Orada şekl ü şemâ’il bozulup mahv olacak
Daha bin türlü kederler yüreği incidecek Yine ervâh orada türlü şu’ûnât geçirir
Bir de mahşerde hulûliyle teni pür gidecek
(s)
153.Hele
mahşer ne imiş böyle teşehhür etmiş! Onu arzu ederek pîr ü civân hep gitmiş Ne
vakit cem‘ olacak bunca halâyık birden [s. 61] Çünki nâ-bûd olarak nâm u
nişânlar bitmiş Cümle a‘zâ dağılıp hâk ile yeksân olmuş O vücûdlar erimiş
zerreleri hep bitmiş!
(c)
154.Ne
zamân emr-i ilâhî yetişirse birden Çıkacak lahzada bi’l-cümle halâyık yerden
Kimi bem, kimi bahrî, kimi ins ü kimi cin Atarak toprağı herkes o dakika serden
O zamân bizleri Mevlâ ede mahfûz u selîm Kurtara cümleyi lutfuyla demâdem
şerden
(s)
155.Bir
de şu dâr-ı na‘îm cennet-i a‘lâya su’âl Ediver de de ki anlat bana bir
hikem-me’âl Seni fazliyle Hudâ etdi mehâsîne karîn Seni bir dâne şeref yapdı
‘inâyet her hâl Ne de vâsi‘, ne de şâmil, ne de rengîn oldun! Ne de mergûb-ı
kulûbsun ne ‘aceb bu ahvâl
(c) [s. 62]
156.Beni
mü’minlere ikrâma mahal kıldı Hudâ Ehl-i inkârı ebed eyledi teb‘îb ü cüdâ
Etdi kudretle makamât-ı cinânı o binâ
Verecekdir edene emri bu dünyâda edâ Beni
tezyîn ile o türlü mehâsin vermiş Edecekdir beni mahşerde ‘ibâdına fedâ (s)
157.
Bir de şu nâr-ı cahîme
de ki ey kahru’llah!
Seni hışmıyla mı, kahrıyla mı halk eyledi
Allah*
Ne de muhrik, ne de mühlik, seni etmiş
kudret
Neye mebnî yanıyorsun bana anlat Allah!
Seni duymakla bütün zevk u sürûr telh
oldu Başka bilmem yalınız (lâ kuvvete illâ bi’llah!)*[358]
(c)
158.Beni
düşmanlara taslît edecekdir Kahhâr Etme a‘dâ-yı ilâhîye temâyül zinhâr Öyle
dehşetli harâretli ateşler saçarım Edemez zerre-i nîrânımı itfâ enhâr
Halkı kurtarmağa bir çâre olursa ancak [s.
63] Hakkı tevhîde devâm oldu hemân leyl ü nehâr (s)
159.Var
mı insânları tahlîs edecek bu nârdan Bulunur mu ‘acabâ kurtaracak şu ‘ârdan?
Şimdi dünyâda selâmet ise de kalblerimiz Ne çıkar sonu felâket olacak bir
kârdan Bulalım bâri selâmet olalım nâ’il-i fevz Alalım başımızı kurtaralım şu
dârdan (c)
160.O
selâmet kapısı dîn-i mübîndir anla Oradan gir de ‘aka’id sarayında yanla Kalbi
ölmüşlere bakma seni de mahveyler Rûhuna bak da eğer yoksa cânı bir cânla Yürü,
git doğru selâmet bulasın dâreynde Kalbini nûr-ı diyânetle demâdem şânla...
(s)
161.İsterim
Hakka takarrüb ile bir ‘ulviyyet Bunda lâzım mı ki dâ’im buluna bir niyyet? Ne
ile maksada ermek ‘acabâ mümkündür [s. 64] Beni irşâd ediver göstererek
bir sîret Şimdi insânlara bir hâl gelivermiş eyvâh Dînini pek tutana hep
ediyorlar hayret
(c)
162.Bu
felâket ne fenâ sû-yi sirâyet etdi Sanki birden ölerek hubb-i diyânet gitdi
Şimdi herkes gece gündüz demiyor lehv ediyor O fenâlık daha evvelce olup hep
bitdi O karanlıkda açar kabri görünce gözler Hele dünyâda merâsim ile âdâb
yitdi (s)
163.Bana
göster göreyim râh-ı selâmet-encâm Gideyim de olayım belki hitâmında be-kâm
Nerede istediğim hâle münâsib yollar Anı öğret ki gidip tâ alayım ben bir nâm
Anı vâ‘iz mi bilir ya da müderris, müftü Anı ‘âlim mi bilir yoksa ferâsetli
imâm?
(c) [s. 65]
164.Kalbini
vermeyesin mel‘abe-i sevdâya Sonra eyvâh diyerek başlamadan bir vâye Bu hayât
böyle senin varlığına yâr olmaz Anı vaktiyle edin elde büyük sermâye ‘Aklını
topla peşin al yolunu vaktinde Deme kalsın edeyim işlerimi şu aya
(s)
165.Var
mı insâna veren burada zevk u şeref? Ola anınla ebed sâhibi de müsteşref O ne
yoldur ki eder işleyeni Hakka karîb Anı ta’kîb ederek doğru gidendir eşref
Bileyim tâ ki anı da gideyim maksûda Bunu dünyâda bulunmaz mı ‘aceb bir a‘ref?
(c)
166.Al
silâh, bin atına, çık da yürü, ol arslan Eyerin arkasına er gibi birden yaslan
Bir cihâd eyle ki kalsın ebedî şân alsın Sana kardeş idi düşman ipiyle hep
asılan Tut yürü kabzasını seyf-i celâdet göster [s. 66] İntikam etmeyi
ister ne kadar var kesilen!
(s)
167.Neye
mahbûb-ı kulûbdur o güzel ‘askerlik Ne içün pek sevilir böyle yiğitlik, erlik
Bir gören süngüsünü isteyerek bir de bakar Başka var mı ‘acabâ öyle iyi bir
dirlik?! Çıkdı ‘asker olarak memleketi terk etdi Orduya geldi şu kardeş ne
mübârek birlik!
168.Bu
cihâd mesleğidir, sâlikini şâd eyler Anı medheyleyerek şânını Kur’ân söyler Ana
dâhil olanın kadri büyükdür her dem Oğlu ‘askerde kalan başka şerefler n’eyler
Cümle ashâb-ı kirâm etdi cihâdı birden O yola girdi bütün hep yiğitler iyiler
(s)
169.Ne
içün ‘askere da‘vet olunurken ümmet Türlü esbâb arıyor gitmemeye bu millet Niye
‘askerliğe eğri bakıyor insânlar [s. 67] Ne fenâ sû-yi tabî’at ne de
müzmin ‘illet Ana dâhil olana türlü meziyyet, ‘izzet Oluyor ammâ geride
kalanındır zillet!
(c)
170.Seni
‘askerliğe ister ise devlet var git Orada dîn ile dünyâna güzel hizmet et Hele
bir dostuna zinhâr gözünü kaldırma Düşmanın sînesini süngü ile pek incit Emre
dikkat ediver de ebedî hulf etme Hele ‘askerliğe dâ’ir verilen emri işit
(s)
171.Neye
düşman giriyor memleketi zabt ederek Bu kadar cân u teni mahvederek inciderek
Bu ne hikmet ki tedâbîr oluyor bunda ‘akım Boş bulup köyleri düşman geliyor biz
giderek Hele etfâli bütün süngülere hep takmış Atılır çaylara ‘iffet ile nisvân
n’ederek!!!
(c) [s. 68]
172. O sefâlet nereden geldiğini bilseydi Sebebi anlayarak tevbe eden
olsaydı Hele oldu olacak bari bu işden ‘ibret Alarak bir uyanıp ders-i hayât
alsaydı Şu gidişler bizi mes’ûl edecekdi etdi Her ne olduysa yazık yurdlarımız
kalsaydı!
(s)
173.
‘Acabâ tevbe ile
eğriliği terk etsek
Bir de Hak yol ne ise müttefiken biz gitsek
Dîn ü dünyâmıza sâhib olarak kurtarsak Arayıp doğru yola râbıtayı perkitsek
Dîni muhkem tutarak emrini icrâ her dem Bir de kadrin bilerek tarlamızı hîrek[359] etsek
(c)
174. Bu terakki yoludur işte buna kıl ikdâm Bu uğurda çalışıp
olmalıdır pek mikdâm Dîn ü dünyâyı kazanmakda mesâ‘î şartdır Anı sayd etmede
yokdur ebedî hiç bir dâm [s. 69] Çalışıp işlerine her ne olursa yapmak
Mazhar-ı hayr du‘âdır ebedî öyle adam (s)
175. Niye bir zevceye zevci ediyor rencîde Zevcini zevce de ister ki
ebed incide Gece gündüz getirir zevcesine zevc her dem Yine bu zevcesinin
gözleri hep incide Hele bayramda anın istediği gelmezse Tartılır sözleri inci
gibi bir sencîde
(c)
176.Bu
cehâlet ebedî sınf-ı nisâda vardır Anların kalbi bu yüzden bilirim pek dardır O
gibi zevceyi insân niye bilsin bir yâr Öyle bir yâra desin yâr ki ana bir
yârdır Hele bir zevc ile zevce olacakdır hem-hâl Olmayan zevceyi terk etmeli
zinhâr ‘ârdır[360] (s) [s. 70]
177.
Bu te’addüd ne güzel
zevceleri rabteyler
Zevci olmazsa biri diğerine laf söyler
İkisi, üçü olur birbirine pek hem-dem Yalınız olsa biri o tek ü tenhâ n’eyler
Biri ateş yakarak çorbasını tabh eyler Biri esvâb dikerek işleyecek çok şeyler
(c)
178.Hele
kavgaya giden erlere bir yâr azdır Bunu sen mermere hakkeyleyerek bir kazdır
Birisi o birine dâ’imen eyler yardım Burası ince bilip anlayacak bir râzdır[361] Nesli artırmaya
doğru gidecek bir yoldur Biri kış olsa anın diğeri elbet yazdır (s)
179.Zevc
olmalıdır, zevceye elbetde müsâ‘id* İcrâ ederek haklarını kendine ‘â’id* Âdem
ise zevc zevce de âdem ana karşı* Erkek yalınız ba‘zı cihetler ile zâ’id*
Fıtratda müsâvâtına dikkat ediver de* [s.
71] Hükmet burada hangisidir diğere râ’id[362]
*[363]
(c)
180.Zevc
etmelidir zevceye bir hükm ü hükûmet* Bilmekle fakat zevce anı cânına minnet*
İbzâl ederek lutfunu erkek ana her hâl*
368 Şu hak ana elbetde olur bir iyi zimmet*[364] Nice insân bulunur
bilmeyerekden ülfet Ediyor türlü eziyyet! Ne ‘acebdir ümmet
(s)
181.Hakk-ı
meşrû’unu Allah soracak nisvânın Verecek ecvibesin kocası ancak anın Bunların
hakkına meşrû’ olarakdan dikkat Ediver çünki odur vâlidesi inşânın Hele evlerde
ziyâde yarıyor her işde Ziyneti, belki bekası da budur dünyânın!
(c) [s. 72]
182.Hele
nisvâna ricâlin yakışır eltâfı Edilir anlara hürmetle ri‘âyet sâfî Hadd-i
meşrû‘u geçirmek ise gâyet ‘ârdır Edilen lutfa göre anlayalım evsâfı Evinin
işleriyle uğraşarak sabreyler Zevcinin hizmetidir seyr ü temâşâ kâfî
(s)
183.Niye
müskir içiyor ba‘zı cehâlet-endâz Atıyor arkaya nerede oruc nerde namâz!..
Yalınız bir köşede laf ile bin cânbâzlık Yapıyor zemm ile gıybet oluyor bir
gammâz Düşünüp söyleyerek iftirâ bühtân eyler Dayanır kahvede ağzın bozarak bir
lemmâz[365] (c)
184.
O gidişle sonu ber-bâd
olacakdır anın
Ana yaklaşma sakın sonra yakar şu cânın
Zararı kendisine ‘â’id kalacak elbetde Âteşidir ısıdan hammâmını külhânın [s.
73] Bil kadrini de herkese herkes gibi bak sen* Hıfz eyleyerek sakla hemân
böylece şânın*
(s)
185.İnsân
ne içün ağzına uymaz sözü söyler* Nereden böyle iyi âdeme ‘âdî huylar! Ne içün
küfrediyor âdeme âdem birden Ne zamân böyle bu zevk oldu ‘aceb bu soylar İki
evlâd birinin babasıdır o birinin[366]
Çekişir birbiriyle sonra kapıyı boylar!
(c)
186.Hüsn-i
ahlâk bize elzem ebedî olmuşdur Çünki ahlâk-ı beşer hayli vakit ölmüşdür Hele
ecdâdı geçirdik bu da ensâl devri İse de nesl-i cedîd kahvelere dolmuşdur İki
âdem biri oynar birisi raks eyler Ne tuhaf birbirini hep arayıp bulmuşdur!
(s) [s. 74]
187.
Bunları va‘z u nasîhat
ile birleşdirmek
Hele mümkün mü? (Kötek) ile de yerleşdirmek
Şu fenâlık ne ile def‘ edilir ben bilmem
371
Yoksa bir tarla bulup cümlesine eşdirmek[367]
Belki taksîrini herkes düşünüp anlarsa
Bu şifâdır ki olur her çıbanı deşdirmek (c)
188.İki
evli köye bir mektebi açmak kâfi Bir de san’atla ticâret bu husûsda vâfî İkisi
birleşerek dîn ile mezc oldukda Olacak izn-i Hudâ ile şu derde şâfî Biri karga
olarak ötse bile meclisde Kuru sözlerle bu bitmez bilemem çok lafı
(s)
189.
Hele şu haksıza bir sor
de ki ey zâlim sen!
Sen misin zulüm ederek nice insânı
kesen!..
Bu kadar nâsa içirdin tîğ-i cevrinden su
O güzel tâze çiçekler yerine zulmü esen? [s.
75] Sana benzer ne mezâlim yapıyordu mislin ‘Acabâ şimdi kabirde n’oluyor
sen bilsen
(c)
190.Hikmeti
kudretini etse de imhâl birden Çıkacak zâlimi tenkîl edecek bir yerden Nice
‘ifrît gibi gaddâr-ı cihânı takdîr Ayırıp gövdesini etdi cüdâ bu serden
İntikam etme zamânı gelicek hışmından
Yetişir sâ‘ika-i kahr-ı ilâhî sırdan
(s)
191.Bir
de şâhidlere sor ki niye şâhid oldu Bu kadar sözü o şâhid nerelerden buldu
Doğru şâhid arayanlar bulamazken bir zât Ne içün mahkemeler böyle lebâleb
doldu! Var mı hakkıyla şehâdet edeni bir göster? Yalınız hak sâhibi benzi
sarardı soldu!
(c) [s. 76]
192.Görmedi
ağzını şâhid anı etdi kanlı Çıkdı o mahkemeden sanki muzaffer şânlı Bilmedi
öldüğünü şimdi cinâyet etdi O sözü söylemeden kendi idi pek cânlı Ama doğru
bilerek bildiğini söylerse
372 Olacak
yevm-i kıyâmetde şerefli anlı[368]
(s)
193.
Hele bir mahkemeye sor
ki nedir bu da‘vâ! Hakkı isbât edenin var mı elinde fetvâ Ne içün birbirini
incidiyor insânlar Ne sebeb dinleniyor rûz u leyâl bu kavga Neye mebnî
kaçıvermiş o kadın zevcinden 373
Neye o etmededir sende bütün gün îvâ[369]
(c)
194.Açarım
perdeyi birden alırım da‘vâyı Okurum elde olan beyyineyi fetvâyı
İki kardeşi birisi o biriyle hasm olsa [s.
77] Bulurum arasını fasl ederim kavgayı Bunu haksızlara tatbîk edebilmek
müşkül Hakka râzı olana ben veririm büşrâyı[370]
(s)
195.Bu
müfâdı okuyan ehl-i kemâle de ki bak! Okumakla bunu elbet edeceksin ihkak Bunda
tevhîd-i ilâhî ile var bin hikmet Hüsn-i niyetle oku etmeyerek bahs-i şikak
Bunda telhîs-i merâm işte budur bil evvel Hakkı tevhîd ile ol sâcidi bi’l-istihkak
(c)
196.Bu
kadar ‘âlî vü sâfil ona hüccet ü delîl Bir de ihlâsda dedi tevhidini Rabb-i
celîl Şirke meyyâl olanı dâr-ı cehennemde müdâm Edecekdir ebedî türlü sefâletle
zelîl Takacakdır ana zencîr ile ağlâl-i nekâl Edecekdir anı me’vâ-yı belâda
tezlîl
(5)
[s. 78]
197.Şu
fakır Ahmed Mikdâd’a nidâ et de ki ey! Seni îkaza medâr söylüyorum ben
bir şey Bu su’âl ile cevâb mes’elesi bahs-i tavîl Bunda ikmâl-i mebâhisle buyur
zâ’idi tay Ne serî‘ hâme ile bahre girişdin birden Başladın mevceleri neşre
deyip bir yâ Hay
(c)
198.
Hamd ü minnetle Hudâya
ederim hatm-i kelâm
Eylerim Hazret-i Peygambere bin türlü selâm
Bana ihvân-ı kirâmdan okuyan hayr du‘â
Görmesin rûz-ı nedâmetde felâketle melâm
İki ‘âlemde de mes‘ûd u be-kâm et yâ Rab
Seni tevhîd ile takdîs edeni yâ ‘Allâm
[s. 79] Şurada
iki fâ’ideden bahs edeceğim. Birinci fâ’ide: On sekizinci sahîfede
Anı ta‘zîm
ederek ehl-i semâvât birden
Eyledi
cümle melek zât-ı ‘azîmine sücûd beytinde Cenâb-ı Hakk’a secde ile hâcetini
istemek!
İkinci
fâ’ide: Bir şey niyyet etdikde: Evvelâ Peygamber ‘aleyhi’s-selâm efendimiz
hazretlerine üç defa salavât-ı şerîfeden sonra Tevhîd-i Kâ’inâtı açmalı
sağ tarafda birinci (c) işâretine bakmalı, bu usûl bakıcıların iğfâlinden
kurtarır. [371]
Öğün
fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ
tün/fâ 'i lün
1.
Söz diyarı her taraf
baştan başa mülküm benim Kâinata sığmayan bir bilgedir ülküm benim Evrenin
bahr-i muhitinde yüzer fülküm benim Hep ozanlar tahtıgâhımda otağın kurdular
2.
Onları bir bir sırayla
deftere yazdım hele
Her birin ayrı deyişlerle adın aldım ele
Bunları saymak yerinde pek derin bir mes’ele Saf çekip ülküm diyarında sıraya
durdular
me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün
1.
Fuzûlî
Türk idi aslında şâir Tanınmıştı evet beyne’l-’aşâir Neler yazmıştı o divana
dâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
2.
O Nâbî ki
meşâhirden sayılmış Onun fikriyle bin efkâr ayılmış Duyan eş’ârını görmüş
bayılmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
3.
O Rûhî ki
bütün Bağdad’ı almış Onun sıyt-ı bülendi sâye salmış O nazmında derin ummana
dalmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
4.
Nedimler
geldi dikti şi’re lâle Birinde saz o bir elde piyâle Oturmuş dinleyenler sanki
hâle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
5.
O Nef’î
ki şiirde kâbı vardı Nice efkârı asrında uyardı Dilerse karayı ağa boyardı
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
6.
Dedi şöhretli Hamit
nice sözler [s. 6] Parıldadı onun sözüyle gözler
Onun aşkıyla güldü nice yüzler Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
7.
Eminler
yazdı Türkçe nazm u mensûr Işıldattı karanlıklarda bir nûr Çevirdi Türkler’in
şi’rine bir sûr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
8.
Reşat Nuri
yazar nazm u kasâit Olur yazdıkları efkârı sâit
O üslup ki bütün kendine âit
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
9.
Faruk Nâfiz
henüz unvan çağında Onun da gülleri vardır bağında Neler kalmış tutulmuştur
ağında Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
10.
Güzel Necdetleri
gördüm de bildim İyi görmek için gözümü sildim Cihânı çok dolaştım sanki yeldim
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
11.
Celâl Sahir
de mahirdir sözünde Şiirde parlayan nur var gözünde Derin duygu görünmüştür
gözünde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
12.
Dediler Âkif’in
şi’ri ne yüksek Evet üslupta asrında kalır tek Eder şi’rin bütün muğlak işin
fek Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
13.
Hatip Sâdık
da nâtık hem de şâir Yazar o parçalar çok aşka dâir
Cihândır bu olur eşhâsı sâir Fakat Miktat’a
benzer mi şiirde
14.
Evet hatırda kalmış idi
bunlar Unutulmuş olan şair de şunlar Umarım affeder naçizi onlar Fakat Miktat’a
benzer mi şiirde
15.
Besim Atalay
da güzelce yazmış Ne altınlar ne cevherler ki kazmış Onu zannetme ki şi’rinde
azmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
16.
Ömer Seyfi
yazar nesriyle nazmı Kolaydır şi’rinin efkârda hazmı Mükemmeldir onun fikrinde
azmi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
17.
O Yakup Kadri
de yazmıştı eş’âr Onun şi’rinde gerçekten neler var Sanarsın âsiyâbın sengi
devvar Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
18.
Şair Zihnî
de geldi aktı gitti Cihânda bir ışık o yaktı gitti O gitti ya iyi ad taktı da
gitti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
19.
Celâlî
söylemiş türlü deyişler Onun sözü yürekte kalbe işler O göstermiş nazımda hoş
gidişler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
20.
Geçen Kuddûsîlerle
o Niyazî Ederlerdi şiirlerle niyazı
Gönüllerde kımıldar işve nazı Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
21.
İşitmiştim adın İrşâdî
Baba
Sakın zannetme ki eş’ârı kaba Beğenmişti
onu ecdâd ü aba Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
22.
O İzzet Paşa
derler ki yazarmış Nazımlarla ne cevherler kazarmış Onun şi’rile ne yüzler
kızarmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
23.
Ebussuud’a
âit şi’ri gördüm
Ona lâyık çelengi başa ördüm Büyük âlim
diye gözüme sürdüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
24.
Yunus Emre
demiş nurlu kelâmı Okuyup da ona etme melâmi Görürsen söyle benden çok selâmı
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
25.
Okudum Vehbi’nin
manzûm kitâbın Teemmül eyledim manâ nisâbın Düşündüm nazmının bin bir hesabın
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
26.
Yavuz Sultan
Selim yavuz şâirdi Onun şi’ri süreyyaya da erdi O şi’rin başına çok
sâye verdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
27.
Yazıcıoğlu’nun
şânı büyüktür Onun şi’ri cihânlara da yüktür
O aslında koyu İslâm ve Türk’tür Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
28.
Celâlettin
gibi bir şems-i enver Onun eş’ârı meydanda münevver Yazıcızâde
misli o da server Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
29.
Kitab-ı Ahmediye
sahibi hem Onun eş’ârı da kıymetlidir hem Komaz yürek içinde derd ile hem Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
30.
O Molla Câmî’nin
eş’âr u şânı Parıldar fazlının yüzde nişânı Bütün şi’rinde gördüm în ü ânı
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
31.
O Şeyh Attar’ımın
bendini gördüm Görünce sanki ben kendini gördüm Şu mezkûru bütün yüzüme sürdüm
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
32.
Daha bunlar gibi
binlerce âlî Büyük adamların Ali misâli Görüp âsârını oldum übâli
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
33.
Bütün şâirleri hürmetle
yazdım Cevâhirle gümüş altını kazdım Şu mısrâı getirmek ile azdım Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
34.
O İbrahim
Alâettin şâir
Güzel şeyler çağırmış hüsne dâir
Onun şi’ri fezâ-i fikre tâir
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
35.
Kemalettin Kâmi
de hoş eserdir Şiir yazmakta o bir yüce serdir Ozanlar sırasında uslu erdir Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
36.
Görürüm o Hüseyn
adlı Suad’ı İlişir gözüme o nûrlu adı Şiirde bal gibidir tatlı
tadı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
37.
Muhammed Faruk
’un farkı güzeldir Şiirde kedleri her dem düzeltir Sühankârlık ona her dem
ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
38.
Nazım Hikmet
yazar şiir şuûru Parıldar sözlerinde bilgi nûru Bilir lâyık olan hangi umûru
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
39.
Pesent ettim akın, Yâhya
Kemâl’i Nazımlarda parıldar hoş cemâli Şiirler sanki onun özce malı
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
40.
O Köprülü Fuad’ın
şi’ri hikmet Verir kâri’lere irfân ve gayret Hakikat var sözünde hayli kudret
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
41.
Siracettin
şâir de hayli mâhir Sanarsın şi’rinin her beyti sâhir
Meânisi mükemmel fikri bâhir
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
42.
Nihat Arif
yazar bin türlü şeyler Onu gören diğer eş’ârı n’eyler Sanarsın ki karışmış
neyle meyler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
43.
O Cevdet içtihadda
hayli yazdı Şiirde coştu çok altını kazdı Sanarsın sözlerin keskince sazdı
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
44.
Güzel nazmın oku Ali
Reşâd’ın Eğer isterse şâir ola adın Çoğalsın şi’r ü şuûrunda dâdın
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
45.
Şu Orhan Seyfi’yi
görsen sözünde Belâgatlar saçar sözün özünde Fesâhat şimşeği parlar sözünde
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
46.
Muhammet Behçet’in
şi’rine dikkat Edince sen görürsün türlü rikkat Güzel şâir o nefsinde hakikat
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
47.
Muhammet Sıtkı
coşkun şi’ri vardır Ona defterlerin yaprağı dardır Şiirler kendine uygunca
yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
48.
O Hıfzı Tevfik’in
şi’rine bir bak Şiir kandilini ondan alıp yak
Sanarsın sözlerin emrâza tiryak Fakat
Miktad’a benzer mi şiirde
49.
Hasan Âli Bey’in
eş’ârı parlak Parıldar yüzünün ağında bir ak Dilersen nûrunu al da gönül yak
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
50.
Nesîmî’nin
güzel nazmı mükemmel Okumuştum onu buluğdan evvel Hakikatte şiir bâbında ekmel
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
51.
Behiç Bey
de güzel şâir hakikat Onun şi’rinde vardır nice rikkat Okurken tarzına bir eyle
dikkat Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
52.
Halil ’in
yazdığı yüksek deyişler Bakın şi’rinde vardır ince işler Yürekte en derin
duyguya işler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
53.
Cemâl’in
şi’ri tıpkı zi-cemâldir Cemâl şâir hakikat zi-kemâldir Onun manzûmları kıymetli
maldır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
54.
O Halit Fahri’nin
sözünde özü Müsâvîdir şiirde nûrlu yüzü Parıldar kim okursa hisli gözü Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
55.
Şehabettin
yazar kıymetli sözler Parıldar sözlerile özle yüzler
Onun şi’rine meftûn cümle gözler Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
56.
Ali Cânip
şuûrlu şi’ri meşhûr Onun şi’ri parıldar sanki bir nûr Eder elfâzı manâsını
pür-nûr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
57.
Rıza Tevfik
yazar canlı vezinler Gönüllerde yüreğin kalbi inler Değil insan onu taşlar da
dinler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
58.
O bayan Halide
Nusret de şâir Onun şi’rinde hikmet oldu fâir O vezninde eder insanı
hâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
59.
Hanım Leylâ
da yüksek şi’ri vardır Onun şi’ri bütün eş’âra yârdır Oku eş’ârını fikrine
kârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
60.
O Halide Edip
geldi yetişti
Onun şi’ri fikir nârında pişti Kadınlık
nâmına kıymetli işti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
61.
Ne hanımlar daha vardır
ki diller Öten bülbüllere benzer ki iller Eser durmaz gider süratli yeller
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
62.
Eğinli Sırma
Hanım[373] da demişti Benim annem güzel
şeker yemişti Şiirde sanki olmuş bir yemişti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
63.
Kemâl Miktat[374] güzel yazmakta eş’âr Evet
onda derince duygular var Benim oğlum Kemâl’in fikri fevvâr Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
64.
Büyük Sami
şiirde bir imamdır Onun şi’ri mükemmeldir tamamdır Elinde hamesi fikre zimamdır
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
65.
O Ahmet Haşim’in
şi’ri yamandır Deme şi’ri bütün zann ü gümândır Hata etme hakikatte emândır
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
66.
Fazıl Ahmet
gibi şâir mi vardır Ona şi’rin yakası ince dardır Onun şi’ri gönüllerde ne
yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
67.
Ömer Bedrettin’in
eş’ârı hoştur Sanarsın ki uçar bir türlü kuştur Evet irfân yolu mâil yokuştur
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
68.
Evet Hakkı Süha
da hoş yazandır Şiirde altını yerden kazandır Yetişmiştir iyi sözlü ozandır
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
69.
Fazıl Berki
de hoş manzum yazarmış O da altın gümüş yerden kazarmış Onun da muntazam eş’ârı
varmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
70.
Recâizâde Ekrem
Ercümend’i
Biri oğlu biri babası kendi Bütün âlem
hakikatte beğendi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
71.
Oku şi’r-i Veled
Çelebi’yi sen Sözünde intizâmı doğru ahsen Budur sözüm suâl eyler
gidersen Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
72.
Ziyâ’nın
sözleri akımlı olmuş
İyi üslupları nerden o bulmuş Şiirler
kaynamış meydana dolmuş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
73.
Revânî
şi’rini üsluplu söyler Sözünün rengi hoştur belli eyler Okuyanlar bilir o sözde
n’eyler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
74.
Kemâlettin
yürür şi’rin yolunda Vukûfu var sözün sağ ve solunda Şiirde avcıdır şahin
kolunda Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
75.
Atâullah
da yüksek şi’ri vardır Onun şi’ri atına saha dardır Sühan-ârâ demek vasfına
yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
76.
Görenler Şâhî’nin
şi’rinde sözün Bilirler şâirin kıymetli özün Parıldatır o sözleriyle gözün
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
77.
Şâir Fazlî’ye
de dikkatli sen bak Yürekte bir karanlık varsa nûr yak Olur muzlim gönülde
derde tiryâk Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
78.
Yaşar Nâbî
denen şiirde âlî Güzeldir nâmının evsâfı hâli Değildir o müfit olmakta hâlî
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
79.
Sinân Ümmî
neler yapmış bu işte Şiirler yoluna doğru gidişte Bütün mensûrunu manzûm edişte
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
80.
Unuttum Şems-i
Tebrîzî’yi birden Gelir mi öyle şâir kalbe birden Neler kalmış o şirin
sözlü erden Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
81.
Hele Âşık Paşa’nın
şi’rini gör
O nazmın başına türlü çelenk ör O türlü
sözlere hürmet yüzün sür Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
82.
O Molla İzzet’in
eş’ârı vardır Onun şi’riyle herkes ona yârdır Şiirlerle o efkârı uyardır Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
83.
O Şâir Eşref’i
sorun bilenden Onun şi’riyle gözyaşın silenden Sorun hiciv diyârından gelenden
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
84.
Nazif’in
şi’rini takdir ederler Onun yolunda şâirler giderler Onun hakkında lâyık sözü
derler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
85.
O Hamdullah Suphî
her sözünde Ne cevherler saçar sözü özünde Görüştüm ki zekâ parlar gözünde
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
86.
Muhammet Ekrem’in
sözü derindir Onun sözü melihtir hem şirindir Şiirde mevkii vardır berindir
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
87.
Şu Ahmet Râsim’in
şi’ri yamandır Onun şi’rinde irfânı gümândır Onun irfân cibâli pek dumandır
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
88.
Hüseyn Rahmi
de şâirdir güzeldir Onun bağında sünbüller ezeldir Güzel tatlı deyişlerle
düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
89.
Denir Vâlâ
Nûrettin o da şâir Onun şi’rile parıldar meşâ’ir Olur öyle sevimli çok
meşâhir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
90.
Oku Emin Bülend’in
sözlerini Göresin o fesâhat özlerini Parıldatır okuyan gözlerini Fakat Miktat’a
benzer mi şiirde
91.
Adı Mihrinnisâ
şâir güzeldir Nazımda kedleri koymaz düzeltir Bütün halka inâyetler ezeldir
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
92.
Denir Sâbit
mükemmel sözlü şâir Onun şi’ri bugün emsâlde sâir Değildir sözleri şiddetli
câir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
93.
Adı lâedrî
kendisi de yedrî
Olan şâir eder şi’rile hedri Pardıldar
şi’rinin yüzünde bedri Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
94.
Aka Gündüz
akar gece ve gündüz Onun nazmı akar yolunda dümdüz Yazar çizer demez mevsime
yaz güz Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
95.
O Rûşen Eşref’in
şi’rinde var hâl Bütün fazlı eder kendine öz mal Hakikat şâirin vezni de hoş
hâl Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
96.
Hele şu Bahrî’nin
bahrine gir bak Bütün şi’ri gönül derdine tiryâk Gönül şem’in onun şi’riyle sen
yak Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
97.
Okudun mu o Müştâk’ın
sözünü Parıldatır okuyanın gözünü Oku şi’rin de gör nazmın özünü Fakat Miktat’a
benzer mi şiirde
98.
O Rahmî
şi’rini uygunca yazmış Sanarsın ki gümüş altını kazmış Deme zinhâr onun şi’rine
azmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
99.
Evet Kuddûsî
de söyler şiirler Onun şi’rine de hikmetli derler Şenelmiştir onunla nice
yerler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
100. Dede Korkut güzel şi’riyle söyler O şi’rinde ne
işler belli eyler Terennüm eylemiştir meyle neyler Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
101.
O İsalyesevi
şi’rinde düzgün
O şirin gözleri aşk ile süzgün Açıktır
herkese idrâki çözgün Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
102. O İbrahim Dede şâirdi gitti Şiirlerle nasîhatler
de etti Gönüllerde güzel tesiri bitti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
103.
Nevâî
şi’rile şöhret şiârdı
Onun şi’rinde ince duygu vardı Nazımlarda
düşünce saygı vardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
104. Hele Sıtkı sözünde gizli işler İşitenler teaccüp
dili dişler Şâirlerde muhâliftir gidişler Fakat Mıktat’a benzer mi şiirde
105. Hele Bâkî büyük şâiri dinle Onun şi’ri maânisine
inle Gönülde ağla da gürekte çinle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
106. Nizâmî ’nin sözünde çok nizâm var Hakikat kâfiyede
intizâm var Dürüst olmak için bir iltizâm var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
107. Hüseyn Vâiz de şâirdi güzeldi Şiirde kudreti ona
ezeldi Onun şi’rile çok şâir düzeldi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
108. Sürûrî çokların ma’lûmu olmuş Onun şi’rile âlem
sanki dolmuş Şiirde gâyeye varmış da bulmuş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
109. Dediler Hâlî hâlinde bulmuş Yazıp çize büyüce şâir
olmuş Nazımlarla divanı cümle dolmuş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
110. Hele Emrah şiirlerde coşarsa Nazımlarla yürür
dağlar aşarsa Döker meydana kalpte her ne varsa Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
111. O yüce İbrâhim Hakkı’ya sen bak Onun aydınlığıyla
kandilin yak Akarsan yoluna hiç durma git ak Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
112. Biraz da İsmâ’il Hakkı ’yı söyle O da onun gibi
dolmuştu öyle Büyüktü ilmile şi’ri de böyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
113. İkisi de evet meşhûr-ı âlem Hakikatta ne yüksek şanlı âdem
Yürekte hürmetim tab’ımda her dem Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
114. Dedim amma dilim öyle alışmış Biraz çılgın şiirlerde çalışmış Şu
mısrâı demekte hür salışmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
115. Hurûfî’nin tuhaftır kîl u kâli Onun öyle rumuzludur
makâli Nazımlarda husûsî başka hâli Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
116. Hayâtî’ye nazar kıl sözleri ne? Sözünde parlayan o
gözleri ne? Nazımlarda derince özleri ne? Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
117. Hüseyin’in şi’rini gören severdi O şi’rinden nice
insana verdi Ne dağlar aştı da yollar devirdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
118. Semâî şi’rini coşkunca derdi Nazımlarla güzel
şükûfe derdi Sözü tatlı idi çok helva yerdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
119. İşittin mi Abdullah okurdu Nazımlarla kumaşlar
dokurdu O şi’rinde güzel üslûbu kurdu Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
120.
Latîfî
’nin sözü tıpkı şekerdi
O nazmile güzel duygu ekerdi Onun şi’ri
koşarken bir şekerdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
121.
O Lütfî
de güzel sözler demişti Hayata çok şiirler söylemişti Şiir nazmında hoşluk
eylemişti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
122.
Hele Abdül’aziz’i
dinledin mi Yürekte âh edip de inledin mi Şu yalçınlar gibi bir çinledin mi
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
123.
Büyük Osmani Bedrettini
Âli Onun şi’rile matlûbu maâli Güzeldi mesleki şi’rinde hâli Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
124. Şu mısradan usandım ben de bezdim Onun ağzında isyân sözü sezdim
Dolandım uçurumda hayli gezdim Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
125.
O Gâlip
şâirin şi’ri de kâmil
Onun şi’rinde kudsî duygu âmil Onun şi’rin okurken olma gâfil Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
126.
Yusuf İzzet
gibi şâir mi vardı
Onun şi’ri gönüllerde de yârdı Latîf
nazmına insanlar uyardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
127. Karacaoğlan ’ın şi’ri de manzûm Olurdu kıymeti
âlemde ma’lûm Bütün manâları olmakla mefhûm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
128. İşittin mi o Şem’î’nin sözünden Belâgatlar akar
şi’rin özünden Ne şimsekler çakar aydın gözünden Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
129.
Nahîfî’nin
güzeldir şi’ri sözü
Açar da parlatırdı kalbi gözü Parıldardı
anın yüzünde özü Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
130. Âşık Ömer çalardı çağırırdı Giderdi kavgalarda
bağırırdı Yüreklere büyük hisler verirdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
131. Acep Dertli nedir derdi içinde Onun şi’ri okunmuş
belki Çin’de Nazımlar yollamıştır doğru Hind’e Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
132. Dediler Ruhsatî’nin sözü hoştur Fakat hayrın önü
biraz yokuştur Nazımlarda uçar kanatlı kuştur Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
133. Hele Mithat Cemal’in şi’ri nerde O olmuştur cihan
gözüne perde Okur herkes onu denizde yerde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
134. Recep Vahyî de yazmıştır şiirler Ona bir şâir-i
hoşgû da derler Onun şi’rin sever kadınla erler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
135. Yaşar Nezihe’nin şi’rini gördüm Onu idrâk edip
sırrına erdin O bahçeden biraz da deste erdin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
136. Şu Tahir Mevlevî söyler kelâmı Bilir zâhir şiirde
elf ü lâmı Görürsen kendini ilet selâmı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
137. Ali Ulvî yazar şi’rinde çok şey Çocuklar
zannederler seslerin ney Katar o sözlere bir parça ney mey Fakat Miktat’a
benzer mi şiirde
138. Ömer İhyâ da parlak şi’ri vardı Şiirde kendisi
manzuma yârdı Muhitinde fikirleri uyardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
139. Şu Hayrî’nin acep şi’rini gördün Onun şi’rin görüp
aslına erdin Nasıl hisler yürekte kalbe verdin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
140. Tunalı Hilmi de şâirdi gitti Hayatı âleme terk
etti gitti Şiirde çok yararlıklar da etti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
141. Dediler Erdede yazmış deyişler Onun sözü hakikat
kalbe işler Okuyanlar taaccüp dili dişler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
142. O İbrahim Alâeddin’i şâir Eder şi’ri gören insanı
hâir Neler yazdı güzel duyguya dâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
143.
Hele Vâsıf
desin şi’rin de dinle Gönül derdini kaynatsın da inle Çıkan feryâdına sinende
çinle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
144.
O Nevres
şâiri gördün mü söyle Nedir şiirinde deryâ gibi öyle Akar sür’atle coşkun fikri
şöyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
145. O Ahmet Şükrü coşkundur sözünde Parıldar nûr-i
irfânı gözünde Vezinler derç olmuştur özünde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
146. Yesârî’nin derin eş’ârı vardır Onun tatlı sözün
kalbine sardır O fikri gözleri her dem uyardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
147. Gedâî ’nin dahi şi’ri güzeldir Kavâfîyi ne üslupta
düzeltir O coşkunluk ona her dem ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
148. O Hüznî ’nin de şi’ri öyle düzgün Selâsetli ibâre
öyle çözgün Neler var incelikte öyle süzgün Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
149. O Gamlî’yi acep duydun mu söyle Yazan var mı şiirde
nazmı öyle Neler yazmış demiş o şöyle böyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
150. Sait Fennî gibi şi’ri de fennî Edivermiş o
nazmında tefennî Neler yazmış da etmiş o tegannî Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
151. O Kenzî çok fikirli ince sözlü Onun şi’ri parıldar
nûrlu özlü Güzel şâir sözünün içi özlü Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
152. O Ahmet Mithad’ın ne şi’ri vardır Şâirlik sanki
ona doğru yârdır Onun şi’ri gönülde cân uyardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
153. Fâik söylerdi manzûm hem yazardı Şiirde ince
madenler kazardı Coşar da bazı demlerde azardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
154. Kemal Müftî de yazmış nice eş’âr Onun şi’rinde
parlar nice ay var Sözünde kurulu binlerce yay var Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
155. O Hayrî de neler yazmış da çizmiş O da şi’rinde
bazı demde kızmış Ne inciler ne mercanlar da dizmiş Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
156. O Seyrânî’yi gördün mü ne söyler O şi’rinde ne
hikmet belli eyler Hakikatte yazar bin türlü şeyler Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
157. O Rûzî’nin şiirde bahsi vardır Onun şiiri de ne hisler
uyardır Sanarsın nazm u nesri ona yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
158. Nasıl Ceyhûnî’yi duydun mu bildir O bir sözlü
şâirdir tatlı dildir Sanarsın ki akar sür’atlı seldir Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
159. O Ahmet Remzî’nin şi’ri güzeldir O şi’rinde neler
söyler düzeldir Şu vergiler kula Hak’tan ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
160. O Rif’at şâirin nazmında iş var Onun şi’rinde bir
başka gidiş var Onun fikrinde bambaşka didiş var Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
161. O Hayrî ’yi görenler oldu hayrân Onun şi’ri eser
âfâkı seyrân Aşar şehbâlını eyler de teyrân Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
162. Nûrî düzgün yazar nazmında dolgun Onun şi’ri
maânîsinde bulgun Hakikatta o vezninde ne olgun Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
163. O Gâlip şâirin sözü birinci Sanarsın sözlerin
sağlam pirinci Onun vezni hakikatta bir inci Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
164. O Nazî’de ne nazlı bir şiir var Onun fikri bütün
evzânda devvâr Daha onda neler neler var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
165. O Enver şâirin şi’ri de meşhûr Onun şi’rinde
parlar çünkü bir nûr Onun bünyân-ı şi’ri öyle ma’mûr Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
166. O Sâlim de neler yazmış da koymuş O şi’rin
dağlarında maden oymuş Tamamile yemiş de sanki doymuş Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
167. Mecit yazmış nazımda nice gevher Sanarsın parlayan
kıymetli cevher Güzel üslupta sanki nehr-i Kevser Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
168. Figânî ne figân etti bağırdı İçinde coştu bin
şarkı çağırdı Hakikatta güzel şâir ağırdı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
169. Huzûrî söyledi çok nazm ü mensûr Sözünde parladı
doğrusu bir nûr Sanrsın kendi ancak vezne me’mûr Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
170. Şinâsî doğrusu şâirdi kendi Onun şi’rini akrânı
beğendi Şiirde demleri uzun çekerdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
171. O Sadrettini Âli ne mükemmel Onun şi’ri hakikatta
ne ekmel Büyük sıytı parıldar çünkü ecmel Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
172. Ne yüksekti sözü Ekrem Reşid’in Hele irşâdını bir
dem işidin Görün onda olan şi’rin çeşidin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
173. Hüseyn Nâil güzel şeyler yazarmış Ne altınlar ne
elmaslar kazarmış Şiirde öyle müthiş bir azarmış Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
174. Nejat Tevfîk öter bülbül misâli Onun başka
şiirlerde o hâli Değil bir ben bütün ister ahâli Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
175.
O Sabri Es’ad
’ı belki tanırsın
Onu gül dalında bülbül sanırsın Sözünden başka sözden usanırsın Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
176. Salih Zeki gibi bir merd-i eş’âr Hakikat bil o
şâirde neler var O bahsi yapmaya elde zaman var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
177. Emin Recep sanarsın bir pınardır Ona karşı şiir
yazmak da ardır Daha onda nice şerler de vardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
178. O Sadettin Nüzhet de ediptir Hakikatte sevimli bir
hatiptir Şiirler noktasında o lebibtir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
179. Ârif Nihad’ı gördün mü ne müthiş Onun şi’rinde
duygular mühim iş Verir kalbe münevver hiss-i teşvîş Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
180. O Ahmet Sâbit’in şi’ri yamandır Görürsen al oku
mutlak amandır Atar sözün okun altın kemândır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
181. Bilir misin ki İzzet Ali kimdir Şiirde çok şuurlu
bir hâkimdir Evek iş’âra nisbetle hekimdir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
182. Zaifî ’nin kavîdir şi’ri, vezni Atar ekdârı def
eyler de hüzni O pîrândan evet almıştı izni Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
183. Hele Âşık Çelebi’yi göreydin Onun o tatlı şi’rine
ereydin O deryânın içine bir gireydin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
184. Ziyâ Nûrî’yi görsen öyle hızlı Onun şi’rinde aşkın
yüzü gizli Evet akımda öyle coşkun izli Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
185. Süleyman Nazif’in şi’rini gördüm Ona hürmetle
nazmin göze sürdüm Başına muhteşem çelengi ördüm Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
186. O Necmettin desin de sen de dinle Onun yanık
sözünü dinle inle Hakikatta yürek içinde çinle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
187. O Haşmet şâirin şi’rinde tat var Hakikatta ona uyar
da at var Onun şi’rile doldu sanki edvâr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
188. Sezâî’nin sözü methe sezâdır Onun şi’rini yazmamak
ezâdır Gönüllerde hakikat neş’ezâdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
189. O Nâil şâiri bir dinledin mi Onun sözüle kalp de
inledin mi Yürekte inleyip de çinledin mi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
190. Nasıl o Dilgiray söylerdi vezni Nasıl şi’re
verirdi fikri vezni Gönülde kaynatıp duygulu hüzni Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
191. O Nûrî’nin nasıldı nurlu nazmı Şiirde pek ederdi
rey ü azmi Yürekte vardı azmile cezmi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
192. Ömer Hayyam şiirlerde denizdi Hakikat âlemine
doğru izdi Nazım deryasına girdi de gezdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
193. Hoca Hâfız idi Şiraz’da şâir Arasa misli yoktu hep
aşâir Onun fikri eder efkârı hâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
194. O Şeh Sâdî ne coşkun bir nehirdi Ne nehri o
nazımlarda bahirdi Bütün sözü yüreklerde sihirdi Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
195. Bayan Fevziye’nin şi’ri de vardır Fikirlerde nice
hisler uyardır Zekâsı fıtratında uslu yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
196. Suâd ’ın[375]
nazmını gördüm güzeldir O da vezninde manalar düzeldir Benim şu kızlarım şi’ri
düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
197. Rızâ şâir de yazdı nice eş’âr Onun şi’rinde bin
türlü hüner var Olur şi’ri bütün eş’âra hoş yâr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
198. Refik Halit yazar bin türlü şeyler Sanarsın neş’e
vermiş neyle meyler Çeker o neş’eli seslerle heyler Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
199. Falih Rıfkı kudurmuş bir kemandır Onun şi’ri ne
müthiş pek yamandır Hemen dinle onun şi’rin emandır Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
200. Müfit Ratip ne yüksek yazı yazmış Sanarsın mermere
unvanı kazmış
Sakın sanma onun eş’ârı azmış Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
201. Hele bir def’a o Halit Ziyâ’yı Elen al da gözet
kıvrımlı yayı Sanarsın parlıyor bedrinde ayı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
202. Nedir İzzet Melih’in nazm ü nesri Olur mu
kıt’asında zerre kesri
Yeter tenvîre eş’ârı bu asri
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
203. Yaşar Nezihe’ye bir bak da dinle Onun a kimli
şi’rin cânda dinle Sakın bakma benim yüzüme kinle Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
204. O İhsan Raif in şi’ri ne hoştur Sakın sanma onun
içi de boştur Sanarsın dört kanatlı, vahşi kuştur Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
205.
Ali Naci
şiirde hüd’âkârdır
Onun hep sözleri olgun nigârdır Onun şi’ri
hataya tövbekârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
206. Nigâr Hanım ne yüksek bir seviyye Gözüm
görmektedir anda reviyye Onun irfânının arşı Semiyye Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
207. Süleymani Nesip de öyle müthiş Onun hakkında
yazdım ben büyük fiş
O şi’rile eder efkârı tethiş
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
208. Halit Fahri güzeldir hem revişte Şiir bahsinde
belki türlü işte Evet vardır şerefler o gidişte Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
209. Sana Ahmet Ferid’i söyleyim ben Onun şi’rindeki
bürhanı gör sen Şiirler yüzüne olmuş güzel ben Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
210. Nedir o Hakkı Tahsin yaptı gözler Onunla parladı
kalplerde gözler Parıldar öylece binlerce yüzler Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
211. Şevketî şâiri bilen de vardır Onun şiirleri
güzelce yârdır Onu bul da yürekte câna sardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
212.
O Muhittin
güzel sözlü şirindir Onun şi’rinde saha çok derindir Evet fikri de parlaktır
berindir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
213.
Nedir o Mustafa
Suphî-i devrân Vurur şi’rile dalga yerde her an Sanarsın ki okur o
canlı fermân Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
214.
Yakup Kadri
de yüksek şânı vardır Şiirde doğrusu bir ânı vardır
Yazılmış çok eser bürhânı vardır Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
215. Kâzım Nâmi nedir o bahr-i fevvâr Olur şi’rile
meşhûr sanki devvâr Onun şi’rinde bilsen ki neler var Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
216. Nasıl bilmem ki o Abdullah Cevdet Eder mahşerde
elbet şi’ri avdet Onun şi’rinde var bin türlü kudret Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
217. Şehâbettin hakikat bir şihaptır Hayatta sanki
şi’ri âfitâbdır Belâgatte akan coşkunca âbdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
218. Şahâbettin Süleyman da güzeldir Güzellik şi’rine
her dem ezeldir Nasıl derse onu öyle bezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
219. Muhammet Fuad’ın eş’ârı cevher Sanarsın ki şiirde
nehr-i kevser Parıldar şu’lesile öyle her yer Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
220. Zeki yazmış vezinler ki güzeldir Güzellik şi’rine
her dem ezeldir Belâgatler onu başka düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
221. Ârif müthiş nazımlar vezneder ki O nazmında akar
coşkun gider ki
Şiirler alanın öyle dider ki
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
222. Fatin uygun yazardı hem de yüksek Sanarsam yazmada
kendi kalır tek Eder şi’rin muammâsın bütün fek Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
223.
Hele Esrâr Dede
desin de dinle
O nazmın şi’rini anla da inle
İçinde âh çekip derdinle çinle
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
224. Libâs’ın şi’rini görseydi gözler Parıldardı
yürekte doğru özler Halam söylerdi hep yazlarla güzler Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
225. Ozan Abdullah’ın şi’rini gördüm Ona mahsus çelengi
elde ördüm Açılmış güllerin gözüme sürdüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
226. Hele Ahmet Paşa desin de anla Onun sözüyle kalbin
bir de cânla Neler söyler vakarla hem de şanla Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
227. Nesîmî’nin güzel şi’rinde öz var O nazmında güler
bir nurlu yüz var Hakikatlar görür parlakça göz var Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
228.
Hele o Nâilî
Kadîm ki öyle
Onu âlem bilir bir sen de söyle
Neler yazmış nazımla şöyle böyle Fakat
Miktat’a benzer mi şiirde
229.
Vâsıf
söyler akımlı sözleriyle
Oku şi’rin şu ibret gözleriyle Görenler
gördü gitti özleriyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
230. Ozan Kânî neler yazmış da gitmiş Ne kudretler
şiirde belli etmiş Bütün ezvâkına ermiş de yetmiş Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
231. Hüseyn Rif’at gibi ozan mı vardır Onun eş’ârına
alan da dardır Nazımlar kendisine uslu yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
232. O Rif’at Ahmed ’i sen söyle dinle Onun şi’rin oku
aşkınla inle Neler geldi de gitti belki binle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
233. Şekib’in şi’ri müthiş bir akındır Onun şi’ri
gönüllerde yakındır O parlak şi’rine elfâzı kındır Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
234. O Burhanettin Kadı yazdı eş’âr Onun şi’rinde
bilsen ki neler var Onun eş’ârı efkâre güzel yâr Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
235. O Cem Sultan da yazdı nice şeyler Sanarsam kattı
eş’âra da neyler
O gurbette çekerdi nice heyler
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
236. Muhammet Rif’at’ın şi’rin işittim Onu yazmaklığı
özce iş ettim Ona şu kıt’ayı düzgün fiş ettim Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
237. Şiirler yazdı ki Sultan Veled hem Bütün sözü
yerinde kadri var hem Onun şi’rinde tamdır okka dirhem Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
238. Nesip eş’ârına vermiş düzenler Bilir elbet onun
şi’rin süzenler Alır hisler o gül bağın gezenler Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
239. Celâl görsen ne müthiş bir ozandır Onun sözü
yüreklerde suzandır Savaşlarda şiir süün bozandır Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
240. Hüseyn Suat sevimli bir ozandır Güzel, uygun
dileklerin yazandır Oku eş’ârını fikre kazandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde[376]
241. O Mehmet Asım’ın şi’rinde nûru Parıldar doğrusu
nazmın şuûru Olur mu ehl-i irfânın kusûru Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
242. Ne yüksek söz yazar mir-i Nigârî Sanarsın geçti
yazmakta nigari Şiir yazmak onun bin türlü kâri Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
243.
Baba Sâlim
şiirde bir coşarsa
O nazmında vezinlerle koşarsa Sözün
dizginini bir dem boşarsa Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
244. Arif Hikmet ’te bilsen ki neler var Onun şiirinde
hikmetler eler var Sakın zannetme anda sendeler var Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
245. Galip yüksek şiir yazmış divanlar Koparmış o
divanda bin şivanlar Okuyan şi’rini şanını anlar Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
246. Ozan Avnî de yazmış ince sözler Onun emsâlini
görmüş mü gözler Parıldar sözleriyle cümle özler Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
247. Okudun mu Yahyâ’nın divanın Oku ki parlaya
cisminde cânın Kımıldar mı damarda pıhtı kanın Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
248. Necip Fâzıl yazar üslûbu kollar Açıktır her taraf
şi’rinde yollar Ona birdir bütün sağlarla sollar Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
249. O Vasfi Mâhir’i seyret neler der Bütün o
sözlerinde hep şeker yer Onun şi’rin oku da bilgine er Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
250. O Sabri Es’ad’ın şi’ri metîndir Onun şi’rine uygun
söz çetindir Onun şi’ri sanarsın Şevket’indir Fakat Miktat’a
benzer mi şiirde
251. O Neyzen Tevfik’in şi’ri akımlı Onun manzûmları
doğru bakımlı Bütün üslûbu uygun hoş takımlı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
252. Rıza Polat güzel sözlü ozandır Şiirde sözlerin
düzgün yazandır Onun şi’rin oku fikre kazandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
253. O Nâil de neler yazmış göreydin Onun şi’rine bir
çelenk öreydin Onu saygı gözüne bir süreydin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
254. O Sıtkı Korkmaz’ı yamanca gördüm O’nun eş’ârını
kemanca gördüm Bütün kudretlerin hamanca gördüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
255. Nizamettin-i Yümnî de güzeldir Onun kadrine eş’ârı
ezeldir O nazmında bütün gedler düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
256. O Mir’atî ne ince söz demiştir Sanarsın ki onun
şi’ri yemiştir O nazmında ne hoş da eylemiştir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
257. Şukûfe parçası Nihal ozandır Onun o sözleri kalbi
suzandır Ne altınlar ne cevherler kazandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
258.
O İlhâmi Bekir
de hoş gazeldir
Onun şi’ri ona elbet ezeldir
O eş’ârın akımda çok nezeldir
Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
259. Faruk Mümtaz yazar manzumla mensûr Sanarsın
sözlerinde parlıyor nûr O rindâne yazışta çekti bir sûr Fakat Miktat’a benzer
mi şiirde
260. Kemal Ümmî de öyle yola gitmiş Kemâlini şiirler
belli etmiş Hakikat şiirini yazmış da bitmiş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
261. O Hamdi Atila nazmında yazmış Görenler zanneder ki
ince sazmış Ne altınlar ne cevherler ki kazmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
262. O Hamza Sadi’nin şi’ri güzeldir O nazmında şiir
veznin düzeldir Şâirlerde o fırtat ki ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
263.
Cihân şâirlerin şi’ri
okunsa
Nice bin türlü şalları dokunsa Şiir
deryâları meydana konsa Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
264. Bütün meydan okursun şâirâna Gider de sözlerin bir gün İrân’a
Eder Sadî’lerin yurdun vîrâne Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
265. Ömer Hayyam duyarsa bir kımıldar Senin şi’rinde
eslâfa kadih var Hayır zımnında bin zikr ü medih var Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
266. İşittim şark u garbın nazm u nesrin Senin bambaşkadır şi’rinde
neşrin Şiir yaptığın bu haşr u neşrin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
267. Eder Hassan Habîb-i Ekrem’i yâd Onun methiyle
eyler halka feryâd Habîb-i Kibriyâ’ya çok verir ad Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
268. Evet Hassan’a benzer şi’r-i Miktât Eder halka
muhabbet ile feryâd Resûl-i ekrem’in vasfın eder yâd Fakat Miktat’a benzer mi
şiirde
269. Şu Miktât’ın şiirde hızı vardır Yazarsa şi’rini
evrâkı dardır Arap, Acem dili de ona yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
270. Tehattur ettiğim ozanı yazdım Cevâhirle gümüş, altını kazdım
Evet bu sözlerimle hayli azdım Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
271. Gidenlerden dedim bir de kalandan Dilini saklaya Tanrı yalandan
Neler geldi de gitti bu alandan Fakat Miktat’a benzer mi şiirde
272. Nedir Miktat gene yazdın şiirler Sesinle
neş’elendi cümle yerler Sana şâirlerin üstâdı derler
Cihân benzer mi Miktat’a şiirde
Bayburt: 16/3/1935
Ulusum Büyük Türk’e Armağan
İstiklâl Marşı
fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ
tün/fâ 'i lün
1.
Yurdumun üstüne nûrlar
saçacak al sancak O muzaffer yücelik orduları çağlayacak Ulusun gözlerine başka
ufuklar açacak Ona eğri bakanın sînesini dağlayacak
2.
Vatanım ağlama artık
sana gülmek yaraşır Yüce bir varlığı kurduk sana da al istiklâl Sana düşmanlık
edenler de uzaktan bakışır Parlasın şân ü şereflerle güzel nazlı hilâl
3.
Yurdunun üstüne doğmuş
da güneşler parlar Geceler gündüze kalboldu ışık nûru yanar Hep geniş oldu
bucaklar da yıkıldı dârlar Seni insan mı sever gökte melekler de anar
4.
Niye çırpınmadasın öfke
ile al bayrak Korkma o nazlı hilâlin ebedî parlayacak Seni indirmeye gelmek
dileyen oldu ırak Yaşasın sesleri göklerde coşup harlayacak
5.
Yaşa Cumhuriyet’in
kırmızı timsâli yaşa Vatanın şânları senle yücelir hem de büyür Sana dünyâda ne
zillet ne zevâl yok hâşâ Hangi bir çağda asırda dileğin varsa buyur
6.
O nedir enli bakışlarla
gözettin garbı Yüce satvetleri mi hatırına aldı hilâl Yoksa indirmeye mi yav
başına bir darbı Eylesin haklarını öyle ise istihlâl
7.
Ne büyük şân ü şereftir
sana cumhuriyyet O senin yıldızını parlatacak şanlatacak Sana bir tarz-ı
vakârdır o geniş hürriyyet Korkma rengin ebedî kanlı savaş anlatacak
8.
Yaşa ey şanlı zaferli
yüce unvânı şeref Yaşa ey milleti yükseltici gâzî sancak Çağlayıp dalgalanan
ordularındır eşref Sanadır, hep sanadır saygısı yurdun ancak
9.
Yüce Tanrı’ya mı varmak
diliyorsun o nedir Çırpınırsın da celâlinle uçarsın yüceye Şöyle bir naz u
gurûrunla coşarsın bu nedir? Bakmayıp yaz ile kışta ne de gündüz geceye
10.
Yetişir eyledi Miktat’ı
celâletli bakış
Sana meftûn ebedî yollarına düştü gider O
nedir öyle temevvüçle semâlarda akış O kızıl çehreni görmekle söner kalpte
keder
Öğretmen
A. Miktat Poyraz
13/10/1933 Trabzon
Bütün okullarda ayaklı sözleri ayaksızlara çevirmek yoksulluğuna karşı Ozanlar’ın
hangi bir parçası elverişli olacağından o türlü açığın kapanmış olması büyük
bir erimdir. Bundan başka bilgiçler ozanlarımız için topluca bilgi edinecekleri
gibi ayaklı sözler demek yollarını da kolayca öğrenmiş bulunacaklardır. Ancak
eserimin birinci bitiğine giremeyen yol arkadaşlarımın kısaca sözleriyle
soyadları bildirilirse ikinci bitikte yazılıp serpin olarak yayılması bence bir
ödevdir. Bunda görülecek yanlışlıkların basım yurdunda yapılmış olduğuna
verilmesini saygılarımla dilerim.
16/8/1935 Ankara
Trabzon Kız Orta Okul Türkçe Öğretmeni
A. M. Poyraz
[1] “Türk Edebiyatı Tarihi ve
Edebiyatımızın Bazı Meseleleri Üzerine Prof. Ömer Faruk Akün’le Mülakat”,
Mülâkat: M. Nuri Yardım, Boğaziçi, 49 (1986), s. 5-6.
[2] İbrahim Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, (İstanbul: Ekin Basımevi, 1961), s. 61-73.
[3] bk. Tahir Erdoğan Şahin, Erzincan
Tarihi, (Erzincan: Erzincan Hayra Hizmet ve Dayanışma Vakfı Yayınları,
1987), II, 273; Murat Yalçın(ed.), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar
Ansiklopedisi, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001), II, 688; Alim
Yıldız, Sivaslı Şairler Antolojisi, (İstanbul: Sivaslılar Eğitim, Kültür
ve Yardımlaşma Vakfı Yayınları, 2003), s. 333-336; Abdullah Acehan, Sürgün
Kalemler (1839-2000), (Ankara: Siyasal Kitabevi, 2013), s. 80; İbrahim
Aslanoğlu, Her Yönden Sivas, (Sivas: Kamil Kitabevi, 1979), s. 90; İhsan
Işık, Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi, (Ankara: Elvan Yayınları, 2006), VII, 3006.
[4] Erol Kaya, Erzincanlı Son
Devir Osmanlı Uleması, (Erzincan: Erzincan Üniversitesi Yayınları, 2017),
s. 33-36.
[5] Ünal Tuygun, Erzincan’ın
Manevi Mimarları, (İstanbul: Kervan Yayınları, 2001), s. 139-141.
[6] Kazım Erçoklu, Bütün Veçheleriyle Divriği, s. 84.
(Erişim: 29/05/2019)
[7] İlmiye ve ulemâ hakkında
yapılan çalışmalarla geniş bir literatür oluşmuştur. Bu çalışmaların bir
tahlili için bk. Zeynep Altuntaş, “İlmiye ve Ulemâ Üzerine Literatür
Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi (TALİD),
10/19-20 (2012), 483-517.
[8] Mehmet İpşirli, “İlmiye”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2000, XXII, 141.
[9] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı
Devletinin İlmiye Teşkilatı, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014),
s. 3-5; Sahn-ı Semân medreseleri hakkında geniş bilgi için bk. Aynı eser,
s. 9-13.
[10] Çandarlı Kara Halil Hayreddin
Paşa hakkında geniş bilgi için bk. M. Münir Aktepe, “Çandarlı Kara Halil
Hayreddin Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1993,
VIII, 214-215; Ahmed Paşa hakkında geniş bilgi için bk. Günay Kut, “ Ahmed
Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1989, II,
111-112; Sinan Paşa hakkında geniş bilgi için bk. Aylin Koç, “Sinan Paşa”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2009, XXXVII, 229-231.
[11] Ahmet Cihan, Reform Çağında
Osmanlı İlmiyye Sınıfı, (İstanbul: Birey Yayıncılık, 2004), s. 27-33
[12] Meşveret Meclisleri hakkında
daha teferruatlı bilgi için bk. Ali Akyıldız, “Meclis-i Meşveret”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003, XXIIX, 248-249.
[13] Ahmet Cihan, Reform Çağında
Osmanlı İlmiyye Sınıfı, s. 63.
[14] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı, s.
84-85.
[15] Ali Akyıldız, “Meclis-i
Meşveret”, s. 249.
[16] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı, s.
144-145, 150.
[17] Kemal Beydilli, “Mahmud II”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003, XXVII, 354; Sultan II.
Mahmud dönemi ulemâsı ve sultan-ulemâ ilişkisi hakkında geniş bilgi için bk.
Arzu Güldöşüren, II. Mahmud Dönemi Osmanlı Ulemâsı, (doktora tezi), Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s. 24-69.
[18] Zeynep Altuntaş, Sultan
Abdülmecid Dönemi Osmanlı Ulemâsı, (doktora tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2013,s.45.
[19] Ejder Okumuş, “Tanzimat
Hareketi’ne Muhalefet”, Marife, 3/2 (2003), s. 87-93.
[20] Bu hususta geniş bilgi için
bk. Zeynep Altuntaş, Sultan Abdülmecid Dönemi Osmanlı Ulemâsı, s. 47-50.
[21] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı
İlmiyye Sınıfı, s. 262-265, 269-270.
[22] Bedri Gencer, Gelenekten
Modernliğe Osmanlı, (İstanbul: Ketebe Yayınları, 2019), s. 595-597.
[23] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı
Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s. 251; İlmiye mesleğinin ıslahı için muhtelif
tarihlerdeki emir ve fermanlar hakkında bk. Aynı eser, s. 251-278.
[24] Hürriyet ve meşrûtiyet
telakkileri hakkında teferruatlı bilgi için bk. İsmail Kara, İslâmcıların
Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, (İstanbul: Dergah Yayınları,
2017), s. 95-118; İ. Kara, İslâmcıların Siyasi Görüşleri 2, Hürriyet Müsavat
Uhuvvet, (İstanbul: Dergah Yayınları, 2019), s. 107-170.
[25] Bedri Gencer, İslamda
Modernleşme (1839-1939), (Ankara: DoğuBatı, 2017), s.507-509.
[26] Mehmet İpşirli, “İlmiye”, s. 141, 143-144.
[27] Mehmet İpşirli, “Medrese,
Osmanlı Dönemi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003,
XXVIII, 332.
[28] Amit Bein, Osmanlı Uleması
ve Türkiye Cumhuriyeti, Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, çev. Bülent
Üçpunar, (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2013), s. 17.
[29] İsmail Kara, İslamcıların
Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, s. 46-54.
[30] İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve
Meşrutiyet, s. 119-124.
[31] İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve
Meşrutiyet, s. 125-136.
[32] İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve
Meşrutiyet, s. 59-68.
[33] Ulemânın ve meşâyıhın Millî Mücadele’deki rollerine dair geniş
bilgi için bk. Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler,
(İstanbul: Sebil Yayınları, 1969); Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin
Manevi Mimarları, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, ty.); Ali
Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları I-II, (Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, 2002).
[34] M. İpşirli, “İlmiye”, s. 141.
[35] Mehmet İpşirli, “Şeyhülislam”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2010, XXXIX, 96; Bu
hususta daha teferruatlı bilgi için bk. Ramazan Boyacıoğlu, “Hilafetten Diyanet
İşleri Başkanlığına Geçiş”, (doktora tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 1992, s. 181-188.
[36] Amit Bein, Osmanlı Uleması ve
Türkiye Cumhuriyeti, Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, s. 23;
Bilhassa II. Meşrûtiyet sonrası ulemâya dönük yaygın ithamlar ve bazı tenkitler
hakkında bk. İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve
Meşrutiyet, s. 49-58.
[37] İsmail Kara, Cumhuriyet
Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, (İstanbul: Dergah Yayınları, 2019),
s. 33.
[38] İrfan Yücel, “Diyanet İşleri
Başkanlığı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1994, IX,
455-456.
[39] Amit Bein, Osmanlı Uleması ve
Türkiye Cumhuriyeti, Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, s. 9.
[40] Daha teferruatlı bilgi için bk. Sadık
Albayrak, “İskilipli Mehmed Âtıf Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi (DİA), 2000, XXII, 583-584; Hasan Kâmil Yılmaz, “Esad
Erbilî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1995, XI,
348-349; Alim Kahraman, “Tâhirülmevlevî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi (DİA), 2010, XXXIX, 407-408; Alparslan Açıkgenç, “Said
Nursî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2018, XXXV,
566-567.
[41] Ahmet Karataş, “Harput
Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed Kemaleddin Efendi”, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 49 (Aralık 2015), s. 56-71; Kemaleddin
Efendi’nin sürgünü ile alâkalı daha teferruatlı bilgi için ayrıca bk. Ahmet
Karataş, “Şairini Vazifesinden Edip Sürgüne Gönderen Bir Gazelin Hikâyesi”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 59/2 (2018), s. 83111.
[42] Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal
Poyraz, İbrahim Aslanoğlu’na gönderdiği mektupta babasının hicrî 1288’de
doğduğunu söylüyorsa da bizzat Mikdâd Efendi, rûmî 1288 senesinde doğduğunu
söylemektedir. (Mektup metni için bk. Aslanoğlu, Divriği Şâirleri, s.
61-62.)
[43] Ünal Tuygun, Erzincan’da
doğduğunu söylüyorsa da bunun doğru olmadığı, Mikdâd Efendi’nin sicil
varakasındaki beyanından ve diğer tüm mevsuk kaynaklardan anlaşılmaktadır.
(Tuygun, Erzincan’ın Manevi Mimarları, s. 139.)
[44] Daha düşük bir ihtimal olarak
yılın ilk ayları/zamanları kastedilmiş olabileceğinden Mart-Nisan 1872’de bir
tarihi de zayıf ihtimal olarak zikretmekte fayda vardır. Doğum tarihi ile
alâkalı A. Mikdâd Efendi’nin sicill-i umûmî varakasında ise tezkere-i
osmâniyesinden naklen hicrî 1288/rûmî 1287’de doğduğu aktarılmıştır. (T.C.
Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi (BOA), Dahiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl
Komisyonu Defterleri (DH.SAİDd.) 00115/Belgenin aslı için bk. EK 3) Fakat
Mikdâd Efendi’nin bizzat ifade ettiği rûmî 1288 senesi başı, hicrî 1289 yılına
denk gelmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, burada hicrî-rûmî tarihlerin
karıştırılmış olmasından dolayı Mikdâd Efendi’nin beyânından farklı tarihler
ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet devrinde de doğum yılı 1872 olarak
kaydedilmiştir. Sonraları mevzuat gereği gün ve ay bilgisi de eklenince resmî
evrakta doğum tarihi 01/07/1872 şeklinde yazılmıştır. Bu doğum günü ve ayı da
esasen mevzuat gereği belirsizlik hâllerinde yılın ortasının yani Temmuz 1’in
yazılmasından dolayıdır.
[45] BOA, Nüfus Defterleri
(Nfs.d.), 2562 vr. 57a.
[46] A. Mıktat Poyraz, Ozanlar, (Ankara: İdeal Matbaa,
1935), s. 14.
[47] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 61.
[48] Belir Bulut Hanımefendi ile
03/04/2020 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesi.
Belir
Bulut Hanımefendi’nin anneannesinden naklettiği bu bilginin aksine Ü. Tuygun
Mikdâd Efendi’nin ailenin tek çocuğu olduğunu ifade etmektedir; ancak biz
hiçbir resmî evrakta bu bilgiyi tasdîk edecek yâhut yanlış gösterecek bir
bilgiye ulaşamadık. Nitekim Ü. Tuygun da eserinde bu bilginin kaynağını
göstermemiştir. (Tuygun, Erzincan’ın Manevi Mimarları, s. 139.) Bu
manada âileden tevârüs eden bilgi kıymetlidir.
[49] Poyrazoğulları sülâlesi,
sonraları muhtelif bölgelere yayılmakla birlikte, 1835’ten itibâren Divriği
Kesme Köyü’nün resmî kayıtlarında görülür olmuştur. Hicrî 1250 tarihli ilk
nüfus sayımına göre otuz Müslüman, otuz beş de gayrimüslim hanesinin bulunduğu
Kesme Karye’sinde “Boyraz” lakabıyla kaydedilmiş bir; “Boyrazoğlu” lakabıyla
kaydedilmiş üç hane mevcuttur. Poyrazoğulları bölgede tanınan ve zaman zaman
mühim görevler de üstlenen bir sülâledir. Misâl olarak 1835’teki kayıtlara göre
Poyrazoğulları’ndan Osman oğlu Halil karye kethüdâlığı vazîfesini ifâ
etmektedir. (BOA, NFS.d.02548, vr. 130.)
[50] Mikdâd Efendi’nin sicill-i
umûmî varakasında da babası “ashâb-ı emlâkdan Abdullah Ağa” şeklinde
tanıtılmaktadır. (BOA DH.SAİDd.00115.)
[51] Şiirin tamamı için bk.
Şiirleri/İstanbul Topkapı Mezarlığı’nda Anama
[52] İbtidâî mektepleri, sıbyân
mektepleri yerine ikâme edilmek üzere 1871 yılından itibâren yaygın olarak
faaliyete başlamış ilköğretim kurumlarıdır. Sıbyân mektepleri talebelere temel
dînî bilgileri vermekle mükellefti. Bunun yanında talebelere okuma-yazma, hesap
gibi dersler de verilirdi. Üç yıllık ilk eğitim sürecini kapsayan ibtidâîlerde
ise elifba, tecvîd, ilmihâl, Kur’ân-ı Kerîm, kıraat, hesap, yazı, kavâid gibi
derslerin yanında coğrafya ve tarih de okutulurdu. İlk mektebe başlama yaşı
Anadolu’da dört, İstanbul’da beş-altı idi. 1846 yılındaki bir talimatla altı
yaşını bitirdiği hâlde çocuğunu mektebe göndermeyenlerin cezalandırılacağı
bildirilmektedir. (Sıbyân mektepleri ve ibtidâî mektepleri hakkında geniş bilgi
için bk. A. Zeki Memioğlu, “İmparatorluktan Cumhuriyete İlk Öğretimimiz”, A.Ü.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 23 (2003), s. 245 vd.; Nebi Bozkurt
vd., “Mektep”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2004,
XXIX, 5-11; Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul: y.y., 1977, I,
460-475.)
[53] Osmanlılar’da ibtidâîler
hakkında geniş bilgi için bk. Baltacı, “Mektep (Osmanlılarda Mektep)”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2004, XXIX, 6-7.
[54] Mikdâd Efendi’nin bu ilk
mektep hayatına dâir bilgiler terceme-i hâl varakası (DİB Arşivi Ahmed
Mikdâd Efendi Sicil Dosyası) ile sicill-i umûmî varakasındaki (BOA
DH.SAİDd.00115/Belgenin aslı ve metni için bk. EK 3) bilgilerden istifâde
edilerek ortaya konulmuştur.
[55] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s.
61.
[56] bk. Kaya, Erzincanlı Son Devir
Osmanlı Ulemâsı, s. 33.
[57] Diyânet İşleri Başk. Arşivi Ahmed
Mikdâd Efendi Sicil Dosyası-Evrâkın aslı ve tam metni için bk. EK 2.
[58] BOA, NFS.d.02548, vr. 128.
[59] Aslanoğlu, Divriği Şairleri,
s. 61.
[60] Mikdâd Efendi’nin torunu Belir
Bulut Hanımefendi ile 03/04/2020 tarihindeki görüşme.
[61] Maşrık-ı Füyûzât Mektebi,
1884’te Beyoğlu’nda kurulmuş bir özel okuldur. İbtidâî ve rüşdiye kısımları
mevcuttur. Yatılı talebesi yoktur. Tek geliri talebeden alınan ücretler olan
mektep, talebe sayısının azalmasıyla 1905’te kapanmıştır. (Nuri Güçtekin,
“İstanbul’daki Müslim Özel Mektepleri (1873-1922)” (doktora tezi), İstanbul
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, 2013, s. 135-137;
Ergin, Türk Maarif Tarihi, III, 1024-1025.) Maşrık-ı Füyûzât Mektebi
Talîmâtnâmesi’ne göre mektebe kabul edilecek talebeler ahlâken ve sıhhaten
zayıf olmamalı ve tâbiiyeti Osmanlı olmalıdır. Bu şartlar dâhilinde mektebe
kaydolan talebe malûmâtına ve liyâkâtine göre bir sınıfa devam ettirilirdi.
Mektep ücreti ise velînin maddi kuvvetine göre üç farklı meblağ olarak (on beş,
yirmi yahut otuz) belirlenir; kimsesizler ise Maârif Nezâreti’nce okutulurdu.
Üç yıllık rüşdiye kısmında okutulan dersler şöyleydi: “Kur’ân-ı Kerîm ma’a
Tecvîd-Ulûm-ı Dîniyye “İlm-i Hâl”- Kitâbet ve İmlâ-Lisân-ı Osmânî-Lisân-ı
Arabî-Lisân-ı Fârisî-Lisân-ı Fransevî-İlm-i Hesâb-Hendese- Coğrafya “Umûmî ve
Osmânî”-Târîh-Hüsn-i Hatt-ı Türkî-Resim-Ma’lûmât-ı Fenniyye ve Medeniyye” (Maşrık-ı
Füyûzât Mektebi Şâkirdânına Mahsûs Ta’lîmâtnâme, s. 1-7.) Ahmed Mikdâd
Efendi’nin Divriği ve Eğin gibi küçük kaza merkezlerinden sonra babası
tarafından İstanbul’a getirilmesi ve bilhassa böyle maddî imkân gerektiren özel
bir mektebe devam ettirilmesi, ilim ve tahsil yoluna olan istidâdına ve
iştiyâkına da bir işarettir.
[62] BOA DH.SAİDd.00115.
[63] Fatih Medreseleri, Sahn-ı
Semân Medreseleri olarak Fatih Sultan Mehmed tarafından 1470 yılında kurulan
yüksek eğitim kurumlarıdır. 1557 yılında inşâsı tamamlanan Süleymaniye
Medreseleri faaliyete geçene kadar Sahn-ı Semân Medreseleri en yüksek seviyede
eğitim veren kurumlardı; sonraları Süleymaniye Medresesi müderrislerine, pâye olarak
Fatih müderrislerinin üstünde yer verilmiştir. İ. Hakkı Uzunçarşılı, kurulduğu
dönem itibârıyla Sahn-ı Semân Medreseleri’ni “tefsir, usûl-ı fıkıh, fıkıh,
kelâm ve Arap lisaniyâtı üzerine tedrîsât yapan İlâhiyât, İslam Hukûku ve Arap
Edebiyatı fakültesi” olarak tanımlamıştır. (Geniş bilgi için bk. Fahri Unan,
“Sahn-ı Semân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2008,
XXXV, 532-534; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı,
(Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 2014), s. 9-13, 39-43.)
[64] Aslanoğlu, Divriği Şâirleri,
s. 61.
[65] Terceme-i Hâl Varakası, A.
Mikdâd Efendi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050 (bk. EK 2)
[66] Cezerî tedrîsi, meşhûr kıraat
ve hadis âlimi İbnü’l-Cezerî’ye izâfeten tatbik edilmiş bir usûldür. Milâdî
1350-1429 yılları arasında yaşayan İbnü’l-Cezerî’nin tam adı Ebü’l-Hayr
Şemsüddin Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Alî b. Yûsuf el-Cezerî’dir.
Eserlerinin sayısı yüz civarındadır. En önemli eseri, on kıraat usûlünü ele
aldığı Kitabü’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr idi. Bu eseri 1019 beyit hâlinde
nazma çektiği eseri de Tayyibetü’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr adını
taşımaktadır. Yine bu eseri ihtisâr ettiği Takrîbu’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr
adlı bir eseri de mevcuttur. İbnü’l-Cezerî, bu eserleriyle yaygın olan yedi
kıraat anlayışını değiştirmeyi; on kıraatin de sahih olduğu anlayışını
yerleştirmeyi amaçlamış ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Bilhassa Türkiye’de
kıraat ilminde süregelen icâzet geleneğindeki isnad zincirinin İbnü’l-Cezerî’ye
dayanması bunun bir nişânesidir. (Daha geniş bilgi için bk. Tayyar Altıkulaç,
“İbnü’l-Cezerî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1999,
XX, 551-557.) İbnü’l-Cezerî’nin “Cezeriyye” adıyla meşhur olmuş kıraate dâir
muhallet eseri Kitabü’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr medreselerde de ders kitabı
olarak okutulan kitaplardandır. (bk. Mefail Hızlı, “Osmanlı Medreselerinde
Okutulan Dersler ve Eserler”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
17 (2008), s. 36, 43.)
[67] Ahmed Mikdâd Efendi Sicil
Dosyası, Terceme-i Hâl Varakası (bk. EK 2)
[68] Aslanoğlu, Divriği Şairleri,
s. 61.
[69] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı
İlmiyye-i İslâmiyye”, Cerîde-i Sûfiyye, I/2 (13 Mart 1325), s. 3.
[70] Bursa Gavsiyye Medresesi yahut
müderrisliği ibâresi Mikdâd Efendi’nin hem sicill-i ahvâl varakasında hem de
ruûs sûretinde geçmektedir. (bk. EK 1) Fakat tüm araştırmalarımıza rağmen böyle
bir medresenin mevcûdiyetine dâir bir ize, bilgiye rastlayamadık. Bu hususta
kendisine danıştığımız, Bursa medreseleri hakkında yaptığı çalışmalarla temâyüz
eden Prof. Dr. Mefail Hızlı hocamız da, ya şehir adının ya da medrese adının
yanlış yazılmış olabileceğini, yahut da bir başka karışıklık neticesinde böyle
bir durumun meydana gelmiş olabileceğini; ayrıca, bizzat o devirde yaşayan
şahitlerin kaynaklığında hazırladığı makalesinden hareketle Bursa’da böyle bir
medresenin bulunmasının çok düşük bir ihtimâl olduğunu ifade ettiler.
(04.02.2020 tarihli yazışma) (bk. Mefail Hızlı, “Osmanlıların Bursa’ya
Kazandırdıkları Medreseler”, Bursa Araştırmaları Kent Tarihi ve Kültürü
Dergisi, Bursa Araştırmaları Vakfı, 29 (2010), s. 9-11.) Prof. Dr. Mefail
Hızlı hocamıza samîmî ve özverili yardımları için şükranlarımızı arz ederiz.
[71] İlmiye teşkilâtında göreve
başlama işlemi için gerekli belgeye de ruûs deniyordu. Medrese tahsilini
tamamlayıp mülâzım olanlardan yedi senelik mülâzemet süresinden sonra
girdikleri ruûs imtihanını başaranlar ruûs alırlardı. Bunlar ibtidâ-i hâric
medreselerine tayin edildikleri için ruûslarına ibtidâ-i hâric ruûsu deniyordu.
(bk. Recep Ahıskalı, “Ruûs”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA),
2008, XXXV, 272.)
[72] Ru’ûs ve icâzetnâme sûretleri
için bk. EK 1.
[73] Mikdâd Efendi’nin sürgünüyle
alâkalı belgelerde ilk sürgün tarihi 1310 olarak kaydolunmuştur. (bk. BOA,
Maarif Nezareti Mektubî Kalemi (MF.MKT), 755/46, vr. 1.)
[74] Ahmed Mikdâd Efendi’nin kızı
Hâlide Suat’ın torunu Belir Bulut Hanımefendi, bu bilgileri 1987’de vefât eden
anneannesinden naklen aktarmıştır. (03/04/2020 tarihli görüşme.)
[75] Sicill-i Ahvâl Varakası, Ahmed
Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050 (bk. EK 2)
[76] el-Haşr 59/7: (...)
Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin.
(...) (Bu çalışmada âyet meâlleri verilirken Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları tarafından neşrolunan Kur’ân-ı Kerîm Meâli’nden istifâde edilmiştir.)
[77] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı
İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3.
[78] Aslanoğlu, Divriği Şâirleri,
s. 61.
[79] Bu türlü tenkitler bir sonraki
başlık altında tetkik edilecektir. Yine de bir misâl olarak Mikdâd Efendi’nin Cevâhiru’l-efkâr
fî-keşfi’l-esrâr adlı eserinin mukaddimesindeki şu ifadeleri
gösterilebilir: İşte şu noktanın tasavvuruyla hayli vakit yorulmuş,
menfâları görmüş, ma ‘ıûz-ı elem olmuş bulunan ve şimdi Erzincân ders-i
‘âmmlarından olan mahrem-i ‘cvâtıf-ı hakk ‘abdu ’llah Divrikli Boyrâzzâde Ahmed
Mikdâd bin ‘Abdullah Kesmevî müznibleri bütün dîn kardaş ve vatandaşlarımın
selâmet-i dîn ü dünyâsına ma‘tûf bir mecellenin dest-i tertîbe alınmasını
mülâhazadan geçirmiş ve kararlaşdırmış iken devr-i sâbıkdaki sansürlük usûlüyle
evrâk-ı hikmetin tebeddüle uğraması ve belki melhûz olan felâket-i cedîdeye
ma‘rûz kalması mütâla‘asıyla kalemi almakda tereddüd eder, biraz yazar bilâhare
yazılan satırları hatt-ı nedâmetle çızardı. Şu hâl-i esef-me’âl üzre azar azar
karaladığı evrâk-ı mukaddese mücelled şeklini alarak hacmiyle mütenâsib olan
kitâb-ı ma ‘nâdârın sâde yüzüne bakar kalırdı! Hamdülillah eltâf-ı Bârî’nin
ufk-ı mu ‘allâsından ‘arz-ı cemâl eden şems-i hürriyet o karanlığı kaldırdı,
nikab-ı mekârihe bürünen rûy-i dil-ârâ-yı ümîd keşf-i melâhat etdi, gamnâk olan
kalblerle demnâk olan gözler açıldı, parladı. Zincîr-i istibdâda merbût bütün
âmâl ve makasıd sâha-i hürriyyeti cevelâna başladı. [Ahmed Mikdâd, Cevâhiru’l-efkâr
fî-keşfi’l-esrâr, (Dersaadet: Mahmûd Bey Matbaası, 1326), s. 4-5.]
[80] Aslanoğlu, Divriği Şâirleri,
s. 61.
[81] Bu sürgün vetiresi ile ilgili
teferruat yalnızca oğlunun nakliyle bize ulaşmıştır. Mikdâd Efendi’nin, sicil
varakasında, bu sürgün edilme devresine dâir kaleme aldığını beyan ettiği Bir
Âlimin Felâketi adındaki eser de kayıp olduğu için oğlunun verdiği
bilgilerle iktifâ etmek durumundayız.
[82] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı
İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3.
[83] BOA MF.MKT 755/46, vr. 1; BOA
MF.MKT 755/46, vr. 2; BOA MF.MKT 755/46, vr. 3.
(Belgelerin tam metinleri ve orijinalleri için bk. EK 4, EK 5
ve EK 6)
[84] “Sansür, hafiye, jurnal,
sürgün” gibi kelimelerle birlikte zikredilmesi bir âdet hâlini alan istibdat
devri muhalif isimlerce Sultan II. Abdülhamid ile özdeşleştirilmiştir. Karal’ın
ifadesine göre 1870 yılından itibâren Sultan Abdülaziz’in padişahlığı döneminde
de benzer uygulamalar görülmüş ve tenkitlere, itirazlara konu olmuştur. [Enver
Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri
1876-1907), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2007), VIII, 245.]
Sultan
II. Abdülhamid devrinde muhalif havanın katmerlenmesinin, tenkitlerin
şiddetlenmesinin sebeplerinden biri anlaşıldığı kadarıyla sürgünlerdir. II.
Abdülhamid devrinde, birçok müellif, gazeteci ve şairin sürgün edildiği
bilinmektedir. Bu isimler arasında Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik, Süleyman
Nazif, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, İsmail Safa, Tokadizâde Şekib gibi meşhur
isimler de mevcuttur. Daha geniş bilgi için bk. Abdullah Acehan, Sürgün
Kalemler (1839-2000), (Ankara: Siyasal Kitabevi, 2013).
Yıllar
içinde yavaş yavaş oluştuğu ve yerleştiği anlaşılan bu muhalefetin sebepleri
1878’de Sultan II. Abdülhamid’in I. Meşrûtiyet devrini sonlandıran meclisi
süresiz olarak tatil etme kararına kadar uzanmaktadır. Devletin oldukça zor
günler geçirdiği dönemlerde başlatılan -muhalif kanadın etkili isimlerini zora
sokan- birtakım tedbirler de “devr-i istibdâd” tanımlamasının yaygınlaşmasına;
devrin okur-yazar kesimi arasında bu muhalif rüzgarın esmeye başlamasına sebep
olmuştur. Devletin işleyişinde görülen aksaklıklar ve mâlî darlık sebebiyle de
genç memurlar ve subaylar arasında tepkiler, muhalif tavırlar oluşmaya
başlamıştır. Dönemin aydın kesimi arasında bu hâlden çıkmak ve imparatorluğu
kurtarmak için Meşrûtiyet’in olmazsa olmaz bir idare biçimi olduğu yönünde bir
fikir birliğinin genel çerçeve itibârıyla böylece ortaya çıktığı söylenebilir.
(Cevdet Küçük, “Abdülhamid II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
(DİA), 1988, I, 221.) Sultan II. Abdülhamid’e karşı yapılan muhalefetle
alâkalı daha geniş bilgi için bk. Erol Özbilgen, “II. Abdülhamid’e Muhalefet”, II.
Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri, haz. Coşkun Yılmaz, (İstanbul:
Seha Neşriyat, 1992), s. 131-179.
[85] Sicill-i Ahvâl Varakası, Ahmed
Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.
[86] A. Mikdâd, Cevâhiru’l-efkâr
fî-keşfi’l-esrâr, s. 4-5.
[87] Sultan II. Abdülhamid
devrindeki neşriyat siyaseti ve sansür uygulamaları hakkında daha geniş bilgi
için bk. Abdullah Saydam, “Emniyet-i Memleket-Hürriyet-i Matbuat İkilemi ve II.
Abdülhamid Dönemi Neşriyat Siyaseti”, Devr-i Hamid Sultan II. Abdülhamid,
haz. M. Metin Hülagü vd., (Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları, 2011), I,
37-67; Ali Şükrü Çoruk, Abdülhamit Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü,
(İstanbul: Kitabevi Yay., 2017); Fatmagül Demirel, II. Abdülhamid Döneminde
Sansür, (İstanbul: Bağlam Yay., 2007).
[88] Cerîde-i Sûfiyye Mecmuası,
19 Mart 1909’da haftalık mecmua olarak yayın hayatına başlamıştır. 31 Ağustos
1919’a kadar on yılı aşkın süre ve toplam 161 sayı yayın hayatına devam
edebilmiştir. Mecmuanın sahibi Hasan Kazım; başyazarı ise Ali
Fuad’dır.(1867-1935) Geniş yazar kadrosu içinde Hüseyin Vassaf, Bursalı Mehmed
Tahir, Rıza Tevfik, Müftü Kemaleddin Harputî Efendi, Ahmed Remzi,
Tâhirü’l-Mevlevî, Erbilli Es’âd Efendi, Veled Çelebi gibi ulemâdan, üdebâdan ve
mutasavvıfînden mühim şahsiyetler yer almıştır. [Daha geniş bilgi için bk.
Mustafa Kara, “Cerîde-i Sûfiyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
(DİA), 1993, VII, 510; Atilla Kaşıkçı, “Bütün Yönleriyle Cerîde-i Sûfiyye
İnceleme-Fihrist” (yüksek lisans tezi), Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 1994, s. 20-45; Abdurrahman Acer, “Mesnevî-hân Ali Fuâd Efendi’nin
Cerîde-i Sûfiyye’deki Makâleleri-İnceleme ve Metin” (yüksek lisans tezi),
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s. 54-65.]
[89] Cerîde-i Sûfiyye ’nin Hey
’et-i Tahrîriyyesi: Sudûr-ı "İzamdan Haydar Molla Bey Efendi Hazretleri,
Burûse Meb 'ûs-ı Sâbıkı Mehmed Tâhir Bey Efendi Hazretleri, Meşâyıh-ı Kirâmdan
Sırrı Efendi, Mekteb-i 'Askerî-i İ'dâdî Mu'allimlerinden Vahyi Bey Efendi, Erzincan
'Ulemâsından Ahmed Mikdâd Efendi, Alay Müftisi Muhammed Fahreddîn Efendi,
Mutasavvıfînden İsmâ'îl Hakkı ve Safvet Efendiler, Mesnevîhân 'Ali Fu’âd
Efendi. (Cerîde-i Sûfiyye, nr. 6/14, s. 1.)
[90] Ali Fuâd, “Mesleğimiz”, Cerîde-i
Sûfiyye, I (19 Mart 1909), s. 1.
[91] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı
İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3; a.mlf., “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye İkinci
Nüshadan Ma’bâd”, Cerîde-i Sûfiyye, I/3 (20 Mart 1325), s. 3-4; a.mlf,
“Pend-i Müşfik”, Cerîde-i Sûfiyye, I/4 (27 Mart 1325), s. 1-2; a.mlf., “Kudsî
Bir 'Âlem”, Cerîde-i Sûfiyye, I/5 (3 Nisan 1325), s. 4.
[92] Zannediyoruz bu ilk dönemde,
Ahmed Mikdâd Efendi imzalı makalelerin Cerîde-i Sûfiyye’de yer bulması
Mikdâd Efendi’nin İstanbul’da bulunduğu süre içindedir. Beşinci sayıda
neşrolunan “Kudsî Bir Âlem” başlıklı yazıdan sonra İstanbul’dan ayrıldığı,
Erzincan’a döndüğü anlaşılan Mikdâd Efendi, yaklaşık üç yıl boyunca yazılarına
ara vermiştir. Bir sonraki makalesi 11 Mayıs 1912 tarihli ve “İbretle Nazar”
başlıklıdır. Bu yazıdan sonra Cerîde-i Sûfiyye’de makaleler, şiirler
neşretmeye devam etmiş; aynı yıl kasım ayında da Balkan Harbi’ne iştirâk için
İstanbul’a gelmiştir. (Bu hususta teferruatlı bilgi için bk. “Harplerde ve
Cephelerde Mikdâd Efendi”)
[93] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı
İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3; a.mlf.,“İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye İkinci
Nüshadan Ma’bâd”, s. 3-4
[94] Ahmed Mikdâd, “Pend-i Müşfik”,
s. 1-2.
[95] A. Mikdâd, Feryâd-ı
Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, (Dersaadet: Necm-i İstikbâl Matbaası,
1327), s. 18.
[96] A. Mikdâd, Feryâd-ı
Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 20.
[97] Terceme-i Hâl Varakası, DİB
Arşivi A. Mikdâd Efendi Sicil Dosyası (bk. EK 2)
[98] Erzincan Askerî Rüşdiye
Mektebi, 1882’de başlayan bina inşaatının 1884’te tamamlanmasıyla faaliyete
başlamıştır. İdari olarak Mekâtib-i Askeriye Nezâreti’ne bağlı olan mektep I.
Cihan Harbi’ne kadar aynı isimle eğitime devam etmiştir. Rus işgâlinden sonra
Numûne Mektebi olarak tekrar faaliyete geçmiştir. Cumhuriyet sonrasında sivil
ortaokul olarak kullanılan bina 1939 Erzincan depreminden yıkılmıştır. Askerî
Rüşdiye’de 3-4 yıllık bir eğitim verilmekteydi. Arapça, Farsça ve Fransızca
dersleri yanında ilmihâl, akâid, hatt-ı Türkî, Türkçe İmlâ gibi dersler de
okutulmaktaydı. Mektebin idaresi, temel dersler ile kültür dersleri askerî
mektep mezunu muallimlerin uhdesindeydi. Arapça-Farsça dersleri, medrese
mezunları tarafından; yazı dersleri ise mülkî mektep mezunu personel tarafından
verilmekteydi. (Hacı Hasan İçli, “Tanzimat Sonrası Erzincan’da Eğitim” (yüksek
lisans tezi), Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s.
74-80.)
[99] Esasen bu Atabey Nizamiye
Medresesi, Atabey ve Nizamiye olmak üzere iki ayrı medresedir. Fakat Osmanlı
Devleti’nin son dönemlerinde bu medreseler birleştirilmiştir. Her iki
medresenin de Osmanlı öncesi inşâ edilmiş medreselerden olması muhtemeldir.
(bk. İçli, “Tanzimat Sonrası Erzincan’da Eğitim”, s. 131-133.) Atabey Nizâmiye
Medresesi, kırklı ve hâriç elli medreseleri sınıfında idi. Osmanlı medrese
sisteminde, Anadolu’da beylikler döneminde hükümdârların veya onların
ailelerinin yaptırdığı medreseler derece olarak kırklı (kırk akçe yevmiyeli) ve
hâriç elli medresesi olarak tasnif edilmişti. (Uzunçarşılı, Osmanlı
Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s. 65-66.)
[100]
Asıl metin için bk. EK 1.
[101] BOA, Bâb-ı Âlî Evrak Odası
(BEO), dosya nr. 3443, gömlek nr. 258215. (Evrakın tam metni ve orijinali için
bk. EK 8.)
[102] Rüşdiyye-i ‘askeriyyede
inkılâba değin degerli hizmetlerim mesbûk iken başkaları ‘âdî sebeblerden
dolayı nâ’il-i rütbe ve nişân oldukları hâlde nâmımda menfîlik ismime zulm(?)
sürdürmedi. Hamd olsun ki ‘âdil-i mutlakın lutfuyla şems-i meşrûtiyyet doğdu da
mazlûmları kurtardı. (Sicill-i Ahval Varakası, DİB A. Mikdâd Efendi
Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.)
[103] Erzincan İdadi Mektebi,
sancak merkezlerine idadi açılması emri 1881’de verilmiş olmasına rağmen uzun
bir gecikmeyle, 1906’da eğitime başlayabilmiştir. Bu gecikmenin sebebi ise
Erzincan ahâlisinin mülkî mekteplere rağbet göstermemesi; yalnız askerî
mekteplere itibâr etmesidir. Mülkî idâdîlerin açılması yönünde emir gelmesine
rağmen Erzincan’da talep olmadığından bu mektep uzun yıllar açılamamıştır.
Ancak askerî mekteplerin giriş şartları ağırlaştırıldıktan sonra mülkî
mekteplere talep gelmeye başlamıştır. Birçok yazışmalardan sonra rüşdiye
binasının kapısına idâdî levhası asılarak esasen usûlsüz olarak eğitime
başlanmıştır. Yeni bir binanın inşasına teşebbüs edilse de daha sonra büyük bir
konağın satın alınması ve bu binada eğitim verilmesi uygun görülmüştür.
Mektebin usûlsüz olarak açılmasından dolayı başta fahrî muallimler ardından da
rüşdiye muallimleri vazifelendirilmiştir. Mektepte, Arapça, Farsça, Fransızca,
Türkçe, Cebir, Hendese, Tarih, Coğrafya, İlm-i Eşyâ, Malumât-ı Zirâiye ve
Sıhhiye, Ulûm-ı Dîniye ve Ahlâkiye, Hesap, Kitâbet gibi dersler okutulmuştur.
Bu mülkî idâdîler, 5 ve 7 yıllık iki kısma ayrılmıştı. Yedi yıllık idâdîlerde
ilk 3 yıl
rüşdiye
dersleri okutulmaktaydı. (Daha geniş bilgi için bk. İçli, “Tanzimat Sonrası
Erzincan’da Eğitim”, s. 86-111.)
104
Mikdâd Efendi bu tablonun altına ayrıca şu kaydı da düşmüştür: Kış
gecelerine mahsûs olmak üzere evkât-ı mu‘ayyene-i mezkûresinde talebe ve
huzzâr-ı sâ’ireye takrîr etdiğim ve inşâallâh ba‘demâ her sene kış geceleri
mî‘âd-ı mahsûsunda takrîr edeceğim dürûsun cedvelidir. (DİB Arşivi Ahmed
Mikdâd Efendi Sicil Dosyası-Evrakın orijinali için bk. EK 1)
[105] Osmanlı Medrese geleneğinde
medrese ve müderrislik dereceleri üç ayrı usûlle sistemleştirilmiştir. Bu
sistemde, Hâşiye-i Tecrîd, Hâşiye-i Miftâh, Hâşiye-i Telvîh medresesi gibi
kitap adlarına göre; yirmili, otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı medrese gibi
müderrisin yevmiyesine göre ya da hâriç, dâhil, Sahn, altmışlı, Süleymâniye,
dârü’l-hadis medresesi gibi medresenin statüsüne göre bir derecelendirme
yapılmıştır. 18. asırdan itibârense ibtidâ-i hâriç, hareket-i hâriç; ibtidâ-i
dâhil, hareketi dâhil; mûsıla-i Sahn, Sahn-ı Semân; ibtidâ-i altmışlı,
hareket-i altmışlı; mûsıla-i Süleymaniye, hâmise-i Süleymâniye; Süleymâniye ve
Dârü’l-hadis-i Süleymâniye medresesi şeklinde bir derecelendirme yapılmış ve
devletin sonuna kadar da bu sistem câri olmuştur. Medresedeki dersleri görerek
danişmend olan talebe, mülâzemet ve kazasker defterlerine kayıt olur ve sırası
geldiğinde en aşağı derecedeki medrese olan “Hâşiye-i tecrîd” medresesi
müderrisliğine tayin olunurdu. Kelâmdan “Hâşiyetü’t-Tecrîd” adlı eserin
okutulduğu bu en alt seviye müderrislik 20-25 akçe yevmiyeliydi. Hâşiye-i tecrîd
müderrisi terfi edince 30-35 akçe yevmiyeli belâgatten “Miftâhu’l-‘ulûm” adlı
eserin okutulduğu “Miftâh” medresesi müderrisliğine atanır; daha sonra kırklı
yâhut hâriç elli medreseleri müderrisliği tevcîh edilirdi. Bu kırklı ve hâriç
elli medreseleri Anadolu’da beylikler döneminde hükümdârların veya onların
ailelerinin yaptırdığı medreselerdi. (Mikdâd Efendi’nin müderrislik yaptığı
Atabey Nizâmiye Medresleri de bu sınıftandır.) Bu dereceden sonra “Dâhil”
medreseleri müderrisliği gelirdi. Fâtih medreselerinin tetimme kısmı dâhil diye
zikredilirdi. Bu dâhil medreseleri sahn müderrisliğine çıktığı için “mûsıla-i
sahn” da tabir olunurdu. Bundan sonra “Sahn-ı semân” medresesi müderrisliği
gelirdi. Süleymâniye medreseleri yapılana kadar en üst derece Sanh-ı Semân medresesinde
idi; daha sonraları en üst seviye medrese konumuna Süleymâniye ve onun da
üstünde Süleymâniye dârü’l-hadîsi geçmiştir. (Uzunçarşılı, Osmanlı
Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s. 65-66; Mehmet İpşirli, “Medrese (Osmanlı
Dönemi)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003, XVIII,
s. 330 vd.)
Ahmed
Mikdâd Efendi’nin 1909 Şubatında aldığı “Sahn medresesi” ruûsu şu şekildedir:
Medrese-i
Gavsiyye der-Burûse
Münhalle
olan medrese-i mezbûre Kırk Medresesinden munfasıl Erzincan Mekteb-i Rüşdiyye-i
Askeriyesi imlâ mu ‘allimi kıdvetü ’l- ‘aliyyü '—-muhakkikin Divrikli Ahmed
Mikdâd Efendi zîde ilmulııı mahal ve müstehak olmağla bi’l-fi‘il şeyhü’l-islâm
ve müftîyü’l-enâm olup imtiyâz nişân-ı hümâyûnuyla murassa‘ ‘Osmânî ve mecîdî
nişân ve nişânlarını hâ’iz ve hâmil olan Hâlid Efendizâde devletlü semâhatlü
Muhammed Cemâle’d-dîn Efendi Hazretlerinin işâretleri mûcibince bâ-sahn tevcîh
olunmak.
14
Muharrem 1327 [m. 5 Şubat 1909] (Ruûs sûretinin orijinali için bk. EK 1)
[106] Medreselerde talebelere
verdiği dersler yanında camilerde halka açık ders verme salâhiyetine de sahip
müderrislere ders-i âm denilmiştir. Ders-i âm olabilmek medreseden mezûn olmak,
icâzet sahibi olmak ve bir imtihânda daha başarılı olmak şartına bağlıydı.
Halka açık ders veren müderrisler tabiatıyla halk üzerinde ciddî tesir sahibi
olabilmekteydi. II. Abdülhamid devrinin ortalarına kadar ilmiyeden bir heyet
tarafından yılda bir kere olmak üzere ders-i âmlık imtihânı yapılırdı. Daha
sonraları ise medreselerde muayyen fasılalarla bu imtihânın yapılması, böylece
yılda on beş kişiye bu unvânın verilmesi usûlü kabûl gördü. Bu unvânı alan
müderrislere dört yıl sonra ruûsları verilir ve iki yüz kuruş maaş bağlanırdı.
(bk. Mehmet İpşirli, “Dersiâm”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
(DİA), 1994, IX, s. 185-186.)
[107] A. Mikdâd, Cevâhiru’l-Efkâr
Fî-Keşfi’l-Esrâr, s. 4.
[108] Mikdâd Efendi, her fırsatta
kalemi eline alan, her anını, her hatırasını yazıya dökmek husûsunda heveskâr
olan bir yazardır. Bu harplerdeki hizmetleriyle alâkalı da Harp Hatıraları
başlığı ile 17 defter doldurduğunu hem kendisi hem de oğlu Kemal Poyraz
bildirmektedir. Hattâ Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin arka kapağında bu
hatıralarının kırk deftere yaklaştığını ifade etmiştir. Fakat bu defterler
büyük ihtimalle Mikdâd Efendi’nin vefât ettiği Erzincan depreminde
kaybolmuştur. (bk. Ahmed Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası;
Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 63.)
[109] BOA, İrâde Taltifât (İ.TAL.),
dosya nr. 486, gömlek nr. 26.
[110] I. Balkan Harbi 8 Ekim
1912’de Karadağ Prensliği’nin Osmanlı’ya harp ilanı ile başlamış; daha önce
aralarında ittifaklar tesis eden Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın da
müdâhil olmasıyla dört müttefik devletçik Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa
girmiştir. Büyük hezîmetle sonuçlanan, binlerce şehit verilen, Balkanlar’dan
İstanbul’a ve Anadolu’ya büyük bir göç dalgasına sebep olan I. Balkan Harbi
sonunda Osmanlı Devleti, Edirne ve Kırklareli’yi dahi kaybetmiştir. Mikdâd
Efendi’nin bu şiiri de Bulgar muhasarasına beş aydan uzun bir süre dayanan
Edirne’nin 26 Mart 1913’te teslim olmasından aşağı yukarı 15 gün sonra
neşrolunmuştur. Balkan Devletçikleri arasındaki toprak paylaşımı
anlaşmazlıkları neticesinde patlak veren Bulgaristan ile Romanya, Yunanistan,
Sırbistan, Karadağ arasındaki II. Balkan Savaşı’na Edirne’yi geri almak için
Bulgaristan’a taarruz ederek katılan Osmanlı Devleti, Bulgaristan’ın beş devlet
karşısında yıkıma uğramasıyla Edirne’yi tek kurşun atmadan geri almıştır. Batı
Trakya ve Dimetoka da bu savaşta geri alındıysa da buralar daha sonra terk edilmek
zorunda kalınmıştır. (Balkan Savaşları hakkında daha geniş bilgi için bk.
Cevdet Küçük, “Balkan Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
(DİA), 1992, V, 23-25; Öztuna, “Balkan Savaşları’nın Kısa Tarihi”, Bir
Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezîmetin Muhasebesi), ed.
Mustafa Çalık, (Ankara: Cedit Neşriyat, 2015), s. 13-32.
[111] BOA İ.TAL., dosya nr. 486,
gömlek nr. 26.
[112] Sayfa kenarında silik
olduğundan okunamadı.
[113] Metnin aslında mevcut
noktalardır.
[114] Sayfa kenarında silik
olduğundan okunamadı; fakat metnin öncesine bakıldığında “vakfettim” gibi bir
ifadenin manâya uygun düşeceği anlaşılmaktadır.
[115] Edirne Selimiye Yazma Eser
Kütüphanesi, Selimiye Yazma Eser Kütüphanesi Koleksiyonu, Demirbaş no: 22 Sel
1089. (Metnin orijinali için bk. EK 7)
[116] 1878 Berlin Antlaşması’nda
Osmanlı topraklarının paylaşımından eli boş dönen İtalya, askerî ve mâlî yönden
zayıf olması hasebiyle coğrafî olarak kendisine yakın olan Trablusgarp
Vilayeti’ni ve Bingazi Sancağı’nı gözüne kestirmişti. İttihat ve Terakki
hükümetinin idare ve ordu politikasındaki zaafları ile büyük devletlerin bu
işgale sessiz kalacağının sezilmesi neticesinde 1911 sonbaharında İtalya
tarafından savaş ilan edildi. Preveze’de İtalya tarafından Osmanlı torpidosunun
bombardımanı ile başlayan savaş Osmanlı ordusunun ve hükümetinin ciddi bir
hazırlık yapmamış olmasından dolayı peşpeşe toprak kayıplarıyla neticelendi.
Trablusgarp 9 Ekim’de teslim olmak zorunda kaldı. 8 Ekim’de Tobruk, 16 Ekim’de
Derne, 21 Ekim’de Bingazi işgal edildi. Bazı Osmanlı gönüllü subaylarının
gizlice Trablusgarp’a gelerek müdafaaya ve yerel güçleri tertibe başlamaları
neticesinde İtalyanlar zayiat vermeye başladı ve sahil şeridine hapsoldular.
Bunun üzerine İtalya Trablusgarp’ın ilhakını kabul ettirmek için farklı arayışlara
girerek Beyrut’u bombardıman altına aldı. 9 Martta Beyrut bombardımanı
bitirildi; ancak Rodos, on iki ada ve çevre adaların işgali başladı; Çanakkale
Boğazı’na, İzmir’e saldırılar düzenlendi. Savaşın geniş bir coğrafyaya
yayılmasından sonra 18 Ekim 1912’de Uşi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya
göre Rodos ve Oniki Ada tahliye dilecekti; fakat Trablusgarp Savaşı’ndaki ağır
mağlubiyet Balkan Harbi’ni tetikleyip bu savaşta da bir hezimet yaşanınca
İtalya bu adaları terk etmekten vazgeçti. Trablusgarp Savaşı, ciddî toprak
kayıplarıyla neticelenmesinin yanında esas olarak Balkan devletçiklerinin
Osmanlılar’a karşı birleşmesine, Balkanlar’da Osmanlı varlığının son bulmasına
yol açtığı için mühimdir. (Savaş hakkında ana hatlarıyla bilgi almak için bk.
Kemal Beydilli, “Trablusgarp Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi (DİA), 2019, Ek-2, 613-616.)
[117] Mikdâd Efendi, eserinin
sonuna itmâm tarihini, hattâ saatini dahi kaydetmiştir. Bu kayda göre eserini 3
Kânûnuevvel Cumartesi gecesi saat 9:20’de (22 Aralık 1911) tamamlamıştır.
(Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 21.)
[118] Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı
Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 10-11.
[119] Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, s. 62.
[120] (...) Balkanlar
Muhârebesi’ne gitmek üzere Bahr-i Siyâh’da Ereğli sahillerinde Zahîr nâm
sefînenin birinci kamarası üzerinde bulunuyorum. 4 Teşrîn-i sânî 328 [h. 7
Zilhicce 1330/m. 17 Kasım 1912] senesi sâ'at 2, dakika 47pazar günü İstanbul’a
müteveccihen hareket ediyorum. (A. Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn,
(Dersaadet: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1331), s. 46.)
[121] Gazetede yayımlanan “Mevâdd-ı
Umûmiye/Mâliye Nezâreti Vezne-i Umûmî Müdiriyetinden (İâne-i Harb)” başlıklı
listede Mikdâd Efendi’ye dâir kayıt şöyledir: Erzincan 'ulemâ-yı be-nâmından
Ahmed Mikdâd Efendi Hazretleri tarafından Bâyezîd Câmi'-i şerîfmde icrâ kılınan
va 'zı müte'âkib sâmi'înden ihdâ edilen 10 para 262 kuruş [“Mevâdd-ı
Umûmiye/Mâliye Nezâreti Vezne-i Umûmî Müdiriyetinden ‘İâne-i Harb”, Takvîm-i
Vekâyi’, 1368 (9 Şubat 1913), s. 1.]
[122] Cihâd risâleleri hakkında
geniş bilgi ve Osmanlı cihâd risâlelerinin bir listesi için bk. Abdullah Taha
İmamoğlu, “I. Dünya Savaşına Bibliyografik Bir Katkı: Osmanlı'da Cihad
Risaleleri”, Savaş Tarihi Araştırmaları Uluslararası Kongresi , 100. Yılında
I. Dünya Savaşı ve Mirası Bildiri Kitabı, ed. Halil Çetin-Lokman Erdemir,
(Çanakkale: Çanakkale Valiliği Yayınları, 2015), I, 151-179.
[123] Erzincan İ‘dâdî-i Mülkî ve
Rüşdî-i ‘Askerîsi Mu‘allimlerinden Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi Divrikli
Ahmed Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn, Dersaadet 1331.
[124] Bursalı Mehmed Tâhir, 22
Kasım 1861 Bursa doğumlu meşhur bibliyografya ve biyografi âlimidir. En mühim
eserlerinden birisi Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan XX. asrın ilk çeyreğine
kadar 1691 müellifin tercüme-i hâlini ihtivâ eden “Osmanlı Müellifleri”dir. Sırât-ı
Müstakîm, Sebîlürreşâd, Cerîde-i Sûfiyye gibi mecmualarda
birçok makale neşretmiştir. 28 Ekim 1925’te İstanbul’da vefât etmiştir; Aziz
Mahmûd Hüdâyî Dergâhı hazîresinde medfûndur. (Daha teferruatlı bilgi için bk. Ömer
Faruk Akün, “Bursalı Mehmed Tâhir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi (DİA), 1992, VI, 452-461.)
[125] Bu yazı evvelâ Sebîlürreşâd
Mecmuası’nda (Bursalı Mehmed Tâhir, “Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Mü’ellefât-ı
‘Osmâniyye”, Sebîlürreşâd, II/IX, 46/228 (15 Safer 1331/24 Ocak 1913),
347-348.) daha sonra da eklemelerle Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunmuştur.
(Bursalı Mehmed Tâhir, “Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Mü’ellefât-ı ‘Osmâniyye”, Cerîde-i
Sûfiyye, 24/16 (6 Rebi’ülevvel 1331/13 Şubat 1913), s. 8-9.) Sebîlürreşâd’da
neşrolunan yazıda Mikdâd Efendi’nin eseri zikredilmemiştir. Bursalı Mehmed
Tâhir bilâhare, Sebîlürreşâd’da aynı mevzu etrafında kaleme aldığı
makalelerini bir araya getirmiş ve cihâd risâleleri listesini de daha da
genişleterek bunları Menâkıb-ı Harb adlı bir müstakil eser hâlinde
bastırmıştır. (Bursalı Mehmed Tâhir, Menâkıb-ı Harb, Dersaâdet: y.y.,
1333.)
[126] Mikdâd Efendi, hece ile ve
son derece sade bir dille yazılmış bu şiirin sonuna ismini “Çatalcada Gönüllü
Ahmed Mikdâd” şeklinde kaydetmiştir. (“Şiirler”, s. 8.)
[127] Ahmed Mikdâd, “Enîn”, Cerîde-i
Sûfiyye, II/24-20 (28 Mart 1329), s. 5.
[128] Küçük, “Balkan Savaşı”, s.
25.
[129] Bahsi geçen teşekkür metni
şöyledir: ‘Umûm kıta‘ât-ı ‘askeriyyeyi geşt ü güzârımla îfâ-yı mevâ‘izde
bulunduğumu takdîr eden Erzincan ahâlî-i muhteremesine bi’l-mukâbele ‘arz-ı
şükrân eylerim. Ahmed Mikdâd (Ahmed Mikdâd, “Bir Teşekkür”, Cerîde-i
Sûfiyye, 60 (1 Eylül 1913), 136.)
[130] Ahmed Mikdâd, “On Aylık
Seyahat-i Askeriyemden bir Levha yâhud Macar Kalasında Bir Gün Müsâferet”, Cerîde-i
Sûfiyye, II/62 (6 Eylül 1329), s. 107-108.
[131] BOA, İ. TAL., dosya nr. 486,
gömlek nr. 26, vr. 1, 3-4. (Belgelerin tam metinleri ve asılları için bk. EK 9
ve EK 10).
[132] Balkan Harbi sırasında
Binbaşı M. Kemal’in vazife ve faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bk. Mithat
Atabay, “Balkan Muharebeleri Sırasında Mustafa Kemal’in Çanakkale Bölgesindeki
Faaliyetleri”, Çanakkale 1915, Mustafa Kemal Atatürk ve Modern Türkiye,
Uluslararası Atatürk’ü Çağdaş Yorumlama ve Anma Programı II (8 Ocak 2010),
(Ankara: Türkiye Barolar Birliği Yay., 2010), s. 27-47.
[133] Bu takdirnâme, Mikdâd Efendi
tarafından 1931’de Diyânet İşleri kadrosundan resen emekliliğe sevki sonrası
ilgili makâmlara takdîm edilmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu husustaki takdîmi
şöyledir: Büyük Reis-i Cumhur Gazi Hazretleri’nin Balkan Harbi’nde aziz ve
mübeccel kalemiyle zîrdeki takdirnameyi acizleri hakkında lütfen yazmaya rağbet
atıfetini bahşetmiştir. (Belgenin orijinali için bk. EK 11)
Metnin
ilk paragrafının sonundaki yarım cümleye bakıldığında bunun ihtisâr edilmiş bir
sûret olduğu anlaşılmaktadır. Bu belgenin eksiksiz hâline ulaşılamamıştır.
Fakat bu sırada Binbaşı M. Kemal’in çok yakın tarihlerde bu husustaki tavrına
dair ulaşılan şu belgeler dikkat çekicidir.
Başkumandan
Vekili Ahmed İzzet Paşa tarafından Çanakkale Boğazı Kuvâ-i Mürettebe
Kumandanlığı’na çekilen 7 Nisan 1913 tarihli telgrafta meâlen şöyle denilmekte
ve cevap beklenilmektedir: Osmanlı askerine, cihâdın fazîletleri hakkında
vaaz ve nasîhatlerde bulunmak üzere Şeyhülislam tarafından seçilecek ulemâdan
birkaç kişinin buraya gönderileceği Savunma Bakanlığı’ndan bildirildiğinden,
oraya birkaç kişinin vaaz ve nasîhat etmek üzere gönderilmesi hakkında yüksek
düşüncelerinin bildirilmesi temenni olunur.
Bu
telgrafa, Binbaşı M. Kemal tarafından 8 Nisan 1913 tarihinde menfî görüş
bildiren şu cevâp gönderilmiştir:
Osmanlı
askerlerine her bakımdan subay ve kumandanlarınca ve buradaki alay müftüsü
tarafından vaaz ve nasihatler edilmekte ve başka türlü vaazların daha fazla
fayda getireceği sanılmamaktadır. Bilakis bu gibi teşebbüslerin, düşman gözünde
ordunun manevi kuvvetinin düşme derecesini ilana ve hükümet tedbirlerinin pek
acınacak hususlarla sınırlı kalışını ispata vesile olacağı görüşünde
bulunduğumu arz ederim.
Mustafa
Kemal [Atatürk, Atatürk’ün Bütün Eserleri (1903-1915), (İstanbul:
Kaynak Yayınları, 2003) I, 150, aynı sayfanın dipnotu.]
Binbaşı
M. Kemal’in bu cevâbı ile Mikdâd Efendi’yi ve eserini, tabir yerindeyse, kısa
bir muhalefet şerhi ile takdîr edişini vuzûha kavuşturmak mümkündür.
[134] İlmiyye rütbelerinden
biridir. Osmanlı’da mühim yerleşim merkezlerinin adlî/kazâî idaresine tecrübeli
ulemâ tayin edilirdi, buna da mevleviyet denilirdi. Bu tayin, rütbelere göre
yapılırdı. En alttan en üste mevleviyetler şu şekilde sıralanırdı: Devriye mevleviyetleri,
mahreç mevleviyetleri, bilâd-ı hamse mevleviyetleri, Haremeyn mevleviyetleri.
Sahn medreseleri ve daha üst seviyedeki müderrislere mahreç mevleviyetlerinden
biri verilirdi. İzmir mevleviyeti de bunlar arasındadır. Geniş bilgi için bk.
M. Zeki Pakalın, “İzmir Pâye-i Mücerredi”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2004), 109;
Fahri Unan, “Mevleviyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA),
2004, XXIX, 467-468.
[135] İlmiyye Sâlnâmesi 1334,
s. 102
[136] Hüseyin Bulut, Milli
Mücadelede Erzincan, (Erzincan: Erzincan Bel. Yay., ty.), s. 27.
[137] Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal
Poyraz babasının harplerdeki hizmetlerini şöyle özetlemiştir: 1328’de ordu
ve talimgâhlar nâsıhlığı vazifesiyle Kafkas Harbi’ne gönüllü olarak iştirâk
etti. Bir gümüş harp madalyası ile döndü. Aynı vazife ile Balkan Harbi’ne de
girdi.(...) Bu harpte de bir iftihâr madalyası aldı ve kisve-yi ilmiyenin İzmir
pâyeliğine kadar yükselip Erzincan Atabey Nizâmiye müderrisliğine tayin edildi.
(Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 62.) Fakat Kemal Poyraz’ın bu
ifadelerinde bir karışıklık olduğu aşikârdır. Zîrâ 1328’de başlayan harp Balkan
Harbi’dir. Kafkas Harbi yahut I. Cihan Harbi Kafkas Cephesi daha sonra
açılmıştır. Resmî kayıtlara göre Mikdâd Efendi madalyayı da İzmir pâyesini de
Balkan Harbi’nde almıştır. Müderrisliğe tayini de yine daha öncedir.
[138] Mikdâd Efendi, 1931’de resen
emekliliğe sevki sonrasında Şûrâ-yı Devlet’e tevcîhen yazdığı itiraz
dilekçesinde vâizlik vazifesi ile alâkalı şunları söylemektedir: Başta Gazi
Hz.leri olmak üzere bugünün ricâl-i askeriyesince malumdur ki ben umum
harplerde ordu ve talimgahlar nasıhlığıyla cepheleri gezmiş dînî, vatanî
hizmetlerimi senelerce ifa etmiş bir kıt’a takdirnâme zîrinde (Mustafa Kemal)
imzâsı bizzat Gazi Hz.lerinin olduğu vaziyet-i ilmiye ve içtimaiyemin yüksek
bir şâhididir. (DİB Arşivi Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası/Dosya No:
23-2050.)
[139] Kafkas Cephesi ve
Erzincan’daki Ermeni faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bk. Bulut, Milli
Mücadelede Erzincan, s. 25-53.
[140] Mikdâd Efendi’nin torunu
Belir Bulut Hanımefendi ile yaptığımız 03/04/2020 tarihli görüşme.
[141] Mikdâd Efendi, Diyanet İşleri
Riyâseti’ne yazdığı 29/6/1931 tarihli dilekçede harplerdeki hizmetlerini de
zikretmiştir:
Ankara
Diyanet Reisliği Huzuruna:Esasen Balkan, Harb-i Umûmî ve İstiklâl
mücadelelerinde büyük fedakârlık mukâbili verilmiş olan vazifem hakkında kanun
hilâfı her mânîyi göğüslemekle kaydının tashîhini niyâz ederim. Bilakis
müsebbiplerinden bütün zararlarımı cumhûriyet adâletinden isteyeceğimi arz
eylerim. 29/6/1931 Sabık ordular Nasıhı Miktat (DİB Ahmed Mikdâd Efendi
Sicil Dosyası)
[142] Milli Mücâdele ile alâkalı
geniş bilgi için bk. İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu 1912-1922
Balkan-Birinci Dünya ve İstiklâl Harbi, (İstanbul: Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 2014), s. 197-287; Küçük, “Milli Mücâdele”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi (DİA), 2005, XXX, 76-83.
[143] Bu bilginin kaynağı, Mikdâd
Efendi’nin torunlarından Dara Tan Beyefendi’dir. (30/03/2020 tarihli görüşme.)
İslam Ansiklopedisi’nde Orhan Okay’ın verdiği bilgilere göre 21 Aralık 1920
itibârıyla süresi sona eren istiklal marşı yarışması için 724 şiir
gönderilmiştir. Fakat bu 724 şiir beğenilmemiştir ve bu şiirler ile şairleri
hakkında da bilgi yoktur. (Orhan Okay, “İstiklal Marşı”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2001, XXIII, 355-356.) Fakat Mahir İz
hatıratında Mehmet Akif’in kaleme aldığı marşın üstünlüğünü göstermek
maksadıyla yarışmaya iştirâk eden beş şairin marşlarını nakletmektedir. [Mahir
İz, Yılların İzi, (İstanbul: Kitabevi, 2009), s. 148-153.] Ahmed Mikdâd
Efendi’nin bahsi geçen yarışmaya katıldığı şiire dâir bir bilgimiz yoktur. Bu
hususta yaptığımız bilgi edinme başvurusuna karşılık olarak TBMM Kütüphane ve
Arşiv Hizmetleri Başkanlığı tarafından 11.12.2020 tarihinde “yarışmaya
başvuranlar ile ilgili olarak arşivimizde herhangi bir belge veya
doküman
bulunmamaktadır” cevabı verilmiştir. Bu noktada ifade etmemiz gereken bir bilgi
ve ihtimal de şudur: Ahmed Mikdâd Efendi 1935’te neşrolunan Ozanlar adlı
eserinin sonuna “Ulusum Büyük Türk’e Armağan” ithafıyla yazdığı bir “İstiklal
Marşı” eklemiştir. 12/10/1933’te Trabzon’da yazıldığı belirtilen bu marş
“Yurdumun üstüne nurlar saçacak al sancak” mısrasıyla başlamaktadır. Bu manâda
M. Âkif’in İstiklal Marşı’ndan ilhamla yazıldığı anlaşılmaktadır. Mikdâd
Efendi’nin 1920 sonunda yarışma için yazdığı beğenilmeyen şiirinden hareketle
yıllar sonra böyle bir şiir kaleme aldığı bir ihtimal olarak düşünülebilir.
144
Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 64-65.
[145] İstanbul Müftülüğü’nün
11/9/1935 tarih ve 417 sayılı yazısında bu husus şöyle bildirilmektedir: Beş
yüz kuruş ahkâm-ı şer’iyye muallimlik maaşından üç yüz kuruşun 1 Mart 1329 (14
Mart 1913) tarihinde mevâiz-i dîniyyeye müdâvim Erzincan ulemâsından Ahmet
Miktat Efendi’ye tahsîsi Şûrâ-yı İlmiyye’nin 18 Mart 1329 (31 Mart 1913)
tarihli ve 3 nolu müzekkeresi iktizâsından olduğu(...)
[146] Ahmed Mikdâd Efendi DİB
Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.
[147] Mikdâd Efendi’nin halk
üzerindeki tesirine dâir mühim bir hâdise “Cumhuriyet Devrimleri ve Mikdâd
Efendi” başlığı altında nakledilecektir.
[148] Ahmed Mikdâd Efendi DİB
Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.
[149] Hakkında bir bilgiye
ulaşamadığımız Vehbi Efendi, 31 Ağustos 1906 tarihli bir fotoğrafta Mikdâd
Efendi ile aynı karede yer almıştır. [bk. “Fotoğraf Albümü” kısmı 3. fotoğraf;
Akansel, Kaybolan Şehir Eski Erzincan’dan Fotoğraflarla Anılar,
(Erzincan: Ermat Ofset, 1999), s. 20-21.]
[150] T.C. Erzincan Vilayeti
Müftülüğü Sayı 80/24 Huzur-ı Sâmîlerine Hulâsa -Vâiz Miktat Efendi’nin
mezuniyet talebine dâir: Merkez-i vilâyet vâizlerinden Ahmet Miktat Efendi
mesâil-i zâtiyesinin rüyet ve temşiyeti için İstanbul’a gitmek üzre bir mah
mezuniyet istidâ etmektedir. Şimdiye kadar mezuniyet almamış olan mûmâileyhin
matlûbunun isâfına müsâade buyrulması marûzdur efendim.
Erzincan
Vilâyeti Müftüsü M. Sadık 23/1/1930
Bu
yazıya Diyânet İşleri Reisliği’nden gelen 8/2/1930 tarihli ve 392/296 numaralı
cevap şöyledir: Ramazân-ı şerîfte mezûniyet verilemez bayramı müteakip talep
eylediği takdirde muktezâsının teemmül olunacağı...
[151] T.C. Erzincan Vilayeti
Müftülüğü Sayı 80/24 Huzur-ı Sâmîlerine Hulâsa -Vâiz Miktat Efendi’nin
mezuniyet talebine dâir: Merkez vâizlerinden Hâce Ahmet Miktat Efendi bir mâh
mezuniyet talebinde ısrâr etmektedir. Ramazân-ı şerîf de geçtiğinden
mûmâileyhin isâf-ı istirhâmına müsâade buyurulması ricâ olunur efendim.
Erzincan Vilâyeti Müftüsü M. Sadık 6/3/1930-Komisyon: Vâiz Miktat Efendi’ye bir
mâh mezuniyet itâsı tezekkür kılındı. 2/4/1930
[152] Diyânet İleri Reisliği
Cânib-i Sâmîsine Marûz-ı dâiyânemdir: Bir aylık iznim munkatı olmakta fakat
işlerim henüz hitâm bulmamaktadır. Bilhassa Artvin’de bulunan âilem ile çocuğumu
beraber alıp Erzincan’a getirmek mecburiyetinde olduğumdan lütfen iki ay daha
mezuniyetimin temdidine müsâade-i ekremîlerini istirhâm eylerim efendim
hazretleri. Erzincan Vâizi Ahmet Miktat 3/6/1930
[153] Diyânet İşleri Reisliği
1113-Maarif Vekalet-i Celilesi Zât İşleri Müdürlüğüne: Erzincan orta mektep
muallimliğinden tasfiyeye tabi tutulup bilâhare tashîh-i kararla Bayburt’a
tahvil ve tayin edilmiş olan muallim Miktat Efendi’nin uhdesinde vaizlik
vazifesi bulunduğundan idâre-i âliyelerince mevcûdiyeti tabi’i bulunan
tercüme-i hâlinin bir sûret-i musaddakasının irsâli ricâ olunur efendim.
17/5/1931
[154] T.C. Maarif Vekâleti Ort.
Ted. Dâiresi 25513/6192-5 Ağustos 1930-Diyânet İşleri Reisliğine: Erzincan
Ortamektep Türkçe muallim-i sâbıkı ve aynı zamanda Diyânet vâizi bulunan Miktat
Bey Ankara’da açılan Türkçe muallimleri kursuna iştirâk etmiştir. Kurs 21
Ağustos’ta bitecektir. Kendisinin bu müddet zarfında mezûn addedilmesini ricâ
ederim efendim. Maarif Vekili
[155] T.C. Diyânet İşleri
Reisliği-Karar 193: Erzincan Vâizi Miktat Efendi’nin müddet-i mezûniyeti 8
Ağustos 1930 tarihinde hitâm bulmuş ise de mûmâileyhin Ankara’da Maarif
Vekâleti’nce açılan Türkçe muallimleri kursuna iştirâk etmesinden nâşî 21
Ağustos 1930 tarihine kadar mûmâileyhin mezûn addedilmesi ricâsını hâvî Maarif
Vekâleti’nden vârit ve Ağustos 1930 tarih ve 25513/6192 nolu tezkere ile talep
edilmekte olduğundan mûmâileyhe verilen mezûniyetin 21 Ağustos’a kadar
temdîdine ve evrâkın dosyasında hıfzına komisyonca karar verildi. 10/8/1930
[156] T.C. Diyânet İşleri
Reisliği-Karar 210: Erzincan Vâizlerinden Miktat Efendi’ye verilen mezûniyetin
eylül gâyesine kadar temdîdi talebini hâvî 23 Ağustos 1930 tarihli arzuhal
üzerine dosyası tetkik olundukta kânûnî mezûniyetini fazlası ile istimâl edip
hakkını iskât etmiş ve kânûnî bir mazeret de göstermemiş olduğundan temdîdine
imkân-ı kânûnî görülememiş olduğunun mûmâileyhe tebliği komisyonca tezekkür
kılındı. 26/8/1930 (Eylül on beşe kadar mezûn olması muvâfıktır.)
[157] Vehbi Efendi’nin bahsi geçen
dilekçesi neticesinde yapılan yazışmalarla Mikdâd Efendi’nin zâten o tarihlerde
muallimlikle birlikte vâizlik vazifesini de Bayburt’a aldırdığı anlaşılmıştır.
Bu vazife tâlibi olan Vehbi Efendi’ye verilmemiş; bir imtihân açılarak
liyâkatli bir şahsın burada görevlendirilmesi talep edilmiştir.
[158] Doktor Avni İbrahim Dâhilî
ve Kadın Hastalıkları Mütehassısı Rapor: Erzincan vâizi olup elyevm mezûnen
Ankara’da bulunan Ahmet Miktat Efendi’nin sol taraf-ı süflîsi sâkının kuddâm ve
vahşisinde zuhûr eden [dümelişîripençevî] mâni-i meşy ü hareketi olmağla taht-ı
tedâvîye alınmış ve şimdilik yirmi gün müddetle tedâvî ve istirâhatine
ihtiyâc-ı tıbbîsi bulunduğuna dâir rapordur. Dr. Avni 15 Eylül 1930
(Raporun orijinali için bk. EK 12)
[159] Rapor: Erzincan vâizi olup
mezûnen Ankara’da bulunan Ahmet Miktat Efendi’ye, evvelce sol sâkında mevcut
olan [dümelişîripençevî] hastalığından dolayı (20) günlük bir rapor verilmiş
idi. Her ne kadar 5 Teşrîn-i evvelde mezkûr rapor müddeti munkatı olmuş ise de
idrarda zuhûr eden glikoz [şeker hastalığı] neticesi zafiyyet-i fevkalâdesinden
nâşî târîh-i rapordan itibâren [bir buçuk] mâh daha temdîdi tedâvî ve
istirâhatine dâir rapordur. 11/X/1930 Dr. Avni
[160] Diyânet İşleri R.
aliyyesine 10/12/1930 tarih ve 5009/4642 nolu Th. C.: Erzincan vâizlerinden 600
k. maaşlı vazifesi kazamıza tahvil edilen Ahmet Miktat Efendi tarihten iki ay
mukaddem vazifesine başlamış olduğu arz olunur ef. 1/3/1931 Bayburt Müftülüğü
Hüseyin
[161] Diyânet İşleri Reisliği
Zat İşleri Müdürlüğü-Karar 54: Miktâr-ı münâsip mezuniyet itâsını bâ- arzuhal
talep eden Bayburt Kazası Vâizi Miktat Ef. arzusuyla tahvil edildiği kazâ-yı
mezkûra 9 aylık mezuniyetinden avdetle işe başladığından bu ana kadar ancak 4
ay mürûr eylediğine göre mezuniyet itâsının muvâfık olmadığı tezekkür kılındı.
22/4/1931
[162] 15 Eylül-10 Ekim arasındaki
26 günlük kısım “bilâmezuniyet mürûr etdirmişdir”(izinsiz olarak geçirmiştir)
şeklinde kaydedilmişse de Mikdâd Efendi’nin şirpençe rahatsızlığı sebebiyle
aldığı 20 günlük rapor bu günleri kapsamaktadır. Yalnız kalan altı günün izinsiz
olarak geçirildiği anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi’nin bu ilk raporunun ilgili
makamlara henüz ulaşmadığı 20/9/1930 tarihinde Diyânet İşleri Reisliği’nden
Erzincan Müftülüğü’ne 2804/2308 nolu bir yazı yazılarak 15 Eylül 1930
itibârıyla izni biten Mikdâd Efendi’nin bu tarihten sonra vazifesine dönmediği
günlere ait maaşının verilmemesi istenmiştir.
[163] Toplam 7 ay yazılmışsa da
esasen yedi aydan fazla olduğu anlaşılmaktadır. Temmuz başı ile Ağustos 8 arası
ise izinsiz gözükmekle birlikte “dokuz aylık izinden avdetle” işe başladığı
ifade edildiğine göre bu süre zarfında da vazife başında değildir. (bk. Ahmed
Mikdâd Efendi Sicil Dosyası, DİB Arşivi Dosya No 23-2050.)
[164] Hizmet cetvelinin bu son
satırı ile bir üst satır arasında orijinal metinde bir fâsıla olmaksızın
yalnızca tarihler yazılı olduğundan tarafımızca buraya alınmamıştır. Bu son
satırdaki “Bayburt Vâizliği ve 600 kuruş” ifadeleri ise daha önce naklettiğimiz
belgeye istinâden tarafımızca eklenmiştir; metnin aslında yoktur.
[165] Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal
Poyraz, babasının 1933’te Bayburt; 1934’te Artvin Ortaokulu’nda; 1935’te de
Trabzon Kız Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra emekli
olduğunu ifade etmektedir. (Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 62.)
[166] Mikdâd Efendi ile Çermeli
Hoca hakkındaki bu ifadeler 1930 Erzincan doğumlu Süleyman Eğinlioğlu’nun
şâhitliğiyle kayıtlıdır. [Erol Kaya, Şehre Tanıklık Edenler Erzincan Sözlü
Tarih Çalışması, (İstanbul: Erzincan Üniversitesi Yayınları, 2012), II,
404.]
“Çermeli
Hoca” lakabıyla meşhur Mustafa Efendi, 1840’ta doğmuştur. Erzincan’ın Çerme
(Bahçeyazı) Köyü’nden olduğu için kendisine Çermeli Hoca denmiştir. Erzincan
ulemâsından olan Mustafa Efendi, Ulu Cami’de hocalık da yapmıştır. 1935’te
vefat etmiştir. Kabri Terzi Baba Mezarlığı’ndadır.” [Y. Nadi Akın, Geçmişten
Cumhuriyete Unutulmayan Erzincanlılar, (Erzincan: Özsoy Matbaası, 2005), s.
88.]
[167] “Refik Canay, 1922 Erzincan
doğumlu” (Erol Kaya, Şehre Tanıklık Edenler Erzincan Sözlü Tarih Çalışması,
II, 346.)
[168] Şapka inkılabının ilanı
hakkında geniş bilgi için bk. M. Serhat Yılmaz, “Atatürk’ün Kastamonu Gezisi ve
Şapka İnkılabı”, Kastamonu Eğitim Dergisi, 13/1(2005), s. 223-232. Ayrıca kanun
hakkında bk. Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler”, (yüksek
lisans tezi), Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007,
s. 58-62.
[169] Bu tepkiler hakkında geniş
bilgi için bk. Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler”, s.
94-101.
[170] T.C. Cumhurbaşkanlığı
Cumhuriyet Arşivi (BCA) Diyanet İşleri Başk. Fonu Yer No: 2-13-
23[kutu-gömlek-sıra] vr. 2. (Karşılaştırmak için bk. Özdemir, “Cumhuriyet
Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler”, s. 96-97.)
[171] Yüksek İnşaat Mühendisi
Hüseyin Hüsnü Gürel, 1930 Erzincan doğumludur. 1939 Erzincan depreminde üçüncü
sınıfa devam ettiğini ifade etmiştir. (http://milliservet.blogspot.com.tr/2010/05/
Erişim: 27/03/2020) Tarihlere bakılarak kendisinin bu hadiseyi başkalarından
nakletmiş olması muhtemeldir.
[172] http://milliservet.blogspot.com.tr/2010/05/
(Erişim Tarihi: 27/03/2020) Aslî şekliyle aktarılan bu metne birtakım yazım
yanlışlarının tashihi dışında müdahale edilmemiştir. Mikdâd Efendi’nin “hem
camilerde imamlık ve hem de Erzincan Ortaokulunda Türkçe öğretmenliği yaparken;
1939 Erzincan depreminde enkaz altında kalarak vefat” ettiği bilgisi tarihlerin
karıştırılması neticesinde hâsıl olmuş bir hata olarak kabul edilmelidir. Ahmed
Mikdâd Efendi, zikredilen bu vazifeleri yapmıştır; fakat 1939 depreminde vefât
etmesinden yaklaşık dört yıl evvel emekli olmuştur.
[173] Cumhuriyet devrinde dil
meselesi, Öztürkçeleştirme, harf devrimi ve sonrası hakkında geniş bilgi için
bk. Agah Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri,
(Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1960), s. 388-482 vd.
[174] A. Miktat Poyraz, Ozanlar,
s. 47.
[175] Bu kılavuzlara örnek olarak
1935’te basılan Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu ve Osmanlıcadan
Türkçeye Cep Kılavuzu gösterilebilir. Her iki kılavuz da Türk Dil Kurumu
yayınıdır.
[176] Türkçeden Osmanlıcaya Cep
Kılavuzu, (İstanbul: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1935), s. 251.
[177] Diyânet İşleri Reisliği
1260-Bayburt Müftülüğü’ne: Hizmet müddeti otuz seneyi tecavüz eden Vaiz Miktat
Efendi’nin vazifesi 931 mali senesi tasarrufata karşılık olmak üzre 1/6/931
tarihinden itibâren lağv edildiğinden bütçeden çıkarılmıştır. İktizasının ona
göre ifası beyan olunur ef. 30/5/1931
[178] Diyânet İşleri Reisliği
1377/1249-Maarif Vekâletine: Tasdikli sicil hulasası vekâlet-i celîleleri zât
işleri müdüriyetinin 24/5/[1]931 tarih ve 63965 nolu tezkeresiyle gönderilen
Bayburt Vaizi ve Bayburt Orta Mektep Türkçe Muallimi Miktat Bey’in müddet-i
hizmeti 30 seneye bâliğ olduğu hulâsa-i mezkûrenin tetkikinden anlaşılmış ve
derdest-i tebliğ ve intac-ı kanun mucibince de 30 sene memuriyet veren
memurların mecburen tekaüte sevkleri muhakkak bulunmuş olmakla mumaileyhin de
bu meyanda tekaüde sevki iktiza etmektedir. Bu itibârla vaizlik vazifesi
tasarruf edilen Miktat Bey’in idâre-i âliyelerinden aldığı maaş miktarı ziyâde
bulunduğundan olbâbdaki talimatname ahkâmına tevfikan muamele-i tekaüdiyesinin
vekâlet-i celîlelerince icrası lâzım gelmektedir. İktizası ifa ve neticesi inba
buyrulmak üzere mürsel hülâsa raptan iade kılındı efendim. 28/5/[1]931
[179] Diyânet İşleri Reisliği
1739/1680- Bayburt Müftülüğü’ne: Maarif Vekâleti’nden devren alınan
dosyasındaki mevcut hülâsa-i müseccelede 1 kânunuevvel [1]315 tarihinde
Erzincan askerî rüştiye imla muallimliği ile hizmet-i devlete dahil olduğu ve
muttasılan memuriyette bulunduğu cihetle elyevm hizmet müddeti 31 sene altı aya
baliğ olmuş bulunduğunun 18/6/[1]931 tarihli telgrafla müracaatta bulunan
Bayburt Vaizi Miktat Ef.’ye tebliği temennî olunur efendim. 23/6/[1]931
[180] Diyânet İşleri Reisliği
Yüksek Huzûruna Maruzdur: 1719/1260 adedli tebliğnamelerinde hizmet müddetimin
otuz yılı mütecaviz olmasına mebni tasarrufata karşılık olmak üzere
1/6/[1]931’den itibâren vazifemin lağvedilmiş olduğu tefhim edildi! Halbuki
ilmî vazifeye 1329 Martının 1’inde tayin kılınmış olmaklığıma nazaran bugün 18
yıllık bir memurum. Binaenaleyh mes’elede pek büyük bir fark ve yanlışlık
bulunduğu derkârdır. Mademki memuriyetimin lağvı 30 seneyi tecavüz etmiş
bulunmamasına istinat ettiriliyor o halde lağvı o müddetle meşruttur, şart
olmayınca meşrut vukua gelir mi? Hem de âcizleri gibi vazifesini ifaya muktedir
ve bütün harplerde dînî vatanî vazifelerini ifa etmiş ve bu cihetle Gazi
Hazretleri’nin takdiratına mazhar olmuş bir meslek adamını yanlışlığa feda etmekliğe
razı olmayacağınızdan kaydımın tahkikini niyaz eylerim efendim. 18/6/[1]931
Bayburt Vaizi A. Miktat
[181] Bayburt eşrâfı adına yazılan
bu dilekçenin altında “Kildizâde Mehmet Nuri, Kasımağazâde Mikdat, Molla
Hasanzâde H. Ahmet, Zakzık Ağasızâde Hamit” gibi 20 ismin imzası/mührü vardır.
(bk. Ahmed Mikdâd Efendi Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivi Sicil
Dosyası/Dosya No: 23-2050)
[182] Diyânet İşleri Reisliği
1821-Bayburt Müftülüğü’ne: Miktat Ef.’nin on sekiz seneden ibaret olduğundan
bahs ettiği ilmî hizmetine 15 kânununevvel 1315 tarihinde başlayarak
bilâ-fâsıla devam eden muallimlik vazifesi de inzimam ederek müddet-i hizmeti
yekûnu otuz küsur seneye bâliğ olduğu evvelki telgrafnamesine cevâben
li-ecli’t-tebliğ tarafınıza isâr olunmuş idi. Keyfiyetin tekrar istida ile
müracaatta bulunan mumaileyhe tefhimi temenni olunur efendim. 29/6/[1]931
[183] Ankara Diyanet Reisliği
Huzuruna: Esasen Balkan, Harb-i Umumi ve İstiklal mücadelelerinde büyük
fedakarlık mukabili verilmiş olan vazifem hakkında kanun hilafı her maniyi göğüslemekle
kaydının tashihini niyaz ederim. Bilakis müsebbiplerinden bütün zararlarımı
Cumhuriyet adaletinden isteyeceğimi arz eylerim. 29/6/1931 Sabık ordular Nasıhı
Miktat
[184]Diyânet İşleri Reisliği
Yüksek Huzûruna Marûzdur: 23/6/[1]931 ve 2213/1680 sayılı tezkere-i samide
hizmet müddetimin otuz bir sene altı aya baliğ bulunduğu tefhim kılındı. Ancak
mes’ele muallimlik müddetimden itibâr edilmiş ki bunda açıktan şahsıma bir
teaddi mütesavverdir. Çünkü vaizliğimin muallimliğimle hiçbir alakası yoktur.
Binaenaleyh şu noktayı teemmülle lütfen kaydımın yeniden tashihini ve nezih
olan hakkımın açıktan tecavüze maruz bırakılmamasını istirham eylerim efendim.
1/7/[1]931 Bayburt Vaizi A. Miktat
[185] Diyânet İşleri Reisliği
1862/1760-Bayburt Müftülüğüne: Kanun hilâfı her maniyi göğüsleyerek kaydının
tashihini ve bilakis müsebbiplerinden bütün zararlarını Cumhuriyet adaletinden
isteyeceğini ba-telgraf bildiren Mikdat Efendi’ye hizmet-i memuriyeti 30 seneye
baliğ olan memurların tekaüde sevk olunmak üzere çıkarılmasının Başvekâlet-i
Celileden telakki olunan emre müstenit bulunduğunun tekrar tebliğini temenni
ederim efendim. 2/7/[1]931
[186] Mikdâd Efendi, dilekçesine
çektiği sıkıntıları anlattığı iki şiirini de ilave etmiştir. “Duygu Demetleri
nâm eserimin 9’uncu defteri 128’inci sahifesinden” notuyla kaydedilen şiirler
çalışmamızın şiirler kısmına eklenmiştir.
[187] Ahmed Mikdâd Efendi, ileriki
sayfalarda naklettiğimiz bir dilekçesinde B. F.’nin Bekârzâde Ömer Efendi
olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bekârzâde Ömer Efendi hakkında dönemin Diyanet
İşleri Memûrîn Kalemi Müdürü olduğu dışında bir bilgiye ulaşılamamıştır.
[188] Diyanet İşleri Reisliği
Yüksek huzuruna Maruzdur: 2795-2038 sayı ve 18/8/1931 tarihli emirlerini
tebellüğ ettim. Birinci maddesinde kasdi tasarrufla açığa çıkarılmış olduğum
beyan buyruluyordu. Filhakika öyle olsa bile benim gibi bir vaiz bir ilim adamı
kolayca sarfolunmaz hemen harcanmazdı. Her şeyden ziyâde hâmi-i Diyânet mevkii
bulunan yüksek reislik makamınız herhalde bir mübelliğ ve nâşir-i diyaneti
kolayca dışarı atmazdı. Binaenaleyh meselede şahsiyet bariz bir haldedir.
Ledelicaz huzurunuzda ve hangi bir muvacehede fiilen isbata hazırım. Katiyen
malum ve mesmû-u devletleridir ki umum ordular nasıhlığım zamanlarında vaaz u
masihatlarım bütün ricâl-i hükûmetin hususuyla muhterem “Gazi Mustafa Kemal
Hazretleri’nin” şifahi ve tahriri takdirlerine mazhar olmuştu. Bugün de
muhitimde umum halkın ve hükûmetin teveccühlerine hamdolsun nâil bulunmaktayım.
Henüz kanuniyet şeklini almamış olan bir maddeye tevfikan kaç aydan beri halkı
vaazdan beni de en sevdiğim bir meslekten mehcur bırakmaya madeletin ve Hakkın
razı olmayacağını arz eylerim ef. Sabıkan Erzincan ve Bayburt Vaizi A. Miktat
02/09/1931
[189] Takdirnâme sûreti için bk. EK
11.
[190] Bahsi geçen dilekçe aşağıda
nakledilmiştir; fakat anlaşılan o ki resmî makamlarca Mikdâd Efendi’nin bu
samimi dilekçesi dikkate alınmamış ve muhâtabına ulaştırılmamıştır.
Yüksek huzurlarına Arz-ı ta’zimâtımdır: Paşa Hazretleri!
Cenâb-ı Hak ömrünüzü afiyetinizi uzun etsin. Ben sizi çok sevenlerdenim ve size
pek yakın toprak hemşehriniz olan sabık ordu nâsıhı Hoca Miktat’ım. Sizin
lutfunuzdan kereminizden umarım ki benim istid’amı tetkik buyurup şahsî bir
garaz yüzünden uğratılmış olduğum şu türlü felaketten kurtarılmaklığımı irade
buyurursunuz Büyük Başvekilim Efendim. Artvin 5-1-[1932] Duacılarından Divrikli
A. Miktat Şiir
Eğer olmazsa bana böyle ta’zim
luft u kerem Olurum gayrı derunum ile ben sonra verem Beni Cumhuriyet’in şanına
sen bahşeyle O Diyânet işinin sahibine bir söyle (Belgenin orijinali için
bk. EK 13) 89
[191] Diyânet İşleri Reisliği
968/670-Şûrâ-yı Devlet Riyâset-i Celîlesine Deâvî Dâiresi husûsî hey’et
ifadesiyle yazılan 4/28/1932-5/1/1932 tarih ve 114/32-10925 nolu tezkere-i
aliyeleri cevabıdır: Erzincan Vilâyeti’nin ve Bayburt kazası sabık vaizi Miktat
Ef. tarafından verilen ikinci arzuhali mütalaa olunarak birinci müdafaanamede
mufassalan arz edildiği vechile mumaileyhin gerek vaizlikte ve gerekse Maârif
idaresindeki hizmetleri yekûnu 30 seneye baliğ olduğu indettetkik anlaşılmasına
binâen birçok emsâli gibi müstedi dahi 1931 senesi maliyesi bütçesinin
tevâzününü teminen ve icra makamından verilen salâhiyetlere istinâden açığa
sevk edilmiş ve tekâüt kanununun vaz ettiği esâsâta tevâfuk eden işbu muâmele
mumaileyh tarafından garip bir şekilde karşılanarak bir takım mülahazalarla ve
bazı memurlar hakkında husumet tasavvur ve garazkârlık ve vehimle ikame
eylediği işbu dava külliyen bîesâs olduğu cihetle hakkında yapılan muâmelenin
kanunu mahsûsuna tevfîkan icrâ edildiğinin kabulüyle davasının reddini talep ve
müdafaanamenin nüsha-i sânîsini tebellüğ ilmühaberiyle raptan takdîm eylerim
efendim. 5/5/1932 Diyanet İşleri Reisi
[192] Erzincan Müftülüğü
Vesatet-i Aliyesiyle Ankarada Diyanet İşleri Riyaseti Yüksek huzuruna Maruzdur:
Devlet şûrâsı deavi dairesinde açmış olduğum idari davada vaizlikten tekaüde
sevkim ciheti reddedilmekle vazifemin tasarrufa tabi tutulmasının kabulu tefhim
buyurulmuştu. Binaenaleyh hakk-ı müktesebimin mahfuz kalmasını tebşîr eden
mezkûr karar tekrar makam-ı samilerine müracaatımı tervic etmekle zirdeki mevad
üzere hakkımın teemmülünü niyaz eylerim.
1.
Vaizlikte mevcut vazifedarlar arasında en muktedir ve kifayetli bulunduğum ve
hiçbir taksirin sahibi olmadığım müsellemdir.
2.
Bana tevdi edilmiş olan o vazifemi sefer zamanlarında bile hakkıyla yapmış Gazi
Paşa Hazretleri gibi en yüksek ve münevver zâtın takdirnamelerine mazhar olmuş
bir ilim adamıyım.
3.
Mezkûr vazifeden ayrılışımı mucip hiçbir sebeple alâkadarlığım yoktur.
4.
Her nasılsa tasarruf kanununa tâbi tutulmasını bir emr-i vâki addedersem de o
mükteseb hakkımın tekrar iadesi için elbette kanunî çarenin mülahaza
buyurulmasını yine teemmülü devletlerine terk ederek bulunduğum mahallerde dînî
vatanî hizmetlerimin tevâlîsine delâlet ve inâyetle kadroya idhâlimi madelet
nâmına istirhâm eylerim efendim. 25/8/1932 Artvin’de Sâbık Bayburt ve Erzincan
Vâizi Hoca Miktat
[193] Diyânet İşleri Reisliği
2654/2141-Artvin Müftülüğü’ne: Elyevm vilâyette ikamet eden Sâbık Erzincan
Vaizi Hoca Miktat Efendi tarafından gönderilen 25/8/[1]932 tarihli arzuhalinde
bulunduğu mahallerde dînî vatanî hizmetlerinin tevâlisiyle kadroya idhâli
istirham olunmakta ise de mumaileyhin sabık vazifesine tasarruf dolayısıyla
nihayet verildiği ve bu bapta devlet şûrâsına müracaatı üzerine mezkûr davanın
aleyhine halledildiği ve [1]932 senesi bütçe kanununun 17’nci maddesine
tevfikan da tavzifine imkân olmadığı cihetle keyfiyetin mumaileyhe tefhimi
temenni olunur efendim. 7/9/1932
[194]
Trabzon Vilâyeti Yüksek Makamına Maruzdur: Millet ve memleketimin tealisi
uğrunda ilmî hizmetlerim hükümetçe malumdur. Sâbık harplerde umum ordular
nâsıhlığıyla vatanî hizmetlerimin yüksek şâhitlerinden biri de Gâzî
Hazretleri’dir. Ben Cumhuriyet umdeleri dâiresinde etmiş olduğum vaaz ve
nasihatlerimin maddî ve manevî mükâfâtını beklerken geçenki tasarruf senesinde
Diyânet İşleri Dâiresi’nce vâizliğime ait bulunan tahsisâtım inkıtâa
uğratılmakla bi-hakkın ifâ etmekte olduğum vazifemden mahrûm bırakıldım. Büyük
milletimin yüksek varlığı benim gibi emektarları takdir ve taltif edegelmekte iken yok yere uğratılmış olduğum şu neticeyi elbette tasvip
etmeyeceğinden şâyân-ı
... o mükteseb hakkımın tekrar iadesiyle Trabzon’da ifâsına
delâlet
buyurmalarını
istirhâm eylerim efendim. 26/12/1932 Diyânet İşleri Vâizlerinden Trabzon Kız
Orta Mektebi Türkçe Muallimi Divrikli Ahmet Miktat
[195] Trabzon Vilâyeti Mektûbî
Kalemi 7/1/1933-Ahmet Miktat Efendi’nin kesilen vaizlik maaşı hakkında Diyanet
İşleri Riyasetine: Kesilen vaizlik tahsisatını tekrar bağlanması hakkında
Trabzon Kız Orta Mektebi Muallimi Ahmet Miktat imzasıyla verilen 26/12/1932
tarihli istidaname leffen takdim kılınmıştır. Cumhuriyet rejimine muvafık
vaazından istifade edilen mumaileyhin isafı mes’ulüne müsaade buyurulmasını
ricâ ederim ef. Trabzon Valisi Rıfat
[196] Diyânet İşleri Reisliği
105/141-Trabzon Vilâyetine C. 7/1/1933 tarih ve 14012/5 no’ya: 1932 senesi
bütçe kanununun 17. maddesi mucibince Ahmet Miktat Efendi’nin kesilen vâizlik
maaşının kendisine verilmesi sûretiyle vâizliğe tayini mümkün olamayacağını arz
eylerim ef.
[197] Erzincan Vilâyeti Yüksek
Huzuruna: Acizleri memûrîn-i ilmiyeden altı yüz kuruş maaşla Diyânet İşleri
vâizi iken 1931 senesinde tahsisatım tasarrufa tabi tutuldu. Binaenaleyh 1 Mart
1329’dan itibâren on sekiz yıllık bir hakkı mükteseb sahibi bulunduğuma ve umum
harplerde ordu nâsıhlığıyla o vazifemi asker safları arasında yaptığıma
mükâfâtım ya tahsisatımın tekrar iadesiyle istihdâmıma karar verilmesi veya
emsâlim gibi kânûnen lâzım gelen ikrâmiyenin itâsıyla ilişiğimin katine delâlet
buyurulmasını istirhâm eylerim efendim. Sâbıkan Erzincan ve Bayburt vâizi A.
Miktat 6/8/1934
[198] Diyânet İşleri Reisliği
2516/2870-Erzincan Müftülüğüne C. 15/8/1934 tarih ve 43/10 nolu tahrirata:
Vilâyetiniz sabık Vâizi Ahmet Miktat Efendi tarafından verilip makamınızdan
gönderilen 6/8/1934 tarihli arzuhal tetkik edildi. Mumaileyhin evvelce Bayburt
Orta Mektep Türkçe muallimi olduğu cihetle tekaüt muamelesinin ikmali hakkında
25/5/1931 tarih ve 1249/1377 nolu tahriratla bir kıta sicil hulasasıyla
birlikte Maarif Vekâleti’ne irsal kılındığından bu babta dâiremizce yapılacak
bir muamele de olmadığından mumaileyhin Maarif Vekâleti’ne mürâcaat etmesinin
tebliği beyan olunur ef. 26/8/1934 Diyanet İşleri Rs. V.
[199] İstanbul Müftülüğüne 3432:
329-330 seneleri arasında 300 kuruş maaşla Erzincan Vaizliğine tayin edildiği
ifadesinden ve tedindeki evrak-ı müsbitelerden anlaşılan Bayburt vaizliğinden
munfasıl Ahmet Miktat’ın mezkûr müderrisliğe tayin ve infikâkiyle maaş
miktarının ve maaşın hangi cihetten ne gibi unvanla tahsis olunduğunun tez
elden bildirilmesini dilerim. 05/09/1935
[200] Diyanet İşleri Reisliği
İstanbul Müftülüğü 417-Diyanet İşleri Reisliğine 5/9/1935 günlemeçli ve
2677/3432 sayılı yazıya karşılıktır: Beş yüz kuruş ahkâm-ı şeriye muallimlik
maaşından üç yüz kuruşun 1 Mart 1329 tarihinde mevâiz-i dîniyeye müdâvim
ulemâsından Ahmet Miktat Efendi’ye tahsisi şûrâ-yı ilmiyenin 18 Mart 1329
tarihli ve 3 nolu müzekkeresi iktizâsından olduğu ve infikâkı hakkında bir
malûmât olmadığı kaydının tetkîkinden anlaşıldığı arz olunur 9/11/1935 İstanbul
Müftüsü M. Fehmi
[201] Diyanet İşleri Reisliği
2888/3621-İstanbul Müftülüğüne C. 11/9/1935 tarih ve 417 sayılı yazınıza:
Mevâiz-i dîniyeye müdavim bulunmasından dolayı 1 Mart 1329 tarihinde ahkâm-ı
şeriye muallimlik maaşından 300 kuruş maaş tahsis edilen Erzincanlı Ahmet
Miktat’ın bu maaşı hangi tarihe kadar aldığı ve tekaüt aidatına tabi olup
olmadığı Maarif Vekâleti’nden tekrar sorulmaktadır.
İlmiye
muhasebe maaş ve kayıt defterlerinin yeniden tetkik ile infikâk tarihine dâir
elde edilecek kayıt ve malumatın tez elden bildirilmesini dilerim. Diyanet
İşleri Reisi V. 17/9/1935
[202] Diyanet İşleri Reisliği
İstanbul Müftülüğü 526-Diyanet İşleri Reisliğine 5/9/1935 günlemeçli ve
2816/3621 sayılı yazıya karşılıktır: Erzincanlı Ahmet Miktat’ın maaşı
Erzincan’a muhavvel bulunmuş olduğu cihetle evvela bildirilen malûmâttan başka
bir kayda tesâdüf edilemediği ve bu kere elde edilen 376 sayılı sicil dosyası
ilişik olarak gönderildiği arz olunur .12/11/1935 İstanbul Müftüsü M. Fehmi
[203] Diyanet İşleri Reisliği
482/395-Başvekâlet Yüksek Makamına
Erzincan
Salihiyye mahallesinde mukim eski vâizlerden Miktat Poyraz tarafından
Cumhuriyet başkanlığı yüce makamına gönderilip 19/1/1939 tarih ve 5-552 sayılı
derkenarıyla dairemize havale buyrulan 13/1/1939 tarihli arzuhal okundu:
Filhakika, mumaileyhin dairemize ait hizmetleri de dahil hesap edilerek ahiren
Maarifçe muallimlikten tekaüde sevk edildiği anlaşılmıştır. Genel nâsıhlık diye
bir teşkilat ve müessesemiz olmadığı gibi esasen 1288 doğumlu olmak itibârıyla
kanunî istihdam çağını çoktan tecavüz etmiş bulunduğundan kendisine bir vazife
verilmesine imkân kalmamış olduğunu saygı ile arz ederim. 9/2/1939 Diyanet
İşleri Reisi
[204] Diyânet İşleri Reisliği
1511/1600-Türkiye B. M. Meclisi Arzuhal Encümeni Yüksek Reisliğine Erzincan’ın Salihiye
mahallesinde mukim Miktat Poyraz’ın 3/5/1939 tarih ve 5116-5473 sayılı
yazılarıyla gönderilen ilişik arzuhali mütalaa edildi: Arzuhal sahibi,
uhdesinde muallimlik dahi bulunduğu halde Bayburt kazası vâizi iken 1931 senesi
maliyesi bütçesinin tevâzününü temin maksadıyla icrâ makamından verilen
salahiyetlere istinâden açığa çıkarılmış olup bu bapta şûrâ-yı devlete
vukubulan müracaatı neticesinde de hakkındaki muamelenin kanuna mutabakatı
tasdik edilerek 29/5/1932 tarih ve 32-114/694 nolu kararla davası reddedilmiş,
bilahare 65 yaşını eylemesi hasebiyle eski müderrislik ve vâizlikteki
hizmetleri de dahili hesap edilmek sûretiyle Maarifçe tekâüdü icrâ olunmuştur.
Mumaileyhin evvelce de yüksek makamınıza verip 16/101933 tarih ve 1702/44667
sayılı yazınızla Maarif’e ve oradan da aidiyeti hasebiyle dairemize havale
edilmiş olan arzuhali üzerine keyfiyet 6/11/1933 tarih ve 3215 sayılı yazımızla
da arz ve izah edilmiştir. Vâizlik resmî bir memuriyet olduğundan 65 yaşını
mütecaviz bulunan dilekçinin bu vazifeye tayinine kanunen imkan ve salahiyet
görülemediğini saygı ile arz ederim. 9/5/1939
[205] Vaskird’in ismi Cumhuriyet
sonrası Işıkpınar olarak değiştirilmiştir. [Abdülkadir Gül-Adem Başıbüyük, Bir
Tarihi Coğrafya İncelemesi [Osmanlı’dan Cumhuriyete Erzincan Kazası],
(Konya: Salkımsöğüt Yayınları, 2011), s. 155]
[206] Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, s. 65.
[207] 1939 yılında 26 Aralık’ı 27
Aralık’a bağlayan gece, saat 02:00’da merkez üssü Erzincan olmak üzere 7.9
şiddetinde gerçekleşen bu depremde resmî kayıtlara göre 32.968 kişi vefât
etmiş; 116.720 binâ da tahrip olmuştur. 27 Aralık 1939 Erzincan Depremi
hakkında daha teferruatlı bilgi için bk. Meliha Avni-İ. Fahreddin Sertelli, 1939
Anadolu Zelzelesi, (İstanbul: Eminönü Halkevi Neşriyat, 1940); İlhan Haçin.
“1939 Erzincan Büyük Depremi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 30/88
(2014), s. 37-70; Murat Arpacı, “Şehrin Çöküşü ve Hafıza Mekânının İnşâsı: 1939
Erzincan Depremi Üzerine”, Kebikeç, 45 (2018), s. 221-238.
[208] Ünal Tuygun, Ahmed Mikdâd
Efendi’nin vefâtı ile ilgili şu bilgileri vermektedir: Mikdâd Efendi
vefâtından bir hafta önce felâketler hakkında vaaz etmiştir. Depremde
vefâtından sonra Selahiye Mahallesi’ndeki (doğrusu Salihiye Mahallesi
olmalıdır) evinin bahçesine defnedilmiştir. 1970’li yıllarda ise naaşı Terzi
Baba Merzarlığı’na nakledilmiştir. (Tuygun, Erzincan’ın Manevi Mimarları,
s. 139-141.) Kaynağı zikredilmeyen bu bilgilere ihtiyâtlı yaklaşmak gerekiyorsa
da Mikdâd Efendi’nin torunlarından Belir Bulut Hanımefendi, Mikdâd Efendi’nin
vefâtı sırasında Samsun’da olan kızı Hâlide Suat’ın deprem sonrası Erzincan’a
gelerek babasının kabrini aradığını fakat bulamadığını ifade etmiştir. Bu
bilgilere bakarak Mikdâd Efendi’nin kabrinin Terzi Baba Mezarlığı’na sonradan
nakledilmiş olması ihtimal dâhilindedir.
[209] A. Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât,
(İstanbul: Matbaa-i Hayriyye, 1331), s. 38-39.
[210]
08/04/2020 tarihli görüşme.
[211] Belir Bulut Hanımefendi ile
03/04/2020 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesi.
[212] Belir Bulut, 03/04/2020
tarihli telefon görüşmesi.
[213] Mesken-i Şer’î, hukûkî bir
ıstılah olarak “hukûken ev kabul edilebilecek mesken” manasına
gelmektedir. Mesken-i şer’î, zevcin zevcesine tahsîs edeceği mekândır ki
nâsın ve örf ve âdetin ihtilâfıyla muhtelif olur. Meselâ zevce-i mûsire-i
şerîfe içün müstakillen hâne tahsîs edilmek lâzım geleceği gibi
mütevassıtu’l-hâl zevce hakkında dahi ma’a murâfık yani beyt-i helâ ve
matbahıyla beraber müstakil kilidi bulunan oda tahsîs edilmek lâzım gelür.
Fakat zevce-i fakîreye helâ ve matbahı müşterek kilidi bulunan bir oda mesken-i
şer’î olabilür. [Ahmet Akgündüz, Osmanlı Tarih ve Hukûk Istılâhları
Kâmûsu, (İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2018), s. 827.]
[214] Hicrî 1332 yılına ait 1 nolu
Erzincan Şer’iyye Sicili’ndeki kayıtlar şöyledir:
*Medine-i
Erzincan’ın Dana Mahallesi’nde sâkine zâtı zeyl-i zabıtta muharrerü’l-esâmî
kimesnelerin ta’rifleriyle ma’rife Cemîle Hâtun ibnete Mahmûd bin ‘Ali Erzincan
Livâ mahkemesinde meclis-i şer’îmizde Sâlihiye Mahallesi’nde sâkin Divrikli
Hoca Ahmed Mikdâd Efendi ibn-i ‘Abdullah bin Mikdâd muvâcehe-i da’vâ eyledi:
Ben iki bin beş yüz bir gurûş mehr-i müeccel ile işbu hâzır-bi’l- meclis Hoca
Ahmed Mikdâd Efendi’nin zevce-i menkûhe-i medhûlün-bihâsı olup mûmâileyhin
firâşından hâsıla ve benden mütevellide sağîre kızım ‘Âyişe Fevziye’yi sekiz
mâh mukaddem nezdimden çıkarıp vâlidem hânesine göndererek târîh-i mezkûrdan
şimdiye kadar benimle sağîre kızım ‘Âyişe Fevziye’ye nafaka cinsinden dahi
nesne vermediğinden ve ben ve sağîre kızım mezbûre dahi nafaka ve kisve-bahâya
eşedd-i ihtiyâc ile muhtâclar olduğumuzdan ve mûmâileyhin diğer zevcesi olup
ikimizi bir hânede iskân eylediğinden zevcesi benimle sağîre kızı kadr-i ma’rûf
nafaka ve kisve-bahâ i’tâ etmesini ve ayrıca bir mesken-i şer’îde beni iskân
etdirmesini da’va eyledi.
*Müddeâ-aleyh
mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi dahi cevâbında mezbûre Cemîle Hanım ber-vech-i
muharrer zevce-i menkûha-i medhûlün-bihâsı olduğunu ikrâr ve i’tirâf edip ancak
mezbûreye tahsîs etmiş olduğu mesken-i şer’îye gelip itâ’at etmediği cihetle
cezâ-yı ihtibâsı olan nafaka kisveden imtinâ’ ederim deyü cevâb vermekle ne
diyeceği mezbûreden su’âl olundukda mûmâileyhâ mezbûre cevâbında mezkûr hâne
mesken-i şer’î olmadığını beyân eyledi. 12 Muharrem 1333
*Müddeâ-aleyh
irâ’e eyledigi hane mesken-i şer’î olmağa sâlih olup olmadığının bi’l-mu’âyene
ma’rifet-i şer’ile keşf olunması zımnında şer’iyye katibi ‘Ömer Lutfi Efendi’ye
tevdi’ olunarak mesken-i şer’înin irâ’esine kadar be-her-yevm zevce-i mezbûre
ile sağîre-i mezbûrenin infâkına altışar gurûş nafaka taraf-ı şer’ce farz ve
takdîr olunmuştur. 12 minh.
*Medîne-i
Erzincan’ın Sâlihiye Mahallesi’nde sâkin Divrikli Hoca Ahmed Mikdâd Efendi
ibn-i ‘Abdullah’ın zevce-i menkûha-i medhûlün-bihâsı gâ’ib ‘ani’l-mahalli Dana
Mahallesi’nde sâkine
[216] Ahmed Mikdâd Efendi’nin
oğlunun vefâtını bildirdiği dilekçesi şöyledir:
Diyânet
İşleri Reisliği Yüksek Huzûruna Ma‘rûzdur
Ma‘lûm-ı
sâmîleri olmak üzere bir seneden beri vazîfe uğrunda yorulmak ve o yolda
diyâr-ı gurbete düşmek evlâd u ‘â’ilemden mehcûr ve munkatı‘ bir hâlde yaşamak
dolayısıyla sefâlete düşmek yüzünden ‘hayli bir ta‘âdî-i dimâğiyyeye uğradım. Ben
şu hâl ve vaz‘iyyetde iken oğlum Özdemir Cevâd’ın vefâtını haber aldım. Erzincan’da
sayfiyyemin divârı delinmekle orada bırakılmış olan ba‘zı eşyâmızın sirkatin
işitdim. Bundan başka hâlen Artvin’de bulunan ‘â’ilemi oradan getirtmek
mecbûriyyetindeyim. Diğer efrâd-ı ‘â ’ilemle beraber bu senelik Erzincan dia
ikâmet etdireceğim. Artık şu mikdâr bir zamân-ı istirâhata çok muhtâcım her
zamân hakkımda ibzâl buyrılan âtıfet-i devletlerinden niyâzım budur ki
dînî-zirâ‘î-iktisâdî vâazlarımdan bir kısmını da Erzincan’da yapmak ve
bi’l-vesîle sayfiyyeye münhasır işlerimi görmek ve mekteblerin ta‘tîl müddetini
orada geçirmek üzere me’zûniyyetime merhamet ve müsâ‘ade buyrulmasını niyâz ve
istirham eylerim efendim. Bayburt Vâ‘izi A. Mikdâd (8/4/1931)
[217] Mikdâd Efendi, 22 Aralık
1911’de Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb adlı eserini
yazarken oğlunun henüz beş yaşına erişmiş olduğunu ifade etmiştir. Buna göre
Kemal Poyraz 1906 civarında doğmuştur. Hâkezâ mezar taşında da doğum tarihi
hicrî 1324 olarak kaydedilmiştir. (Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz
der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19.)
[218] İbrahim Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, 61.
Bu cihâd mesleğidir, sâlikini şâd eyler
Anı medh eyleyerek şânını Kur’ân söyler
Ana dâhil olanın kadri büyükdür her dem Oğlı ‘askerde kalan
başka şerefler n’eyler Cümle ashâb-ı kirâm etdi cihâdı birden
O yola girdi bütün hep yiğitler iyiler (A. Mikdâd, Tevhîd-i
Kâinât, s. 66.) Ahmed Mikdâd Efendi, bu bendde ifade ettiği üzere oğlu
Kemal Poyraz’ı askerlik mesleğine dâhil etmiş ve kendi ifadesiyle büyük bir
şeref elde etmiştir. Muhtemelen askerî rüşdiyede uzun yıllar hocalık yapmış
olması da bu hususta etkili olmuştur.
[219] A. Miktat Poyraz, Ozanlar,
s. 14.
[220] Mezar taşının fotoğrafı için
bk. “Fotoğraf Albümü”
[221] 07/04/2020 tarihli görüşme.
[222] Şiirin tamamı için bk.
“Şiirleri”. Hâlide Suat İliktekin hakkındaki bilgiler torunu Dara Tan
Beyefendi’den alınmıştır. (30/03/2020’de yaptığımız telefon görüşmesi.) Ayrıca
Mikdâd Efendi’nin kızı için yazdığı bu şiir de Dara Beyefendi’nin şahsî
arşivindedir. Verdikleri kıymetli bilgiler ile şiiri bize ulaştırmak lütfunda
bulundukları için kendilerine müteşekkiriz.
[223] A. Miktat Poyraz, Ozanlar,
s. 33.
[224] 03/04/2020’de yaptığımız
görüşme.
[225] Ahmed Mikdâd Efendi’nin oğlu
Abdülhâdî Bey bir tarihte, Erzincan emekli vâizi Ali Küçüker’e (d. 1935)
İbrahim b. Mehmed el-Kemâhî el-Üskübürdî’nin el yazması Kasîde-i Bürde şerhini
hediye etmiştir. [Ömer Menekşe, Kemah Alimleri, (İstanbul: y.y., 1996),
s. 49.]
[226] A. Mikdâd, Feryâd-ı
Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19-21.
[227] Belir Bulut Hanımefendi’den
naklen (08/04/2020 tarihli görüşme.)
[228] Çermeli Hoca hakkında daha
önceki sayfalarda bilgi verilmiştir. bk. s. 72 dipnot.
Müftü
Osman Fevzi Efendi: Erzincan’ın önde gelen sülalelerinden Topçuoğulları’na
mensuptur. 1862’de Erzincan’da doğmuştur. Babası Hoca Hacı Mehmed Sıddık
Efendi’den ve başka âlimlerden ders okuyarak icazet almıştır. 1884 yılında
Erzincan Müftülüğü vazifesine tayin edilmiştir. 1908-1912 arasında Erzincan
Livası Mebusu olarak görev yapmıştır. Erzurum Kongresi’nde bulunmuş; 1920’de de
milletvekili seçilerek meclise girmiştir. 1926’da müftülükten emekli olmuştur.
1939’da depremden bir gün önce vefât etmiştir. Terzi Baba Kabristanı’nda
medfûndur. (Akın, Geçmişten Cumhuriyete Unutulmayan Erzincanlılar, s.
84-87.) Ayrıca son devir Erzincan ulemâsı hakkında bk. Aynı eser, s. 69-90;
Kaya, Erzincanlı Son Devir Osmanlı Ulemâsı, Erzincan 2017.)
[229] Ömer Özcan, Risâle-i Nur
Hizmetkârları Ağabeyler Anlatıyor 5, (İstanbul: Nesil Yayınları, 2011), s.
264-265.
[230] Ömer Özcan, Risâle-i Nur
Hizmetkârları Ağabeyler Anlatıyor 5, s. 264.
[231] Müşir Mehmed Zeki Paşa
(1835-1929) hakkında geniş bilgi için bk. Akansel, Eski Erzincan’da Tarihi
Kışla ve Askeri Yapılar, (Erzincan: Erzincan Valiliği Yayınları, 1999), s.
50-52.
[232] Belir Bulut ile 03/04/2020
tarihli görüşme. Bilindiği üzere Türkçe’de “derdini Marko Paşa’ya anlat”
ifadesi bir deyim olarak halk diline yerleşmiştir. Şahitlerin ifadelerine göre,
üst düzey bir hekim olan Marko Paşa [ö. 1888] hemen herkesin şikayetlerini
sabırla dinler, talepleri yerine getirmeye gücünün yetmeyeceğini bilse dahi
dertlerini dinleyerek bir nevi şikayetçileri teskin ederdi. Ahmed Mikdâd Efendi
de bu yönüyle Marko Paşa’ya benzetilmiştir. Geniş bilgi için bk. Despina Anaç, Marko
Paşa [Pitsipios] 1824-1888, (İstanbul: Türk Kızılay, 2019), s. 83-84.
[233] Belir Bulut ile 03/04/2020
tarihli görüşme.
[234] Bu hususta bk. A. Mikdâd, Feryâd-ı
Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19-21.
[235] Belir Bulut ile 03/04/2020
tarihli görüşme
[236] Nizamettin Özbek, Erzincandan
Kemahtan, (Ankara: Emel Matbaası, 1982), s. 8.
[237] Feryâd-ı Dehşet-engiz
der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19-20.
[238] “Nevâ-yı Vahdet”, Cerîde-i
Sûfiyye, II/24-9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 6.
[239] Cerîde-i Sûfiyye, 24/18 (28 Şubat 1328), s. 8.
[240] Tevhîd-i Kâinât, s. 2.
[242] “Katarât-ı Hakîkat”, Beyânülhak, 1/6 (27 Teşrînievvel
1324), s. 114.
[243] “Bedi’a”, Cerîde-i Sûfiyye,
I/6-18 (2 Haziran 1328), s. 1.
[244] İkbal/Olcay Gazetesi
(23 Mayıs 1935), s. 3.
[245] Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, s. 64-65.
[246] Cerîde-i Sûfiyye,
24/18 (28 Şubat 1328), s. 8.
[247] Cerîde-i Sûfiyye,
24-20 (28 Mart 1329), s. 5.
[248] Cerîde-i Sûfiyye, 83
(30 Kânûnusânî 1329), s. 367-368.
[249] Ahmed Mikdâd Efendi, bu
manzûmeyi Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Bedî’a” adlı makalesinin
sonuna dercetmiştir. [Cerîde-i Sûfiyye, 18/2 (2 Haziran 1328), s. 1.]
[250] Cerîde-i Sûfiyye, 24/9
(19 Teşrinievvel 1328), s. 5-7.
[251] Tevhîd-i Kâinât, s. 62.
[252] “Enîn”, Cerîde-i Sûfiyye,
24-20 (28 Mart 1329), s. 5.
[253] “Nevâ-yı Vahdet”, Cerîde-i
Sûfiyye, II/24-9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 7.
[254] “Şiirler”, Cerîde-i
Sûfiyye, 24/18 (28 Şubat 1328), s. 8.
[255]
Şerefü’l-Mücâhidîn, s. 60.
[256] Feryâd-ı Dehşet-engiz
der-hakk-ı Trablusgarb, s. 6.
[257] Tevhîd-i Kâinât, s.
66. (Bu hususta diğer bazı örnekler için bk. Tevhîd-i Kâinât, s. 66-69.)
[258] “Nevâ-yı Vahdet”, Cerîde-i
Sûfiyye, II/24-9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 7.
[259] “Nazar ve Duâ”, Cerîde-i
Sûfiyye, II/ 24-8 (4 Teşrinievvel 1328), s. 4-5.
[260] “Bedîa”, Cerîde-i Sûfiyye,
I/6-18 (2 Haziran 1328), s. 1.
[261] A. Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât,
s. 29-30.
[262] A. Mikdâd, “Vasf-ı Cenâb-ı
Peygamber Salla’llahu ‘aleyhi ve-sellem”, Cerîde-i Sûfiyye, III/83 (30
Kânûnusânî 1329), s. 367-368.
[263] DİB Ahmed Mikdâd Efendi
Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050
[264] Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, s. 64-65.
[265] Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp,
s. 2.
[266] Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp,
s. 2.
[267] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 3.
[268] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 4.
[269] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 8.
[270] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 10.
[271] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 12.
[272] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 15.
[273] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 15.
[274] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 18.
[275] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 20-21.
[276] Ahmed Mikdâd, Tevhîd-i
Kâinât, s. 29.
[277]
Tevhîd-i Kâinât, s. 52.
[278] Tevhîd-i Kâinât, s.
79.
[279] Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, s. 63.
[280] A. Miktat Poyraz, Ozanlar,
s. 22.
[285] Erzincân Meşâhîr-i ‘Ulemâ-yı
Benâmından Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi ve Rüşdiye-i ‘Askeriye İmlâ
Mu‘allimi Ahrârdan Fazîletlü Ahmed Mikdâd Efendi, Cevâhiru’l-efkâr
fî-Keşfi’l- esrâr, s. 6-7.
[286] Cevâhiru’l-efkâr fî-Keşfi’l-esrâr, s. 3-6.
[287] Cevâhiru’l-efkâr fî-Keşfi’l-esrâr, s. 8.
[288] Ahmed Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn,
s. 60.
[289] Abdullah Taha İmamoğlu, “I. Dünya
Savaşına Bibliyografik Bir Katkı: Osmanlı'da Cihad Risaleleri”, Savaş Tarihi
Araştırmaları Uluslararası Kongresi, 100. Yılında I. Dünya Savaşı ve Mirası
Bildiri Kitabı, ed. Halil Çetin-Lokman Erdemir, (Çanakkale: Çanakkale
Valiliği Yayınları, 2015), I, 151-179.
[290] Abdullah Taha İmamoğlu, “1853-1856
Kırım Savaşına Dair Bir Cihad Risalesi”, Kafkas Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 6/11 (2019), s. 39-48.
[291] Mikdâd Efendi sicil
varakasında eserlerini şöyle saymaktadır: ... yalnız iki forması matbû' elli
formalık “Cevâhir-i Efkâr” nâm kitâbımdan başka, “Bahr-i Ferâ’id”,
“Dürretü’l-Emced”, “Felekü’d-dîn”, “Nazmu’l-mantık”, “Tebyîn-i Sıfât”,
“Tescîl-i ‘Aka'id”, “Fıkh-ı Evsat Tercemesi”, “Misbâh-ı Dîn”, “Hurşîd-i
Ma'ârif”, “Envâr-ı İslâm”, “Rehber-i Mürîd”, “Bir ‘Âlimin Felâketi yâhud Kanlı
Kederler” nâm eserlerim gayri matbû'dur. (Metnin tamamı için bk. EK 2)
[292] Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, s. 63.
[293] Mikdâd Efendi, Tevhîd-i
Kâinât adlı eserinin arka kapağına bu eserle alâkalı şu notu eklemiştir: Lügât-ı
Kur’ân ve Buhârî nâm eserimi -inşâallah- hitâm-ı harbde ikmâl eder, cümlesinin
tab’ ve neşrine çalışırım ve mina’llahi’t-tevfîk.
[294] Tevhîd-i Kâinât adlı
eserinin arka kapağındaki listede iki eser Hurşîd-i Ma’ârif: Dîvânçem
şeklinde kaydedilmiştir. Bu kayda bakarak bu ikisinin aynı eser olduğunu ifade
edebilirsek de diğer kaynaklarda bunlar müstakil olarak zikredilmiştir.
[295] Nevâ-yı Mîzân ve Îsâgocî
Tercemesi adlı eserler de Tevhîd-i Kâinât’ın arka kapağında aynı
eser olarak kaydedilmiştir. Fakat diğer kaynaklarda müstakil eserler olarak
zikredilmektedir.
[296] Tevhîd-i Kâinât’taki
listede bu eser Nasâyıh ve Hâtırât-ı Harbiyye ismiyle kayıtlıdır. Ayrıca
Ahmed Mikdâd Efendi aynı yerde, bu hatırâtın kırk deftere yaklaştığını da ifade
etmiştir.
[297] Bu defterden şahsî arşivlerde
ve sicil dosyasında kalmış birkaç parça şiir çalışmamıza eklenmiştir.
[299] Yavuz Kartallıoğlu, “Osmanlı Türkçesindeki Ekler Dudak Uyumuna
Göre Nasıl Okunmalıdır?”, Turkish Studies 3/6 (2008), s. 465-480.
[300] James W. Redhouse, A
Turkish And English Lexicon, (İstanbul: Çağrı Yayınları, 2011).
[301] İsmail Ünver, “Çevriyazıda
Yazım Birliği Üzerine Öneriler”, Turkish Studies 3/6 (2008), s. 8-33.
[302] Şiirler tarihî sıraya göre
dizilmiştir.
[303] Ahmed Mikdâd Efendi, bu
manzûmeyi Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Bedî’a” adlı makalesinin
sonuna dercetmiştir. [Cerîde-i Sûfiyye, 18/2 (2 Haziran 1328), s. 1.]
Ahmed Mikdâd Efendi’nin bütün şiirlerini bir yerde toplamak maksadıyla bu
manzûme buraya da alınmıştır.
[304] Cerîde-i Sûfiyye, 24/9
(19 Teşrinievvel 1328), s. 5-7.
[305] Metinde “^V(bâlâ) şeklinde
geçmekle birlikte manâya muvafık olan ” ^j” (belâ) olmalıdır.
[306] Metinde “ ^j' ”
şeklinde yazılmakla birlikte manaya uygun olarak “cflj'” “olan” şeklinde
düzeltilmiştir.
[307] “habl” kelimesi ip, urgan
manâsına gelmekle Âl-i İmrân Sûresi’nde geçen “hablu’llah” (Âl-i İmrân 3/103)
terkibini ve Kur’ân’ın Allah’ın ipi oluşunu ifade eden muhtelif hadîs-i
şerîfleri telmihen kullanılmış bir ifadedir. (M. Zeki Duman, “Hablullah”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1996, XIV, 380.)
[308] Cerîde-i Sûfiyye,
24/18 (28 Şubat 1328), s. 8. Mikdâd Efendi bu şiirin sonuna ismini “Çatalcada
Gönüllü Ahmed Mikdâd” şeklinde kaydetmiştir. Cerîde-i Sûfiyye’deki
başlık “Şiirler” şeklindedir.
[309] Cerîde-i Sûfıyye, 24-20
(28 Mart 1329), s. 5.
“Enîn”
yani inleme, inilti başlığını taşıyan bu şiir, Balkanlardaki devletçikler ile
Osmanlı Devleti arasındaki harbin ilk safhası Osmanlılar için ciddî bir
hezîmetle neticelendiği sıralarda neşredilmiştir. I. Balkan Harbi 8 Ekim
1912’de Karadağ Prensliği’nin Osmanlı’ya harp ilanı ile başlamış; daha önce
aralarında ittifaklar tesis eden Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın da
müdâhil olmasıyla dört müttefik devletçik Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa
girmiştir. Büyük hezîmetle sonuçlanan, binlerce şehit verilen, Balkanlar’dan
İstanbul’a ve Anadolu’ya büyük bir göç dalgasına sebep olan I. Balkan Harbi
sonunda Osmanlı Devleti, Edirne ve Kırklareli’yi dahi kaybetmiştir. Mikdâd
Efendi’nin bu şiiri de Bulgar muhasarasına beş aydan uzun bir süre dayanan
Edirne’nin 26 Mart 1913’te teslim olmasından aşağı yukarı 15 gün sonra
neşrolunmuştur. Balkan Devletçikleri arasındaki toprak paylaşımı
anlaşmazlıkları neticesinde patlak veren Bulgaristan ile Romanya, Yunanistan,
Sırbistan, Karadağ arasındaki II. Balkan Savaşı’na Edirne’yi geri almak için
Bulgaristan’a taarruz ederek katılan Osmanlı Devleti, Bulgaristan’ın beş devlet
karşısında yıkıma uğramasıyla Edirne’yi tek kurşun atmadan geri almıştır. Batı
Trakya ve Dimetoka da bu savaşta geri alındıysa da buralar daha sonra terk
edilmek zorunda kalınmıştır. Mikdâd Efendi’nin bu şiirde “Yetişin bunca mezâlim
yapıyor Bulgarlar” mısrasıyla Bulgaristan’ı ayrıca zikretmesi de muhtelif
bölgelerde ve bilhassa Edirne’de yapılan Bulgar mezâlimi sebebiyledir. Hunharca
öldürülenler, katledilenler bir tarafa, sadece Edirne muhasarası sırasında
açlık ve sefâlet sebebiyle 225.000’den fazla müslüman vefât etmiştir. (Balkan
Savaşları hakkında daha geniş bilgi için bk. Küçük, “Balkan Savaşı”, V, 23-25;
Öztuna, “Balkan Savaşları’nın Kısa Tarihi”, Bir Asır Sonra Balkan Savaşları
(Utanç Verici Bir Hezîmetin Muhasebesi), s. 13-32.) Balkan Savaşları, edebî
âlemde de ciddî bir akis uyandırmıştır. Mikdâd Efendi’nin şiiri gibi onlarca
şiir mecmualarda neşrolunmuş; Türk edip ve şairleri manzum-mensur birçok eserle
bu elîm hezimeti ve acı hadiseleri kayıt altına almıştır. Bu ağır hezîmeti
manzumelerine mevzu olarak alan şairler arasında Mehmed Âkif, Ali Cânip
[Yöntem], Aka Gündüz, Rıza Tevfik [Bölükbaşı] gibi meşhûr isimler de yer
almaktadır. Misal olarak, Mehmed Âkif Balkanlar’da müslümanlara yapılan zulmü Sebilü’r-Reşad
mecmuasında neşrolunan şiirinde şöyle ifade etmiştir:
İlâhî,
altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı
Yanan
can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı Ne masum ihtiyarlar süngüler
altında kıvrandı!
Şu
küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı (Sebîlürreşâd-27 K.
Evvel/Aralık 1912)
Yine
Ömer Seyfettin, Fuad Köprülü gibi edipler de öykülerinde Balkan hezimetini
işleyen isimler arasında yer almaktadır. Daha teferruatlı bilgi için bk. Haluk
Harun Duman, “Balkan Felâketinin 100. Yılında Savaşın Edebiyattaki Yankıları”, Bir
Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezîmetin Muhasebesi), s.
189-206; Aynı mlf., Balkanlara Veda, (İstanbul: Marmara Belediyeler
Birliği Kültür Yay., 2017.)
[310] Cerîde-i Sûfiyye, 83
(30 Kânûnusânî 1329), s. 367-368.
[311]
Vezin aksamaktadır.
[312] Bu mısrada vezin
aksamaktadır.
[313] Bu manzûme A. Mikdâd Efendi
tarafından “Şerefü’l-Mücâhidîn” adlı risalesinin son kısmına
dercolunmuştur. Ahmed Mikdâd Efendi’nin bütün şiirlerini bir yerde toplamak
maksadıyla bu manzûme buraya da alınmıştır. (A. Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn,
s. 60.)
[314] Bu şiir, Ahmed Mikdâd
Efendi’nin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki 23-2050 arşiv numaralı özlük
dosyasından alınmıştır. Dosya tasnif edilmediği için evraklara numara
verilmemiştir. Muhtemeldir ki Mikdâd Efendi bu şiiri içinde bulunduğu müşkül
durumu daha açık şekilde ifade etmek arzusuyla bir dilekçesine veya
dilekçelerine ek olarak kaleme almış ve bu şiir böylece özlük dosyasına
girmiştir. Mikdâd Efendi tarafından bu şiirin sonuna şu not eklenmiştir: Duygu
Demetleri nam eserimin 9’uncu defteri 128’inci sahifesinden 1-8-931 Sabıkan
Erzincan şimdi Bayburt Vaizi M
[315] Ahmed Mikdad Efendi, vaizlik
vazifesinin elinden alınarak, Diyanet İşleri kadrosundan çıkarılması üzerine
5-1-1932 tarihinde Artvin’de Başvekil İsmet Paşa’ya hitaben bir istidâ kaleme
alarak bu iki beyti sayfanın alt kısmına eklemiştir. Bahsi geçen istidâ
şöyledir:
Yüksek
huzurlarına Arzı ta’zimatımdır
Paşa Hazretleri! Cenâbı Hak ömrünüzü afiyetinizi uzun
etsin. Ben sizi çok sevenlerdenim ve size pek yakın toprak hemşehriniz olan
sabık ordu nasıhı Hoca Mikdad’ım. Sizin lutfunuzdan, kereminizden umarım ki
benim istidamı tetkik buyurur şahsi bir garaz yüzünden uğratılmış olduğum şu
türlü felaketten kurtarılmaklığımı irade buyurursunuz Büyük Baş Vekilim
Efendim. Artvin 5-1-1932 Duacılarından Divrikli A. Miktat (Ahmed Mikdâd
Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası [Dosya No: 23- 2050]/Belgenin aslı için bk.
EK 13)
[316] Mikdâd Efendi, 30/3/1935
tarihinde Osmanlı harfleri ile yazdığı bu şiirin sonuna şu notu düşmüştür: Kızım
bu bir şiirdir. Buna bakıp da müteessir olma. Ancak öyle haberinizi kesip
mektuplarınızın arasını uzatma. Haydi Cenâb-ı Hakk’a emanet olasın.
Babanız
Ahmet Miktat Poyraz 30/3/1935
Şiirin
arkasında ise “Bu manzumeyi müstacel yazdım ve defterime de henüz çekmedim.
Binaenaleyh zayi etmeyiniz ki bilahare bir suretini kaydedeyim.” notunu
düşmüştür. (Manzûmenin el yazısı aslı için bk. EK 14)
Şahsî
arşivindeki bu şiiri lütfederek bize ulaştıran Mikdâd Efendi’nin kızı Hâlide
Suat İliktekin’in torunlarından Dara Tan Beyefendi’ye müteşekkiriz.
[317] İkbal/Olcay Gazetesi
(23 Mayıs 1935), s. 3.
İkbâl
Gazetesi Trabzon’un yerel gazetelerindendir. 1909 Eylül’ünde yayın hayatına
başlamıştır. Sahibi Osman Nûri [Eyüboğlu]’dur. 1935’e kadar İkbâl adıyla yayına
devam eden gazete o yıl, dildeki tasfiye/sadeleştirme hareketine bağlı olarak
olsa gerek, Olcay adını almıştır. İsim değişikliğinin yapıldığı
sıralarda birkaç sayı İkbâl/Olcay şeklinde iki isimle neşrolunmuştur.
Yayın hayatına fasılalarla 1948’e kadar devam etmiştir. 8 Mart 1941’de
gazetenin sahibi Osman Nûri Eyüboğlu vefat ettikten sonra gazetenin basıldığı
aynı adlı matbaanın raflarında muhafaza edilen koleksiyonun satılması,
dağıtılması neticesinde gazetenin bu eksiksiz koleksiyonu yok olmuştur.
Kütüphanelerde ve şahsi arşivlerde muhtelif sayıları mevcuttur. Teferruatlı bilgi
için bk. Hüseyin Albayrak, Dünden Bugüne Trabzon Basını, (Ankara:
Trabzon İli ve İlçeleri Eğitim Kültür ve Sosyal Yadımlaşma Vakfı Yay., 2010),
II, 1-21; Aynı eser, I, 83-93.
Baba
Salim [Öğütçen]: Asıl adı Mehmet Sâlim’dir. 1887’de Trabzon’da doğdu. Küçüklüğünden
itibâren âşık tarzı şiir söylemeye meraklıydı. Trabzon’da esnaflık, fırıncılık,
tatlıcılık gibi muhtelif işlerle uğraşırken şiirler söylemeye devam etti. Saz
çalmakta da mahirdi. Yerel dergi ve gazetelerde çok sayıda manzume neşretti.
Baba veya âşık lakaplarıyla tanındı. Şiirlerini Divan’ı Baba Salim
adıyla kitaplaştırarak 1952’de neşretti. 29 Aralık 1959’da İstanbul’da vefat
etti. Hayatı ve sanatı hakkında teferruatlı bilgi için bk. Baba Salim, Divan’ı
Baba Salim, (Eskişehir: y.y., 1952); Elif Şebnem Kobya, “Baba Salim
Divanı”, (yüksek lisans tezi), Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2008; Hamamizade İhsan, Baba Salim, (İstanbul: y.y., 1930);
Nesib Yağmurdereli, Baba Salim Hayatı ve Şiirleri, (Trabzon: y.y.,
1946).
[318] 13 ve 14 numaralı şiirler, Mikdâd Efendi’nin anne-babasını ziyâret
maksadıyla medfûn
bulundukları
İstanbul Topkapı Mezarlığı’na gidişi neticesinde yazılmıştır. Şiirden
anlaşıldığı kadarıyla ne annesinin ne de babasının kabrini bulabilmiştir.
Ayrıca şiirlerin sonuna şu notu da eklemiştir: Duygu Demetleri yigirmi
ikinci defteri son sahifelerinden / 28/6/1935 İstanbul’dayım. A.Miktat Poyraz
Bu iki
şiir, Ahmed Mikdâd Efendi’nin kızı Hâlide Suat İliktekin’in torunlarından Belir
Bulut Hanımefendi’nin şahsî arşivindedir. Bu şiirleri bize ulaştırma lütfunda
bulundukları için kendilerine müteşekkiriz.
[319] Aslanoğlu, Divriği
Şairleri, s. 64-65.
[320] Trablusgarp Savaşı’nın
akisleri edebî âlemde de görülmüş, bu savaş birçok şiire, hikâyeye, tiyatroya,
mektuba ve hatırata konu olmuştur. Müstakil olarak basılmış manzûmelere misâlen
Recep Vahyî’nin Manzum Türkiye-İtalya Harbi [Recep Vahyî, Manzûm
Türkiye-İtalya Harbi, (İstanbul: y.y., 1328), 40 s.] ve Ahmed Mikdâd
Efendi’nin bu eseri zikredilebilir. Trablusgarp Savaşı’nın edebiyata
yansımaları hakkında geniş bilgi için bk. Hasan Ulucutsoy, “Türk Savaş
Edebiyatı ve Propaganda (1828-1912)” (doktora tezi), Marmara Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2019, s. 344449; Ömer Çakır, “Ana
Çizgileriyle Türk Harp Edebiyatında Trablusgarp Savaşı”, Osmanlı Devleti’nin
Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları Sempozyumu Bildiriler Kitabı,
haz. Mehmet Ersan-Nuri Karakaş, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 2013), s.
667-682.
[321] İşaret edilen ayetler
şunlardır: Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp, küçük
birlikler hâlinde, yahut topluca savaşa gidin. (el-Nisâ 4/71); Onlara
karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın
düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat
Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne
harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez. (el-Enfâl
8/60)
[322] Bu mısra hakkında A. Mikdâd
Efendi eserinin başına şu notu düşmüştür: Bir sıçramada “Roma”dayız anı
gelince mısraında oradayız denirse bütün düşmanlara şâmil olur.
[323] “Vatan sevgisi imandandır”
manasına gelen “cMiV' û* û^' 4*”
ifadesinden iktibasen
kullanılmıştır.
Hadis ulemâsının genel görüşü bu ifadenin mevzû olduğu yönündedir. Bir kısım
âlimler lafzen mevzu olmakla birlikte manâ itibârıyla sahih olduğunu
söylemişlerdir. [Aclûnî, Keşfu’l- Hafâ, Hadis No: 1102, (Dımaşk:
Mektebetü’l-İlmi’l-Hadîs, t.y.), s. 393-394.]
[324] Bu beyit “fâ i lâ tün fâ i lâ
tün fâ i lâ tün fâ i lün” vezniyle yazılmıştır.
[325] Trablusgarp Vilayeti, beş
sancaklık bir idârî birlikten müteşekkildi. Bunlar Trablusgarp, Humus, Bingazi,
Cebel-i Garbî ve Fizân sancaklarıydı. Derne ise Bingazi Sancağı’nın
kazalarından birisidir. Teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Kavas, “Trablusgarp”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2012, XLI, 288-291.
[326] Metinde “^j"”
şeklinde geçmekle birlikte doğrusu “^j"” olmalıdır.
[327] Dretnot (ing. dreadnought),
İngilizler tarafından imal edilip kullanılan (1906) zırhlı bir savaş gemisidir.
Sonraları bu türlü savaş gemilerine de isim olmuştur. [İlhan Ayverdi, Misalli
Büyük Türkçe Sözlük, (İstanbul: Kubbealtı, 2010), s. 306.]
[328] Bu mısrada vezin
aksamaktadır.
[329]
*Muhâliflere (mlf.)
[330] **Meb‘ûsândır (mlf.)
[331] ***Fî 9 Kânûnuevvel 327 Cum‘a
ertesi gecesi sâ’at dokuzda tesvîde devâm ederken mahdûmum Kemâl gözlerini
açarak bilâ-tekellüm harekât-i kalemiyyemi tuhaf bir vaz’iyyetle seyretmesine
mebnî bu ceryân vukû’ buldu. (m. 22 Aralık 1911) (mlf.)
[332]
*Meydana çıkmak. (mlf.)
[333] Sehven ”^IjjI” şeklinde
yazılmış.
[334] “mef ‘ûlü me fâ ‘îlü me
fâ’îlü fe ‘ûlün”
[335] Vezin aksamaktadır.
[336] Vezin aksamaktadır.
[337] “Kelîm”, “Kelîmu’llah”,
Cenâb-ı Allâh ile konuşan manâsında Hz. Musa (a.s.)’nın lakabı idi. Detaylı
bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Mûsâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi (DİA), 2006, XXXI, s. 210-213.
[338] Bu altı mısrada, Hz. Musa’nın
A’râf Sûresi’nde anlatılan Rabbini görmeyi istemesi hadisesi nazma dökülmüştür.
“Erim” ifadesi “bana görün” anlamına gelmektedir.
el-A’râf
7/143: Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca,
“Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada)
katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni
görebilirsin. ” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ
da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah ’ım! Sana
tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.
[339] İhlas Sûresi’nin 3. âyetinden
iktibas edilen “Lem yelid’ ifadesi “doğurmamıştır” manasına gelmektedir.
el-İhlas 112/3: O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi
de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).
[340] Kur’ân-ı Kerîm’in birçok
âyetinde geçmekte olan bu ibare “indirdik” manasındadır.
[341]
“»^Lll jü” (dârü’s-selâm) el-En’âm
6/127’de ve Yûnus Sûresi 10/25’te geçen “selâm
yurdu/cennet” manâsında bir ibâredir.
[342] “Kün” ibaresi “ol” manasına
gelmektedir. Nahl Sûresi’nin 40. ayetinden iktibasen kullanılmıştır: Biz bir
şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “ol” dememizdir. O da
hemen oluverir. (el-Nahl 16/40)
[343] Beyt-i ma’mûr yahut
beytü’l-ma’mûr, Hz. Âdem’le yeryüzüne indirilip Tûfan’dan sonra tekrar göğe
çıkarıldığına inanılan yedinci kat gökteki köşk manasına gelmektedir. [İskender
Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, (İstanbul: Kapı Yayınları,
2007), s. 71.] Tasavvuf literatürde ise genellikle Allah’ın tecellî ettiği,
doldurduğu mü’min kulun gönlü, âriflerin, insan-ı kâmilllerin kalbi manasında
kullanılır. Nitekim “Yerlere ve göklere sığmadım ama mümin kulumun kalbine
sığdım.” kutsi hadisiyle de bu eve işaret edildiği ifade edilmiştir. [Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2012),
s. 74.] Ahmed Mikdâd Efendi de “beyt-i ma’mûr” terkibini yedinci kat gökteki
köşk manasına atfen kullanmıştır.
[344] * Bu dört mısranın vezni “mef
‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.
[345]
Parlak. (mlf.)
[346] * Bu üç mısranın vezni “mef
‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.
[347] İndikden sonra buhâr olup
havaya çıkmak. (mlf.)
[348] Tevhîd-i Kâ ’inât’ın
birinci su ’âli budur, bâkı su ’âl ve cevâblar bundan sonra tulû ‘ etmişdir.
Buna da sebeb Erzincan Rüşdiyye-i ‘Askeriyyesi cephesinde bir ince dut ağacıdır
ki [1]326 senesi dershâneden yapraksızlığını düşünerek Kânûnuevvelde bahâr
hayâtını hâtırladım da hîn-i tefekkürde şu cereyân vuku ‘ buldu. (mlf.)
[349] “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ
‘îlü fe ‘û lün”
[350] Burada mütehayyir kaldım,
hiçbir şey yazamadım. Yazdığım da uymadı. Dedim ki yâ Rab ‘âlimler, şâ‘irler
‘âciz kalınca senin lutfundan istimdâd ederler. ‘Âciz kaldım lutf et, nâ-gâh
kalbime emr edip ‘âlem-i ‘ulvîye mısrâ‘ı sânih oldu! (mlf.)
[351] * Bu dört mısranın vezni “mef
‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.
[352] Mescidi imâr cemâ ‘ate
devâmladır. (mlf.)
[353]
Altın. (mlf.)
[354] * Bu iki mısranın vezni “mef
‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.
[355]
Benzemek. (mlf.)
[356]
Gök. (mlf.)
[357] * İlk mısranın vezni “fe
‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün”; diğer beş mısranın vezni “mef ‘ûlü
mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.
[358] * İkinci mısranın vezni “fe
‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün”dür. Son mısranın vezni ise
aksamaktadır.
[359]
Sürmek.(mlf.)
[360] Mükerrer nasîhatden sonra.
(mlf.)
[361] Sırdır. (mlf.)
[362]
Reîs. (mlf.)
[363] * Bu bendin vezni “mef ‘ûlü
mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.
[364] * Bu dört mısranın vezni “mef
‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.
[365]
Müstehzî. (mlf.)
[366] Babası. (mlf.)
[367] Çünkü her fenâlık boş
gezmeden çıkar. (mlf.)
[368] Şöhretli! ‘İndehu doğru
şâhidlere ecr-i ‘azîm vardır. (mlf.)
[369] Durmak, durdurmak.
(mlf.)
[370] Berâ’et veya hüküm ile
müjdelemek. (mlf.)
[371] Tevhîd-i Kâ’inât’ın
sonuna eklediği bu notla bir nevi kaleme aldığı eserin kıymetini bildirmeyi
arzu eden Mikdâd Efendi, eserinin on sekizinci sayfasındaki beyitten sonra
secde edilerek Allah’tan hâcetin istenebileceğini; ayrıca bu eserin tefeül
amacıyla da kullanılabileceğini ifade etmektedir. Fal bakmak manasına gelen
tefeül eskiden bakla, kahve telvesi vs. yanında Kur’an-ı Kerîm’den rastgele bir
sayfa açmak sûretiye de yapılırdı. Hâfız Dîvânı da tefeül için kullanılan
kitaplardandı. Divan’dan tefe’ül, açılan bir sayfa ve o sayfanın başında,
ortasında veya sonundaki beytin manasına bakmak sûretiyle yapılırdı. (Pakalın, Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 434.) Mikdâd Efendi de aynı
usûlle, kendi eserinin de kullanılabileceğini, usûlünü de tarif ederek beyan
etmekte ve bu yolla bakıcıların, yani falcıların, aldatmasından halâs
olunacağını bildirmektedir.
[372] Mikdâd Efendi, “Şairler”
başlığı altında 278 kıtada iki yüz elliye yakın şairin ismini zikretmektedir.
Adı geçen şâirlerin neredeyse tamamı meşhur, hakkında çok sayıda araştırma,
inceleme yapılmış isimlerdir. Bu sebeple çalışmamızın hacmini gereksiz bir
dipnot kalabalığı ile genişletmemek için bu şâirler hakkında bilgi
verilmemiştir. Adı zikredilen şairlerin alfabetik listesi için bk.
Eserleri/Manzum Eserleri/Ozanlar
[373] Eğinli Sırma Hanım, Mikdâd
Efendi’nin annesidir. Mikdâd Efendi’nin nüfus tezkeresine göre esas adı
Âişe’dir. Divriği Kesme Nahiyesi’nden Abdullah Ağa’nın eşidir. Kocasından dört
yıl sonra 1891’de İstanbul’da vefât etmiş; Topkapı Mezarlığı’na defnolunmuştur.
[374] Kemal Poyraz (1906-1966),
Ahmed Mikdâd Efendi’nin oğludur. 1906’da Erzincan’da doğmuştur. Jandarma
başgediklisi olarak görev yapmıştır. 1966’da vefât etmiştir. Erzincan Terzi
Baba Mezarlığı’nda annesi Naime Hanım ve babası Ahmed Mikdâd Efendi ile yan yana
medfûndur.
[375] Ahmed Mikdâd Efendi’nin
kızlarından Hâlide Suad (1913-1987), Erzincan’da doğmuştur. Annesi Mikdâd
Efendi’nin ikinci hanımı Naime’dir. Ebubekir Sıtkı İliktekin (1905-1981) ile
evlenmiştir. 04/02/1987 tarihinde Ankara’da vefât etmiştir.
[376] Metinde bu dörtlükten sonra
gelen altı kıt’a daha önce geçmiş olan kıt’aların tekrarıdır. Bu tekrarın
sehven olduğu düşünülerek bu altı kıt’a buraya alınmamıştır.
« Prev Post
Next Post »