Print Friendly and PDF

Translate

AHMED MİKDÂD EFENDİ

|







T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI

İSLAM TARİHİ VE SANATLARI BİLİM DALI

AHMED MİKDÂD EFENDİ:

HAYATI VE KÜLLİYATI

Doktora Tezi

ERHAN SALİH FİDAN

Danışman: DOÇ. DR. AHMET KARATAŞ

ÖZET

Ahmed Mikdâd Efendi, 1872 yılında Sivas/Divriği/Kesme Köyü’nde doğdu. Sekiz yaşında iken tahsiline devam etmek için ailesiyle birlikte İstanbul’a gitti. Sultan II. Abdülhamid devrinde ciddî bir medrese tahsili gördüğü sıralarda muhalif duruşu ve birtakım beyânâtı sebebiyle İstanbul’dan sürgün edildi. Bu sürgün neticesinde 1899 yılında Erzincan’da muallimlik vazifesine başladı. Sonraki yıllarda müderrislik vazifesi de uhdesine verildi. 1912 yılında Balkan Harbi’ne gönüllü olarak iştirâk etti; askerin manevî kuvvetini takviye edecek vaazlar verdi. Aynı amaçla şiirler, eserler kaleme aldı. Bu hizmetlerinden dolayı bir madalya ile taltif edilerek Erzincan vaizliği vazifesi verildi. Aynı sûrette Kafkas Cephesi’nde ve Millî Mücâdele’de de hizmetlerde bulundu. Soyadı kanunundan sonra Poyraz soyismini aldı. Uzun yıllar Erzincan’da muallimlik, müderrislik ve vaizlik yaptıktan sonra 1931 yılında Bayburt’a tayin edildi. Artvin’de ve Trabzon’da da görev yaptıktan sonra 1936 yılında emekli oldu. Aynı yıl Erzincan’a dönen Ahmed Mikdâd Poyraz 27 Aralık 1939 Erzincan Depremi’nde vefât etti. Altmış yedi yıllık ömründe manzum mensur kırka yakın eser kaleme alan Ahmed Mikdâd Efendi, manzumelerinde hem halk şiirinin hem de divan şiirinin örneklerini sunmuştur. Şahit olduğu yahut bizzat katıldığı savaşları da manzumelerinde işleyen Mikdâd Efendi bu manâda savaş edebiyatına da önemli katkılar yapmış bir isimdir. Bu çalışmada Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayatı, arşiv evrakından ve eserlerinden hareketle bütün teferruatıyla ortaya konulmaya çalışılmıştır. Birinci bölümde, Mikdâd Efendi’nin eserlerinin, arşiv evrakının, devrin şahitlerinin ve aileden alınan bilgilerin ışığında geniş bir biyografi oluşturulmuştur. İkinci bölümde yine eserlerinden hareketle Ahmed Mikdâd Efendi’nin ilmî ve edebî şahsiyeti, şiirinin hususiyetleri ele alınmıştır. Son bölümde ise Ahmed Mikdâd Efendi’nin matbu eserleri, mecmualardaki makaleleri ile şahsî arşivlerde ve yine mecmualarda kalmış şiirleri günümüz harflerine aktarılmıştır. Çalışmanın sonuna mühim evrakın asıllarının gösterildiği ekler kısmı ve bir fotoğraf albümü eklenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Türk-İslam Edebiyatı, Ahmed Mikdâd Efendi, Biyografi, Sürgün, Savaş, Sivas, Divriği, Erzincan.

ABSTRACT

Ahmed Mikdâd Efendi was born in Sivas/Divriği Kesme Village in 1872. He went to Istanbul with his family to continue his education when he was eight years old. During the reign of Sultan Abdülhamid II, he was exiled from Istanbul due to his opposing stance and some statements while continuing madrasah education. As a result of this exile, he started to work as a teacher in Erzincan in 1899. In the following years, the duty of mudarris was given to him. He voluntarily participated in the Balkan War in 1912; he gave sermons to reinforce the spiritual strength of the soldiers. He wrote poems, articles and books for the same purpose. He was awarded a medal for his Services and was given the duty of Erzincan preacher to him. He also served in the First World War/Caucasian Front and the Turkish war of independence at the same time. He took the surname Poyraz after the surname law. After working as a teacher, mudarris and preacher in Erzincan for many years, he was appointed to Bayburt in 1931. After working in Artvin and Trabzon, he retired in 1936. Ahmed Mikdâd Poyraz returned to Erzincan the same year and died in the 27 December 1939 Erzincan Earthquake. Ahmed Mikdâd Efendi, who wrote nearly forty poetic and prosaic works in his sixty-seven years of life, presented examples of both folk poetry and divan poetry in his poems. Mikdâd Efendi who also mentioned the wars of his time in his poems, in this sense, is a writer who made important contributions to war literature. In this study, the life of Ahmed Mikdâd Efendi was tried to be put forward in all details, based on archive documents and his works. In the first chapter, a wide biography has been created in the light of Mikdâd Efendi's works, archive documents, witnesses of the era and the information received from the family. In the second chapter, the scientific and literary personality of Ahmed Mikdâd Efendi and the characteristics of his poetry are discussed again, based on his works. In the last chapter, the printed works of Ahmed Mikdâd Efendi, his articles in magazines and his poems which were in personal archives and magazines were transferred to Latin letters. At the end of the study, the appendix showing the originals of the important documents and a photo album is added.

Keywords: Turkish-Islamic Literature, Ahmed Mikdâd Efendi, Biography, Exile, War, Sivas, Divriği, Erzincan.

ÖN SÖZ

İsmini, kudretini hazret-i Hakk’ın tezkâr Ederim leyl ü nehâr nâmını her dem tekrâr (A.Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât, s. 53.)

Ahmed Mikdâd Efendi, 1872-1939 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekildiği; Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir anlayışla ortaya çıktığı devrede yaşamıştır. Hâliyle, baştaki manzûmede de kısmen ifade ettiği, bu çetin zamanlardan payına düşen zorlukları da omuzlamak mecburiyetinde kalmıştır. Sultan II. Abdülhamid devrinde İstanbul’da bir medrese talebesi iken memleketine sürgün edilmesi onun dönemin kargaşasından ilk nasibidir. Daha sonra Balkan Savaşları’ndan itibâren cephe cephe gezmesi, ordu nasıhı olarak hizmet etme gayreti devletin ve milletin dar zamanında hissetttiği mesuliyeti gösterir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da devrimlerin, inkılapların, değişen ve dönüşen dünya görüşünün tesirlerini bir müderris ve muallim olarak hissetmiştir. Her ne kadar bu yeni anlayışa, devrimlere, inkılaplara rıza göstermek yahut en azından isyan etmemek tarzında hareket etmeyi tercih etse de ilmiye mensubu oluşu ve müderrisliği sebebiyle bu devrede de eski itibârını ve vazifelerini kaybetmek durumunda kalmıştır. Tüm bu hususlar Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayat çizgisini gösterdiği için mühimdir; onun böyle bir araştırmaya mevzu olması ise esasen velûd bir müellif ve hemen her mevzuyu nazma dökme gayretindeki bir şair olmasındandır.

Ahmed Mikdâd Efendi, son devrin çokça eserler vermiş bir kalem erbabı olmasına rağmen ismi unutulmuş, birkaç sathî araştırma dışında üzerinde durulmamış şahsiyetlerindendir. Tefsir, kelam, mantık, fıkıh gibi İslâmî ilimlere dâir kitapların da yer aldığı eserlerinin sayısı kırka yakındır. Bunlar arasında Arapça ve Farsça manzum eserlerin yer alması onun ilmî ve edebî seviyesini göstermesi zaviyesinden mühimdir. Ahmed Mikdâd Efendi hem aruzla hem de hece ile manzûmeler kaleme almış bir şair olarak umûmî hatları itibârıyla şiirlerinde devrinin zorluklarını, tartışmalı meselelerini ele almıştır. Ciddî savaşların verildiği, devletin ve milletin düşman karşısında çok ağır kayıplar verdiği dönemleri gördüğü için bilhassa “harp edebiyatı” sahasında kalem oynatmış ve hattâ bir cihat risalesi yazmıştır. Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı ve Millî Mücâdele onun şiirlerinde yer

bulan, eserlerine yansıyan harplerdir. Bunların yanında onun şiirlerinde, Müslüman Türk şairleri tarafından dâimâ mevzû edilmesi bir gelenek hâline gelmiş bulunan Allah’ın birliği, peygamber sevgisi gibi konular da mevcuttur. Ele geçen şiirleri arasında na’t ve tevhid türünde şiirleri vardır.

Şahsiyet olarak esasen oldukça cevval, bilhassa hitabeti ile cemiyet üzerinde ciddî tesir uyandıran, kalemi kuvvetli bir zât olmasına rağmen gençlik yıllarındaki sürgünü neticesinde taşrada ömrünün sonuna kadar matbuattan, neşriyat âleminden uzak durmak mecburiyetinde kalmıştır. Hâiz olduğu vasıflara rağmen onun bir köşede, adı ve hatırası unutulmaya yüz tutmuş yerel bir kahraman olarak kalmasını böylece izah edebiliriz.

Vefâtından aşağı yukarı seksen yıl sonra yapılan bu çalışma ile Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayatını ve eserlerini iki kapak arasında toplamaya çalıştık. Çalışmanın ilk bölümünde Ahmed Mikdâd Efendi’nin terceme-i hâlini evrakların imkan verdiği ölçüde geniş bir sûrette yazmaya gayret ettik. Bu hayat hikâyesi yazılırken Mikdâd Efendi’nin eserlerinden, devlet arşivinden, Diyanet İşleri Başkanlığı arşivinden istifâde edildi. Ayrıca Mikdâd Efendi’nin torunlarının arşivi ve verdikleri bilgiler de biyografiye genişlik kattı. İkinci bölümde ise, umûmî hatları ile, Ahmed Mikdâd Efendi’nin ilmî-edebî şahsiyeti ile şiirlerinin husûsiyetlerini ele almaya çalıştık. Üçüncü ve son bölümde Ahmed Mikdâd Efendi’nin üçü manzum, ikisi mensur ele geçen beş eseri ile muhtelif mecmua ve gazetelerde neşrolunan yahut aile arşivinde kalan şiir ve yazılarını bir araya getirdik. Çalışmanın sonuna Ahmed Mikdâd Efendi’nin icâzetnâmesinin aslı ve tercümesi ile hakkındaki mühim evrakın asıllarının ve çeviri yazılarının bulunduğu bir “Ekler” kısmı ve fotoğraf albümü ekledik.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu araştırma arşiv, matbuat ve neşriyât âlemi ile şahıslar üzerinden, bunların kaynaklığında yapıldı. Bu manada çok yönlü bir araştırma olduğu ifade edilebilir. Elbette bu çok yönlülük araştırmayı zenginleştirmiş, hacimlendirmiştir. Çalışmanın hacmini artıran bir husus Mikdâd Efendi’nin biyografisini yazarken temel kaynak olarak kullandığımız Diyanet İşleri Başkanlığı arşivindeki özlük dosyasının umûma açık, rahat erişilebilir bir yerde bulunmayışıdır. Ehlinin malûmudur ki ilmî çalışmalarda en küçük teferruat dahi IV

kıymetlidir, görmezden gelinemez; fakat bilgi kırıntısı kabilinden bile olsa mutlak sûrette belgesi yahut şâhidi istenir. Hâl böyle olunca okuyucunun kurgu bir metinle karşı karşıya olmadığını, her bilginin bir şâhide/belgeye istinâd ettiğini göstermenin yegâne yolu belgeyi olduğu gibi metne yahut dipnota almaktan geçmektedir. Arşive ulaşması güç olan okuyucunun, belgeleri elinin altında bulması arzusu çalışmanın hacmini artırdı; zaman zaman da nâhoş görülebilirse de dipnotların kabarmasına sebep oldu. Bunun bir hassasiyet neticesi olarak zuhûr ettiğini ifade etmemiz gerekir.

Şair, müellif Ahmed Mikdâd Efendi hakkında yaptığımız bu araştırma bir yönüyle edebiyat tarihine, bir yönüyle harp edebiyatına, bir yönüyle siyasi tarihe dokunurken mühim ve geniş bir çerçevede de şehir tarihi sahasına dâhil edilebilecek muhtevâya sahiptir. Divriği’nin bir köyünde doğan, İstanbul medreselerinde tahsil gördükten sonra ömrünün yaklaşık otuz beş yılını Erzincan’da geçiren Mikdâd Efendi’nin hayat hikâyesi itibârıyla bilhassa Erzincan şehri için devrinin önde gelen zevâtından addedildiği anlaşılmaktadır. Buna binâen Mikdâd Efendi, mekânları ve şahısları ile Erzincan’ın tarihinde yer etmiş; adı Erzincan ile birlikte anılır olmuş; bu şehre büyük hizmetleri ve emekleri geçmiş bir âlimdir. Onun terceme-i hâli, şehrin ekserîsi unutulmuş, yok olup silinmiş birçok mekânına ve şahsiyetine dokunan, bunlar hakkında bilgiler veren, hatıralar nakleden bir metin hükmündedir.

Geniş bir sûrette ele almaya gayret ettiğimiz bu biyografi, umuyoruz ki edebiyat tarihinde adı anılan, eserleri ile zikredilen bir şahsiyetin yerini sağlamlaştıracaktır. Bu araştırma, Ahmed Mikdâd Efendi isminin bilhassa tarih ve edebiyat sahasında layık olduğu, hak ettiği yerlerde zikredilmesini sağlayabilirse en mühim vazifesini ifa etmiş olacaktır. Gayret bizden tevfîk Allah’tandır.

Teşekkür

Veri tabanları ve geniş kaynak imkanları ile araştırmacıların işlerini daima kolaylaştıran İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ve Milli Kütüphane; aynı şekilde taleplerimize hızlıca cevap veren Edirne Selimiye Yazma Eserler Kütüphanesi; şahsî sicil dosyasına ulaşma imkanı sağlayan Diyanet İşleri Başkanlığı; bunların yanında elbette T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri teşekkür etmemiz gereken başlıca kurumlardır.

Diyanet İşleri Başkanlığı Sicil Dairesi personelleri Ahmet Ciba ve Osman Eroğlu Beyefendiler, Ahmed Mikdâd Efendi’nin şahsî sicil dosyasını temin etmemde çok yardımcı oldular. Hacı Hasan İçli Beyefendi, Ahmed Mikdâd Efendi’nin sürgünü ile alâkalı daha önce kullandığı ve fakat devlet arşivinde “kullanılamaz durumda” olduğundan dolayı talep edenlere arz edilemeyen evrakı büyük bir alicenaplıkla bizimle paylaştı. Abdullah Acehan Beyefendi, talep ettiğimiz kapsamlı çalışmasını gönderme lütfunda bulundu. Bu hususta Maruf Çakır Beyefendi çok yardımcı oldu. Arapça metinlerde Ahmed Nûreddîn Kattan ve Eyyup Akdağ Beyefendiler’in çok yardımlarını gördüm. Mefail Hızlı Beyefendi, çözemediğim bir husustaki yardım talebimi büyük bir samimiyet ile cevapladı. Yusuf Yıldırım hocam, Farsça metinler husûsunda yardımcı oldu. Mikdâd Efendi’nin torunları Dara Tan Beyefendi ve Belir Bulut Hanımefendi verdikleri bilgilerle ve istifademize açtıkları şahsî arşivleri ile çalışmanın zenginleşmesine ciddî katkı sağladılar. Hepsine en derin şükranlarımı arz ederken nihayet tarihimizi, kültürümüzü, şahısları, kurumları, mekânları -bir cümle, bir makale, bir kitap ile olsun- kayıt altına alma gayretinde olan tüm münevverlerimize, kalem erbabına da ayrıca şükranlarımı arz etmeye mecburum. Bu türlü, zaman zaman kolay görülen çalışmaların paha biçilmez kıymetini görebilmek, bu çalışmanın şahsım adına belki de en büyük semeresidir. Yine yüksek lisans ve doktora dönemlerinde kendilerinden ders aldığım tüm hocalarıma da teşekkürü bir borç bilirim. Böyle bir araştırma yapmak husûsunda, araştırmanın her aşamasında tavsiyeleri ve yardımları ile bana destek olan Ahmet Karataş hocama en derin teşekkürlerimi arz ederim. Son olarak gösterdikleri fedâkârlıkla kendilerini ihmâl etmemi hoş görüyle karşılayan eşime ve çocuklarıma teşekkür ederim.

Gençlik döneminden itibâren devletine, milletine hizmet etmek için türlü meşakkatleri göğüsleyen, kalemi ve kelâmı ile mücâdele eden Erzincan Terzi Baba Kabristanı’nda medfûn şair Ahmed Mikdâd Efendi’ye rahmet ve mağfiret niyâzıyla son söz onun duâsıdır:

Hamd ü minnetle Hudâ’ya ederim hatm-i kelâm

Eylerim Hazret-i Peygamber’e bin türlü selâm

Bana ihvân-ı kirâmdan okuyan hayr duâ

Görmesin rûz-ı nedâmetde felâketle melâm

İki âlemde de mes’ûd u bekâm et yâ Rab

Seni tevhîd ile takdîs edeni yâ Allâm (Tevhîd-i Kâinât, s. 78.)

Erhan Salih Fidan

Ekim 2020


KISALTMALAR

a.mlf.: Aynı müellif

bk.: Bakınız

c.: Cilt

BCA: T.C. Cumhurbaşkanlığı Cumhuriyet Arşivi

BOA: T.C. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi

DİA: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Andiklopedisi

DİB: Diyanet İşleri Başkanlığı

ed.: Editör

haz.: Hazırlayan

mlf.: Müellif

nr.: Numara

ö.: Ölüm tarihi

s.: Sayfa

sy.: Sayı

ty.: Tarih yok.

vd.: Ve diğerleri

vr.: Varak

y.y.: Yayınevi yok.

GİRİŞ

1.   Tezin Amacı, Kapsamı, Önemi, Kaynakları ve Metodu

Ahmed Mikdâd Efendi (1872-1939), siyâsî ve içtimâî tarihin önemli bir devresine şahitlik etmiştir. Bu manâda yaşadığı devir içindeki şahitlikleri mühimdir. Onu böyle bir çalışmaya mevzu yapan husûsiyet ise şahitlik ettiği devreyi kalemiyle kaydetme çabasıdır. Ulemâ sınıfından bir şair ve yazar olarak hem mensur hem de manzum eserleri devrinin fikriyatına, cemiyet hayatına, sanatına dâir siyâsî ve içtimâi tarih açısından mühim malumâtı muhtevîdir. Bu sebeple Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayatı ve eserleri böyle müstakil bir araştırmaya mevzû edilmiştir.

Bir ilim alanı olarak edebiyat tarihi zaviyesinden bakıldığında ise bu türlü biyografik, monografik çalışmaların, geniş bir terkip olarak ortaya konulması beklenen bu sahaya, birer küçük katkı, devasa bir duvara teşbih edilebilecek edebiyat tarihi sahasına bir küçük tuğla olarak görülmesi mümkündür. Ömer Faruk Akün bu hususta şunları söylemektedir: “En küçük monografilerden başlayarak en geniş ölçüde terkibe doğru uzanan bir araştırmalar silsilesi edebiyat tarihinin yapısını kurar. Gerçek mânâsıyla edebiyat tarihi çeşitli monografiler ve tedkiklerle elde edilecek veya elde edilmiş, kontrolden geçmiş bilgiler üzerine tesis olunan bir terkibin ifadesidir.”[1]

Türk edebiyatı tarihi içinde ismi ve eserleri -tek bir satır, tek bir mısra dahi olsa- kayıtlı bulunan her şair, her yazar bu büyük terkibin bir parçası olarak tetkik edilmeyi, bu tarihî çerçeve içerisinde hak ettiği yere konulmayı beklemektedir. Bu terkibin sıhhatli bir sûrette ortaya konulması hiçbir ismin, hiçbir eserin üzerinin çizilmemesine, yok sayılmamasına; tetkik edilmeksizin kenara atılmamasına bağlıdır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayat hikâyesi dönemi itibârıyla hem merkezdeki hem taşradaki siyâsî ve sosyal durumu gösteren önemli bilgiler vermekte, belgeler arz etmektedir. Yaşadığı dönemin, Osmanlı Devleti’nin sonu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk devresini kapsaması da onun hayat hikâyesini sosyal ve siyâsî tarih açısından daha dikkat çekici kılmaktadır. Kaleme aldığı eserler de hem dönemini yansıtmakta hem de devrin ilmî, edebî durumuna dâir işaretler arz etmektedir.

Ahmed Mikdâd Efendi hakkındaki bu araştırmanın maksadı onun tercüme-i hâlini ve tüm eserlerini mümkün olan en geniş sûrette ortaya koymaktır. Öncelikli olarak ortaya çıkarılan bu temel müktesebât üzerinden yapılan tetkik ve tespitler ise yukarıda ifade ettiğimiz, şairin/yazarın ve eserlerinin edebiyat tarihi içerisindeki yerini tayin maksadına mâtuftur.

İfade ettiğimiz gibi bu çalışma, 1872-1939 yılları arasında ömür süren Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayatını ve külliyâtını kapsamak, geniş sûrette ele almak amacındadır. Ancak bu araştırmanın bir neticesi olarak da tavsif edebileceğimiz şu bilgiyi vermek durumundayız ki çalışmaya isim olarak belirlediğimiz “Hayatı ve Külliyâtı” ifadesindeki külliyât kısmı Ahmed Mikdâd Efendi’nin tüm eserlerini değil, yalnızca elde edebildiğimiz eserlerini ifade etmektedir. Zîrâ tüm araştırmalarımıza rağmen birçok eser elde edilememiştir. Bu durumda başlıktaki külliyât kelimesini Ahmed Mikdâd Efendi’nin elde edilebilen tüm eserleri şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.

Bu araştırma sırasında dört ana kaynak türünden istifâde edilmiştir. Bilhassa biyografi kısmının temel kaynağı arşiv evrâkıdır. T.C. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi ile Cumhuriyet Arşivi belge temin ettiğimiz arşivlerdendir. Osmanlı Arşivi’ndeki nüfus defterlerinden istifâde edilerek aile hakkında bilgilere ulaşılmıştır. Yine aynı arşivden sicill-i umûmî varakaları ile birtakım resmî evrâk temin edilerek önemli malûmât elde edilmiştir. Bunların yanında aileye dâir kayıtların temininde şer’iyye sicillerinden istifâde edilmiştir. İstifâde edilen bir diğer arşiv ise Diyanet İşleri Başkanlığı Sicil Dairesi Arşivi’dir. Burada bulunan 23-2050 numaralı Ahmed Mikdâd Efendi dosyası içinde sayısı yüz otuza yaklaşan belge bulunmaktadır. Bilhassa Ahmed Mikdâd Efendi’nin memuriyet hayatına dâir en mühim belge ve bilgiler bu dosyadan istifâde ile nakledilmiştir.

Araştırmamızın ikinci kaynağı ise matbuat ve neşriyât âlemidir. Ahmed Mikdâd Efendi, Beyânülhak ve Cerîde-i Sûfiyye mecmualarında makaleler, şiirler neşretmiştir. Cerîde-i Sûfiyye’nin yazı heyetinde yer almıştır. Bu gibi malûmâta binâen dönemin matbuâtı, mecmuaları taranmış; tespit edilen şiir ve makaleler çalışmaya dâhil edilmiştir. Bu taramalarda İSAM’ın makaleler veri tabanı ile Milli Kütüphâne’nin dijital arşivinden istifâde edilmiştir.

Bir diğer kaynak ise kitaplar ve makalelerdir. Burada elbette Ahmed Mikdâd Efendi'nin kendi kitapları ve makaleleri öncelikle istifâde edilen eserlerdir. Bunların yanında Erzincan şehri ile alâkalı kitaplar da önemli bir kaynak mesâbesindedir. Ömrünün yaklaşık otuz beş yılını Erzincan’da geçirmiş bir şahsiyet olarak Ahmed Mikdâd Efendi hakkında bir bilgi bulmak maksadıyla şehirle alâkalı tespit edilebilen tüm eserler taranmıştır. Bu taramalara tezler ve makaleler de dâhil edilmiştir.

Son bilgi kaynağımız ise yakın bir dönemde ömür sürmesi hasebiyle Ahmed Mikdâd Efendi’nin bugün hayatta olan torunlarının çocuklarıdır. Aileden ulaşabildiğimiz kişilerden aldığımız şifâhî bilgiler ile fotoğraf ve el yazısı belge, şiir gibi malzemeler de araştırmamızın temel kaynakları arasında yer almaktadır.

Kaynaklarımızı böylece tasnif ettikten sonra bir kaynak tenkidi yapmamız gerekmektedir. Ahmed Mikdâd Efendi hakkında vefâtından sonra yapılan ilk ve en ciddî araştırma halkiyat araştırmacısı İbrahim Aslanoğlu’nun (1920-1995) Divriği Şairleri adlı eseri içinde yer bulmuştur. Aslanoğlu, Mikdâd Efendi’nin vefâtından yaklaşık 22 yıl sonra oğlu Kemal Poyraz’a (1906-1966) ulaşarak babası hakkında tafsilatlı bilgi istemiştir. Netice olarak Kemal Poyraz babası Ahmed Mikdâd Efendi hakkında tafsilatlı bir mektup yazarak Aslanoğlu’na ulaştırmış; Aslanoğlu da bu mektubu olduğu gibi eserine almıştır.[2] 1961’de neşrolunan bu çalışmadan sonra, Mikdâd Efendi hakkında malumât veren, biri müstesna olmak üzere, görebildiğimiz tüm eserler ya Divriği Şairleri’ni kaynak almış ya da bu eserde olmayan yeni bir malûmât ortaya koymamıştır.[3] Müstesna kabul ettiğimiz eser ise Ahmed Mikdâd

Efendi’nin hayatı hakkında, Aslanoğlu’nun eseriyle birlikte, en ciddî bilgileri veren, Erol Kaya’nın Erzincanlı Son Devir Osmanlı Uleması adlı eseridir.[4] Diyanet İşleri Başkanlığı arşivinde bulunan Ahmed Mikdâd Efendi dosyası esas alınarak hazırlanan biyografi derli toplu bilgi vermesi bakımından mühimdir; fakat bu eserde de tespit ettiğimiz bazı hatalı bilgiler mevcuttur. Bu hatalı bilgilerin tashihi yeri geldikçe yapılmıştır. Yine Ünal Tuygun’un Erzincan’ın Manevi Mimarları adlı eserinde de Ahmed Mikdâd Efendi hakkında bazı hatalı bilgiler mevcuttur; ayrıca bu eserde verilen bilgiler için kaynak da gösterilmemiştir.[5] Yine Kazım Erçoklu (1876-1974) adlı Divriğili bir araştırmacının daktilo ettiği fakat yayımlamadığı Bütün Veçheleriyle Divriği adlı eserinde de birtakım mesnetsiz ve hatalı malumat yer almaktadır.[6]

Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayatı kaleme alınırken târihî bir seyir içinde ve tamamen belgeler ışığında hareket edilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivi’ndeki belgelerin tam metinleri metin içinde yahut dipnotta verilmiştir. Bu metinlerin sadece dosya numarasına işaret edilerek ya da ihtisâr edilerek verilmesi de sıklıkla başvurulan bir yoldur; fakat iki sebepten dolayı belgelerin tam metninin verilmesi uygun görülmüştür: Arşivin vasfı araştırmacıların bu belgelere ulaşmasını zorlaştırmaktadır. Başka araştırmalara kaynaklık etmesi temenni edilen, ki her ilmî araştırmanın gayelerinden biri de budur, böyle bir araştırmada en azından sonraki çalışmalara hazır belge, bilgi aktarmak, gelecek araştırmaları bir nebze olsun kolaylaştırmak arzusu ilk sebeptir. Bu belgelerin, hassaten 1890’lı yıllar ile 1939 arasındaki 45-50 yıllık devre için mühim bilgileri muhtevî olduğu bir hakikattir.

İkinci olaraksa bu belgelerin ciddi bir kısmının araştırmanın asıl mevzusu olan Ahmed Mikdâd Efendi’nin elinden çıkmış olması, bunları kısaca, sadece dosya numarasına işaretle geçmenin hatalı bir usûl olacağı kanaatini doğurmuştur. Resmî belge dahi olsa kullanılan evraklar nihayet Ahmed Mikdâd Efendi’nin kaleminin mahsûlüdür. Bu cihetle onun kaleminden çıkan her metin böyle bir araştırmanın birinci derecede kaynağı hükmündedir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin eserleri bugünkü harflere aktarılırken yakın bir döneme ait metinler olduğundan mümkün olduğunca günümüz imlâsına yakın bir usûl tatbik edilmiştir. Bu hususta tafsilatlı bilgi “Metnin Oluşturulmasında Dair Notlar” başlığı altında verilmiştir.

Bu metinler aktarılırken metinlerde geçen ayetler, mealleri ile birlikte dipnotta gösterilmiştir. Yine hadis-i şerîflerin de kaynağı dipnotta verilmiştir. Aynı şekilde metinlerde iktibâsen kullanılan Türkçe, Arapça, Farsça manzum mensur parçaların da, lazım geldiği yerlerde tercümesi ile birlikte, şair, yazar ve eser adları dipnotta belirtilmiştir.

Ahmed Mikdâd Efendi, Osmanlı Devleti’nin son, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk devresine şahitlik etmiş; sürgünüyle, ihtilâliyle, inkılâbıyla bu zor devrede yaşamış bir âlim, vâiz, müderris, muharrir, şâir ve muallim; yıllar içinde birçok vazife ve faaliyet ile pek çok unvan kazanmış bir şahsiyet oluşuyla birlikte temâyüz eden vasfı ulemâ sınıfından oluşudur. Osmanlı Devleti’nin son otuz kırk yıllık devresi içinde ilmiye sınıfının bir mensubu olarak medreselerde talebelik, muidlik ve müderrislik yapmıştır. Cumhuriyet devrinde ise ilmiye sınıfının daralan istihdam alanları ve eriyen itibârı ile evvela muallim, bilahare değişen ve dönüşen zihniyetin bir başka tezâhürü olarak öğretmen olmuştur. Aynı zamanda Cumhuriyet devri içinde 1931’e kadar vaizlik de yapmıştır. Esasen Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayat hikâyesinden çizgiler arz eden bu tarihî vetîre, Cumhuriyet devri sonrası ulemânın Maarif Vekâleti’ne ya da Diyanet İşleri Riyâseti’ne uzanan macerasını da bir yönüyle aydınlatmaktadır. Dolayısıyla ilmiye sınıfının yahut ulemânın Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne asırlar süren tarihini araştırmaya bir giriş olarak hulâsaten ele almak kanaatimizce faydalı olacaktır.

2.    Hilâfet’ten Diyânet’e Osmanlı Ulemâ Sınıfına Kısa Bir Bakış

Osmanlı devlet teşkilatı içinde bulunan üç meslek grubundan birisi ilmiyedir. Seyfiye (askerler) ve kalemiye (bürokratlar) zümrelerinin yanında devlet teşkilatı içinde yer bulan şeyhülislam, kazasker, nakîbüleşrâf, kadı ve müderris gibi meslek gruplarının geneli ilmiye sınıfı olarak adlandırılmıştır.[7] Osmanlı ilmiye sınıfı İslam Ansiklopedisi’nde “klasik ve yerleşmiş İslâmî eğitim kurumu olan medresede usûlüne uygun tahsilden sonra icâzetle mezun olup eğitim, hukuk, fetva, başlıca dînî hizmetler ve nihâyet merkezî bürokrasinin kendi alanlarıyla ilgili önemli bazı makamlarını dolduran müslüman ve çoğunlukla da Türkler’den oluşan bir meslek grubu” olarak tanımlanmıştır.[8]

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibâren ilmî hayatta ciddî gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmeler, ilmî hayatın ve tabiî olarak ilmiye sınıfının merkezi olan medreseler marifetiyle gerçekleşmiştir. İznik, Bursa ve Edirne medreseleri Osmanlıların ilk 150 yıllık devrede kurdukları en mühim medreselerdir. Sahn medreseleri yapıldıktan sonra Osmanlı medrese teşkilatında ciddî bir yenilik teşekkül etmiştir. Bu medreseler İlahiyat ve İslam hukuku fakülteleri mâhiyetindedir. Mezkûr medreseler, inşâsından itibâren bütün Osmanlı medreselerine emsâl olmuştur.[9] İlmiye mesleğinin esasını teşkil eden medreselerin en muteber ve güzide kurumları da Fâtih Sultan Mehmed tarafından inşâ ettirilen Sahn-ı Semân ve bilahare Kânûnî Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Süleymaniye medreseleri olmuştur.

Sağlam bir ilmiye geleneğinin oluşması ise bilhassa İstanbul’un fethinden ve Sahn medreselerinin kuruluşundan sonra on yedinci asra kadar devam eden devreye tekabül etmektedir. Özellikle on altıncı asırdan itibâren ilmiye sınıfı mensupları hukuk ve eğitim sahalarının hâkimi olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin teşekkül ve gelişme devresi olarak ifade edilen on dördüncü ve on altıncı asırlar arası ilmiye sınıfı mensupları devletin üst kademelerinde ciddî bir nüfûza sahiptir. Bu devrede merkezi idare vazifelilerinin kâhir ekseriyeti medrese tahsili görmüş, ilmiye zümresi mensuplarından seçilmiştir. Böyle bir usûlün tatbîkinden maksat ise devletin hudutlarını genişleten, fetihlerle dâimâ ilerleyerek yeni teşekküller ihdâs eden askeriye sınıfı yanında, meşrû idarenin kurulması ve layıkıyla icrâ edilmesi için lazım gelen şer’î ve örfî hukuka dayanan kanunlaştırma faaliyetlerinin ilmiye mensupları tarafından yani ulemâ eliyle yapılmasıdır. Üç asırlık bu teşekkül ve gelişme devresinde sadrazamlık, nişancılık, defterdarlık gibi üst düzey siyâsî ve idârî vazifeler ilmiye mensupları tarafından deruhde edilmiştir. Misâl olarak ilk Osmanlı vezirlerinden Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa (v. 1387); aynı zamanda divan edebiyatının büyük şairleri arasında ismi zikredilen Bursalı Ahmed Paşa (v. 1496-97); yine Türk Edebiyatı’nın büyük bir nâsiri olan Sinan Paşa (v. 1486) gibi isimler gösterilebilir.[10]

Bilhassa on dört ve on beşinci asırlarda ilmiye mensupları, askerî zümreye nazaran idârede daha ziyâde nüfûza sahipti. Bunun sebeplerinden biri olarak ise ilmiye mensuplarının bu devrede ciddî bir nüfusa ulaşmış olması gösterilmektedir. Misâlen Fatih Sultan Mehmed devri Dîvân-ı Hümâyûn’unda ilmiye zümresini temsil eden kazaskerlerin yanında nişancılar ve defterdarlar da ilmiye tarikinden gelmekteydi.

On beşinci asrın ikinci yarısından itibâren devşirme sisteminin gelişmesi ile ilmiye mensupları dışında ayrıca bir askerî ve sivil bürokrasi teşekkül ettiği görülmektedir. On altıncı asrın sonlarından itibâren ise askerî ve sivil bürokrasinin, yani askeriye ve kalemiye zümrelerinin tebârüz ettiği ve ilmiye mensuplarının merkezî idâredeki nüfûzunun azaldığı ifade edilmektedir.

1600-1789 yılları arasındaki yaklaşık iki asırlık devrede ise ilmiye mensuplarının idârî teşkilattaki nüfûzu önceki dönemlere nispetle daha da zayıflamıştır. Seyfiye ve kalemiye teşkilatlarının idarede daha ziyâde söz sahibi olduğu bu devrede, dikkat çeken bir husus ise siyâsî ve idârî sahada nüfûzu azalan ulemânın bilakis alt kademe idare teşkilatlarında ve Müslüman halk üzerinde nüfûz kazanmış olmasıdır.[11]

On sekizinci asırda ilmiye sınıfının idârî nüfûzunun nispeten artmasıyla neticelenen bir teşekkül olan meşveret meclisleri, on yedinci asırdan itibâren Dîvân-ı Hümâyûn’un tedrîcen devlet işlerindeki eski tesirini kaybetmesiyle, gayritabiî hadiselerin vukû bulması hâlinde ve muhtelif âzâlarla toplanan danışma ve istişâre meclisleridir.[12] On sekizinci asrın ikinci yarısına kadar bu sûretle toplanan meclis, bu dönemden itibâren ele alınan mevzuların ehemmiyeti, çeşitlenmesi ve meclisin daha sık toplanmaya başlaması ile hem devlet işleri hem devlet adamları için mühim bir karar ve danışma mercii vasfını kazanmıştır.[13] Bu meclisteki toplantılarda ilmiye sınıfını temsil eden âzâların sayısının zaman zaman yüzde elliyi dahi aştığı görülmektedir. Misâlen 26 Mayıs 1826’da eğitimli askerî birlik teşkîli mevzusunu görüşmek üzere Meşîhat’ta toplanan mecliste hazır bulunan on üç âzâdan yedisi ilmiye sınıfındandır. Bu devrede toplanan meclislerin âzâ sayısının altmış olduğu ve ilmiye mensuplarının sayısının ise otuz altı olduğu ifade edilmektedir. Buna göre ulemânın toplam âzâ sayısına oranı yüzde altmışı bulmaktadır. Hâkezâ Topkapı Sarayı’nda padişah huzurunda toplanan Meşveret Meclisi’nde de bu oran yüzde ellinin üzerindedir.[14]

Meşveret Meclisleri ile siyâsî ve idârî teşkilattaki nüfûzunu tekrar artıran ilmiye sınıfı, bilhassa 1830’dan sonra bu meclisin eski ehemmiyetini ve tesir sahasını kaybetmesiyle, artık bir asır boyunca günden güne eridiğini bildiğimiz, itibârını ve nüfûzunu kaybetmeye başlamıştır. 1830’lu yıllardan itibâren merkezî devlet teşkilâtında ciddî yenilikler yapan Sultan II. Mahmud, kurduğu dâimî meclislerle Meclis-i Meşveret’ten, modern hükümet yapısına daha muvâfık olan Meclis-i Vükelâ’ya tedrîcî bir geçiş yaptı.[15]

Bu dönemden itibâren Meclis-i Umûmî ismiyle meşhur olan danışma meclisleri hassaten âzâ yapısı itibârıyla ciddî bir değişime tâbi tutulmuştur. Daha evvelki devrelerde görülen ilmiye mensuplarının ekseriyeti teşkîl ettiği meclis manzarası, ulemânın aleyhine değişmeye başlamıştır. Misâlen Tanzimat Fermânı’nı müzâkere etmek üzere toplanan mecliste on dokuz âzâdan yalnız altısı ilmiye zümresindendir. Müzâkere edilen mevzuların da daha ziyâde siyâsî, askerî, idârî sahalara münhasır kaldığı; şer’î müzâkerelere ihtiyaç görülmediği ifade edilmektedir.[16]

Yukarıda da ifade edildiği gibi ulemânın devlet işlerindeki nüfûzu azalmıştır; fakat müslüman halk üzerindeki tesiri devam etmiştir. Bu husus ulemânın, halk üzerindeki itibâr ve nüfûzuna ihtiyaç duyulan bir meşrûiyet aracı olarak görülmesine sebep olmuş ve bunun bir neticesi olarak da ilmiye mensuplarının devlet nezdinde kıymet verilen, kanaatleri mühim sayılan bir zümre olmasını sağlamıştır. Giriştiği ıslahat hareketleriyle öne çıkan Sultan II. Mahmud’un ıslahatları yaparken ulemânın nüfûzundan faydalanması, ıslahatların meşrûiyetini bu usûlle kabul ettirme gayreti bu minvalde dikkat çekici bir misâldir.[17]

Aynı sûrette Sultan Abdülmecid devrindeki Tanzimat ve Islahat Fermânları’nda da ulemânın desteği aranmıştır. Tanzimat Fermânı’nın ilanından sonra bu fermanla alınan kararların tatbikinde bir tereddüt yaşanmaması maksadıyla padişah ve vükelâ ile birlikte ulemâ da Hırka-i Saadet Dairesi’nde dîni ve devleti, mülkü ve milleti kalkındırmak gayesi ile konulduğu ve şeriate muvâfık olduğu ifade edilen ferman hükümlerinin ve kanunların eksiksiz bir sûrette tatbik edileceğine dâir yemin etmiştir.[18] Bu türlü tedbirlere rağmen yine ulemâ sınıfından birtakım muhalif seslerin yükseldiği, hem merkezden hem taşradan birtakım tepkilerin dillendirildiği de görülmüştür.[19] Islahat Fermanı’nın ilanında da ulemâ ve devlet adamları arasında bir ittifâk teşkiline çalışılmış; ancak birtakım çekişmelerin vukû bulmasına da mâni olunamamıştır.[20]

Tanzimat döneminde şeyhülislâmlık makamı yeniden şekillendirilerek idâreye tam bir bağlılık hâlinde bulunmasının teminine çalışılmıştır. Bu dönemde tesirini artıran Meclis-i Vükelâ’da sadrazamdan sonraki isim olarak gözüken şeyhülislâmın yeni bir ikâmetgâh tahsisi ve Bâb-ı Fetvâpenâhî’nin kurulması gibi adımlarla ilmiye zümresinin idârî muhtariyetinin gücünü kaybettiği ifade edilmektedir. Aynı devrede ilmiye sınıfının birçok                                                                                      sahada eski nüfûzunu

kaybetmesiyle birlikte ulemâ dışında bir aydın sınıfı da kendini göstermeye başlamıştır. Bu yeni aydın sınıfının hassaten matbuat, neşriyat, basın-yayın sahalarında öne çıkarak özellikle okur-yazar halk üzerinde ciddî bir nüfûz kazandığı, efkâr-ı umûmiyeye yön veren ulemâya rakip bir zümre olarak temâyüz ettiği görülmektedir. Bu yeni aydın sınıfının oluşmasında ise yine bürokratik sahada yapılan reformların müessir olduğu görülmektedir. II. Mahmud devri sonlarına kadar diğer mesleklere göre daha ziyâde imtiyazlara sahip olan ilmiye mesleği, mâlî imkanlar zaviyesinden daha geride olmasına rağmen can, mal ve meslekî teminatları fazla olması sebebiyle rağbet görmekteydi. Reformlarla yalnızca ulemânın sahip olduğu bu imtiyazlar, diğer zümrelere de teşmil edilince ilmiye mesleği eski 21

câzibesini kaybetmeye başlamıştır.[21]

İlmiye sınıfının eski nüfûz ve itibârını kaybetmesine sebep olarak şeriat ile kanun arasında ciddî bir muvâzenenin tesis olunduğu geleneksel Osmanlı düzeninin çözülmesi de gösterilmiştir. Bu düzende şeyhülislâmın işi, umûmiyetle sultan ve devlet adamları tarafından fiilen ortaya konan kararları meşrû hâle getirmek, bir başka deyişle “kitabına uydurmak” olarak ifade edilir. Şeriat ve kanun arasındaki bu muvâzene kayboldukça ulemâ-devlet ilişkisi de bozulmaya başlamıştır. Bilhassa ıslahat hareketleriyle birlikte ilmiye sınıfı dışında gelişen bürokrasi ve aydın sınıfının nüfûzu arttıkça siyaset üstü bir kavram olarak görülen şeriatin ve yine bu kavrama bağlı olarak devletten ve siyasetten bağımsız bir sınıf olarak temâyüz eden ulemânın tesiri azalmıştır. Devletin hassaten ilk üç asrında Emir Sultan, Mola Fenârî, Ebu’s- Su’ûd Efendi, Zenbilli Ali Efendi, Hatibzâde Muhyiddîn gibi ciddî misallerini gördüğümüz siyaset üstü, devletten bağımsız âlim portreleri sonraki devrelerde görülmez olmuş ve daha evvel methedilen bu siyaset üstü tavır, özellikle devletin son iki asrında ulemânın siyasete ve dünyaya yabancılaştığı yönünde tenkitlere sebep 22

olmuştur.[22]

İlmiye sınıfının uğradığı tenkitler ve bunları ıslah çabaları esâsen daha eski tarihlere uzanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin on altıncı asrın ikinci yarısından itibâren mâlî, idârî ve askerî teşkilâtında bozulmalar gözlendiği gibi ilmiye teşkilâtında da birtakım bozukluklar, düzensizlikler görülnüş ve ıslâhı için muhtelif teşebbüslerde bulunulmuştur. İlmiye tariki için en ciddî, en çok tenkit edilen, ıslâhına çalışılan meselelerden biri medrese tahsîlini yapmadan rüşvet ve iltimâs yoluyla medreseden mezun olarak mülâzım olan danişmendlerdi. Bu usûlsüz terfi yolunun açık oluşu iltimâsa yol bulamayan hâmîsiz talebelerin de isyânına sebep olmuştur. Bunun gibi bir şekilde müderrisliğe geçmiş olanların sayısı da hayli artınca bunlar bir üst derece müderrisliğe tayin olabilmeleri için ismi olup cismi olmayan, binasız, yanmış, viran olmuş medreselere tayin edilmişlerdir. Bu gibi bozulmalara karşı on altıncı asrın ikinci yarısından itibâren ıslah maksadıyla emirler, fermanlar verilmiştir.[23]

Tanzimat döneminde temâyüz etmeye başlayan yeni aydın sınıfı tarafından ulemâya tevcih edilen bazı tenkitler de zaman içerisinde ciddî destek görmüş, bizzat ulemâ sınıfı içinde dahi taraftar bulmuş, dillendirilmiştir. Bu tenkitlerin başında ulemânın yozlaşması, kimliğini ve faâliyetini kaybetmesi gelmektedir. Bu manâda ulemâ gelenek bekçiliği yaptığı, yeniliklere karşı durduğu iddialarıyla tenkide uğramıştır. Esâsen bu tenkitlerin de bir noktada hürriyet, meşrûtiyet gibi taleplere destek vermeyen ulemâ-yı rüsûma müteveccih olduğu anlaşılmaktadır.[24] Onlara göre bu ulemâ-yı rüsûm tâifesi siyâsî meselelerde fetvâ ve hukuk yoluyla haksızlıklara meşrûiyet sağlamışlardır. Bilhassa bu devrede ulemânın bir ayrıma tabi tutulduğu, toptan reddedilmediği de görülmektedir. Ulemânın geri kalmasının sebepleri olaraksa medreselerin müfredat olarak çok geri kalması ve bu zaafın ıslahına çalışılmak yerine bilakis medreselerin maddî olarak yokluğa mahkûm edilmesi gösterilmiştir.[25]

İlmiye sınıfının merkezi hükmündeki medreselerin hâlinin de, tabiî olarak, ulemâdan farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan son asrına kadar ilmî ve fikrî sahalarda öncü vaziyette bulunan medreselerin zaman içinde ehemmiyetini kaybettiği, tesir sahasının daraldığı, bilhassa devletin son devresinde yalnızca dînî hizmetleri yürütecek kadroları yetiştirmekle iktifâ ettiği, idârî ve hukûkî alanlardaki hâkimiyetini yitirdiği ifade edilmektedir. II. Mahmud ve II. Abdülhamid devirlerinde eğitim konusunda ciddî yenilikler yapılırken medreseler ihmâl edilmiştir. Bu ihmâle sebep olaraksa bu kuramların ve ilmiye zümresinin zihniyet ve fikir olarak böyle bir yeniliğe açık olmayışı gösterilmiştir. 1826’da Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’nin kuruluşu faaliyetlerinin büyük kısmını vakıf gelirleri ile yürüten ilmiye sınıfı için bir kırılma noktası olmuştur. Bilhassa medreseler kaynaksız kalmış, kendi hâline terkedilmiştir. Bu durum Batı usûlü eğitim veren alternatif kurumların daha ziyâde rağbet görmesine sebep olmuştur.[26]

II. Abdülhamid sonrası İttihatçılar devrinde ise medreselerin ıslâhı ve canlandırılması maksatlı birçok teşebbüs göze çarpmaktadır. Şeyhülislâm Musa Kazım ve Mustafa Hayri Efendi devrelerinde Islâh-ı Medâris Komisyonu kuruldu; muhtelif nizamnâmelerle mektep tarzında yeni programlar hazırlandı ve tatbik edildi. Medresetü’l-kudât, Medresetü’l-eimme ve’l-hutabâ, Medresetü’l-vâizîn, Medresetü’l-mütehassısîn, Medresetü’l-hattatîn gibi medreseler kuruldu. Fakat I. Cihan Harbi ve devletin tasfiyesi sebebiyle bu medreseler uzun ömürlü olamadı. Tüm medreselerin kapatılması ise 3 Mart 1924 tarihli Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile Maarif Vekâleti’ne devredilmelerinden sonra gerçekleşmiştir.[27]

Bir yanda ıslah teşebbüsleri, bir yanda ciddî tenkitler ve itibâr kaybı ile on dokuzuncu asrın ikinci yarısından yirminci asrın başlarına kadar ulemâ sınıfının dönüşen devlet zihniyeti karşısındaki hâline dâir Amit Bein şu dikkat çekici değerlendirmeyi yapmaktadır: “19. yüzyılın ikinci yarısında hızla genişleyen devlet bürokrasisi ulemâya yeni istihdâm fırsatları ve ikbâl imkânları yaratmıştı. Ancak, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, yeni sekülerist fikirler ile hızla yayılan yeni tarz okulların mezunlarının teşkil ettiği rekabetin, çoğu kez profesyonellik ve liyâkat temelli atanma talepleri kisvesi altında, ulemânın devlet sektöründeki istihdâm olanağını gittikçe daha fazla tehdit ettiği görülüyordu. Hattâ birçok kıdemli ulemânın kendi çocuklarını, kimi köklü reform taleplerine karşın 19. yüzyılda sadece çok küçük müfredat değişikliklerine tanıklık eden geleneksel medreselerden ziyâde yeni tarz okullara kaydetmeyi giderek daha çok tercih ettiklerine dair ciddî kanıtlar vardır.”[28] Özellikle ıslahat hareketlerinin başladığı devreden itibâren ulemânın değişen şartlar ve anlayışlar karşısında itibârını ve nüfûzunu muhafaza etme yollarını aradığı gibi, maişet ve istikbâle dâir derin endişelere de kapılmaya başladığı ve bu endişeleri ortadan kaldırma maksadıyla da arayışlara girdiği anlaşılmaktadır.

Islahat hareketleri devresinden bilhassa II. Meşrûtiyet sonrasına kadar ulemânın uğradığı itibâr kaybına ve yeni arayışlarına dâir İsmail Kara çeşitli nakillerle ihtisâren naklettiğimiz şu tahlili yapmaktadır: Ulemâ, ıslahatlara karşı evvelâ muhalefet etmiştir. Fakat padişahın ulemâyı yanına çekmek, ıslahatların meşrûiyetini temin etmek için yaptığı hamleler karşısında muhâlif ulemâ taifesi merkezden uzaklaştırılmış, sesi taşradaki halk nezdinde bir kıymet ifade eder olmuştur. Bu bölünme, ıslahatların ve elbette sultanın yanında duran ulemâ ile azledilmiş, sürülmüş ve tabiî seyrinde pasif halk muhalefetinin öncüleri hâline gelmiş ulemâ gruplarını oluşturmuştur. Sonraki yıllarda ise ulemâ, muhalefetten uzaklaşmış; tekrar bir varlık iddiasına girişmiştir. Bu varlık iddiasının ise Batı tarzı ıslahatlara muhalefet ederek kaybeden tarafta yer alma ihtimâlini omuzlamak yerine İslam kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü ispat kavgasına girerek her hâlükârda ulvî bir gâyeye hizmet etmiş olmak arzusuna dayandığı anlaşılmaktadır. Ulemânın modernleşme hareketine muvâfakaten böyle bir nüfûz arayışı, aydın sınıfının peşinden gittiği, onları taklit ettiği gibi bir manzarayı oluşturmuştur. Bu manâda ulemânın bu teşebbüsler neticesinde itibâr kazanma maksadına nâil olamadığı ifade edilmektedir. Umûmî manzara itibârıyla II. Meşrûtiyet’i çoğunlukla memnuniyetle karşılayan ulemâ, bu devrede siyâsî sahada daha çok faaliyet yürütmeyi ciddî bir itibâr kazanma yolu olarak görmüştür. Bu sûretle ulemâ Meclis’te, matbuatta daha faal hâle gelmiş ve tesirli de olmuştur. Fakat bilahare ulemânın siyasete karışmasına itirâzlar da beyân edilmiştir.[29]

Yukarıda işaret edilen ulemânın kahir ekseriyetinin II. Meşrûtiyet’i memnuniyetle karşılaması ve Sultan II. Abdülhamid’e bakışı da bu çalışma için mühim bir mevzudur. Ulemâ sınıfı içinden yükselen seslerin arz ettiği manzaraya göre Meşrûtiyet talebine dayanan tenkitler Sultan II. Abdülhamid’i müstebit, onun zamanını da istibdat devri olarak görmeye varmıştır. II. Meşrûtiyet sonrası önde gelen ulemânın görüşlerine bakıldığında istibdâdın meşveretin zıddı ve mutlak manâda kötülüklerin sebebi, zemini olarak anlaşıldığı görülmektedir. Meselâ, İskilipli Âtıf Efendi istibdâdı siyasî ıstılâh olarak bir şahsın yahut grubun bir milletin hukukunu hesapsızca ve tamamen kendi arzusuna göre keyfî idâre etmesi olarak ifade etmektedir. İstibdâdın zararlarını ise zulüm, kötülük, hıyanet, haksızlık, zillet, meskenet, fakr u zaruret, cehâlet, memleketin harap olması vs. şeklinde sıralamıştır. Yine bir misâl olarak Musa Kazım Efendi, istibdât altındaki halkın zulümden asla kurtulamayacağını, refah ve saadetin manâsını dahi bilemeyeceğini ifade etmiştir. Benzer şekilde Bediüzzaman Said Nursî de istibdâdı zulmün temeli, insanlığın mahvedicisi, insanı sefâlete düşürücü ve İslam âlemini zehirleyici bir düzen olarak görmektedir.[30] Bu gibi beyânâttan anlaşıldığı gibi Sultan II. Abdülhamid’in ulemâ nezdinde en mühim kusurlarından birisi meşveretten uzaklaşarak, istibdâda yol vermiş olduğu iddiasıdır. Şu hususu da ifade etmek gerekir ki bilhassa II. Meşrûtiyet’in ilanından Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar geçen süre zarfında her ne kadar sultanın şahsına bir öfke duyuluyorsa da neticede hilâfet makamında bulunduğundan, doğrudan bir tenkitte bulunulmaması ulemâ arasında ekseriyet itibârıyla kabul görmüş bir tavırdı. Bu noktada umûmiyetle suçlanan, zulüm isnat edilen sultan değil onun çevresi olmuştur.

Meşvereti bırakma, istibdâda yol açma tenkidinin yanısıra ulemânın II. Abülhamid’e tevcih ettiği tenkitler ve ithamlar umûmî hatları ile şöyle sıralanabilir: Sultan II. Abdülhamid, muhalefeti susturmak maksadıyla ilmiye sınıfını zaaf içerisinde bıraktı; medreseleri baskıyla, takibâtla, jurnallerle geriletti, seviyesini düşürdü. Medrese talebelerini sürgün ettirdi. Şeriati susturdu. Fıkıh, hadis, akaid kitaplarından kimisini yasakladı, kimisini tahrif ettirdi. Dînî kitapları bastırmadı, yazdırmadı. Birtakım mühim meseleleri kitaplardan çıkarttırdı. İstibdât sebebiyle adalet zayıfladı, fertler arasına nifak ve nefret sokuldu. Millet ayrılığa düştü. Birçok gazete, risâle, kitap baskısına ruhsat verilmedi. Halk arasında ve medreselerde okunan meşhur bazı kitapların (Mızraklı İlmihal, Şerhu’l-Mevâkıf vs.) basımına izin verilmedi. Muhaliflere çok sert davrandı. Devletin mâlî durumunu kötü idare sebebiyle mahvolma noktasına getirdi. Askerî müesseseler yok olmaya yüz tuttu; askeriyedeki ıslahatlar yavaşladı, bozuldu.[31] Bu gibi sebeplerle ulemâ ve medrese talebeleri arasında Sultan II. Abdülhamid’e karşı gelişen, derinleşen muhalefet benzer sebeplerin yazıldığı bir hal fetvası ile sultanın tahttan indirilmesine kadar varmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ulemâ arasındaki ilişki ise geçmişten gelen bir muhalefet ve hedef birliğine dayanmaktadır. Bilhassa İttihat ve Terakki’nin meşrûiyet ve nüfûz kazanmak maksadıyla ulemâya yaklaşma siyaseti ve ulemânın meşrûtiyet talebine dayanan II. Abdülhamid muhalifi tavrı bir ortaklık zemini oluşturmuştur. Bu birliğe istinâden, II. Meşrûtiyet’in ilanı sonrası ulemâ da yaygın kanaate muvafık olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni göklere çıkarmış, büyük bir memnuniyet ve hüsnükabulle karşılamış, istibdâttan kurtarıcı olarak tavsif etmiştir. Bu hüsnükabul, ulemânın önde gelen isimlerinden Mustafa Sabri Efendi’nin bir makalesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu kurtarıcı ve öncü rolü sebebiyle artık ulemânın peşinden gittiği, takipçisi olduğu/olması gerektiği bir güç olarak görülmesine kadar varmıştır. İttihat ve Terakki’nin idarî hakimiyetini artırdıkça, kimi isimlerce istibdat devrini dahi aratır hâle geldiği ifade edilen, devrindeki suistimaller, dînî-ahlâkî bozukluklar, cinayetler zaman zaman ulemânın da tenkitlerine mevzubahis olmuştur. Hattâ bu türlü tenkitlerin yeni bir siyâsî parti arayışlarına zemin hazırladığı da anlaşılmaktadır. Her ne kadar tenkitler yapılmışsa da yukarıda zikredilen sadâkatin kati olarak kesilmediği, tenkitlerin asla yoksaymaya, reddetmeye varmadığı görülmektedir.[32]

On yıllık savaş devresinde, Millî Mücâdele’de ciddî gayretler gösteren, Cumhuriyet’in kuruluşuna mühim katkılar sağlayan ulemâ için bu yeni devir hem asırlarca süren bir geleneğin sonu hem yeni bir yolun başı manâsına gelmekteydi.[33] İlmiye sınıfı, yukarıda özetlemeye çalıştığımız sûrette asırlar içinde derece derece gücünü ve nüfûzunu kaybetmekle birlikte Osmanlının son devrine ve hattâ Cumhuriyet’in ilk dönemine kadar geleneğini devam ettirmiştir.[34] İlmiye teşkilâtının ana müessesi olan şeyhülislamlığın, Cumhuriyet’in ilk yıllarında TBMM tarafından evvelâ Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti’ne tahvili ve ardından 1924’te hilâfetin ilgâsı ile bu vekâletin tamamen kaldırılması ve Diyânet İşleri Reisliği’nin kurulması ulemâ için yeni bir yolun başlangıcı idi.[35]

Cumhuriyet devrinde ulemâyı nasıl bir anlayışın, ne türlü bir muamelenin karşıladığını anlamak, bu yeni Cumhuriyet’te ulemânın yerini tahmin edebilmek için Cumhuriyet’in hemen evveline bakmak yerinde olacaktır. Asırlarca süren ulemâ- devlet münâsebetleri ve aşağı yukarı bir asırda ulemâ aleyhinde müthiş bir dönüşüme uğrayan anlayış hakkında Amit Bein dışarıdan bir göz olarak şu zikre değer tespitleri yapmaktadır: “Başka hiçbir İslam devletinde ilmiye sınıfı ile devlet arasındaki bağlar bu kadar sıkı değildi; ancak aynı şekilde Müslümanların çoğunlukta olduğu diğer ülkelerin hiçbirinde, yükselen sınıf konumundaki devlet memurları ve aydın çevrelerinde zaman içinde ulemâya karşı oluşan yabancılaşma bu boyutta değildi. Hattâ 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde taassup, gericilik, Orta Çağcılık ve skolastizm gibi olumsuz kavramlar Osmanlı bürokrasisinden ve aydın kesiminden birçok kişinin zihninde ulemâyla ve onların kurumlarıyla giderek daha fazla özdeşleştirilir bir hâle gelmişti.”[36]

Yukarıda zikredilen ithamlar, tahkir ve tezyif her ne kadar ulemâ sınıfının şahsına tevcihen zikredilmişse de bu anlayışın esasta ulemânın şahsında İslam dini ile çatışmaya vardığı da bir vâkıadır. Bu minvalde Osmanlı modernleşmesinin mimarları ile Cumhuriyet ideolojisinin İslâm’a bakışına dâir bir mukâyese yapan İsmail Kara, Osmanlıların Müslüman kalarak ve bir mecburiyet hissi ile modernleşme çabasında olduğunu; buna mukâbil Cumhuriyet ideolojisinin ise İslâm’ı devredışı bırakarak, hattâ birçok konuda İslâm’la çatışmayı göze alarak bir modernleşme ve kimlik oluşturma gayretinde olduğunu ifade etmiştir.[37] İsmail Kara, dinle irtibatlı bu çatışmanın misâllerinin ise inkılap kanunları listesinde aşikâr sûrette görüldüğünü ifade etmektedir: Tevhid-i Tedrisât Kanunu; Şapka İktisâsı Hakkında Kanun; Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgâsına Dair Kanun; Türk Kanun-ı Medenisi’yle kabul edilen evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü; Beynelmilel Rakamların Kabulü Hakkında Kanun; Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun; Bazı kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun. Bunların yanında hilâfetin ilgâsı, şer’î mahkemelerin lağvı, hafta tatilinin Cuma’dan Pazar’a alınması, alafranga saatin kabulü, takvim değişikliği, resmî binalardan tuğraların kaldırılması, anayasadan “Devletin dîni dîn-i islâmdır” ibâresinin çıkarılması ve yemin ifadelerinin değişmesi, Arapça ve Farsça’nın müfredattan çıkarılması gibi düzenlemeler de yazara göre bu listeye dahil edilmelidir.

Osmanlı Devleti’nin son devresinde başlayan Meşihat’ın yetkilerinin daraltılması hadisesi Cumhuriyet sonrası Diyanet İşleri Reisliği üzerinde de devam etmiştir. Bir zamanlar yargı, maarif ve vakıflar üzerinde hakimiyeti bulunan Meşihat, Tanzimat sonrası daralan yetkileri ile fetva işleri, medrese tahsili ve şer’iyye mahkemeleri dışındaki hakimiyet sahalarını tedricen kaybetmiştir. Bir mukayese ile Cumhuriyet sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurumu gibi teşkilatların tüm faaliyetleri Meşihat’ın yetki sahası dahilinde idi. Yukarıda bir kısmı zikredilen yeni düzenlemelerle Cumhuriyet devrinde de aynı temâyül devam etmiş, Diyanet İşleri Reisliği’nin yetkileri, vazife sahası tahdit edilmiştir. Bir misâl olarak 1925’te Tekke ve Zaviyeler kapatılınca Diyanet İşleri Reisliği’nin yetkisinde olan tüm bu müesseseler ve buralara ait kadrolar vazife dışında kalmıştır. Benzer şekilde Evkaf Umum Müdürlüğü’nün 1931 Mâlî Senesi Bütçe Kanunu ile câmilerin, mescitlerin idaresi ile imam, müezzin, kayyım gibi câmi vazifelilerinin tamamının tayin, emeklilik, azil gibi muameleleri Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiştir. Bu durumda Diyanet İşleri Reisliği ise câmi ve mescitlerin yalnızca dînî yönden teftişinde yetkili kılındı.[38] Her ne kadar yaklaşık bir asırlık bir anlayışa istinât ettiği görülüyorsa da, bu gibi icraatlar göz önüne alındığında Cumhuriyet ideolojisi ile dînî sahanın münasebetinin yukarıda naklettiğimiz devre dışı bırakma, nüfûzunu mümkün olduğunca azaltma gayretine muvâfık olduğu anlaşılmaktadır.

Tüm bu hâdiseler göstermektedir ki ulemânın hayat çizgisi devletin hayat çizgisine benzer bir sûrette devam etmiştir. Bilhassa Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçişte ulemâ dâimâ mağlup olan tarafta kalmak mecbûriyetini tecrübe etmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse ulemânın günden güne daralan istihdam sahası, eriyen itibârı ve nüfûzu Cumhuriyet’in ilanından sonraki birkaç yılda bu sınıfın küçültülmesi, merkezden çıkarılması, müesseselerinin ortadan kaldırılması ile neticelendi. Hattâ ulemâya ait unvanlar dahi Türkçe’den çıkarıldı.[39]

Bu çalışmaya konu olan Ahmed Mikdâd Efendi, ulemâ sınıfı mensubu olarak buraya kadar özetlemeye çalıştığımız tarihî tecrübenin hemen tüm tesirlerini üzerinde müşâhede edebildiğimiz bir şahsiyettir. Sultan II. Abdülhamid devrinde medrese talebesi ve müderris olarak muhalif tarafta yer aldı. Sürgün edilmesine rağmen halk nezdinde ciddî bir nüfûz kazandı. Müderrislik, muallimlik, vâizlik, ders-

i âmlık yaptı; matbuat sahasında faaliyet yürüttü. II. Meşrûtiyet’i büyük bir hüsnükabûlle karşıladı; hürriyetin doğuşu olarak tavsif etti. Cumhuriyet’in ilanından sonra da aynı sûrette vazifelerine devam ederken medreseler kapatıldı; muallimliğe devam etti. Aynı zamanda Diyanet İşleri Reisliği bünyesinde vâizlik yaptı. 1931’de Bütçe Kanunu’na istinâden vâizlik kadrosundan tasfiye edildi;                                                                  1939 sonundaki

vefâtına kadar bu karara itirâzlarına devam etti; fakat müspet bir netice alamadı. Maarif’in açtığı kurslara katıldı; 1936 yılına kadar Türkçe öğretmenliği yaptı ve emekli oldu.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin tecrübeleri bir zihniyet dönüşümünün tezâhürüydü ve şunu da ilave etmek gerekir ki o, Cumhuriyet rejiminin ilkelerine uymak, bu noktada muhalif bir tavırda görünmemek yolunda gayret etmiş bir ilmiye mensubuydu. Bu çalışmada onun birçok inkılâba destek verdiği açıkça ortaya konulmuştur. Buna rağmen Cumhuriyet sonrası umduğunu bulamadığı, türlü sıkıntılara uğradığı, bir ilmiye mensubu olarak ancak Türkçe öğretmenliği yaparak maişetini temin edebildiği görülmektedir. Bu manâda Ahmed Mikdâd Efendi’nin münferit bir hâdisenin kahramanı olmadığı anlaşılmaktadır; fakat bir tasnif yapmak gerekirse o, İslâm’la çatışan, ulemânın sahasını mümkün olduğunca daraltan bu yeni anlayışı tabiri caizse hafif sarsıntılarla atlatan zümredendir. Zîrâ bu devrede sürgün edilen, hapislere düşen, hattâ idama mahkum olan isimler de vardır. İskilipli Atıf Hoca’nın (1875-1926) ve Şeyh Esad Erbilî’nin (1847-1931) idam cezaları; Bediüzzaman Said Nursî’nin (1878-1960) sürgünleri ve hapis cezaları; edebiyat âleminde de ismini duyurmuş Tâhirülmevlevî’nin (1877-1951) aynı sûrette muhâkemesi ve hapsi çok meşhur misâllerdir.[40] Bu gibi misâllerden de anlaşıldığı gibi rejim muhalifi olmak, inkılapları tenkide cüret etmek yahut hasbelkader yalnızca bu gibi şüpheleri üzerine çekmek dahi mahkemelere düşmeye, sürgün edilmeye kâfi sebep sayılmıştır. Basit bir şüphe üzerine ciddî ithamlarla karşılaşan ve neticede sürgün edilen isimlerden biri de, Ahmed Mikdâd Efendi gibi Cerîde-i Sûfiyye’nin yazar kadrosunda yer alan, Elaziz Müftüsü Mehmed Kemâleddin Efendi'dir. (1867­

1936) Birtakım baskınlar neticesinde ele geçirilen evraklardan hareketle millî hükümete muhalefet etmek, şapka meselesi başta olmak üzere teceddüt aleyhinde olmak, hilâfet ve şeriatin ilgâsını tenkit etmek gibi suçlamalarla Şark İstiklâl Mahkemesi’nde muhakeme edilmiş ve tek celsede Samsun’a sürgün edilerek hemen akabinde müftülükten de azledilmiştir. Bu hadisede bir zihniyet tezâhürü olarak dikkat çeken husus Kemaleddin Efendi’yi müftülükten azleden Elaziz Valisi’nin bir rapor yazarak şehre tayin edilecek yeni müftünün “Cumhuriyet prensiplerini özümsemiş, batı illerinde doğmuş, aydın ve seçkin” bir zât olması temennisinde bulunmasıdır. Bir buçuk yıl sürgünde kalan Kemaleddin Efendi’nin müderrislik de dahil tüm resmî vazifeleri sona erdirilmiş, vakıflarla münasebeti kesilmiş, arazileri dağıtılmış, maaş ve tahsisatlarına el konulmuştur. Memûriyet kanununa göre bir memurun en az altı ay hapis cezası almadıkça azledilemeyeceği hükmüne istinâden yapılan itirazlar ise Diyânet İşleri Riyâseti’nce dikkate alınmamıştır. Kemaleddin Efendi, yalnızca şüpheleri üzerine çekmiş ve şahsî evraklardan öteye geçmemiş birtakım tenkitlerde bulunmuş bir âlimin müşahhas misâli olarak ortadadır.[41]

Netice itibârıyla rejim taraftarı gözüken Ahmed Mikdâd Efendi ve şahsî bir muhalefet yürüttüğü yahut en azından inkılapları kabullenemediği anlaşılan Kemaleddin Efendi gibi isimler, tarafı ne olursa olsun medresede tahsil görmüş, icâzetli bir ilmiye mensubunun Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçişte de inkılaplar devresinde de tüm gayretlerine rağmen kendini dâimâ mağlup tarafta bulmasının misâlleri olarak ifade edilebilir. Bu çalışma da Ahmed Mikdâd Efendi’nin şahsında ulemânın zikredilen devredeki faaliyet ve fikirlerine çeşitli misâller sunmaktadır.

1.   AHMED MİKDÂD EFENDİ’NİN HAYATI

1.1.   Doğumu ve Âilesi

Ahmed Mikdâd Efendi, rûmî 1288 tarihinde (m. 1872)[42] Divriği’nin Kesme Köyü’nde doğmuştur.[43] Lakabı Fevzî’dir. Sicill-i ahval varakasında “bin iki yüz seksen sekiz sene-i mâliyesi evâ’ilinde Divrik Kazası’nın Kesme Nahiyesi’nde tevellüd etdim” demektedir. 1288 sene-i mâliyesi yani rûmî yılı milâdî 1872 yılına denk düşmektedir. “1288 rûmî yılının evâili” ifadesi ile yılın ilk on günü kastedilmiş olmalıdır; buna göre Mikdâd Efendi’nin, milâdî 13-22 Mart 1872 tarihleri arasında bir günde doğmuş olması muhtemeldir. Bu ifadeye göre tevellüdünün 1872 Mart ayı ortalarında olduğu anlaşılmaktadır.[44]

Babasının adı Abdullah; dedesinin adı Mikdâd’dır. 1259 tarihli Divriği Nahiyeleri nüfus defterinde Ahmed Mikdâd Efendi’nin babası Abdullah ve amcaları hakkında önemli kayıtlar vardır. Bu kayıtlara göre Ahmed Mikdâd Efendi’nin babası Abdullah 8 yaşındadır. Abdullah’ın 6 yaşındaki kardeşinin adı da Ebûbekir’dir. Defterde Abdullah ve Ebûbekir’in babası Mikdâd’ın kaydı yoktur. Aynı şekilde Mikdâd’ın kardeşi Hüseyin’in de, 7 ve 5 yaşındaki oğulları Mehmed ile Ömer’in isimleri kayıtlı olduğu halde, defterde ismi yoktur. Mikdâd ve Hüseyin’in diğer kardeşi Mehmed’in ise o tarihten önce vefât ettiği 8 yaşındaki oğlu İbrahim’in yetim sıfatıyla kaydedilmesinden anlaşılmaktadır. [45]

Annesi Sırma Hanım’dır. Esasen Mikdâd Efendi’nin anne adı iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin nüfus tezkeresinde anne adı “Âyişe” olarak kayıtlıdır. Fakat Mikdâd Efendi Ozanlar adlı eserinde annesini şöyle zikretmiştir:

Eğinli Sırma Hanım da demişti

Benim annem güzel şeker yemişti[46]

Ayrıca oğlu Kemal Poyraz da babası hakkında yazdığı mektupta ana adını “Sırma” olarak kaydetmiştir.[47] Bu durumda annesinin, resmî belgelerde “Âyişe” şeklinde kayıtlı olduğu hâlde resmî muâmelât dışında “Sırma” ismiyle tanınmış olması ihtimal dâhilindedir. Ayrıca Ahmed Mikdâd Efendi, son eşi Cemile Hanım’dan olan kızına da annesinin adı olan “Ayşe” ismini vermiştir. Yukarıdaki mısralarda da ifade edildiği gibi annesinin memleketi Mamüretü’l-azîz Vilâyeti’ne bağlı Eğin Kazası’dır.

Mikdâd Efendi’nin kızı Hâlide Suat’ın (1913-1987) torunu Belir Bulut Hanımefendi’nin nakline göre Mikdâd Efendi’nin iki kardeşi daha vardır.[48] Baba tarafı Poyrazoğulları olarak şöhret bulmuş, geniş ve nispeten varlıklı bir sülâledendir.[49] Nitekim soyadı kanunundan sonra da Mikdâd Efendi ve âilesi Poyraz soy ismini almışlardır. Mikdâd Efendi’nin babası Abdullah Efendi o bölgenin eşrâfından, toprak sâhibi zevâtındandır; Mikdâd Efendi, babasını “mîr-i ashâb-ı emlâkdan Abdullah Efendi” şeklinde tanıtmaktadır.[50] Nüfus defterlerinde, A. Mikdâd

 

Efendi’nin dedelerinin 18. asrın ortalarından itibâren Kesme Köyü’ndeki ikâmet kayıtlarına rastlanmaktadır. Bu kayıtlara göre Mikdâd Efendi’nin şeceresi şu şekildedir:

Bekir
(?-?)

Ömer
(1772/73-?)

Metin Kutusu: Mikdâd
(1824/25-?)
Metin Kutusu: 	v	
Hüseyin
(1804/05-?)

Metin Kutusu: Mehmed	Ömer
(1834/35-	(1834-?)
?)
Metin Kutusu: İbrahim
(1835/36-?)
Metin Kutusu: Abdullah
(1835/36-
1887)
Metin Kutusu: Ebûbekir
(1837/38-
1899)


Mehmed
(?-1835’ten
önce)

Ahmed
Mikdâd
(1872-1939)

Ahmed Mikdâd Efendi on beş yaşında iken babası Abdullah Ağa; on dokuz yaşında iken de annesi Sırma Hanım vefât etmiştir. Annesi ve babası İstanbul Topkapı Mezarlığı’nda medfûndur. Elimizdeki bir şiirine göre Ahmed Mikdâd Efendi, ana-babasının vefâtından yaklaşık elli yıl sonra 1935 yılında İstanbul Topkapı Mezarlığı’na ziyâret maksadıyla gitmiş ve bu ziyarete dâir Anama ve Babama başlıklı iki şiir yazmıştır. Annesine ithâf ettiği şiirdeki şu ifâdeye göre babasından dört yıl sonra annesinin genç sayılacak bir yaşta vefâtı onu ciddî manâda etkilemiştir:

N’olaydı ecelin gelmez olaydı Hiç değil elliyi yaşın bulaydı O zaman tesellî bana kolaydı Benimle meliyor inekle danam[51]

1.2.   Tahsil Devresi

Mikdâd Efendi, ilk eğitimini kendi memleketindeki mekteb-i ibtidâîde almıştır.[52] Divriği’de, kendi ifadesiyle, “mukaddime-i ulûmu” gördükten sonra o dönem Mamüretü’l-azîz Vilâyeti’ne bağlı bir kaza merkezi olan annesinin memleketi Eğin’de (Kemâliye) tahsile devam etmiştir. O dönemde Anadolu’da dört yaşındaki çocukların sıbyân mekteplerine ya da ibtidâî mekteplere başlatılması yaygın bir gelenektir. Altı yaşını doldurduğu hâlde çocuğunu mektebe göndermeyenler ise cezalandırılmaktadır. Bu bilgilere göre Mikdâd Efendi, Divriği’de üç yıl tahsil gördükten sonra tahminen yedi yaşında iken, 1879 yılında Eğin’e gelmiş olmalıdır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal Poyraz, babasının sekiz yaşında iken İstanbul’a götürüldüğünü söylediğine göre Divriği’de üç yıl ibtidâîye devam ettikten sonra kalan bir yılı da Eğin’de ikmâl ederek ibtidâî mektebini burada tamamlamış olması muhtemeldir. Zîrâ mekteb-i ibtidâî dört yıllık bir eğitim vermekteydi.[53] Ahmed Mikdâd Efendi yine Eğin’de husûsî hocalardan sarf, nahiv, Farsça ve hesap derslerini okumuş; hâfızlığını da burada tamamlamıştır.[54]

Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal Poyraz, Aslanoğlu’na gönderdiği mektupta babasının 8 yaşında iken ana-babasıyla birlikte İstanbul’a gittiğini ve ilk tahsiline burada başladığını söylüyorsa da Mikdâd Efendi bizzat doldurduğu sicill-i ahvâl varakasında Divriği’deki ilk tahsilden ve Eğin’deki tedrisattan sonra İstanbul’a gittiğini söylemektedir.[55] Benzer bir bilgi Erol Kaya’nın eserinde de mevcuttur. Kronolojik bir yanlış anlamadan olsa gerek, bahsi geçen eserde, Mikdâd Efendi’nin 1880’de İstanbul’a gittiği, mekteb-i ibtidâiyi burada tamamladığı, anne ve babası vefât edince Divriği’ye döndüğü, hattâ bu tarihte 27 yaşında olduğu; aynı yıllarda Eğin’de Kur’ân’ı hıfzettiği ve Eğin’de mevcut ileri seviyedeki medreselerden ve hocalardan muhtelif dersler aldığı; yine 27 yaşında iken yani 1899 yılı içinde daha ileri seviyede eğitim almak için tekrar İstanbul’a geldiği ve Fâtih’te “Cezerî” tedrîsi ile Kur’ân talimi yaptığı ve bu tahsilini de 1899 yılına yani 27 yaşına kadar sürdürdüğü ifade edilmektedir.[56] Halbuki Mikdâd Efendi sicill-i ahvâl varakasında, nihayet 1899’da sürgün edilmesiyle neticelenen bu tahsil devresini bizzat şöyle ifade etmektedir: “Mekteb-i ibtidâ’îde mukaddime-i ‘ulûmu gördüm. Ba’dehu vatan-ı mâder Eğin kazasında hıfz-ı Kur’ân-ı Kerîm ile biraz sarf ve nahiv ile Fârisî, hesâb okudukdan sonra ikmâl-i tahsîl için der-i ‘aliyyeye gelerek esatize-i kirâm-ı zü’l- ihtirâm halkasına dâhil oldum fuhûlîn-i kirâmdan fünûn-ı şettâyı bi’l-iktitaf rûz u leyâli çalışmakla iktisab-ı füyûz etdim ve husûsî müderrislerden fünûn-ı medeniyye, vücûh-ı kırâ’at, hutût-ı mütenevvi’aya âşinâ oldum. Fâtih’de Cezerî tedrisiyle ta’lîm- i Kur’ân etmek ve mütûn-ı ‘ulûmı yüzlerce talebeye müzakere eylemekden dolayı o vakitler müzakereci Ahmed Efendi nâmını kazandım ve ayrıca Buhârî ve tefsir istimâ‘ıyla ruhsat aldım. O gayretle kalsam neler olurdum. Hayfâ ki ‘unfuvân-ı şebâbımda tebliğ-i ahkâm etmek, hak söylemek sebebiyle devr-i sabıkda 314 senesinde nefy edilmekle istikbalime sedd çekildi.”[57] Bu ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki Mikdâd Efendi, memleketindeki mekteb-i ibtidâîde okuduktan sonra Eğin’e gitmiştir.

Memleketindeki ve Eğin’deki tahsil yıllarından sonra tahsiline devam etmek için anne-babası ve iki kardeşi ile beraber, Poyrazoğulları sülâlesi olarak da yabancısı olmadıkları, İstanbul’a gelmişlerdir. Nüfus defterlerindeki kayıtlara bakıldığında Poyrazoğlu sülâlesinin bazı mensuplarının İstanbul’a gitmiş bulunduğu görülmektedir. Hicrî 1250 tarihli nüfus defterinde Poyrazoğlu sülâlesinden Süleyman oğlu İsmail ve oğlu İbrahim’in Âsitâne’de bulunduğu mukayyeddir.[58] Mikdâd Efendi’nin tahsilini tamamlamak için anne ve babasıyla İstanbul’a gitme yolunu tercih etmesinde orada bulunan akrabalarının da etkili olduğu söylenebilir.

Oğlu Kemal Poyraz’ın beyânına göre İstanbul’a geldikleri sırada Ahmed Mikdâd sekiz yaşındadır.[59] Aileden gelen şifâhî bilgilere göre Ahmed Mikdâd Efendi ve âilesi Üsküdar’da satın aldıkları evde ikamet etmişlerdir.[60] Özel bir mektep olan Maşrık-ı Füyûzât Mektebi’nin[61] rüşdiye kısmında tahsiline devam ederek burada mürettep dersleri görmüş ve ardından medrese devresi ile birlikte husûsî hocalardan da ders almaya başlamıştır.[62] Bu tahsil süreci içinde on beş yaşında iken babası Abdullah Ağa vefât etmiş; annesi Sırma Hanım rızâ göstermemesine rağmen tahsîlini Fâtih Medreseleri’nde[63] sürdürmüştür.[64] On altı yaşında iken tahsiline mâni olmayacak sûrette fahrî olarak dâhiliye nezâreti sicill-i ahvâl şubesine iki yıl boyunca devam etmiştir. Fakat kuvvetli bir hâmîsi olmadıkça maaş alacak duruma gelmesinin zor olduğu söylenince bu müdavemeti terk etmiştir.[65]

İstanbul’a gelişinden itibâren aşağı yukarı on beş yıl sürecek ve nihayet İstanbul’dan nefyedilmesiyle neticelenecek bu devrede Mikdâd Efendi, önde gelen üstadlardan muhtelif dersler okuyarak yoğun bir çalışmayla modern ilimlere, Kur’ân­ı Kerîm kıraat/okuma usûllerine ve çeşitli hat/yazı türlerine âşinâ olmuştur. Fâtih Medreseleri’nde tahsîle devam ederken Cezerî tedrîsiyle[66] Kur’ân-ı Kerîm talimi yapmıştır. Medresede bir gelenek hâline gelmiş olan usûlle alt seviyedeki talebelere ilmî metinleri müzâkere ettirmekteki gayretiyle “Müzâkereci Ahmed Efendi” nâmını da kazanmıştır. Bu devrede çok ciddî gayret gösterdiğini, Buhârî ve tefsîr takrîrâtını takip ederek ruhsat dahi aldığını bizzat söyleyen Mikdâd Efendi, gayretinin, iştiyâkının devam etmiş olması hâlinde ciddî seviyelere de erişebileceğinden “o gayretle kalsam neler olurdum” ifadesiyle hayıflanarak bahseder.[67] Fâtih Medreseleri’nde vaaz vermeye başladığı sıralarda on dokuz yaşındadır. Annesi Sırma Hanım’ın vefâtı da vaazlara başladığı ilk zamanlara denk düşmektedir.[68]

Uzun yıllar süren medrese tahsilinin sonunda Mikdâd Efendi için sürgün hayatı, daha doğrusu İstanbul’dan uzakta hayatını idâme ettirmek mecbûriyeti başlamıştır. Mikdâd Efendi, tekrar İstanbul’a gelmek için II. Meşrûtiyet’in ilanını beklemek durumunda kalmıştır. İstanbul’dan nefyedilmesinin tahsîline, ilim yolundaki ilerleyişine nasıl menfî tesir ettiğini, ilmiyedeki emsâline nispeten nasıl geri kaldığını ise yıllar sonra şöyle ifade etmiştir:

(...) meslek-i ‘ilmîden beklediğim her türlü âmâl ve füyûzâtdan mahrûm edilerek memleketime teb‘îd edildim. Meslek-i celîl-i ‘ilmde kemâl-i hevesle emr-i tedrîsin îfâsına bezl-i ihtimâm etdikse [de] bir tîr-i cellâda hedef olan tedbîrim geri kaldı. Bugün emsâlime nisbeten mağdûrîn-i ‘ilmiyyedenim.[69]

 

Yıllar sonra II. Meşrûtiyet ilan edilip şartlar değişince tekrar İstanbul’a gelerek Bursa Gavsiyye Medresesi Müderrisliği[70] ru’ûsunu almıştır.[71] İcâzetini de yine yakın tarihlerde Bâyezid dersiâmlarından Ahmed Hamdi b. Mustafa el- Çeharşenbevî Efendi’den almıştır.[72] Mikdâd Efendi’nin icâzet silsilesi aşağıdaki şekildedir:

Hâtemü’n-nebiyyîn ve Seyyidü’l-evvelîn Hazreti Muhammed (s.a.v.)



Ebî ‘Abdurrahmân b. el-Esved b. Zeyd        ‘Alkame

İbrâhîm en-Neha‘î

Hammâd bin Ebî Süleymân

İmâm-ı A’zâm^Ebî Hanîfe Nu'mân bin Sâbit

Ebî Yûsuf

Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî ‘Abdullah Ebî Hafs el-Buhârî’nin Babası ‘Abdullah Ebî Hafs el-Buhârî el-İmâm ‘Abdullah es-Sebezmûnî Ebî Bekr bin Muhammed el-Fazlu’l-Buhârî el-Kâdî Ebî ‘Ali en-Nesefî Şemsü’l-e’imme el-Hulvânî

Şemsü’l-e’imme es-Serahsî Burhânuddîn

Şemsü’l-e’imme el-Kerderî

Hâfızüddîn el-Kebîr ‘Alâeddîn ‘Abdülazîz el-Buhârî es-Seyyîd Celâleddîn

eş-Şeyh ‘Alâeddîn el-Sayrâmî eş-Şeyh Sirâcüddîn ‘Ömer bin ‘Ali Kemâlüddîn ibnü’l-Hümâm ‘Abdilberr bin Şıhne

Şihâbüddîn Ahmed Yûnus (Şiblî) \P ‘Ali el-Makdisî


Ömer bin Nüceym                     eş-Şeyh Abdülhayy


eş-Şeyh ‘Abdülkerîm el-Seveyrî

eş-Şeyh ‘Abdülhayy                   eş-Şeyh Abdürrahîm

\p V 'i' eş-Şeyh Muhammed el-Yemânî el-Ezherî

‘Abdülkerîm el-Konevî el-Âmidî

eş-Şeyh İsmâ’il el-Konevî

Ebî Tâlib el-Mekkî

‘Abdülmelik bin Yûsuf el-Cüveynî

el-Hüccetü’l-islâm el-Gazâlî

Fahreddîn er-Râzî

Kâtib el-Kazvînî

Nasîrü’t-Tûsî

Kutbeddîn eş-Şîrâzî

Kutbeddîn er-Râzî

Mevlânâ Mübârekşâh

es-Seyyîd eş-Şerîf el-Cürcânî

Muhyiddîn el-Kuşkenârî

Celâleddîn ed-Devvânî

Cemâleddîn Mahmûd eş-Şîrâzî

Mevlânâ Mirzâcân

Mevlânâ Hüseyn el-Halhalî

Muhammed eş-Şirvânî


Muhammed bin Pîr ‘Ali Mevlânâ Receb Efendi el-Âmidî

en-Nisârî el-Kayserî

eş-Şeyh ‘Osmân ed-Divrîkî

eş-Şeyh ‘Abdülkerîm el-Konevî el-Âmidî

eş-Şeyh İsmâ‘il el-Konevî

Muhammed el-‘Ayıntâbî

‘Ali el-Fikrî el-Ahıshavî

eş-Şeyh İbrâhîm el-İspirî

eş-Şeyh Süleymân bin Hasan el-Girîdî

eş-Şeyh es-Seyyîd Muhammed Gâlib bin el-Kadî Muhammed Emîn el-İstanbulî

es-Seyyîd Ahmed Şâkir el-İstanbulî bin Halîl el-Zağferânbolî

Ahmed Hamdi bin Mustafâ el-Çehârşenbevî

Ahmed Mikdâd Efendi

1.3.   Sebepleri ve Neticeleriyle Sürgün

Ahmed Mikdâd Efendi, İstanbul’da medrese tahsiline devam ederken on dokuz yaşında başladığı vaazlarını resmî evrâka göre yirmi iki, kendi ifâdesine göre ise yirmi altı yaşına kadar devam ettirebilmiştir.[73] Nihayet önceki bölümde de ifade ettiğimiz gibi İstanbul’dan uzaklaştırılmış, sürgün edilmiştir. Aileden gelen bilgilere göre anne-babası önceden vefât etmiş olan Mikdâd Efendi’nin diğer iki kardeşi de başka şehirlere sürgün edilmiştir. Hatta Mikdâd Efendi’nin yıllar boyunca bu kardeşlerini aradığı ve fakat bulamadığı da söylenmektedir.[74]

İstanbul’dan uzaklaştırılmasının sebebini ise otuz yedi yaşında iken doldurduğu sicill-i ahvâl varakasında şöyle ifade etmektedir: ‘Unfiwâm-ı şebâbımda tebliğ-i ahkâm etmek, hak söylemek sebebiyle devr-i sâbıkda 314 senesinde nefy edilmekle istikbalime sedd çekildi.[75] Bu ifadeden anlaşıldığı kadarıyla gençliğinin ilk zamanlarında Allâh’ın hükümlerini tebliğ etmek, doğruyu, hakikati dile getirmek sebebiyle 1314’te sürgün edildiğini ve önünün kesildiğini ifade etmektedir ki bu hadisede gadre, haksızlığa uğradığını da böylece beyân etmiştir.

İstanbul’dan uzaklaştırılmasından on yıl sonra Cerîde-i Sûfiyye Mecmuası’nda neşrolunan bir makalesinde ise Sultan II. Abdülhamid devrinde çekilen sıkıntılardan bahsederken kendi sürgününü misâl olarak göstererek ne gibi sebeplerle bu hadiselerin vukû bulduğunu şöylece ifade etmeye çalışmıştır:

Rumûzât-ı Kur’âniyye değil, ahkâm-ı meşrû'anın da tenkidine mecâl olmazdı. Buna şâhid isterseniz on sene evvel Eyyûb Sultân Câmi -i Şerîfi nde (...) Jj^jll ^SjjI U (...) (... Peygamber size ne verdiyse ...)[76] ilh. fermân-ı bâhirü’l-burhânını mehmâemken tefsire cür’et-yâb olduğuma mukabil meslek-i ‘ilmiden beklediğim her

türlü âmâl ve füyûzâtdan mahrûm edilerek memleketime teb‘îd edildim. Meslek-i celîl-i ‘ilmde kemâl-i hevesle emr-i tedrîsin îfâsına bezl-i ihtimâm etdikse [de] bir tîr-i cellâda hedef olan tedbîrim geri kaldı. Bugün emsâlime nisbeten mağdûrîn-i ‘ilmiyyedenim. Bu işler bütün fâ’idesini kendi kardaşlarının zararında arayan hafiye-i ‘avene-i havenesinin millete müstevlî olmasından ileri gelmişdir.[77] [78]

Mikdâd Efendi, “teblîğ-i ahkâm” etmek, “hak söylemek” derken kastettiği fiilini de yıllar sonra böylece açıklamıştır.

Mikdâd Efendi, yukarıda zikredilen hadise neticesinde, hakkı söylediği için nefyedildiğini ifade ederken oğlu Kemal Poyraz ise “hürriyet lehine kullandığı isyankâr sözlerden dolayı” babası hakkında sürgün kararı verildiğini nakletmiştir.78 Eyüp Sultan Câmii’ndeki bahsi geçen vaazın doğrudan hürriyet lehine bir faaliyet sayılması zor görülse de esasen satır aralarında Mikdâd Efendi’nin “ahkâm-ı meşrû'anın da tenkidine mecâl olmazdı” ifadesiyle devrin hükümlerine, yani hüküm sahiplerine karşı serbest bir şekilde hareket etmenin, fikir beyan etmenin, tenkitleri dillendirmenin önüne konulan engelleyici tavra o dönemlerde de karşı durduğu, tavrının o devreden itibâren açık bir muhalefeti aksettirmeye mâil olduğu söylenebilir. Bilhassa II. Meşrûtiyet’in ilanı sonrası yazdığı kitaplarında ve diğer makalelerinde, sansür, jurnal gibi usûllerle hürriyetlerin sınırlandırılmasına ciddî tenkitler getirmiştir. Mikdâd Efendi’nin hürriyeti ve bunun istinatgâhı olarak gördüğü Meşrûtiyet’i, İslâmî bir temelde, “hak” olarak görmesi, bu husûsa dâir müdâfaalarını ve tenkitlerini “teblîğ-i ahkâm etmek ve hak söylemek” olarak tavsif edişini de vuzûha kavuşturmaktadır.[79]

Ahmed Mikdâd Efendi’nin İstanbul’dan uzaklaştırılması, sürgün yerine/menfâsına varması hakkında ise farklı kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. Bu sürecin iki mühim kaynağı oğlu Kemal Poyraz’ın mektubu ile arşivlerdeki resmî evraktır. Kemal Poyraz’ın mektubunda naklettiğine göre Mikdâd Efendi, evvelâ Harput’a sürgün edilir; fakat sürgün yerine nakli sırasında Sivas’ın Ulaş Nahiyesi civârında geceden istifâde ederek firâr eder ve Divriği’ye gelir. Divriği’de amcası Bekir Ağa tarafından himâye altına alınır ve bir süre burada ikâmet eder. Yine oğlunun ifadesi ile “bütün arzu ve düşüncesi tahsili, hürriyetin ilânı olan” Mikdâd Efendi üç ay sonra tekrar İstanbul’a gider ve hürriyet lehine yeniden faaliyete başlar. Bu faaliyetler üzerine tekrar takibâta uğrar; İzmir’e kaçarken tevkîf edilir. Zabtiye Nezâretinde 90 gün hapis kaldıktan sonra Sivaslı bir gardiyanın hemşehrilik namına kendisinden emin olmasından istifâde ederek firâr eder. Yeniden memleketi Divriği’ye döner; fakat geçen süre zarfında amcası Bekir Ağa vefât ettiğinden bu sefer Divriği’de hâmîsiz kalır. Bu sırada da ilk evliliğini vefât eden amcasının hanımı ile yapar. İstanbul’a tekrar gider. Üçüncü defa takibâta uğrar ve nihâyet Erzincan’a giderek idâdî mektebinde İmlâ Muallimliği vazifesine başlar.[80] Kemal Poyraz babasının sürgün serencâmını böylece nakletmiştir.[81]

Bir diğer kaynak olan resmî evrâka göre ise oğlunun nakillerinden farklı bir sürgün hikâyesi karşımıza çıkmaktadır. Bu evraklar, garip bir şekilde, sürgün tarihini Mikdâd Efendi’nin beyân ettiğinden birkaç yıl erken göstermektedir. Onun hem sicil varakasındaki hem de yukarıda alıntı yaptığımız Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan makalesindeki beyânına göre sürgün tarihi h. 1314/m. 1896-1897’dir. Bu evrâka göre ise Mikdâd Efendi, r. 1310/m.             1894-1895 senesinde sürgün edilmiştir. Sürgün

sebebinin “bazı esbâbdan dolayı” şeklinde ifade edildiği bu belgelere göre ilk sürgün yeri Divriği’dir, ki Mikdâd Efendi de, oğlunun Harput’a gönderilmek istendiğini söylemesinin aksine, “memleketime teb‘îd edildim” diyerek bu bilgiyi doğrulamaktadır.[82] Daha sonraki durağı ise doğduğu, ilk tahsilini yaptığı Kesme Köyü olmuştur. Bir müddet Kesme’de ikâmetten sonra buradaki maddî zorluklardan kurtulabilmek ve mâişetini temin edebilmek için Erzincan’a gitmiş ve orada askerî rüşdiye imlâ muallimliğine tayin olunmuştur. Bu belgeler, Mikdâd Efendi’nin İstanbul’dan uzaklaştırılmasından yaklaşık on yıl sonraya aittir. Divriği Kaymakamlığı, Sivas Vilâyeti, Maarif Nezâreti ve Zabtiye Nezâreti arasında gerçekleştiği anlaşılan yazışmalara göre 1903 yılı sonlarına doğru, yani Mikdâd Efendi Erzincan’da Askerî Rüşdiye’de vazife yaptığı sıralarda, garip bir şekilde Yemen’e sürgün edilmesi gündeme gelmiştir. Divriği Kaymakamlığı, Sivas Vilâyeti’ne; Sivas Vilâyeti de Zabtiye Nezâreti’ne bu husûsu bildirmiş, nihâyet Maarif Nezâreti’nin görüşü sorulmuştur. Maarif Nezâreti ise Ahmed Mikdâd Efendi’nin Askerî Rüşdiye’de görev yaptığını; bu vazifeye tayininin Zabtiye Nezâreti’nce yapılmış olduğunu; İstanbul’dan uzaklaştırılması, memleketine ve ardından Erzincan’a gönderilmesinin de yine aynı nezâretçe takdîr olunduğunu ifade ederek kendilerinin Mikdâd Efendi hakkında bir malûmâta sahip olmadıklarını bildirmişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla Maarif Nezâreti kendilerinin hiçbir müdâhalesi olmayan böyle bir husûsta görüş sorulmasını lüzumsuz görmüştür. Ayrıca Mikdâd Efendi’nin Askerî Rüşdiye’de memuriyet vazifesine devam ettiği sırada Yemen’e memuriyet vazifesiyle gönderilmek istenmesinin de teâmüle muvâfık görülmediği ve 83

garip karşılandığı anlaşılmaktadır.[83]

Nihâyet bu yazışmalar neticesiz kalmış; Mikdâd Efendi Erzincan’daki vazifesine devam etmiştir. Fakat garip olan şudur ki şahsını ilgilendiren böylesine ciddî bir meseleyi Mikdâd Efendi hiçbir eserinde, yazısında mevzubahis etmemiştir. Onun mîzâcına, bu türlü hadiseler karşısındaki genel tavrına baktığımızda Yemen’e sürülmek gibi bir tehdit karşısında tamamen sessiz kalması anlaşılabilecek bir tavır değildir. Bu manada, Mikdâd Efendi’nin neticesiz kalan bu yazışmalardan ve Yemen’e sürülme teşebbüsünden haberdâr olmadığı kuvvetli bir ihtimâl olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlaşılan o ki ömrünün sonuna kadar da böyle bir teşebbüsten haberdâr olmamıştır.

1.4.   Sultan II. Abdülhamid Devri ve Sonrasında Bir Muhâlif

olarak Mikdâd Efendi

Ahmed Mikdâd Efendi’nin altmış yedi yıllık ömrünün neredeyse yarısı Sultan II. Abdülhamid saltanatına tekâbül eder. Nihâyet onun İstanbul’dan uzaklaştırılıp birtakım badirelerden sonra Erzincan’da uzun yıllar devam edecek memûriyet hayatına atılması da, bir önceki başlık altında teferruatıyla ortaya koymaya çalıştığımız gibi, Sultan II. Abdülhamid muhalifliği sebebiyle olmuştur.[84] Bu kısımda ise Mikdâd Efendi’nin II. Meşrûtiyet’in ilanından sonra açıkça ortaya koyduğu, genellikle geçmişe dönük, zaman zaman da devrine yönelik tenkitleri üzerinde durulacaktır. Bir manâda Mikdâd Efendi’nin 1908 sonrasına kadar bastırılan, cezalandırılan “muhâlif tavrı” tetkik edilecektir.

Mikdâd Efendi’nin İstanbul’da on dokuz yaşından itibâren başladığı vaazlarında, yedi yıl süren bu dönemde yıllar içinde hürriyet lehine beyânâtlara kadar varacak muhâlif bir çizgiye geldiği anlaşılmaktadır. Bu yıllarda sadece şifahen ifade ettiği itirazlar İstanbul’dan uzaklaştırılmasına kâfî sebep sayılmıştır. Burada Mikdâd Efendi’nin itirâzlarının, muhâlefetinin nerede, hangi hâdiseler üzerine zuhûr ettiğini anlamak adına on altı yaşında iken fahrî olarak iki yıl devam ettiği Dâhiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl Şubesi’ni terk ediş sebebini de zikretmek, kanaatimizce yerinde olacaktır. Zîrâ babasının vefâtından hemen sonra, anlaşıldığına göre, maddî kaygılarla böyle bir işe girişmiş olmasına rağmen iki yıllık emeğinin sonunda hiçbir maddî kazanç elde edemeden, üstelik adâlete, hakkâniyete, liyâkate olan inancı da sarsılarak bu görevi terk etmiştir. Yine sicill-i ahvâl varakasında ifade ettiğine göre 16 yaşında yaşadığı bu hayâl kırıklığından yıllar sonra İstanbul’dan uzaklaştırılıp Erzincan’da memûriyete tayini de onu pek memnûn etmemiştir. Çünkü sürgün neticesinde böyle bir memûriyete başladığı için Askerî Rüşdiye’de menfî bir tavırla karşılanmış; nâmındaki bu olumsuz vasıf onun terfîsinin önünde bir engel teşkil etmiştir. Emsâli terfî edip nişânlarla mükâfâtlandırılırken kendisinin bu nevi haklardan mahrûm kalması da onun muhâlif tavrını takviye etmiştir denebilir.[85]

Sultan II. Abdülhamid devrinin sansüründen ve takibâtından ziyâdesiyle rahatsız olan Mikdâd Efendi, bu husustaki şikâyetlerini ifâde etmek, ilk defa yazıya dökmek için II. Meşrûtiyet’in ilanını beklemek zorunda kalmıştır. II. Meşrûtiyet’in ilanı Mikdâd Efendi için ne ifade ediyordu suâline en güzel cevaplardan birini bizzat kendisi İstanbul’dan nefyedilmesinden aşağı yukarı on yıl sonra, otuz yedi yaşında iken doldurduğu sicill-i ahvâl varakasında şöyle vermektedir: İnkılâbda şems-i Meşrûtiyetle açılan gözlerim der-i ‘aliyyeyi bir daha görmekle(...) Mikdâd Efendi, II. Meşrûtiyet’in ilanını güneşin doğuşu, karanlıklardan çıkış olarak görmektedir; ayrıca Der-i Aliyye’yi yani İstanbul’u tekrar görebilmesi manâsına geliyordu ki bu onun için yıllar önce yaşadığı tüm hedeflerinden ansızın kopuş hâlini bir nevi telâfî etme fırsatıydı. Bunun yanında yıllardır susmak, içine atmak mecbûriyetinde kaldığı tenkitlerini, itirâzlarını da yazıya dökmek, dillendirmek imkânı demekti.

1908’den sonra neşretme imkânı bulduğu ilk eseri Cevâhiru’l-efkâr fî- keşfi’l-esrâr adını taşımaktadır. Bu eserin müellifi kısmında Ahmed Mikdâd Efendi’nin isminin önüne yazmayı münâsip gördüğü şu unvan esâsında onun bu yeni dönemde, hürriyete tam olarak inandığını ve buna istinâden geçmişte kendisini haksız muamelelere marûz bırakanlara bir meydan okumaya kadar vardığını ifade etmektedir: Erzincân Meşâhîr-i ‘Ulemâ-yı Benâmından Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi ve Rüşdiye-i ‘Askeriye İmlâ Mu‘allimi Ahrârdan Fazîletlü Ahmed Mikdâd

Efendi. Geçmişte “hürriyet lehine sözlerinden dolayı” sürgün edilmiş bulunan bir müderrisin böylesine âşikâre isminin önüne “ahrârdan” yani hürriyet taraftarlarından yazması câlib-i dikkat bir hadisedir. Bu ilk eserinin mukaddimesinde ise yine, tabiri câizse bulduğu bu ilk fırsattan istifâde ile, bilhassa sansür ve sürgün konusunda geçmişte yaşadığı tereddütleri, marûz kaldığı baskıları ve duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getirmiştir:

Dünyâda bulunan bütün milel ü akvâm bir dîn ile “tedeyyün”e çalışır, neşr­i diyânete uğraşır. Biz ki islâmız. Rabbimiz “Allah” dînimiz İslâm, kitâbımız Kur’ân, Resûlümüz nebî-yi âhir zamân, kıblemiz de Ka‘be-i Rahmân ’dır, iki cihânda zıll-ı emânnda yaşadığımız 'adalel-peııah dîn-i mübînin ‘ulüvv-i kadrini bilir, anladığımızı da bildirmek uğurunda çalışırız.

İşte şu noktanın tasavvuriyle hayli vakit yorulmuş, menfaları görmüş, ma‘rûz-ı elem olmuş bulunan ve şimdi Erzincân ders-i ‘(mlcarırdkm olan mahrem-i ‘avâtıf-ı hakk ‘abdu’dah Divrikli Boyrâzzâde AhmedMikdâd bin ‘Abdudah Kesmevî müznibleri bütün dîn kardaş ve vatandaşlarımın selâmet-i dîn ü dünyâsına ma‘tûf bir mecellenin dest-i tertîbe alınmasını mülâhazadan geçirmiş ve kararlaşdırmış iken Devr-i Sâbıkdaki sansürlük usûlüyle evrâk-ı hikmetin tebeddüle uğraması ve belki melhûz olan felâket-i cedîdeye ma‘rûz kalması mütâla‘asıyla kalemi almakda tereddüd eder, biraz yazar bilâhare yazılan satırları hatt-ı nedâmetle çızardı. Şu hâl-i esef-me’âl üzre azar azar karaladığı evrâk-ı mukaddese mücelled şeklini alarak hacmiyle mütenâsib olan kitâb-ı ma‘nâdârın sâde yüzüne bakar kalırdı!

Hamdülillah eltâf-ı Bârî’nin ufk-ı mu‘allâsından ‘arz-ı cemâl eden şems-i hürriyet o karanlığı kaldırdı, nikab-ı mekârihe bürünen rûy-i dil-ârâ-yı ümîd keşf-i melâhat etdi, gamnâk olan kalblerle demnâk olan gözler açıldı, parladı. Zincîr-i istibdâda merbût bütün âmâl ve makasıd sâha-i hürriyyeti cevelâna başladı.[86]

Bu alıntıdan da anlaşıldığı üzere Mikdâd Efendi, uzun yıllar boyunca kalemi eline tereddütle almış; sansür endişesiyle te’liften ve neşriyattan geri durmaya çalışmıştır.[87] Onun için Meşrûtiyet ile birlikte en çok arzu edilen “hürriyet” idi ki bu talep genel manada sansür ve sürgün tehdidinden uzak bir şekilde yazmak, konuşmak arzusunu bildiriyordu. Mikdâd Efendi’nin “şems-i meşrûtiyyetle açılan gözlerim ve zincir-i istibdâda merbût bütün âmâl ve makâsıd sâha-i hürriyyeti cevelâna başladı” derken yaptığı hürriyet vurgusu da bu manâda dikkat çekicidir.

II. Meşrûtiyet sonrası oluşan hürriyet havasında tabiri câizse soluğu İstanbul’da alan Mikdâd Efendi’nin buradaki en mühim faaliyetlerinden birisi 19 Mart 1909/26 Safer 1327 Cuma günü “Rehber-i Şerî'at-ı Muhammediyye, Kâfil-i Hukûk-ı 'Osmâniyye, Hâdim-i Millet-i İslâmiyye” sloganıyla neşriyât hayatına atılan Cerîde-i Sûfiyye[88] mecmuasının yazı heyetinde yer almasıdır.[89] Sermuharrir Ali Fuad imzasıyla birinci sayının ilk sayfasında yayımlanan “Mesleğimiz” başlıklı yazıdan anlaşılana göre bu mecmuanın neşrindeki âmil de istibdat devrinde çekilen zorluklara tepki verme arzusu yahut başka bir deyişle yıllarca susmak zorunda kalan ulemânın ve ehl-i kalemin fikirlerini neşretme ihtiyacıdır.[90] Bu manâda Mikdâd Efendi’nin de en başından itibâren dâhil olduğu, Cerîde-i Sûfiyye etrafında birleşen yazar kadrosunun tavır ve fikir itibâtıyla bir mağduriyeti izâle maksadıyla faaliyete geçtiği ifade edilebilir. Mikdâd Efendi’nin yazıları, Cerîde-i Sûfiyye’nin ilk beş sayısının dördünün sütunlarında yer bulmuştur.[91] Bu yazıları muhtevâ itibârıyla istibdat devrine tepkilerin ciddî sûrette bildirildiği yazılardır.[92]

Bu mecmuada yayımlanan “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye” başlığını taşıyan tefrikasında da Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr adlı eserindekine benzer tenkitler serdetmiştir Mikdâd Efendi. Bu makalede dikkat çeken husus, hafiyesi ve sansürü ile istibdât devrinin ulemânın birliğinin önünde bir engel olarak görülmesidir. Mikdâd Efendi’ye göre bu engelin Meşrûtiyet’in ilânı ile artık ortadan kalkmış olması bu birliğin yeniden tesis edilmesinin önünü açmıştır. Bu hürriyet devresinde ulemâya çağrısı ise şöyledir: Ey ma‘âşir-i ‘ulemâ, bundan sonra bizim içün mülâhaza edilecek bir şey var ise o da hukuk-ı ‘umûmiyyeye ri’âyetle ahkâm-ı kitâbı meydâna koymak, âyât-ı ‘izamı tahrîfe uğratmayarak tenkis ve tezyîdden sakınmak, muktezâ-yı ‘ilmle âmili olmakdır. Bunun yanında Mikdâd Efendi, âlemin ıslahının dahi ulemânın ilmine bağlı olduğuna inanıyordu. O günkü ifsat hareketlerine, ortalığı karıştırma gayretlerine karşı da “şu sırada halkı i'tidâle da'vetle men'-i fesâda çalışmalıdır” diyerek toplumda muteber görülen, tesirli âlimlerin bir vazifesinin de bu olduğunu ifade etmiştir. Ulemânın el birliği ile îfasına gayret etmesi gereken bir başka vazife de istibdât devrinde uyuşan, hantallaşan zihinleri ve bedenleri harekete getirmek;

93

ilmî, fikrî ve iktisâdî sahalarda milleti uyandırmak, teşebbüsleri teşvik etmektir.[93]

Mikdâd Efendi, bu istibdât devresi ile alâkalı görebildiğimiz en ağır tenkitlerini “Pend-i Müşfik” adlı makalesinde beyan etmiştir. Burada adâletin devlet ve millet için olmazsa olmaz olduğunu ifade ettikten sonra adalet temelinde tesis edilen hükümete bir aralık bazı “hodbîn ve bedhâhânın” yani bencil ve kötü niyetlilerin girmesi neticesinde böyle bir tablonun meydana çıktığını söylemiş ve adalet fikrinin, hakkâniyetin ortadan kalkmasıyla oluşan manzarayı “gülistân-ı medeniyet çakal ormanına döndü” cümlesiyle ifade etmiştir.[94]

İttihat ve Terakkî hükümeti devrinde her ne kadar takibâttan, hafiye tehdîdinden, sansürden, sürgünden kurtulmuş olma düşüncesinin verdiği rahatlıkla genel bir memnuniyet izhâr ediyor görünse de bu döneme dair de çeşitli eleştirileri dile getirmekten çekinmemiştir. Trablusgarp Savaşı sonrası hamiyet fikri ve heyecanı ile kaleme aldığı Feryâd-ı Dehşet-engiz der-Hakk-ı Trablusgarb adlı eserinde, belki de Balkan hezimetine de yol açacak olan bağımsızlık, etnik kimlik tartışmalarının da tesiriyle, muhâlif/ayrılıkçı fikir sahiplerine şöyle seslenmektedir:

Bırakın gayri yeter şu vatanı hıfz ediniz

Onun evlâdı değilse çıkınız siz gidiniz

Kalan evlâdı olan çâresine baksınlar

Şeref belli mu‘ayyen ocağı yaksınlar[95]

Bu eleştirilerle kastettiği kitleyi de açıkça beyan etmekten imtinâ etmeyen Mikdâd Efendi, yukarıdaki ilk beyte bir dipnot düşerek “muhâliflere” kaydını; ikinci beyitteki “muayyen ocak” ifadesine bir dipnot düşerek de “meb’ûsândır” kaydını düşmüştür. Mikdâd Efendi, ağır kayıpların yaşandığı bir zamanda muhâlefet fikri ile vatan savunmasının, birlikte hareketle müdafaa maksadının geri bırakılmasından duyduğu rahatsızlığı artık bu muhaliflere “bu vatanın evladı olmayı kabul etmiyor; onu savunmayı vazife bilmiyorsanız çıkıp gidiniz” diyecek kadar açık ve keskin ifadelerle dile getirmiştir. İkinci beyitte ise daha ziyâde mebusların bu tenkitlere ve ağır ifadelere muhâtap olduğu anlaşılmakla, bir başka eleştirisinin ise mebusluk vazifesinin layıkıyla yerine getirilmediği yönünde olduğu anlaşılmaktadır.

Son olarak Mikdâd Efendi’nin muhâlif tavrı ve şahsiyeti hakkında ifade etmemiz gereken bir başka mühim nokta da Sultan II. Abdülhamid devrini “devr-i istibdâd” olarak görmesine, o devrede marûz kaldığı sürgün ve sansür gibi zorluklar kendisini hiç istemediği bir yola mecbur etmesine rağmen, devleti ve Osmanlı sultanlarını hürmete, muhabbete şâyân görmesidir. Oğluna verdiği öğütler hep bu minvaldedir:

Devlete sıdk u diyânetle hemân et hizmet

Hele sultâna muhabbet ile kıl çok hürmet

Onların şânı büyük kadri müberhendir hem Cedd-i a‘lâları meşhûr-ı cihândır ifhem[96]

1.5.   Me’mûriyet Hayatının İlk Devresi (1912’ye Kadar- Müderrislik ve Muallimlik)

Ahmed Mikdâd Efendi’nin ilk resmî vazifesi, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, sürgün neticesinde ikâmete mecbur kaldığı memleketi Kesme Nahiyesi’nde mâişetini temîn edememesi üzerine Erzincan’a gitmesiyle başlamıştır. 1 Kânûnuevvel 1315/13 Aralık 1899 tarihinde başlayan Erzincan Askerî Rüşdiyesi İmlâ Muallimliği onun ilk resmî vazîfesidir. Fakat ilk memuriyet tecrübesi bu resmî vazifeye tayininden yıllar önce, henüz on altı yaşında iken gerçekleşmiştir. İstanbul’da tahsiline devam ettiği vakitlerde iki yıl boyunca fahrî olarak Dâhiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl Şubesi’ne devam etmiştir. Bu fahrî görevi terk etme sebebini ise “kuvvetli hâmîsiz na’il-i ma’âş olamayacağımı bir efendinin ihtâr etmesi üzerine şeklinde beyân etmiştir.[97] On beş yaşında iken babası vefât eden Mikdâd Efendi, muhtemelen maddî endişelerle böyle bir vazîfeye girişmiş; ancak iki yıl geçmesine rağmen maddî bir karşılığa nâil olamayıp üstüne bir de şubedeki memurlardan biri tarafından güçlü bir hâmîsi olmadıkça, yani bugünkü manâda ciddî bir referansı olmadıkça, maaş alacak duruma gelmesinin mümkün olmadığı yönünde ikâz edilince bu müdâvemeti, büsbütün ümidi keserek, terk etmiştir.

Erzincan Askerî Rüşdiyesi[98] İmlâ muallimliği vazifesine tayin olunduğunda yirmi yedi yaşındadır. Bu vazifesine 320 kuruş maaşla başlamıştır. Dört yıl sonra 1904 senesinde yine Erzincan’da Atabey Nizâmiye Medresesi[99] müderrisliği yıllık üç bin kuruş vakfiyesi ile kendisine tevcih edilmiştir. 21 Kasım 1905 tarihli nüfus tezkeresine göre orta boylu, ela gözlü, buğday tenli olan Mikdâd Efendi, bu memuriyet devresinde Erzincan Merkez Sâlihiye Mahallesi 5. sokak 1 numaralı hânede mukîmdir.[100]

Mikdâd Efendi’nin resmî vazifeleri II. Meşrûtiyet’in ilanına dek aynı çizgide devam etmiştir. Bu tarihten hemen sonra ise İstanbul’a tekrar gitme imkânı bulmuş ve birtakım girişimlerle yıllardır sürdüğünü düşündüğü mağduriyetini izâle etmeye çalışmıştır. Maârif Nezâreti’ne arz ettiği 29 Kasım 1908 tarihli bir dilekçede özetle, hâlihazırda devam etmekte olduğu Askerî Rüşdiye imlâ muallimliği vazifesinden memnun olmadığını beyan ile, anlaşıldığı kadarıyla, bu vazifesine tayininin ve bu vazifede terfi ettirilmeyişinin kendisi açısından bir mağduriyet doğurduğunu da ifade ederek mesleğine münâsip bir memuriyete tayinini talep etmiştir.[101] Zâhiren Erzincan’da Askerî Rüşdiye’de rahat bir şekilde memuriyet vazifesini ifâ eder gözükse de, anlaşıldığı kadarıyla Mikdâd Efendi bu vazifeye tayininin bir sürgün neticesinde olduğu hakikatini asla unutmamıştır. Kendi içinde böyle bir rahatsızlık duyarken bir yandan da yukarıda ifade ettiğimiz gibi, nâmının “sürgün” ile birlikte yayılmış olması sebebiyle olsa gerek meslekdaşlarına, mevkidaşlarına göre rütbe ve nişân olarak gerilerde bırakılmıştır.[102] Onun bu talebine istinâden Maârif Nezâreti tarafından evvelâ 160 daha sonra 200 kuruş maaşla Erzincan İ’dâdîsi’ne[103] Türkçe muallimi olarak atanmıştır. Aynı kadroda 500 kuruş maaşla fıkıh ve Arapça muallimi olarak devam ettiği vazifesi bir süre sonra mektep idâresinin arzusuyla kavânîn, iktisat ve malûmât-ı medeniyye muallimliği ile becâyiş edilmiştir. Bu muallimliği de 500 kuruş maaşladır. Aynı yıllarda Erzincan merkezinde çeşitli komisyonlarda fahrî azalıklarda da bulunmuş; gece dersleri vermiştir. Kış gecelerinde talebeye ve hazır bulunanlara verdiği bu dersleri Diyanet İşleri Başkanlığı arşivinde bulunan dosyasındaki bir evrakta liste hâlinde şöyle 104

kaydetmiştir:

Cum‘a Gecesi

Kur’ân-ı Kerîm

Tefsîr ve Hadîs

Hıfz-ı Sıhhat

Ma‘lûmât-ı Medeniyye

Kitâbet

Pazar Gecesi

Fârisî

Kozmografya

Ahlâk

Hendese

Hat

Salı Gecesi ‘Akâ’id

Coğrafya Eşyâ Hesâb

İmlâ

Perşembe Gecesi

‘Arabî

Hikmet

Kavâ’id-i ‘Osmâiyye

Târîh

Edebiyât

 

Mikdâd Efendi bir süre, Atabey Nizâmiye Medresesi müderrisliği, Askerî Rüşdiye ve Mülkî İdâdî mektepleri muallimliği vazifelerini aynı anda uhdesinde bulundurmuştur. Kendi ifadesine göre faydalı hizmetleri ve iyi hâli sebebiyle umûmun teveccühünü kazanmış ve buna binâen de memûriyetinde infisâl görmemiştir. Anlaşılan o ki Mikdâd Efendi, Fatih medreselerinde müzâkerecilik/muîdlik yaptığı dönemde yirmili/hâşiye-i tecrîd ve otuzlu/miftâh müderrisliği derecelerini almış, kırklı ve hâriç elli medreselerden olan Atabey Nizâmiye Medresesi’ne tayini de terfian olmuştur. 1904 başlarından itibâren bu medresede kırklı ve hâriç elli müderrisliği vazifesine devam etmiş, 1909’da [104]

Şeyhülislâm Mehmed Cemâleddîn Efendi’nin (ö. 1919) tensipleriyle terfi ettirilerek sahn müderrisliği derecesini almıştır.[105]

Bu yıllarda neşrolunan bir eserinin mukaddimesinde Erzincan’da dersiâmlık[106] vazifesinde de bulunduğunu ifade etmektedir.[107] Yine bu yıllarda Meşihât Dâiresi tarafından kendisine “müstehakkîn-i ilmiyye” tertibinden 200 kuruş maaş bağlanmıştır.

Ahmed Mikdâd Efendi, 1912 yılı sonlarına kadar Erzincan’da aynı minval üzere memûriyet vazifesine devam etmiştir. Bir sonraki başlık altında teferruatıyla ele almaya çalışacağımız devletin içine girdiği Trablusgarb Savaşı ile başlayıp Balkan Harbi ile devam eden harpler devresi, Mikdâd Efendi için memûriyete bir fâsıla olmuştur. Bu fâsıla sonunda ise farklı vazifeler, farklı şehirler arasında geçen bir ikinci memûriyet devresi başlamıştır, ki bu ikinci memûriyet dönemi ve emekliliği yine ayrı başlıklar altında ele alınacaktır.

1.6.   Harplerde ve Cephelerde Mikdâd Efendi (Balkan Harbi, Kafkas Cephesi, Millî Mücadele)[108]

Ahmed Mikdâd Efendi, Balkan Harbi’nin patlak verdiği sıralarda Erzincan Askerî Rüşdiyesi’nde Farsça muallimi olarak görev yapmaktadır.[109] 8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği’nin Osmanlı Devleti’ne harp ilanı ile başlayan I. Balkan Savaşı’ndan[110] aşağı yukarı 1 ay sonra 10 Kasım 1912’de, harbe katılmak üzere Erzincan’dan hareket eden nizâmiye fırkası (asıl silah altında bulunan askerlerden oluşan birlik) ile birlikte gönüllü olarak yollara düşmüştür.[111] Mikdâd Efendi böylece devletin içine düştüğü zorlu durum karşısında mesûliyet hissi ile kendisine vazîfe bildiği şekilde cepheleri gezmeye, bir âlim olarak askere manevî kuvvet sağlayacak hitâplarda bulunmaya başlamıştır. Bu savaş sırasında gezdiği cepheleri, üstlendiği hizmetleri Edirne Selimiye Yazma Eserler Kütüphânesi 1089 numarada kayıtlı matbû Tevhîd-i Kâinât nüshasının son sayfasına el yazısıyla şu şekilde kaydetmiştir:

28 Teşrîn-i evvel 1328 [10 Kasım 1912] tarihinde fi-sebîli’llâhi te'âlâ cihâd maksadıyla Erzincan’dan ayrıldım. Bi-mennihi l-kerîm Çatalca hatt-ı müdâfa‘asının bütün kıta‘âtını görmek cihâda müte‘allık va‘z u nasîhat eylemekle şeref-i dîn-i mübîn uğurunda bezl-i makderetde bulundukdan

sonra Gelibolu cihetinde Bolayır ve Maydos kolordularını gezdim. Seddü’l- bahir, Kilidü’l-bahir’den Çanakkale’ye geçerek mevâki‘-i müstahkeme uğramakla karadan yürüyerek Erenköy, Ayvacık, Edremit, Menemen’le İzmir’e kadar ‘asâkiri ziyâretle onların kuvvâ-yı mürettebesini gördüm. Cuma Ovası, Urla, Söke ile Mağnisa’da mütehaşşid kıta‘âta va‘z ederek İstanbul Üsküdar Beyoğlu cihetleriyle Boğaziçi mevâki‘i müstahkemesini dolaşdım lehü’l-hamd   [112] gelerek bugün cum‘a namâzını müte‘âkib

Sultan Selîm Câmi‘i kürsisinde va‘z etdikden sonra .... [113]   uğradım Tevhîd-i

Kâ’inât ismindeki eserimden bu nüshayı li-vechi’llâhi te‘âlâ v.. [114]

Müellifi ve Nâzımı AhmedMikdâd

1331   (Mühür)[115]

Esâsen Ahmed Mikdâd Efendi’yi böyle bir mücâhedeye, kendi ifadesiyle “fî-sebîli’llâhi te'âlâ cihâd maksadıyla” yollara düşmeye, cephe cephe, kıta kıta gezmeye sevkeden hassasiyetin Trablusgarp Savaşı[116] ile görünür olduğunu ifade etmek gerekir. Zîrâ onun, devletin düştüğü bu müşkül duruma mukâbil ilk faaliyeti, kaleme aldığı Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb adlı eseridir. Kendisinden binlerce kilometre uzakta, vatan toprağının bir parçasında meydana gelen dehşetli çarpışmaların şiddetini ve heyecânını içinde duyarak, savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği 22 Aralık 1911’de[117] böyle bir eser vücûda getiren Mikdâd Efendi, cihâda olan iştiyâkını ve bu harbe iştirâk edemeyişinden duyduğu hüznü, cesâret telkîn eden üslûbuyla şöyle nazma dökmüştür:

Korkunun mevte medârı olamaz ‘âlemde

Ne ise işte odur 'ömr-i beşer âdemde

Birleşip hasma mukabil çıkalım ey ihvân

Bizi imdâdına da’vet ediyor bu evtân

Yaşasın şîr-i mücâhid koca askerlerimiz

O hamiyyetli gönüllü dîni tam erlerimiz

Düşmanın bağrına çekdi dâğ-ı tenkîl-i cihâd Ebedî kodu cihânda ne mukaddes bir ad

Levha-i ‘arşa yazılsın o mübârek esmâ ’

Onların cânı ile şâd oluyor vech-i semâ’

Titredi rûy-i zemîn hûn-ı şehîdâna bakıp Semt-i cennâta revân oldu vücûdlardan akıp

Derne, Bingâzi, Humus, Şehr-i Trablus meşhed

Olduğu türlü delâ’il ile de müsteşhed

Tozlarından ola da gözlere sürme edelim

Yoksa mümkün ola da biz de cihâda gidelim

Olalım ‘âlîcenâb millete mülhak u mu‘în

Edelim düşmanı mermi ile dâ’im tel‘în

Mütemâdî edelim hayr du‘â vird-i zebân Onların hâmî vü yardımcısı olsun Yezdân[118]

Trablusgarb Savaşı sırasında bu hislerle dolu olan Mikdâd Efendi, “mümkün ola da biz de cihâda gidelim” diyerek bu husûstaki şevkini, arzusunu ifade etmiştir. Hâkezâ oğlu Kemâl Poyraz da babası hakkında vefâtından yıllar sonra yazdığı mektupta onun şehâdet rütbesini çok arzu ettiğini beyân etmiştir,[119] ki Mikdâd Efendi’nin eserlerinin genelinde bu arzusunun tezâhürlerini görmek mümkündür.

10 Kasım 1912’de cihâd maksadıyla Erzincan’dan yola çıkan Mikdâd Efendi, Şerefü’l-Mücâhidîn adlı eserinde bildirdiğine göre 17 Kasım 1912’de Karadeniz Ereğli’ye varmış ve buradan İstanbul’a gitmek üzere “Zahîr” adlı bir gemiye binmiştir.[120] Bu gemi yolculuğu sonunda evvelâ Çatalca’daki müdâfaa hattının bütün kıtalarını dolaşmış ve askerin maneviyâtını kuvvetlendirmeye mâtûf vaazları ve nasihatleriyle hizmet etmeye, faydalı olmaya çalışmıştır. Daha sonra Gelibolu taraflarındaki Bolayır ve Maydos kolordularını gezmiş; Seddülbahir ve Kilidülbahir’den Çanakkale’ye geçerek buradaki müdâfaa mevkilerine uğramıştır. Buradan da güneye doğru yürüyerek Erenköy, Ayvacık, Edremit, Menemen ve İzmir’deki askeri birlikleri ziyâret etmiştir. Cuma Ovası, Urla, Söke ve Manisa’daki birliklere de uğradıktan sonra İstanbul’a dönmüş ve Üsküdar, Beyoğlu, Boğaziçi müdâfaa mevkilerini gezerek nihâyet, tam tarihini bilemiyorsak da, bir cuma namazının ardından Sultan Selim Camisi’nde vaaz etmiş; caminin kütüphânesine yakın tarihlerde neşrolunan eseri Tevhîd-i Kâinât’ın bir nüshasını vakfetmiştir. Adı geçen eserinin kapağında isminin önüne yazdığı şu ibâre de bu hususta dikkate şâyândır: Fî-sebîli’llah cihâd içün İstanbul ve mevâki‘-i harbiyyeyi dolaşarak va‘z u nasîhat eden Erzincan İ‘dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i ‘Askerîsi mu‘allimlerinden Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi Divrikli Ahmed Mikdâd.

10 Kasım 1912’de başlayan bu gönüllü vâizlik devresinde Mikdâd Efendi, Sultan Selim Camisi’ndeki gibi farklı camilerde de vaazlar vermiştir. Buna dâir bir kayıt devrin resmî gazetesi Takvîm-i Vekâyi’nin 9 Şubat 1913 tarihli 1368 numaralı sayısında mevcuttur. Bu kayda göre Mikdâd Efendi, Bâyezid Câmisi’nde vaaz etmiş ve bu vaazın ardından câmi cemaatinden devletin harpte girdiği büyük külfeti hafifletmek ve askere destek olmak maksadıyla maddî yardım toplanmıştır. Bahsi geçen gazetenin o devrede günlük olarak neşrolunduğunu nazar-ı dikkate alırsak Mikdâd Efendi’nin vaazının üzerinden en fazla birkaç gün geçmiş olabileceğini ifade edebiliriz.[121]

Ahmed Mikdâd Efendi, buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız vaazları, nasihatleri ve cephelerdeki hizmetleri ile iktifâ etmeyerek kalemiyle de milletin hamiyetini, manevî kuvvetini şevke getirmek için çabalamıştır. Hatta bu husûsta bir cihâd risâlesi dahi neşretmiştir.[122] Bu eserinin adı Şerefü’l-Mücâhidm’dir.[123] Bursalı Mehmed Tâhir,[124] Cerîde-i Sûfiyye Mecmuası’nda neşrolunan “Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Mü’ellefât-ı ‘Osmâniyye”[125] başlıklı yazısında bu türlü te’lifâtı sıraladığı listeye Ahmed Mikdâd Efendi’nin eserini şöyle kaydetmiştir: “ Şerefü’l-Mücâhidm, el-yevm Çatalca Harbi’nde bulunan gazetemiz muharrirlerinden ve Erzincan

müderrislerinden Divrikli Ahmed Mikdâd Efendi tarafından matbu‘dur.” Bursalı Mehmed Tâhir’in bu makalesi 13 Şubat 1913’te                              (h.   6 Rebi’ülevvel 1331)

neşredildiğine göre, yine aynı hicrî yıl içinde neşredildiğini bildiğimiz Mikdâd Efendi’nin bu eseri, cepheleri dolaştığı sıralarda vaazlarında kullandığı notların tertîbi ile teşekkül etmiş olmalıdır. Bursalı Mehmed Tâhir de zâten, Mikdâd Efendi’nin o tarihte hâlâ Çatalca’da gönüllü olarak bulunduğunu ifade etmiştir.

Savaşın ciddî bir hezîmete döndüğü sıralarda bu hâlden müteessir olan Mikdâd Efendi, Cerîde-i Sûfiyye Mecmuası’nda şiirler de neşretmiştir. Mikdâd Efendi tarafından Çatalca’da gönüllü olarak vaaz ve nasihatlere devam ettiği, askerî birlikleri ve cepheleri gezdiği sıralarda yazılmış ve neşrolunmuş ilk şiir “Şiirler” başlığını taşımaktadır. Birlik, beraberlik ve cihat çağrısı yapılan şiirin ilk kıtaları şöyledir:

Kardaş gelin birleşelim

Yurdumuza yerleşelim

Güzel güzel görüşelim

Yücelere erişelim

Hakka lâyık iş edelim

Başkasını biz n’edelim

Doğru güzel yol gidelim

Eğriliği terk edelim

Ecdâdımız kimdir bilin

Dediğine bakma elin

Kardaşlığı muhkem kılın

Yürekdeki kîni silin[126]

Yine aynı mecmuada “Enîn” yani inleme, inilti başlığını taşıyan bir şiir neşretmiş ve Balkanlar’da vuku bulan bu elîm hezîmet karşısındaki hislerini nazmen şöyle beyân etmiştir:

Mütemâdî yakalım bağrımızı âh bin âh Vatanın cânını yakmışdı cehâlet eyvâh

Bu da çok sürmedi hayfâ çözülüp gitdi vatan

Hani ya kadrini ibcâl ederek elde tutan

Yetişin bunca mezâlim yapıyor Bulgarlar

İnkişâf etdi haremlerdeki mestûr 'arlar

Nerede kan bu mudur böyle uyuşduk kaldık

Ne içün gaflete hayretlere birden daldık

Babamız böyle miydi düşmanını görse meğer

17                12     1    1      12         1^11                   1      127

Anların bir kılıcı bin yüreğe korku eker

Mikdâd Efendi’nin bu şiirin daha bu ilk beş beytinde “Yetişin bunca mezâlim yapıyor Bulgarlar” diyerek bunları ayrıca zikretmesi de muhtelif bölgelerde ve bilhassa Edirne’de yapılan Bulgar mezâlimi sebebiyledir. Hunharca öldürülenler, katledilenler bir tarafa, sadece Edirne muhasarası sırasında açlık ve sefalet sebebiyle 225.000’den fazla müslüman vefât etmiştir.[127] [128] Böyle dehşet verici bir tablo karşısında Mikdâd Efendi’nin şiirine uygun gördüğü “Enîn” başlığı da daha bir anlam kazanmaktadır.

Cerîde-i Sûfiyye Mecmûası’nın 1 Eylül 1913 tarihli nüshasından Ahmed Mikdâd Efendi’nin vatan hizmetinde gösterdiği gayret ve faydadan dolayı Erzincan ahâlisi tarafından takdîr edildiğini de öğreniyoruz. Mikdâd Efendi, bahsi geçen mecmuada bu takdîre mukâbelede bulunarak “Bir Teşekkür” başlıklı iki satırlık bir metinle Erzincanlılar’a şükrânlarını arz etmiştir.[129]

Ahmed Mikdâd Efendi, Cerîde-i Sûfiyye’nin 62 numaralı nüshasına “On Aylık Seyahat-i Askeriyyemden Bir Levha yâhud Macar Kal’asında Bir Gün Müsâferet” başlıklı bir makale de yazarak on ay sonunda Boğaziçi’ne hâkim bir mevkide temâşâsını ve bu manzara karşısındaki hissiyâtını nakletmiştir. Mikdâd Efendi, bu yazıda Anadolu Kavağı’ndaki Macar Kalesi’nde ya da diğer adıyla Macar Tabyası’nda geçirdiği bir günden bahsetmektedir. O günki manzaraları tasvirden sonra Boğaziçi’ne duyduğu hayranlığı da “Boğaziçi işitmekle değil; görmekle anlaşılacak öyle bir mu‘ammâ-yı fıtratdır” diyerek ifade etmiştir.[130]

Mikdâd Efendi’nin harp sırasındaki bahsi geçen ciddî gayretleri ve tesirli vaazları evvelâ başkumandanlık makâmının ve onların işâretleriyle de, bilâhare, devlet erkânının dikkat nazarlarını celbetmiştir. Bu işâret neticesinde kendisine gümüş iftihâr madalyası verilmesi uygun bulunmuştur. Sadrazam Mehmed Said Paşa imzasıyla irâde edilen madalya itâsı, 8 Teşrînievvel 1329’da Harbiye Nezâreti’ne tebliğ edilmiş; ardından da 16 Teşrînievvel 1329’da Dîvân-ı Hümâyûn tarafından icrâ kılınmıştır.[131]

Bu madalya itasından yaklaşık 4 ay evvel Mikdâd Efendi, o tarihte Binbaşı rütbesiyle vazife yapan M. Kemal’in de iltifatlarına mazhar olmuştur. Ahmed Mikdâd Efendi, Kasım 1912’den 27 Ekim 1913’e kadar Gelibolu’da görev yapan Binbaşı M. Kemal[132] ile ilk defa 19 Mayıs 1913 tarihinde kurmay heyetini ziyâreti sırasında görüşmüştür. Bu görüşme esnâsında Şerefü’l-Mücâhidîn adlı eserini de heyete takdim ettiği anlaşılmaktadır. İki ismin Gelibolu’da gerçekleşen sonraki görüşmesinde kaleme alındığı anlaşılan 7 Haziran 1913 tarihli takdirnâmede, M. Kemal bahsi geçen eseri okuduğunu, cennetin tasvîr ve tavsif edildiği kısımların dikkatini çektiğini; askerlerin telkinlerle ciddî kahramanlıklara sevkedilebileceğini söyleyen Mikdâd Efendi’nin bu hususta haklı olduğunu ifade etmiştir. Mikdâd Efendi hakkında takdîrkâr ifadelerin de kullanıldığı takdirnâme şöyledir:

Gelibolu 25/Mayıs/[1]329/7 Haziran 1913

Ahmet Mikdâd Efendi’yi 6/Mayıs/[1]329’da        (19 Mayıs 1913) kuvâ-i

mürettebe erkân-ı harbiyesini teşriflerinde görmüş ve ondan sonra idi Şerefü’l-Mücâhidîn namındaki eserlerini okumuştum. Bu eserde cennetin tasvir ve tavsifine ait satırları nazar-ı dikkatimi celbetti. Bütün ezvâk-ı maddiye...

Şimdi hocaefendi hazretleriyle tekrar görüştüğüm zaman efrâd-ı askeriyenin telkinât-ı lâzime ile pek büyük kahramanlıklara sevkedilebileceklerini buyuruyorlar ki, pek doğrudur. Ancak telkinât esasen talim ve terbiye ve idare ve ahlak ve içtimaiyatça istidad-ı lazım hasıl olduktan sonra müessir olabilir.

Mikdat Efendi Hz.leri bütün bu nikât-ı nazarı ihâta eden bir zekâ-yı fıtrî sahibi olmakla mümtazdır. Kuvâ-i mürettebeye mensup kıtâatta müsâhabat ve nesâyihinden alelumûm izhâr-ı memnuniyet edilmiştir. Kendilerine beyân-ı teşekkür olunur. Kuvâ-i Mürettebe Erkân-ı Harbiyesi Binbaşı M. Kemal[133]

Balkan Harbi’ndeki hizmetleri neticesinde Mikdâd Efendi bir taltif de ilmiye pâyesiyle almıştır. 12 Şaban 1332/6 Temmuz 1914’te kendisine Sahn ve daha üst seviyedeki müderrislere verilen mevleviyet olan İzmir pâyeliği[134] verilmiştir.[135]

Bu harp devresinde verdiği vaazlarla öne çıkan Mikdâd Efendi’ye 14 Mart 1913’ten itibâren vâiz kadrosundan 300 kuruş maaş bağlanmıştır. 1913 Eylül sonu itibârıyla resmen sona eren Balkan Harbi sonrası Mikdâd Efendi, vaazları ile hem resmî makamlarca hem de Erzincan ahâlîsince adı duyulmuş bir vâiz olarak Erzincan’a dönmüştür. Erzincan’da muallimliğe ve müderrisliğe devam ederken çok geçmeden I. Cihan Harbi başlamış; doğudan Ruslar’ın taarruzlarına karşı Kafkas Cephesi’nde ciddî çarpışmalar yaşanmıştır. Nihayet mağlûbiyetler neticesinde 16 Şubat 1916’da Erzurum’un Ruslarca işgâli gerçekleşmiş; Ruslar’ın bu ilerleyişi devam ederek 25 Temmuz 1916’da Erzincan’ın işgâline kadar varmıştır. Bu sıralarda şehir nüfusunun ekseriyeti göç etmiş; ancak dört bin kadar nüfus Erzincan’da kalmıştır.[136] Ahmed Mikdâd Efendi’nin Kafkas Cephesi’nde de Balkan Harbi’ndeki faaliyetlerini devam ettirdiği bilinmektedir.[137] Kafkas Cephesi’ndeki vazifesini “ordu ve talimgâhlar nâsıhlığı” şeklinde tanımlamıştır.[138] 18 Aralık 1917’de Ruslar’la Erzincan Mütârekesi yapılınca bu cephedeki çarpışmalar sona ermiştir. Ancak Ruslar’ın ardından Ermeni çeteler mezâlime başlamıştır. Bu mezâlim de 13 Şubat

1918’de nihâyet bulmuş; böylece Mikdâd Efendi’nin ordu ve talimgâhlar nâsıhlığı vazifesi de sona ermiştir.[139]

Tevsîk edemediğimiz bir bilgiye göre Kafkas Cephesi’nde vaaz ve nasihatleri ile çok etkili ve faydalı olan Mikdâd Efendi, Kazım Karabekir Paşa’nın takdîrini de kazanmıştır. Hitâbeti çok kuvvetli olduğundan asker üzerinde ciddî tesir uyrandırması hasebiyle Kazım Karabekir Mikdâd Efendi için “Hoca sen öyle bir hatipsin ki casusları dahi yoldan çevirirsin!” ifadesini kullanmış ve onun tesirli vaazlarının hakkını teslim etmeye çalışmıştır.[140]

Mikdâd Efendi, I. Cihan Harbi’nin hemen ardından başlayan Millî Mücâdele devresinde de büyük fedâkarlıklarla hizmette bulunduğunu bizzat ifade etmektedir.[141] 30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesi’nin ardından başlayıp 11 Ekim 1922 Mudanya Mütârekesi ile sona eren Millî Mücâdele yahut İstiklâl Mücâdelesi devresinde de faaliyetlerde bulunduğuna göre onun ömrünün neredeyse on yılı cephelerde, asker arasında yahut cephe gerisinde mücâdele şeklinde geçmiştir.[142] Tevsîk edemediğimiz, fakat aileden gelen bilgilere göre Mikdâd Efendi’nin yine bu devrede dikkat çekici bir başka faaliyeti de 1920 sonlarında açılıp 21 Aralık 1920’de süresi dolan istiklâl marşı yarışmasına katılmasıdır.[143]

Mikdâd Efendi, ömrünün son devresinde yazdığı şiirlerinden birinde harp zamanı hislerini ve hizmetleri neticesinde elde ettiği şöhretini şöyle nazma dökmüştür:

Ulusum ne zaman savaşa girse,

Başkanım yürüyüş emrini verse,

Yiğitler kükreyip kavgaya girse,

Mertlik anbarından bir mağ getirdim.

Ordu nâsıhlığı yaptığım zaman

Düşmanlar elimden demişti aman.

Divrikli Hocaydı adım o zaman

İlime şerefli bir dağ getirdim. [144]

1.7.    Memûriyet Hayatının İkinci Devresi (Vâizlik-Muallimlik ve Türkçe Öğretmenliği)

1912 sonundan 1922 sonlarına kadar neredeyse tek gündemi savaş olmuş bir devletin memuru olarak Mikdâd Efendi’nin bu devredeki hizmetlerini, cephelerdeki ve cephe gerisindeki gayretini bir önceki bölümde teferruatıyla ortaya koymaya çalıştık. Bu süreçte Mikdâd Efendi için esas resmî vazifeleri olan müderrislik ve muallimlikten daha ziyâde vâizlik ve nâsıhlık temeyyüz etmiştir. Hâkezâ Mikdâd Efendi’ye Balkan Harbi sırasında vaazlara devam etmesinden dolayı 300 kuruş maaş bağlandığını da ifade etmiştik.[145] Bu vâizlik vazifesi ile ilgili Mikdâd Efendi 5/1/1932 tarihli bir dilekçesinde şunları söylemektedir: Mezkûr vâizlik de ordu nâsıhlığıyla Balkan Harbi’nde göstermiş olduğum yararlıklara mükâfaten ahkâm-ı dîniyye muallimliği nâmıyla tevcih buyrulan bir vazifemdir...[146] Buradan anlaşılana göre Mikdâd Efendi’ye harp sırasında yine muallimlik sınıfından “ahkâm-ı dîniyye muallimliği” adıyla bir vazife verilmiş ve 300 kuruş da bu vazife mukâbili olarak tahsis edilmiştir. Hizmet cetveline göre Erzincan’da vaizlik vazifesinin uhdesine verilişi ise 15 Haziran 1916’dan sonradır. Erzincan’ı Askerî Rüşdiyye ile İdâdî mektebi muallimi ve Atabey Nizâmiye Medresesi müderrisi olarak 10 Kasım 1912’de cihâd maksadıyla terk eden Mikdâd Efendi, aşağı yukarı dört yıl sonra vâizlik vazifesini de uhdesine almıştır. Mikdâd Efendi, vâizliğe resmen başladığı tarihten itibâren muallimlik ve müderrislikten çok bu vazifesi ile tanınır olmuş ve halk üzerinde tesir gücünü elde etmiştir.[147] Bu vazîfe sayesinde 3 Mart 1924 Tevhîd-i Tedrîsât kânûnu ile medreselerin kapatılması sonrasında da ilmiye mesleğini sürdürme imkânı bulmuştur. Bu tarihten itibâren de vâizlik ve muallimlik hizmetini devam ettirmiştir. Hizmet cetveline göre Mikdâd Efendi, 1 Temmuz 1918 itibârıyla Erzincan Orta Mektebi’ne tayin olunmuştur. Bu görevi mukâbili maaşı ise 500 kuruştur. 1931 yılbaşında Bayburt’a geçinceye kadar da adı geçen mektebin Türkçe muallimliği kadrosunda vazifesine devam etmiştir.

Mikdâd Efendi, muallimlik vazifesi ile birlikte 1930 sonlarına kadar Erzincan’da vâizlik yapmış; 1931 yılı başında Bayburt’a geçerek, yıl ortalarına kadar da Bayburt’ta bu vazifesini sürdürmüştür. Resmî kayıtlara göre 1927 başından itibâren Erzincan Gerekgerek Mahallesi’ndeki Kürt Hacı Murad Câmii’nde vâizlik vazifesine tayin edilmiştir. Özlük dosyasındaki evraklara bakıldığında onun bu câmide vazife almasının da buradan Bayburt’a geçmesinin de birtakım çekişmelerle, şikâyetlerle olduğu anlaşılmaktadır. Bu meseleye dâir ilk belge 13/11/1930 tarihli Mikdâd Efendi aleyhine bir şikâyet dilekçesidir:

Diyânet İşleri Cânib-i Âlîsine

Marûzâtımdır:

Erzincan’ın Gerekgerek Mahallesi’nde Kürt Hacı Murat Câmi-i Şerîf ’nin yirmi senedir bâ-berât-ı âlî hatibi ve bi’l-fil îfâ-yı hizmet etmekte iken memûriyetle hâriçte bulunduğum sırada üzerimden ref’ edilerek câmi-i mezkûrun imâmı olduğu hâlde hizmet görmeyerek ötede beride gezmekte olan Miktat Efendi’ye tevcih edilmiş, bendeleri ise tekâüdüm icrâ edilerek memleketim olan Erzincan’da bulunacağımdan, hitâbet hizmetimle berâber imâmet hizmetinin mûmâileyhten ref’ ile uhde-i âcizâneme tevcîhine müsâade buyrulmasını istidâ ve istirhâm eylerim efendim.

Erzincan’da Gerekgerek Câmi-i şerîfinin hatib-i evveli Terzibaba hafidi

Mütekâit Hâfız Vehbi[148]

Erzincan’ın mühim tarihî şahsiyetlerinden Terzibaba’nın (ö.                1848)

torunlarından olduğunu ifade eden Hâfız Vehbi Efendi,[149] Mikdâd Efendi’yi bu câmide hem imamlık hem vâizlik vazifesinde olduğu hâlde görevini lâyıkıyla yapmadığından dolayı şikâyet etmiş ve kendisinin yirmi yıl deruhte ettiği bu vazifenin daha önce kendisinden alınarak Mikdâd Efendi’ye verildiğini beyân etmiştir. Bu duruma binâen Hâfız Vehbi Efendi’nin talebi ise vazifesini ciddîye almadığını iddia ettiği Mikdâd Efendi’nin uzaklaştırılması ve bu vazifenin tekrar kendisine tevdi edilmesidir. Bu dilekçe üzerine 16/11/1930 tarihinde Diyânet İşleri’nce Erzincan Müftülüğü’ne bir yazı yazılmış ve bu caminin vaziyeti, Vehbi Efendi’nin bahsi geçen durumu, Mikdâd Efendi’nin camiye bir vekil bırakıp bırakmadığı sorulmuştur. Erzincan Müftülüğü’nden cevâben yazılan yazı ise şöyledir:

Huzûr-ı sâmîlerine

Zât İşleri Müdürlüğü ifâdesiyle

16/11/1930 tarih ve 4367/2810 nolu emirnâme-i sâmilerı ariza-i cevâbiyyesidir.

Müstedî Vehbi Efendi’den hitâbetin ref’i 30/12/1926 tarih ve 10623/3 nolu emirnâme-i sâmîleriyle yapılmıştır. Mezûniyeti temdît buyrulan Ahmet Miktat Efendi resmî vekil bırakmamıştır. Mezkûr câmi beş vakte küşâdedir. Maazâlik bu vakıf evkâf idâresi tarafından zapt ve idâreye alınarak imam hatip ve müezzine senevi 40 lira tahsîsât verildiği için hademenin hepsi îfâ-yı vazîfeden istinkâf eylemektedir. Müstedî Vehbi Efendi’nin henüz bu hâle vukûfu yoktur. Müstedî fetvâhâneye mürâcaat ettiği vakit icâbı îfâ kılınacağının arzıyla istidâsı leffen iâde kılndı efendim 6/12/1930 Erzincan Vilâyeti Müftüsü

Şikâyete konu olan meselenin Mikdâd Efendi’nin kullandığı uzun izin müddetleri olduğu anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi’nin 1930 yılı içinde kullandığı izinlere dâir evrâka bakarak Hâfız Vehbi Efendi’nin şikâyetinin yersiz olmadığı ifade edilebilir. Fakat Mikdâd Efendi’nin bu izinlerini çeşitli mazeretler beyân ederek aldığı da anlaşılmaktadır. Bu yıl içindeki izinlerine dâir ilk belge 23/1/1930 tarihli bir dilekçedir. Mikdâd Efendi bu dilekçeyle İstanbul’a gitmek için izin talep etmiştir. Sebebini ise şahsî işlerinin görülmesi ve yürütülmesi şeklinde beyân etmiştir. Fakat bu talebi şubat başında girecek olan ramazan ayı sebebiyle “Ramazanda olamaz” ifadesiyle geri çevrilmiştir.[150] Sonraki talebini ramazan sonrası 6/3/1930 tarihinde yapınca kabul görmüş ve izne ayrılmıştır.[151] Fakat komisyon kararı beklendiği için bu iznin verilmesi de ancak 7/4/1930 tarihinde, yani talebinden bir ay sonra mümkün olmuştur. Bu bir ayın ardından Mikdâd Efendi’nin talebiyle izni 2 ay daha uzatılmıştır.[152] Bu süre zarfında İstanbul’a gidip gitmediğiyle ilgili bir bilgimiz yoktur. Fakat izin kaydının çıkarıldığı listenin alt kısmında “930 senesi zarfında 7 ay me’zûnen Ankara’da bulunmuşdur” kaydı mevcuttur. Bu mevzuda açık bir belge olmamakla birlikte Mikdâd Efendi’nin bu Ankara’da geçirdiği süre zarfında, yıl başında veya hemen öncesinde gerçekleştiğini zannettiğimiz Erzincan Orta Mektebi’nden tasfiyesi kararını iptal ettirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Anlaşılan o ki Mikdâd Efendi, bu meseleyi halletmek için Maarif Vekâleti’ne yaptığı başvurular neticesinde Bayburt’a tayinini talep etmek durumunda kalmış ve böylece muallimlik vazifesine devam etmiştir. Mikdâd Efendi hakkında, Diyanet İşleri Reisliği’nden Maarif Vekâleti’ne yazılan bir yazıda kullanılan “Erzincan orta mektep muallimliğinden tasfiyeye tabi tutulup bilâhare tashih-i kararla Bayburt’a tahvil ve tayin edilmiş olan muallim Miktat Efendi...” ifadesi bu noktaya bir işarettir.[153] Bu devrede, izni 8 Ağustos 1930 itibârıyla sona erdiği hâlde görevine dönmeyip Ankara’da Maarif Vekâleti Orta Tedrîsât Dâiresi’nin açtığı Türkçe muallimleri kursuna katılması da zikrettiğimiz hadiseyi doğrular niteliktedir. Maarif

Vekâleti’nden Diyânet İşleri Reisliği’ne yazılan 5 Ağustos 1930 tarih ve 25513/6192 numaralı yazıda Mikdâd Efendi’nin Ankara’da açılan Türkçe muallimleri kursuna katıldığı, bu kursun 21 Ağustos’ta sona ereceği ifade edilmekte ve bu süre zarfında izinli sayılması talep edilmektedir.[154] Maarif Vekâleti’nin bu talebine mukâbil Diyânet İşleri’ndeki ilgili komisyon tarafından 10/8/1930 tarihinde alınan 193 numaralı kararla Mikdâd Efendi’nin izni 21 Ağustos’a kadar uzatılmıştır.[155] Fakat kurs sona erip Mikdâd Efendi’nin izni de hitâm bulduğu hâlde görevine dönmemiş; bir başka dilekçe ile izninin tekrar uzatılmasını talep etmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu dilekçesi ise şöyledir:

Diyânet İşleri Reisliği Cânib-i Sâmîsine

Marûz-ı âcizânemdir.

Maarif Vekâleti’nce kurs müddetim bitmişse de bazı husûsâtım halledilmesine taalluk ettiğinden icrâsında hemen hareket edeceğim tayinim muâmelesini takip ve intâç etmek üzere eylül gâyesine kadar mezûniyetimin temdîdine müsâade-i sâmîlerini istirhâm ederim efendim.

23/8/1930

Erzincan Vâizi Ahmet Miktat

Dilekçedeki ifadelere göre o tarih itibârıyla Mikdâd Efendi’nin Bayburt’a tayini henüz kesinleşmemiştir. Resmî muameleler devam etmektedir. Mikdâd Efendi’nin bu eylül sonuna kadar iznini uzatma talebi Diyânet İşleri’ndeki komisyonca reddedilmiş; yalnızca Eylül 15’e kadar izinli sayılacağı kendisine bildirilmiştir.[156] Mikdâd Efendi’nin dosyasındaki evraklardan bu sıralarda sıhhatini kaybettiğini ve Ankara’da uzun süre tedâvî gördüğünü, süresi dolmuş olan iznini bu raporlarla uzatmaya devam ettiğini de öğreniyoruz. Nihâyet nisan ayından itibâren görevinden uzak kalması sebebiyle Hâfız Vehbi Efendi tarafından resmî makamlara şikayet edilmesi de bu sıralarda gerçekleşmiştir.[157]

Mikdâd Efendi’nin sağlık sorunları ile ilgili ilk rapor Dr. Avni İbrahim imzalı ve 15 Eylül 1930 tarihlidir. Bahsi geçen rapora göre sol baldırının ön yüzünde zuhûr eden dümeli şîripençevî (kan çıbanı yahut aslan pençesi adıyla bilinen rahatsızlık) yürümesine ve hareketine mânidir. Bu sebeple yirmi gün tedâvî altında tutulacağı bildirilmiştir.[158] Yirmi günlük rapor ile tedâvîsi yapılan Mikdâd Efendi, bu sefer de şeker hastalığı teşhisi ile tedâvî altına alınmış, 11/10/1930 tarihinde yine aynı doktor tarafından bir buçuk aylık bir başka raporla istirâhatinin ve tedâvîsinin lüzûmu bildirilmiştir.[159] Bu raporla birlikte Ahmed Mikdâd Efendi’nin vazife başına dönüşü 1931 yılbaşını bulmuştur.

1931 yılbaşı itibârıyla Mikdâd Efendi, Bayburt Orta Okulu Türkçe muallimidir ve vâizlik vazifesi de Bayburt’tadır. Vâizlik vazifesi için 1/1/1931 tarihinde Bayburt müftülüğünde vazife başı yaptığı kayıtlıdır.[160] Dört ay kadar burada göreve devam ettikten sonra tekrar izin talep etmiştir Mikdâd Efendi. Bu izin

talebini hâvî dilekçesinde, talebinin kabul görmesi maksadıyla da olsa gerek, şahsı ve âilesi hakkında da mühim bilgiler aktarmak durumunda kalmıştır. Dilekçe metni şöyledir:

Diyânet İşleri Reisliği Yüksek Huzûruna Ma‘rûzdur

Ma‘lûm-ı sâmîleri olmak üzere bir seneden beri vazîfe uğrunda yorulmak ve o yolda diyâr-ı gurbete düşmek evlâd u ‘â’ilemden mehcûr ve munkatı‘ bir hâlde yaşamak dolayısıyla sefâlete düşmek yüzünden ‘hayli bir ta‘âdî-i dimâğiyyeye uğradım. Ben şu hâl ve vaz’iyyetde iken oğlum Özdemir Cevâd’ın vefatını haber aldım. Erzincan’da sayfiyyemin divârı delinmekle orada bırakılmış olan ba‘zı eşyâmızın sirkatin işitdim. Bundan başka hâlen Artvin’de bulunan ‘â’ilemi oradan getirtmek mecbûriyyetindeyim. Diğer efrâd-ı ‘â’ilemle beraber bu senelik Erzincan’da ikamet etdireceğim. Artık şu mikdâr bir zamân-ı istirâhata çok muhtâcım her zamân hakkımda ibzâl buyrılan âtıfet-i devletlerinden niyâzım budur ki dînî-zirâ‘î-iktisâdî vâazlarımdan bir kısmını da Erzincan’da yapmak ve bi’l-vesîle sayfiyyeye münhasır işlerimi görmek ve mekteblerin ta‘tîl müddetini orada geçirmek üzere me’zûniyyetime merhamet ve müsâ‘ade buyrulmasını niyâz ve istirham eylerim efendim.

Bayburt Vâ‘izi A. Mikdâd (8/4/1931)

Bu dilekçesinde kısaca, Nisan 1930’dan bu tarafa devam eden koşturmacadan hayli yorulduğunu ifade etmiş; ayrıca Artvin’de bulunan âilesini Erzincan’a götürmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu sıralarda Erzincan’daki yazlığının duvarının delindiğini ve birtakım eşyalarının çalındığını; üstüne bir de oğlu Özdemir Cevad’ın vefât ettiğini haber almıştır. Bu sebeplerle de izin verilmesini, vaazlarına Erzincan’da devam etmesine müsâade edilmesini talep etmiştir. Son bir yılda bir yandan sağlık sorunları, bir yandan hakkındaki türlü şikâyetler, bir yandan Erzincan Orta Mektebi’nden tasfiye edilmesi, bir yandan âilevî sıkıntılar, gurbetteki yalnızlığı, oğlunun vefâtı... Tüm bunlar Mikdâd Efendi için bu bir yılın ziyâdesiyle zorlu 67

geçtiğine kâfî delil sayılabilir. Fakat yine de Mikdâd Efendi’nin bu son izin talebi Diyânet İşleri Reisliği tarafından 22/4/1931 tarih ve 54 numaralı kararla reddedilmiştir.[161] Reddedilme sebebi olarak ise 9 aylık iznin ardından vazifesine dönmüş olması ve vazife başında yalnızca 4 ay geçirmiş olması gösterilmiştir. Mikdâd Efendi’nin reddedilen bu son talebi üzerine ilgili memur tarafından çıkarıldığı anlaşılan yıl içindeki izin sürelerini ve tarihlerini gösteren liste ise şöyledir:

Tarihi

Ay

Gün

2 Nisan sene [1]930

1

-

Mayıs sene minhü(1930)

2

-

min 8 Ağustos sene minhü(1930) ilâ 21 Ağustos sene minhü(1930)

-

12

21 Ağustos ilâ 15 Eylül sene minhü (1930)

-

24

15 Eylül sene minhü (1930) ilâ 10 Teşrîn-i Evvel sene minhü (1930)

-

26 (Bilâ-me’zûniyyet mürûr etdirmişdir.)[162]

10 Teşrîn-i Evvel sene minhü (1930) ilâ 27 sene minhü (1930)

-

20

27’den ilâ 15 Kânûn-ı Evvel sene minhü (1930)

1

15

Toplam

7

 

930 senesi zarfında 7 ay me’zûnen Ankara’da bulunmuşdur.[163]

 

1930 Nisan sonunda bu izin talebi reddedilen Mikdâd Efendi, çok geçmeden mayıs başında bütçe kanununa istinâden 30 yıllık hizmet müddetini doldurduğu gerekçesiyle vâizlikten uzaklaştırılmıştır. Bayburt Vâizi olarak görev yaptığı sıralarda Diyânet İşleri Riyâseti’nden Bayburt Müftülüğü’ne gelen ilgili yazı şu şekildedir:

Bayburt Müftülüğü’ne

Hizmet müddeti otuz seneyi tecavüz eden Vaiz Miktat Efendi’nin vazifesi 931 mali senesi tasarrufata karşılık olmak üzre 1/6/931 tarihinden itibâren lağv edildiğinden bütçeden çıkarılmıştır. İktizâsının ona göre ifâsı beyân olunur ef.

30/5/1931

Mikdâd Efendi için bu karar çok ciddî bir inkisâra sebep olmuştur. Yıllardır büyük bir şevk ve memnûniyetle sürdürdüğü anlaşılan vâizlik vazifesinin böyle bir sûretle elinden alınmasını ömrünün sonuna kadar kabullenememiştir. Fakat, bir sonraki başlıkta teferruatıyla ortaya koymaya çalışacağımız, vazifesini geri almak için bütün mücâdelesine, teşebbüslerine rağmen resmî vâizlik devresi Mikdâd Efendi için bu kararla tamâmen kapanmıştır. Bu tasfiye kararı sonrası hazırlandığı anlaşılan hizmet cetvellerine göre Mikdâd Efendi, kısa fâsılalarla birlikte toplam 31 yıl 6 ay resmî hizmette bulunmuştur. İlk göreve başladığı tarih 13 Aralık 1899; tasfiye edildiği tarih ise 2 Mayıs 1931’dir.164

Diyanet İşleri Reisliği Sicil Kalemine Mahsus Hizmet Cetvelidir

An

İlâ

Sene

Ay

Maaş

Unvân-ı Me’muriyyeti

1 Kânûn-ı Evvel 315 [13 Aralık 1899]

2 Temmuz 320

[15 Temmuz 1904]

 

 

320

Erzincan ‘Askerî Rüşdiyyesi İmlâ Mu‘allimliği

1 Temmuz 320

[14 Temmuz 1904]

8 Haziran 325

[21 Haziran 1909]

 

 

400

Erzincan ‘Askerî Rüşdiyyesi Türkçe Mu‘allimliği

164 Ekteki hizmet cetveli, Mikdâd Efendi’nin özlük dosyasında bulunan iki farklı hizmet cetveli birleştirilmek sûretiyle tarafımızca oluşturulmuştur. Bu cetvellerden birinde yalnızca tarihler ve ilk memuriyet bilgileri yazılmış; bunun dışında bir bilgi verilmemiştir. Bu cetvel, anlaşıldığı kadarıyla, Mikdâd Efendi’nin Diyânet İşleri’ne bağlı vaizlik kadrosundan tasfiye edilmesine itirazları sonrası toplam görev süresine dâir bir hesaplama maksadıyla hazırlanmıştır. Tabloda tarihlere azamî dikkat gösterilmiş olması bu sebeple olsa gerektir. Diğer cetvel ise maaş ve unvan bilgileri tam olmakla beraber 1923 başına kadar ulaşmaktadır.

 

9 Haziran 325

[22 Haziran 1909]

Gâye-i T.Evvel 325

[13 Kasım 1909]

 

 

560 (160 İ’dâdîden)

Erzincan ‘Askerî Rüşdiyye ve İ‘dâdî Mu‘allimliği

1 Teşrîn-i Sânî 325

[15 Kasım 1909]

15 K. Evvel 325 [28 Aralık 1909]

 

 

600 (200 İ’dâdîden)

16 K. Evvel 325 [29 Aralık 1909]

15 Temmuz 326

[28 Temmuz 1910]

 

 

900 (500 İ’dâdîden)

16 Temmuz 326

[29 Temmuz 1910]

28 T. Sânî 327

[11 Aralık 1911]

 

 

29 Teşrîn-i Sânî 327 [12 Aralık 1911]

1 Haziran 332

[14 Haziran 1916]

 

 

2 Haziran 332

[15 Haziran 1916]

Gâye-i Haziran 334

[30 Haziran 1918]

 

 

800

İlâve-Erzincan Vâizi

1 Temmuz 334

[1 Temmuz 1918]

Gâye-i K. Evvel 334 [31 Aralık 1918]

 

 

500

Erzincan Mektebi Muallimi

1 K. Evvel 335 [1 Aralık 1919]

19 K. Evvel 335 [19 Aralık 1919]

 

 

700

 

20 K. Evvel 335 [20 Aralık 1919]

Gâye-i Eylül 338 [30 Eylül 1922]

 

 

700

 

1 T. Evvel 338 [1 Ekim 1922]

Gâye-i Şubat 338

[28 Şubat 1922]

 

 

900 (Zam)

(500) Vâizlik

1 Mart 338

[1 Mart 1922]

Gâye-i K. Evvel 338 [31 Aralık 1922]

 

 

900

(200) Vâizlik

6 T. Sânî 930

[6 Aralık 1930]

2 Mayıs 931

 

 

600

Bayburt Vâizliği[164]

Mukayyed Hizmet

31

6

 

 

 

Esâsen ifade ettiğimiz gibi Mikdâd Efendi için memûriyet hayâtı yukarıdaki listedeki 2 Mayıs 1931 tarihi itibârıyla nihâyete ermiş değildir. Diyânet İşleri

Başkanlığı’nda yapılan hesaplamada hizmet süresi 30 yılı aşmış gözüktüğü için buradaki vazifesi sona ermiştir; fakat yaşı henüz 65’e ulaşmadığı için Maârif Nezâreti’ndeki vazifesine devam etmiştir. 1931 yılı içinde Bayburt Ortaokulu’nda bir süre daha Türkçe öğretmenliği vazifesine devam ettikten sonra Artvin’e tayin edilmiştir. Artvin’de de aşağı yukarı bir yıl memuriyete devam ettikten sonra 1933 yılında, emekli olduğu 1936 yılına kadar vazifeye devam edeceği, Trabzon Kız Ortaokulu’na tayin olmuştur. 1936 yılındaki emekliliğinin ardından 30 yılı aşkın süre vazife yaptığı Erzincan’a dönmüştür.[165]

1.8.   Cumhuriyet Devrimleri ve Mikdâd Efendi

Bilhassa vâizlik vazifesini uhdesine aldıktan sonra halk üzerinde ciddî bir tesir gücü elde etmiştir Mikdâd Efendi. Uzun yıllar Erzincan’da bu vazifeyi devam ettirmesi hasebiyle de bu şehirde adının duyulduğu anlaşılmaktadır. Hatta onun şöhreti, geçmişte kendisine takılan “Divrikli Hoca” lakabı ile yayılmıştır. Dönemin şâhitleri de bu hususu doğrulamakta, bilhassa iki hocanın halk üzerinde ciddî tesir gücüne sahip olduğunu ifade etmektedir. Bunlar Divriğili Hoca, yani Ahmed Mikdâd Efendi ve Çermeli Hoca’dır.[166] Mikdâd Efendi’nin halk arasındaki şöhretine delâlet etmesi bakımından dönemin şâhitlerinden Refik Canay’ın ifadeleri mühimdir: Camii Kebir vardı, büyük. Divrikli Hoca meşhur. Divriğili müthiş bir adamdı. Divrikli Hoca lakabı o. Çok kültürlü, bilgili bir hocaydı. Vaazı bütün o verirdi. Vaazı o yapardı, bu Camii Kebir 'de yapardı.[167]

Ahmed Mikdâd Efendi’nin yahut halk arasındaki lakabıyla Divrikli Hoca’nın bu tesir kuvveti, Cumhuriyet sonrasında yapılan devrimleri halka kabûl ettirmek ya da en azından ciddî tepkilerin, isyanların patlak vermesine mani olmak maksadıyla kullanılmak istenmiştir. Mikdâd Efendi’nin de esâsen, bu hususta kendisinin halk indindeki itibârından faydalanmak isteyenlerden farklı düşündüğünü ifade etmek pek mümkün değildir. Hâsılıkelâm Divrikli Hoca da dâimâ Cumhuriyet rejimine muvâfık hareket etmesiyle, bu yönde vaazlar vermesiyle tanınmıştır. Bu bahiste, 1931’de vâizlikten çıkarıldıktan sonra tekrar vazifeye dönmek maksadıyla Trabzon Valiliği’ne yazdığı arzuhâldeki ifadelerini zikretmek yerinde olacaktır: “Ben Cumhuriyet umdeleri dâiresinde etmiş olduğum vaaz ve nasihatlerimin maddî ve manevî mükâfâtını beklerken...” Görüldüğü üzere kendisi de vaaz ve nasihatlerinin Cumhuriyet umdeleri dâiresinde olduğunu, bu ilkelerin aksine bir kelam etmediğini bildirerek bu hususta fikrini beyan etmiştir. Bundan sonra devrin Trabzon Valisi

Rıfat Danışman imzalı üst yazıda da “Cumhuriyet rejimine muvafık vaazından istifade edilen” Mikdâd Efendi’nin bu tavrına istinâden talebinin karşılanması istirhâm edilmiştir. Bu ifadeler Mikdâd Efendi’nin Cumhuriyet rejimi ve devrimleri karşısındaki genel tavrını, fikrini göstermek bakımından mühimdir. Bunlardan başka, bizzat devrin şâhitlerinden biri tarafından nakledilen bir hâdise de vardır ki, başka hiçbir kaynakta yer almayan bu hâdise Divrikli Hoca’nın devrimlere bakışını müşahhas olarak gösteren en önemli kayıtlardandır. Bu hâdise şapka devrimi ile alâkalıdır.

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in 27 Ağustos                                    1925’te

Kastamonu/İnebolu’da bir nutukla duyurduğu şapka inkılabı, 25 Kasım 1925’te çıkarılan “Şapka İktisâsı Hakkında 671 Sayılı Kanun” ile resmîleşmiştir.[168] Bu inkılabın duyulmasıyla çeşitli tepkiler, isyanlar patlak vermiştir. Hatta Rize’de, Erzurum’da çok ciddî hâdiseler yaşanmıştır.[169] Bu tepkileri bastırmak için basın- yayın araçları ile ilanlar verilmiş; vilayetlere, kazalara genelgeler gönderilerek halkın tepkisini yatıştıracak tedbirlerin alınması talep edilmiştir. Aynı dönemde Diyânet İşleri Reisliği’nin 3 Ocak 1926 tarihli tamimi şöyledir:

Bihi

3 Kânûnusânî 926 târîh ve 40/27 adedli ta’mîm sûretidir.

Meclis-i ‘âlî-yi millîde kânûniyet iktisâb etmiş ve infâz-ı ahkâmı ta’mîmen teblîğ edilmiş olan şapkanın ba’demâ bir kisve-i milliye ve medeniye olarak kabûlü zarûrî ve tabî’î olduğu gibi edâ-yı salât hengâmında da cevâmi’-i şerîfede telebbüsünde hiçbir mahzûr-ı şer’î kalmamış olduğu âşikâr bulunmasına nazaran esnâ-yı salâtda ba’zı kimselerin başları açık veya bir takye telebbüs sûretiyle intizâm-ı eşkâl ihlâl edilmekde olduğundan bu husûsda muhâfaza-i yeknesakîyi te’mîn edebilecek sûrette halkı tenvîr etmeleriçün

vilâyet ve mülhakât vâ’izlerine teblîgât icrâsı lüzûmu ta’mîmen teblîğ ve beyân olunur efendim.[170]

Şapka inkılâbının Erzincan’daki inikâsını ve Mikdâd Efendi’nin bu hâdisedeki rolünü nakleden Hüseyin Hüsnü Gürel (1930-2012)[171] bir tarih vermiyorsa da bu vakanın yukarıdaki tamîm mûcibi gerçekleşmiş olması muhtemeldir. Buna göre nakledilen hâdise 1926 yılı içinde gerçekleşmiştir. Bahsi geçen olay H. Hüsnü Gürel tarafından şöyle aktarılmıştır:

Divrikli Hoca Atatürk’ün Şapka İnkılabında Erzincan Halkını İdamdan Kurtarmıştır.

Atatürk şapka inkılabını yaparken; Erzurum, Konya, Yozgat gibi birçok yerlerde isyanlar çıkmış ve birçok insan idam edilmiştir. Erzincan’da da Atatürk’ün şapka inkılabına isyan çıkarmak için gerici yobazlar bazı girişimlerde bulunmuşlardır. Gerici yobazların isyan girişimine engel olmak gayesi ile ilericiler Erzincan’da toplantılar yapmıştır. Bu toplantılarda; Erzincan’da Divrikli; Çermeli ve Bektaşi Hocalar gibi üç çok akıllı, bilgili hocalarımızın bulunduğunu; cuma günü bu hocalarımızı Yeni Cami’ye davet ederek; şapka isyanı yapmanın doğru olup olmadığı konusunda vaaz vermeleri istenmiştir. Benim akrabam Bektaşi hocası ile Çermeli Hoca; mazeret göstererek; cuma günü Yeni Cami’ye gelmemişlerdir. Divrikli Hoca; cuma günü Yeni Cami’ye gelerek; insanlığın ilk gününden beri ve Müslümanlığın Mekke ve Medine’de kurulduğu zamandan beri ve günümüze kadar; insanların kavuk, külah, serpuş, takke, fesler ile başlarını örttüklerini; Peygamberimiz Muhammed devrinde; devletin başı Hazreti Muhammed olduğunu; devlet başkanlarının ve kanunların

öngördüğü yenilikleri kabul etmek gerektiğini; Yüce Atatürk’ün devlet başkanı sıfatı ile istediği ve esasen devletimizin yenilikçi kanunu olarak; şapka ve fötr giymeyi kabul edilmesinin uygun olduğu konusunda vaaz vermiştir. Bu vaaz verilirken kış mevsimi olduğundan Divrikli Hocamız palto giymişti. Divrikli Hoca; paltosu içerisinden bir şapka çıkarmış bu şapkayı başına giyerek ve Allahaısmarladık diyerek; camiden ayrılıyor. Bu yüce hocamızın bu tutumuna hiçbir kimse karşı çıkmamıştır. Rahmetli Divrikli Hocamız’ın verdiği bu vaaz ile Erzincanlılar şapka isyanı yapmamışlar ve idamdan kurtulmuşlardır. Divrikli Hocamız; hem Camilerde imamlık ve hem de Erzincan Ortaokulunda Türkçe öğretmenliği yaparken; 1939 Erzincan depreminde enkaz altında kalarak vefat                           etmiştir. Divrikli   Hoca gibi      Yüce   bir insan;

Erzincanlılar ’ı  şapka     isyanı      yapmaktan     ve       idamlardan

kurtarmıştır. Divrikli Hoca gibi akıllı ve bilgili yüce hocalar bulunmuş olsaydı Erzurum, Konya, Yozgat gibi yerlerde şapka isyanları yapılmayacak ve hiçbir yerde idamlar yapılmayacaktı. 173

Divrikli Hoca; rahmetle saygı ile daima anılacaktır.[172]

Ahmed Mikdâd Efendi, Çermeli Hoca ile esas kimliğini tespit edemediğimiz Bektaşi Hocası’nın geri durduğu, bir mazeretle imtinâ ettiği şapka inkılabı hakkında menfî fikriyâtı ortadan kaldırma vazifesini tek başına yerine getirmiştir. Üç hocadan ikisinin geri durmasına karşı tek başına halk üzerinde böyle bir tesir uyandırabilmesi Mikdâd Efendi’nin şahsiyeti ve halk nezdindeki itibârı açısından mühim bir delildir.

Ahmed Mikdâd Efendi, şapka meselesindekine benzer bir tavrı “harf devrimi” sonrasında gerçekleşen “Öztürkçecilik” hareketinde de göstermiştir.[173] 1935 yılında neşrolunan Ozanlar adlı eserinin sonuna “Söylev” başlığı ile eklediği not, Mikdâd Efendi’nin bu yoldaki çabasını göstermeye zannediyoruz kâfî olacaktır:

Söylev

Bütün okullarda ayaklı sözleri ayaksızlara çevirmek yoksulluğuna karşı Ozanlar’ın hangi bir parçası elverişli olacağından o türlü açığın kapanmış olması büyük bir erimdir. Bundan başka bilgiçler ozanlarımız için topluca bilgi edinecekleri gibi ayaklı sözler demek yollarını da kolayca öğrenmiş bulunacaklardır. Ancak eserimin birinci bitiğine giremeyen yol arkadaşlarımın kısaca sözleriyle soyadları bildirilirse ikinci bitikte yazılıp serpin olarak yayılması bence bir ödevdir. Bunda görülecek yanlışlıkların basım yurdunda yapılmış olduğuna verilmesini saygılarımla dilerim.

16 8 1935 Ankara

Trabzon Kız Orta Okul Türkçe Öğretmeni

A. M. Poyraz[174]

Metne dâir kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse Mikdâd Efendi’nin “erim, bilgiç, bitik, serpin” gibi kelimeleri özellikle kullanmak arzusunda olduğu açık olarak ortadadır. Matbaa yerine “basım yurdu” tabirini tercihi de dikkat çekicidir. Tamamen yabancısı olduğu bu kelime ve terkipleri, çeşitli kılavuzlar yoluyla alarak kullandığı anlaşılmaktadır. [175] Nitekim bugün hiç kullanılmayan, özel gayretlere rağmen dile yerleşmemiş kelimelerden “serpin”, “nesr, mensur, mensure” kelimelerine karşılık olması için uydurulmuştur.[176] Bu tavır, Mikdâd Efendi’nin dildeki bu değişime ayak uydurmaya çalıştığının göstergesi olarak zikredilmeye değer bir noktadır.

1.9. Vaizlikten Tasfiyesi ve Ömrünün Sonuna Kadar Süren Mücâdelesi

Önceki üç bölümde Mikdâd Efendi’nin memuriyet hayatı farklı yönleriyle, farklı vazifelerin öne çıktığı devreler olarak ele alınmaya çalışıldı. Esâsen bu bölüm de bir önceki başlık altında incelenebilir, önceki kısmın bir parçası sayılabilirdi. Fakat Mikdâd Efendi’nin özlük dosyasında bu mevzu ile alâkalı kırktan fazla evrak mevcuttur ve bunların ilki 28 Mayıs 1931 tarihli iken, sonuncusu ise Mayıs 1939 tarihlidir, ki bu tarih onun vefâtından yaklaşık sekiz ay önceye denk gelmektedir. Yani Mikdâd Efendi’nin memuriyet hayatı içinde başlayan bu mücâdelesi neredeyse vefatına kadar devam etmiştir. Bu manâda memuriyet hayatının sınırları dışına da taşan bir hadisedir. Bu mevzû için böyle ayrı bir başlık açma kanaati zikrettiğimiz husûsiyetlere istinâden hâsıl olmuştur.

Bir önceki bölüm sonunda da kısaca ifade ettiğimiz gibi 1931 yılbaşı itibârıyla Mikdâd Efendi’nin Erzincan’daki vâizlik vazifesi Bayburt’a tahvîl olunmuştur. Aynı yıl içinde 1931 bütçe kanununa istinâden de hizmet müddeti 30 yılı aştığı gerekçe gösterilerek vâizlik vazifesi lağvedilmiştir. Diyânet İşleri Reisliği, 30/5/1931 tarihli bir yazı ile haziran başı itibârıyla Mikdâd Efendi’nin vâizlik vazifesinin ilgâ edildiğini Bayburt Müftülüğü’ne bildirmiştir.[177] Diğer taraftan Bayburt Müftülüğü’ne gönderilen yazının bir benzeri de Maârif Vekâleti’ne gönderilmiş; hizmet müddeti otuz yılı aştığı için vâizliği tasarrufa tâbi tutulan Mikdâd Efendi hakkında tekâüde sevk muâmelesinin Maârif Vekâleti’nce yapılmasının lüzûmu bildirilmiştir.[178]

18/06/1931’de Diyânet İşleri Reisliği’ne bir telgraf çeken Mikdâd Efendi, itirâzlarını doğrudan yetkili makâma arz ederek kararın tashihini talep etmiştir; fakat 23/06/1931 tarihinde Bayburt Müftülüğü’ne gelen cevapta hizmet müddetinin 13 Aralık 1899’da başladığı Erzincan Askerî Rüşdiye’si imlâ muallimliği vazifesinden bu yana 31 sene 6 aya ulaştığı ve bu manâda kararın yerinde olduğu ifade edilmiştir.[179] Bu tebligâta Mikdâd Efendi bir itiraz dilekçesi ile karşılık vermiş; özetle 1899 itibârıyla başlatılan hizmet müddeti hesâbının yanlış olduğunu, zîrâ kendisinin ilmî vazîfeye 14 Mart 1913’te tayin edildiğini ifade ederek bu hesapla henüz 18 yıllık hizmeti olduğunu beyân etmiştir.[180] Mikdâd Efendi bu itirazla muallimliğe başladığı 1899 tarihinin değil, Balkan Savaşı sırasında verilen ahkâm-ı dînîye muallimliği vazifesinin esas alınmasını talep etmiştir. Ona göre 1913’e kadar devam ettirdiği 14 yıllık muallimlik ilmî vazife değildir. Bu itirâzın hemen ardından Bayburt eşrâfından olduğu anlaşılan yirmi kişinin imzasıyla Diyânet İşleri Reisliği’ne bir dilekçe yazılarak Mikdâd Efendi’nin vazifesini layıkıyla ifâ ettiği ve büyük faydalar sağladığından bahisle bu ilgâ kararının tashih edilmesi talep edilmiştir:

Diyanet İşleri Reisliği Yüksek Huzuruna

Arz-ı Mahsustur:

Beldemize tahvil ve tayin kılınan Vaiz Miktat Efendi’nin vazifeye mübaşereti anından beri edilen ahlâkî istifadeler büyük mikyaslarla ölçülecek bir mâhiyettedir. Mumaileyhin selaset-i beyanı halk üzerinde büyük hisler ve tesirler vücuda getirmiş,

iktisadî, ticarî ve ziraî mevzular dairesindeki ictimaî vaaz ve nasihatleri ammenin istifade ve hoşnudunu mucip olmuştur.

Esasen vaaz ve nasihata teşne bulunan memleketimiz namına bu nimeti bizlere bahşeden Cumhuriyet hükûmetimize ve bahusus reislik makamınıza şükranlarını arz etmekle beraber vazifesinin kemakân ibka ve temadisinin, memleketimiz ufkunda parıldamakta olan bir irfan güneşinin mütemadi ışıldamasına ve tekrar kaydının tashihine müsaade buyurulmasını kemâl-i ciddiyetle istirham eyleriz ef.

Bayburt 21/6/1931[181]

23/06/1931 tarihli kararın doğruluğunu bildiren cevap yazısına tekrar itirâz eden Mikdâd Efendi’ye 29/06/1931 tarih 1821 numaralı yazı ile tekrar cevap verilmiş ve kendisinin ifâde ettiği gibi 18 değil; 1899 sonundan bu tarafa 30 yıldan fazla vazife yaptığı beyân edilmiştir.[182] Bu defa ikinci bir telgrafla Diyânet İşleri Reisliği’ne cevap veren Mikdâd Efendi, daha tehditkâr bir üslupla bu haksız kararın müsebbiplerinden hesap soracağını ifade etmiştir.[183] Bu son telgraftaki ifadelere bakıldığında Mikdâd Efendi’nin itirâzlarında şahsına karşı garazkâr bir muâmele, bir kasıt aramaya başladığı yahut birilerinden şüphelendiği sezilmektedir. Hâkezâ 01/07/1931 tarihinde yazdığı bir dilekçesinde bu husus daha belirgindir. Mikdâd Efendi bu dilekçesinde ilk vazifesi olan muallimlikten itibâren hizmet müddeti hesabının yanlış olduğunu; vâizlik ve muallimlik vazifelerinin birbiriyle hiçbir alâkası olmadığını ifade etmiştir. Buna ek olarak bu hesaplamanın açıkça şahsına bir saldırı, bir kasıt olduğunu da söylemiştir.[184] Diyânet İşleri Reisliği’nden 02/07/1931 tarihinde Mikdâd Efendi’nin son telgrafına, Başvekâlet makâmının emrine istinâden bu kararın verildiği cevabı verilmiştir.[185] İtirâz ve cevap yazışmaları temmuz başına kadar bu sûrette devam etmiştir. Fakat zannediyoruz bu sıralarda, Mikdâd Efendi’nin ısrarlı başvuruları, itham edici dilekçeleri devam edince aleyhine bir soruşturma başlatılmıştır. İleride nakledeceğimiz bir belgede bu hususa işaretle başvurularında ısrar etmesi hâlinde geçmişte başlatılan takibâtın devam ettirileceği de bildirilmiştir. Nihâyet yaklaşık bir buçuk aylık fâsılanın ardından Mikdâd Efendi bu sefer itirâzını Başvekâlet makamına yöneltmiş, uzunca bir dilekçe ile talebini bildirmiştir:

Yüce Türk Milletinin Yüce Başvekilinin Yüce Huzuruna

Dileklerim:

Yüce ve önlü milletimizi medeni milletlerin ilim, fen ve medeniyyet yolunda kat ettikleri uzun yollara eriştirmek için bu koca inkılabı yapan ve bütün âlem-i medeniyyeti hayretlere gark eden, ulu Gazimizin işaret ettiği nurlu yol üzerinde, milletimizin biliktidar zimami idaresini deruhde eden ve kemal-i kudret ve hevesatla en muaddal hayat meselelerini hallederek, milletimizi önündeki korkunç uçurumlara düşmekten vikaye ile kemal-i kiyâset ve zeka ile idare eden büyük “İSMET” atf-i li-hâze’l-nazar eyle de gör ismet ve fazileti çiğnemek için ne su-i kastlar tertip ediliyor.

Ordunun meşhur vaiz ve mürşidi Miktat’ın sada-yı ilm ve faziletini boğmak için senin yüce makamına dayanarak bu hak sesini susturmaya çalışıyorlar. Ey büyük rapli [?] büyük İsmet Pş. Hz.leri biliyorum siz buna müsaade etmez ve edemezsin.

İlim ve fazilet ve onları memlekette yerleştirmek için milletimizin yaptığı bu kadar fedakarlık yetmez mi? Bu zamanda manevi teselliye pek ziyâde ihtiyacı olan halkı bu gıda-yı maneviden mahrum etmeye çalışanları ve bu hareketlerini suretâ bir şekl-i kanûnî ve irade-i vekâletpenâhî ile takviye etmeye uğraşanları ve umur-ı mevdualarını hüsn-i ifa etmeyenlerin bu tarz-ı hareketlerini hüsn-i telakki buyurmayacağınıza eminim. Bitişik mübelleğ emir sûretinden keyfiyet müsteban buyrulacağı vech üzre meclis-i millinin bu sene kabulünü muvafık görmediği “otuz sene hizmet eden memurların tekaüde sevki” maddesine istinaden ve tezkere-i riyâsetpenâhîye iktidaen bendenizi tekaüt değil vaizlik vazifeme nihayet verdiler. Halbuki bu vazifeyi kayden sabit olduğu üzre on sekiz senedir biliktidar ifa etmekteyim. Bunu diğer yerlerde vâki’ diğer müteferrik hizmetlerimle otuz sene itibâr ve iktisat ve tasarrufu kaidesine ittiba ederek “BAYBURT” Vaizliği vazifemi ilgâ ettiler.

Eğer bu muamele-i resmiyyeyi Diyanet İşleri memûrîn Kalemi Müdürü B. F. bîtarafâne ve adâletperverâne yapmış olsaydı milletimizin iktisâdî menfaati nâmına kemâl-i inkiyat ve tevekkülle bunu kabul eder ve boynumu büker otururdum. Fakat sırf bir garaz-ı şahsîye binâen ve fırsat kollayarak bunu marru’larz Md. B. F.’nin yapması ve sırf şahsımı istihdâf etmesi dâîlerini dâğdâr-ı teessür etmiştir. Bunun sebebi âcizleri bir sene evvel Ankara’da câmilerde halkı medenî rejimi kabûle ve medenî milletlerin isrine iktifâ etmesine çalışırken, bendenizi hakkı olmadığı halde vaaz etmekten men etmeye çalışan bu zâtın emirlerini -haksız ve sebepsiz olduğundan- ifa etmediğimden, şühût huzûrunda “ben sana yapacağımı bilirim” diye bendenize kin ve husûmet besledi. Aradan bir sene geçtikten sonra sırf şahsımı istihdâf ederek memûriyyetimi lağv etti. Benim gibi vatan ve milletine maddî manevi büyük hizmetler etmiş ve edegelmekte bulunmuş ve vaaz u

irşâd ile bir mevki-i şöhret ve ihtirâm kazanmış olan bir adama karşı li-garazen böyle gaddarâne muamelede bulunmak vatan ve millete bir ihânet teşkil etse yeri vardır. Zât-ı devletlerini bu kadar suhan-i umûr içinde fazla meşgûl etmeyi ve sözü uzatmakla başınızı ağrıtmayı lüzumsuz görüyorum. Dileğim Diyânet İşleri Memûrîn Kalemi Müdürü B. F.’nin hakkımda revâ gördüğü bu vâizlik vazifemin lağv muamelesini ke’en-lem-yekün addiyle yeniden vazifeme tavzîfimi ve bu sûretle hizmet-i vataniyye ve irşâdiyye-i medeniyyemin temâdîsi ile Cumhuriyet’in âlî mefhûmunun tecellîsine müsaade-i devletlerini arz ve istirhâm eylerim Efendim Hazretleri.

1/8/931 Bayburt Vâiz-i Sâbıkı Ahmet Miktat[186]

Mikdâd Efendi görüldüğü üzere ilk kez bu dilekçesinde açıkça kendisine bir sûikast yapıldığını ifade etmiştir. Mikdâd Efendi’ye göre kendisine yapılan bu muâmelenin sebebi Diyânet İşleri Memûrîn Kalemi Müdürü B. F.’nin şahsî garazıdır.[187] Bu garaza sebep olan hâdise ise bir yıl önce, yani 1930 yılı yaz sonunda, Ankara’da câmilerde vaaz etmesine mâni olmaya çalışan B. F.’nin emrini yerine getirmemesidir. Hattâ B. F.’nin tahriki ile Zât İşleri Müdürü Tevfik Bey, Mikdâd Efendi’yi “Ben ona yapacağımı bilirim” diyerek tehdit etmiştir ve bundan bir yıl sonra vâizliği lağvedilmiştir. Gariptir ki otuz küsur sene evvel Eyüp Sultan Câmii’nde verdiği bir vaaz neticesinde İstanbul’dan sürgün edilen Mikdâd Efendi, bu defa da kendi iddiasına göre Ankara’da bir vaaz sebebiyle vâizlik vazifesinden olmuştur. Bu ciddî iddiaları hâvî dilekçe Başvekâlet tarafından Diyânet İşleri Reisliği’ne havâle edilmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu iddialarına karşı Diyanet işleri Reisliği’nden Bayburt Müftülüğüne yazılan 18/8/1931 tarihli cevâbî yazı ise şöyledir:

Diyânet İşleri Reisliği

2355/2038

Başvekalet-i celileden muhavvel 1/8/931 tarihli arzuhal sahibi kazanız sabık Vaizi Ahmet Miktat Efendi’ye:

1.   Sırf kasdî tasarrufla ve icra makamından verilen salahiyetlere istinaden açığa sevk olunduğunun.

2.   1931 senesi bütçe kanunun 15’inci maddesinin (c) fıkrasında açıkta kalacak memurlara 788 nolu kanunun 85’inci maddesi hükmüne tevfikan açık maaşı verilir. Bunlardan fiilen 30 seneyi doldurmuş olanlar vekâletlerce tekaüde sevk olunur denildiğinin.

3.   Tekaüt kanunun vaz ettiği esasata tevafuk eden hizmet müddetlerinin mütenevvi sahalarda olsa dahi aynı hükümet memurluğu bulunması hasebiyle ayrı ayrı hesabına kanuni imkan ve mantıkın müsait bulunmadığı.

4.   Kanunen bağlanmasını talep edebileceği açık veya tekaüt maaşının ise halen maarif idaresince muvazzaf bulunmasına mebni tahsisine yine kanunun mesağ vermediği.

5.   Tekaüdünü dilediği takdirde memurken tekaüdünü isteyenler gibi maarife müracaatta muhtar bulunduğunu.

6.   Fimabat [fî-mâ-ba’d] idaremizce görüşülecek hiçbir işi olmadığından makam işgal mâhiyetinde olan bîmana taleplerden kat’iyen tevakki eylemesi lüzumunun ve aksi halde cevapsız bırakılması pek tabiî bulunduğunun son olarak bir defa daha tebliği mütemennadır efendim.

Mikdâd Efendi’ye verilen cevapta iddialar reddedilmekte, tamamen kanuna muvâfık sûrette muâmelelerin yapıldığı; kanûnen farklı vazifeler dahi olsa aynı hükûmet memurluğu olduğundan bu vazife müddetlerinin ayrı ayrı hesaplanmasının mümkün olmadığı; Maârif Vekâleti’ndeki öğretmenlik vazifesi devam ettiğinden emekliye sevkine ve emekli maaşı tahsisine imkân olmadığı ifade edilmiştir.

Anlaşılan o ki Diyânet İşleri Reisliği de Mikdâd Efendi’nin ısrarlı mürâcaatlarından rahatsızlık duymaya başlamış; artık neticesiz kalacak başvurulardan geri durulmasını da bu yazıyla talep etmiştir; fakat Mikdâd Efendi, cevap yazılarına devam ederek 02/09/1931 tarihli yazısında Diyânet İşleri Reisliği’nin müdâfaa kabîlinden bu son yazısında ifade edilen şahsî garazın sözkonusu olmadığı savunmasına karşı iddiasında ısrar etmiştir. Mikdâd Efendi’nin kanaatine göre şahsî garaz olmasa kendisi gibi kıymetli bir ilim adamının, vâizin harcanması kâbil olamaz. Böyle bir garazla kendisinin en sevdiği meslekten mahrûm bırakılmasına da bu yazıyla sitem etmiştir.[188] Mikdâd Efendi bu dilekçeden iki gün sonra ise Diyanet’in cevabını beklemeden Başvekalet’e de şu cevâbî dilekçeyi göndermiştir:

Ankara’da Başvekalet Yüksek Huzuruna

Maruzdur

Diyanet İşleri yüksek dairesinde bazı ağraza feda edilen masun bir hakkımın ihkakı zımnında yüksek vekaletinize takdim etmiş olduğum birinci istidamın cevabı bana tefhim edildi. O kadar arzu niyazlarım neticesi telakki ettiğim hulasa makamı işgal mâhiyetinde olan fuzuli müracaatlarımdan tevakki etmediğim takdirde bütün cevapsız kalacağı mealindedir. Ben kanunun hilafı uğratılmış olduğum açık mezalimden her dakika hükümetime şekvalarımı arz etmek haysiyetindeyim. Büyük hükümetim de benim her çeşit yaralarıma bir türlü merhemle tedavi etmek mevkiindedir.

Binaberin benim haklı müracaatlarımın kanun dairesinde is’afına borçlu olan daire-i müşarünileyhanın bu türlü elim ihtaratına mütehammil olamayan hür vicdanım şu dakikada beni iştikaya sevk etmiştir. Hususiyle henüz kanuniyet şeklini almamış olan resim halindeki bir maddeye tevfikan diyanet işlerinde ancak on sekiz yıllık hizmet müddetimi otuzu mütecaviz göstermekle açığa çıkarılmaklığım büsbütün mağduriyetimi intaç ederek feryatlarımı artırmıştır. Harplerde ordu nasıhlığı ile vaaz u irşadatımın sayhaları daha şahikalar üzerinde taninendaz olurken ucuz ehliyetler ve gayri-müfit uzuvlar gibi yırtılıp atılmaklığıma şefik vicdanları da hiç kail değildir. Cumhuriyet’in yüksek umdeleri eshab-ı mesalihden hiçbir ferdi cevapsız bırakmakla ihmal etmezken şu derkenar benim içtimai mevkiimi tezyif ve tahfif etmekle rencide buyurmuştur. Elbette başvekaletin yüce makamında muhavvel hangi bir istida sahibine kanun dairesinde cevaplar itası ile her memur mükelleftir. Şu türlü uğratılmış olduğum su-i akıbet benim gibi bir vatanperveri mutlak dağdar-ı teessür kılar. Binaberin diyanet işleri dairesinin hakkımızda itidal üzre hareket buyurmalarının teminiyle vazifeme ircaım hususunun muhafazasını istida eylerim efendim.

Sabık Erzincan ve Bayburt Vaizi Ahmet Miktat

10/9/931

Mikdâd Efendi bu son dilekçesinde, Diyânet İşleri Reisliği’nin kendisine hitâben gereksiz ve manâsız dilekçelerden, başvurulardan geri durması, aksi hâlde bunların cevapsız bırakılacağı ifadesine oldukça içerlemiş gözükmektedir. Hatta bu ifadeler sebebiyle böyle bir cevap dilekçesi yazdığını da ifade etmiştir. Bu yazı da yine Diyânet İşleri Reisliği’ne havâle edilince nihâyet Mikdâd Efendi’ye ciddî bir uyarı gelmiştir. 22/9/1931 tarih 2824/2390 numaralı Diyanet İşleri Reisliği’nden Bayburt Müftülüğü’ne yazılan yazıda Sabık Vaiz Mikdâd Efendi’nin beyhûde yere makâmâtı iz’âcı fâide-bahş olamayacağının, bademâ şathiyât-ı lisâniyede bulunacak olursa kanûnî takibâta devam edileceğinin kendisine teblîği beyân olunur ef.denilmektedir. Mikdâd Efendi ısrara devam ederse daha önce başlatılan kanûnî takibâtın devam ettirileceği böylece ifade edilmiştir. Bu sûretle Mikdâd Efendi’nin teşebbüsleri bir süre kesilmişse de 1932 başından itibâren yeniden başlamıştır.

Mikdâd Efendi’nin bu sıralarda memuriyet vazifesi ile Artvin’e geçtiği anlaşılmaktadır. Müftülük, Diyânet İşleri Reisliği, Başvekâlet taraflarınca talepleri geri çevrilen Mikdâd Efendi, bu sefer işi yargıya taşıyarak şûrâ-yı devlete (danıştaya) bu meselenin halli için başvurmuştur. Artvin’de yazılan dilekçe şu şekildedir:

Devlet Şûrâsı Reisliği Yüksek Huzûruna

Maruzdur.

Âcizleri Diyanet İşleri Vâizlerindenim. Şu vazifemi hüsn-ü ifâ ederken mensup olduğum daire bir takım şahsî sebepler yüzünden kanun hilâfına beni açığa çıkardı. Vukû bulan müdâfaatım da neticesiz kaldı. Binânealeyh madelet kapısı olan yüksek makamınıza aşağıdaki mevat üzere dava açmaklığımı intaç etti.

1.  Pek mütehassıs ve ehli bulunduğum vâizlikten azlen ihraç olundumsa kendi hesâbıma azlimi mucip hiçbir sebep ve şâibem yoktur. Olsaydı şimdiye kadar bana tebliğ ederlerdi.

2.  Tekaüde sevk edildimse ilmiye kadrosunda hizmet müddetim daha on sekiz yıldan ibarettir. Yaşım da altmışa bâliğ değildir. Memurin kanununda altmış beşe kadar istihdâmım da musarrahtır.

3.  Tasarruf kanununa tevfikan memuriyetime hitam verildiyse o madde eshabı kifayet ve iktidar hakkında değil, belki vazifeye gayri muktedir aciz bîsûd insanlar hakkında tatbike masruftur ki ben öyle vasıflarla alakadar değilim. Vatanın en buhranlı zamanlarında sebkeden hıdemat-ı hasenemi hiç değilse derhatır buyurmakla henüz ilmen, cismen en kıvamlı bir çağımda böyle bir sû-i âkıbete uğramaklığım şiâr-ı âtıfetten olmasa gerektir.

4.  Başta Gazi Hz.leri olmak üzere bugünün ricâl-i askeriyesince malumdur ki ben umum harplerde ordu ve talimgahlar nasıhlığıyla cepheleri gezmiş dînî, vatanî hizmetlerimi senelerce ifa etmiş bir kıt’a takdirnâme zîrinde (Mustafa Kemal) imzâsı

bizzat Gazi Hz.lerinin olduğu vaziyet-i ilmiye ve içtimaiyemin yüksek bir şâhididir.

5.   Dördü matbu olmak üzere muhtelif dillerde manzum ve mensur 36 eserim ve ayrıca 17 defter dolusu hatırat-ı harbiyenin ve şimdi II’nci defterini ikmal etmekte olduğum manzum (Duygu Demetleri)’nin sahibiyim. Geceli gündüzlü fünun-ı muhtelifede tetebbuat ve telifatla meşgulüm.

6.   Otuz iki yıldan beri ayrıca sivil ve askerî mekteplerde muallimlikle hizmetlerimden vatan ve hükümetin istifâdesi herkese malûmdur.

7.   Mezkûr vaizlikte ordu nâsıhlığıyla Balkan Harbi’nde göstermiş olduğum yararlılıklara mükâfatan ahkâm-ı dîniye muallimliği namıyla tevcih buyrulan bir vazifemden hiç ümit etmem ki, Büyük Cumhuriyet Hm öyle bir tensibi reva görsün.

8.   Beni asılsız nisbetlerle açıkta mağdur etmeye çalışan daire-i müşarun ileyha ile teati edilen bi’l-cümle evrak ve sicillerimin tetkikiyle müktesep hukukumun zıyaa uğratılmamasını ve vazifeme ircaımla müterakim maaşlarımın itası hususunun karar alınmasını Büyük Cumhuriyet’in müşfik ve âdil kanunlarından istirham eylerim efendim.

Artvin’de Sâbık Erzincan ve Bayburt Vâizi Divrikli A. Miktat

05/01/1932

Mikdâd Efendi, Şûrâ-yı Devlete yazdığı bu marûzâtın bir kopyasını da Başvekâlet’e göndermiştir. 7 Haziran 1913’te Gelibolu’da Binbaşı Mustafa Kemal’den aldığı takdirnâmenin 3 Ocak 1932 tarihli aslına uygundur mühürlü bir sûretini de “Büyük Reis-i Cumhur Gazi Hazretleri’nin Balkan Harbi’nde aziz ve mübeccel kalemiyle zîrdeki takdirnâmeyi âcizleri hakkında lütfen yazmaya rağbet

âtıfetini bahşetmiştir.” takdîmiyle arzuhâle eklemiştir.[189] Mikdâd Efendi, Başvekâlet’e tevcîh ettiği dilekçeye bir de Başvekil İsmet Paşa’ya husûsî taleplerini arz ettiği bir dilekçe eklemiştir. Hatta bu dilekçenin sonuna eklediği iki beyitle de bu meselenin hallini talep etmiştir.[190] Başvekâlet’e arz edilen dilekçe 27/2/1932’de Diyanet İşleri Reisliği’ne havâle edildiği gibi şûrâ-yı devlete arz edilen dilekçe ile idârî davâ açılmış ve Diyânet İşleri Reisliği’nden konu ile alâkalı müdâfaa istenmiştir. Nihâyet 9/3/1932 tarihinde Diyânet İşleri’nden beklenen müdâfaa gelmiştir. Müdâfaanâmenin tam metni şöyledir:

Şûrâ-yı Devlet Riyase-i Celîlesine

Deâvi Dâiresi husûsî hey’et ifadesiyle muharrer 29/2/[1]932 tarih ve 329/114 noiu tke i celîlelerine merbût Sabık Erzincan Vaizi 4769

Mikdat Efendi’ye ait dava arzuhali mütalaa olundu.

Müstedî 1931 senesi Maliye Bütçesi’nin tevazününü teminen ve icra makamından verilen salâhiyetlere istinâden açığa sevk olunmuştur. Bu kâbil ahvâlde açıkta kalacak memurların tâbi olacağı ahkâm bütçe kanununun 15’inci maddesinin (c) fıkrasında musarrahtır. Riyâset-i acizi mumaileyhin ahvâl-i müseccelesinin derpiş ve hizmet müddetini tesbit ederek mezkûr fıkranın ikinci bendi mucibince muamele tesisini yani gerek vaizlikte ve gerekse maarif idaresindeki hizmetleri yekûnu 30 seneye bâliğ olmakla icrâ-yı tekâüdünü ve bu sûretle hükm-ü kanunun yerine getirilmesi cihetini tensip etmişti.

Fakat davacı aynı zamanda maarif kadrosunda vazifedâr olduğundan olbâbdaki kanun ve talimatname ahkâmı mucibince tekaüt maaşının tesbit ve tahsisine esas olacak muamelenin ifası vazifesi kendisine teveccüh eden maarif vekâlet-i celîlesi keyfiyetten haberdâr edilmiş ve kendisine de tekaüdünü icra ettirmek niyetinde ise halen idaresinde vazifedar bulunmakta olduğu maarif vekâletine memurken tekaüdünü isteyenler gibi müracaatla tekaüdüne mütedair muameleyi ifa ettirmesi lüzumu tebliğ ve aksi halde riyâsetçe yapılacak hiç bir muamele mevcut olmadığı hususu tefhim edilmişti. Bu tebliğ ve tefhimi takiben vuku bulan müteaddid iade-i memuriyet taleplerine yine aynı veçhile cevap ita ve merasim-i kanuniye izah kılınmıştır.

Müstedî ilmiye kadrosundaki hizmetim yekûnu daha on sekiz yıldan ibaret demekle tekaüde şevkini kanunsuz gibi göstermek istiyor ise de tekaüt kanununun vaz ettiği esasata tevafuk eden hizmet müddetlerinin mütenevvi sahalarda olsa dahi aynı hükümet memurluğu bulunması hasebiyle ayrı ayrı hesabına kanunî imkân ve mantık müsait değildir.

Binâenaleyh evvel emirde daha bir çok emsâli gibi sırf bütçenin tevzini zaruretiyle ve verilen salâhiyete istinâden açığa sevk ve bilahare indettetkik hizmet müddeti 30 seneye bâliğ olduğu görülerek hakkında Bütçe kanununun 15’inci maddesinin (c) fıkrasının ikinci bendi mucibince muamele tesis olunan davacının bir takım garip düşünce ve mülahazalarla ve alelhusus garaz ve husumet-i şahsiye tasavvur ve vehmiyle ikame eylediği işbu dava külliyen bîesas, kanun ve mantıkla nâkâbil-i tarif ve izahtır. Marûzât-ı salifeye nazaran davanın reddini diler müdafaanamenin nüsha-i sâniyesini raptan takdim eylerim efendim.

Bu uzun müdâfaada da farklı bir tavır, verilen karar hususunda bir yumuşama mevcut değildir. Mikdâd Efendi’nin şahsî garaz iddiasına cevap verilen kısım ise dikkate şâyândır. Diyânet İşleri Reisliği tarafından bu hususta davacının 90

bir takım garip düşünce ve mülâhazalarla ve alelhusûs garaz ve husûmet-i şahsiye tasavvur ve vehmiyle ikâme eylediği işbu dava külliyen bîesas, kanun ve mantıkla nâkâbil-i ta’rîf ve izâhtır denilerek böyle bir iddia kesin olarak reddedilmektedir. Mikdâd Efendi, tahmin edileceği üzere, iddialarının vehimden ibâret addedildiği bu ifadelere mukâbele etmeden duramamıştır. Hatta bu ifadeleri, daha önceki arzuhâlinde bir hâdiseyi sebep olarak zikrederek kendisine şahsî bir kasıtta bulunduğunu iddia ettiği, ismini de B. F. şeklinde gizlediği kişiyi ve aralarında vukû bulan hâdiseyi apaçık bir sûrette beyân etmeye de vesîle kabul etmiştir. 05/04/1932’te Artvin’de bu yazıyı tebellüğ eden Mikdâd Efendi iki gün zarfında bir cevap yazmış ve 07/04/1932’de şûrâ-yı devlete irsâl etmiştir. Bahsi geçen cevâbî mâruzât şöyledir:

Şûrâ-yı Devlet Riyaseti yüksek huzuruna

Marûzdur

Deâvî dairesi husûsî heyet-i aliyesi ifadesiyle Diyanet İşleri Reisliği yüksek makamına tevdî buyurulan 29/2/1932 tarih ve 339’114/4763 numaralı tezkere-i celîleye bitişik iddianamenin riyaset-i müşarünileyhâca ba’delmütalaa serdetmiş olduğu 9/3/1932 tarih ve 433’299 numaralı cevâbî müdâfaasını 5/4/1932 tarihinde Artvin’de tebellüğ ettim.

Müdâfaanın son fıkrasında (davacının bir takım garip düşünce ve mülahazalarla ve alelhusus garaz ve husumet-i şahsiye tasavvur ve vehmiyle ikame eylediği işbu dava külliyen bîesâs, kanun ve mantıkla nâkâbil-i tarif ve îzahtır) buyurulmasına nazaran aşağı dairelerde vukûa getirilmiş olan şahsiyattan Reisliğin haberdâr olmamış bulunduğu ve binaenaleyh bîesâstır buyurulması esâsın tenvîrine ihtiyaç neşet ettirmiş olmasını müşîrdir ki hakkın tecellîsiyle kanunun taalîsi namına meçhul kalmış olan o şahsiyet meselesini şimdi arz ve izah ediyorum.

Benim Vaizlikten açığa ihrâcımla vazifeden ayrılığım Reislik makamının müdafaanamesi zîrinde (Ö) işaretiyle imzası bulunan Bekârzâde Ömer Efendi meselesiyle alâkadardır. Şöyle ki mumaileyh Ömer Efendi bir cuma günü Ankara’nın Hacı Bayram Camii’nde vekâleten hutbe okumuştu. Ben de onun hutbede kıraat etmiş olduğu bir âyet-i kerîmeyi vaizliğim hasebiyle namazdan sonra hâzırûna tefsîr etmiştim. Ömer Efendi hariçte bana muâraza ile güya kendisini tenkitkâr harekette bulunmuş olduğum bahanesiyle beni vaaz etmekten mene kalkıştı. Tabiî bu kendi salâhiyeti dahilinde olmadığından o vakit Zât İşleri Müdürü Tevfik Bey’i hakkımda iğrâ etmekle hikâyesi uzun maceralar türetmişti ki bunlara mezkûr câmi hatibi Mehmet Efendi ve askerî mütekâitlerinden Hisarlı Hacı İbrahim Hakkı Efendiler şâhitlerdir ve o zaman meseleyi Diyanet İşleri Reisliği ile Ankara Müftülüğü’ne şifâhî arz etmiştim. Bundan başka Tüccar Salim Efendi mağazasında Zat İşleri Müdürü Tevfik Bey’in (Ben ona yapacağımı bilirim) demesi de Salim Efendi ve rüfekâsının mesmuu olmuştur. İşte bu sûretle benim hakkımda hayırlı bir âkıbet beklemekte olan mumaileyhima tasarruf kanununu görünce hemen fırsat bilmekle sabık Zât İşleri Müdürlüğü tarafından ismim listeye idhâl buyurulmuştur ki şu haksız muâmeleye ne bir vicdan ne de madeletin râzı olmayacağını ve yüksek Cumhuriyet’in bu türlü açık bir şahsiyata karşı bîtaraf kalmayacağını bildiğimden zîrdeki mevat üzere hukukumun müdafaa ve muhafazasını âdil kanunlarımızın müşfik nazarlarına arz ediyorum.

1.   Diyanet İşleri’nde 18 yıldan ibaret olan müddetimi büyütmek için etraftan yardımcı zamanlar toplamak zahmetini icap ettiren hangi bir saik; tasarruf mülahazasından ziyâde şahsiyete daha kariptir.

2.  Her vekâlet kendi mensubatından kıymetli ve kudretli memurlarını ikdâr ve ikram ederken fiiliyat ile kendisini tanıtmış, her suretle hükûmetin teveccühünü kazanmış, harplerde bütün ordulara irşatkâr nasayıhta bulunmak vazifesine tahammül etmiş (Gazi Hazretlerinin bile takdiratına mazhar olmuş) ve halen dînî, içtimâî hizmetlerin küllisine elverişli bir kıvamda ve çağda bulunan bir memuru derhal çıkarmak aynı ifademle yine şahsiyete matuftur.

3.  Dâire-i Celîle kendi hissesine düşen hangi bir tasarruf karşılığına doldurmamak için yalnız 600 kuruş maaşlı bir memuru, bir ilim adamını sarfetmekten ziyâde o boşluğu kapamak esbabını başka sûretlerle temin etmek iktidarını haiz iken benim gibi müfit bir uzvu kesmek acısına tahammül ettiren yine o elim şahsiyettir.

4.  Diyanet İşleri ’nde hizmet müddetlerini doldurmuş çok efendiler bugün en yüksek mevkilerde müreffeh iken benim gibi fa’al ve cevval bir memur hakkında âkıbetler düşünmek de o şahsiyetin bariz edillesindendir.

5.  Bugün medeniyetin şu yirminci asrında dünyanın bütün hükûmetleri kendi vatanperverlerini bir sûretle saadetlere isat [is’âd] ederken hiç ümit etmem ki büyük Cumhuriyet’im böyle ordu nasıhlığıyla dünyaya kendisini tanıtmış ve (Reis-i Cumhur Hazretlerinin elyazılarıyla takdirata mazhar olmuş) bir kimseyi öyle şahsiyata kurban versin, binaberin beni karşılamakta olan her hâileden o büyük varlığın şanına iltica eylerim.

6.  İlmî meslekte senelerce güz kış bütün hizmetlerimin bir hatıra-i mükâfatı olan vaizlik nisbetimin böyle yok yere inkıtâına acımak ve onu kurtarmakla daha bir müddet hayatına teselli-bahş olucu bir yadigâr saklamak ve bilvesile hükûmetimin umdeleri dâhilinde müfit mevizalarda bulunabilmek için hukukumun lütfen iadesini birinci müdafaam vechile istirham ediyorum Efendim.

Artvin’de Erzincan ve Bayburt Sabık Vaizi Divrikli Ahmet Miktat 7/4/1932

Mikdâd Efendi nihâyet bu arzuhâlinde başına gelen bu hâlin mesûlü saydığı ve daha önce nisbeten imâ yoluyla, üstü kapalı bir şekilde işaret ettiği şahsı açıkça ifade etmiştir. Önceki dilekçesinde Diyânet İşleri Memûrîn Kalemi Müdürü B. F. şeklinde şifrelediği ismin esasında Bekârzâde Ömer Efendi olduğunu açıklamış ve bu kişi ile aralarındaki husûmetin ortaya çıkışını da şöyle izah etmiştir: Bekârzâde Ömer Efendi, Ankara’da bir cuma günü Hacı Bayram Câmisi’nde vekâleten hutbe okumuştur. Bu hutbede zikredilen bir âyeti Mikdâd Efendi namazdan sonra cemâate tefsîr etmiştir. Ömer Efendi bu hareketi kendi şahsına bir tenkit addederek Mikdâd Efendi’ye cephe almış ve onu câmilerde vaazdan men etmeye teşebbüs etmiştir. Mikdâd Efendi aralarındaki husûmetin bu hâdise sebebiyle ortaya çıktığını ifade ederek, o dönemde kendisinin vaazdan men edilmesinin Ömer Efendi’nin yetkisinde olmadığından Zât İşleri Müdürü Tevfik Bey’in bu mevzuda Ömer Efendi tarafından kışkırtıldığını da belirtmiştir. Hatta Mikdâd Efendi, câmi hatibi Mehmet Efendi ve askeriyeden emekli Hisarlı Hacı İbrahim Hakkı Efendi’yi bu hâdiselerin şâhidi olarak zikretmiştir. O devrede kendisi de Diyânet İşleri Reisliği ile Ankara Müftülüğü’ne sözlü olarak bu hususta bilgi vermiştir. Mikdâd Efendi’nin ifadelerine göre sonraları Zât İşleri Müdürü Tevfik Bey ile Ankara’da Tüccar Sâlim Efendi Mağazası’nda karşılaşmışlar ve burada Tevfik Bey kendisini “Ben ona yapacağımı bilirim” diyerek tehdit etmiştir. Bu tehdidi mağaza sâhibi Sâlim Efendi ve çevresindekiler de duymuştur. İşte tüm bu çekişmeler ve tehditler neticesinde, Tevfik Bey ve Ömer Efendi, Mikdâd Efendi’yi bertaraf etmek için fırsat kollarken buna muvâfık bir kanun câri olunca hemen Mikdâd Efendi’nin ismi de listeye dâhil edilerek bu tehditler hayata geçirilmiştir. Mikdâd Efendi’ye göre tüm hâdiseler, sebep ve neticeleri ile böylece vukû bulmuştur. Bu ikinci dilekçe de şûrâ-yı devletçe işleme konulmuş ve Diyânet İşleri Reisliği’nden cevap istenmiştir. 5/5/1932’de gelen cevap yine aynı minval üzere Mikdâd Efendi’nin davasının temelsiz olduğu, husûmet iddialarının vehimden ibâret olduğu şeklindedir. Diyânet tarafından bu cevap ile davanın reddi talep edilmiştir.[191]

Tüm bu yazışmalardan sonra nihâyet 29/5/1932 tarihinde şûrâ-yı devlet tarafından muhakeme sona ermiş ve karar verilmiştir. 32/114 esas; 694 karar nolu ilâm şöyledir:

Dava Eden: Artvin’de Sabık Erzincan ve Bayburt Vaizi Miktat

Efendi

Dava Edilen: Diyanet İşleri Reisliği

Davanın Hulâsâsı: Açığa çıkarılmasına ve tekâüde şevkine teşebbüs edilmesine itirazdan ibarettir.

Dava Edilenin Müdafaaları: 1931 senesi bütçe kanununun madde-i mahsûsasındaki salâhiyete binâen açığa çıkarıldığını ve Maarif’teki hizmetiyle birlikte hizmet müddeti 30 seneye baliğ olduğundan tekâüde sevkedılmesı için Maârif Vekâletinden talepte bulunmasının tebliğ edildiğinden ibârettir.

Müddeî Umûmînin Mütalâasının Hülâsâsı: Müddeinin vazifesine nihayet verilmesi hakkındaki muâmele muvâfık-ı kânûn olduğundan tasdîki ve tekâütlüğü hakkındaki muâmelenin mevzuâta muhâlif bulunduğundan ke’en-lem-yekün addi merkezindedir.

Kazâya memur Şûrâ-yı Devletin Daavî Dâiresi Husûsî Heyeti

tarafından icâbı müzâkere olundu: Müddeî Miktat Efendi’nin

Erzincan, Bayburt Vaizi olması ve kendisinin memuriyetle Artvin’de bulunması hasebiyle 1931 senesi bütçe kanununun madde-i mahsûsası mûcibince verilen salâhiyete müsteniden vazifesine nihâyet verilmesi hakkında müttehaz muâmele kânûna muvâfık olmakla tasdikine, ancak cihet-i ilmiyedeki hizmeti 18 seneden ibâret olup Maârif hizmetindeki müddet-i istihdâmının da nazar-ı dikkate alınarak tekâütlüğünü talep etmesi hakkında kendisine yapılan tebliğ ile bu hususa Maârif Vekâleti’nin tahrik edilmesi Vekâletin takdirine bağlı ve Diyanet İşleri Riyâseti’nin müdahalesini asla icap ettirmeyecek bir keyfiyet bulunması dolayısıyla gayrı câiz görülmüş ve müddeî de tekâütlüğünü talep etmemiş olduğundan bu hususta yapılmasına teşebbüs edilen muâmelenin de ke’en-lem-yekün addine 29/5/1932 tarihinde ittifakla karar verildi.

Netice olarak Mikdâd Efendi’nin Diyânet İşleri vâizlik kadrosundaki vazifesinin ilgâ edilmesi kararı kanuna uygun bulunmuştur. Fakat tekâüde sevki için Maârif Vekâleti’ne yapılan talebin haksız olduğu ve bu girişimin yok hükmünde kabûlüne hükmolunmuştur. Bu karar metnine bakarak Mikdâd Efendi’nin şahsî husûmet iddialarının dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi için vâizliğe dönüş yolu böylece kapanmıştır. Fakat bu kararı tebellüğ ettikten aşağı yukarı iki buçuk ay sonra Mikdâd Efendi bir dilekçe daha yazarak Artvin’de tekrar vâizlik kadrosuna dâhil edilmesini talep etmiştir. Vazifesinin tasarrufa tabi tutularak ilgâ edilmesinin kanuna uygun görülmekle birlikte tekâüde sevkinin mahkemece yok hükmünde addedildiğini hatırlatan Mikdâd Efendi, bu karara müsteniden kadro talebinde bulunmuştur.[192] Gelen cevapta ise Mikdâd Efendi’nin talebine dayanak kabul ettiği karara dayanılarak talebin kabûlünün mümkün olmadığı ifade

194

edilmiştir.

1932 sonlarında Mikdâd Efendi, Trabzon Kız Orta Mektebi Türkçe muallimi olarak tayin olunmuştur. 26/12/1932’de bir dilekçe yazarak Artvin’deki talebini Trabzon’da tekrar etmiştir. Mikdâd Efendi bu arzuhâli vilâyet makamına yazmıştır.[193] [194] Anlaşılan o ki Trabzon vâliliği tarafından dilekçesi tetkik edilen ve hakkında araştırma yapılan Mikdâd Efendi, fayda sağlayabilecek bir şahıs olarak görülmüş ve talebi Vali Rıfat Danışman imzalı bir yazı ile Diyânet İşleri Reisliği’ne bildirilmiştir.[195] Mikdâd Efendi’nin Cumhuriyet rejimine muvafık vaazlarıyla fayda sağlamış bir vâiz oluşuna dikkat çekilen bu yazıya gelen cevap yine menfîdir. 18/01/1933 tarihinde Diyânet İşleri’nden Trabzon Vilâyeti’ne gelen cevapta bütçe kanunu gerekçe gösterilerek maaş tahsisi ve kadro ihdâsı reddedilmiştir.[196] Trabzon’da birkaç kez daha girişimde bulunmuştur Mikdâd Efendi. Bu dilekçelerden birini de T.B.M.M. Arzuhâl Encümeni’ne arz etmiştir. Fakat tüm teşebbüslerine rağmen lehine bir netice elde edememiştir. Bu vaziyet karşısında göreve iadesinden epeyce ümit kesen Mikdâd Efendi, maddî sıkıntı çekmesinden dolayı olsa gerek, 1934 Ağustos’unda Erzincan Müftülüğü’ne bir dilekçe yazarak vazifeye iadesini yahut da emsalleri gibi ikramiye itası ile tekaüde sevkini talep etmiştir.[197] Lakin bu talebi de reddedilmiştir. Zira mahkemeden çıkan karara göre Mikdâd Efendi’nin tekâüde sevk işlemlerinde yetkili olan resmî kurum Maarif Vekâleti’dir; vazifeye iadesi ise peşinen reddedilmiştir.[198]

Bu gelişmeler üzerine teşebbüslerini azaltmakla birlikte yine de haklılığını ispat etme çabasını bırakmayan Mikdâd Efendi 1935 Eylül’ünde Trabzon’da muallimliğe devam ederken yine bu toplam hizmet müddetinin otuz yıldan ziyâde gösterilişinin peşine düşmüş ve 1 Mart 1329’da kendisine verilen ahkâm-ı şeriyye muallimliği vazifesinin kayıtlarının çıkarılmasını talep etmiştir. Bunun üzerine Diyânet İşleri Reisliği tarafından İstanbul Müftülüğü’ne bu kayıtların çıkarılmasına dâir bir yazı yazılmıştır. Bu yazıda Mikdâd Efendi’ye hangi cihetten vazife verildiği, ne kadar maaş tahsis edildiği, bu maaşın ne kadar süre devam ettiği ve ne zaman kesildiği de sorulmuştur.[199] Bu soruşturmaya, İstanbul Müftülüğü tarafından cevâben bir yazı yazılmıştır;[200] fakat Diyânet İşleri Reisliği bu bilgileri kâfî görmemiş ve tekrar bir yazı ile maaşın ne zamana kadar devam ettiğinin kesin olarak bildirilmesini talep etmiştir.[201] İstanbul Müftülüğü’nden bu defa gelen cevap yine aynı sûrettedir. Mikdâd Efendi’nin bu maaşı ne kadar müddetle aldığı ve maaşın ne zaman kesildiğine dâir bir kayda rastlanmamıştır.[202] Bu hususta birkaç arşive daha bakıldığı ve çeşitli kurumlardan bilgi istendiği lakin bu teşebbüslerin de neticesiz kaldığı anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi’nin maaş kaydını nazar-ı dikkate aldırmak sûretiyle hizmet müddetinin 30 yılı aşmadığını yahut da bilakis bu müddetin söylendiği gibi çok daha fazla olduğu mukayyetse tekâüt maaşına müstehaklığını ispat etme tasavvuruyla yaptığı bu teşebbüs de böylece neticesiz kalmıştır.

Ahmed Mikdâd Efendi, 1936’da son görev yeri olan Trabzon Kız Orta Mektebi Türkçe muallimliğinden 65 yaşını doldurduğu için emekliye sevk olunmuştur. Böylece 1931’deki Diyânet İşleri kadrosundan çıkarılışının üzerine 5 yıl daha Maarif Vekâleti bünyesinde çalıştıktan sonra memuriyeti sona ermiştir. Emekliliğinden sonra Erzincan’a yerleşen Mikdâd Efendi, bu devrede dahi vâizlik vazifesine olan bağlılığından, muhabbetinden bir şey kaybetmemiştir. Öyle ki 1939 Ocak ayında Erzincan’da vâizlik vazifesine tayini için tekrar başvuruda bulunmuştur. Bu arzuhâle gelen cevâba bakarak Mikdâd Efendi’nin “genel nâsıhlık” şeklinde tavsif ettiği bir vazifede istihdâmını talep ettiği anlaşılmaktadır. Bu talepten ise Mikdâd Efendi’nin büyük ihtimalle hâlihazırda sürdürdüğü serbest vâizliğine bir kadro talep ettiğini ifade etmek mümkündür. Diyânet İşleri’nden gelen cevap Mikdâd Efendi için artık şaşırtıcı elbette değildir. Bu talep 65 yaşın üzerinde olduğu ve genel nâsıhlık diye bir teşkilat da mevcut olmadığı gerekçe gösterilerek reddedilmiştir.[203]

Mikdâd Efendi’nin 1939’daki bir başka başvurusu da emekli maaşının artırılması talebine dâirdir. Fakat Mikdâd Efendi, bu dilekçesine de yeniden memuriyet kadrosuna alınmak arzusunu eklemeden duramamıştır. T.B.M.M. Arzuhal Encümeni’ne yazdığı arzuhâl, 5116/5473 sayı ile 3 Mayıs 1939 tarihinde Diyânet İşleri Reisliği’ne havâle edilmiştir. Bu yazıda Miktat Poyraz’ın dileği “tekâüt maaşının tezyidi ile terfihinin temini hakkında” şeklinde kaydedilmiştir. Diyânet İşleri Reisliği’nden cevap 9/5/1939 tarihinde gelmiştir. Bu yazıda da Mikdâd Efendi’nin 65 yaşını geçmiş olması hasebiyle resmî vazifeye tayininin kânûnen mümkün olmadığı ifade edilmiştir.[204] Bu cevap yazısı Mikdâd Efendi’nin vefâtından yaklaşık sekiz ay önceye aittir ve onun vâizlik vazifesine, memuriyete olan bağlılığını göstermesi bakımından mühimdir. Elbette bir başka cephe itibârıyla Mikdâd Efendi’nin maddî sıkıntı içinde olduğu, bu sebeple resmî vazifeye tayin olunmak istediği de ifade edilebilir. Ayrıca bu yazı, Mikdâd Efendi’nin fiilen 1936’da sona eren memuriyet hayatına dâir de son belgedir.

1.10.   Emeklilik Devresi, Erzincan’a Dönüşü ve Vefâtı

1936 yılı itibârıyla yaş haddinden emekli olan Mikdâd Efendi’nin son resmî vazifesi Türkçe öğretmenliği; son görev yeri ise Trabzon Kız Orta Okulu’dur. Oğlu Kemal Poyraz, babasının emeklilikten sonra Erzincan’ın Vaskird Köyü’ne döndüğünü ifade etmektedir.[205] Yukarıda naklettiğimiz 1939 Mayıs ayına ait resmî evraka göre ise Mikdâd Efendi, Erzincan merkez Salihiye Mahallesi’nde mukimdir. Mikdâd Efendi’nin önceki bölümde naklettiğimiz 1931’de Bayburt’ta vaizlik yaparken izin talebi için yazdığı bir arzuhâlde “yazlığının duvarının delinerek eşyalarının çalındığı” ifadesi onun Erzincan merkezde uzun yıllar ikamet ettiği bir evinden başka, ki bu ev Salihiye Mahallesi 5. sokak 1 numaralı hânedir, Vaskird’de bir yazlığının olduğuna delil sayılabilir. Bu bilgilere dayanarak Mikdâd Efendi’nin kışları Salihiye Mahallesi’ndeki evinde; yazları da Vaskird Köyü’ndeki yazlığında geçirdiğini ifade edebiliriz.

Mikdâd Efendi’nin emeklilik devresi yaklaşık dört yıl sürmüştür. Bu dört yılı da anlaşıldığı kadarıyla Vaskird Köyü-Salihiye Mahallesi arasında geçirmiştir. Geçmişte yaşadığı birtakım rahatsızlıklara rağmen vefatına kadar dinç ve sağlıklı olduğu anlaşılmaktadır. 1939 yılı başlarında hâlâ vâizlik vazifesine dönmek arzusundan vazgeçmeyen Miktat Poyraz bu sıralarda yazdığı bir şiirinde kendini hâlâ genç görüşünü şöyle nazma dökmüştür:

Miktat ne bahtiyar tâlihin vardır;

Henüz o gençliğin özüne yârdır.

İftihâr edenin âhiri nârdır,

De ki şahin değil, bir zağ getirdim. (13/1/1939)[206]

Mikdâd Efendi’nin vefâtı Anadolu’da gerçekleşmiş en büyük depremlerden biri neticesinde olmuştur. 27 Aralık 1939 saat 02:00’da meydana gelen Büyük Erzincan Depremi sebebiyle Erzincan ve çevresinde vefât eden otuz binden fazla insan arasında Mikdâd Efendi de vardır.[207] Mikdâd Efendi, bu depreme Salihiye Mahallesi’ndeki evinde yakalanmış olmalıdır.[208] [209]

Bir depremde vefât eden Mikdâd Efendi, yıllar önce Tevhîd-i Kâinât adlı eserinde depremin aslını, esrârını şöyle ifade etmiştir:

‘Acabâ zelzelenin aslı nedir sor andan

Ne kavî dehşeti vardır ki geçer nâs cândan

Koca dünyâ nazarında bir avuc toprakmış

Gibi sallar da yıkar hâneleri bir yandan

Kimi esbâb-ı tabâyi‘de kalır bahsinde

Kimi te ’şirini tasdîk ediyor Deyyân ’dOm

Kudretu’llah anı te 'siliyle tahrîk ediyor

Koca dağlar temelinden kopuyor, seyrediyor

Nerede fısk u me ‘âsî çoğalırsa nâ-gâh

Türlü dehşetli tezelzül orayı sarsıdıyor

Hele esbâbına baksan ya havâdır ya buhâr

210

Dediler amma hakıkatde o hikmet ne diyor

Ahmed Mikdâd Efendi’nin torunlarından Belir Bulut Hanımefendi’nin verdiği bilgilere göre bu depremde Mikdâd Efendi ile birlikte son eşi Cemile Hanım, Cemile Hanım’dan olan ikiz kızları ile bir oğlu ve önceki hanımından olan bir kızı can vermiştir. Mikdâd Efendi’nin o sırada Samsun’da olan kızı Hâlide Suat İliktekin, deprem sonrasında ailesini aramak için Erzincan’a geldiğinde kabirlerini dahi bulamadığını ifade etmiştir.[210]

Ahmed Mikdâd Efendi, ikinci eşi Naime Hanım ve oğlu Yahya Kemal ile yan yana Erzincan Terzi Baba Mezarlığı 9. ada 228. parselde medfûndur.

1.11.   Eşleri, Çocukları ve Âile Hayatı

Mikdâd Efendi, ilki memleketi Divriği’de, diğer ikisi de Erzincan’da olmak üzere üç evlilik yapmıştır. Oğlu Kemal Poyraz’ın naklettiğine göre Mikdâd Efendi ilk evliliğini vefât eden amcasının hanımı Hatice ile yapmıştır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin kızı Hâlide Suat’ın (1913-1987) torunu Belir Bulut Hanımefendi, yaptığımız görüşmede anneannesi Hâlide Suat Hanım’dan naklen bu evliliğin sebebini şöyle açıklamıştır: “Amcası Bekir Ağa, hastalanmış ve vefâtından hemen önce yeğeni Mikdâd Efendi’ye bir mektup bırakmıştır. Bu mektupta vefâtından sonra karısı Hatice’nin başka biriyle evlenmesine rızâsının olmadığını, âilede başka erkek de olmadığından vefâtından sonra karısıyla kendisinin (Ahmed Mikdâd Efendi’nin) evlenmesini arzu ettiğini bildirmiştir.”[211] Mikdâd Efendi de Divriği’ye tekrar döndüğünde amcasının vefatını öğrenmiş ve bu mektubu emir telakki ederek ilk evliliğini yaşça da kendinden büyük olan Hatice Hanım ile böylece yapmıştır. Evlilik tarihi tam olarak belli olmamakla birlikte Mikdâd Efendi İstanbul’dan sürgün edilip Divriği’ye geldikten sonra olduğuna göre 1898-1899 arasında bir tarihte olmalıdır. Bu ilk evliliğinden Naciye isminde bir kızı olmuştur Mikdâd Efendi’nin. İlk karısı Hatice Hanım, Erzincan’a geldikten kısa bir süre sonra vefât etmiştir. (1900-1901)

Mikdâd Efendi, Hatice Hanım’ın vefâtından hemen sonra Naime adlı bir kızla ikinci evliliğini yapmıştır(1900-1901). Yine Belir Bulut Hanımefendi’nin anneannesinden naklettiği bilgilere göre Mikdâd Efendi, Erzincan’ın önde gelen ailelerinden birinin kızı olan Naime Hanım’ı görmüş ve beğenmiştir. Ardından Naime Hanım, Mikdâd Efendi için istenmiş; fakat kızın ailesi bu evliliği uygun görmemiştir. Sebep olarak da Mikdâd Efendi’nin Erzincan’a sürgün olarak gelmiş olması ve bu vasfıyla duyulan kötü nâmı gösterilmiştir. Ailenin reddetmesine rağmen, Naime Hanım bilâhare kaçarak Mikdâd Efendi ile evlenmiştir. Naime Hanım’ın ailesi bu durumu kabullenmeyerek peşlerine düşmüş; lakin etraftan Mikdâd Efendi’nin sevenleri araya girince aile, karı-kocayı kendi hâline bırakarak bu davadan vazgeçmiştir. Ancak ailenin, vazgeçmiş görünmekle birlikte, öfkesi hiçbir zaman dinmemiştir; zira yirmi yılı aşkın bir evlilik sonunda 1922’de Naime Hanım vefât edince annesi gelerek Mikdâd Efendi’ye “kızım öldü, bari torunlarımı bana ver” demiş ve çocukları alıp götürmek istemiştir. Mikdâd Efendi bu talebi geri çevirince bir daha da görüşmemişlerdir.[212] Mikdâd Efendi’nin bu evliliğinden üç kızı beş oğlu olmuştur.

Ahmed Mikdâd Efendi, Naime Hanım’la evliyken 1911 veya 1912’de üçüncü evliliğini Cemile Hanım ile yapmıştır. Yani 1922’de Naime Hanım vefât edene kadar aşağı yukarı on yıl boyunca Mikdâd Efendi iki hanımı da nikâhında tutmuştur. Hicrî 1332 (m.                                                1916) tarihli 1 Nolu Erzincan Şer’iyye Sicili’ndeki

kayıtlara göre son karısı Cemile Hanım ile Mikdâd Efendi arasında iki hanımla evli olmanın getirdiği bazı anlaşmazlıklar da zuhûr etmiştir. Bu anlaşmazlıklar neticesinde Cemile Hanım zevci Ahmed Mikdâd Efendi’yi dava etmiş ve 12 Muharrem 1333/30 Kasım 1914 tarihinde mahkeme huzurunda karı-koca bir araya gelmiştir. Buradaki ifadesinde Cemile Hanım, Mikdâd Efendi’nin kendisini ve küçük kızı Ayişe Fevziye’yi 8 ay evvel baba evine gönderdiğini ve ihtiyaç sahibi olmalarına rağmen nafakalarını temin etmediğini; ayrıca fizîkî şartları yetersiz olmasına rağmen kendisini diğer karısı ile aynı hânede iskân ettiğini şikâyet mevzuu etmiştir. Bu şikayetlerini beyân eden Cemîle Hanım’ın Mikdâd Efendi’den talepleri ise kendisine ve kızına yetecek kadar nafaka vermesi ve kendilerini bir mesken-i şer’îde[213] iskân ettirmesidir. Cemîle Hanım’ın bu iddia ve talepleri karşısında Ahmed Mikdâd Efendi, karısının mesken-i şer’îye, yani evine gelip kocasına itâat etmediği hâlde nafakasını teminden geri duracağını bildirerek bu fiilinde haklı olduğu iddiasında bulunmuştur. Bunun üzerine Cemile Hanım, bahsi geçen hânenin mesken-i şer’î olmadığını iddia etmiştir. Hasılıkelâm mesele iskân olunmak istenen evin mesken-i şer’î olup olmadığı meselesinde düğümlenince mahkeme tarafından Şer’iyye Kâtibi Ömer Lutfi Efendi hânenin keşfi için görevlendirilmiştir. Ayrıca Cemile Hanım ve kızının ihtiyaçları göz önüne alınarak evin keşfine kadar günlük altı kuruş nafaka bağlanması takdir olunmuştur.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin Sâlihiye Mahallesi’ndeki evindeki keşif de ilk celseden bir veya iki gün sonra yapılmıştır. Sâlihiye Mahallesi muhtarı ile imamının da hazır bulunduğu keşifte evin durumu şöyle tarif edilmiştir: Üst katta kapı, kilit ve anahtarları ayrı iki oda; alt katta ise kiler ve mutfak mevcuttur; ayrıca avlu, ahır ve bitişiğinde bir hela vardır. Evdeki eşyâlar ise bir soba ile aslî ve zarûrî ihtiyaçları karşılamaya kâfî levâzım şeklinde tespit edilmiştir. Netice olarak keşfe gelen kâtibin ve hazır bulunanların kanaati bu meskenin Cemile Hanım’ın iddiasının aksine “mesken-i şer’î” olduğu yönündedir. Daha açık bir ifadeyle bu hânede iki ayrı oda ile yeterli eşyânın mevcudiyetinin iki hanımı iskân ettirmeye müsâit olduğu keşif zaptına kaydedilmiştir.

Yaklaşık iki ay sonra mahkeme huzûrunda tekrar bir araya gelinmiştir. Hânenin mesken-i şer’î olduğu takdir olunduktan sonra Cemile Hanım’a toplam on iki kuruş eden birikmiş nafaka bedelini talep edip etmediği sorulmuştur. Cemile Hanım ise bu bedelden hiçbir şey talep etmediğini, Mikdâd Efendi’nin de haklılığını kabul ettiğini bildirmiştir. Mahkeme kadısı da Cemile Hanım’ı kocasının hukûkuna riâyetle evine dönerek eşine itâat etmesi husûsunda ikaz etmiş ve davayı neticelendirmiştir. Bu sûretle on ayı aşkın bir süre devam eden anlaşmazlık mahkemede çözülmüştür.[214] Naime Hanım’ın 1922’de vefâtıyla Cemile Hanım,

Mikdâd Efendi’nin tek eşi olarak kalmıştır. 1939’daki depremde Mikdâd Efendi ile vefât edenler arasında Cemile Hanım da vardır. Bu evlilik vefâtlarına kadar 27-28 yıl sürmüştür. Üçüncü eşi Cemile Hanım’dan da üç evlâdı olmuştur. Cemile Hanım son eşi olması hasebiyle Mikdâd Efendi’nin diğer iki eşinden olan dokuz çocuğuna da annelik yapmak durumunda kalmıştır. Belir Bulut Hanım’ın Mikdâd Efendi’nin kızı olan anneannesinden dinlediklerine göre Cemile Hanım bu çocuklara hiçbir zaman üveylik hissi yaşatmamış; önceki eşlerinden olan çocukları kendi evlatlarından ayırmamıştır. Belir Hanım, anneannesinin Cemile Hanım’ı dâima hayırla yâd ettiğini ifade etmiştir.216

Zikrettiğimiz bu bilgilere göre Mikdâd Efendi’nin üç eşinden on iki evlâdı olmuştur. Fakat 1935’te yazdığı bir şiire göre o tarihte hayatta olan on çocuğu vardır.217 Bu tarihten önce vefât ettiği anlaşılan iki çocuğundan biri Özdemir

Cemîle Hatun ibnete Mahmûd tarafından mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi’nin zevce-i âharı ile ma ’an iskân ve imtizâc gayri kâbil olup ayrıca bir mesken-i şer’î tedârikiyle infâk ve iksâ edilmesinin taleb ve iddiâsıyla mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi tarafından dahi zevce-i mezbûre Cemîle Hatun içün tahsîs ve irâ’e olunan menzil mesken-i şer’îye sâlih olup olmadığının mahallinde keşf ve mu ’âyenesiçün kıbel-i şer’-i şerîfden me’zûnen bi’l-iltimâs irsâl ve mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi’nin menziline varılıp mahalle-i mezkûre imâmı Hâfız Mustafâ Efendi ibn-i Hacı Edhem ve muhtar ve mütekâ’id Hacı İsmâ’il Efendi ibn-i Mustafâ Hulûsî hâzıran oldukları hâlde mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi’nin ber-vech-i muharrer irâ’e ve tahsîs eylediği menzil ba’del-keşf ve’l- mu’âyene mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi’nin zevce-i uhrâsı sâkine olduğu menzilden mâ-’adâ mahalle-i mezkûrede vâki’ galk ve miftâhı müstakil ve birbirine muttasıl fevkânî iki oda ve kilar ve matbahı tahtânî, ahur ve havlı ve ittisâlinde helâyı müştemil ve kavm-ı sâlih meyânında tedârik ve ittihâz edilen bir bâb menzil mezbûre Cemîle Hatunun iskânına sâlih mesken-i şer’î olup derûnunda dahi mefrûşât ve soba ve havâic-i asliye ve levâzım-ı zarûriye tehyi’e ihzâr edildiği müşâhede olmağın zabt ve imlâ olundu. 12 Muharrem 1333 ve 18 Teşrin-i Sani 1330

Mevla Şer’iyye Serkâtibi Ömer Lüfi-Hâzır-ı mûmâileyh İmam Hâfız Mustafa Efendi-Hâzır-ı mûmâileyh Muhtar Hacı İsmâil Efendi-Muhzır ÂkifEfendi

*Tarafeynden elyevm vürûd eden ve zâtı ma’rife olan mezbûre Cemîle Hatun ile mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendiler hâzır-bi’l-meclis olarak mûmâileyh Ahmed Efendi tarafından irâ’e olunup taraf-ı şer’ce keşf olunan menzil-i mezkûrenin iskâna sâlih mesken-i şer’ olduğu tasvîb ve tahkîk edilip târîh- i zabtdan i’tibâren mesken-i şer’înin ba ’de’l-irâ e keşfiyle tahkikine kadar kıbel-i şer’-i şerîfden farz ve takdîr buyrulan be-her-yevm altışar gurûşdan yevmî on iki gurûş nafaka-bahânın taleb ve iddia eylemesi su’âl olundukda nafaka-i mukaddere-i mezkûreden bir habbe ve bir nesne taleb ve iddia etmeyip mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi’nin zimmetini ibrâ eylediğini beyân ve ifâde etdikden sonra mezkûr mesken-i şer’înin iskâna sâlih olduğunu ta’yin etmegin mûcibince zevci mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi ile menzil-i mezkûra nakl ve ma’an sâkine olup zevcine itâ’at ve inkıyâda ve hukûk-ı zevciyyete ri’âyete mezbûre Cemîle Hatun’a tenbih olunduğu... 17 Kânûnusânî 330 ve 15 Rebi’ulevvel 333 Zevc-i mûmâileyh Ahmed Mikdâd - Zevce-i mezbûre Cemîle [Hicrî 1332/m. 1916 tarihli 1 nolu Erzincan Şer’iyye Sicili, vr. 7-8; Karşılaştırmak için bk. Sema Gökbayır, “Osmanlı Hukuk Sisteminde Fıkhın Belirleyiciliği Erzincan Şer’iyye Sicilleri Evlenme Boşanma Kayıtları Örneği”, (yüksek lisans tezi), Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s. 52-54.]

216     03/04/2020 tarihinde yaptığımız görüşme.

217     Mikdâd Efendi’nin “Babama” başlıklı şiirinin ilgili dörtlüğü şöyledir:

Diledim beraber alıp getirem

Hayatta on torun sana yetirem

Cevâd’dır. Bu evlâdı, 1931 senesinin ilk aylarında Erzincan’da vefât etmiştir.[215] [216] Diğer evlâdı ise tespit edilememiştir.

İlk Eşi Hatice’den Naciye adında bir kızı olmuştur Mikdâd Efendi’nin. İkinci eşi Naime’den olduğunu bildiğimiz çocukları ise Kemal, Abdülhâdi ve Hâlide Suat’tır. Kemal Poyraz, babasının ifadesine göre 1906 civarında doğmuş olmalıdır.[217] İbrahim Aslanoğlu’nun eserinde zikretmesine göre de jandarma başgediklisidir.[218] [219] Mikdâd Efendi, oğlu Kemal’in de şiir yazdığını Ozanlar adlı eserinde şöyle bildirmektedir:

Kemâl Miktat güzel yazmakta eş ’âr Evet onda derince duygular var Benim oğlum Kemâl in fikri fevvâr

22   2    2 2 22 2    1 2   2                      .. .          2 221

Fakat Miktat a benzer mi şiirde

Erzincan Terzi Baba Kabristanı’nda annesi Naime Hanım ve babası Ahmed Mikdâd Efendi ile yan yana medfûn bulunan Yahya Kemal Poyraz mezar kitabesinde yazılana göre 08.07.1966’da vefât etmiştir.[220] Ailenin yaşayan mensuplarından Belir Bulut Hanımefendi’nin verdiği bilgiye göre Naime Hanım’dan doğma diğer kardeş Abdülhâdi Poyraz da 1983’te Ankara’da vefât etmiştir.[221] 1913’te doğan kızı Hâlide Suat ise Erzincan’ın önemli bir ailesine mensup olan Ebubekir Sıtkı İliktekin ile evlenmiştir. Mikdâd Efendi’nin kızından üç torunu olmuştur. Bunlar Yüksel, Aysel ve Gürsel İliktekin’dir. Halide Suat İliktekin 04/02/1987’de Ankara’da vefât etmiştir. Mikdâd Efendi, 30/3/1935 tarihinde kızı Hâlide Suat [İliktekin] için bir şiir yazmıştır. Bir mektuba ek olarak gönderildiği anlaşılan şiirin ilk kıtası şöyledir:

Uyanır kalkarım sabahtan erken

İçimde sızı var bakarım Suad

Kalbimi haşlayan bu nedir derken

Işığı yakarım bakarım Suad[222]

Ahmed Mikdâd Efendi, Ozanlar adlı eserinde annesini, oğlu Kemal Poyraz’ı şairlikleri husûsiyetiyle zikrettiği gibi kızı Hâlide Suat’ı da zikretmiştir:

Suât’ın nazmını gördüm güzeldir

O da vezninde manalar düzeldir

Benim şu kızlarım şi’ri düzeldir

225

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde[223]

Bu dörtlükten anlaşılana göre Ahmed Mikdâd Efendi’nin annesi, oğlu ve kızı Hâlide’den başka diğer kızlarından da şiire merakı olanlar mevcuttur.

Belir Bulut Hanımefendi, anneannesi Hâlide Suat İliktekin ile dayıları Kemal ve Abdülhâdi Poyraz dışında tüm kardeşlerin babaları Mikdâd Efendi ve anneleri Cemile Hanım ile birlikte 1939 depreminde vefât ettiklerini bildirmiştir. Bu dört kardeşin üçü Cemile Hanım’dan olan ikiz kızları ile bir oğludur. Bu ikiz kızlar da henüz on dört yaşındadır. Diğer çocuk ise önceki hanımından olan kızıdır. Bu acı hâdise karşısında anneannesi Hâlide Suat’ın “Ben bir gecede bütün ailemi kaybettim” dediğini de nakletmiştir Belir Hanım. Depremden sonra aileden bu üç kardeş dışında kimse kalmamıştır. Hâlide Suat, Samsun’da evli olduğundan, diğer iki kardeş de memûriyet sebebiyle şehir dışında bulunduğundan canlarını kurtarmışlardır.[224]

Mikdâd Efendi’nin on iki çocuğundan yedisinin ismi tespit edilebilmiştir: Nâciye, Kemâl, Hâlide Suat, Abdülhâdî,[225] Özdemir Cevâd, Âyişe Fevziye ve Bedrettin. On iki evlâdı olduğunu oğlunun ifadesiyle bildiğimiz Mikdâd Efendi’nin daha önceden vefât ettiğini sandığımız diğer çocuklarının isimleri tespit edilememiştir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin aile hayatından ve bilhassa çocuklarından bahsederken dile getirilmesi gereken bir mühim kaynak Feryâd-ı Dehşet-engiz der- Hakk-ı Trablusgarb adlı eseridir. Bu eser Trablusgarp Savaşı sonrası vatan sevgisi ve hamiyet fikri ile cihat, vatan savunması, birlik/beraberlik gibi hususların ele alındığı bir manzûme hüviyetindedir. Fakat bununla birlikte “Nidâ” başlığını taşıyan son bölümde Mikdâd Efendi, henüz beş yaşındaki oğlu Kemal’e genel muhtevâdan kopmaksızın nasihatlerde bulunmaktadır. Ayrıca bu yazdıklarının Kemâl’in şahsında tüm vatan evlâdına hitap ettiğini de ifade etmiştir.

Sana ey nûr-ı hayâtım veledim Yahyâ Kemâl

Bunu yazmakla şu tarz-ile buyurdum ikmâl

Hele sen beş yaşına şimdi erişdin ancak

Bunu evlâd-ı vatan nâmına yazdım el-hak

Beyitleri ile başlayan “Nidâ” başlıklı bölümün son kısmı şöyledir:

Sana hürmet edene et ebedî incitme

Seni zemm eyleyeni sen de görüp zemm etme

Seni Mevlâ’ya emânet ediverdim ebedî

Kalayım ben de rızâsıyla onun tek vahdî

Pederin Ahmed Mikdâd’a kulak ver ne diyor

İşte ikmâl-i mebâhisle sözü hatm ediyor[226]

Bu nasihatlerin içinde dikkat çeken noktalardan birisi şâirliğin büyük şeref olduğu ifadesidir. Oğlunun da şiirle uğraşmasını, şair olmasını istemiştir Ahmed Mikdâd Efendi. Çocukları da onun bu arzusuna uymuşlar ve şiirle iştigâl etmişlerdir. Bir başka mühim husus ise, esasen daha ziyâde Mikdâd Efendi’nin şahsiyetine dâir olmakla birlikte, oğluna yaptığı devlete sadâkatle hizmet etme, sultana çok hürmet etme nasihatıdır. Mikdâd Efendi’nin başından geçen sürgün gibi hadiselere rağmen devletine hizmetten ve sultana hürmetten vazgeçmediği; evlatlarını da bu hassasiyetle yetiştirmeye gayret ettiği anlaşılmaktadır.

Tüm bu misallerden hareketle Ahmed Mikdâd Efendi’nin evlatlarına ziyâdesiyle düşkün bir baba olduğunu ifade edebiliriz. Bu bahiste Mikdâd Efendi’nin “evlâdın derdi bile güzeldir” veciz cümlesini sıklıkla tekrar ettiğini de bilmekte fayda vardır.[227]

1.12.   Çağdaşı olan Âlimlerle Münâsebetleri

Ahmed Mikdâd Efendi, medresedeki tahsil devresinden itibâren ilim çevrelerinden uzak kalmamaya çalışmıştır. Daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz gibi İstanbul’dan sürgün edilmiş ve tahsili yarım kalmış; fakat sonraki dönemde bulduğu ilk fırsatla İstanbul’a giderek ilim halkalarına dâhil olmuş ve icazetini almıştır. Talebelik yönüyle tahsile, ilme ve ulemâya böyle bir kıymet verirken, bir âlim olarak da elinden geldiği nisbette talebeye, halka hizmette bulunmuştur. Bunun en güzel misâli de sürgün olarak giderek memuriyete başladığı Erzincan’da bir yandan talebe yetiştirirken bir yandan da gece dersleri vererek halka, ilim meraklılarına hizmet etmesidir. Bu sûretle tahsili mektebe hapsetmeyerek, bir nevi halka açık eğitim öğretim faaliyetlerinde bulunmuştur Mikdâd Efendi. Erzincan’da bu gibi gayretlerle adını duyurmuş olması hasebiyle şehrin ileri gelenleri tarafından da itibâr görmüştür. Bilhassa devrindeki Erzincan ulemâsı ile ortak meclislerde bulunmuş; bu türlü meclislere müdâvemet etmiştir.

Mikdâd Efendi’nin çağdaşı olan âlimlere baktığımızda özellikle birkaç ismin öne çıktığı görülmektedir. Bunlar Çermeli Hoca namıyla bilinen Mustafa Efendi (1840-1935) ile Müftü Osman Fevzi Efendi (1862-1939)’dir.[228] Osman Fevzi Efendi, mebusluk vazifeleri ile Erzincan dışında çokça bulunmuş olması hasebiyle Çermeli Hoca ile Mikdâd Efendi kadar halk arasında tanınmış değildi. Bu hususta, şapka devriminden sonra tepkileri yumuşatmak maksadıyla Mikdâd Efendi ile Çermeli Hoca’nın vazifelendirilmiş olduğunu da hatırlamak gerekir.

Ahmed Mikdâd Efendi, Erzincan şehrinin önde gelen hocalarının yanında bir vesile ile yine devrinin mühim âlimlerinden olan Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960) ile de mülâkî olmuştur. Bu görüşmeyi, mecliste hazır bulunan Bekir Sıdkı

Dokgöz’ün (1864-1949) oğlu Hasan Dokgöz (d. 1925) babasından naklen şöyle aktarmıştır:

Bediüzzaman'ın ziyareti sırasında babam, Zeki Paşa'nın Başçavuşu olarak orada hizmet ediyormuş. Ramazan ’a denk gemiş bu ziyaret

Babam bana şöyle anlatmıştı:

Bediüzzaman'ı Zeki Paşa davet etti Erzincan'a. Zeki Paşa bana dedi ki: Aşçıya söyle şu şu yemekleri yapsın... Ben de gittim söyledim, o yemekler hazırlandı. Ramazan ayıydı, iftara az vakit kalmıştı. İftar sofrasındayız, saate bakıldı, vakit yakın. Orada Erzincan'da bulunan ulema da vardı meşayih de...

Oruç açma mevzuunda, önce namazı mı kılalım yoksa iftarı yaptıktan sonra mı namazı kılalım diye Zeki Paşa ortaya bir soru attı. Bediüzzaman'a soralım dediler. O sırada çok genç bir hoca, askeri lisede Türkçe hocası Divrikli Hoca Mikdâd, “Efendim, birer hurma veya zeytin alalım sonra namazımızı kılalım” dedi. Paşa, Bediüzzaman Hazretleri ’nin yüzüne baktı, sonra: “Sus hele sen ağzı bezekli talebe ” dedi. Hoca ya da molla falan demedi, talebe dedi.

Zeki Paşa, “Hocam siz ne buyurursunuz?” deyince, Bediüzzaman Hazretleri “Evvel taam, sonra kelam” dedi. Oradan Çermeli Hocaefendi de; “Efendim bir delil, ayet veya hadis söylerseniz memnun oluruz” dedi. “Yâ Molla, âyet yok, hadis var” dedi Bediüzzaman. Cenab-ı Peygamber (a.s.m.) ashabı otururken “Kim iki rekât kusursuz namaz kılarsa ona bir deve vereceğim” diyor. Ashab kalkıyor, hepsi de namaz kılıyorlar, artık kaç kişilerse... Kılamadıklarını söylüyorlar. “Yâ Ali, sen de mi kılamadın?” diyor. “Yâ Resulullah, ben de kılamadım. Acaba Kusva ismindeki devesini verir mi diye aklıma geldi.” diyor. Bediüzzaman Hazretleri “Nasıl tatmin oldunuz mu?” diye sordu. Zeki Paşa

“Efendim bizi müstefid ettiniz” dedi. Bediüzzaman “Onlar deveyi düşünüp kılamadılar da biz mi kılacağız? Acaba hangi yemek gelecek, tatlı mı gelecek diye. ” onları ikna etmişti. Bunları bana 231

babam böyle anlatmıştı.[229]

Nakledilene göre bir mecliste bir araya gelen ulemâ ve meşâyıh arasında Mikdâd Efendi ile Bediüzzaman Said Nursî de mevcuttur. Hasan Dokgöz bu hadiseyi nakletmeden önce şu izahâtı da yapmaktadır:

Bediüzzaman Hazretleri Erzincan'a 1896 yılında 21 yaşlarında iken teşrif ediyorlar. O yıl, önce Erzurum'a geliyor. Erzurum'da iken Zeki Paşa davet ediyor ve üç ay müddetle Erzincan'da kalıyor Bediüzzaman Hazretleri.

Tekkeye, yani Terzi Babanın Tekkesine gidiliyor her gün. O zaman, Osman Fevzi Efendi imiş tekkenin şeyhi. Bediüzzaman Hazretleri orada da kalıyor. Fevzi Efendi ilk Erzincan Mebusudur. 1939'da vefat etti. Onun da Kabri Terzi Baba Mezarlığındadır. O tekke sonradan yıkıldı.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: "Paşa, sen burada hizmet ediyorsun, memnun musun?" "Efendim memnun olmasam kalmazdım" diyor Zeki Paşa.[230]

Burada verilen bilgilere göre bahsi geçen meclis 1896’da Bediüzzaman Said Nursî 21 yaşında iken kurulmuştur. Fakat bu tarihte bir hata vardır; zîrâ Mikdâd Efendi, 1899 sonu itibârıyla Erzincan’da ikâmete başlamış ve askerî rüşdiyede vazife almıştır. Ayrıca 1878 doğumlu olan Bediüzzaman Said Nursî, o tarih itibârıyla 18 yaşındadır. Bunlara bakarak bu görüşmenin 1899 veya sonrasında gerçekleşmiş olması muhtemeldir. Bediüzzaman’ı ve diğerlerini davet eden Zeki Paşa ise 1887-

1908 arasında Erzincan’da 4. Ordu Komutanı olarak vazife yaptığına göre 1899-1908 arasında bir tarihte olduğunu ifade edebiliriz.[231]

Mikdâd Efendi açısından tatsız addedilebilecek bu hadisenin bir değerlendirmesini yapmak gerekirse bu türlü hâtıralar aktarılırken şahısları tebcil, yüceltme maksadıyla birtakım noktaların öne çıkarıldığı, bilakis birtakım noktaların da görmezden gelindiği vâkidir. Dolayısıyla Bediüzzaman Said Nursî’nin hatırasına hürmet maksadıyla bu hâdisenin gayri ihtiyârî oluşmuş bazı hatalı nazarlarla aktarılmış olması da ihtimal dâhilindedir. Zîrâ 1835 doğumlu, yetmişine merdiven dayamış bir paşaya henüz yirmili yaşlarda bir âlimin “Paşa, sen burada hizmet ediyorsun, memnun musun?” şeklinde hitâbı pek de makûl ve makbûl olmasa gerektir. Ayrıca Ahmed Mikdâd Efendi, Bediüzzaman Said Nursî’den altı yaş büyüktür. Dediğimiz gibi bir şahsa hürmet maksadıyla kasıtsız ve samîmî bir tavırla muhataplarının hafife alınması, hatta zaman zaman tahkir edilmesi görülen şeylerdir. Netice olarak Ahmed Mikdâd Efendi’nin Erzincan’daki ilk yıllarından itibâren ilim meclislerine; şehrin ileri gelenlerinin hazır bulunduğu davetlere müdâvemet ettiği âşikârdır.

 

1.13.     Ahmed Mikdâd Efendi’nin Hayat Kronolojisi

Tarih

Hadise

Mart 1872/r. 1288

Doğdu.

1876

Mekteb-i ibtidâide ilk tahsiline başladı.

1879

Bir yıl da Eğin’de tahsil görerek ibtidâîyi tamamladı.

1880

Sekiz yaşında iken ana-babası ve iki kardeşi ile İstanbul’a göçtü.

1880

İstanbul’da Maşrık-ı Füyûzât Mektebi’nde tahsiline devam etti.

1887

Babası Abdullah Ağa vefat etti. Topkapı Mezarlığı’na defnolundu.

1888

Fahrî olarak Dâhiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl Şubesi’nde vazife aldı.

1890

Maaşlı kadroya dâhil olamayacağını anlayınca Dâhiliye Nezâreti Sicill­i Ahvâl Şubesi’nden ayrıldı.

1891

Tahsiline devam ederken Fatih Medreseleri’nde vaaza başladı.

1891

Anası Sırma Hanım vefat etti. Topkapı Mezarlığı’na defnolundu.

1896-97 [h. 1314]

Vaazlarda hürriyet lehine, padişah aleyhine konuşunca takibata uğradı.

Memleketine sürgün edildi.

1898-99

İlk evliliğini Hatice Hanım ile yaptı. İlk evlâdı Nâciye doğdu.

13 Aralık 1899 [r. 1 K. evvel 1315]

Erzincan Askerî Rüşdiyesi İmlâ muallimliği vazifesine tayin olundu.

1900-1901

İlk eşi Hatice Hanım vefat etti.

1901

Naime Hanım ile ikinci evliliğini yaptı.

1904

Atabey Nizamiye Medresesi Müderrisliği tevcih edildi.

1906

Naime Hanım’dan Yahya Kemal adını verdiği oğlu oldu.

1908

Erzincan İdâdîsi’ne Türkçe muallimi olarak tayin edildi.

1908-1909

Cevâhiru --efkârfî-Keşfi '--esrar adlı eserini neşretti.

1909

Sahn müderrisliği derecesi verildi.

1911-1912

Üçüncü eşi Cemile Hanım ile evlendi.

22 Aralık 1911

Feryâd-ı Dehşet-engiz der-hakk-ı Trab-usgarb adlı eserini tamamladı.

10 Kasım 1912

Balkan Harbi’ne gönüllü olarak katılmak üzere İstanbul’a gitti.

Aralık 1912

Ocak 1913

Şerefı'l-Mücâhıdin adlı eserini neşretti.

1913

Naime Hanım’dan Halide Suat adını verdiği kızı dünyaya geldi.

29 Ekim 1913 [r. 16 T. evvel 1329]

Savaş sırasındaki hizmetleri sebebiyle bir kıta gümüş iftihâr madalyası ile taltif edildi.

6 Temmuz 1914

İlmiye rütbelerinden İzmir mevleviyeti verildi.

1916-1917

Erzincan Vaizliği vazifesi uhdesine verildi.

1916-1917

Kafkas Cephesi’nde ordu ve talimgâhlar nâsıhı olarak vazife yaptı.

1918-1922

Millî Mücâdele’de hizmetlerde bulundu.

1 Temmuz 1918

Erzincan Orta Mektebi’ne Türkçe Muallimliği vazifesiyle tayin olundu.

 

 

1922

İkinci eşi Naime Hanım vefât etti.

1927

Erzincan Gerekgerek Mahallesi Kürt Hacı Murad Camii’ne vâiz olarak atandı.

1930

Erzincan Orta Mektebi’nden tasfiye edildi.

Ağustos 1930

Ankara’da Maarif Vekâleti Orta Tedrîsât Dâiresi’nin açtığı Türkçe muallimleri kursuna katıldı.

15 Eylül 1930

Ankara’da rahatsızlanarak tedâvi altına alındı. (Şirpençe ve şeker hastalığı tedâvisi gördü.)

1 Ocak 1931

Bayburt Vaizi ve Bayburt Orta Okulu Türkçe Muallimi olarak vazifeye döndü.

Şubat-Mart 1931

Oğlu Özdemir Cevad vefât etti.

1 Haziran 1931

Bütçe kanunu gerekçe gösterilerek 30 yıllık görev müddetini doldurduğu için vaizlik vazifesinden tasfiye edildi.

Ocak 1932

Artvin’e tayin edildi.

Aralık 1932

Trabzon Kız Orta Mektebi Türkçe muallimi olarak vazifelendirildi.

1934

Soyadı kanunundan sonra “Poyraz” soyismini aldı.

1935

Ozanlar adlı eserini Ankara’da neşretti.

1936

Trabzon’da emekli oldu.

1936

Erzincan’a döndü.

27 Aralık 1939

Büyük Erzincan Depremi’nde karısı Cemile Hanım ve dört evlâdı ile birlikte enkaz altında kalarak vefât etti.

 

2. SANATI, ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ

2.1.   Şahsî Husûsiyetleri ve Fikrî Yapısı

Osmanlı devrindeki adı ve lakabı ile Divrikli Boyrazzâde Ahmed Mikdâd Efendi’nin, yâhut Cumhuriyet sonrasındaki ismi ile Ahmet Miktat Poyraz’ın şahsî husûsiyetlerini tespit için en genel; fakat en kestirme ve sağlam yol kanaatimizce onun hakîkî manâda kalem ve kelâm ehli olduğunu beyân etmekten geçer. Zîrâ gençlik, hatta çocukluk yıllarından itibâren şahsiyetinin şekillenmesinde bu iki haslet ziyâdesiyle müessir olmuştur. Burada, kalemin işaret ettiği yazmak istidâdı ve arzusu onun velûd bir müellif oluşunu; kelâmın işaret ettiği konuşmak, anlatmak istidâdı ise Mikdâd Efendi’nin hatiplik, vâizlik ve muallimlikte muvaffakiyetini temin etmiştir. Daha medrese yıllarından itibâren bu iki vasıta onun şahsiyetini şekillendirecek birçok hadiseye de sebep olmuştur.

Mikdâd Efendi’nin başına gelen çeşitli sıkıntıların bir sebebi doğru bildiğini ifade etmekten çekinmeyen bir şahsiyet oluşudur. Bilhassa gençlik yıllarında bu sebeple sürgün edilmiş; bu sürgün üzerine de belli bir dönem sükût etmek zorunda kalmıştır. Fakat bulduğu ilk fırsatta yine doğru bildiğini söz ve yazı ile ifade etmekten, fikriyâtını izhâr etmekten geri durmamıştır. Bunun en güzel misâli de 1899 sonunda memleketine sürgün edilip sükût etmek zorunda kalmasına rağmen meşrûtiyetin ilanının hemen sonrasında, bulduğu ilk fırsatta soluğu İstanbul’da alarak kalemi ve kelâmıyla tenkitlerini, düşüncelerini beyân etmesidir. Mikdâd Efendi, ilerleyen yaşlarında da kalemi bırakmamış; vaazları, dersleri terk etmemiştir. Vefât ettiği 1939 yılı başında hâlâ resmî makamlara müracaatla vâizlik vazifesi talebinde bulunması buna güzel bir misaldir. Kısacası Ahmed Mikdâd Efendi, ölene kadar kalem ve kelâm ile tebliğe, irşâda devam etmiştir.

Kaleme aldığı eserlerden hareketle ilmî şahsiyeti hakkında söyleyebileceklerimiz sınırlıdır. Fakat Mikdâd Efendi’nin küçük yaşlarda hâfızlığını tamamladığı, Arapçayı iyi derecede bildiği, bu dille eserler verdiği malûmumuzdur. Farsçaya da âşinâ olduğunu bizzat kendisi ifade etmekle birlikte, bu dile dâir bilgisinin âşinâlıktan öte olduğu Cânistân adlı manzûm bir Farsça eser kaleme almış olmasından anlaşılmaktadır. İlmî şahsiyeti hakkında fikir edinmek açısından bu bilgiler yeterli değildir; fakat onun talihsizliği, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eserlerinin kâhir ekseriyetinin kaybolmuş olmasıdır. Bu eserlerinden ele geçenlerin genellikle edebî eserleri ve kısa risâleler ile derlemeler olduğu göz önünde bulundurulursa ciddî ilmî eserlerinin elde olmadığı anlaşılacaktır. Dolayısıyla onun ilmî şahsiyetini görmek için elde olan eserlerini tetkik etmekle ve kaybolan eserlerinin isimlerine bakmakla iktifâ etmek mecburiyetindeyiz. Elde olan eserlerine bakarak onun İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’e ve hadîs-i şerîflere vukûfiyeti görülebilir. Burada hâfızlığını ve daha sonraları hazırladığını bildiğimiz Kur’ân ve Buhârî Lügatları adlı eserini de zikretmek gerekir; bu eseri de kayıptır. Yine bu alana vukûfiyetini gösteren bir başka eseri de Felekü’d-dîn fî-Sûretü’t-Tîn adlı tefsîridir. Bu eseri Arapça olarak kaleme almıştır. Elde olan eserlerinden Şerefü’l-Mücâhidm adlı cihâd risâlesi de bu hususta zikre şâyândır. Üç bölümden müteşekkil bu eserin birinci bölümünde cihâda dâir âyetler derlemesi ve tefsîrleri; ikinci bölümde aynı mevzûda hadisler ve şerhleri ve son bölümde ise cihâda dâir muhtelif şâirlerden Arapça beyitler ve tercümeleri mevcuttur. Bu usûl ve muhtevâ da onun ilmî seviyesine işaret olarak görülebilir.

Yazdığı makalelerden, neşrolunan eserlerinden anlaşılan Mikdâd Efendi, Osmanlı Devleti’nin mekteplerinde ve medreselerinde yetişmiş bir âlim olarak tüm sözlerini müslümanların o çetin zamanlardan çıkması gâyesine hasretmiştir. Eserlerinde “cihâd” bahsinin ciddî bir yer işgâl etmesi buna bir delildir. Cihâd anlayışı da sadece savaş meydanlarında hasma karşı harekât manâsında değildir. Kendisinin 1912 Kasım’ında Balkan Harbi’nin başlamasından hemen sonra Erzincan’dan çıkarak kıta kıta, cephe cephe gezerek askerî birliklere vaazlar, nasihatler vermesi; hatta bu sıralarda bir cihâd risâlesi telif etmesi onun bu cihetteki gayretine güzel misallerdir. Mikdâd Efendi’nin cihâd ve şehitlik arzusu da onun şahsî hususiyetleri arasında zikredilmeye değer bir özelliğidir. Daha önce de aktardığımız gibi oğlu Kemal Poyraz, onun dâimâ şehitliği arzu ettiğini ve nihâyet zelzele şehîdi olduğunu ifade etmiştir. Bu cihâd ve şehitlik arzusu bahsinde binlerce kilometre ötede gerçekleşen Trablusgarb Savaşı için “mümkün ola da biz de cihâda gidelim” diyen de yine Ahmed Mikdâd Efendi’dir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin hayatında tasavvufî bir çevrede bulunduğuna, bu yönde bağlantıları olduğuna dâir bir bilgi yoktur. Fakat onun eserlerinde tasavvufî tesirler olduğu da âşikârdır. Bilhassa nefis, nefis terbiyesi, nefsin hâlleri, nefsin mertebeleri, rûhun tasfiyesi gibi bahisler eserlerinde yer bulmuştur. Tasavvuf klasiklerinden Avârif, İhyâ, Tenbihü’l-Gâfilîn gibi eserlerden istifâde ettiğini de kendisi çeşitli yazılarında ifade etmiştir.

Konuşmak ve yazmak için elbette en başta dinlemek, iyi bir dinleyici olmak gerekir. Ahmed Mikdâd Efendi, bu hususta da yaşadığı beldelerde ismini duyurmuştur. Belir Bulut Hanımefendi, anneannesinden naklen dedesinin bu yönünü anlattıktan sonra onu “beldesinin Marko Paşa’sı” tabiriyle tanımlamıştır.[232] Mikdâd Efendi, cemiyet içinde sevilen, itibârı yüksek bir şahsiyet olduğundan olsa gerek dertlilerin, müşkülât sahiplerinin meselelerini halletmek için başvurduğu bir makam olarak görülmüştür. Hatta kızına yazdığı mektuba eklediği şiirin sonunda bu dert dinleme işini şöyle dile getirmiştir:

Söyle ki derdini dinleye Miktat

Odur dertlileri durup dinleyen

Ezelden beridir eylemiş mu’tad

Odur başkasını görüp inleyen

Mikdâd Efendi’nin bir başka husûsiyeti de hayırseverliğidir. Belir Hanım’ın anneannesinden naklettiği bir hâtıra onun bu güzel hasletini tam olarak anlatmaya kanaatimizce kâfîdir: Mikdâd Efendi, bir kış günü kızı Hâlide Suat’ı mektebe götürürken karşıdan gelen paltosuz, bir gömlek bir pantolon bir adam görmüştür. Bu hâl üzerine adamı çağırarak kendi paltosunu o adama vermiş; daha sonra kızı Hâlide Suat’ı okulun kapısından içeri gönderirken de “kızım sen erken çık da eve git, bana giyecek bir şeyler getir de ben sonra çıkayım” diye tembihlemiştir. Hâlide Suat, okuldan çıkınca babasının dediğini yapmış ve böylece beraber eve dönmüşlerdir.[233]

Ahmed Mikdâd Efendi, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla hem Osmanlı Devleti’ni hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni sahiplenmekten vazgeçmemiştir. Sürgün edildiği, sıkıntılara göğüs germek, durmaksızın şehir şehir gezmek durumunda kaldığı zamanlarda dahi devlete karşı bir küskünlüğü, kırgınlığı olmadığı anlaşılmaktadır. İstibdât devri olarak gördüğü Sultan II. Abdülhamid devri sonrasında ciddî tenkitler serdettiği dönemlerde evlatlarına, sultana bağlılık ve muhabbet, devlete sadâkatle hizmet nasihatinde bulunmuştur.[234] 1931’de kanunî engeller sebebiyle kendi arzusu dışında vâizlik kadrosundan tasfiye edilip vefâtına kadar bu meselenin halli için uğraştığı hâlde, devlete karşı bir kırgınlık göstermemiş; hizmet etme arzusunu ömrünün sonuna kadar resmî makamlara bildirmiştir.

Herhangi bir vesikasına ulaşılamamakla birlikte aileden gelen bilgilere göre hayırseverliğini ve cömertliğini vatan hizmetinde gösteren Mikdâd Efendi, babasından ve amcasından kalan malı mülkü bilhassa Millî Mücâdele döneminde orduya, askere bağışlamış; devlet faydasına tahsis etmiştir. Hattâ kendi mallarını böylece hîbe ettiği gibi varlıklı bir ailenin evlâdı olan damadı Ebubekir Sıtkı İliktekin’i de aynı yönde teşvik ettiği; kayınpederinden gelen bu talebe binâen Ebubekir Sıtkı Bey’in de aynı sûrette askerin faydası için birçok mülkünü, mahsûlünü hîbe ettiği ifade edilmiştir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin çevre bilinci ve sevgisi de şâyân-ı takdirdir. Yine Belir Hanım’ın anlattığına göre yediği meyvelerin çekirdeğini asla çöpe atmaz; mendilinin içinde biriktirir ve ardından ilk fırsatta topraktan aldığı bu çekirdekleri, tohumları kendi ifadesiyle “toprağa iade eder”. Belir Hanım, ailede bunun bir gelenek hâline geldiğini de ifade etmiştir. Mikdâd Efendi’nin çocukları ve hatta torunlarının çocukları da aynı usûlle toprağa iâde geleneğini devam ettirmişlerdir.[235]

2.2.   Şâirliği ve Şiirlerinin Husûsiyetleri

2.2.1.    Şairliği ve Şiire Dair Görüşleri

Erzincan eşrâfından Nizamettin Özbek, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibâren Erzincan’dan hatıralarını anlattığı Erzincandan Kemahtan adlı eserinde, etrafını Ordu Müfettişliği, ortaokul, belediye, genel kitaplık, askerî mahfel, hükümet konağı ve vali konağının çevrelediği “Saray” denilen dikdörtgen meydanı şöyle anlatır: Bizim çocukluğumuzda bütün tören ve kutlamalar bu meydanda yapılırdı. Divrikli Hoca, vezni, kafiyesi ve hatta anlamı da serbest manzumelerini burada okurdu.[236] Esasen Nizamettin Özbek, bu cümleyle Mikdâd Efendi’nin şiirlerinin bir yönünü özetlemiştir diyebiliriz. Onun şiirdeki genel çizgisine bakarak şiirlerini Nizamettin Özbek’in işaret ettiği sûrette serbest tarzda yazmadığı; fakat şiirde vezinden ve kafiyeden ziyâde manâya öncelik verdiği anlaşılmaktadır. Bilhassa Cumhuriyet sonrasında kaleme aldığı şiirler için bu tespitin daha doğru olduğu ifade edilebilir.

Cumhuriyet döneminde kaleme aldığı şiirlerle ilgili bu tespiti yaptıktan sonra elimizdeki eserlerinden hareketle onun şairliğini iki dönemde tetkik etmek kanaatimizce daha doğrudur. İlk dönemde genellikle aruzla ve mesnevî tarzında yazdığı manzumelerle öne çıkmaktadır. İkinci dönemde ise daha çok dörtlüklerle ve koşma tarzında şiirler yazmıştır. Fakat şunu da ifade etmemiz gerekir ki bu iki dönem yani daha ziyâde aruzla yazdığı ilk dönem ve halk şiirine, âşık tarzına yakın, daha çok hece ölçüsü ile şiirler yazdığı ikinci dönem kesin olarak birbirinden ayrıdır; bu iki dönem arasında şiir tarzı zâviyesinden keskin bir değişim vardır da denilemez. Zira Mikdâd Efendi, aruzla yazdığı ilk dönemde de hece ile şiirler yazmıştır. Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Şiirler” başlıklı manzûme sekizli hece ölçüsü ile yazılmıştır. Aynı şekilde ikinci dönemde de aruzla şiirler yazmıştır. 1935’te neşredilen Ozanlar adlı eser buna bir misâldir. Ozanlar aruzla kaleme alınmış 272 kıtadan müteşekkil hacimli bir eserdir. Bu eserde dil ve üslup olarak halk şiirine bir yaklaşma vardır; fakat aruzdan da vazgeçilmemiştir. Bu manâda onun şairliğinde eski ve yeni arasında kalma durumunun gözlendiği de ifade edilebilir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin halk şiiri tarzında yazdığı manzûmeler hem söyleyiş hem de muhtevâ veçhesinden önceki dönemdeki şiirlerine göre zayıftır. Bilhassa Ozanlar adlı eserinin bazı kısımlarının zorlama bir üslûpla kaleme alındığı âşikârdır. Bu dönemdeki şiirlerinin zayıflığı ile alâkalı olarak bu tarzda çok şiir yazması sebebiyle irticâlen söylenmiş manzûme seviyesinden yukarıya çıkamadığını ifade edebiliriz. Bizim sadece bir şiirine ulaşabildiğimiz Duygu Demetleri adını verdiği şiir defterlerinin sayısı kendi ifadesine göre otuzu bulmuştur. Bu kadar çok şiir yazan bir şairin şiirlerinin üzerinde kâfî miktarda çalışamamış, tefekkür ve teemmül edememiş olması gayet tabiîdir. Bizim çalışmamıza eklediğimiz şiir de esâsen bu tespitimizi doğrular niteliktedir. Bir misâl olarak Mikdâd Efendi, kızı Halide Suat’a gönderdiği bir mektuba eklediği “Kızım Suad” başlıklı manzumenin sonuna o şiiri acele olarak yazdığını; kendi defterine yani Duygu Demetleri adını verdiği defterlerine kaydedemediğini, bu sebeple gönderdiği şiirin kaybedilmemesi gerektiğini ve bilâhare bunu defterine kaydedeceğini ifade etmiştir. Yine yıllar sonra İstanbul’da ana-babasının kabirlerini ziyâret maksadıyla gidip onların kabirlerini bulamaması üzerine yazdığı iki şiir de kızına ithâfen kaleme aldığı şiirden seviye olarak çok farklı değildir.

Netice olarak konuyu vuzûha kavuşturmak ve Mikdâd Efendi’nin şiire bakışını daha iyi anlamak için şunu ifade etmeliyiz ki onun neredeyse hiçbir şiirinde sanatlı söyleyiş gayreti; derin hayaller, buluşlar; anlaşılması güç mazmunlar yoktur. Defaatle ifade ettiğimiz gibi Mikdâd Efendi şiirlerinde dâimâ bir ders vermeyi; nasihatte bulunmayı; müşkülleri halletmeyi kendisine gâye edinmiştir. Şiiri dâimâ bir hitâbet vasıtası olarak görmüş ve meramını anlatmak yolunda kullanmıştır. Ayrıca onun fikriyâtında âlim bir şâir olmak insanı kıymetlendiren, ona şeref bahşeden bir hususiyettir. Aynı sûrette dîvânları okumak ve ezberlemek de insanı şereflendiren, ona itibâr katan fiillerdendir. Ahmed Mikdâd Efendi, bu minval üzere Feryâd-ı Dehşet-engiz der-hakk-ı Trablusgarb adlı eserinde oğluna şöyle nasihat etmiştir:

Yalınız hüsn-i nazarla bakasın sözlerime

Basasın sen de benim bu sühanım izlerime

Olasın şâ‘ir-i dânâ bulasın kadr ü şeref

Edesin hıfz-ı devâvîn olasın müsteşref [237]

2.2.2.      Şiirlerinde Dil ve Üslup

Ahmed Mikdâd Efendi, hem klasik tarzda hem de halk şiiri tarzında yazdığı şiirlerinde umumiyetle sade bir dil kullanmıştır. Bu noktada dikkat çeken bir husûsiyet sade bir dille yazılan şiirlerin âdetâ bir vaaz havasında yazılmış olmalarıdır. Nesrinde girift terkipleri, günlük dilde sık karşılaşılmayan kelimeleri kullanmaktan çekinmeyen Mikdâd Efendi’nin bu tarz şiirlerindeki dil ve üslup tercihi, onun vaaz ve nasihatte bulunma arzusunun bir tezâhürü olarak görülebilir. Başka bir ifade ile Mikdâd Efendi için mühim olan anlaşılmaktır. Fikir ve mülahazalarını en sarih şekilde yazıya dökmek maksadıyla basit, vazıh, herkesin aşina olduğu bir dil ve üslup tercih etmiştir. Cerîde-i Sûfyye’de neşrolunan “Nevâ-yı Vahdet” başlıklı manzûmenin şu kısmı bu hususta güzel bir misâldir:

Tut halkasını Ka ‘be-i ezkâr-ı Hudâ’nın

Bak fırsatına vakti ile farz edânın

Sünnet yoluna eyle fedâ mâl ile cânı

“Allah” yolunu tut da gidip emrini tanı

Kur’ân’a da bak doğruluğu eyle ta‘allüm

Zinhâr ebedî kizb ü lağv etme tekellüm

Mahlûka ezâ eyleme haksızca gazabdan

Sabr et ki amân çıkmayasın râh-ı edebden

Tut şer‘-i şerîf üzre olan habl-i metîni

Hakdan hibedir bizlere bil böylece dîni[238]

Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu türlü manzumeleri üslup ve muhtevâ olarak klasik nasihatnâme türü eserlere oldukça benzemektedir. Yine Cerîde-i Sûfiyye’de neşredilen “Şiirler” başlıklı manzumesi de sade bir dil, açık bir üslup, rahat bir söyleyiş gibi hususiyetleri haizdir:

Kardaş gelin birleşelim

Yurdumuza yerleşelim

Güzel güzel görüşelim

Yücelere erişelim

Hakka lâyık iş edelim

Başkasını biz n’edelim

Doğru güzel yol gidelim

Eğriliği terk edelim[239]

Ahmed Mikdâd Efendi’nin nesri ve nazmı arasındaki dil ve üslup farkına yukarıda işaret etmiştik. Bu husustaki farklılaşmanın sebebi olarak onun nesirlerinde daha ilmî, teknik konuları ele alması; işaret edilen manzûmelerinde ise tatbikâta geçmesini arzu ettiği tavsiyelerini yahut tashih edilmesini arzu ettiği günlük hayata dâir tespitlerini açık ve anlaşılır bir şekilde beyân etmesi gösterilebilir. Nitekim Mikdâd Efendi, ilmî-felsefî konuları işlediği şiirlerinde de nesrindekine benzer bir dil ve üslup tercih etmiştir. İsminden de anlaşıldığı üzere dînî-felsefî bir manzum eser hüviyetinde olan Tevhîd-i Kâinât’ın ilk bendi bu bahiste mühim bir misâldir:

Hele bir sor de ki: Ey ‘âlem-i lâhût-ı ezel!

Ceberût mu idi ya sen mi idin en evvel?

Melekût bahr-i ‘amîki ne zamân mevc etdi

Ne vakit oldu bu nâsût melekden efdal?

Neye mebnî bu teberrüc* ne içün böyle zuhûr

Neye dâ’ir bunu kim yapdı muvâfık-ı ekmel?[240]

Mevzu edilen mesele ile alâkalı olarak mecbûren böyle bir dili ve üslûbu tercih ettiği anlaşılan Ahmed Mikdâd Efendi, burada hem bu tercihi telâfi hem de okuyucuya bir kolaylık olması için metin içinde geçen okuyucunun âşinâ olmadığını düşündüğü kelimelere dipnot düşerek manâlarını vermiştir. Yukarıdaki bentte

“teberrüc” kelimesine bir dipnotla “meydana çıkmak” manâsını verdiği gibi metin boyunca bu türlü dipnotlara devam etmiştir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin sade bir lisanla kaleme aldığı manzumelerinin yanında nispeten girift terkiplerle kurulmuş şiirleri de mevcuttur. Yine üslûp noktasında bir başka hususiyet ise onun şiirinde zaman zaman göze çarpan bazı kelimelerin Türkçe metinlerde nâdiren görülmesidir. Cerîde-i Sûfiyye sütunlarında yer bulan na’t türündeki bu manzume hem üslup, hem dil husûsusiyetleri zâviyesinden mühim bir misâldir. Bu misâlde diğer şiirlerine nispetle daha ağdalı bir üslûp ve “şezâ” gibi nadiren kullanılan Arapça bir kelime dikkat çekmektedir:

Ey sa‘âdet melce i zî-fezâ’ilakderi

Ey kerâmet menba ‘ı, ey sıhr-ı pâk-i Haydarî

Ey cemâli nûr-i Kur’ân, pür-şezâ-yı ‘anberî

24 2 4          2      2 12.              2 3'1 2'4 •                      - 7         -243

Ey Arab sâdâtının fahri, hatıb-i minberi

Yukarıda da beyan ettiğimiz gibi bu manzumedekine benzer bir üslup ve dil Ahmed Mikdâd Efendi’nin daha ziyâde nesirlerine hâkimdir. Bilhassa ilmî-felsefî mevzularda kaleme aldığı makalelerinde terkiplerle birleşen ıstılahlar, bu metinlerin daha dar bir okuyucu grubuna hitap ettiği hissini uyandırmaktadır. Bu türlü şiir ve makalelerle ulemâ, üdebâ ve münevver tabaka karşısında ilmî ve edebî olarak rüştünü ispat etmeye gayret eden bir Ahmed Mikdâd Efendi manzarası göz önüne gelmektedir. “Katarât-ı Hakîkat” başlığı ile Beyânülhak’ta neşrolunan makale burada güzel bir misâldir:

İklîm-i ceberûtun ehl-i melekûtu arasında hil‘at-ı kudsiyyeti iktisâ ederek sonra jengdâr eden Hazret-i Ebu’l-beşer, nelere uğramadı. Mescûd-ı melek olmak rengiyle parlayan kisve-i dil-ârâsı, kurbet-i şecer yüzünden revakını gâ’ib etdi. Tebdîl-i câme hikmetiyle ‘üryan oldu, yerlere indi, disâr-ı tevbe ile tezeyyün ederek zemîn ve zamânda yetişdirdiği neşr etdiği evlâd ve [241] ensâlini hayme-i hayâta bırakıp diyâr-ı ebedîye gitdi. Sarây-ı bekayı tercîh etdi.[242]

2.2.3.    Nazım Şekilleri

Ahmed Mikdâd Efendi, şiirlerinde klasik edebiyatın mesnevî formunu sıklıkla kullandığı gibi halk edebiyatının koşma nazım biçimini de kullanmıştır. Klasik tarzda ve aruz vezniyle şiirler kaleme aldığı dönemlerde bilhassa şaire geniş bir alan sağlaması bakımından mesnevî tarzını tercih ettiği görülmektedir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan Balkan Harbi’ndeki acı manzarayı mevzu ettiği “Enîn” başlıklı 27 beyitten müteşekkil şiiri mesnevî formunda kaleme aldığı manzûmelerine güzel bir misâldir. Aynı sûrette yine Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber” adlı na’t türündeki manzûme de 17 beyitten müteşekkil mesnevî formunda bir şiirdir. “Nevâ-yı Vahdet” başlığıyla Cerîde-i Sûfiyye sütunlarına giren tevhid türündeki 78 beyitlik mesnevî de Ahmed Mikdâd imzasını taşımaktadır. Mikdâd Efendi’nin neşrettiği ilk manzum eser olan Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb da 154 beyitten müteşekkil bir mesnevîdir. Şerefü’l-mücâhidîn adlı eserinin sonuna eklediği sekiz beyitlik manzume de klasik tarzda bir gazeldir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin şiirde şekilden ziyâde manâyı aradığı ifade edilebilir. Bunu, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız mesnevî tarzında şaire geniş alan sağlayan nazım şekillerini tercih etmesiyle delillendirebileceğimiz gibi bazı şiirlerinde tesadüf edilen özgün denebilecek, şekil olarak kaidelerin dışına çıkma tavrı ile de delillendirebiliriz. Bu tavrın misâllerinden birisi Ahmed Mikdâd Efendi’nin “Bedî’a” adlı makalesinin sonuna eklediği 18 beyitten müteşekkil manzumesidir. Bu manzume matla beyti olmaksızın gazel/kaside tarzında yazılmıştır. Mikdâd Efendi, mahlas beytinin ardına şu beyit ile zeyl yapmıştır:

Mikdâd gibi binlerce zebân olsa güvâhı

Bitmez ebedî gizli olan kenz-i mesâ’il

Bir söz ki sana şimdi derim dinle ki vallâh

Birdir ebedî Hâlık-ı 'âlem yüce Allâh[243]

Bu misâlde görüldüğü üzere Ahmed Mikdâd Efendi, vezni aynı olmak kaydıyla kafiyesi farklı ve kendi için kafiyeli bir beyti şiirinin sonuna ekleyerek onun için esas olanın manâ olduğunu göstermiştir.

Mikdâd Efendi hece ölçüsü ile de şiirler yazmıştır. Cerîde-i Sûfiyye’de neşredilen ilk şiirlerinden biri “Şiirler” başlığını taşımaktadır. Sekizli hece ölçüsü ile kaleme alınan on altı dörtlükten oluşan bu şiir her dörtlüğü kendi içinde kafiyelenişi ile halk edebiyatı şekillerinden farklı bir görüntü arz etmektedir. “Bay Baba Salim’e”, “Kızım Suad”, “Sılaya Dönüş”, “İstanbul Topkapı Mezarlığında Anama”, “Babama” başlıklı şiirler ise 11’li hece ile yazılmış koşma formunda manzumelerdir.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin Tevhîd-i Kâinât adlı eseri şekli itibârıyla klasik tarzdan ayrılmaktadır. Aruzla yazılan 198 bentten müteşekkil bu eserin her bendi altı mısradan oluşmaktadır. Bu altı mısra ise kafiyelenişi itibârıyla gazel formundadır.

2.2.4.     Vezin

Ahmed Mikdâd Efendi, şiirlerinde hem aruzu hem hece ölçüsünü kullanmıştır. Gençlik devresinden itibâren ekseriyetle aruzu kullanmıştır. Sonraki dönemlerinde ise hece ölçüsünü eskiye nispetle daha sık kullandığı ifade edilebilir.

Hece olarak sekizli ve on birli heceleri kullanmıştır. Aruzda ise Türk şairlerin sıklıkla kullandığı vezinleri tercih etmiştir. Bunlar:

fâ 'i lâ tün/fa 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fa 'i lün

mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün

me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün

Ahmed Mikdâd Efendi’nin kullandığı vezinler ve şiirler şöyle eşleştirilebilir:

11’li hece: Bay Baba           Sâlim’e[244], Kızım Suad, İstanbul Topkapı

Mezarlığı’nda Anama, Babama, Sılaya Dönüş[245]

8’li hece: Şiirler[246]

fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün (fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün): Enîn[247], Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber Salla’llahu ‘aleyhi ve-sellem[248], Başvekil İsmet Paşa’ya Şiir

mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün: Bedî’a[249], Nevâ-yı Vahdet[250]

me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün: Duygu Demetleri’nden iki şiir

Ahmed Mikdâd Efendi müstakil olarak neşrettiği manzum eserlerinde ise birden çok vezin kullanmayı tercih etmiştir. 1935’te basılan Ozanlar ’ın başındaki “Öğün” başlıklı şiir “fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün” kalıbı ile yazılmışken “Şairler” başlıklı esas kısım ise me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün vezni ile kaleme alınmıştır. Eserin sonuna eklenen “Ulusum Büyük Türk’e Armağan İstiklâl Marşı” başlıklı şiir de “fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün” kalıbı ile yazılmıştır. Ozanlar’dakine benzer şekilde Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb adlı eserin de ilk 61 beyti “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbıyla geri kalan kısımlar ise “fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün” kalıbıyla yazılmıştır. Bu iki eserde vezinlerin değişimi belli bölümlere hasredilmiş görülmektedir. Tevhîd-i Kâinât adlı eserde ise vezin değişimlerinin tamamen düzensiz, keyfî bir sûrette yapıldığı görülür. Eserin genelinde “fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün” kalıbı hakimken şairin sıklıkla “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbına müracaat ettiği görülür. Hatta bir mısrada “fe ‘i lâ tün/ fe ‘i lâ tün/ fe ‘i lâ tün/ fe ‘i lâ tün” kalıbının kullanıldığı görülmektedir.[251] İfade ettiğimiz gibi bu hususta bir keyfîlik yahut rahat söyleyiş arayışı göze çarpmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Ahmed Mikdâd Efendi, kastettiği manâyı en rahat şekilde nasıl söze dökebilirse o şekilde kağıda aktarmaktadır. Aruz konusunda çok başarılı olmadığı göze çarpan Mikdâd Efendi’nin esasen böyle bir gayretinin de olmadığı söylenebilir.

2.2.5.    Şiirlerinde Muhtevâ

Ahmed Mikdâd Efendi’nin şiirleri sanat endişesinden uzaktır. Bilhassa Cumhuriyet devrine kadar yazdığı manzumelerinde ya o günkü meseleleri ya da dînî- felsefî konuları ele almıştır.

Cumhuriyet’ten önceki dönemde yazdığı manzumelerde cihâd, ittihâd, vatan, millet gibi dînî-içtimâî mevzular ağırlıktadır. Bir farklılığı tespit adına mukayese yapmak gerekirse onun şiirinde muhtevâ olarak klasik Osmanlı şiirinin âşıkâne söyleyişine rastlanmaz. Bu dönemde kaleme aldığı eserlerin neredeyse tamamı bir amaca matuftur. Şiirine konu olan meseleler de ifade ettiğimiz gibi devletin ve milletin içinde bulunduğu müşkül durumlara dâirdir. Meselâ neşrolunan ilk manzum eseri Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, Trablusgarp Savaşı üzerine yazılmıştır. Yine Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Enîn” başlıklı şiir, Balkan Harbi’ndeki manzaradan hareketle yazılmış bir şiirdir. Bu türlü manzumelerde savaşın tesiri açıktır.

Sonraları kaleme aldığı Tevhîd-i Kâinât adlı eseri ise dînî-felsefî mâhiyette bir manzum eserdir. Aynı zamanda bu eserde içtimâî mevzulara da sıklıkla yer vermiştir. Ele alınan bu meseleler arasında kadınların tesettüründen ulemânın kifâyetsizliğine; teaddüd-i zevcât meselesinden sefâletin, cehâletin sebeplerine; müskirâtın zararlarından erkeklerin evlilikteki vazifelerine kadar birçok mevzu vardır. Mikdâd Efendi’nin bu türlü eserlerinin yanında tevhîd ve na’t türünde manzûmeleri de mevcuttur.

Bu Osmanlı dönemindeki manzumelerine dâir üzerinde geniş olarak durulması gereken bir konu harpler ve cihattır. Onun şiirlerinde dâimâ Trablusgarp, Balkan, Kafkas harplerini görmüş, bunların bir kısmına bizzat katılmış bir şair olarak bu acı hadiseleri, büyük hezimetleri, binlerce şehidi/gaziyi, düşman karşısında düşülen acziyeti gözünün önünden hiç ayıramayan, içine sığdıramayan, hazmedemeyen bir ruh hâli müşâhede edilir. Şiirinde zaman zaman bu acı manzaranın sebeplerini aramıştır. Şu beyitler onun bu meseleye dâir tespitini göstermesi bakımından mühimdir:

Mütemâdî yakalım bağrımızı âh bin âh

Vatanın cânını yakmışdı cehâlet eyvâh[252]

Bilmek ne büyük lutf-ı Hudâ-yı müte‘âldir

Cehlile vusûl bil ki onu emr-i muhâldir[253]

Görüldüğü üzere ona göre bu mağlubiyetlerin, sefâletin sebebi cehâlettir. Ahmed Mikdâd Efendi, çok sade bir dille, açık bir üslupla yazdığı şiirlerinde cehâletin, gereksiz çekişmelerin izalesi için çareler aramış, dersler verme gayretine girişmiştir. “Şiirler” başlığı ile Cerîde-i Sûfiyye’de beşredilen manzumesi buna güzel bir misâldir:

Ecdâdımız kimdir bilin

Dediğine bakma elin

Kardaşlığı muhkem kılın

Yürekdeki kîni silin

Biz kardaşız bir babadan

Gitmeyin eğri sapadan

Yaradan verdi cabadan

Etdi sağlıkla âbâdân

Unutmayın sırdaşlığı

Terk etmeyin kardaşlığı

Muhkem tutun yoldaşlığı

Bırakmayın dîndaşlığı

Yine aynı şiirdeki şu iki dörtlük de Ahmed Mikdâd Efendi’nin anlayışını ve üslubunu göstermesi veçhesinden mühimdir.

Kanlı kefendir şânımız

Şehîdlikdir nişânımız

Mezâr bizim gülşenimiz

Hep karanlık rûşenimiz

Dedikoduyu atalım

İşi birlikde tutalım

Geçenleri unutalım

Düşmanları uyutalım[254]

Bu özeleştiri ve nasihat kabîlinden söyleyişler dışında hamâsî ifadeler de Mikdâd Efendi’nin şiirinde yer bulur. Hatta zaman zaman bu hamâsî tarzda eşine az rastlanacak söyleyişler de kaleminden dökülmüştür. Şerefü’l-Mücâhidîn adlı cihât risâlesinin sonuna eklediği şu gazel tarzı şiir hamasî söyleyişe güzel bir misâldir:

Ben yiğit oğlu yiğit bir kahramân-ı 'âdemim

Gerçi sûretde kıyâfetde mücerred âdemim

Kan saçar bayrak açar düşmanları mahveylerim

Şimdi arslanlar yiğitlerdir refik ü hemdemim

Düşmanı andıkca kalbim çarpıyor birden bire

Katl-i a‘dâ-yı melâ‘indir hemîşe her demim

Top tüfek gülle şarapneldir bana eğlence hep

Kan akıtmak baş kesip kahreylemekdir mahremim

Harb eder düşmanları mahveylerim darbem ile

Dağ başı yâhûd mağaradır makarr u meskenim

Râhat-ı dünyâ benim zevkimde hîçdir bil anı

Düşmanı serdikde râhat zevk ü şâdî ederim

Kan içer âdem yerim ben aç kalırsam kavgada

Rûh-ı a‘dâdır gıdâm olmaz ta‘âm-ı diğerim

Dağ demez âteş demez Mikdâd geçer hep sedleri

257

Düşmanı ta kıb eder tâ şark u garba giderim

Bu tarz şiirlerinin temel mülâhazası da eskilerin gayret-i dîniye diye ifade ettiği İslâmî hassasiyetler; tebliğ; irşad; şeriatı, îmânı ve vatanı muhafaza gibi gâyelerdir. Bu minvalde Mikdâd Efendi için cihâda yol açan temel hareket noktalarından birisi Türkler’in İslam dışında bir inanç kabûl edemeyeceği fikridir:

Türkler ebedî terk edemez Hakk’ını hâşâ

Birden bire o gösterecek halka temâşâ[255] [256]

Tevhîd-i Kâinât’taki şu iki bentte de Mikdâd Efendi’nin bir müslüman olarak cihâda bakışını görmek mümkündür. Bu iki bentte onun âlemde en büyük zevk ve şeref vesilesi olarak cihâda müteallik vazife ve hareketleri gördüğü anlaşılmaktadır:

Var mı insâna veren burada zevk u şeref?

Ola anınla ebed sâhibi de müsteşrif

O ne yoldur ki eder işleyeni Hakka karîb

Anı ta‘kıb ederek doğru gidendir eşref

Bileyim tâ ki anı da gideyim maksûda

Bunu dünyâda bulunmaz mı ‘aceb bir a‘ref?

Al silâh, bin atına, çık da yürü, ol arslan

Eyerin arkasına er gibi birden yaslan

Bir cihâd eyle ki kalsın ebedî şân alsın

Sana kardeş idi düşman ipiyle hep asılan

Tut yürü kabzasını seyf-i celâdet göster

İntikam etmeyi ister ne kadar var kesilen![257]

Okuduğu kitaplar dışında tasavvufî bir bağı olmadığını bildiğimiz Mikdâd Efendi’nin şiirlerinde zaman zaman bu neşve de kendini göstermiştir. Bilhassa

Allah’ın tecellîlerini nazar-ı dikkate alarak maddî âlemi temâşâ edişinden mülhem kaleme aldığı yazı ve şiirlerinde bu tesir âşikârdır. Hatta Mikdâd Efendi bir şiirinde bu âlemi temâşâ işini, dünyanın lezzeti ve cennetteki zevklerin bir numûnesi olarak tavsif etmiştir:

Her vara bakıp Hâlık’ını anda temâşâ

Benzetmeyerek seyr ediyor vechini hâşâ

Lezzât-ı cihân bil ki cinân işte bu zevkdir

Mikdâd’a göre şevk-i 'azîm işte bu şevkdir[258]

Mikdâd Efendi’nin bu maddî âlemi temâşâsı onu tevhid türünde manzûmeler yazmaya da sevk etmiştir. Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Nazar ve Dua”[259] başlıklı makalesinde bu temâşâsını teferruatıyla tasvir etmeye çalışırken yine aynı mecmûada yayımlanan “Bedî’a” başlıklı makalesinde ise bu usûlle kalem oynatışının ve nihayet tefekkürünü tevhîd türünde bir manzûmeyle taçlandırışının misâlini ortaya koymuştur. “Bedî’a” başlıklı makalenin sonuna eklediği şiirin ilk beyitleri şöyledir:

Birsin ne diyim birliğine var mı ki şübhe

Mir’ât-ı cihân birliğine şâhid-i 'âdil

Bir zerre bile vahdetini etmede isbât

Bin türlü delîl bulmadadırzerrede 'âkil[260]

Bu tecelliyât-ı ilâhîyi temâşâ bahsinde ifade etmemiz gereken önemli bir konu da Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin bir nevi sebeb-i telifi, yazılış sebebi hakkındadır. Eserlerini tanıttığımız bölümde ifade ettiğimiz gibi adı geçen bu eser soru-cevap usûlüyle teşekkül etmiş bir eserdir. Bu eserin ilk suâlinin muhâtâbı ise yapraklarını dökmüş bir dut ağacıdır:

Hele eşcâra su’âl et ki seni kim yapdı

Türlü ezhâr u varakla ne ’aceb donatdı

Her zamân meyvelerin dâne-i erzâk-ı ‘ibâd

‘Arsa-i ‘âleme tohmun ‘acabâ kim atdı

Kimi kalın, kimi ince ile alçak, yüksek

Öyle bin türlü mülevven boyanı kim katdı

Bu bent için Mikdâd Efendi şu dipnotu düşmüştür: Tevhîd-i Kâ’inât’ın birinci su’âli budur, bâkı su’âl ve cevâblar bundan sonra tulû‘ etmişdir. Buna da sebeb Erzincan Rüşdiyye-i ‘Askeriyyesi cephesinde bir ince dut ağacıdır ki [1]326 senesi dershâneden yapraksızlığını düşünerek Kânûn-ı evvelde bahâr hayâtını hâtırladım da hîn-i tefekkürde şu cereyân vukû‘ buldu.

Mikdâd Efendi’nin dut ağacının lisânıyla verdiği cevap ise şöyledir:

Bizi o Rabb-i Kerîm etdi ‘ademden îcâd

Verdi o meyvemize halk ederek yüz bin dad

Cedd-i a ‘lâ bulunan ‘âlî şecerden sorduk

Eylemiş mahz-ı keremden bize ol Hakk imdâd

İtmeseydi bizi tezyîn-i meded kudret-i Rab

İdemezdi bizi ezhâr ile evrâk dilşâd[261]

Yapraksız bir dut ağacı manzarasından yola çıkan Mikdâd Efendi, yüz doksan sekiz bentte ve yaklaşık 1200 mısrada zâhiri ve bâtını ile âlemi konuşturma gayretine girmiştir. Bu gayret ve kabiliyet onun şâirliğinin ve şiire bakışının kanaatimizce dikkate değer bir veçhesidir.

Ahmed Mikdâd Efendi, tevhid türünde bir şiir yazdığı gibi yine Osmanlı şâirlerinin neredeyse tamamının iştirâk ettiği bir geleneğe dâhil olarak na’t da yazmıştır. Bilindiği üzere şâirlerin na’t türündeki manzûmeler kaleme almalarındaki genel amaç şefaat dilemektir. Mikdâd Efendi de bu geleneğe uyarak manzûmenin son kısmında şefaat ve mağfiret talebinde bulunmuş; na’t türündeki şiirini bu arzusuna bir vesile saymıştır:

Ey esâs-ı ümmeti tahkîm eden savlet-veri

Ey nidâsıyla şefâ‘at istiyor bu kemteri

Ey ilâhî lutf u ikrâm et de bu gayretgeri

Eyle bâb-ı fahr-i ‘âlemde anın hizmetgeri

Ey Rahîm ihsân buyur da rahmet-i nusretveri

Eyle anı rûh-ı pür-taksîrimin vuslatveri

Ey Kerîm Allah görür elbet bu güzel münşiri

Eyle âsân Ahmed Mikdâd’a rûz-i mahşeri[262]

Bilhassa Cumhuriyet sonrası dönemde kaleme aldığı şiirlerinin muhtevâsı hakkında ise genellikle şahsî, âilevî konuların sıklıkla mevzubahis olduğunu ifade edebiliriz. Âile efradından ve âile dışından muhtelif şahsiyetlere ithâf ettiği şiirleri de mevcuttur. Bilhassa ömrünün son on yılında, Diyanet İşleri kadrosundan tasfiye edilmesinden sonra kaleme aldığı şiirlerinde ümitsizlik, hüzün, hayal kırıklığı gibi hisler kendini gösterir. Duygu Demetleri adıyla kaleme aldığı şiir defterlerine yazdığını beyan ettiği şiirin ilk ve son kıtaları şiirin geneline hâkim olan hüzün ve ümitsizlik havasını göstermektedir:

Hayatın yaz kışından çok usandım

Nedir bitmez tükenmez geldi, gitti

Hayatı bir saadet yurdu sandım

Hayatımda hayatım dinle n’etti (...)

Ne yaptımsa umutlarım oldu bitti

Hayatımda geçirdim türlü etvar

Emeller doğdu Miktat sonra yitti

Şu müstakbelde bilsem ki neler var?[263]

Bu dönemde kaleme aldığı şiirlerinde hüzün ve hayal kırıklığı yanında ihtiyarlığın etkileri de görülmektedir. Ahmed Mikdâd Efendi vefat ettiği 1939 yılının başında kaleme aldığı bir şiirinde, bedenen yaşlandığını fakat fikren ve fiilen henüz ihtiyarlık çağına erişmediğini, daha genç olduğunu şöyle ifade etmiştir:

Saçımdaki akı görüp aldanma;

İhtiyar diyenin sözüne kanma;

İftira edip de ateşe yanma, Henüz pek yerinde bir çağ getirdim.[264]

Ozanlar adıyla 1935’te tabedilen manzum eserinde ise kendi şairliğini methetmek vesilesiyle 261 şairin adlarını zikretmiş; bir nevi manzum bir şairler sözlüğü, şuarâ tezkiresi kaleme almıştır. Dil ve üslup olarak zayıf olan bu eser, Ahmed Mikdâd Efendi’nin şiir zevkini, takip ettiği şairleri göstermesi itibârıyla önemlidir. Fakar şunu da ifade etmemiz gerekir ki Ahmed Mikdâd Efendi bu eserinde şairler arasında bir tefrik yahut taksim yoluna gitmemiş; aklına gelen, az çok eserlerine âşinâ olduğu her şairi bir kıta ile zikretmiştir.

2.3.   Eserleri

Ahmed Mikdâd Efendi, gençlik yıllarından itibâren kalemi elinden düşürmemiş velûd bir yazardır. Bunun en büyük delili de aşağıda bir listesini vermeye çalıştığımız eserleridir. Onun farklı kaynaklardan teyit edebildiğimiz kadarıyla eserlerinin sayısı 36’dır. Bu 36 eserinin yanında bir de doldurduğu defterler mevcuttur. Eserleri ile alâkalı en geniş bilgiyi Şûrâ-yı Devlet’e yazdığı 05/01/1932 tarihli bir dilekçesinde şöyle vermektedir: Dördü matbu olmak üzere muhtelif dillerde manzum ve mensur 36 eserim ve ayrıca 17 defter dolusu hatırat-ı harbiyenin ve şimdi II’nci defterini ikmal etmekte olduğum manzum (Duygu Demetleri)’nin sahibiyim. Geceli gündüzlü fünun-u muhtelifede tetebbuat ve telifâtla meşgulüm.

Bir not olarak ekleyelim ki Mikdâd Efendi 1935’te bastırmaya muvaffak olduğu son eseri Ozanlar ’ın arka kapağına eklediği “yazarın diğer eserleri” listesinde 1932 başında ikinci defterini ikmâl ettiği Duygu Demetleri adlı eserinin otuz defter olduğunu kaydetmiştir. Yine Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin arka kapağında da Harp Hatıraları ’nın kırk deftere yaklaştığını ifade etmiştir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi otuz altı eserin ve otuzu şiir; kırka yakını harp hatıraları olmak üzere sayısı seksene yaklaşan defterlerin yazarı Ahmed Mikdâd Poyraz’ın velûd bir müellif olduğunda şüphe yoktur. Fakat birçok velûd ve şöhret bulmamış kalem ehlinin eserlerinin başına gelen “elde edilebilen eserleri” ve “elde edilemeyen eserleri” tasnifi onun eserlerinin de başına gelmiştir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin matbaa gören beş eseri dışında diğer bütün eserleri kaybolmuştur. Tüm araştırmalarımıza rağmen bu eserlerin, defterlerin izine rastlanamamıştır. Aileden Belir Bulut Hanımefendi’nin anneannesi Halide Suat İliktekin’den (Mikdâd Efendi’nin kızı-ö. 1987) naklettiğine göre bu eserlerin tamamı 1939 Büyük Erzincan Depremi’nde yıkılan evleriyle birlikte yok olmuştur. Ailenin elinde mektuplara eklendiği anlaşılan birtakım manzum parçalar dışında hiçbir şey kalmamıştır. Netice olarak 27 Aralık 1939 gecesi Erzincan’da gerçekleşen depremde Mikdâd Efendi, karısı Cemile Hanım ve dört çocuğu ile birlikte onlarca yıllık emeğin semeresi, ilim, tarih ve edebiyat mirasının da enkaz altında kaldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Mikdâd

Efendi’nin basılanlar; basılamayanlar ve kaybolanlar; mecmua ve gazetelerde neşrolunanlar ile diğer eserleri şöyle tasnif edilebilir:

2.3.1.    Manzum Eserleri

1.   Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb

Erzincan Müderrislerinden İ‘dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i ‘Askerî Mu‘allimlerinden Divrikli Ahmed Mikdad, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, Dersaadet: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1327, 21 s.

Eserin Mâhiyeti: Bu eser, yüz elli dört beyitten müteşekkil bir mesnevîdir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin tabedilen ilk manzûm eseridir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin eserin sonuna düştüğü kayda göre “9 Kânûnuevvel 327 Cumartesi gecesi” (22 Aralık 1911) tamamlanmıştır. Aruzun “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbı ile başlayan eser “Tezkîr” bölümünden itibâren “fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lün” kalıbı ile devam etmiştir.

Eserin Muhtevâsı: Trablusgarp’ta başlayıp İzmir’e, Çanakkale’ye kadar yayılan çarpışmalarda oluşan zayiat neticesinde maneviyâtı bozulan millete kuvvet aşılamak maksadıyla yazılmış bir eserdir. Tarih itibârıyla savaş nihayet bulduktan sonra yazıldığı anlaşılan bu mesnevî, zulme uğrayan, ağır kayıplar veren müslümanlara ümitsizliğe kapılmama, zafer için gayret etme yönünde telkinlerle doludur. Mesnevînin ilk beyti eserin sebeb-i telifi hakkında bir fikir vermektedir:

Zâlim bulacak etdiğini sen gene sabr et Allâh’a tevekkül ederek doğru selîm git[265]

Mesnevî, Ahmed Mikdâd Efendi tarafından bölümlere ayrılmıştır. On beş beyitlik bir mukaddimeden sonra “Hitâb”, “İhtâr”, “Tenbih”, “Tezkîr”, “Tavsîf”, “Îkâz”, “Beyân” ve “Nidâ” başlıkları ile bölümlenmiştir. Her başlık, bölümün temel sebeb-i telifini aksettirmektedir. Buna göre mukaddime kısmında mazlûmların önünde sonunda gâlip geleceği, İlâhî kudret tarafından bunların intikamının alınacağı fikri işlenmektedir:

Evler yıkanın hânesi olmaz mı beyâbân

Yıkmaz mı onun lânesini gerdîş-i ezmân[266]

Yine bu mukaddime kısmında medeniyet sahibi olmak iddiasındaki ehl-i salibin savaş sırasındaki cinayetleri, zulümleri de mevzubahis edilmiş; beşeriyetin gereği ve medeniyetin şartı olarak zulümden, haksız cinayetlerden berî olmak gösterilmiştir:

Vahşet mi nedir böyle mezâlim ki yapıldı

Ma‘sûmlara binlerce şarapnel ki atıldı

Bilmem bu mudur ‘âlem-i insânda temeddün

İster mi bunu şimdi ‘aceb bir mütemeddin

Hâşâ diyemem çünki beşer cevher-i yekdir O da haksız yere kan dökmeyerek yüksekdir[267]

Bu mukaddimeden sonra gelen “Hitâb” başlıklı kısmın muhatabı ise Osmanlıların düşmanlarıdır. Ahmed Mikdâd Efendi, bu başlık altındaki beyitlerle yine mukaddimedeki nihâî zaferin kendilerine ait olacağı fikrini tekrarlamıştır:

Evlâdı isek biz vatanın mâderimizdir

Ölsek de uğurunda bizim makberimizdir

Karşında duran şîr-i jiyân ‘askerimizdir

Zabt eylediğin yer gene her dem yerimizdir[268]

Ahmed Mikdâd Efendi, “İhtâr” başlıklı kısımda da kendi milletine uyarılarda bulunmakta ve şehâdet mertebesinin ulviyetine işaret ederek harbe teşvîk etmektedir:

Dünyâya mı meftûn olalım işte memât var

Uhrâda ise türlü sa‘âdetle hayât var[269]

“Tenbîh” başlıklı bölümde ise cesaret ve hamiyet telkin edilerek Osmanlılar vatan müdafaasına, harbe, cihâda davet edilmektedir:

Birleşip hasma mukabil çıkalım ey ihvân

Bizi imdâdına da‘vet ediyor bu evtân

Yaşasın şîr-i mücâhid koca ‘askerlerimiz O hamiyyetli gönüllü dîni tam erlerimiz[270]

“Tezkir” başlıklı kısmın ilk ikisi dışında tüm beyitleri “görürüz” ifadesi ile başlamaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi, bu ifade ile başlayan beyitlerde Osmanlıların muzafferiyetlerle dolu eski devirlerini padişah isimlerini de zikrederek hatırlatmaktadır:

Hele bir hâli görüp mâzî nedir fikr etsen

Devr-i ahlâfa bakıp bir selefi zikr etsen

Görürüz Fâtihi Yavuz ile ‘Osman Hânı

Görürüz Haydar-ı kerrâra misâl hâkânı[271]

Mazîyi hatırlatan bölümden sonra ise “Tavsîf” başlığı altında dokuz beyit yer almıştır. Ahmed Mikdâd Efendi bu bölümde, yukarıda zikrettiği şahısların devrindeki muzaffer mücahitlerin vasıflarını saymakta, o vasıflarda mücâhitlerin noksanlığını ve onların ruhları tarafından kınandıklarını beyan etmiştir:

Kimi zâhir kimi bâtın ile meşgûl dâ’im

Kimi her demde cihâd üzre olurdu ka’im

Nerede onlar ki olur ‘âleme burhân-ı celî

Her biri ‘asrına nisbetle birer şahs-ı velî

Bizi onlar ebedî levm ederek şerm eyler

‘Acabâ hakkımıza hangi zemînden söyler[272]

“Îkâz” ve “Beyân” başlıklı bölümler de Ahmed Mikdâd Efendi’nin mülahazalarına göre millette bulunan yanlış tavır ve fikirler ile bunların tashih yolunu muhtevîdir. Bir nevi ikazlar hastalıkları; beyanlar ise reçeteyi bildirmek gayesindedir. “Îkâz” başlıklı kısmın ilk beyitleri şöyledir:

Hani fikret ile hikmet hani gayret ‘irfân

Hani ‘iffetle temeddün hani san‘at iz‘ân

Hani miskîne terahhum hani şefkat-i re’fet

275 Hani evtâna muhabbet hani sohbet-i ülfet[273]

Ahmed Mikdâd Efendi “Beyân” başlıklı kısmın son iki beytinde devrin siyâsî çekişmelerinden duyduğu rahatsızlığı izhar ederek hem muhaliflere hem de millet vekillerine seslenmiştir:

Bırakın gayri yeter şu vatanı hıfz ediniz

Onun evlâdı değilse çıkınız siz gidiniz

Kalan evlâdı olan çâresine baksınlar Şerefi belli mu‘ayyen ocağı yaksınlar[274]

“Nidâ” başlıklı son bölüm ise Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu kısmı yazarken henüz beş yaşında olduğunu ifade ettiği oğlu Yahya Kemal’e hitâben kaleme alınmıştır. Bu on sekiz beyitlik bölümde Mikdâd Efendi, vatan sevgisi, dine bağlılık, iyi arkadaş edinme, milletin hakkına riâyette azamî sûrette dikkatli olma, devlete sadakatle hizmet etme, sultana muhabbetle hürmet etme gibi hususlarda nasihatlerde bulunmuştur. Esasen Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu başlık altında nazma çektiği nasihatlerini oğlunun şahsında tüm vatan evlatlarına tevcih ettiği anlaşılmaktadır:

Devlete sıdk u diyânetle hemân et hizmet

Hele sultâna muhabbet ile kıl çok hürmet

Onların şânı büyük kadri müberhendir hem Cedd-i a‘lâları meşhûr-ı cihândır ifhem[275]

2.    Tevhîd-i Kâinât

Fî-sebîli’llah Cihâd içün İstanbul ve Mevâki'-i Harbiyeyi Dolaşarak Va'z u Nasîhat Eden Erzincan İ'dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i 'Askerîsi Muallimlerinden Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi Divrikli Ahmed Mikdad, Tevhîd-i Kâinât, İstanbul: Matbaa-i Hayriyye, 1331, 79 s.

Eserin Mâhiyeti: Yüz doksan sekiz altılı bentten oluşan bu eser dînî-felsefî ve içtimâî mevzûların işlendiği, soru-cevap şeklinde hazırlanmış manzûm bir eserdir. Bir altılı bentte soru; sonrakinde cevap olmak üzere yazılmıştır; ki eser bu yönüyle orijinaldir. Kanaatimizce bu eser, Mikdâd Efendi’nin ilmen ve nazmen en kuvvetli eseridir. Aynı zamanda Mikdad Efendi’nin tabettirmeye muvaffak olduğu en hacimli eseri de budur. Eser aruzun “fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lün” kalıbıyla yazılmıştır. Bununla birlikte bazı mısralarda “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbı da kullanılmıştır.

Eserin Muhtevâsı: Eserde âlemin yaratılışı; mahlûkâtın cinsleri ve üstünlükleri; Allah’ın sıfatları, cihât ve askerlik gibi birçok mesele hakkında sualler sorulup cevapları verilmektedir. Bunların yanında namazın terk edilmesi; ilmin garip bırakılması; tesettüre hakkıyla riâyet edilmemesi gibi içtimâî tenkitler de yapılmaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin düştüğü nota göre eseri kaleme almaya başladığı ilk suâl bendi şudur:

Hele eşcâra su’âl et ki seni kim yapdı

Türlü ezhâr u varakla ne ’aceb donatdı

Her zamân meyvelerin dâne-i erzâk-ı ‘ibâd

‘Arsa-i ‘âleme tohmun ‘acabâ kim atdı

Kimi kalın, kimi ince ile alçak, yüksek Öyle bin türlü mülevven boyanı kim katdı277 [276]

Bu bendin ardından sorduğu soruların cevaplarını vererek diğer bende geçmekte; soru-cevap usûlüyle bentler devam etmektedir. Bu bendin ve diğer bentlerin telif sebebini ise Mikdâd Efendi şöyle ifade etmiştir: Tevhîd-i Kâ’inât’ın

birinci su’âli budur, bakî su’âl ve cevâblar bundan sonra tulû‘ etmişdir. Buna da sebeb Erzincan Rüşdiyye-i ‘Asteryyesi cephesinde bir ince dut ağacıdır ki [1]326 senesi dershâneden yapraksızlığını düşünerek kânûnuevvelde bahâr hayâtını hatırladım da hîn-i tefekkürde şu cereyan vuku‘ buldu.279

Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu manzûm eseri muhtevâ olarak geniş bir çerçeve arz etmektedir. Umûmî manzara itibârıyla hemen hemen iki bentte bir mevzu değişmekte yahut aynı mevzunun bir başka veçhesine geçmektedir. Başka bir ifade ile bir sual bendinden sonra cevap bendi gelmekte, sonraki sual ise başka bir meseleye dönmektedir. Eserin muhtevâsını bent numaralarını da not ederek konularına göre bir liste hâlinde şöyle kaydedebiliriz; bu konular aynı zamanda Ahmed Mikdâd Efendi’nin suallerinin de muhataplarıdır: Âlemin yaratılışı (1-4. bentler); Allah’ın tecellîleri (5-6); Allah’ın sıfatları (6-12); rüyetullah (13-16); Hz. Peygamber ve şefaat (17-18); Allah’ın sıfatları (19-22); Kur’ân-ı Kerîm (23-28); Kur’ân’ın nüzûlü (29-30); Kur’ân-‘ın hükümleri (31-32); Kur’ân’ın kırâati (33-34); Kur’ân ile amel etmeyenler (35-36); Arşın ve kürsînin mâhiyeti (37-40); semâvâtın mâhiyeti (41-42); gök cisimlerinin mâhiyeti (43-44); Beytullah (45-46); güneş (47­48); ay (49-50); yıldızlar (51-52); bulutlar (53-54); şimşek (55-56); yıldırım (57-58); gökkuşağı (59-60); yağmur (61-62); sel (63-64); rüzgar (65-66); dağlar (67-68); bağlar bahçeler (69-70); ağaçlar (71-72); servi ağacı (73-74); nebâtlar (75-76); sular (77-78); yaz mevsimi (79-80); kış mevsimi (81-82); kuşlar (83-84); zerre (85-86); değirmen taşı (87-88); buğday (89-90); kar (91-92); yağmur/kar/dolu tanesi (93-94); deprem (95-96); çağlayanlar, pınarlar (97-98); çiçekler (99-100); ateş (101-102); demir (103-104); savaş topları (105-106); şarapnel, kurşun (107-108); mescidler, medreseler (109-112); tesettür (113-116); medreseler (117-118); ilim (119-120); temizlik, abdest, namaz (121-122); ibadetler (123-124); uhuvvet, ülfet, kardeşlik (125-128); milletin kurtuluşu (129-130); minareler (131-132); çanlar (133-134); gemiler (135-136); evler, meskenler (137-138); dünyanın faniliği (139-140); yollar (141-142); hürriyet (143-144); hayat (145-146); ölüm (147-148); kabirler (149-150); berzâh âlemi (151-152); mahşer (153-154); cennet (155-156); cehennem (157-158); cehennemden kurtuluş (159-160); hakka yaklaşma, selamet yolları (161-164);


dünyada en şerefli yol (165-166); askerlik (167-168); askerlikten kaçmak (169-170); düşmanlar (171-172); terakkî yolu (173-174); karı-koca ilişkileri (175-176); teaddüd- i zevcât, çok hanımla evlenme (177-178); kocanın vazifeleri (179-180); kadının vazifeleri (181-182); kötü ahlâk sahipleri (183-186); kötü ahlâkın ıslahı (187-188); zâlimler (189-190); şahitlik (191-192); mahkemeler (193-194); tevhîd (195-196); şairin şükrü ve hayır duası (197-198).

Eserde birçok içtimâî tespit ve tenkit yapıldıktan sonra Ahmed Mikdâd Efendi’nin kurtuluş için sunduğu reçete şu altı mısrada ifade edilmiştir:

Biri Allah ile Peygambere her dem hürmet

Biri de kardeşi kardeş bilerek çok ülfet

Biri düşmanlara karşı ebedî durmakdır

Biri de mahkemede ‘adi ü ‘inayet, nısfet

Birinin adı mu ‘ayyen çalışıp kesb etmek

Biri evlâd okudup bellilemek bir san ‘at[277]

Eserin dikkat çeken bir özelliği de Mikdâd Efendi’nin kitabının sonuna düştüğü nottur. Bu notta Tevhîd-i Kâinât’ın tefeül için kullanılabileceği ifade edilmektedir: Şurada iki fâ’ideden bahs edeceğim. Birinci fâ’ide: On sekizinci sahîfede (Onu ta‘zîm ederek ehl-i semâvât birden/Eyledi cümle melek zât-ı ‘azîmine sücûd) beytinde Cenâb-ı Hakk’a secde ile hâcetini istemek! İkinci fâ’ide: Bir şey niyet etdikde: Evvelâ (Peygamber) ‘aleyhi’s-selâm efendimiz hazretlerine üç def‘a salavât-ı şerîfeden sonra Tevhîd-i Kâ’inâtı açmalı sağ tarafda birinci (c) işâretine bakmalı. bu usûl bakıcıların iğfâlinden kurtarır.[278]

3.Ozanlar:

Eserin Mâhiyeti: Ahmed Mikdâd Efendi’nin vefatından 4 yıl önce, 1935’te yeni harflerle basılan bu manzum eser 278 dörtlükten müteşekkildir. Halkiyat araştırmacısı İbrahim Aslanoğlu’nun tespitine göre eser, umûmî manzarası itibârıyla Ahmed Mikdâd Efendi’nin en zayıf eseridir.[279] Esasen Mikdâd Efendi de eserinin bazı kısımlarında zorlama bir üslupla yazmanın verdiği sıkıntıyı ifade etmiştir. Bu hükme misâl olarak şu dörtlüğü gösterebiliriz:

Şu mısradan usandım ben de bezdim Onun ağzında isyân sözü sezdim Dolandım uçurumda hayli gezdim 283 Fakat Miktat’a benzer mi şiirde[280]

Eserin “Ozanlar” başlığını taşıyan ana bölümü aruzun “me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün” kalıbıyla yazılmıştır. Baş taraftaki “Öğün” başlıklı iki kıta ile kitabın sonundaki “İstiklal Marşı” ise “fâ 'i lâ tün/fa 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün” kalıbıyla yazılmıştır. Ahmed Mikdâd Efendi’nin diğer manzumelerine nazaran birçok veçhe itibârıyla zayıf görülen Ozanlar, aruz vezninin kullanımında da zayıf kalmıştır. Eserin genelinde aruz kusurları görülmektedir.

Ahmed Mikdâd Efendi bu eserini 16/03/1935’te Bayburt’ta tamamlamış; aynı yıl Ankara’da neşretmiştir.

Eserin Muhtevâsı: Her dörtlükte bir şairin faziletinden, şiirlerinin ve şairliğinin yüceliğinden bahsedilmekte ve son mısrada “Fakat Miktat’a benzer mi şiirde” tekrar mısrasıyla üstünlük onları övene, yani Mikdâd Efendi’ye teslim edilmektedir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu usûlle kendini methetmek, şairliğiyle iftihar etmek gayesinden ziyâde mümkün olduğunca geniş bir çerçevede şairleri zikretmeyi hedeflediği anlaşılmaktadır. Ahmed Mikdâd Efendi, birçok kıtada özel bir hüküm vermeksizin adını zikrettiği şairi methetmekle iktifâ etmiştir. Bunun yanında bazı şairlere dair kanaatlerini de zaman zaman dörtlüklere aksettirdiği görülmektedir. Bu hususa bir misal olarak Ömer Seyfettin’in açık, anlaşılır sade bir lisanla şiir yazdığının ifade edildiği şu kıta gösterilebilir:

Ömer Seyfi yazar nesriyle nazmı

Kolaydır şi’rinin efkârda hazmı

 

Mükemmeldir onun fikrinde azmi

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde[281]

Ahmed Mikdâd Efendi, bu gibi kanaatlerini bildirdiği dörtlükler yanında kendi hayatına dair birtakım malumatı da bu eserinde zikretmiştir. Nesîmî’nin şiirlerini küçük yaşta okuduğunu beyan ettiği dörtlük şöyledir:

Nesîmî’nin güzel nazmı mükemmel

Okumuştum onu buluğdan evvel

Hakikatte şiir bâbında ekmel

Fakat Miktat ’a benzer mi şiirde'[282]

Ahmed Mikdâd Efendi, ailesindeki şairler hakkında da dörtlükler yazmıştır. Annesi Sırma Hanım, kızı Halide Suad, oğlu Kemal bu şairler arasındadır.[283]

Eserin başında “Öğün” başlıklı iki kıta; sonunda da “Söylev” başlıklı bir not ile Mehmet Âkif’i taklîden yazıldığı tahmin edilen on kıtadan müteşekkil bir “İstiklâl Marşı” yer almaktadır.

Toplamda iki yüz elliye yakın şairin zikredildiği eserde bir seçme yapılmadığı, bilakis Mikdâd Efendi’nin okuduğu, âşinâsı olduğu, hatırına gelen tüm şairleri zikretme gayretinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu şairler zikredilirken Yunus Emre’den Mevlânâ’ya; Fuzûlî’den Şeyh Gâlib’e; Ömer Hayyam’dan Hâfız’a; Karacaoğlan’dan Ruhsatî’ye; Nazım Hikmet’ten Necip Fazıl’a çok geniş bir çerçeve çizilmiştir. Mikdâd Efendi “Tehattur eylediğim ozanı yazdım” mısrasıyla bir kâide gözetmediğini de bizzat ifade etmiştir.[284] Eserde zikredilen şairlerin isimleri yahut mahlasları ile zikredilme sayıları, yalnızca birden çok kez zikredilenler parantez içinde gösterilmiştir, şöyledir:

A:    Metin Kutusu: 284
285
286
287
Abdullah, Abdullah Cevdet, Abdül’aziz, Ahmet Ferid, Ahmet Haşim, Ahmet Mithad, Ahmet Paşa, Ahmet Râsim, Ahmet Remzî, Ahmet Sâbit, Ahmet Şükrü, Aka Gündüz, Âkif, Ali, Ali Cânip, Ali Naci, Ali Reşâd, Ali Ulvî, Ârif, Arif Hikmet, Ârif Nihad, Âşık Çelebi, Âşık Ömer, Âşık Paşa, Atâullah, Avnî.

B:    Baba Sâlim, Bahrî, Bâkî, Bedrettini Âli, Behiç Bey, Besim Atalay, Burhanettin Kadı.

C:    Celâl, Celâlettin, Celâlî, Celâl Sahir, Cemâl, Cem Sultan, Cevdet, Ceyhûnî.

D:    Dede Korkut, Dertli, Dilgiray.

E:    Ebussuud, Eğinli Sırma Hanım, Ekrem Reşid, Emin, Emin Bülend, Emin Recep, Emrah, Enver, Ercümend [Ekrem], Erdede, Esrâr Dede.

F:     Fâik, Falih Rıfkı, Faruk Mümtaz, Faruk Nafiz, Fatin, Fazıl Ahmet, Fazıl Berki, Fazlî, Fevziye, Figânî, Fuzûlî.

G:Galip(3), Gamlî, Gedâî.

H: Hakkı Süha, Hakkı Tahsin, Hâlî, Halide Edip, Halide Nusret, Halil, Halit Fahri(2), Halit Ziyâ, Hamdi Atila, Hamdullah Suphî, Hamit, Hamza Sadi, Hanım Leylâ, Hasan Âli Bey, Hassan, Haşmet, Hatip Sâdık, Hayâtî, Hayrî(3), Hıfzı Tevfik, Hoca Hâfız, Hurûfî, Huzûrî, Hüseyin, Hüseyn Nâil, Hüseyn Rahmi, Hüseyn Rif’at, Hüseyn Suat(2), Hüseyn Vâiz, Hüznî.

İ: İbrahim Alâettin(2), İbrahim Dede, İbrâhim Hakkı, İhsan Raif, İlhâmi Bekir, İrşâdî Baba, İsalyesevi, İsmâ’il Hakkı, İzzet Ali, İzzet Melih, İzzet Paşa.

K:     Kânî, Karacaoğlan, Kâzım Nâmi, Kemâlettin, Kemalettin Kâmi, Kemâl Miktat, Kemal Müftî, Kemal Ümmî, Kenzî, Köprülü Fuad, Kuddûsî(2).

L:    Lâedrî, Latîfî, Libâs, Lütfî.

M:     Mecit, Mehmet Asım, Mihrinnisâ, Mir’atî, Mithat Cemal, Molla Câmî, Molla İzzet, Muhammet Behçet, Muhammet Ekrem, Muhammed Faruk, Muhammet Fuad, Muhammet Rif’at, Muhammet Sıtkı, Muhittin, Mustafa Suphî, Müfit Ratip, Müştâk.

N:    Nâbî, Nahîfî, Nâil(2), Nâilî Kadîm, Nazım Hikmet, Nazî, Nazif, Necdet, Necip Fâzıl, Necmettin, Nedim, Nef’î, Nejat Tevfîk, Nesîmî(2), Nesip, Nevâî, Nevres, Neyzen Tevfik, Nigâr Hanım, Nigârî, Nihat Arif, Niyazî, Nizamettin-i Yümnî, Nizâmî, Nûrî(2).

O:   Ö: Orhan Seyfi, Ömer Bedrettin, Ömer Hayyam(2), Ömer İhyâ, Ömer Seyfi.

R:    Rahmî, Recâizâde Ekrem, Recep Vahyî, Refik Halit, Reşat Nuri, Revânî, Rızâ, Rıza Polat, Rıza Tevfik, Rif’at, Rif’at Ahmed, Rûhî, Ruhsatî, Rûşen Eşref, Rûzî.

S:    Sâbit, Sabri Es’ad(2), Sadettin Nüzhet, Sadî, Sadrettini Âli, Sait Fennî, Salih Zeki, Sâlim, Sami, Semâî, Seyrânî, Sezâî, Sıtkı, Sıtkı Korkmaz, Sinân Ümmî, Siracettin, [Halide] Suâd, Sultan Veled, Süleymani Nesip, Süleyman Nazif, Sürûrî.

Ş: Şahâbettin Süleyman, Şâhî, Şâir Eşref, Şehâbettin(2), Şeh Sâdî, Şekib, Şem’î, Şems-i Tebrîzî, Şevketî, Şeyh Attar, Şinâsî, Şükûfe Nihal.

T:   Tahir Mevlevî, Tunalı Hilmi.

V: Vâlâ Nûrettin, Vasfi Mâhir, Vâsıf(2), Vehbi, Veled Çelebi.

Y: Yahyâ, Yâhya Kemâl, Yakup Kadri(2), Yaşar Nâbî, Yaşar Nezihe(2), Yavuz Sultan Selim, Yazıcıoğlu, Yazıcızâde, Yesârî, Yunus Emre, Yusuf İzzet.

Z: Zaifî, Zeki, Zihnî, Ziyâ, Ziyâ Nûrî.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin eserinde zikrettiği ilk şair divan edebiyatının en büyük şairleri arasında sayılan Fuzûlî’dir. Fuzûlî’nin peşine gelen şairler de yine aynı geleneğin büyük şairleri olarak kabul edilen Nâbî, Bağdatlı Rûhî, Nedim ve Nefî’dir. Kitabın ilk beş şairinin divan edebiyatının en meşhur şairleri arasından seçilmiş olması Ahmed Mikdâd Efendi’nin edebî müktesebâtı ve şiir anlayışı hakkında mühim bir işarettir. Divan şiiri geleneğini iyi bildiği ve takdir ettiği anlaşılan Ahmed Mikdâd Efendi, eserinin muhtelif dörtlüklerinde Şeyh Gâlib, Ahmet Paşa, Bâkî gibi yine divan şiirinin büyük isimleri arasında sayılan şairleri de zikretmiştir.

2.3.2.Mensur Eserleri

1.    Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr

Erzincân Meşâhîr-i ‘Ulemâ-yı Benâmından Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi ve Rüşdiye-i ‘Askeriye İmlâ Mu‘allimi Ahrârdan Fazîletlü Ahmed Mikdâd Efendi, Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr, Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası, 1326, 16 s.

Eserin Mâhiyeti: On altı sayfalık bir risaledir. Mikdâd Efendi’nin neşrolunan ilk eseridir. Ahmed Mikdâd Efendi, sicil varakasında iki forması matbu olan bu eserinin toplam elli forma olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca bu eserinin arka kapağına “bu kitâbın şevâhidi âyât-ı beyyinât ayrıca tefsîr ve tahrîk edilerek son formada meydân-ı bedâheti tenvîr edecekdir” notunu düşmüştür. Fakat bu son formayı bastırmaya muvaffak olamamıştır.

Eserin Muhtevâsı: Ahmed Mikdâd Efendi, eserinde ele aldığı konuları kitabının başında şöyle açıklamıştır: Mazmûnu hükm-i Kur’ân, hülâsası şifâ-yı cândır. Muhteviyyâtı kütüb-i tefâsîr ü ehâdîs ile kütüb-i fıkhiye külliyâtından telhîs edilerek karihamın hıfz etmiş olduğu bir zübde, bir hülâsadır ki, mâzînin a‘mâk-ı mechûlesine doğru bakılınca muzlim görünür değil mi? İşte oradan başlayarak Hazret-i Âdem Safîyyullah’dan Nûh Neciyyullah’a oradan İbrâhîm Halîlullah ile Mûsâ Kelîmullah ‘îsâ Rûhullah’a kadar vekâyi‘-i câriyenin enmûzeci bi’l-beyân oradan Hazret-i Muhammed Resûlullah Habîbullah sallallahu ‘aleyhi ve sellem zamân-ı sa‘âdetine gelerek cihân-ı diyânetin ufk-ı a‘lâsından şems-i risâletin tulû‘u, erkân-ı îmânın şuyû‘u, hıll u hurmetin şer‘en, hikmeten, ‘aklen isbâtı, mekârim-i ahlâk mehâsin-i evsâf mezâyâ-yı dîniyye hulefâ-yı râşidîn, Emevîler,          ‘Abbâsller, Selçûkîler’den

icmâlen bahisden sonra Devlet-i ‘Osmaniye ’nin zuhûru şu devr-i terakkî, inkılâb-ı kebîr-i ‘Osmaniye’de idâre-i meşrûtanın meşrû‘iyeti hürriyetle, müsâvâtın şer‘e tatbîk ile, edillesinin beyânı, eşrât-ı sâ‘at ‘âlem-i berzah, harâb-ı ‘âlem, kıyâm-ı mahşer, mahkeme-i kübrâ bahisleriyle “ y*Lll y ^Aj 4İkJl y ^yjâyetinin tefsîri cennet ve cehennemin evsâfı bunların şer‘en, felsefeten isbâtı.[285]

Ahmed Mikdâd Efendi, yukarıda kendi ifadelerinden de anlaşıldığı gibi tefsir, fıkıh ve hadis kaynaklarını tetkik ederek Hz. Âdem aleyhisselamdan Osmanlıların Meşrûtiyet devrine kadar geniş bir çerçevede tahliller, tespitler yapmış ve kısa, öz bir metin olarak bu eseri ortaya koymuştur.

Kitabın mukaddimesinde müellif, kitabın sebeb-i telifinden ve telifte yaşadığı tereddütlerden de bahsetmiştir. Bu mukaddimeye göre Ahmed Mikdâd Efendi’nin esas gayesi bu kitapla irfan ve marifetullah yollarından uzak kalarak dünyaya bağlanıp acınacak hâle düşen insanlara kalbin bu türlü hastalıklarına karşı şifa usûllerini göstermektir. “Mekteb-i feyz ü irfândan ders-i ibret alamayıp da bu riyâ-yı sivâda kalanlar” tabiriyle vasıflarını beyan ettiği bu insanların feci kalp hastalıklarına tutulduğunu ifade etmiş; şifa bulma yolunu ise şöyle bildirmiştir: “Gıdâ-yı rûh olan ahkâm-ı diyânet verilir, şükûfe-i hakâyık yedirilir ise tedrîcen kesb-i sıhhat eder, kuvvetlenir de evc-i irfâna gider.” Ahmed Mikdâd Efendi’ye göre her türlü feyiz, terakkî ve selâmet bir dini kabule, o dinin hükümleri ile idâme-i hayata bağlıdır. Bütün milletler bir dini kabul eder ve onun yayılması için uğraşır. Ahmed Mikdâd Efendi de neşr-i diyânet, tebliğ ve irşat gayesiyle böyle bir eser kaleme almak arzusunu uzun zamandır taşıdığını fakat sansür endişesiyle tereddüde düştüğünü bildirmiştir. Nihâyet Meşrûtiyetle birlikte, kendi ifadesiyle “şu vüs’at, şu bereketten müstefîd” olarak, bu kitabı neşretmiştir.[286]

Kitabın “Hulâsa” başlıklı kısa bölümünde Ahmed Mikdâd Efendi, eserinin hitap ettiği okuyucuyu tüm beşeriyet, bütün cihân olarak ilan ederken şu veciz ifadeleri kullanmıştır: “Takîb etdiği meslek sanki kaviyyü’l-bünye uzun mevzûn bir hatîb-i belîğ dünyânın yüksek mahallerinden sayılan Himalaya dağları zirve-i bâlâsında durup bütün cihâna va’z u nasîhat noktasında neşr-i efkâr-ı diyânet ve siyâset edercesine beyân-ı hakîkatdir.”[287] Müellif kitabını Himalaya Dağları’nın zirvesinden bütün dünyaya seslenen, hakikatleri bildiren bir hatip olarak kaleme aldığını ifade etmiştir.

2.    Şerefü’l-mücâhidîn

Erzincan İ‘dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i ‘Askerîsi Mu‘allimlerinden Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi Divrikli Ahmed Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn, Dersaadet: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1331, 60 s.

Eserin Mâhiyeti: Ayet ve hadislerle cihadın ve mücahitlerin faziletlerinin anlatıldığı bir cihad risalesidir. Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu eseri Balkan Harbi devam ettiği sıralarda neşrolunmuştur. Dolayısıyla Mikdâd Efendi’nin, bu eserini cephelerdeki askerlere vaaz ve nasihat etmek maksadıyla hazırladığı ifade edilebilir.

Eserin Muhtevâsı: Mikdâd Efendi, bu eserinde cihâdın fazîletini, şehitliğin, gaziliğin ne kadar büyük şerefler olduğunu anlatırken savaş hukûkuna ve harp sanatına dâir inceliklere de değinmiştir. Bu manâda Şerefü’l-mücâhidîn, cephedeki askerin maddî-manevî kuvvet kazanmanın yollarını gördüğü; savaşın, mukâtelenin hududlarını öğrendiği bir el kitabı hüviyetindedir.

Bu risale kısa bir girişten sonra mukaddime, üç bölüm ve bir fezlekeden müteşekkildir. Ahmed Mikdâd Efendi, mukaddimeden önce yazdığı kısa girişte kendini tanıtmış ve eserinin telif sebebini beyan etmiştir. Ahmed Mikdâd Efendi, meallerini de kendisinin verdiği, “Ey benim Resûl-i Ekremim, i’lâ-yı kelimetu’llah için mü’mînleri cihâda teşvik et...” (el-Enfâl 8/65) âyeti ile “Hazret-i Allah bana emretdi ki efrâd-ı nâsa harb edeyim tâ ki onlar Hakk’ı tevhîd ile Resûlü’nü tasdîk edeler.” (Ebû Dâvud, “Cihâd”, 95 [Hadis nr. 2641]) hadisine işaret ederek bu sûretle cihâdın Hz. Peygamber’den hulefâ-yı râşidîne onlardan da bütün ümmete intikal etmiş bir emir olduğunu bildirmiş; ümmeti bu hususta bilgilendirmek ve cihâda teşvik etmek maksadıyla da bu eseri kaleme aldığını ifade etmiştir.

Mukaddime kısmında ise daha ziyâde cihâdın şartları, harbin incelikleri ve gayesi ile hudutları temel maddeler halinde tespite çalışılmıştır. Buna göre cihâd Müslümanlardan başlarsa farz-ı kifâye, düşmanın taarruzu ile başlarsa farz-ı ayn olur. Mücâhitler fırkası düşmana karşı gelmekte yetersiz kalır, kuvveti zafere iktifâ etmezse cihâd tedrîcî olarak ümmetin diğer fertlerine farz olur, hattâ icap ettiği hâlde kadınlar dahi cihâda katılır. Harbin taarruzî ve tedâfüî, saldırı ve savunma olmak üzere iki tarzı vardır. Harb sırasında en mühim husus emirlere harfiyen itaat etmektir. Düşmana görünmemek, iyi nişan almak, soğukkanlılığı muhafaza etmek, şehâdetin en yüce makam olduğu itikadı ile metânetten ayrılmamak mücahitlerin en ziyâde dikkat etmesi lazım gelen umdelerdir. Harbin zaferle neticelenmesi hâlinde düşman memleketindeki kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, din adamlarına, hastalara ve sakatlara dokunmamak, katiyen zarar vermemek cihadın adabından, İslam’ın emirlerindendir. Ahmed Mikdâd Efendi, mukaddime kısmında bu türlü emir ve yasaklarla dikkat edilmesi lazım gelen noktaları bildirdikten sonra cihâdın zâhiren mukâtele ve tahribâttan ibâret görünmesine rağmen netice itibârıyla dâima Müslümanların lehine ve hayrına olduğu hakikatinin unutulmaması gerektiğini ifade etmiştir.

“Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Âyât” başlıklı birinci bölümde cihâd âyetleri ele alınmıştır. Ahmed Mikdâd Efendi usûl olarak önce âyet-i kerîmenin meâlini vermiş, ardından âyetin işaret ettiği noktayı ifade etmiş ve kimi zaman bir hadis-i şerîf ile kimi zaman da sahabe-i kirâmdan yahut islam tarihinden nakillerle âyet-i kerîmenin icmâlen tefsirini yapmıştır. Bu bölümde ele alınan ilk âyet Tevbe Sûresi’nin 111. âyetidir. Ahmed Mikdâd Efendi, âyetin meâlini verdikten sonra “bu âyet-i celîlenin mezâmîn-i cemîlesi lede’l-mülâhaza şunu îmâ ve işâret buyurur ki” ifadesiyle âyetin kısaca ve daha sarih bir sûrette manâsına işaret edip akabinde sahabe-i kirâmdan bir rivâyet naklederek konuyu izaha çalışmıştır. Bu usûlle tefsiri yapılan cihâda müteallık diğer âyetler şunlardır: el-Bakara 2/195; el-Enfâl 8/45, 60; el-Zilzâl 99/7; Âl-i İmrân 3/123-124, 142, 146-147, 160, 169-170; es-Saf 61/10-12; el-Hucurât 49/15; el-Haşr 59/14; el-Fetih 48/17, 22-23; el-Âdiyât 100/1-5; en-Nisâ 4/72-73, 78, 84; Muhammed 47/4, 7; es-Sâffât 37/171-173; et-Tevbe 9/14-15.

“Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Ehâdis” başlıklı ikinci bölümde de cihâdın fazileti hakkında hadisler verilmiştir. Bu hadisler daha ziyâde mücâhidlerin cihâda mukâbil kazanacakları ecir ve sevap hakkındadır. Hadisler Müslim, Nesâ’î, Tirmizî, Buhârî, Ebû Davud gibi muteber kaynaklardan seçilmiştir. Nakledilen hadîs-i şerîf sayısı otuzdur.

“Cihâda Müteallik Ebyât” başlıklı üçüncü ve son bölümde ise cihâda dâir Arapça seçme beyitler verilmiştir. Ahmed Mikdâd Efendi seçtiği beyitleri aktardıktan sonra tercüme ve şerh usûlüyle bu bölümü oluşturmuştur. Bu bölümde, tespit edebildiğimiz kadarıyla, beş farklı şairden on üç beyit seçilmiş ve şerh edilmiştir.

Fezleke başlıklı son kısımda ise Ahmed Mikdâd Efendi, zaferin kesin olarak müslümanlara ait olduğunu ifade ederek kitabının yine âyet ve hadislere de işaretle bir hulasasını yapmıştır. Bu başlık altında dikkat çeken bir husus, Ahmed Mikdâd Efendi’nin eş’âr-ı harb dediği ve savaşa manen hazır olmak, kalbi teşci etmek için bolca okunmasını hattâ ezberlenmesini tavsiye ettiği şiirlere misâl olmak üzere gazel tarzında kaleme aldığı bir manzûmesini buraya dercetmesidir. Hamasî üslubu ve söyleyişi ile dikkat çeken bu manzûmenin ilk beyitleri şöyledir:

Ben yiğit oğlu yiğit bir kahramân-ı ‘âlemim Gerçi sûretde kıyâfetde mücerred âdemim

Kan saçar bayrak açar düşmanları mahveylerim

Şimdi arslanlar yiğitlerdir refik ü hemdemim[288]

Ahmed Mikdâd Efendi’nin Şerefü’l-Mücâhidîn adlı bu cihâd risalesi, esasen Osmanlı devri telifâtı içerisinde pek çok benzeri bulunan bir eserdir. İlk olarak Bursalı Mehmed Tahir tarafından bir listesi yapılan cihâd risâlelerinin sayısı 38’dir. Bilahare Abdullah Taha İmamoğlu tarafından yapılan araştırmada bu sayı 55’e ulaşmıştır.[289] Yine Abdullah Taha İmamoğlu, Kırım Harbi (1853-1856) hakkında kaleme alınmış müellifi meçhul bir cihâd risâlesinin de çevriyazısını neşretmiştir. Cihâd Emr-i Hak’dır başlıklı 1908’de İstanbul’da tabolunan bu risâle Ahmed Mikdâd Efendi’nin eserinden farklı olarak daha ziyâde tarihi vakaların, kahramanlık hikayelerinin ele alındığı bir risâledir.[290]

2.3.3.    Elde Edilemeyen Eserleri

Mikdad Efendi, 1935’te Ankara’da basılan Ozanlar adlı eserinin arka kapağına basılan ve basılmaya hazır bekleyen eserlerini kaydetmiştir. Yukarıda saydığımız beş matbu eserinin yanında 19 eseri daha basılacaktır notuyla bu listeye eklenmiştir. Bundan önce bir başka liste de Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr adlı eserinin arka kapağındaki “Müellifin tab’ ve neşr olunacak âsârı” başlıklı listedir. Bu listede de 10 eser zikredilmiştir. Bu konuda bir diğer kaynak da Mikdâd Efendi’nin sicil varakasında zikrettiği eserleridir.[291] Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin arka kapağında da “müellifin âsâr-ı sâ’iresi” başlıklı bir liste mevcuttur. Ayrıca Divriği Şairleri adlı eserde de Mikdâd Efendi’nin eserleri zikredilmiştir.[292] Tüm bu kaynaklara göre Mikdâd Efendi’nin basılamayan ve kaybolan eserleri şunlardır:

1.     Kur’ân ve Buhârî Lügatları[293]

2.     Türkün Gülistanı

3.     Feryâd-ı Cihân ber Erzincan

4.     Cânistan (Fârisî Manzûm)

5.     Dürretü’l-emcedMetin ve Şerh (Manzûm Mensûr Arabî)

6.     Mir’ât-ı Mikdâd

7.     Tevessül Şerhi

8.     Fen Dosyası

9.     Tebyînü’s-sıfât (Sıfât ve Esmâ-yı ilâhiyye Arabî)

10.     Ravzatü’s-Salât ('Ale’n-nebî 'aleyhi’s-selâm)

11.     Tescîlü’l-‘akâid (Mezâhib-i muhtelifeyi beyân eden Arabî)

12.     Hediyyetü’z-zâkirîn (Arabî)

13.     Hûrşîd-i Ma‘ârif (Manzûm Türkî)

14.     Divançem[294]

15.     Besâlet Kuşağı (Manzûm)

16.     Kisve-i Me‘âd (Mevâ‘iz-i dîniyye mesâ’il-i fıkhiyye Türkî)

17.     Mikyâsü’l-beyân (Ferîde Şerhi Arabî)

18.     Felekü’d-dîn fî-Sûretü’t-Tîn (Tefsîr Arabî)

19.     Nevâ-yı Mizan

20.     Îsâgocî Tercemesi (Manzûm Türkî)[295]

21.     Misbâhü’d-dîn (Mensûr Türkî)

22.     Harp Hatıraları (17 defter)[296]

23.     Duygu Demetleri (30 defter)[297]

24.     Bir Âlimin Felâketi yâhud Kanlı Kederler

25.     Bahr-iFerâ’id

26.     Nazmu’l-Mantık

27.     Fıkh-ı Evsat Tercemesi

28.     Envâr-ı İslâm

29.     Rehber-i Mürîd

30.     Câmi’u’l-Ecvibe

31.     Lüccetü’l-Beyân

32.     Hitâb-ı Cihân (Manzûm)

2.3.4.     Mecmua-Gazete Yazıları

Ahmed Mikdad Efendi’nin tespit edebildiğimiz, muhtelif mecmualarda neşrolunmuş on sekiz adet makale ve manzûmesi mevcuttur:

1.   “Katarat-ı Hakîkat”, Beyânülhak, c. I, sy. 6 (27 Teşrînievvel 1324/9 Kasım 1908), s. 114-115.

Mikdâd Efendi’nin bu makalesi Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr adlı eseriyle aynı minval üzeredir. Hakikat damlaları manasındaki başlıktan da sezildiği gibi Mikdâd Efendi, karîhasını âyet ve hadislerle delillendirerek yaratılış, hayat, ölüm, dünya, ukbâ gibi meselelerin hakikatine dâir fikirlerini yazıya dökmüştür.

2.   “Lem'a-i Diyânet”, Beyânülhak, c. I, sy. 7 (3 Teşrînisânî 1324/16 Kasım 1908), s. 137-138.

Bu yazı muhtevâ itibârıyla, “Katarat-ı Hakîkat” başlıklı yazının devamıdır. Mikdâd Efendi, önceki yazısında bahsi geçen rûhu tasfiye etme, mâsivâdan sıyırma meselesinin çok mühim olduğunu bu makalede ifade etmiş; fakat bu işe memur olan ilmiye sınıfının dönem şartları sebebiyle bunu layıkıyla ele alamadığını, vazifenin önemini idrakten de uzak olduğunu ifade etmiştir. Bu manâda Sultan II. Abdülhamid dönemi sonrası ilmiye sınıfına yöneltilmiş bir tenkit yazısı olarak kabul edilebilir.

3.   “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye”, Cerîde-i Sûfyye, c. I., sy. 2 (13 Mart 1325/26 Mart 1909), s. 3.

4.   “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye: İkinci Nüshadan Ma’bâd”, Cerîde-i Sûfiyye, c. I, sy. 3 (20 Mart 1325/2 Nisan 1909). s. 3-4.

Mikdâd Efendi, iki nüshada tefrika edilen bu makalesinde ulemânın öneminden ve vazifelerinden bahsederken, “istibdâd devri”nde kendi sürgün hadisesini örnek göstererek, bu sınıfın nasıl susturulduğunu, âlimlerin nasıl vazifelerinden koparıldığını ifade etmiştir. Dolayısıyla bu makale, Mikdâd Efendi’nin yıllar sonra yazmaya imkan bulduğu “istibdâd devri” tenkitlerini hâvîdir. Tenkitler ifade ettiğimiz gibi ilim ve ulemâ misalleri üzerinden yapılmıştır. Bu tenkitlerden sonra Mikdâd Efendi, ulemâ-yı İslâm’a seslenerek bu meşrûtiyet ve hürriyet döneminde millete ahkâm-ı Kur’ân’ı anlatmanın ve ilmin gerektirdiği sûrette hareket etmenin en mühim vazifeler olduğunu ifade etmiştir. Mikdâd Efendi, makalenin başlığındaki tabirle, ulemânın bu serbest dönemde fiiliyat ve fikriyatta birlik olmasını kastetmiştir. Ulemânın temel vazifeleri şöyle ifade edilmiştir: Emr-i diyânetin teblîği gibi usûl-i ticâretle zirâ'ati bu halkın sem'-i kabûlüne îsâl etmeliyiz. Selâmet-i millete bâdî olacak her türlü şirketlere teşvîk etmeliyiz. Ahkâm-ı kitâbı teblîğe hâzır olalım. Ol bâbda hâtır gözetmeyelim. Hâtır belâsıyla ketm-i hakikat bâ'is-i inkırâz-ı ümmetdir.

5.   “Pend-i Müşfik”, Cerîde-i Sûfiyye, c. I, sy. 4 (27 Mart 1325/9 Nisan 1909), s. 1-2.

Bu makale de Mikdâd Efendi’nin “istibdâd devri” tenkitlerini hâvîdir. Buradaki eleştirileri “adâlet” kavramı üzerinedir. Ahmed Mikdâd Efendi, devletin kuruluşundan itibâren adalet üzere tesis edilen nizâma sonraları, bilhassa “istibdâd devrinde”, halel getirildiğini beyân ederken şu dikkat çekici ifadeleri kullanmıştır: (...) 'adi üzre mü’esses bünyân-ı hükümetimize bir aralık ba'zı hodbîn ve bedhâhânın girmesiyle kavâ'id-i ma'delet sadme-i mezâlime uğrayarak gülistân-ı medeniyet çakal ormanına dönmüşdü. Bu tenkitlerden sonra sözü yine ittihâda, birlikte gayrete getiren Mikdâd Efendi, önceki yazılarında da ifade ettiği gibi bu yeni hürriyet ve Meşrûtiyet devresini büyük bir fırsat olarak görmektedir. Birlik ve beraberlik yolunda birçok nasihatler sıraladıktan sonra yazısını şu cümle ile sonlandırmıştır: Vücûd-ı vâhid olalım, fâ’idemizi zarar-ı âharda aramayalım.

6.   “Kudsî Bir ‘Âlem”, Cerîde-i Sûfiyye, c. I., sy. 5 (3 Nisan 1325/16 Nisan 1909), s. 4.

Mikdâd Efendi’nin Ayasofya Camii’nde mübârek bir gecenin ihyâsı sırasında duyduğu hazzı, kendisinde hâsıl olan letâifi, manevî zevki ve ardından yaşadığı hâlleri anlattığı bir makaledir. Tarihe bakılırsa bu mübârek gece bir mevlid gecesidir.

7.   “İbretle Nazar”, Cerîde-i Sûfiyye, c. I, sy. 6-16 (28 Nisan 1328/11 Mayıs 1912), s. 1.

Anlaşıldığı kadarıyla bu makale, Ahmed Mikdâd Efendi’nin Erzincan’da Fırat Nehri’nin harekâtına bakarak Allah’ın âleme tecellîleri üzerine tefekkürünün mahsûlüdür. Diğer bazı makalelerinde olduğu gibi burada da âlemin görüntüleri karşısında hayrete kapılışını, ardından acziyetini ve küçüklüğünü; buna mukâbil Allah’ın kudretini ve büyüklüğünü itirâf ve teslim edişini beyân etmiştir.

8.   “Bedia”, Cerîde-i Sûfiyye, c. I, sy. 6-18 (2 Haziran 1328/15 Haziran 1912), s. 1.

Bu makale de diğer makalelerine benzer sûrette, âlemi temâşâ ederken tecellîlerini gördüğü büyük kudret karşısında acziyetini, küçüklüğünü itirâf sadedindedir. Bu hususu şöyle ifade etmiştir: Anladım ki burada 'acz: iktidâr, sükût: tekellüm, sükûn: hareket, yerine geçer; belki de bilememek 'irfan olur...

9.   “Âh Mine’l-Mevt”, Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-1, (20 Haziran 1328/3 Temmuz 1912), s. 3-4.

Bu yazı ölüm üzerine bir tefekkürün mahsûlü olarak görülebilir. Ölümü bir ibret levhası olarak gören Mikdâd Efendi, bu makalede diri olmak bakımından insan ile hayvanât ve nebâtâtı bir mukâyeseye tâbi tutmuş; zikrullah ile hayat sahibi olan tüm varlıklar arasında zikirden geri kalan insanın hayvanât ve nebâtâttan başka cemâdâttan dahi gerilere düşeceğini bildirmiştir. Buradaki tefekkür mahsûlü cümleler anlaşıldığı kadarıyla Mikdâd Efendi’nin Tevhîd-i Kâ’inât adlı eserine de bir zemîn oluşturmuştur. Bu makalede neşrettiği iki bendi, bilâhare basılan mezkûr eserine de almıştır.

10.  “Hayat”, Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-4 (2 Ağustos 1328/15 Ağustos 1912), s. 3-4.

Bir önceki makalede ölüm üzerine fikriyâtını yazıya döken Mikdâd Efendi, bu makalesinde de hayatın hakikati üzerine kalem oynatmıştır. Hayat-ı beşerî, hayât-ı hakîkî, rûhun hakîkati gibi meseleleri ele alırken âyetlerin delâleti ve tefsîriyle tespitlerde bulunmuştur. Hayat hakkında bir girişten sonra makalede, ağırlıklı olarak cihâd ve ölüm mevzûsu ele alınmıştır. Bu makale de Mikdâd Efendi’nin Şerefü’l- Mücâhidîn adlı cihâd risâlesinin bir parçası kabul edilebilir.

11.   “Fıtrat”, Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-7 (17 Eylül 1328/30 Eylül 1912), s. 7-8.

Ahmed Mikdâd Efendi, bu makalede âlemin ve ardından beşeriyetin yaratılışını özetlemiştir. Hz. Âdem’den (a. s.) başlayarak nihâyet Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelen hak-bâtıl mücadelesi de özetlenerek Son Peygamber’in tebliğine mukâbil kâfirlerin inkârda ısrâr etmeleri ile “cihâd” vazifesinin başladığı ifade edilmiştir. Yine cihâda teşvik maksadıyla yazılan bu yazı şu âyet meâli ile sonlandırılmıştır: “Ey mü’minler! Siz Allah’ın dînine yardım ederseniz Allah da size yardım eder.” (Muhammed Sûresi 47/7)

12.   “Nazar ve Duâ”, Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-8 (4 Teşrinievvel 1328/17 Ekim 1912), s. 4-5.

Erzincan’da Vasgird Vadisi’ndeki dağları temâşâ ederken gönlüne gelen letâifi bu makalede ifade etmiştir Mikdâd Efendi. Allah’ın yarattıkları karşısında, eserden müessire bir yol izleyerek kendi acziyetini, küçüklüğünü itirâf ettiğini bildirerek duâya başlamıştır. Duâsının sonu şöyledir: Lutfunla, kereminle şu 'abd-i gaflet-penâhı silsile-i 'arifine ilhâk et, hikmet-i fıtrata âşinâ eyle, esrâr-ı cemâdâtı anlat, tesbîh-i nebâtâtı işitdir. Tâ ki bileyim, âşinâ-yı hakikat olayım ey Vâhibü’l- 'aâfyâl Gâfirü’l-hatâyâ! Ey ilah-ı Mennân, Rabbi müste 'ân! Bu dediklerim, benim istediklerim keremine nisbet lâ-şey ’, lâ-vücûddur.

13.   “Nevâ-yı Vahdet”, Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-9, (19 Teşrinievvel 1328/1 Kasım 1912), s. 5-7.

Mikdâd Efendi’nin hayat, ölüm, fıtrat, mahlûkât, insan gibi meselelerde daha önce yazıya döktüğü fikriyâtını “Nevâ-yı Vahdet” başlığı ile nazma çektiğini ifade edebiliriz. “Nevâ-yı Vahdet”, 78 beyitlik bir mesnevîdir. Aruzun “mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün” kalıbı ile yazılmıştır.

14.   “Şiirler”, Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-18 (28 Şubat 1328/13 Mart 1913), s. 8.

Mikdâd Efendi’nin Çatalca’da gönüllü olarak askere vaaz ve nasihatte bulunduğu, askerlerin manevî kuvvetini artırmak için çalıştığı zamanlarda yazdığı bir şiirdir. 8’li hece ölçüsü ile yazılan bu şiir 16 dörtlükten müteşekkildir. “Vermeyelim yurdu ele” mısrasından da açıkça anlaşıldığı gibi Mikdâd Efendi, bu şiiri de cihâda teşvik ve askeri teşcî maksadıyla yazmıştır. Son derece sade bir dille kurulmuş bir manzûmedir.

15.   “Enîn”, Cerîde-i Sûfiyye, c. II, sy. 24-20 (28 Mart 1329/10 Nisan 1913), s. 5.

Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu manzûmesi Balkan Harbi’nin ortaya çıkardığı elîm manzara hakkındadır. 27 beyitten müteşekkildir; mesnevî tarzındadır. Aruzun “fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lün” kalıbıyla yazılmıştır.

16.   “On Aylık Seyâhat-ı Askeriyyemden Bir Levha Yâhud Macar KaPasında Bir Gün Müsâferet”, Cerîde-i Sûfiyye, c. III., sy. 62 (6 Eylül 1329/19 Eylül 1913), s. 157-158.

Mikdâd Efendi, 10 Kasım 1912’de Balkan Harbi için hazır kıta bekleyen askerî birlikleri ziyâret etmek ve desteklemek maksadıyla Erzincan’dan ayrılmıştır. Bu tarihten itibâren geçen on aylık sürede birçok il gezdikten sonra Anadolu Kavağı’ndaki Macar Kalesi’nde bir gece misafir olmuş ve bu kısa makaleyi yazmıştır. Bu makalede Boğaziçi’nden manzara tasvirleri yaparak bu âhenkli görüntülere olan hayranlığını yazıya dökmüştür.

17.   “Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber Sallallahu Teâla Aleyhi ve sellem”, Cerîde-i Sûfiyye, c. III, sy. 83 (30 Kânûnusânî 1329/12 Şubat 1914), s. 367-368.

Mikdâd Efendi’nin Hz. Muhammed’e (s.a.v.) na’tıdır. On yedi beyitlik bu na’t, aruzun “fa 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün” kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevî tarzında kâfiyelenmiştir. Muhtevâ ve şekil olarak Osmanlı şiirinin klasik na’t örneklerinden biridir.

18.   “Bay Baba Salim’e”, İkbal/Olcay Gazetesi-Trabzon (23 Mayıs 1935), s. 3.

Ahmet Miktat Poyraz’ın Trabzon’da öğretmenlik yaptığı sıralarda şehrin mühim ve meşhûr sîmâlarından Baba Salim lakaplı Mehmet Salim Öğütçen’e ithâfen yazdığı âşık tarzı şiiridir. On birli hece ile yazılan şiir altı dörtlükten müteşekkildir.

 

Latin harflerine geçildikten sonra gazete ve mecmualarda yayımlanan ulaşabildiğimiz tek eseri bu şiirdir.

2.3.5.    Diğer Eserleri

Ahmed Mikdâd Efendi’nin mecmua ve gazetelerde neşrolunmamış, şahsî arşivlerde ve Diyanet İşleri Başkanlığı arşivindeki özlük dosyası içinde kalmış bazı şiirleri de mevcuttur. Mikdâd Efendi’nin bu şiirlerin sonuna düştüğü notlara bakılırsa bunların birçoğu kaybolup giden defterlerinden kopyadır. Ayrıca başka yerde bulunmayan şiirlerinden birisi de İbrahim Aslanoğlu’nun eserindedir. Bu şiirleri şöyle sıralayabiliriz:

1    .Duygu Demetleri” adını verdiği şiir defterlerinden çıkma iki şiir. Bu şiirler Mikdâd Efendi’nin Diyanet İşleri Başkanlığı arşivindeki sicil dosyasından alınmıştır. 01/08/1931 tarihlidir.

2   .“Başvekil İsmet Paşa’ya” ithâfen şiir. Bu şiir de Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki dosyasında bulunan bir dilekçeye eklenmiştir. 05/01/1932 tarihlidir.

3   .“Kızım Suad” başlıklı şiir. Bu şiir Mikdâd Efendi’nin torunlarından Dâra Tan’ın şahsî arşivindedir. 30/03/1935 tarihlidir.

4   .“İstanbul Topkapı Mezarlığı’nda Anama” başlıklı şiir. Bu şiir Mikdâd Efendi’nin torunlarından Belir Bulut’un şahsî arşivindedir. 28/6/1935 tarihlidir.

5   .“Babama” başlıklı şiir. Bu şiir Mikdâd Efendi’nin torunlarından Belir Bulut’un şahsî arşivindedir. 28/6/1935 tarihlidir.

6    Metin Kutusu: 301.“Sılaya Dönüş” başlıklı şiir. 13/01/1939 tarihli bu şiir, Aslanoğlu’nun Divriği Şairleri adlı eserindedir.[298]

3.     AHMED MİKDÂD EFENDİ’NİN KÜLLİYÂTI

Metnin Oluşturulmasına Dair Notlar

Metinler, yakın döneme ait olduğundan, Latin harflerine aktarılırken transkripsiyon sistemi kullanılmamıştır. Bunun haricinde anlam karışıklıklarının önüne geçmek için “ £ ” (ayın) harfleri “ ” (ters kesme) işareti ile; “ * ” (hemze) “ ” (kesme) işareti ile; “J” (kaf) harfinden sonra gelen uzun “â” için “a”, uzun “î” için “î” şekli kullanılmıştır.

“t”, “^” gibi harflerin geçtiği kelimeler bugünkü söyleyişe yakın olan imlâ ile karşılanmaya çalışılmıştır. (Jjîjk dokuz / j^k damar / jlk dar / 4*&: dalga / dâl^: gâfil / ût**: figân vs.)

Metinlerde “kavga, türlü” gibi bazı kelimelerin muhtelif imlâlarla yazıldığı görülmüştür. (jJjjö - ^-b- / t£j& - tcj vs.) Buna benzer kelimeler aktarılırken bugünkü kullanıma yakın olan imlâ tercih edilmiştir.

Benzer bir hususla Ahmed Mikdâd Efendi’nin isminin imlâsında da karşılaşılmıştır. Latin harflerine geçildikten sonra “-'^” Mikdâd ismi “Miktat, Mikdat, Mikdât, Miktad, Mıktat, Mıkdat, Mukdat” gibi muhtelif yazımlarla metinlerde ve evraklarda yer almıştır. Latin harflerine aktarılırken harf değişikliğinden önceki metinlerde “Mikdâd” ismi aslî harfleriyle muhâfaza edilmiştir. Latin harflerine geçişten sonraki metin ve evraklarda ise Mikdâd Efendi’nin imzâsında da ekseriyetle tercih ettiği, bugünkü söyleyişe de daha uygun olan “Miktat” imlâsı tercih edilmiştir.

Latin harfleri ile yazılışı aynı, fakat farklı manâlara sahip kelimeler anlam karışıklığının önüne geçmek maksadıyla aslî harfleri ile parantez içinde gösterilmiştir. (tebahhur [j^£]-[j^] - i’zâm [?t^^l]-[flj^l ] vs.)

Osmanlı Türkçesinde imlâsı kalıplaşmış fakat telaffuzda devir-dönem farklılıklarının görüldüğü eklerin yazımında Yavuz Kartallıoğlu’nun makalesi dikkate alınmıştır.[299] Bu makalede, özetle, bilhassa 18. asır sonundan itibâren eklerin genelinde dudak uyumunun gerçekleştiği; fakat bu eklerin imlâsının değişmediği ifade edilmektedir. Benzer şekilde itmet, virmek gibi fiiller de asırlardır aynı imlâ ile yazılmasına rağmen metinlerin kaleme alındığı dönemde dahi günlük telaffuzda etmek, vermek şeklinde kullanıldığı göz önüne alınarak bugünkü imla ile yeni harflere aktarılmıştır. Aynı durum kapu, karşu, hidmet gibi sözcükler için de geçerlidir. Bu gibi durumlarda Redhouse sözlüğünde mevcut olan, kelimenin günlük dildeki telaffuzuna dair kayıtlardan istifâde edilmiştir.[300] Arapça, Farsça kelime, birleşik kelime ve tamlamaların imlâsında ise İsmail Ünver’in makalesi dikkate alınmıştır.[301]

3.1.     Şiirleri ve Manzûm Eserleri

3.1.1.       Şiirleri[302]

3.1.1.1.     Bedî’a[303]

mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün

1.     Birsin ne diyim birliğine var mı ki şübhe Mir’ât-ı cihân birliğine şâhid-i 'âdil

2.      Bir zerre bile vahdetini etmede isbât

Bin türlü delîl bulmadadır zerrede 'âkil

3.      Kur’ân’a bakar vahdet-i zâtında ilâhî

Tevhîd ederek secde kılar zâtına her dil

4.      “Âh” diyerek dîde-i gerdûn da döker yaş Dağlar ovalar çağlayarak sanki olur seyl

5.      Şu levha-i nîl-gûn-ı semâvât ise işte Yazmış ediyor subh u mesâ ismini tertîl

6.      Otlarda bulutlarda bütün 'unsur-ı ekvân Her demde eder meclis-i ezkârını teşkîl

7.       “Âh” diyerek na'ra vurur gökde bulutlar Ol demde eder 'âleme bir cezbeyi teşmîl

8.      Enzâra hemân 'arz-ı cemâli etdi vücûdun Lutfunla edip türlü delâ’ilini tekmîl

9.      Nâtık ile sâmit görünen hey’et-i mevcûd Her şey kılıyor nâmını takdîs ile tebcîl

10.    İn'âmını mebzûl buyurup halk-ı cihâna Etdin ebedî nev'ini her fasl ile tebdîl

11.    Bin sofra-i in'âmını etdikde küşâde Merzûk ederek cümle-i mahlûkunu her yıl

12.    Yapdın ne büyük kubbe-i isnâ ki o yüzden Etdin ebedî me’ser-i eltâfını tenzîl

13.    Yüksek ne büyük kubbe-i dünyâ-yı dil-ârâ Asdın ne güzel kudret ü hikmetle kanâdil

14.    Bakmak ne müfîd gözleri etmekde muhayyer Bakdıkça eder 'arz-ı vücûd türlü muhâyyil

15.    Müşrik de eğer dîde-i insâfını açsa Tevhîd ederek şirki olur âfil ü zâ’il

16.    'İrfân gözünü kim ki açar çarh-ı cihâna 'İbret alarak Hakka bulur türlü vesâ’il

17.    Mikdâd gibi binlerce zebân olsa güvâhı Bitmez ebedî gizli olan kenz-i mesâ’il

18.    Bir söz ki sana şimdi derim dinle ki vallâh Birdir ebedî hâlık-ı 'âlem yüce Allâh

3.1.1.2.     Nevâ-yı Vahdet[304]

mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün

1.     Eşyâya nazar hâlıka mir’ât-ı beyândır Her zerrede âyât-ı vücûd ‘ayn-ı ‘ayândır

2.     Bak varlığına türlü temâsîle bürünmüş Âsârı anın şekl-i dil-ârâda görünmüş

3.       İnkâr, ne revâ vahdet-i zâtında Hudâ’nın Var varlığına şâhid-i ‘âdilleri anın

4.       İşte ne büyük, kubbe-i ‘ayyûk-ı semâvât Bir bakmada insân görüyor türlü delâlât

5.       Fikr et nereden bunca kevâkib ile ezvâ’ Tahlîl ediyor subh u mesâ hâlıkı envâ’

6.       Şu yerdeki eşcâr u giyâh cümlesi birden “Allah” diyerek secde eder her yerden

7.       Taşlar, kayalar hâlıkı bilmekle mübâhî Her şey ediyor birliğe ‘arz-ı güvâhî

8.       Dikkatle işit, bak ne diyor lahn-ı tuyûrı “Allah” diye ibrâz ediyor sûr-ı sürûrı

9.       Güller açıyor bülbüle bin dâm-ı belâyı[305] Hasretle ana etdiriyor âh u nevâyı

10.    Kimdir gülü tezyîn ediyor bülbülü şeydâ Kimden oluyor bunca güzel iş daha peydâ

11.    Mâhîleri kim saldı bütün ka‘r-ı miyâha Kim verdi şeref tâcını sultân ile şâha

12.    Kimdir yediren hilkate ma‘cûn-ı hayâtı Mahlûku eden mazhar-ı esmâ vü sıfâtı

13.    Kimdir getiren âdemi iklîm-i ‘ademden Kimdir ki mukaddesdir ebed ân ile demden

14.    Kimdir ki eder subh u mesâ mihri dırahşân Kimdir oluyor leyl ü nehârında nûr-efşân

15.    Kimdir ediyor habbeyi bir devha-i a‘zam Kimdir ki odur Bâkî, ebed müsta’zam

16.    Kimdir ki eder katreyi sultân-ı cihânyân Kimdir ki odur evvel ü âhirde de Deyyân

17.    Kimdir ki olur kudreti her ‘âleme nâfiz Kimdir ki eder hükmünü her nesnede tenfîz

18.    Kimdir o büyük var mı anın havfı ehaddan Kimdir yaradır dürr ü güher mâ’-i cemâddan

19.    Kimdir o güzel hüsnüne her dildeki sevdâ Kimdir ediyor ‘âlemi her anda hüveydâ

20.    Kimdir görünen vech-i dil-ârâdaki behcet Kimdir oluyor cümle vücûd-ı zâtına hüccet

21.    Kimdir veriyor bâğ u bisâtına mehâsin Kimdir okuyor savt-ı bülendiyle de Yâsîn

22.    Kimdir görünür âyine-i bûd u nebûdda Kimdir sürünür rûy-i ‘ibâd hâke sücûdda

23.    Kimdir ki dene zâtına “Allah” kerîmsin Ortak sana yok evvel ü âhirde de birsin

24.     Birsin ezelî hâlık-ı erkân-ı cihânsın

Ammâ ki bu fıtratda neden sırr u nihânsın

25.    Zâhir ile bâtın demeğe bince delîl var Ta‘yîn-i hüviyyetde fakat bahs ü beyân dar

26.    “Allah” demeli başka söze aslâ mecâl yok Yanlış olarak anlayan efkâr ise pek çok

27.    Birsin ebedî birliğini eyledim ikrâr Hüccet ile isbâta neden etmeli ısrâr

28.     Bir zerre bile vahdetine şâhid-i ‘âdil

Bir bakmada anlar bunu elbetde ki ‘âkil

29.    Tanzîm-i cihân vech-i nizâmınla karâr-gîr Kimdir edecek belki de bir zerreyi tanzîr

30.    Göklerde bulutlarda gezer cûd u nevâlin Olmaz ebedî evvel ü âhirde zevâlin

31.    Bir lahzada bin varı eder kudreti nâ-bûd Oldur ebedî yer ile göklerdeki ma’bûd

32.    Bir zerre ile ‘âlemi halk etmede birdir Mahlûk bilemez hikmet-i hâlık zehî sırdır

33.     Eşyâya nazar et de düşün hikmet-i Mevlâ
Elbetde budur şân-ı ‘ubûdiyyete evlâ

34.    Dem vurma sakın sırr-ı hüviyyet ile zâtdan Her demde gözet zâtını esmâ vü sıfâtdan

35.    Mir’ât-ı Hudâ yapdığı dergâh-ı ‘alâdır Îmân ile ‘irfân da o mir’âta cilâdır

36.    Aç perdesini kenz-i kemâl zerrede mestûr Evsâf-ı cemâl hâme-i kudret ile mezkûr

37.    İb‘âdına bak cism-i mücerred diye geçme Gafletle tutup perde-i ‘irfânını açma

38.     Bak zerreye gör istediğin iste de anla

Bir köşesine sıdk ile ihlâs ile yanla

39.    ‘Ummân görünür zerre olan çeşm-i mübîne Takvâ ile muhkem yapış ammâ ki bu dîne

40.    Sil gözlerini, sûretini eyle münezzeh Kalbinde düşün eyleyerek tâhir ü enzeh

41.     Tut halkasını Ka‘be-i ezkâr-ı Hudâ’nın

Bak fırsatına vakti ile farz edânın

42.    Sünnet yoluna eyle fedâ mâl ile cânı “Allah” yolunu tut da gidip emrini tanı

43.    Kur’ân’a da bak doğruluğu eyle ta'allüm Zinhâr ebedî kizb ü lağv etme tekellüm

44.    Mahlûka ezâ eyleme haksızca gazabdan Sabr et ki amân çıkmayasın râh-ı edebden

45.    Tut şer‘-i şerîf üzre olan[306] habl-i metîni[307] Hakdan hibedir bizlere bil böylece dîni

46.    İnsâna şeref-res olacak şer‘-i şerîfdir Kadrin bilen âdem ise bir merd-i zarîfdir

47.    Hak yolları besbelli olur fikr edilince Meydâna çıkar şer ise bir hatve gidince

48.    Tâğûta küfür ‘aynı savâb ile îmândır Bu mes’eleye dikkat eden çünki yamandır

49.     İğvâ ederek âdemi putlarla eder pîs

Bin hîlesi var ‘âlemi soymakda o telbîs

50.    Bin sûfilerin sûfını soymuş da çıkarmış Evvelce de çok hâneyi bir demde yıkarmış

51.    Vaktâ ki cihân şemsi gelip etdi temerküz Artık o kadar bulmadı iblîs dahi merkez

52.     Gâfil olanı avlamada etmedi te’hîr

Uysak olanı etmededir dâ’imâ teshîr

53.    O kelb-i mübîr şerri zuhûr etmede her an Dünyâda keser nice milel emrine kurbân

54.    Nerden gelecek kimse anın fendini bilmez Bin herzeyi birden yiyerek ağzını silmez

55.    Lağv etmede eclâf-ı zamân ‘ârı düşünmez Bin münkire bir lahzada gitmekde üşenmez

56.     Erbâbı gerek tâ ki anı eyleye irşâd

Tahlîs-i girîbân ile bu kalbi edip şâd

57.    Emmâre olan nefsi tutup kahr ede birden Tashîh-i fikr etdirerek salına serden

58.    “Allah” dedire başkasını etdire nisyân Enzâr-ı mürîdânda ola mâ-sivâ seyyân

59.     Bir vâhidi tevhîde bula râh-ı selâmet

Tâ görmeye o rûz-ı nedâmetde melâmet

60.     Dûrbîn-i basîretle görüp zât u sıfâtı

Tavsîf ede tâ vasfı ile Hazret-i Zâtı

61.    Tevhîd yoluna kim ki girer Hakk’a erer ol Vuslat arayan zâta budur doğru selîm yol

62.    Bilmek ne büyük lutf-ı Hudâ-yı müte‘âldir Cehl-ile vusûl bil ki anı emr-i muhâldir

63.    Bildim diyerek mezlakada çukuru kaldı Geçmekde iken lücce-i hüsrâna da daldı

64.     “Allah” dedi bir sûreti kendince edindi

Tadrî‘-i cinân eyledi bir köşede sindi

65.    Teşbîhe girip eyledi bin türlü rezâlet Şeytân da bunu eyledi ıdlâline âlet

66.    Tevfîkine mazhar olanı kimse şaşırmaz Onlar da durup yok yere şu haddi aşırmaz

67.    'İfân gözünü levha-i 'ayyûka çevirmiş Cismi burada kalbini Allah’ına vermiş

68.    Erler eridir sûk u menâzilde gezerken Hak dil-beridir nân u nemek halk ile yerken

69.     Deryâdil-i esrâr-ı muhabbet olarakdan

Bir an bile gaflet edemez Hazret-i Hakdan

70.    Gaflet ona nisbetle büyük cürm ü kusûrdur Esved ise de kalbi anın hıtta-i nûrdur

71.     Hikmetle dolu kalbi anın türlü cevâhir

Seyyân bulunur anda ebed bâtın u zâhir

72.    Dünyâları yaksan da ebed zerrece doymaz Sünnetle 'amel eyleyerek kimseye uymaz

73.    Zemm eyleyene medh edici zannını besler Tahkir edeni lutufla tekrîm ile sesler

74.    Ölmekle hayât sanki müsâvî nazarında

Kaim bulunur Hakka anın hep huzurunda

75.    Saklar ki anı kimse görüp etmeye meşgûl Tâ olmaya bu dağdağada 'âleme me’mûl

76.    Fıtratdaki makdûru görür seyre olur râm Ağzın açamaz söyleyemez olsa da ibrâm

77.    Her vara bakıp Hâlıkını anda temâşâ Benzetmeyerek seyr ediyor vechini hâşâ

78.    Lezzât-ı cihân bil ki cinân işte bu zevkdir Mikdâd’a göre şevk-i 'azîm işte bu şevkdir

3.1.1.3.    Şiirler[308]

8’li hece

1.       Kardaş gelin birleşelim Yurdumuza yerleşelim Güzel güzel görüşelim Yücelere erişelim

2.       Hakka lâyık iş edelim Başkasını biz n’edelim Doğru güzel yol gidelim Eğriliği terk edelim

3.       Ecdâdımız kimdir bilin Dediğine bakma elin Kardaşlığı muhkem kılın Yürekdeki kîni silin

4.       Biz kardaşız bir babadan Gitmeyin eğri sapadan Yaradan verdi cabadan Etdi sağlıkla âbâdân

5.       Unutmayın sırdaşlığı Terk etmeyin kardaşlığı Muhkem tutun yoldaşlığı Bırakmayın dîndaşlığı

6.       Çalışalım iş yapalım Eğri yollardan sapalım Yalınız Hakka tapalım Dünyâda ad kapalım

7.       Kötülükden sakınalım Doğruluğu takınalım Kendimize bakınalım Yurdumuza biz konalım

8.       Bize düşman bir güvedir Yurdumuz hâli yuvadır Çünki güzel bir ovadır Karıncamız bir devedir

9.       Vermeyelim yurdu ele Savurur harmanı yele Şanlarımız gider seyle Büyük küçük millet bile

10.   Gözümüzü merd açalım Yaramazlıkdan kaçalım Düşmana merdlik saçalım Etmeye tâ bir de çalım

11.   Kanlı kefendir şânımız Şehîdlikdir nişânımız Mezâr bizim gülşenimiz Hep karanlık rûşenimiz

12.   Dedikoduyu atalım

İşi birlikde tutalım Geçenleri unutalım Düşmanları uyutalım

13.   Târihlere bir bakınız Gönül mumunu yakınız Yiğid kılıncı takınız Düşman iline akınız

14.   ‘Osmânlıyı gösterelim ‘Âleme heybet verelim Kavgâya birden girelim Düşmanı ölmüş görelim

15.   Sancağı bir kaldıralım Tâ yürekden saldıralım Düşmanı birden kıralım Dağ gibi karşı duralım

16.   Mikdâd dedi bu sözleri Açalım yâ hû gözleri Ağardalım da yüzleri Tanındıralım özleri

3.1.1.4.      Enîn[309]

fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün

1.       Mütemâdî yakalım bağrımızı âh bin âh Vatanın cânını yakmışdı cehâlet eyvâh

2.       Bu da çok sürmedi hayfâ çözülüp gitdi vatan Hani ya kadrini ibcâl ederek elde tutan

3.       Yetişin bunca mezâlim yapıyor Bulgarlar İnkişâf etdi haremlerdeki mestûr 'ârlar

4.       Nerede kan bu mudur böyle uyuşduk kaldık Ne içün gaflete hayretlere birden daldık

5.       Babamız böyle miydi düşmanını görse meğer Anların bir kılıcı bin yüreğe korku eker

6.       Haykırın işte zamânı daha durmak var mı Koşdurun atları bilmem ki bu 'âlem dar mı

7.       Yıkılan hâneleri yapmaya gayret yok mu Yoksa biz kâfî değil düşmanımız pek çok mu

8.       İşte ben bayrağımı elde tutup da yürüdüm Bana her sâhadan a'lâ görünür bir yurdum

9.       Nerde izhâr-ı diyânetle olan şöhret-gîr

Ana da işte benim bu sühanım bir tezkîr

10.    Geliniz bir olalım ya ölelim ya kalalım Düşmanı kahr ederek yurdu elinden alalım

11.    Geliniz hak yoluna 'azm-i cihâd eyleyelim Birleşip derdimize ba'zı devâ söyleyelim

12.    Ne de korkak ne de miskîn demesin kimse bize Birleşirsek vuramaz kimse bizim ensemize

13.    Şu hilâflarla şikaklar neye mebnî oluyor İşte nâmûs-ı 'umûmî ara yerde ölüyor

14.    Yetişir parçaladı hep ciğeri ellerimiz Böyle hâllerle bu elden çıkıyor illerimiz

15.    Kimini kesdi bıçak ya kimini asdı resen Ne kadar yağma edildi hele 'iffet bilsen

16.    O gelinler ile kızlar o kadar nûr-ı cemâl Bir sürü hınzıra olmuş ne felâket pâ-mâl

17.     Her biri türlü ezâlarla görür bin zillet

Yetiş imdâdına artık ne olur ey millet

18.    En güzel nesl-i necîb bir köpeğin annesine Şimdi hizmet ediyor amma kimin o nesine

19.     Duracak vakti geçirdik daha yokdur müddet

Bu sefer mi buna sabr eyleyecek bu ümmet

20.      Çıkınız dîne hakaret edeni kahr edelim

Şu uğurda yürüyüp düşmana doğru gidelim

21.    Boyalı köşk ü sarâylar bize bir şey vermez Böyle gamgîn olana dest-i zafer pek ermez

22.      İleri hep ileri ey vatanın evlâdı

Hani gayretle hamiyyet hani ecdâd adı

23.    Sökelim düşmanı gayretlenerek bir kökden Yetişir lutf-ı ilâhî bize imdâd gökden

24.    Yıkılan mescidi yapmak ne büyük hürmetdir Yırtılan perdeyi dikmek ebedî zimmetdir

25.    Dökülen kanları tathîre şitâb etmeliyiz Bu sebeble hepimiz harbe çıkıp gitmeliyiz

26.    Bu felâket ne de müdhiş arada var nâmûs Minberin burc-ı bülendinde asılmış nâkus

27.    O rezîl ellere geçmiş ne kadar mâl ü menâl Kiminin kanı hedermiş kiminin 'ırzı helâl

3.1.1.5.     Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber Salla’llahu ‘aleyhi ve-sellem[310]

fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün

1.       Ey hakikat ma’deni, ey dü-cihân peygam-beri Ey şerî‘at mahzeni, ey kâ’inâtın reh-beri!

2.       Ey habîbi Hazret-i Hakk’ın şefâ‘at-perveri Ey fetânet burcunun bir mâhitâb-ı enveri

3.       Ey Hudâ’nın Mustafâsı, ey gönüller dil-beri Ey melekler muktedâsı, ey nebîler ekberi

4.       Ey sa’âdet melce’i zî-fezâ’il akderi Ey kerâmet menba’ı, ey sıhr-ı pâk-i Haydarî

5.       Ey cemâli nûr-i Kur’ân, pür-şezâ-yı ‘anberî Ey ‘Arab sâdâtının fahri, hatîb-i minberi

6.       Ey semâya sâye-endâz, ey zemînin serveri Ey asâlet tahtının şâh-ı celâdet-perveri

7.       Ey veren zînet zamâna geldiği günden beri Ey cemâliyle eden zâhir Bilâl ü Kanber’i

8.       Ey şerâfet merkezi, ey kenz-i ‘irfân izhari Ey kıvâm-ı her dü-‘âlem, ey tecellî mazhari

9.       Ey kılan Mûsâları, ‘Îsâları hâhişveri Ey eden ashâbını ensârını dânişveri

10.    Ey fütûhâtıyla ma‘mûr eyleyen her kişveri Ey veren a‘dâya dehşet satvet-i âteşveri

11.    Ey metânetle eden hâ’if cünûd-ı kayseri Ey gazâda eyleyen rehber hübûb-ı sarsarı

12.     Ey cenâb-ı seyyidü’l-kevneyn ‘âlî gevheri

Ey sadâkat dürr-i yektâsı ferîde cevheri

13.    Ey Ebû Bekr ü ‘Ömer, ‘Osmân u Haydar-ı saf-deri[311] Ey edenler Hakk’a nusretle münevver her yeri

14.     Ey esâs-ı ümmeti tahkîm eden savletveri

Ey nidâsıyla şefâ‘at istiyor bu kemteri

15.     Ey ilâhî lutf u ikrâm et de bu gayretgeri

Eyle bâb-ı fahr-i ‘âlemde anın hizmetgeri

16.    Ey Rahîm ihsân buyur da rahmet-i nusretveri Eyle anı rûh-ı pür-taksîrimin vuslatveri

17.    Ey Kerîm Allah görür elbet bu güzel münşiri Eyle âsân Ahmed Mikdâd’a rûz-i mahşeri[312]

3.1.1.6.      Şerefü’l Mücâhidîn’den[313]

fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün

1.       Ben yiğit oğlu yiğit bir kahramân-ı ‘âlemim Gerçi sûretde kıyâfetde mücerred âdemim

2.       Kan saçar bayrak açar düşmanları mahveylerim Şimdi arslanlar yiğitlerdir refîk ü hemdemim

3.       Düşmanı andıkca kalbim çarpıyor birden bire Katl-i a‘dâ-yı melâ‘indir hemîşe her demim

4.       Top tüfek gülle şarapneldir bana eğlence hep Kan akıtmak baş kesip kahr eylemekdir mahremim

5.       Harb eder düşmanları mahveylerim darbem ile Dağ başı yâhûd mağaradır makarr u meskenim

6.       Râhat-ı dünyâ benim zevkimde hîçdir bil anı Düşmanı serdikde râhat zevk ü şâdî ederim

7.       Kan içer âdem yerim ben aç kalırsam kavgâda Rûh-ı a‘dâdır gıdâm olmaz ta‘âm-ı diğerim

8.       Dağ demez ateş demez Mikdâd geçer hep sedleri Düşmanı ta’kîb eder tâ şark u garba giderim

3.1.1.7.    Duygu Demetleri’nden[314]

me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün

1.       Hayatın yaz kışından çok usandım Nedir bitmez tükenmez geldi, gitti Hayatı bir saadet yurdu sandım Hayatımda hayatım dinle n’etti

2.       Bana şu derbederlik oldu erzan Bugün bunda yazın ağyar elinde Hikâyem kalbimi etmekte lerzân Bütün haysiyetim elin dilinde

3.       Niçin bu cüstücû-yı devr-i âlem Yerinde pâyidâr olsam n’olurdu Felaketler içinde nev’-i âdem Hayatı terk edeydi kurtulurdu

4.       Evet varlıkta sa’y etmek revâdır Hayatın böyledir aslında şartı Çalışmak derdi fakra bir devâdır Gezer deryada ihtiyaçla martı

5.     Beşerdir şu anâsırda müessir Deler dağlar geçer derya denizler Yaşayışta ne hikmettir bulur der Çalışmakla parıldar hoş benizler

6.       Didişmekle boğuşmak türlü gayret Gece gündüz bütün mevsimde yaz güz Beşerde bir muammadır bu siret Hava derya kara her yer bütün düz

7.       İlim, irfan, mesâi fenni tetkik

Bütün bunlar beşerde oldu mevcut Derin mefkûreye dalmakla tahkik Bu işler lutf-ı Hakla oldu bir cut

8.       Çalıştırdı cihanda verdi kudret Yesinler ta ki erzakı mukadder Nazargâhı teemmülde ne hıret Sakın olma hayatında mükedder

9.       Ne yaptımsa umutlarım oldu bitti Hayatımda geçirdim türlü etvar Emeller doğdu Miktat sonra yitti Şu müstakbelde bilsem ki neler var?

3.1.1.8.      Başvekil İsmet Paşa’ya Şiir[315]

fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lâ tün/fe 'i lün

1.       Eğer olmazsa bana böyle ta’zim lutf u kerem Olurum gayrı derûnum ile ben sonra verem

2.       Beni Cumhûriyetin şânına bahşeyle O Diyanet işinin sahibine bir söyle

3.1.1.9.      Kızım Suad[316]

11’li Hece

1.       Uyanır kalkarım sabahtan erken İçimde sızı var bakarım Suad Kalbimi haşlayan bu nedir derken Işığı yakarım bakarım Suad

2.       Kızım ne hâldesin sesin çıkmıyor Ne ise derdini söyle babana

Seni düşünmeden kalp ayıkmıyor Hayalim gidiyor yazı yabana

3.      Kalbimin kulağı mikrofon aldı Dinledi dinledi seni inledi

Kederli yüreğin gölgeler saldı Uzaktan uzağa derin inledi

4.      Belki bir yaran var saklama derdin Derdini saklayan derman bulamaz Babacığım beni unutma derdin Bir baba kızından ayrı olamaz

5.      Uyurum görürüm rüyada seni Uyanır anarım gece gündüzde İhmâl eder miyim dünyada seni Kımıldar gezerken derede düzde

6.      Seninçün ben bugün çalışıyorum Yoksa neme lazım gidip gelmeler Kızıl alev aldım alışıyorum Nedir yüce dağlar geçip delmeler

7.      Kızım sen yücesin, hürsün, büyüksün Kimseler hürleri esir edemez

Sanma ki kimsenin sırtına yüksün Korkma zararına kimse gidemez

8.      Hayatı kazandın okur yazarsın Ortayı bitirdin san’atı aldın Dilersen her çeşit maden kazarsın Hüner ülkesine gölgeler saldın

9.      Söyle kızım söyle söyle dinleyim Söyle ki sözünden kıvanç alayım Gülersen sevinem yoksa inleyim Olur mu ki öyle dertli kalayım

10.    Söyle ki derdini dinleye Miktat Odur dertlileri durup dinleyen Ezelden beridir eylemiş mu’tâd Odur başkasını görüp inleyen

30/3/1935

3.1.1.10.    Bay Baba Sâlim’e[317]

11’li Hece

. Gönül gönül diye düştün feryâde, Gönül sâhiplerin başladım yâde, Kimisi karada, kimisi deryâde, Her biri sen gibi gönül yüzünden.

2.       Her yere bir gönül ben vere vere, Gezdim bırakmadım ne dağ ne dere. Henüz o yoldayım demek ki nere? Dolandım acunu dere yüzünden.

3.       Gönül ülkesinin tahtı yücedir, O tahta çıkanın bahtı yücedir.

Eğeri murassa râhı yücedir, İşit felsefeyi ozan sözünden.

4.       Ne mutlu ona ki gönül veremez, Ülkü ağacının gülün deremez. Kolunu uzatsa gene eremez, Düşer her gördüğü sevgi gözünden.

5.       Sâde bir güzele gönül vermeli, Onun sevgisine varıp ermeli.

O gülün goncesin alıp dermeli, Hangisi güzeldir, onun yüzünden.

6.       Mikdâd ne hoş dedin neler söyledin, Yürekte derdim belli eyledin, Anlayan bilir ki n’ettin neyledin, Gözlerime sürsem onun tozundan.

3.1.1.11.    İstanbul Topkapı Mezarlığı’nda Anama[318]

11’li Hece

1.         Geldim ki kabrini görem de gidem Şu yaslı kalbimi tesellî edem Söyle ki sesini bir dem işidem Nerde yatıyorsun ey garîb anam

2.         Uzun yıldan beri görmedim seni Belki görmeyeli unutdun beni

Yolunda yıpratdım şu yorgun teni Söyle ki kendimi bahtiyâr sanam

3.         Serviler kesilmiş yerin düzelmiş Demek şu felâket sana ezelmiş Yüreğim dayanmaz çünki nezelmiş Bırak beni anam derdime yanam

4.         Nerde saçlarımı okşayan elin

Nerde nenni diyen o tatlı dilin

Nerde o perçemin o sırma telin Bırak anneciğim ağlayam, kanam

5.         Süt verip avutdun beni bir zaman Kim bilir o zaman ne kadar yaman İdim ki elimden demişdin aman Ko beni ağlayam yaşlara banam

6.         N’olaydı ecelin gelmez olaydı

Hiç değil elliyi yaşın bulaydı

O zaman tesellî bana kolaydı Benimle meliyor inekle danam

7.         Sen beni doğurdun beni büyütdün Ne güzel ninniler deyip uyutdun Benimçin ne kadar acılar yutdun Hangi bir işinle ben seni anam

8.         Mikdâd neler dedin neler söyledin Mezârda anneni ta’cîz eyledin Demek bilmiyorsun n’etdin n’eyledin Diyerek söyleyen yok mu utanam

3.1.1.12.    Babama

11’li Hece

1.         Ey baba aradım kabrini bulam Mezârın görem de bahtiyâr olam Derîn hasretimden belki kurtulam Aradım taradım iz bulamadım

2.         Diledim kabrine erken geleyim

O yüce dağları geçip deleyim Belki huzûrunda ‘afv dileyim N’edem ki yorulmaz diz bulamadım

3.         Ne kadar senedir uzak ildeyim İşlerim komadı çünki eldeyim Vazîfem ağırdır coşkun seyldeyim Yırtığı dikmeye biz bulamadım

4.         Belki daha önce gelir gezerdim Seni görme ile neler sezerdim Yerimde durmayıp hemen tezerdim Fakat o fırsatı tiz bulamadım

5.         Engele bakmayıp gelirdim sana Çünki sevimlidir babayla ana N’olsa da kıyardım şu tatlı cana Nedense gelmeye hız bulamadım

6.         Diledim beraber alıp getirem Hayatta on torun sana yetirem Onları toplayıp armağan verem Oğullar gelmedi kız bulamadım

7.         Ağladım ağladım için içine Seslerim ulaşdı tâ gitdi de Çin’e Kederli bir adam nasıl geçine Gözyaşım silmeye bez bulamadım

8.         Engelim çoğalmış başımdan aşmış İşlerim öylece köpürmüş taşmış Mikdâd’ın şu başı belâlı başmış Onları bırakıp cezb olamadım

3.1.1.13.    Sılaya Dönüş[319]

11’li Hece

1.       Tamam kırk senedir gurbete gittim Görseniz orada ben neler ettim?

Yeşil ağaç gibi töredim, bittim; Yüzümün üstünde bir ağ getirdim.

2.       Yükümü yükledim, katara geldim; Gelirken dağları devirdim, deldim. Zirveden aşağı kükremiş seldim, Paslı yüreklere ben yağ getirdim.

3.       İlim meclisleri bağ-ı cinândır;

Bunu bilmeyene söyle, inandır. Yüreğin içinde ışığı yandır Sevgili yurduma bir bağ getirdim.

4.       Saçımdaki akı görüp aldanma; İhtiyar diyenin sözüne kanma;

İftira edip de ateşe yanma, Henüz pek yerinde bir çağ getirdim.

5.       Ulusum ne zaman savaşa girse, Başkanım yürüyüş emrini verse, Yiğitler kükreyip kavgaya girse, Mertlik anbarından bir mağ getirdim.

6.       Ordu nâsıhlığı yaptığım zaman Düşmanlar elimden demişti aman. “Divrikli Hoca”ydı adım o zaman İlime şerefli bir dağ getirdim.

7.       Miktat ne bahtiyar tâlihin vardır; Henüz o gençliğin özüne yârdır. İftihar edenin âhiri nârdır, De ki şahin değil, bir zağ getirdim.

13/1/1939

3.1.2.      Manzum Eserleri

3.1.2.1.      Feryâd-ı Dehşet-engîz Der-hakk-ı Trablusgarb[320]

Mukaddime

mef ‘û lü/me fâ ‘î lü/me fâ ‘î lü/fe ‘û lün

1.       Zâlim bulacak etdiğini sen gene sabr et Allâh’a tevekkül ederek doğru selîm git

2.       Gördün mü ki zâlim ede tahlîs-i girîbân Elbette kırar boynunu bir sesle de devrân

3.       Evler yıkanın hânesi olmaz mı beyâbân Yıkmaz mı onun lânesini gerdiş-i ezmân

4.       Eytâm u erâmîle eden renc ü hakaret Çekmez mi ki o lahd-ı perîşânîde zahmet

5.       Cümle insâfını atmış da çekilmiş târa Vurmaz mı kader sînesine bir acı yara

6.       Allah diyenin hâmîsi Allah-ı Celîldir Bîçârelerin hasmı nihâyetde zelîldir [s. 3]

7.       Mağrûr-ı cesâret olana etme tekâpû Hîç var mı tecebbürle eden ‘âlemi tâpû

8.       Her kim ki eder Hakk’a tevekkül rûşende Elbette muvaffak olacak cümle işinde

9.       Tertîbe bakıp ‘âkıbeti eyleme teslîm Ma‘nâya hulûl eyleyemez maddeyi ta‘lîm

10.     Tedbîri bozar kudret-i Rab lahza içinde

Binlerce misâl var buna bu dîn-i mübînde

11.    Bahriyyesine müsteniden düşman-ı cellâd Etmekde bugün gösteriyor ‘âlemi ber-bâd

12.     Etsin gene etsin ki olur kendi harâbe

Kudret dökecek ‘askerini zîr ü türâba

13.    Vahşet mi nedir böyle mezâlim ki yapıldı Ma’sûmlara binlerce şarapnel ki atıldı

14.    Bilmem bu mudur ‘âlem-i inşânda temeddün İster mi bunu şimdi ‘aceb bir mütemeddin

15.    Hâşâ diyemem çünki beşer cevher-i yekdir O da haksız yere kan dökmeyerek yüksekdir

Hitâb [s. 4]

mef û lü/me fâ î lü/me fâ î lü/fe û lün

16.    Ey ‘âlem-i insâniyyetin şânını bilmez Haksızlığa cellâd kılıcın kanını silmez

17.    ‘Osmânlıların seyf-i celâdetleri vardır Eylerse hurûş kürre-i ‘âlem bile dardır

18.    Sen kahrına mağrûr olarak ortaya çıkdın Binlerce ocak söndürerek evleri yıkdın

19.     Sıbyâna kadar seyf-i gadr eyledin irsâl

Hele şu hâke serildi bu kadar bin nevsâl

20.     Evlâdı isek biz vatanın mâderimizdir

Ölsek de uğurunda bizim makberimizdir

21.     Karşında duran şîr-i jiyân ‘askerimizdir

Zabt eylediğin yer gene her dem yerimizdir

22.     O gördüğün erler ki bizim hep erimizdir

Kavgâda bizim Haydar-ı kerrâr pîrimizdir

23.     Bir dâne bile kalsa bu millet sana birden

Yine elbette çeker süngüsünü her yerden

24.     Ölmek bize bir şân u şerefdir sen bil [s. 5]

Öğren de bunu sonra bizim toprağa serpil

25.     Evlâdımızın şânı gibi kanı büyükdür

Bir katresi de düşmana en doğrusu yükdür

26.     Bir mahkemede yan yana durdukda olur bu

Ammâ ki dolar süngü ile bir kere her sü

27.     Kanlar uyuşuk zann ederek etme tekebbür

Kur’ânda bize Hak veriyor nush-ı tedebbür[321]

28.     Bir sıçramada “Roma”dayız anı gelince[322]

Ol-bâbda Hudâ nusreti fermânı gelince

29.     Şândır kanımız şöhretimiz hûn-feşândır

Ölmek bize dünyâda büyük ‘âli nişândır

30.     Cennet kapısı dâ’imâ ervâha küşâde

Hûrî ile vildân bize her demde âmâde

31.      Allâh ki bize emr-i cihâdı ede ısdâr

Eyler mi bizi dest-i mezâlim ile ızrar

32.      Biz hazret-i ‘Îsâ’yı da bildik ve inandık

Fermân-ı ilâhîye boyun vermeye kandık

33.      Hakdır ebedî cümle kitâblarla nebîler [s. 6]

Îmânda beraber bulunur bizde sabîler

34.      Tevfîk-i Hudâ bizlere olmuş idi hem-dem

Nusret bizedir lutf-ı ilâhî ile her dem

35.      Türkler ebedî terk edemez Hakk’ını hâşâ

Birden bire o gösterecek halka temâşâ

36.      Arslan ufacık mes’elede tavrını bozmaz

Kaplan ise tedbîre bakar kendini yormaz

37.      ‘Osmânlıların nesli necîb aslı kerîmdir

Ammâ ki onun darbesi gâyet de elîmdir

38.      Ecdâdımızın kârına hürmet ne güzeldir

Kavgâda ölüm bizlere taksîm-i ezeldir

39.      Bir kabza-i hâkinde olur bin kurbân

Bu bâbda verir hubb-i vatan[323] ‘âleme fermân

40.      Takdîr ona şâyeste vü hürmet yine takdîr

Kardaşlarımız eyledi hep ölmeyi tahkir

İhtâr [s. 7]

41.      Millet duruyor ‘âkıbeti seyr ediyor hâ

Birden çıkacak karşına bil ejderhâ

42.    Biz âdemîyiz âdemi takdîr ederiz biz Âdemliğe uymaz işe bed’ eylediniz siz

43.    ‘Osmânlıların mesleği her demde kemâldir Nâsıyesi pâk tıyneti bir hüsn ü cemâldir

44.    Hasmıyla hemân ceng ü cidâl etme sürûrdur Fıtratda besâlet bize bir hassa-i nûrdur

45.    Dağlar başı bağlar gibi gülzâr u ferahdır Harb etme bize sanki tenezzühle merahdır

46.    Millet severek harbe bugün eyledi âğâz Kalbden çıkıyor harbe olan neş’eli âvâz

47.     Âfâka yetişdirdi bütün sûr-ı sürûru

Şimdi cângâhını hep kapladı gayret nûru

48.    Sıbyân bile o his ile o nûr-ı fikirle [s. 8] Dünyâyı bütün dolduruyor harbi zikirle

49.    Gâzîlere bir şân u şeref kırmızı esvâb Hep onlara meftûh bulunur perde-i ebvâb

50.    Cennet bize âmâde melekler de müheyyâ ‘Ukbâda Hudâ eyleyecek ‘âlemi ihyâ

51.    Dünyâya mı meftûn olalım işte memât var Uhrâda ise türlü sa‘âdetle hayât var

52.    Osmânlıların şânı büyük himmeti çokdur Meydân-ı vegâda duracak misli de yokdur

53.    Kalb-i milletde alev-rîz şecâ‘atdir harb[324] Cenge âmâde bulunmakda bütün yek mezheb

Tenbîh

54.    İnsâna şeref-bahş olacak fikr-i cesâret Korku da takar gerdene zincîr-i esâret

55.    Biz ölmede öldürmede yektâ-yı zamânız İnsâfa gelen hasma da bir dâr-ı emânız

56.    Evtânımızı düşmana vermek bize ‘ârdır [s. 9] Bil ki o yolda ölüm istemeyen bedkârdır

57.    Arslan gibi evlâd-ı vatan kükreyecekdir Dünyâya anın satveti dehşet verecekdir

58.     Tahkir ederiz öyle hayâtı ki o züldür

Allah bizi zilletle yaşatma ya da güldür

59.    Evlâd u ‘ıyâl mâl u menâl servete bakmaz ‘Osmânlıların hîç biri â’dâyı bırakmaz

60.     Dağlar da siper olsa da meydâna girilse
Sür‘atle gidip âteş-i deryâya girilse

61.    Gayret yaracak mâni‘ayı gayri sebep yok İşte efkâr-ı ‘umûmîde bu hiddet pek çok

fâ i lâ tün/fâ i lâ tün/fâ i lâ tün/fâ i lün

62.     Hele sancâğ-ı şerîf toplayacak en sonda

Kat‘-ı da‘vâ-yı hakikat edilir bil onda

63.     Kahramân ‘askerimiz mevte harîsdir her dem

Bu şehîdlik orada bunda kalır mı âdem

64.    Harbimiz, satvetimiz var ne de ‘âlî şânımız Yaşasın hubb-i vatan hep ana kurbân cânımız

65.    Ölmeye teşne iken böyle şerefli millet [s. 10] Düşünür mü ‘acabâ sabr ederek bu devlet

66.    Öyle âlây-ı mukaddes ki şehîdler cümle Edecekdir bize imdâd ile yüz bin hamle

67.    Kudretu’llahı penâh eyleyerek biz birden Edelim düşmana savletle hücûm her yerden

68.    Çekelim seyf-i şecâ‘at diyelim yâ Settâr Saçalım üste bin türlü şarapnel ile nâr

69.     Korkunun mevte medârı olamaz ‘âlemde

Ne ise işte odur 'ömr-i beşer âdemde

70.    Birleşip hasma mukabil çıkalım ey ihvân Bizi imdâdına da’vet ediyor bu evtân

71.     Yaşasın şîr-i mücâhid koca ‘askerlerimiz

O hamiyyetli gönüllü dîni tam erlerimiz

72.    Düşmanın bağrına çekdi dâğ-ı tenkîl-i cihâd Ebedî kodu cihânda ne mukaddes bir ad

73.     Levha-i ‘arşa yazılsın o mübârek esmâ’

Onların cânı ile şâd oluyor vech-i semâ’

74.    Titredi rûy-i zemîn hûn-ı şehîdâna bakıp [s. 11] Semt-i cennâta revân oldu vücûdlardan akıp

75.    Derne, Bingâzi, Humus, Şehr-i Trablus meşhed[325] Olduğu türlü delâ’il ile de müsteşhed

76.    Tozlarından ola da gözlere sürme edelim Yoksa mümkün ola da biz de cihâda gidelim

77.    Olalım ‘âlîcenâb millete mülhak u mu‘în Edelim düşmanı mermi ile dâ’im tel‘în

78.    Mütemâdî edelim hayr du‘â vird-i zebân Onların hâmî vü yardımcısı olsun Yezdân

79.     Yetişir lutf-ı ilâhî çözülür ‘ukdeleri

Yine gâzîlerimiz zabt ederek noktaları

80.    İsteriz lutf-ı Hudâdan dileriz nusretini Gözleriz leyl ü nehâr bahş olacak kudretini

81.    Vatanın kabza-i hâkini Hudâ-yı müte‘âl Feyz ü servetle buyursun ebedî mâlâmâl

82.    Bezl ü ihsân ediniz ehl-i vatan birçok mâl Olabilsin bu mukaddes ebedî ‘âle’l-‘âl

83.    Mülk ü millet ile devlet ebedî var olsun [s. 12] Vatanın her tarafı feyz-i terakki dolsun

84.    Bize düşman olanı Hak ede her an makhûr Bir tarafdan vatanı hem ede Allâh ma‘mûr

85.    İrtikâb etdiğimiz zenbi buyursun mağfûr Etmesin ‘âleme karşı bizi mağlûb menfûr

86.    Bize işlerde metânet ile gayret versin Düşmanı ağlatarak dostumuzu güldürsün

87.    Ola nusretle mu‘în fazl-ı Hudâ her demde Ede lutfuyla kerem koymayarak bir gamda

Tezkîr

fe i lâ tün/fe i lâ tün/fe i lâ tün/fe i lün

88.     Bize biz bakmalıyız gayriye mi var hâcet

Bu bedîhî söze ister mi ‘acep bir hüccet

89.    Hele bir hâli görüp mâzî nedir fikretsen Devr-i ahlâfa bakıp bir selefi zikretsen

90.     Görürüz Fâtihi Yavuz ile ‘Osmân Hânı

Görürüz Haydar-ı kerrâra misâl hâkânı

91.    Görürüz ‘âlemi dehşetle eden pür-zelzâl [s. 13] Görürüz sâha-i satvetde hezâr Rüstem-i Zâl

92.    Görürüz kuvvet ü miknetle olan şöhret-gîr Görürüz mes’elede vaz‘ edeni bin tedbîr

93.     Görürüz ‘akl-ı selîm halk-ı kerîm erbâbın

Görürüz ‘ilm ü kemâl hüsn ü cemâl ashâbın

94.     Görürüz hakk-ı tevâbi‘de eden bezl-i meded

Görürüz ‘adl u metânetde olan gayra sened

95.     Görürüz ehl-i mürüvvet ile ‘âlî sîret

Görürüz türlü mehâsin ile pek ‘ulviyyet

96.    Görürüz cânını kurbân edeni hak yolda Görürüz de kalırız anlara nisbet solda

Tavsîf

97.     Kimi ‘âlim kimi ‘âmil kimi düstûr-ı celîl

Kimi ‘ârif kimi ‘âbid kimi dünyâda delîl

98.    Kimi sahrâ-yı cihâdda yalnız pür-dehşet [s. 14] Kimi hengâm-ı vegâda kesilir bir vahşet

99.    Kimi ka’im kimi râki‘ kimi sâcid idi hep Kimi mescidle mübâhî kimi yapmış mektep

100.Kimi hayrât u müberrât kimi infâk-ı fakır Kimi tertîl-i kırâ’atla ederdi tefsîr

101.Kimisi Hakk’a ‘ibâdet ederek tâbe-seher Kimi haşiyyetle durur kıbleye karşı titrer

102.Kimisi hâlini ağlar kimi feryâd eyler Kimi ‘ukbâya döner haşre münâsib söyler

103.     Kimi zâhir kimi bâtın ile meşgûl dâ’im

Kimi her demde cihâd üzre olurdu ka’im

104.Nerede onlar ki olur ‘âleme burhân-ı celî Her biri ‘asrına nisbetle birer şahs-ı velî

105.Bizi onlar ebedî levm ederek şerm eyler ‘Acabâ hakkımıza hangi zemînden söyler

Îkaz [s. 15]

106.Hani fikret ile hikmet hani gayret ‘irfân Hani ‘iffetle temeddün hani san‘at iz‘ân

107.     Hani miskîne terahhum hani şefkat-i re’fet

Hani evtâna muhabbet hani sohbet-i ülfet

108.Hani tevkır-i mu‘azzam hani tebcîl-i kerîm Hani ta‘zîr-i şekavet hani tekdîr-i le’îm

109.     Hani nâmûs-ı hamiyyet hani şevk u gayret

Hani efkâr-ı tenevvür hani miknet-i ‘izzet

110.Hani o havf-ı İlâhî hani takvâ-yı mübîn Hani sünnetle te‘âmül hani insâf u yakın

111.Hani erkân-ı diyânet hani üslûb-ı kavîm Hani tenvîr-i menâsik hani hâli takvîm

112.Hani tahkîm-i süğûr ya hani techîz-i cüyûş Hani terdîf-i te‘âvün hani teklîf-i berdûş

113.Hani evtânı himâye hani gayret-i sîret [s. 16] Hani infâk-ı kesîr ya hani bezl-i meberret[326]

114.     Hani deryâda gemiler hani zırhlı toplar

Hani esbâb-ı terakki hani o matlûblar

115.Hani heybetli dıretnot[327] hani esbâb-ı zafer Hani sancağ-ı tecellüd hani nusret-me’ser

116.Hani bahriyyeye hizmet hani tahkîm-i kılâ‘ Hani tertîb-i mu'asker hani hayrî esmâ‘

117.     Hani o satveti izhâr hani ‘Osmân Gâzî

Hani o hakk-ı temeddün hani ya Bingâzî

118.Hani o şehr-i Trablus hani Derne vü Humus Hani efkâr-ı ‘umûmî hani heybet-i nâmûs

119.Hani nusret bize Hakdan onu Allâh versin Bize hep düşmanı makhûr olarak göstersin

Beyân

120.Vatanı milleti her kim seviyorsa elbet İstemez anlara gelsin idi bir nikbet[328]

121.     Kimi hâlden kimi kaiden edecekdir bahsi [s. 17]

Bu ‘Arab mesleğidir harbe uyar pek yahşi

122.     Onların kendine mahsûs olarak var teşcî‘

Biz de Türkâna hamâset ile etdik tescî‘

123.     Okuyan nûr-ı basar tâ olalar pek hassâs

Kavmini milletini hem ede bizden ihsâs

124.     Hani erbâb kezâ lafzı ile istifhâm

Etmesin sû-yı telakkiyi demâdem ifhâm

125.     Bu tabi’î olacakdır ki tese’ül edelim

Hele bir yokluğumuz bahsine doğru gidelim

126.     Bize varlık veremez madde bütün cem' olsa

Bizi ma'nâ edecekdir müterakki bulsa

127.İkisi de bulunursa ne güzeldir o şeref Maddeyi cem' edecek ma'nâ olur pek eşref

128.     İki söz var burada ehl-i kemâlât dinler

Biri birlik ki bunu bilmeyen âdem inler

129.O biri de vatanı pek severek gayretdir Bu sözüm dinleyene doğrusu da 'ibretdir

130.Geliniz bir olalım kaldıralım kavgâyı [s. 18] Atalım şahıs olan 'av'aveli sevdâyı

131.Tutalım râh-ı selâmet iyi kardaş olalım Vatanın çâre-i tahlîsine dermân bulalım

132.Dedikodu ile birden gidecekdir bu vatan Yakışır mı bu siyâsetde bize buğz u şat[a]n

133.Sevelim birbirimizle olalım pek ihvân Birimiz başka değil bil ki ‘umûmen insân!

134.     Ne tecâhül ne tesâhül neye dâ’ir kavgâ

Neye mebnî oluyor ‘âdi mesâ’il da‘vâ

135.Bırakın gayri yeter şu vatanı hıfz ediniz Onun evlâdı değilse çıkınız siz gidiniz*[329]

136.Kalan evlâdı olan çâresine baksınlar Şerefi belli mu‘ayyen ocağı** yaksınlar[330]

Nidâ [s.19]

137.     Sana ey nûr-ı hayâtım veledim Yahyâ Kemâl***[331]

Bunu yazmakla şu tarz-ile buyurdum ikmâl

138.     Hele sen beş yaşına şimdi erişdin ancak

Bunu evlâd-ı vatan nâmına yazdım el-hak

139.     Yetişir sade şeref nâmına olsun lâhık

Sonra elbette olursun ana bir gün lâyık

140.     Sana her hangi hitâbımla edersem tahrîr

Onu ‘aynen edeceksin ebediyyen takrîr

141.     Eserim nâmına takdîre ebed hâcet yok

Bilirim sehv ü hatâsı da nihâyet pek çok

142.     Yalınız hüsn-i nazarla bakasın sözlerime

Basasın sen de benim bu sühanım izlerime

143.Olasın şâ‘ir-i dânâ bulasın kadr ü şeref [s. 20] Edesin hıfz-ı devâvîn olasın müsteşref

144.     Vatanın kadrini ta‘zîm edesin her yerde

Ebedî açmayasın kendiliğinden perde

145.     Dînini mezhebini şöyle kavî muhkem tut

Dîn ü dünyâyı zarar-gîr edecek bahsi unut

146.     Sana kâfî yetişir cümle umûrunda zahîr

Edesin fikrini her türlü fesâddan tathîr

147.     Dînine ked verecek cevheri aslâ alma

Seni tahkir edecek meclise zinhâr dalma

148.     İşini şahsını bilmez ile kat’â gezme

Şekerin acı sularda ebediyyen ezme

149.Milletin hakkına hürmetle ri’âyet ediver Eyleme kimse için zerre kadar bir tezvîr

150.     Devlete sıdk u diyânetle hemân et hizmet

Hele sultâna muhabbet ile kıl çok hürmet

151.Onların şânı büyük kadri müberhendir hem [s. 21] Cedd-i a‘lâları meşhûr-ı cihândır ifhem

152.     Sana hürmet edene et ebedî incitme

Seni zemmeyleyeni sen de görüp zemmetme

153.Seni Mevlâya emânet ediverdim ebedî Kalayım ben de rızâsıyla onun tek vahdî

154.Pederin Ahmed Mikdâd’a kulak ver ne diyor İşte ikmâl-i mebâhisle sözü hatmediyor

Fî 9 Kânûn-ı Evvel 327 Cum‘a ertesi gecesi Sâ‘at/dakîka: 9:20335


335 m. 22 Aralık 1911

3.1.2.2.      Tevhîd-i Kâ’inât

Bismillahirrahmânirrahîm [s. 2]

fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lâ tün/fe ‘i lün

(s)

1.     Hele bir sor de ki: Ey ‘âlem-i lâhût-ı ezel! Ceberût mu idi ya sen mi idin en evvel?

Melekût bahr-i ‘amîki ne zamân mevc etdi

Ne vakit oldu bu nâsût melekden efdal?

Neye mebnî bu teberrüc*[332] ne içün böyle zuhûr Neye dâ’ir bunu kim yapdı muvâfık-ı ekmel?

(c)

2.      Başka şey yok idi ancak yalnız bir Allah Var idi cümleyi halk etdi o Kadir vallah Cümle eşyâyı füyûzâtına mazhar kıldı Şu ‘anâsırla bu esbâbı yaratdı billah Bir de esmâ vü sıfâtıyla anın ef‘âli Ezelîdir ki kadîmdir ana lâyık tâ Allah (s) [s. 3]

3.      Nereden çıkdı bu deryâ-yı mezâhir kudret!?

Ne içün etdi nisâr türlü mehâsin fıtrât?

Ne de müdhiş, ne de ‘âlî bu semâ-yı ‘azamet Veriyor ‘âleme dehşetle hakikat hayret!

Neye mebnî koca dağlar ile yüksek tepeler? Ne zamândan beri olmuşdu melâhat-sûret!

(c)

4.     Hele fikr et azamet ‘âleminin sûretini Gösterir Hâlık’ının hikmetini, kudretini Ne bedîhî bu cemâlindeki envâr-ı celâl O celâlinde cemâli okuyor ‘ibretini Bu zevâhir ana mir’ât-ı tecellî vü vücûd Gösterir Hâlık’ının sâye-nisâr sîretini

(s)

5.     Ne büyük nûr-ı tecellî bu ne mir’ât-ı zuhûr? Şems-i esmâ vü sıfâtıyla şu ‘âlem pür-nûr Bu bedâyi’ ediyor şân-ı ‘azîmden ihbâr Neye baksan oluyor hikmet-i fıtrat manzûr [s. 4] Bu zarâfet ne imiş böyle gönüller müştâk?

Bu tarâvetde neden hüsn ü melâhat meşhûr

(c)

6.     Bu zuhûr varlığına oldu anın bir mir’ât Neye baksa ediyor ‘ârif-i billâh isbât[333] Zerrât-ı cihân âyet-i vahdet okumakda[334] İnkâr edeni dâ’imâ ‘aczi eder iskât[335] Enzârını dönder de bakıp tekrâr et[336] Her zerre-i mahlûku anın lutfuna mişkât

(s)

7.     Neye biz benzedelim tâ ki onu biz bilelim; Onu bilmekle bulup sâcid-i kudret olalım O hakikat şehi kimdir ki bütün var ondan Şunu izhâr ü beyân-ile muvazzah kılalım

Edelim kesb-i fazîlet bulalım kadr ü şeref Açalım çeşm-i basîret de şu kalbi silelim

(c) [s. 5]

8.     Anı teşbîh edemez ferd-i cihândan bir kes Ana dâ’ir çıkamaz nutk u lisândan bir ses Buna mebnî olamaz bahs ü beyân hîç aslâ İşidilmez ebedî arz u semâdan bir his Yalınız Kadir ü Kayyûm u Kerîm Allah’dır Ana bir misl ü nazîr hem ebedî yokdur bes

(s)

9.     Ne vakit verdi bu eşyâya ‘anâsır u vücûd Ne zamân oldu şu mahlûka hakikat ma'bûd Ne zamân etdi tecellî ne ile verdi şeref Ne vakit oldu bu hey’et-i avâlim mevcûd? Ne kadar hükmünü icrâ edecek ‘âlemde Olacak mı ‘acabâ cümle-i mahlûk mefkud?

(c)

10.    Hikmeti verdi bu eşyâya mehâsin ü cemâl Kıldı takdîr-i ezel ba‘zıları ehl-i kemâl Ezelî Hâlık u Ma‘bûd idi Allah evvel Yaradıp halkı tamâmiyle buyurdu ekmel [s. 6] Bir de hengâm-ı kıyâmetde bu ‘âlem zâ’il Başka ‘âlemleri Allah edecekdir ecmel

(s)

11.    Bu şu’ûnât ne ‘aceb mesleği ta‘kib ediyor? Neye mebnî çıkıyor sahn-ı cihândan gidiyor Bu ne ‘ibret, bu ne hayret, bu nedir bu sîret Ne ‘aceb cism-i cemâdı ‘azamet söylediyor

Bu cevâhir ile i‘râz olacakdır nâ-bûd ‘Acabâ hükm-i ezel bahs-i ‘amîki ne diyor?

(c)

12.   Bu ‘avâlim giderek mahvolacak bir demde Çıkacak ehl-i kubûr kalmayacakdır gamda Adı mahşer ise de hayli ‘azîm bir dehşet! Geçirir cümle halâyık orada, âdem de, Ehl-i ikrâr alacak dâr-ı cinânında makar Ehl-i inkâr kalacak dâr-ı sa‘îr-i hemmde

(s) [s. 7]

13.   Görecek mi ‘acabâ Rabb-i Kerîmi insân! Olacak mı orada mazhar-ı cûd u ihsân? Bulacak mı ana vuslat bu gönüller bir an Edecek mi ebeden hüzn ü firâkı nisyân Ne zamân şevk-i müheyyici edecekdir teskîn Ne vakit vasl u firâkı olacakdır yeksân?

(c)

14.   Onu görmekde Kelîm[337] etdi tazarru‘ vü niyâz Erinî[338] fıkrasını zikre buyurdu âğâz Dağa oldukda tecellî pârelendi derhâl Oldu o vâdî-i da‘vâ-yı mukaddes dem-sâz Bu şerâfet yalınız dâr-ı cinânda olacak Edecek kullarını zât-ı Kerîm’i i‘zâz

(s)

15.     Ne cihet hangi taraf rü’yet-i Mevlâ olacak

Ne zamân ‘âşık u şeydâları maksad bulacak?

Daha var mı o vakit yoksa yakın mı bilelim [s. 8] Ne vakit nâr-ı firâkdan bu ‘ibâd kurtulacak?

Hele mahdûd mu sefer rûz-ı sa‘âdet ne zamân

Ne vakit perde-i firkatle hicâb yırtılacak (c)

16.    Bu cisimde bu hayât kaldığı müddet böyle ‘Acabâ var mı visâline takarrüb söyle Ne vakit cismi atar sâde kalırsa ervâh O zamân vuslatı ta‘kîb edecekdir şöyle Bir de mahşerde çıkıp ten ile birleşdikde Ebedî vuslat-ı Hakk’a edecekdir öyle

(s)

17.    Bulunur mu ana îsâl edecek bir esbâb

O sebeble ede ibrâz-ı takarrüb ahbâb

Buna kuvvet mi sebeb yoksa merâtib ile câh Şu menâsıb mı yeter ya da şeref-gîr ensâb?

Buna kim hangi sebebden olacakdır nâ’il ‘Acabâ var mı cihânda ana dâ’ir ebvâb

(c) [s. 9]

18.    Fahr-i ‘âlem gibi şâfi‘ bulunur mu orada O risâlet gibi bir bâb daha var mı burada O Kerîm’in kerem ü lutf-ı celîliyle ebed Her zamân vuslat[a] kurbet olacakdır şurada Bunu ‘âlemde basîr anladı bilmez a‘mâ Hele mümkün ola anlar döneler başvura da

(s)

19.    ‘Acabâ Rabb-i Kerîmi ne ile vasf edelim Ne cihetden yürüyüp semt-i beyâna gidelim Bu cehâletle geçen ‘ömr-i ‘azîzi tahlîs Edemezsek ebedî rûz-ı cezâda n’edelim

Bu mu‘ammâyı edip hall bilelim zâtını biz Bu uğurda dolaşıp cân u teni incidelim

(c)

20.    Lem yelid[339] vasfı anın zâtı da oldu mechûl Ne ile zâtını tahdîd edecek ferd-i cehûl!

O ne bir şey’e, ne bir şey ona benzer aslâ [s. 10] Olamaz zât-ı ilâhîye müşâbih me’mûl Anı bilmekde olur ism ü sıfâtı kâfî

Bu da mümkün bu kadar şer'-i münîrden menkul

(s)

21.    Bu ‘Azîm’in azamet ‘âlemine bir bakalım

Şem‘-i ‘irfân-ı takarrüble çerâğı yakalım Çıkalım evc-i fenâdan görelim kudretini Nehr-i ‘irfâna düşüp semt-i visâlden akalım Hele mümkün mü ki bir dem ola vuslat hem-dem Sadr-ı tasdîke bulup ‘akd-i cevâhir takalım

(c)

22.    Öyle deryâ-yı muhîte ne ile ‘azm ederiz Ne sebeble nereden bahr-i ‘amîke gideriz Hangi kuvvetle bu kabil ola sîmurga visâl Evc-i ‘ulyâ-yı semâdan ne ile sayd ederiz

Beht ü hayretde kalır bunda bu efkâr u ‘ukul

Ne desek mebhas-i mezkûrda bütün sâde deriz (s) [s. 11]

23.     Hele bir Hazret-i Kur’ân’a de ki: Hükm-i celîl

İki ‘âlemde de sensin ebedî Hakk’a delîl

Ne büyük cûd-ı Hudâ’sın! Ne ‘azîm fazl-ı kebîr

Çünki oldun ezelî şeref-i kurba sebîl

Kim ki: Makdûr-ı cahîmdir hele bilmez kadrin!

Yoluna cânını kurbân ediyor merd-i nebîl (c)

24.    Hangi bir belde-i ‘âlem ki: Bana râm oldu Oraya lutf ederek kıldı Hudâ dîn yurdu Gösterip ‘adl-i hakîmi kodu bir tarz-ı kadîm Kişver-i ‘âleme bir meclis-i ‘âdil kurdu Hükm-i ‘ulviyyetime kim ki eder ünsiyyet Ebedî buldu şeref nûr-ı hidâyet gördü (s)

25.    Ne belâğat, ne letâfet, ne de yüksek ma‘nâ Ne büyük şân-ı mukaddes ile kılmış ra‘nâ Sana mahlûk diyemem çün şerefindir akdem [s. 12] Hele bir noktanı keşf etmede ‘âciz dânâ Seni o leyle-i enverde buyurdu tenzîl Ki ana şâhid-i ‘âdil yetişir enzelnâ[340] (c)

26.     Bana Hak habl-i metîn vasfını kıldı hil‘at

Bana her kim yapışırsa ne büyük bir devlet

Ehl-i Kur’ân olacak rûz-i kıyâmetde şefî‘ Ana Mevlâ verecek türlü meziyyet ni‘met Bana her şeyde uyan ferd-i selâmet-encâm Ana meftûn hakayık anadır ‘ulviyyet

(s)

27.    Ne büyük bahr-i muhîtsin ne de müdhiş mevcin! Ne cesîm ‘âlî fezâsın ne de yüksek evcin Ne geniş râh-ı Hudâ’sın ne de vâzıh bir yol Ne kadar ehl-i dînin var ne de ekser fevcin Ne güzel zikr-i cemîlin geziyor dillerde

Ne kadar hüsn ü mezâyân ne misâldir revcin

(c) [s. 13]

28.    Devr-i Âdem’de suhuf geldi ki emru’llahdır Yine Tevrât ile İncîl’i veren Allah’dır

Ne kadar hükm-i diyânet ile ahkâm-ı şer‘î İşidildiyse bütün hâkimi hükmu’llahdır Beni de cûdu ile halka buyurdu ihsân Cümle ahkâm-ı şerîfim kerem ü lutfu’llahdır

(s)

29.    Nereden böyle nüzûlün ne tarafdan geldin? Ne zamân ‘arş-ı ‘azîmden bu zemîne indin Ne zamân oldu Hicâz mazhar-ı nûr-ı ebedî Ne vakitden beridir Ka‘be’yi putdan sildin Ne kadar yıl oluyor lutf edeli Allah’ım Ne vakit sadr-ı risâletde tenevvür kıldın

(c)

30.    Ezelîyim beni tavsîfe mecâl yok aslâ Ebedîyim ki zevâl yok bana kat‘â hâlâ

Bu hakıkatde mecâzlar ile var bin esrâr [s. 14] Beni nâsûta müşâbih kılamazsın kellâ O vakit Ka‘be’yi tathîre tasaddî etdim Ki dedi fahr-i rüsul lây a mukarin illâ

(s)

31.    Ne celîl hükm-i ilâhî ne cemîl bir hikmet Ne kebîr fazl-ı Hudâ’dır ne mu‘azzam ni‘met! Ne de vâsi‘ ne de coşkun ne büyük bir deryâ Ne derin sırr-ı hakikat, ne mu’azzam zimmet! Ne de yüksek, ne de ‘âlî ne celîldir Kur’ân Ne büyük lutf-ı ilâhî ne şerîf bir ‘ibret

(c)

32.    Bende esmâ vü sıfatı ki Hudâ’nın vardır Her yerim lutf-ı kerîmiyle bütün esrârdır Bana îmân edenin kadr ü şerefdir hâli Ehl-i küfrün ebedî meskeni her dem nârdır Kalbini nûr-ı hidâyetle eden pür-tenvîr Merci‘i dâr-ı selâmdır[341] ki yeri gülzârdır

(5)   [s. 15]

33.    Okuyan bir de okur kimseyi etmez meftûr O letâfetli beyânın mı verir halka fütûr Seni dünyâlara rahmet ediverdi Allah Oldu bu rûy-i zemîn ile semâvat pür-nûr Bir tarafdan okuyup hıfz ediyor hâfızlar Bir tarafdan oluyor mushafa âyât mastûr

(c)

34.    Bu revâc ile bu kıymet yine Hak’dan geldi Şöhretim tâbe-kıyâmet kalacak hem kaldı Beni rehber ederek cümle işinde müdâm Emrime râm olan insân ebedî feyz aldı ‘Asr-ı tenzîlde husûmet edenin yok adı Ama îmân edenin ‘arakı bütün gök saldı (s)

35.    Bu kadar ‘ilm ü ma‘ârif ile yüz bin ahkâm

Veriyor ‘âleme günde hezâr ders-i enâm Okuyup âyeti tefsîr ederek ma’nâyı [s. 16] Oluyor bunca beşer sâha-i ‘irfanda be-nâm Ne garîb hâl-i perîşân-ı ümemdir bilmem Nice insânlara İslâm yalınız kalmış nâm

(c)

36.    O su’âl yevm-i cezâda edecekdir tehdîd Olacakdır bana ‘âsî olana levm-i şedîd Çekecekdir orada etdiğini her insân Görecekdir ebedî darbe ile habs-i medîd Başka yok çâre-i tahlîse mecâl hîç aslâ Eyledi hükmünü Allah ne güzel bir tahdîd (s)

37.    Şu ‘azîm ‘arşa su’âl et de ki: Ey ‘arş-ı kebîr Seni vasf etmede bilmem sana elyak ta‘bîr Seni var eyleyen Allahu ‘azîmü’ş-şânı Hangi bir nutk u lisânla edeyim ben tekbîr Ne büyük Rabb-i kerîmdir ki seni halk etdi Seni tevcîh-i hitâbıyla buyurdu tenvîr (c) [s. 17]

38.    Bana kün[342] emri ile geldi evâ’ilde nidâ Beni kürsî ile şu göklere ‘arş etdi Hudâ O Kerîm’in kerem ü kudreti etdi mevcûd Şu bedâyi‘ ile eşyâyı buyurdu peydâ O hakikat güzeli kıldı cihânı mir’ât Şu mezâhirde buyurdu ‘ukalâyı şeydâ

(s)

39.    Bir de kürsîye su’âl et ki: Nedir bu vüs‘at Nereden geldi sana böyle cesîm bir kısmet Bu kadar ‘âlî semâvât sana nisbet zerre Ne büyük lutf-ı Hudâ bu ne ‘azîm bir kısmet Ne ‘aceb şân-ı ‘azîmin ile oldun meşhûd Ne kebîr ‘avnu’llahı ne celîl ‘ulviyyet!

(c)

40.    Beni bu revnak u ziynetle eden nâ’il-i cûd Heme ‘âlemleri kudretle o kıldı mevcûd Başka yok ‘âlemi ihyâ edecek feyzinden Ne ki olmuş ise var eyledi ancak ma‘bûd Anı ta‘zîm ederek ehl-i semâvât birden [s. 18] Eyledi cümle melek zât-ı ‘azîmine sücûd

(s)

41.    Yedi kat göklere bir sor, de ki: Ey semt-i celîl Sizi de kudretine etdi o burhân u delîl

Ne mübârek, ne de yüksek sizi yapmış Mevlâ Ki onun vahyini tenzîl ediyordu Cibrîl

Beyt-i ma‘mûru[343] da sizde o buyurdu te’sîs Ediyor bunca melek lahzada yüz bin tebcîl (c)

42.      Bizi Allahu ehad etdi mekân-ı ‘âlî

Ebedî arza onun ni‘meti mütevâlî

Bir zerre de o lutfuna her dem fukarâdır*

Varlıkda onun mazhar-ı efdâl u nevâli*

Yokdur tapacak gayrısı dünyâyı dolaşsan*

Var mı diğeri arz u semâvâtına vâlî!?*[344]

(s)

43.     Bir de şu evc-i fezâyı dolaşan ey ecrâm!

Size de etdi Hudâ türlü mehâsin ikrâm

O ‘azîmin ne büyük zât-ı ‘azîm olduğunu [s. 19]

Bilmeyenler sizi i‘zâmda (f-ktl) ederler ibrâm

Sizi bir zerre görür o ‘azamet nezdinde

Eyleyen fikrini deryâ-yı muhîte i‘zâm (fl j^')

(c)

44.     Hele ‘ulvî ile süflî ne ki var ‘âlemde

Ona nisbet olamaz zerre bile âdemde

Ne ki mevcûd eser-i cûd-ı kerîmindendir

Cümle ekvânı yapar sonra yıkar bir demde

Yaradır hâcetini kullarının fazliyle

Keşfeder zarr u belâyâyı bırakmaz hemmde

(s)

45.    Beyt-i ‘âlîye de hürmetle su’âl et ki neden Bu celâlin ile bu şân-ı ‘azîmin nereden? Bu şeref ile bu heybet bu kadar ‘izz ü kemâl Bu kabûl ile telakki bu teveccüh kimden Sahn-ı ‘âlemde bütün arz u semâvât kıble Ediyor vech-i vecîhini sabâh erkenden

(c) [s. 20]

46.    Hazret-i Kadir u Kayyûm u Kerîm Deyyân’ın Bana bin türlü tecellîsi nümâyân anın Bende vaz‘ etdi celâliyle cemâli her an Eyledi mürci‘-i ‘âlîsi beni dünyânın İbtidâ ben de onun halkı ile var oldum Kıldı o mazhar-ı takdîri beni Kur’ân’ın

(s)

47.    Şemse kıl ‘atf-ı nazar de sana kim verdi Tâc-ı zerrîn ile her gün ediyor kibr ü riyâ’! Ufka yükseldiğini bir görerek cevv-i havâ İnci elmâs gibi leme‘ân ediyor sath-ı semâ Berr ü bahr-ile bütün var oluyorlar berrâk Öyle zümrüd gibi cevher gibi parlar deryâ

(c)

48.    Ben de seyrimde hakikat ne imiş keşf edemem Hikmetin sâhil-i encâmına aslâ gidemem Yalınız halk olalı emr olalı seyyârem Ne vakit seyrimi ikmâl ederim ben bilmem Ağlarım havf-ı Hudâ’dan beni nâs etdi ele [s. 21] Eylerim geşt ü güzâr amma gözüm ben silmem

(s)

49.    Kamere sor ki nedir bedr-i tamâm ezmânı? Ne içün vakt-i hilâl cism-i celî kitmânı Neye benzin sarıdır yoksa riyâzet mi çeker Ne içün rûy-i beşer sende olur cismânî Ne kadar ‘asr-ı firâvân ne kadar yıl evvel Dolaşırsın da gelirsin bu kadar ekvânı

(c)

50.    Kudretu’llah ne imiş rûy-i semâda her bâr Ediyor devrini ikmâle bu ecrâm tekrâr Ben de anlar gibi cevlân ederek devvârım Ederim vahdetini hazret-i Hakk’ın ikrâr Gece gündüz geçiyor an u zamân devr ediyor Ben de anlarla geçip son ederim istikrâr

(s)

51.    Semt-i ‘ulyâ-yı semâda görünen yıldızlar Zümrüdîn reng-i semâyı ne güzel yaldızlar Türlü eşkâl ü berkatla olur cilve-nümâ [s. 22] Sanki sahrâya çıkıp raks ediyorlar kızlar Kimi zâhir kimi bâhir kimi her dem seyyâr Olmadık mahrem-i esrâr-ı semâvât bizler!

(c)

52.    Arza nisbetle büyük hayli büyük halk olduk Koca sahrâ-yı semâya mütevâfık dolduk İçimizde küçücük kevkeb-i seyyâr varsa O da aydır ki anı arza yakın biz bulduk Koca Neptün ile Merîh ü ‘Utârid ü Zühal Gece parlak idiler şemsi görüp hep solduk!

(s)

53.    O bulutlar ne gezer cevv-i havâda her dem Bir alay bârikalar türlü sadâlar hem-dem Arza bir ‘âlî tahakküm ile feryâd koparır Sanki mâlik idi bu mülk-i zemîne akdem Neye me’yûs neye gamgîn neye dâ’im ağlar Ne için vech-i dil-ârâ-yı semâda pür-gam.

(c) [s. 23]

54.    Bizi hep semt-i belâda ediyor Hak i’zâm

Edelim halka Huda’nın ni'metiyle ikrâm Koca dağlar gibi sıkletli miyâhı birden Arza indirmeden evvel edilir bir ifhâm Emr-i Yezdân ile biz Rûm u ‘Acem hep gezeriz Eyleriz berr ü bahr geşt ü güzâr bin en‘âm

(s)

55.    Şimşeğe sor ki nedir neşr-i envâr-ı serî‘

Ne güzel halk ediyor vech-i semâda semî‘ Ne o haşmet, ne o satvet, neye ufkî sür'at Ne içün ‘arz ediyor şöyle dîdâr-ı lemî‘[345] Bir de dehşetli gürültü ile tehzîz-i fezâ’ Oluyor amma mukaddem ona bürhân telmî‘ (c)

56.    Berk-i hâtif dediler nâmıma ki bir andır Kudret-i fâtıra ‘ulviyyetine hem şândır! Bana hallâk-ı cihân böyle tecellî etdi Bâ-lutf-ı Hudâ her tarafım nûr-feşândır* [s. 24]

Şimşekli ru‘ûd bir de sehâb-ı müterakim* İnzâl-i matar etmede o hâris-i cândır*[346]

(s)

57.    Ne ‘aceb sâ‘ikadır şiddetini neşreyler Gökleri sallayarak hışm u kahırdan söyler Atılır dağlara kahrıyla verir dehşetler Şererinden yıkılır bunca şehirler köyler Koca bir ‘âlî cibâli de hedef etse eğer Tepesinden delerek zirvesini mahveyler!

(c)

58.    Gökde dağlar gibi dehşetli bulutlar birden Çarpışıp da çıkıyor âteş-i hiddet serden İşte Allahu ‘azîm kudretini seyret ki Ne kadar sun‘-ı bedî‘ o çıkarır bir yerden ‘Acabâ nâr-ı cehennem neye tatbîk edilir!? Bir kığılcımla bu dünyâ kesilir hep ferden

(s)

59.    Hele o kavs-i kuzah ki adı kavsu’llahdır Onu o renge koyan da yine emru’llahdır [s. 25] Rengini devresini gökde olan çevresini Şeklini hey’etini hep yaradan Allah’dır Ne imiş allı yeşilli arasında sarısı

Ne ‘acîb şekl-i garîbi ne bedî‘ sun‘u’llahdır*

(c)

60.    Havada pus ile yağmur karışırsa bir de Şems-i tâbân da çıkarsa yüzünü bir yerde

‘Aks eder devri havaya beni teşkîl eyler Gösterir herkese sîmâ-yı ‘acîb enverde Cümle elvân-ı semâ hep ne büyük hikmetdir Nice bin türlü eser eyledi o perverde

(s)

61.    Yağmurun hâlini bir sor de ki ey feyz-i kesîr Eyledin arza inip dâneleri pek teksîr Vermeseydi seni Hak fazlı ile kullarına Olacakdı bu ma‘îşet işi bir emr-i ‘asîr Ufk-ı ‘umrânda zuhûrun meded-i hâl-i ‘ibâd Savletin neşr-i mu‘allâ eser-i Rabb-i kadîr

(c) [s. 26]

62.    Bu kadar rızk-ı ‘ibâdı bize kılmış tevdî‘ Ne kadar neşr-i bedâyî‘ ediyor bak o Bedî‘ Katre katre müteselsil bizi inzâl eyler Ederek fazlı ile rızk-ı ‘ibâdı tevsî‘

Bu ne hikmet, bu ne kudret, bu nedir bu ‘azamet Biz de hayretdeyiz ama ne ‘aceb bu tercî‘[347]

(s)

63.    Seyllere sor ki nedir bu galeyân-ı heybet Türlü âheng ile feryâd ederek bir haşmet Dağların kütlesini vâdîlere neşretmek Kalb-i ahvâl-i tabâyi‘de nedir bu hizmet Seyr-i sür‘atle cesâretle yüce dağlardan Cereyânında senin var mı ‘aceb bir hikmet

(c)

64.    Mazhar-ı ‘avn-i ilâhî olan eşyâyı gözet Her biri türlü mehâsinle kazanmış ‘izzet Ben de onlar ile oldum şu celâle mazhar Dest-i kudret bana giydirdi vakar u ‘azamet [s. 27] Gâh olur vâdîleri seng-i firâvâna makarr Veririm hedm-i ‘avâlî ile gâhî dehşet

(s)

65.    Yellere sor da hakîkat ne imiş bil ondan Esiyor türlü sadâsıyla yürekden cândan Yıkıyor ba‘zı dırahtân-ı kebîri arza Saçıyor satvetini bahs ediyor bir şândan Her vakit ses çıkarır savtını eyler a‘lâ En büyük dehşetini neşrediyor akşamdan

(c)

66.    Karn-ı evvelde Semûd oldu perîşân ber-bâd Bunca kuvvetle bana olmadı hâ’il bünyâd Kaldırıp tâ temelinden sökerek hâneleri Sanki çörçöp gibi ‘âdî görünürdü bana ‘Âd Her zamân seyr ü sefer ile ‘umûm-ı dünyâyı Gezerek ben ederim nağmelerimden ‘îrâd

(s)

67.    Dağların hâlini bir sor de ki ey ‘âlî cibâl!

Ne kadar ‘âlî tekebbür ne büyük yüksek hâl [s. 28] Kudret-i Bârî’ye timsâl-i hakîkî olmuş Böyle saf saf görünüş böyle duruş bu eşkâl Ne içün semt-i semâya müteveccih başınız Ne ola bunda ‘aceb fikr-i zehâb-ı âmâl!

(c)

68.    Bizi bu ‘arsa-i imkânda eden şöhret-gîr Ne ‘Azîmdir o mukaddes ne Celîl ü ne Kebîr İsm-i Kabiz ile bir kerre tecellî etdi Eyledi lutf-ı Kadîr’i nice yüz bin tedbîr O Kerîm’in daha yüksekdeki âsârına biz Bakarak eyliyoruz lahzada yüz bin tekbîr

(s)

69.    Bağlara ‘atf-ı su’âl et de de ki ey gülzâr! Ne içün bülbülü güller ediyorlar bî-zâr? Neye mebnî çıkıyor pây-i süreyyâya dıraht Neye mâ’il sana hep ‘atf edilen bu enzâr Bir de o bâd-ı sabâ etse vezân dallarına Ne içün savt-ı mahûfunla olur kalb-endâz

(c) [s. 29]

70.    Bizi Hak ziynet-i dünyâ ile kıldı tezyîn Donatıp gülleri etrâfıma etdi telvîn ‘Andelîbân-ı hurûşân ile biz zikre müdâm Oluyor eyliyoruz subh u mesâ bin telhîn Mübdi‘in lutf-ı hakîmine de istidlâldir Bunca evrâk u semer bunca delîl ü tebyîn

(s)

71.    Hele eşcâra su’âl et ki seni kim yapdı Türlü ezhâr u varakla ne ’aceb donatdı Her zamân meyvelerin dâne-i erzâk-ı ‘ibâd ‘Arsa-i ‘âleme tohmun ‘acabâ kim atdı

Kimi kalın, kimi ince ile alçak, yüksek Öyle bin türlü mülevven boyanı kim katdı[348]

(c) [s. 30]

72.    Bizi o Rabb-i Kerîm etdi ‘ademden îcâd

Verdi o meyvemize halk ederek yüz bin dad Cedd-i a‘lâ bulunan ‘âlî şecerden sorduk Eylemiş mahz-ı keremden bize ol Hakk imdâd Etmeseydi bizi tezyîn-i meded kudret-i Rab Edemezdi bizi ezhâr ile evrâk dil-şâd

(s)

73.    Serviye sor ki nedir bu reviş-i isti‘lâ Evc-i bâlâyı da etmekde serin istîlâ Daha var mı sana menzil çıkasın ‘ayyûka Edesin kametini fahr u gurûrla a‘lâ Ne kadar kat‘-ı merâhil edebilsen yine sen Küre-i cevv-i havayı geçemezsin lâ lâ

(c)

74.    Gökleri seyr ederek kudretini Allah’ın Göreyim ben olayım mahremi zikru’llahın Herkesin maksadını halk edenin hikmetini Anlayıp da bilelim saltanatın ol şâhın

Bende yok meyve çiçek tâ ki olam mazhar-ı Hak [s. 31] Belki ‘irfân ile makbûlü olam dergâhın

(s)

75.    Bir de sor sebz ü nebâtâta ki nerden geliyor Bu kadar şekl-i dil-ârâyı o nerden alıyor? O güzel bûy-i kemâli nereden aldı çiçek Cevherîn kisve ile yümn ü yesâr sallanıyor Ne imiş nerde imiş şimdi yetişmiş gelmiş Her bahar baş çıkarıp fasl-ı harîfe kalıyor

(c)

76.    Bize o cûd-ı Hudâ verdi vücûd ‘âlemde Oldu meftûn-ı mehâsîn-i nebât âdem de Ravza-i cennete vermiş idi evvel meyli Bizi arzulayarak etdi hubût bir demde Kudret-i Bârî-i ensâb(—— l) bize de verdi vücûd Kıldı dilşâd u hırâmân komadı bir gam da

(s)

77.    Sulara aslını bir sor ki nedir bu cereyân

Ne imiş lücce-i ‘ummân [u] miyâh u seyrân Ne içün mevcelerin birbirini def‘ eyler [s. 32] Neye mebnî ne arar leyl ü nehâr bu sereyân Ne cihet hangi taraf maksad-ı ‘azmin râhı Nereden bunca inilti ile efgân her an!

(c)

78.    Katreler kütleleri o da ufak enhârı

Eyliyor kudret-i Rab rûy-i zemînde cârî Mazhar-ı feyz-i Hudâyız bizi bizden sorma Eylemiş böyle tecellî bize ‘âlî Bârî

Onu görmek ile her dem ederiz secde rükû‘ Onun ‘aşkıyla hemîşe dolaşıp gülzârı

(s)

79.    Yaz gelir lâle vü sünbül ile güller açılır Zümrüdîn ‘arsalara nûr-ı ilâhî saçılır Türlü şebnemlere bâlîn-i sa‘âdet ü firâş O güzel hoş kokulu bâğ-ı safâya kaçılır Orada türlü fevâkih ile telzîz-i dimâğ Hele elhân-ı tuyûr ile bu cândan geçilir

(c) [s. 33]

80.    Ne görürsen bana nisbet edemezsin herhâl Çünkü emriyle anın devrediyor bu ahvâl Şu cihânda ne kadar câh u makasıd varsa Onu ashâbına Allah ediyor hep efdâl

Ne ki takdîr ediyor her ne ki mevcûd elde Hep lutfu ile etdi Hudâ ‘âleme îsâl[349]

(s)

81.    Kışa dikkatle su’âl et ki nedir bu sermâ Nereden toplanıyor fırtına dehşet-fermâ Bu kadar ‘âlî sadâlar kimi tehdîd ediyor Hele o karlarına şakk-ı şefe yok ammâ Neye enhâr ile şu gölleri tecmîd etdin Bu revâ mı ola me’sûr-ı felâket cemmâ

(c)

82.    Yaradan fasl-ı şitâyı bunu tanzîm etdi Emr-i takdîr-i ezel buldu mahallin bitdi Bu fasıllar ne ‘aceb kudret-i Yezdân’a delîl! Biri geldikde hemân diğeri andan gitdi

Bu ne hikmet bu ne san‘at, bu nedir bu kudret [s. 34] Emredip ‘âlem-i ‘ulvîye neler indirtdi[350]

(s)

83.    Kuşlara sor ki nedir bu ebedî lahn u nevâ Oluyor nağmelerin kalb-i garîbâna devâ Perr ü bâl ile fezâda ediyorsun tayrân Ne içün ‘aks-i sadâlarla dolar cevv-i havâ Bu kadar ‘âlî sarâylar ile yüksek evler Şurda dursun da neden dağlara etdin îvâ

(c)

84.    Nağme-i kuds-i ezel verdi bize bir elhân Eyleriz tâbe-seher türlü niyâz u efgân Kudret-i fâtıranın türlü ‘aceb hikmetini Görüyorlar da tuyûr hem oluyorlar nâlân Bizi tayrân ile seyrâna muvaffak etdi Eyledi mazhar-ı esmâ-yı me’âlü’r-rahmân [s. 35]

(s)

85.    Hele şu zerreye sor bir ne ‘aceb devrânın Gece gündüz harekâtınla senin seyrânın Türlü eşkâl ile elvân ediyorsun ibrâz Cümle erbâb-ı nazar hep kalıyor hayrânın! Neye mebnî güneşe pencereden ‘aks ediyor Ne içün her tarafa neşrediyor fev[e]rânın

(c)

86.    Evc-i imkânda Hudâ’nın ne kadar ihsânı Ediyor muntazaman devrini ikmâl hani O güneşler, o kamerler, o kevâkib, o şehâb Veriyor hüsn ü cemâl parladıyor ekvânı Biz de bir mihver-i matlûbda dönüp seyrederiz Ederiz rûz u leyâl biz de tamâm devrânı

(s)

87.    Şu değirmen taşına sor ki nedir tezkârın Neye mebnî dönüyorsun ne olur son kârın Sağ tarafda ne ola dâ’imâ meylin orada Ne içün böyle uzun leyl ü nehâr ezkârın [s. 36] Hele bir kaç kere dönmekde zarar yok ammâ Ne sebeb maksad-ı aslîde olan tekrârın

(c)

88.    Bir karâr üzre sebât eyleyecek bir Hak’dır Ebedî çünkü odur gayrisi yok olacakdır ‘Âlem de döner hey’et-i ‘ulyâ da döner hep* Her şeyde dönüp merci‘-i ‘âlî bulacakdır* Dönmekde cihân zerre bile cevv-i havâda*

355 Her şey dönerek kalmayacak Hak kalacakdır*[351]

(s)

89.    Hele bir sor ki o buğday neye ince oluyor Ne içün parçalanıp tekneleri dolduruyor Zümrüdîn rengi melâbis idi bir dem ne güzel Neye mebnî yetişip benzi sararmış soluyor Bir de tahmîr ile o parçalanıp tabh edilir Şu fırında daha bilmem ki o ekmek n’oluyor

(c)

90.    Bir vakit bahr-i muhîti ediyorduk seyrân Bir vakit cevv-i havâda oluyorduk tayrân [s. 37] Bir zamân katre olup arza süzüldük indik Yükselip neşr-i hırâmân ile etdik hayrân Bir de fermân-ı ilâhî yetişir vakt-i hasâd Buyurur cümle nebâtâtı o birden vîrân

(s)

91.    Bir de şu karlara sor ki ne ‘aceb bu ahvâl Ne beyâz reng-i dil-ârâ, ne tuhaf bir eşkâl Bir vakit rûy-i zemîn oldu çemenzâr bostân Bu aralıkda onu sen ediyorsun işgâl Yetmiyormuş gibi şu seng ü türâbiyle cibâl Ana bir kat daha ilhâk ediyorsun eskal

(c)

92.    Bizde bir emr-i ‘azîm var ki o görmez tağyîr Kudret-i fâtıranın sâhibi etmiş takdîr Buna kanûn-ı ilâhî denilir bu fende Mütenâkıs, mütezâyid olamaz bu tasvîr Bir katre değil belki de hîç zerresi olmaz* Vaz‘ eylediği dâ’ireden hâric-i takrîr*

(5)   [s. 38]

93.    Hele kar ile dolu bir de matar dânesine Sor da öğren ki bu kaçdır iniyor hânesine Ne zamân etdi tebahhur (j^£) ne cihetden geliyor Düşüyor fırlanarak bir de geri lânesine Ne kadar yerde kalır o ne vakitler kalmış! Kime rızk oldu olur da yetişir çâresine

(c)

94.    Bizi Allah yaradır semt-i semâda her dem Aslımız cevv-i havâ sisleridir bil akdem O da enhâr ile şu sath-ı bihârdan çıkıyor Oluyor evc-i semâda müterâkim hem-dem Böyle yerler ile gökler dahi enhâr u bihâr Türlü me’vâ-yı merâci‘de olur bin secdem

(s)

95.    ‘Acabâ zelzelenin aslı nedir sor andan

Ne kavî dehşeti vardır ki geçer nâs cândan Koca dünyâ nazarında bir avuc toprakmış Gibi sallar da yıkar hâneleri bir yandan Kimi esbâb-ı tabâyi‘de kalır bahsinde [s. 39] Kimi te’sîrini tasdîk ediyor Deyyân’dan

(c)

96.    Kudretu’llah anı te’sîriyle tahrîk ediyor Koca dağlar temelinden kopuyor, seyrediyor Nerede fısk u me‘âsî çoğalırsa nâ-gâh Türlü dehşetli tezelzül orayı sarsıdıyor Hele esbâbına baksan ya havâdır ya buhâr Dediler ammâ hakîkatde o hikmet ne diyor

(s)

97.    Çağlayanlar ile menba‘lara bir sor ne diyor Neye sür‘atle akıp mahrecini terk ediyor Neye taşdan taşa başlar vuruyor sızlanıyor Ne içün ye’s ü te’essüfle mükedder gidiyor Neye birden atıyor kendisini dağlardan? Ne ‘azîm hırs u telâşla cânın incidiyor

(c)

98.    Ne ki varsa bu cihânda yaradıp verdi vücûd Kimi câmid, kimi nâmî, kimi seyyâl mevcûd Ne kadar bin sene kalsa bu ‘anâsır ebedî [s. 40] Kudretu’llah edecekdir anı elbet mefkud Şimdi her dem sonumu ağlayarak çağlıyorum Türlü feryâd u figânımla Hudâ’mdır maksûd

(s)

99.    Güz gelip yaprağını dökdü ağaçlar birden Soldu ezhâr u çemen geçdi bütün hep serden Yine ihyâ edecek Kadir-i mutlak elbet Haberin var mı çiçek böyle ‘azîm bir sırdan Hele bir söyle bana nerde gezip seyretdin Şimdi bir bir çıkıyor tâzelerin bir yerden

(c)

100. Ebedî Bâkî vü Kahhâr u Hakîm emreyler Dökülür yaprağımız çâre nedir kul n’eyler Yine izniyle anın biz buluruz tâze hayât Böyle bin def‘a olan vâkı‘ayı hâl söyler İşte mahşerde bunun misli dirilmek vardır Orada gösterilir cümle ‘amel çok şeyler

(s) [s. 41]

101. Âteşe sor ki nedir bu heves-i istihrâk Ne bulursan ediyorsun anı birden ihrâk! Merkezin sâde odun bir de ma‘den kömürü Nereden dûd-ı firâvânı edersin işrâk Dünyâda nef‘-i kesîri ediyorsun îsâr Rûz-ı hasretde seni Hak ede bizden ırâk

(c)

102. Cümleyi halk ederek etdi Hudâmız i‘mâr Onu inkâra tasaddî ediyorlar ısrâr Kimi müşrik, kimi mülhid, kimisi münkir-i Hak Kimi ‘âsî kimi fâcir kimi bağlar zünnâr Beni şiddetli yaratdı ki yakam cânlarını İntikam eyleyecek hazret-i Kadir Kahhâr

(s)

103. Demire sor ki nedendir böyle kuvvetlenişin Türlü eşkâl ü sanâyi‘de senin kullanışın Çivi mismâr u sanâyi‘ ile mikyâs pergâr Zırhlı toplar ile süngü ba‘zı hançer oluşun ‘Asr-ı evvelde olurdun harbe gömlek ile tâc [s. 42] Ne ‘acebdir o senin bâkî muhalled kalışın!

(c)

104. Bize Cebbâr ‘Alîm verdi metânet kuvvet Bizi o eyledi bürhân-ı besâlet satvet Bizdedir türlü menâfi‘ ederiz neşr-i meded Nice bin türlü fevâ’id ile var bin hikmet Zulmü ref‘ etmeye me’mûr u müsahhar imişiz Eyleriz vakt-i tehâcümde bu dîne nusret

(s)

105. Topların savt-ı şekîmiyle anın feryâdı Neye mebnî yıkıyor kal‘aları bünyâdı? Ne içün dâneleri gayz-ı dehenden atıyor Ne cihet hangi sebeb oldu anın top adı İki metroyu geçer cism-i müdevvel atvel Fenn-i mikyâs ile ta‘yîn edilir eb‘âdı

(c)

106. Dediler meclis-i şûrâ-yı hakîkatde müdâm Bu hakikat nâmına kurdu cihân yüz bin dâm Müte‘addid olamaz hakk u hakikat birdir [s. 43] Anı isbâta bu toplar edecekdir ikdâm Fasl-ı da‘vâ-yı hakikat edilirken nâ-gâh Nice milyonca nüfûs hep olacakdır i‘dâm

(s)

107. Bu şarapnel ile dâne neye mebnî bağırır Ne içün savt-ı mahûfuyla helâkı çağırır Neye mebnî uçarak na’ire-i gayzından Neye birden bire müdhiş düşerek pek ağrır Yüce dağlar arasında neye vahşî gürler Ne sebeb sîne-i kasvetdeki hıkdı dağılır

(c)

108. Neye gayz etmeyelim çünki misâlsizdir Hak Anı teşbîhe tasaddî ediyorlar ancak!

Halkı tevhîde çağırmak ile nîrân saçarız Belki ikrâr edeler hâlıkı bi’l-istihkak

Bir zamân düşmana bir dem takılıp kalsak da Yine o hizmeti her dem biz ederiz ihkak

(5)   [s. 44]

109. Hele mescid ile bir medreseye sor de ki siz Ne içün zâviyeniz böyle mu‘attal işsiz?! Neye mebnî sizi terk etmededir bu millet! Ne cesâret ki bırakmış sizi ümmet ıssız

Böyle metrûk u harâbe sizi görmek ne revâ[352] Dîn ü dünyâda sa‘âdet biliyorduk sizi biz!

(c)

110. Sahneler üzre melâ‘ib ile yüksek localar Geçirir hayli vakitler ile mes‘ûd geceler Türlü âheng-i terennüm ile tenkîr-i düfûf Edilen meclise tercîh edilir mi hocalar Nerede tedrîs ü tederrüs ile mescid, mekteb! Şu ‘atâletde garîk oldu yiğitler kocalar

(s)

111. Yetişip meclis-i teblîğe durup da de ki ey! Burada neşr-i mevâ‘iz kahevâtda hey hey Okunur nass-ı ilâhî edilir teblîğler Yine herkes katıyor meclis-i lehve ney mey Gece gündüz ne edersen ediver teblîğde [s. 45] Yine bin nağmenize şimdi müreccah bir ney

(c)

112. Bize Kur’ân-ı Kerîm verdi emir her yerde Bozamaz nağme-i teblîği diğer bir yerde Bize tavzîf edilen pend-i belîğ etmekdir Okuyup eyleyerek doğruluğu perverde Böyledir meslek-i ‘âlî-i diyânet-perver Bunu tervîc ediyor şer‘-i şerîf enverde

(s)

113. Şu tesettür ne içün böyle ucuz mal oldu Ne zamân rûy-i dil-ârâ-yı hayâ pek soldu!

Neye mebnî atıyor perdesini bu nisvân? Ne sebeb çarşı pazar türlü kıyâfet doldu Ne vakit tevbe, nedâmet edecekdir millet Yetişir sehv ü hatâsı da nihâyet buldu

(c)

114. Hele sabr et bakarak ‘âkıbet-i ahvâle Deme zinhâr sıkılıp lâ vü ne‘am bu hâle Söyle ‘isyânda kalan var mı selâmet bulmuş [s. 46] Gözünü aç da nazar eyle bütün emsâle Yalınız hak yolunu herkese göster gitsin Bir de irşâd ile ta‘rîf ediver ensâle

(s)

115. Bu hatâ mı ‘acabâ sütreyi biz kaldırsak Pek hafif başlarına ince bezi aldırsak Bir de meclislere alsak da getirsek serbest Anlara sâz ile kanûn-ı lehv çaldırsak Aradan hill ü harâm nâmını birden atsak Her ne isterse gönül arzusuna saldırsak

(c)

116. Bu cihet feyz ü terakkiye uzak bir yoldur Ama keyfine uyup da yürüyen pek boldur O ne tıynet ki hayâdan ola mehcûr u ba‘îd! Hele islâma uzakdır ki diğer bir yoldur Bunu tervîc ile efkârı edenler ıdlâl Ne kadar eğri hatâ! Sağ dediği pek soldur

(5)   [s. 47]

117. Neye menfûr ‘acabâ medreselerden hisler Ne içün yükseliyor bahsedilirken sesler

Biri bahsetmeye başlar ise birçok yerden Yetişir nutk u beyân birbirini hep besler Şimdi ‘âlemde mi böyle ‘acabâ her esnâf!? Yoksa mermilere mi sâde hedef bî-kesler!?

(c)

118. Halkı irşâda medâris idi me’mûr akdem Oradan ders-i diyânet alır elbet âdem Bunu şeytân yıkacak, hedm edecek tezyîfle Ana karşı müteyakkız olalım biz her dem Hele zâhirdeki âdem yalınız âletdir Ne felâket ana olmuş koca iblîs hem-dem

(s)

119. Bir de sen hâlini anlat, de kütübhâne-i dîn Nerede şimdi ‘aceb sizde midir ‘ilm-i güzîn Hani tedrîs-i mesâ’il, hani tahrîr-i ‘ulûm Nerededir ‘ilm ü ma‘ârif bu kadar bin tedvîn Tarz-ı eslâf sizi takdîr ediyordu her dem [s. 48] Ediyor mu ‘acabâ şimdi bu ahlâf tahmîn?

(c)

120. Bu kadar yüz senedir böyle fezâ’il-engîz Oluyor ‘ilm ü kemâlât u hüner pek leb-rîz Nice dâhîlere mürşidliğe etdim himmet Anların fevti ile şimdi gözümdür eşk-rîz Takdîr ediyor böyle Hudâ ehli ehilden* Tâli‘ katıyor tıyn-i felâketlere ibrîz[353] *[354]

(s)

121. Şu tahâret ne içün süngere olmuş müncer Yoksa bir başkasına şimdi takallüd mü hüner?![355] Ne içün kolları dirseklere doğru yuymaz Emre ‘isyân mı zuhûr etdi bu ümmetde meğer! Günü akşam ediyor nerde vuzû, nerde salât!

İşte milletde esef! Böyle ‘azîm bir münker

(c) [s. 49]

122. Bilmeyenler bu gidişlerle giderken anlar Her biri zulmet-i kabrinde yakındır yanlar Orada türlü ‘azâblar ile var işkence: Bozulur kibr ü gurûrlar ile yüksek şânlar Tıkılır zâviye-i kabr-i elîmde inler Burada Hakkı koyup gayrısına uyanlar

(s)

123. Bu namâz ile oruç, hacc u zekât ‘âlemde Ne güzel farz-ı ilâhî oluyor âdemde Şuğl-i dünyâyı koyup farz olanı vaktinde İşlemek âdeme elbetde gerek her demde Kim ki fermânını Hakk’ın severek işlerse Onu dünyâda da ‘ukbâda da koymaz gamda

(c)

124.    Şöyle bir emre itâ‘at ebedî kurbetdir

‘Ömrü o yolda geçirmek ne büyük sünnetdir Bilemez kadr-i diyânet ne imiş çok insân!

‘Aklını toplayana bu ne büyük rif‘atdir

Dîn ü dünyâyı da bilmek ne güzel devletdir [s. 50] Böyle imrâr-ı hayât bil ki ‘azîm ni‘metdir

(s)

125. Ne ‘acîb tarz-ı ma‘îşet ne garîb bir darlık! Ne tuhaf şân-ı temeddün ne büyük bir varlık! Ne içün kardeşe kardeş demiyor hâlin ne?! Bu mudur kardeşe ülfet, bu mudur hoş yârlık? Hele ölmüşleri hammâl çekiyor çok yerde Ne kadar sû-yi te‘âmül çıkıyor bu aralık!

(c)

126. Yakışır âdeme âdem ile ülfet etmek Biri inlerse anın yanına diğer gitmek Ölüsüyle dirisi bir olarak birleşmek Hele kardeşliği muhkem kılarak perkitmek Yaraşır mı? Ola kardeş ile kardeş düşman Arada bir bozuşup birbirini incitmek

(s)

127. Haydi kardeş barışıp kalmayalım şu gamda İttifâk eyleyerek birleşelim biz hem de Cüz’î şeyler ile küllî zararı def‘ edelim [s. 51] Uzadıp kolları birlik olalım bu demde İki köylü birisi o birini hiç bilmez!

Bu mudur! Hâssa-i matlûbe benî âdemde!

(c)

128. Bu hayât mes’elesi doğru güzel bir sözdür Ne çıkar fazla kelâmdan burası bir özdür Ayrı yollarda giden gitdi bütün mahvoldu! Bu taraf doğru gider çünki önü düpdüzdür Düşmanın dâmına düşmekde sa‘âdet olsa Yine kardeşle geçen derd ü belâ gündüzdür

(s)

129. Beni dinler mi ‘aceb cân u gönülden millet İşidir mi bu benim sözlerimi hep ümmet? Vereyim ellerine habl-i selâmet-encâm Anı tutmak iledir ni‘mete her dem vuslat Bulayım dertlerine çâre-i ‘âcil birden [s. 52] Göreler anda imiş istenilen her ni‘met (c)

130. Biri (Allah) ile (peygamber)e her dem hürmet Biri de kardeşi kardeş bilerek çok ülfet

Biri düşmanlara karşı ebedî durmakdır

Biri de mahkemede ‘adl ü ‘inâyet, nısfet Birinin adı mu‘ayyen çalışıp kesb etmek Biri evlâd okudup bellilemek bir san‘at

(s)

131. Şu minâre ne içün böyle sipihre yetmiş[356] ‘Alemi sanki süreyyâya rekabet etmiş O güzel kadd-i bülendiyle dinelmiş durmuş Yüce timsâl-i diyânet gibi çıkmış, gitmiş Hele kuvvetde, rasânetde ‘azîm muhkemdir Heybeti hey’etini rekz ederek perkitmiş (c) [s. 53]

132.    İsmini, kudretini hazret-i Hakk’ın tezkâr

Ederim leyl ü nehâr nâmını her dem tekrâr Türlü işgâl ile ümmet sıkılıp kalmışken Bir de (Allah) diyerekden atılır her bir kâr

O vakit secde kılar kıbleye dönmüş yüzler Serilir ‘arsa-i ‘abdiyyete olsa hünkâr

(s)

133. Hele bir çân ile nâkusa su’âl et ki neden Bu terennüm bu tezelzül bu inilti nereden? Ne içün darbelerin sâmi‘ayı darb eyler Neye mebnî çıkıyor âh u enîn her yerden? Muttasıl neşrediyor sayhaların fikr-i zelel Oluyorsun bu terennümle dalâl-perverden

(c)

134. Cümle mahlûk yaradan hâlıkını zikreyler Her biri kendi lisânıyla senâsın söyler Anı temcîde müheyyâ bu ma‘âbid ile deyr Anı takdîse mahaldir bu şehirler köyler Ben de tahmîd ile takdîsini tertîl ederim [s. 54] Lîk esbâb-ı dalâl olduğuma kalb inler!

(s)

135. Koca dağlar gibi deryâda demirden gemiler Anları ‘arsa-i deryâda yapanlar kimler Öyle heybetli sadâlarla verir dehşetler İki top atsa eğer sâhile birden semler Ne mahûf şekl-i garîbdir ki ‘aceb heybetli Görebilseydi olurdu mütehayyir cemler

(c)

136. Dağları sath-ı arâzîde yaratdı Cebbâr Ana nisbetle açık kaldı bütün sath-ı bihâr Koca dağlar gibi ‘âlî ne garâ’ib gemiler Etdi o sath-ı bahir üzre tamâm istikrâr

Kudret-i Fâtıra vermiş ne büyük isti‘dâd

Ediyor halk-ı za‘îfi anı her dem imrâr (s)

137.    Hele meskenlere me’vâlara bir sor ne zamân?

Sizi o Rabb-i Kerîm verdi bize dâr-ı amân!

‘Acabâ şükre mukarin mi olur sizde ‘amel? [s. 55] Yoksa her dem mi olur ben bilemem fıska mekân

Meselâ etse zuhûr sende mekrler şerler Bulunur mu ki ola hayra makarr bir imkân (c)

138. Hele biz kendimizi halk edene hamd ederiz Türlü takdîs ü mahâmid ile her dem gideriz Anların cürm ü ma’âsîsine lâyık tekdîr Edilirse o vakit ben bilemem biz n’ederiz Hakkı tevhîd edeni seyr ederek mes‘ûduz Fısk u cevriyle devâm eyleyene pür-kederiz (s)

139. Bir de dünyâya su’âl et ne kadar cân gelir O gelen tâze civânlar ne kadar eğlenir? Ne imiş maksad-ı ‘azmi ne ile naklediyor Neye mebnî gelebilmiş de ne vermiş alıyor Ne kadar ta‘ab u meşakkatle eder kat‘-ı mekân Sana gelmiş de fakat ne içün az kalıyor?

(c) [s. 56]

140. Bana herkes geliyor mülk ediyor kendince Ben de her gördüğümü sevmedeyim kendimce Mevt-i mübrem bizi tekzîb ederek fekk eyler O gider başka müsâferet gelir ardınca

İşte ‘âlem de buna benzediğinden fânî Böyle takdîr-i ezel hikmeti gâyet ince (s)

141. Yolların aslını bir sor de ki ey hatt-ı medîd Ne sebebden edilir şu‘belerin pek temdîd? Ne cihet hangi taraf olsa bu ‘arkın gidiyor Ediyorsun taraf-ı maksadı her dem tahdîd Seni tahkîm ile meşgûl oluyorken ‘âlem Bir de kuvvet vererek ferş ediyor seng ü hadîd (c)

142. Cism-i insâna damarlarına kadar dal atıyor Ne de çok şu’beleri pây u sere uğratıyor Ben de ‘âlemde yere ‘ark u damar neşrederim Köyleri şu’belerim şehre livâya katıyor

Bu mürûr ile ‘ubûr hep oluyor nakle delîl [s. 57] Bu takallübdeki âmâl ne kemâl öğrediyor!

(s)

143. Hele hürriyyete sor de ki ey cûd-ı Hudâ Seni lutfuyla Hudâ eyledi birden peydâ Doğrusu millete verdin ne güzel tâze hayât Sana olmuş idi evvel ne fikirler şeydâ Seni hıfz eyleye Mevlâ kalasın tâ ebedâ Edelim biz de senin haklarını hüsn-i edâ (c)

144. Beni bilmekde hakikat ne büyük ma’nâ var Gözlerim ‘âleme neşretmededir bin envâr Beni yanlış bilerek anladılar serbestlik Demediler ki içinde bulunur bin esrâr

Kimi serkeşliğe başlar, kimi sıçrar, oynar! Bana bühtân ile isnâdı çoğaltdı eşrâr!...

(s)

145.Şu hayâta de ki ey nûr-ı beka-yı tıynet! Veriyorsun bu ‘anâsırla vücûda ziynet Ne de zengîn, ne de i‘lâsını kılmış Hallâk [s. 58] Ne güzel gösteriyor kudret-i Bârî hikmet Ne olur bâkî mü’ebbed kalabilsen hayfâ Giderek sin oluyor mahv u hebâ her ni'met!

(c)

146.Beni bu ‘âleme neşretdi Hudâ-yı Bâkî Beni bu meclis-i hilkatde buyurdu sâkî Kimi meftûn-ı sivâ oldu şaşırdı ‘aklın Kimi ‘ulviyyete pervâz ile oldu râkî Kimi semlendi cihânda ebedî oldu helâk Kimisi buldu Hudâ lutf-ile bin tiryâkî

(s)

147.Bir de sor dâhiye-i mevt-i ‘azîme de ki sen Niye beni aramazsın koca çirkîn ü hasen? Demiyorsun bu gelindir bu da nâmzed bu şerîf Bu da mahzûn u garîbdir bu da ma‘tûh u esen Nice sultân u ağa bir nice dâhî vü zarîf Alıyorsun bunu ‘add eyleyerek müstahsen!

(c) [s. 59]

148.Beni mîzân-ı ‘adl seyf-i hayât kıldı Hudâ Ederim rızkı bitirmişleri teb‘îd ü cüdâ Ne fakîrdir ne de zengîn ne büyükdür ne küçük Demeyip vakti gelen kimsede oldum peydâ

Kimi teslîm-i kader eyleyerek me’cûrdur

Kimi feryâd u figân-ile olurlar şeydâ (s)

149.Şu mekabir nice ecsâda olur dâr-ı keder Yine herkes koşarak lahd-i perîşâna gider Bu kadar mal u menâsıb ile hürmet servet Burada kaldı o bilmem ki sebebsiz ne eder ‘İlm ü ‘irfan u ‘amel ile imân ger yoksa O kabr hufresi memlû olacakdır ejder

(c)

150.Hele fânî olacak bende bu ecsâd u şemâ’il* Tedrîci olur bunca vücûd gâ’ib ü zâ’il* Dünyâda eden fahr u sürûriyle mübâhât* Lahdinde görür türlü felâketle rezâ’il*

Bir çokları olmakda bugün türlü mu‘azzeb* [s. 60] Lakin oluyor ba‘zıları lutfuma nâ’il*[357]

(s)

151.Bir de şu ‘âlem-i berzah nereden var olmuş Ne zamândan beridir o ne vakit nâm bulmuş Nehr-i fıtrat akıyor çağlayarak ‘âlemden Oranın bahr-i kebîrine bütün var dolmuş Burada neşr-i mehâsinle olan cilve-nümâ Bu kadar hüsn ü melâhât orada hep solmuş

(c)

152.Hazret-i Kadir ü Kahhâr bunu ikmâl edecek Ne kadar pîr ü civân varsa ‘umûmen gidecek

Orada şekl ü şemâ’il bozulup mahv olacak Daha bin türlü kederler yüreği incidecek Yine ervâh orada türlü şu’ûnât geçirir Bir de mahşerde hulûliyle teni pür gidecek

(s)

153.Hele mahşer ne imiş böyle teşehhür etmiş! Onu arzu ederek pîr ü civân hep gitmiş Ne vakit cem‘ olacak bunca halâyık birden [s. 61] Çünki nâ-bûd olarak nâm u nişânlar bitmiş Cümle a‘zâ dağılıp hâk ile yeksân olmuş O vücûdlar erimiş zerreleri hep bitmiş!

(c)

154.Ne zamân emr-i ilâhî yetişirse birden Çıkacak lahzada bi’l-cümle halâyık yerden Kimi bem, kimi bahrî, kimi ins ü kimi cin Atarak toprağı herkes o dakika serden O zamân bizleri Mevlâ ede mahfûz u selîm Kurtara cümleyi lutfuyla demâdem şerden

(s)

155.Bir de şu dâr-ı na‘îm cennet-i a‘lâya su’âl Ediver de de ki anlat bana bir hikem-me’âl Seni fazliyle Hudâ etdi mehâsîne karîn Seni bir dâne şeref yapdı ‘inâyet her hâl Ne de vâsi‘, ne de şâmil, ne de rengîn oldun! Ne de mergûb-ı kulûbsun ne ‘aceb bu ahvâl

(c) [s. 62]

156.Beni mü’minlere ikrâma mahal kıldı Hudâ Ehl-i inkârı ebed eyledi teb‘îb ü cüdâ

Etdi kudretle makamât-ı cinânı o binâ

Verecekdir edene emri bu dünyâda edâ Beni tezyîn ile o türlü mehâsin vermiş Edecekdir beni mahşerde ‘ibâdına fedâ (s)

157.     Bir de şu nâr-ı cahîme de ki ey kahru’llah!

Seni hışmıyla mı, kahrıyla mı halk eyledi Allah*

Ne de muhrik, ne de mühlik, seni etmiş kudret

Neye mebnî yanıyorsun bana anlat Allah!

Seni duymakla bütün zevk u sürûr telh oldu Başka bilmem yalınız (lâ kuvvete illâ bi’llah!)*[358]

(c)

158.Beni düşmanlara taslît edecekdir Kahhâr Etme a‘dâ-yı ilâhîye temâyül zinhâr Öyle dehşetli harâretli ateşler saçarım Edemez zerre-i nîrânımı itfâ enhâr

Halkı kurtarmağa bir çâre olursa ancak [s. 63] Hakkı tevhîde devâm oldu hemân leyl ü nehâr (s)

159.Var mı insânları tahlîs edecek bu nârdan Bulunur mu ‘acabâ kurtaracak şu ‘ârdan? Şimdi dünyâda selâmet ise de kalblerimiz Ne çıkar sonu felâket olacak bir kârdan Bulalım bâri selâmet olalım nâ’il-i fevz Alalım başımızı kurtaralım şu dârdan (c)

160.O selâmet kapısı dîn-i mübîndir anla Oradan gir de ‘aka’id sarayında yanla Kalbi ölmüşlere bakma seni de mahveyler Rûhuna bak da eğer yoksa cânı bir cânla Yürü, git doğru selâmet bulasın dâreynde Kalbini nûr-ı diyânetle demâdem şânla...

(s)

161.İsterim Hakka takarrüb ile bir ‘ulviyyet Bunda lâzım mı ki dâ’im buluna bir niyyet? Ne ile maksada ermek ‘acabâ mümkündür [s. 64] Beni irşâd ediver göstererek bir sîret Şimdi insânlara bir hâl gelivermiş eyvâh Dînini pek tutana hep ediyorlar hayret

(c)

162.Bu felâket ne fenâ sû-yi sirâyet etdi Sanki birden ölerek hubb-i diyânet gitdi Şimdi herkes gece gündüz demiyor lehv ediyor O fenâlık daha evvelce olup hep bitdi O karanlıkda açar kabri görünce gözler Hele dünyâda merâsim ile âdâb yitdi (s)

163.Bana göster göreyim râh-ı selâmet-encâm Gideyim de olayım belki hitâmında be-kâm Nerede istediğim hâle münâsib yollar Anı öğret ki gidip tâ alayım ben bir nâm Anı vâ‘iz mi bilir ya da müderris, müftü Anı ‘âlim mi bilir yoksa ferâsetli imâm?

(c) [s. 65]

164.Kalbini vermeyesin mel‘abe-i sevdâya Sonra eyvâh diyerek başlamadan bir vâye Bu hayât böyle senin varlığına yâr olmaz Anı vaktiyle edin elde büyük sermâye ‘Aklını topla peşin al yolunu vaktinde Deme kalsın edeyim işlerimi şu aya

(s)

165.Var mı insâna veren burada zevk u şeref? Ola anınla ebed sâhibi de müsteşref O ne yoldur ki eder işleyeni Hakka karîb Anı ta’kîb ederek doğru gidendir eşref Bileyim tâ ki anı da gideyim maksûda Bunu dünyâda bulunmaz mı ‘aceb bir a‘ref?

(c)

166.Al silâh, bin atına, çık da yürü, ol arslan Eyerin arkasına er gibi birden yaslan Bir cihâd eyle ki kalsın ebedî şân alsın Sana kardeş idi düşman ipiyle hep asılan Tut yürü kabzasını seyf-i celâdet göster [s. 66] İntikam etmeyi ister ne kadar var kesilen!

(s)

167.Neye mahbûb-ı kulûbdur o güzel ‘askerlik Ne içün pek sevilir böyle yiğitlik, erlik Bir gören süngüsünü isteyerek bir de bakar Başka var mı ‘acabâ öyle iyi bir dirlik?! Çıkdı ‘asker olarak memleketi terk etdi Orduya geldi şu kardeş ne mübârek birlik!

168.Bu cihâd mesleğidir, sâlikini şâd eyler Anı medheyleyerek şânını Kur’ân söyler Ana dâhil olanın kadri büyükdür her dem Oğlu ‘askerde kalan başka şerefler n’eyler Cümle ashâb-ı kirâm etdi cihâdı birden O yola girdi bütün hep yiğitler iyiler

(s)

169.Ne içün ‘askere da‘vet olunurken ümmet Türlü esbâb arıyor gitmemeye bu millet Niye ‘askerliğe eğri bakıyor insânlar [s. 67] Ne fenâ sû-yi tabî’at ne de müzmin ‘illet Ana dâhil olana türlü meziyyet, ‘izzet Oluyor ammâ geride kalanındır zillet!

(c)

170.Seni ‘askerliğe ister ise devlet var git Orada dîn ile dünyâna güzel hizmet et Hele bir dostuna zinhâr gözünü kaldırma Düşmanın sînesini süngü ile pek incit Emre dikkat ediver de ebedî hulf etme Hele ‘askerliğe dâ’ir verilen emri işit

(s)

171.Neye düşman giriyor memleketi zabt ederek Bu kadar cân u teni mahvederek inciderek Bu ne hikmet ki tedâbîr oluyor bunda ‘akım Boş bulup köyleri düşman geliyor biz giderek Hele etfâli bütün süngülere hep takmış Atılır çaylara ‘iffet ile nisvân n’ederek!!!

(c) [s. 68]

172. O sefâlet nereden geldiğini bilseydi Sebebi anlayarak tevbe eden olsaydı Hele oldu olacak bari bu işden ‘ibret Alarak bir uyanıp ders-i hayât alsaydı Şu gidişler bizi mes’ûl edecekdi etdi Her ne olduysa yazık yurdlarımız kalsaydı!

(s)

173.   ‘Acabâ tevbe ile eğriliği terk etsek

Bir de Hak yol ne ise müttefiken biz gitsek Dîn ü dünyâmıza sâhib olarak kurtarsak Arayıp doğru yola râbıtayı perkitsek Dîni muhkem tutarak emrini icrâ her dem Bir de kadrin bilerek tarlamızı hîrek[359] etsek

(c)

174. Bu terakki yoludur işte buna kıl ikdâm Bu uğurda çalışıp olmalıdır pek mikdâm Dîn ü dünyâyı kazanmakda mesâ‘î şartdır Anı sayd etmede yokdur ebedî hiç bir dâm [s. 69] Çalışıp işlerine her ne olursa yapmak Mazhar-ı hayr du‘âdır ebedî öyle adam (s)

175. Niye bir zevceye zevci ediyor rencîde Zevcini zevce de ister ki ebed incide Gece gündüz getirir zevcesine zevc her dem Yine bu zevcesinin gözleri hep incide Hele bayramda anın istediği gelmezse Tartılır sözleri inci gibi bir sencîde

(c)

176.Bu cehâlet ebedî sınf-ı nisâda vardır Anların kalbi bu yüzden bilirim pek dardır O gibi zevceyi insân niye bilsin bir yâr Öyle bir yâra desin yâr ki ana bir yârdır Hele bir zevc ile zevce olacakdır hem-hâl Olmayan zevceyi terk etmeli zinhâr ‘ârdır[360] (s) [s. 70]

177.   Bu te’addüd ne güzel zevceleri rabteyler

Zevci olmazsa biri diğerine laf söyler İkisi, üçü olur birbirine pek hem-dem Yalınız olsa biri o tek ü tenhâ n’eyler Biri ateş yakarak çorbasını tabh eyler Biri esvâb dikerek işleyecek çok şeyler

(c)

178.Hele kavgaya giden erlere bir yâr azdır Bunu sen mermere hakkeyleyerek bir kazdır Birisi o birine dâ’imen eyler yardım Burası ince bilip anlayacak bir râzdır[361] Nesli artırmaya doğru gidecek bir yoldur Biri kış olsa anın diğeri elbet yazdır (s)

179.Zevc olmalıdır, zevceye elbetde müsâ‘id* İcrâ ederek haklarını kendine ‘â’id* Âdem ise zevc zevce de âdem ana karşı* Erkek yalınız ba‘zı cihetler ile zâ’id*

Fıtratda müsâvâtına dikkat ediver de* [s. 71] Hükmet burada hangisidir diğere râ’id[362] *[363]

(c)

180.Zevc etmelidir zevceye bir hükm ü hükûmet* Bilmekle fakat zevce anı cânına minnet* İbzâl ederek lutfunu erkek ana her hâl*

368 Şu hak ana elbetde olur bir iyi zimmet*[364] Nice insân bulunur bilmeyerekden ülfet Ediyor türlü eziyyet! Ne ‘acebdir ümmet

(s)

181.Hakk-ı meşrû’unu Allah soracak nisvânın Verecek ecvibesin kocası ancak anın Bunların hakkına meşrû’ olarakdan dikkat Ediver çünki odur vâlidesi inşânın Hele evlerde ziyâde yarıyor her işde Ziyneti, belki bekası da budur dünyânın!

(c) [s. 72]

182.Hele nisvâna ricâlin yakışır eltâfı Edilir anlara hürmetle ri‘âyet sâfî Hadd-i meşrû‘u geçirmek ise gâyet ‘ârdır Edilen lutfa göre anlayalım evsâfı Evinin işleriyle uğraşarak sabreyler Zevcinin hizmetidir seyr ü temâşâ kâfî

(s)

183.Niye müskir içiyor ba‘zı cehâlet-endâz Atıyor arkaya nerede oruc nerde namâz!.. Yalınız bir köşede laf ile bin cânbâzlık Yapıyor zemm ile gıybet oluyor bir gammâz Düşünüp söyleyerek iftirâ bühtân eyler Dayanır kahvede ağzın bozarak bir lemmâz[365] (c)

184.   O gidişle sonu ber-bâd olacakdır anın

Ana yaklaşma sakın sonra yakar şu cânın Zararı kendisine ‘â’id kalacak elbetde Âteşidir ısıdan hammâmını külhânın [s. 73] Bil kadrini de herkese herkes gibi bak sen* Hıfz eyleyerek sakla hemân böylece şânın*

(s)

185.İnsân ne içün ağzına uymaz sözü söyler* Nereden böyle iyi âdeme ‘âdî huylar! Ne içün küfrediyor âdeme âdem birden Ne zamân böyle bu zevk oldu ‘aceb bu soylar İki evlâd birinin babasıdır o birinin[366] Çekişir birbiriyle sonra kapıyı boylar!

(c)

186.Hüsn-i ahlâk bize elzem ebedî olmuşdur Çünki ahlâk-ı beşer hayli vakit ölmüşdür Hele ecdâdı geçirdik bu da ensâl devri İse de nesl-i cedîd kahvelere dolmuşdur İki âdem biri oynar birisi raks eyler Ne tuhaf birbirini hep arayıp bulmuşdur!

(s) [s. 74]

187.     Bunları va‘z u nasîhat ile birleşdirmek

Hele mümkün mü? (Kötek) ile de yerleşdirmek

Şu fenâlık ne ile def‘ edilir ben bilmem

371

Yoksa bir tarla bulup cümlesine eşdirmek[367]

Belki taksîrini herkes düşünüp anlarsa

Bu şifâdır ki olur her çıbanı deşdirmek (c)

188.İki evli köye bir mektebi açmak kâfi Bir de san’atla ticâret bu husûsda vâfî İkisi birleşerek dîn ile mezc oldukda Olacak izn-i Hudâ ile şu derde şâfî Biri karga olarak ötse bile meclisde Kuru sözlerle bu bitmez bilemem çok lafı

(s)

189.     Hele şu haksıza bir sor de ki ey zâlim sen!

Sen misin zulüm ederek nice insânı kesen!..

Bu kadar nâsa içirdin tîğ-i cevrinden su

O güzel tâze çiçekler yerine zulmü esen? [s. 75] Sana benzer ne mezâlim yapıyordu mislin ‘Acabâ şimdi kabirde n’oluyor sen bilsen

(c)

190.Hikmeti kudretini etse de imhâl birden Çıkacak zâlimi tenkîl edecek bir yerden Nice ‘ifrît gibi gaddâr-ı cihânı takdîr Ayırıp gövdesini etdi cüdâ bu serden

İntikam etme zamânı gelicek hışmından Yetişir sâ‘ika-i kahr-ı ilâhî sırdan

(s)

191.Bir de şâhidlere sor ki niye şâhid oldu Bu kadar sözü o şâhid nerelerden buldu Doğru şâhid arayanlar bulamazken bir zât Ne içün mahkemeler böyle lebâleb doldu! Var mı hakkıyla şehâdet edeni bir göster? Yalınız hak sâhibi benzi sarardı soldu!

(c) [s. 76]

192.Görmedi ağzını şâhid anı etdi kanlı Çıkdı o mahkemeden sanki muzaffer şânlı Bilmedi öldüğünü şimdi cinâyet etdi O sözü söylemeden kendi idi pek cânlı Ama doğru bilerek bildiğini söylerse

372 Olacak yevm-i kıyâmetde şerefli anlı[368]

(s)

193.   Hele bir mahkemeye sor ki nedir bu da‘vâ! Hakkı isbât edenin var mı elinde fetvâ Ne içün birbirini incidiyor insânlar Ne sebeb dinleniyor rûz u leyâl bu kavga Neye mebnî kaçıvermiş o kadın zevcinden 373 Neye o etmededir sende bütün gün îvâ[369]

(c)

194.Açarım perdeyi birden alırım da‘vâyı Okurum elde olan beyyineyi fetvâyı

İki kardeşi birisi o biriyle hasm olsa [s. 77] Bulurum arasını fasl ederim kavgayı Bunu haksızlara tatbîk edebilmek müşkül Hakka râzı olana ben veririm büşrâyı[370]

(s)

195.Bu müfâdı okuyan ehl-i kemâle de ki bak! Okumakla bunu elbet edeceksin ihkak Bunda tevhîd-i ilâhî ile var bin hikmet Hüsn-i niyetle oku etmeyerek bahs-i şikak Bunda telhîs-i merâm işte budur bil evvel Hakkı tevhîd ile ol sâcidi bi’l-istihkak

(c)

196.Bu kadar ‘âlî vü sâfil ona hüccet ü delîl Bir de ihlâsda dedi tevhidini Rabb-i celîl Şirke meyyâl olanı dâr-ı cehennemde müdâm Edecekdir ebedî türlü sefâletle zelîl Takacakdır ana zencîr ile ağlâl-i nekâl Edecekdir anı me’vâ-yı belâda tezlîl

(5)   [s. 78]

197.Şu fakır Ahmed Mikdâd’a nidâ et de ki ey! Seni îkaza medâr söylüyorum ben bir şey Bu su’âl ile cevâb mes’elesi bahs-i tavîl Bunda ikmâl-i mebâhisle buyur zâ’idi tay Ne serî‘ hâme ile bahre girişdin birden Başladın mevceleri neşre deyip bir yâ Hay

(c)

198.     Hamd ü minnetle Hudâya ederim hatm-i kelâm

Eylerim Hazret-i Peygambere bin türlü selâm

Bana ihvân-ı kirâmdan okuyan hayr du‘â

Görmesin rûz-ı nedâmetde felâketle melâm

İki ‘âlemde de mes‘ûd u be-kâm et yâ Rab

Seni tevhîd ile takdîs edeni yâ ‘Allâm

[s. 79] Şurada iki fâ’ideden bahs edeceğim. Birinci fâ’ide: On sekizinci sahîfede

Anı ta‘zîm ederek ehl-i semâvât birden

Eyledi cümle melek zât-ı ‘azîmine sücûd beytinde Cenâb-ı Hakk’a secde ile hâcetini istemek!

İkinci fâ’ide: Bir şey niyyet etdikde: Evvelâ Peygamber ‘aleyhi’s-selâm efendimiz hazretlerine üç defa salavât-ı şerîfeden sonra Tevhîd-i Kâ’inâtı açmalı sağ tarafda birinci (c) işâretine bakmalı, bu usûl bakıcıların iğfâlinden kurtarır. [371]

3.1.2.3. Ozanlar

Öğün

fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün

1.       Söz diyarı her taraf baştan başa mülküm benim Kâinata sığmayan bir bilgedir ülküm benim Evrenin bahr-i muhitinde yüzer fülküm benim Hep ozanlar tahtıgâhımda otağın kurdular

2.       Onları bir bir sırayla deftere yazdım hele

Her birin ayrı deyişlerle adın aldım ele Bunları saymak yerinde pek derin bir mes’ele Saf çekip ülküm diyarında sıraya durdular

Şairler[372]

me fâ ‘î lün/me fâ ‘î lün/fe ‘û lün

1.       Fuzûlî Türk idi aslında şâir Tanınmıştı evet beyne’l-’aşâir Neler yazmıştı o divana dâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

2.       O Nâbî ki meşâhirden sayılmış Onun fikriyle bin efkâr ayılmış Duyan eş’ârını görmüş bayılmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

3.       O Rûhî ki bütün Bağdad’ı almış Onun sıyt-ı bülendi sâye salmış O nazmında derin ummana dalmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

4.       Nedimler geldi dikti şi’re lâle Birinde saz o bir elde piyâle Oturmuş dinleyenler sanki hâle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

5.       O Nef’î ki şiirde kâbı vardı Nice efkârı asrında uyardı Dilerse karayı ağa boyardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

6.       Dedi şöhretli Hamit nice sözler [s. 6] Parıldadı onun sözüyle gözler

Onun aşkıyla güldü nice yüzler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

7.       Eminler yazdı Türkçe nazm u mensûr Işıldattı karanlıklarda bir nûr Çevirdi Türkler’in şi’rine bir sûr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

8.       Reşat Nuri yazar nazm u kasâit Olur yazdıkları efkârı sâit

O üslup ki bütün kendine âit

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

9.       Faruk Nâfiz henüz unvan çağında Onun da gülleri vardır bağında Neler kalmış tutulmuştur ağında Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

10.   Güzel Necdetleri gördüm de bildim İyi görmek için gözümü sildim Cihânı çok dolaştım sanki yeldim Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

11.   Celâl Sahir de mahirdir sözünde Şiirde parlayan nur var gözünde Derin duygu görünmüştür gözünde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

12.   Dediler Âkif’in şi’ri ne yüksek Evet üslupta asrında kalır tek Eder şi’rin bütün muğlak işin fek Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

13.   Hatip Sâdık da nâtık hem de şâir Yazar o parçalar çok aşka dâir

Cihândır bu olur eşhâsı sâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

14.   Evet hatırda kalmış idi bunlar Unutulmuş olan şair de şunlar Umarım affeder naçizi onlar Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

15.   Besim Atalay da güzelce yazmış Ne altınlar ne cevherler ki kazmış Onu zannetme ki şi’rinde azmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

16.   Ömer Seyfi yazar nesriyle nazmı Kolaydır şi’rinin efkârda hazmı Mükemmeldir onun fikrinde azmi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

17.   O Yakup Kadri de yazmıştı eş’âr Onun şi’rinde gerçekten neler var Sanarsın âsiyâbın sengi devvar Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

18.   Şair Zihnî de geldi aktı gitti Cihânda bir ışık o yaktı gitti O gitti ya iyi ad taktı da gitti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

19.   Celâlî söylemiş türlü deyişler Onun sözü yürekte kalbe işler O göstermiş nazımda hoş gidişler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

20.    Geçen Kuddûsîlerle o Niyazî Ederlerdi şiirlerle niyazı

Gönüllerde kımıldar işve nazı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

21.    İşitmiştim adın İrşâdî Baba

Sakın zannetme ki eş’ârı kaba Beğenmişti onu ecdâd ü aba Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

22.    O İzzet Paşa derler ki yazarmış Nazımlarla ne cevherler kazarmış Onun şi’rile ne yüzler kızarmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

23.    Ebussuud’a âit şi’ri gördüm

Ona lâyık çelengi başa ördüm Büyük âlim diye gözüme sürdüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

24.    Yunus Emre demiş nurlu kelâmı Okuyup da ona etme melâmi Görürsen söyle benden çok selâmı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

25.    Okudum Vehbi’nin manzûm kitâbın Teemmül eyledim manâ nisâbın Düşündüm nazmının bin bir hesabın Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

26.    Yavuz Sultan Selim yavuz şâirdi Onun şi’ri süreyyaya da erdi O şi’rin başına çok sâye verdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

27.    Yazıcıoğlu’nun şânı büyüktür Onun şi’ri cihânlara da yüktür

O aslında koyu İslâm ve Türk’tür Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

28.    Celâlettin gibi bir şems-i enver Onun eş’ârı meydanda münevver Yazıcızâde misli o da server Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

29.    Kitab-ı Ahmediye sahibi hem Onun eş’ârı da kıymetlidir hem Komaz yürek içinde derd ile hem Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

30.    O Molla Câmî’nin eş’âr u şânı Parıldar fazlının yüzde nişânı Bütün şi’rinde gördüm în ü ânı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

31.    O Şeyh Attar’ımın bendini gördüm Görünce sanki ben kendini gördüm Şu mezkûru bütün yüzüme sürdüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

32.    Daha bunlar gibi binlerce âlî Büyük adamların Ali misâli Görüp âsârını oldum übâli Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

33.    Bütün şâirleri hürmetle yazdım Cevâhirle gümüş altını kazdım Şu mısrâı getirmek ile azdım Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

34.    O İbrahim Alâettin şâir

Güzel şeyler çağırmış hüsne dâir

Onun şi’ri fezâ-i fikre tâir

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

35.    Kemalettin Kâmi de hoş eserdir Şiir yazmakta o bir yüce serdir Ozanlar sırasında uslu erdir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

36.    Görürüm o Hüseyn adlı Suad’ı İlişir gözüme o nûrlu adı Şiirde bal gibidir tatlı tadı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

37.    Muhammed Faruk ’un farkı güzeldir Şiirde kedleri her dem düzeltir Sühankârlık ona her dem ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

38.    Nazım Hikmet yazar şiir şuûru Parıldar sözlerinde bilgi nûru Bilir lâyık olan hangi umûru Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

39.    Pesent ettim akın, Yâhya Kemâl’i Nazımlarda parıldar hoş cemâli Şiirler sanki onun özce malı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

40.    O Köprülü Fuad’ın şi’ri hikmet Verir kâri’lere irfân ve gayret Hakikat var sözünde hayli kudret Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

41.    Siracettin şâir de hayli mâhir Sanarsın şi’rinin her beyti sâhir

Meânisi mükemmel fikri bâhir

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

42.    Nihat Arif yazar bin türlü şeyler Onu gören diğer eş’ârı n’eyler Sanarsın ki karışmış neyle meyler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

43.    O Cevdet içtihadda hayli yazdı Şiirde coştu çok altını kazdı Sanarsın sözlerin keskince sazdı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

44.    Güzel nazmın oku Ali Reşâd’ın Eğer isterse şâir ola adın Çoğalsın şi’r ü şuûrunda dâdın Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

45.    Şu Orhan Seyfi’yi görsen sözünde Belâgatlar saçar sözün özünde Fesâhat şimşeği parlar sözünde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

46.    Muhammet Behçet’in şi’rine dikkat Edince sen görürsün türlü rikkat Güzel şâir o nefsinde hakikat Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

47.    Muhammet Sıtkı coşkun şi’ri vardır Ona defterlerin yaprağı dardır Şiirler kendine uygunca yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

48.    O Hıfzı Tevfik’in şi’rine bir bak Şiir kandilini ondan alıp yak

Sanarsın sözlerin emrâza tiryak Fakat Miktad’a benzer mi şiirde

49.    Hasan Âli Bey’in eş’ârı parlak Parıldar yüzünün ağında bir ak Dilersen nûrunu al da gönül yak Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

50.    Nesîmî’nin güzel nazmı mükemmel Okumuştum onu buluğdan evvel Hakikatte şiir bâbında ekmel Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

51.    Behiç Bey de güzel şâir hakikat Onun şi’rinde vardır nice rikkat Okurken tarzına bir eyle dikkat Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

52.    Halil ’in yazdığı yüksek deyişler Bakın şi’rinde vardır ince işler Yürekte en derin duyguya işler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

53.    Cemâl’in şi’ri tıpkı zi-cemâldir Cemâl şâir hakikat zi-kemâldir Onun manzûmları kıymetli maldır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

54.    O Halit Fahri’nin sözünde özü Müsâvîdir şiirde nûrlu yüzü Parıldar kim okursa hisli gözü Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

55.    Şehabettin yazar kıymetli sözler Parıldar sözlerile özle yüzler

Onun şi’rine meftûn cümle gözler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

56.    Ali Cânip şuûrlu şi’ri meşhûr Onun şi’ri parıldar sanki bir nûr Eder elfâzı manâsını pür-nûr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

57.    Rıza Tevfik yazar canlı vezinler Gönüllerde yüreğin kalbi inler Değil insan onu taşlar da dinler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

58.    O bayan Halide Nusret de şâir Onun şi’rinde hikmet oldu fâir O vezninde eder insanı hâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

59.    Hanım Leylâ da yüksek şi’ri vardır Onun şi’ri bütün eş’âra yârdır Oku eş’ârını fikrine kârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

60.    O Halide Edip geldi yetişti

Onun şi’ri fikir nârında pişti Kadınlık nâmına kıymetli işti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

61.    Ne hanımlar daha vardır ki diller Öten bülbüllere benzer ki iller Eser durmaz gider süratli yeller Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

62.    Eğinli Sırma Hanım[373] da demişti Benim annem güzel şeker yemişti Şiirde sanki olmuş bir yemişti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

63.    Kemâl Miktat[374] güzel yazmakta eş’âr Evet onda derince duygular var Benim oğlum Kemâl’in fikri fevvâr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

64.    Büyük Sami şiirde bir imamdır Onun şi’ri mükemmeldir tamamdır Elinde hamesi fikre zimamdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

65.    O Ahmet Haşim’in şi’ri yamandır Deme şi’ri bütün zann ü gümândır Hata etme hakikatte emândır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

66.    Fazıl Ahmet gibi şâir mi vardır Ona şi’rin yakası ince dardır Onun şi’ri gönüllerde ne yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

67.    Ömer Bedrettin’in eş’ârı hoştur Sanarsın ki uçar bir türlü kuştur Evet irfân yolu mâil yokuştur Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

68.    Evet Hakkı Süha da hoş yazandır Şiirde altını yerden kazandır Yetişmiştir iyi sözlü ozandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

69.    Fazıl Berki de hoş manzum yazarmış O da altın gümüş yerden kazarmış Onun da muntazam eş’ârı varmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

70.    Recâizâde Ekrem Ercümend’i

Biri oğlu biri babası kendi Bütün âlem hakikatte beğendi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

71.    Oku şi’r-i Veled Çelebi’yi sen Sözünde intizâmı doğru ahsen Budur sözüm suâl eyler gidersen Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

72.    Ziyâ’nın sözleri akımlı olmuş

İyi üslupları nerden o bulmuş Şiirler kaynamış meydana dolmuş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

73.    Revânî şi’rini üsluplu söyler Sözünün rengi hoştur belli eyler Okuyanlar bilir o sözde n’eyler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

74.    Kemâlettin yürür şi’rin yolunda Vukûfu var sözün sağ ve solunda Şiirde avcıdır şahin kolunda Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

75.    Atâullah da yüksek şi’ri vardır Onun şi’ri atına saha dardır Sühan-ârâ demek vasfına yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

76.    Görenler Şâhî’nin şi’rinde sözün Bilirler şâirin kıymetli özün Parıldatır o sözleriyle gözün Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

77.    Şâir Fazlî’ye de dikkatli sen bak Yürekte bir karanlık varsa nûr yak Olur muzlim gönülde derde tiryâk Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

78.    Yaşar Nâbî denen şiirde âlî Güzeldir nâmının evsâfı hâli Değildir o müfit olmakta hâlî Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

79.    Sinân Ümmî neler yapmış bu işte Şiirler yoluna doğru gidişte Bütün mensûrunu manzûm edişte Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

80.    Unuttum Şems-i Tebrîzî’yi birden Gelir mi öyle şâir kalbe birden Neler kalmış o şirin sözlü erden Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

81.    Hele Âşık Paşa’nın şi’rini gör

O nazmın başına türlü çelenk ör O türlü sözlere hürmet yüzün sür Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

82.    O Molla İzzet’in eş’ârı vardır Onun şi’riyle herkes ona yârdır Şiirlerle o efkârı uyardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

83.    O Şâir Eşref’i sorun bilenden Onun şi’riyle gözyaşın silenden Sorun hiciv diyârından gelenden Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

84.    Nazif’in şi’rini takdir ederler Onun yolunda şâirler giderler Onun hakkında lâyık sözü derler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

85.    O Hamdullah Suphî her sözünde Ne cevherler saçar sözü özünde Görüştüm ki zekâ parlar gözünde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

86.    Muhammet Ekrem’in sözü derindir Onun sözü melihtir hem şirindir Şiirde mevkii vardır berindir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

87.    Şu Ahmet Râsim’in şi’ri yamandır Onun şi’rinde irfânı gümândır Onun irfân cibâli pek dumandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

88.    Hüseyn Rahmi de şâirdir güzeldir Onun bağında sünbüller ezeldir Güzel tatlı deyişlerle düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

89.    Denir Vâlâ Nûrettin o da şâir Onun şi’rile parıldar meşâ’ir Olur öyle sevimli çok meşâhir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

90.    Oku Emin Bülend’in sözlerini Göresin o fesâhat özlerini Parıldatır okuyan gözlerini Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

91.    Adı Mihrinnisâ şâir güzeldir Nazımda kedleri koymaz düzeltir Bütün halka inâyetler ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

92.    Denir Sâbit mükemmel sözlü şâir Onun şi’ri bugün emsâlde sâir Değildir sözleri şiddetli câir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

93.    Adı lâedrî kendisi de yedrî

Olan şâir eder şi’rile hedri Pardıldar şi’rinin yüzünde bedri Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

94.    Aka Gündüz akar gece ve gündüz Onun nazmı akar yolunda dümdüz Yazar çizer demez mevsime yaz güz Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

95.    O Rûşen Eşref’in şi’rinde var hâl Bütün fazlı eder kendine öz mal Hakikat şâirin vezni de hoş hâl Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

96.    Hele şu Bahrî’nin bahrine gir bak Bütün şi’ri gönül derdine tiryâk Gönül şem’in onun şi’riyle sen yak Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

97.    Okudun mu o Müştâk’ın sözünü Parıldatır okuyanın gözünü Oku şi’rin de gör nazmın özünü Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

98.    O Rahmî şi’rini uygunca yazmış Sanarsın ki gümüş altını kazmış Deme zinhâr onun şi’rine azmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

99.    Evet Kuddûsî de söyler şiirler Onun şi’rine de hikmetli derler Şenelmiştir onunla nice yerler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

100. Dede Korkut güzel şi’riyle söyler O şi’rinde ne işler belli eyler Terennüm eylemiştir meyle neyler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

101.   O İsalyesevi şi’rinde düzgün

O şirin gözleri aşk ile süzgün Açıktır herkese idrâki çözgün Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

102. O İbrahim Dede şâirdi gitti Şiirlerle nasîhatler de etti Gönüllerde güzel tesiri bitti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

103.   Nevâî şi’rile şöhret şiârdı

Onun şi’rinde ince duygu vardı Nazımlarda düşünce saygı vardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

104. Hele Sıtkı sözünde gizli işler İşitenler teaccüp dili dişler Şâirlerde muhâliftir gidişler Fakat Mıktat’a benzer mi şiirde

105. Hele Bâkî büyük şâiri dinle Onun şi’ri maânisine inle Gönülde ağla da gürekte çinle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

106. Nizâmî ’nin sözünde çok nizâm var Hakikat kâfiyede intizâm var Dürüst olmak için bir iltizâm var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

107. Hüseyn Vâiz de şâirdi güzeldi Şiirde kudreti ona ezeldi Onun şi’rile çok şâir düzeldi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

108. Sürûrî çokların ma’lûmu olmuş Onun şi’rile âlem sanki dolmuş Şiirde gâyeye varmış da bulmuş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

109. Dediler Hâlî hâlinde bulmuş Yazıp çize büyüce şâir olmuş Nazımlarla divanı cümle dolmuş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

110. Hele Emrah şiirlerde coşarsa Nazımlarla yürür dağlar aşarsa Döker meydana kalpte her ne varsa Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

111. O yüce İbrâhim Hakkı’ya sen bak Onun aydınlığıyla kandilin yak Akarsan yoluna hiç durma git ak Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

112. Biraz da İsmâ’il Hakkı ’yı söyle O da onun gibi dolmuştu öyle Büyüktü ilmile şi’ri de böyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

113. İkisi de evet meşhûr-ı âlem Hakikatta ne yüksek şanlı âdem Yürekte hürmetim tab’ımda her dem Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

114. Dedim amma dilim öyle alışmış Biraz çılgın şiirlerde çalışmış Şu mısrâı demekte hür salışmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

115. Hurûfî’nin tuhaftır kîl u kâli Onun öyle rumuzludur makâli Nazımlarda husûsî başka hâli Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

116. Hayâtî’ye nazar kıl sözleri ne? Sözünde parlayan o gözleri ne? Nazımlarda derince özleri ne? Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

117. Hüseyin’in şi’rini gören severdi O şi’rinden nice insana verdi Ne dağlar aştı da yollar devirdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

118. Semâî şi’rini coşkunca derdi Nazımlarla güzel şükûfe derdi Sözü tatlı idi çok helva yerdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

119. İşittin mi Abdullah okurdu Nazımlarla kumaşlar dokurdu O şi’rinde güzel üslûbu kurdu Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

120.   Latîfî ’nin sözü tıpkı şekerdi

O nazmile güzel duygu ekerdi Onun şi’ri koşarken bir şekerdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

121. O Lütfî de güzel sözler demişti Hayata çok şiirler söylemişti Şiir nazmında hoşluk eylemişti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

122. Hele Abdül’aziz’i dinledin mi Yürekte âh edip de inledin mi Şu yalçınlar gibi bir çinledin mi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

123. Büyük Osmani Bedrettini Âli Onun şi’rile matlûbu maâli Güzeldi mesleki şi’rinde hâli Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

124. Şu mısradan usandım ben de bezdim Onun ağzında isyân sözü sezdim Dolandım uçurumda hayli gezdim Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

125.   O Gâlip şâirin şi’ri de kâmil

Onun şi’rinde kudsî duygu âmil Onun şi’rin okurken olma gâfil Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

126.   Yusuf İzzet gibi şâir mi vardı

Onun şi’ri gönüllerde de yârdı Latîf nazmına insanlar uyardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

127. Karacaoğlan ’ın şi’ri de manzûm Olurdu kıymeti âlemde ma’lûm Bütün manâları olmakla mefhûm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

128. İşittin mi o Şem’î’nin sözünden Belâgatlar akar şi’rin özünden Ne şimsekler çakar aydın gözünden Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

129.   Nahîfî’nin güzeldir şi’ri sözü

Açar da parlatırdı kalbi gözü Parıldardı anın yüzünde özü Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

130. Âşık Ömer çalardı çağırırdı Giderdi kavgalarda bağırırdı Yüreklere büyük hisler verirdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

131. Acep Dertli nedir derdi içinde Onun şi’ri okunmuş belki Çin’de Nazımlar yollamıştır doğru Hind’e Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

132. Dediler Ruhsatî’nin sözü hoştur Fakat hayrın önü biraz yokuştur Nazımlarda uçar kanatlı kuştur Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

133. Hele Mithat Cemal’in şi’ri nerde O olmuştur cihan gözüne perde Okur herkes onu denizde yerde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

134. Recep Vahyî de yazmıştır şiirler Ona bir şâir-i hoşgû da derler Onun şi’rin sever kadınla erler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

135. Yaşar Nezihe’nin şi’rini gördüm Onu idrâk edip sırrına erdin O bahçeden biraz da deste erdin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

136. Şu Tahir Mevlevî söyler kelâmı Bilir zâhir şiirde elf ü lâmı Görürsen kendini ilet selâmı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

137. Ali Ulvî yazar şi’rinde çok şey Çocuklar zannederler seslerin ney Katar o sözlere bir parça ney mey Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

138. Ömer İhyâ da parlak şi’ri vardı Şiirde kendisi manzuma yârdı Muhitinde fikirleri uyardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

139. Şu Hayrî’nin acep şi’rini gördün Onun şi’rin görüp aslına erdin Nasıl hisler yürekte kalbe verdin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

140. Tunalı Hilmi de şâirdi gitti Hayatı âleme terk etti gitti Şiirde çok yararlıklar da etti Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

141. Dediler Erdede yazmış deyişler Onun sözü hakikat kalbe işler Okuyanlar taaccüp dili dişler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

142. O İbrahim Alâeddin’i şâir Eder şi’ri gören insanı hâir Neler yazdı güzel duyguya dâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

143. Hele Vâsıf desin şi’rin de dinle Gönül derdini kaynatsın da inle Çıkan feryâdına sinende çinle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

144. O Nevres şâiri gördün mü söyle Nedir şiirinde deryâ gibi öyle Akar sür’atle coşkun fikri şöyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

145. O Ahmet Şükrü coşkundur sözünde Parıldar nûr-i irfânı gözünde Vezinler derç olmuştur özünde Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

146. Yesârî’nin derin eş’ârı vardır Onun tatlı sözün kalbine sardır O fikri gözleri her dem uyardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

147. Gedâî ’nin dahi şi’ri güzeldir Kavâfîyi ne üslupta düzeltir O coşkunluk ona her dem ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

148. O Hüznî ’nin de şi’ri öyle düzgün Selâsetli ibâre öyle çözgün Neler var incelikte öyle süzgün Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

149. O Gamlî’yi acep duydun mu söyle Yazan var mı şiirde nazmı öyle Neler yazmış demiş o şöyle böyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

150. Sait Fennî gibi şi’ri de fennî Edivermiş o nazmında tefennî Neler yazmış da etmiş o tegannî Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

151. O Kenzî çok fikirli ince sözlü Onun şi’ri parıldar nûrlu özlü Güzel şâir sözünün içi özlü Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

152. O Ahmet Mithad’ın ne şi’ri vardır Şâirlik sanki ona doğru yârdır Onun şi’ri gönülde cân uyardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

153. Fâik söylerdi manzûm hem yazardı Şiirde ince madenler kazardı Coşar da bazı demlerde azardı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

154. Kemal Müftî de yazmış nice eş’âr Onun şi’rinde parlar nice ay var Sözünde kurulu binlerce yay var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

155. O Hayrî de neler yazmış da çizmiş O da şi’rinde bazı demde kızmış Ne inciler ne mercanlar da dizmiş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

156. O Seyrânî’yi gördün mü ne söyler O şi’rinde ne hikmet belli eyler Hakikatte yazar bin türlü şeyler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

157. O Rûzî’nin şiirde bahsi vardır Onun şiiri de ne hisler uyardır Sanarsın nazm u nesri ona yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

158. Nasıl Ceyhûnî’yi duydun mu bildir O bir sözlü şâirdir tatlı dildir Sanarsın ki akar sür’atlı seldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

159. O Ahmet Remzî’nin şi’ri güzeldir O şi’rinde neler söyler düzeldir Şu vergiler kula Hak’tan ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

160. O Rif’at şâirin nazmında iş var Onun şi’rinde bir başka gidiş var Onun fikrinde bambaşka didiş var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

161. O Hayrî ’yi görenler oldu hayrân Onun şi’ri eser âfâkı seyrân Aşar şehbâlını eyler de teyrân Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

162. Nûrî düzgün yazar nazmında dolgun Onun şi’ri maânîsinde bulgun Hakikatta o vezninde ne olgun Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

163. O Gâlip şâirin sözü birinci Sanarsın sözlerin sağlam pirinci Onun vezni hakikatta bir inci Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

164. O Nazî’de ne nazlı bir şiir var Onun fikri bütün evzânda devvâr Daha onda neler neler var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

165. O Enver şâirin şi’ri de meşhûr Onun şi’rinde parlar çünkü bir nûr Onun bünyân-ı şi’ri öyle ma’mûr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

166. O Sâlim de neler yazmış da koymuş O şi’rin dağlarında maden oymuş Tamamile yemiş de sanki doymuş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

167. Mecit yazmış nazımda nice gevher Sanarsın parlayan kıymetli cevher Güzel üslupta sanki nehr-i Kevser Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

168. Figânî ne figân etti bağırdı İçinde coştu bin şarkı çağırdı Hakikatta güzel şâir ağırdı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

169. Huzûrî söyledi çok nazm ü mensûr Sözünde parladı doğrusu bir nûr Sanrsın kendi ancak vezne me’mûr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

170. Şinâsî doğrusu şâirdi kendi Onun şi’rini akrânı beğendi Şiirde demleri uzun çekerdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

171. O Sadrettini Âli ne mükemmel Onun şi’ri hakikatta ne ekmel Büyük sıytı parıldar çünkü ecmel Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

172. Ne yüksekti sözü Ekrem Reşid’in Hele irşâdını bir dem işidin Görün onda olan şi’rin çeşidin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

173. Hüseyn Nâil güzel şeyler yazarmış Ne altınlar ne elmaslar kazarmış Şiirde öyle müthiş bir azarmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

174. Nejat Tevfîk öter bülbül misâli Onun başka şiirlerde o hâli Değil bir ben bütün ister ahâli Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

175.   O Sabri Es’ad ’ı belki tanırsın

Onu gül dalında bülbül sanırsın Sözünden başka sözden usanırsın Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

176. Salih Zeki gibi bir merd-i eş’âr Hakikat bil o şâirde neler var O bahsi yapmaya elde zaman var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

177. Emin Recep sanarsın bir pınardır Ona karşı şiir yazmak da ardır Daha onda nice şerler de vardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

178. O Sadettin Nüzhet de ediptir Hakikatte sevimli bir hatiptir Şiirler noktasında o lebibtir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

179. Ârif Nihad’ı gördün mü ne müthiş Onun şi’rinde duygular mühim iş Verir kalbe münevver hiss-i teşvîş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

180. O Ahmet Sâbit’in şi’ri yamandır Görürsen al oku mutlak amandır Atar sözün okun altın kemândır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

181. Bilir misin ki İzzet Ali kimdir Şiirde çok şuurlu bir hâkimdir Evek iş’âra nisbetle hekimdir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

182. Zaifî ’nin kavîdir şi’ri, vezni Atar ekdârı def eyler de hüzni O pîrândan evet almıştı izni Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

183. Hele Âşık Çelebi’yi göreydin Onun o tatlı şi’rine ereydin O deryânın içine bir gireydin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

184. Ziyâ Nûrî’yi görsen öyle hızlı Onun şi’rinde aşkın yüzü gizli Evet akımda öyle coşkun izli Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

185. Süleyman Nazif’in şi’rini gördüm Ona hürmetle nazmin göze sürdüm Başına muhteşem çelengi ördüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

186. O Necmettin desin de sen de dinle Onun yanık sözünü dinle inle Hakikatta yürek içinde çinle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

187. O Haşmet şâirin şi’rinde tat var Hakikatta ona uyar da at var Onun şi’rile doldu sanki edvâr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

188. Sezâî’nin sözü methe sezâdır Onun şi’rini yazmamak ezâdır Gönüllerde hakikat neş’ezâdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

189. O Nâil şâiri bir dinledin mi Onun sözüle kalp de inledin mi Yürekte inleyip de çinledin mi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

190. Nasıl o Dilgiray söylerdi vezni Nasıl şi’re verirdi fikri vezni Gönülde kaynatıp duygulu hüzni Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

191. O Nûrî’nin nasıldı nurlu nazmı Şiirde pek ederdi rey ü azmi Yürekte vardı azmile cezmi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

192. Ömer Hayyam şiirlerde denizdi Hakikat âlemine doğru izdi Nazım deryasına girdi de gezdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

193. Hoca Hâfız idi Şiraz’da şâir Arasa misli yoktu hep aşâir Onun fikri eder efkârı hâir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

194. O Şeh Sâdî ne coşkun bir nehirdi Ne nehri o nazımlarda bahirdi Bütün sözü yüreklerde sihirdi Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

195. Bayan Fevziye’nin şi’ri de vardır Fikirlerde nice hisler uyardır Zekâsı fıtratında uslu yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

196. Suâd ’ın[375] nazmını gördüm güzeldir O da vezninde manalar düzeldir Benim şu kızlarım şi’ri düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

197. Rızâ şâir de yazdı nice eş’âr Onun şi’rinde bin türlü hüner var Olur şi’ri bütün eş’âra hoş yâr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

198. Refik Halit yazar bin türlü şeyler Sanarsın neş’e vermiş neyle meyler Çeker o neş’eli seslerle heyler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

199. Falih Rıfkı kudurmuş bir kemandır Onun şi’ri ne müthiş pek yamandır Hemen dinle onun şi’rin emandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

200. Müfit Ratip ne yüksek yazı yazmış Sanarsın mermere unvanı kazmış

Sakın sanma onun eş’ârı azmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

201. Hele bir def’a o Halit Ziyâ’yı Elen al da gözet kıvrımlı yayı Sanarsın parlıyor bedrinde ayı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

202. Nedir İzzet Melih’in nazm ü nesri Olur mu kıt’asında zerre kesri

Yeter tenvîre eş’ârı bu asri

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

203. Yaşar Nezihe’ye bir bak da dinle Onun a kimli şi’rin cânda dinle Sakın bakma benim yüzüme kinle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

204. O İhsan Raif in şi’ri ne hoştur Sakın sanma onun içi de boştur Sanarsın dört kanatlı, vahşi kuştur Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

205.    Ali Naci şiirde hüd’âkârdır

Onun hep sözleri olgun nigârdır Onun şi’ri hataya tövbekârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

206. Nigâr Hanım ne yüksek bir seviyye Gözüm görmektedir anda reviyye Onun irfânının arşı Semiyye Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

207. Süleymani Nesip de öyle müthiş Onun hakkında yazdım ben büyük fiş

O şi’rile eder efkârı tethiş

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

208. Halit Fahri güzeldir hem revişte Şiir bahsinde belki türlü işte Evet vardır şerefler o gidişte Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

209. Sana Ahmet Ferid’i söyleyim ben Onun şi’rindeki bürhanı gör sen Şiirler yüzüne olmuş güzel ben Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

210. Nedir o Hakkı Tahsin yaptı gözler Onunla parladı kalplerde gözler Parıldar öylece binlerce yüzler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

211. Şevketî şâiri bilen de vardır Onun şiirleri güzelce yârdır Onu bul da yürekte câna sardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

212. O Muhittin güzel sözlü şirindir Onun şi’rinde saha çok derindir Evet fikri de parlaktır berindir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

213. Nedir o Mustafa Suphî-i devrân Vurur şi’rile dalga yerde her an Sanarsın ki okur o canlı fermân Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

214. Yakup Kadri de yüksek şânı vardır Şiirde doğrusu bir ânı vardır

Yazılmış çok eser bürhânı vardır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

215. Kâzım Nâmi nedir o bahr-i fevvâr Olur şi’rile meşhûr sanki devvâr Onun şi’rinde bilsen ki neler var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

216. Nasıl bilmem ki o Abdullah Cevdet Eder mahşerde elbet şi’ri avdet Onun şi’rinde var bin türlü kudret Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

217. Şehâbettin hakikat bir şihaptır Hayatta sanki şi’ri âfitâbdır Belâgatte akan coşkunca âbdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

218. Şahâbettin Süleyman da güzeldir Güzellik şi’rine her dem ezeldir Nasıl derse onu öyle bezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

219. Muhammet Fuad’ın eş’ârı cevher Sanarsın ki şiirde nehr-i kevser Parıldar şu’lesile öyle her yer Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

220. Zeki yazmış vezinler ki güzeldir Güzellik şi’rine her dem ezeldir Belâgatler onu başka düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

221. Ârif müthiş nazımlar vezneder ki O nazmında akar coşkun gider ki

Şiirler alanın öyle dider ki

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

222. Fatin uygun yazardı hem de yüksek Sanarsam yazmada kendi kalır tek Eder şi’rin muammâsın bütün fek Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

223.    Hele Esrâr Dede desin de dinle

O nazmın şi’rini anla da inle

İçinde âh çekip derdinle çinle

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

224. Libâs’ın şi’rini görseydi gözler Parıldardı yürekte doğru özler Halam söylerdi hep yazlarla güzler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

225. Ozan Abdullah’ın şi’rini gördüm Ona mahsus çelengi elde ördüm Açılmış güllerin gözüme sürdüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

226. Hele Ahmet Paşa desin de anla Onun sözüyle kalbin bir de cânla Neler söyler vakarla hem de şanla Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

227. Nesîmî’nin güzel şi’rinde öz var O nazmında güler bir nurlu yüz var Hakikatlar görür parlakça göz var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

228.    Hele o Nâilî Kadîm ki öyle

Onu âlem bilir bir sen de söyle

Neler yazmış nazımla şöyle böyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

229.    Vâsıf söyler akımlı sözleriyle

Oku şi’rin şu ibret gözleriyle Görenler gördü gitti özleriyle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

230. Ozan Kânî neler yazmış da gitmiş Ne kudretler şiirde belli etmiş Bütün ezvâkına ermiş de yetmiş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

231. Hüseyn Rif’at gibi ozan mı vardır Onun eş’ârına alan da dardır Nazımlar kendisine uslu yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

232. O Rif’at Ahmed ’i sen söyle dinle Onun şi’rin oku aşkınla inle Neler geldi de gitti belki binle Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

233. Şekib’in şi’ri müthiş bir akındır Onun şi’ri gönüllerde yakındır O parlak şi’rine elfâzı kındır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

234. O Burhanettin Kadı yazdı eş’âr Onun şi’rinde bilsen ki neler var Onun eş’ârı efkâre güzel yâr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

235. O Cem Sultan da yazdı nice şeyler Sanarsam kattı eş’âra da neyler

O gurbette çekerdi nice heyler

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

236. Muhammet Rif’at’ın şi’rin işittim Onu yazmaklığı özce iş ettim Ona şu kıt’ayı düzgün fiş ettim Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

237. Şiirler yazdı ki Sultan Veled hem Bütün sözü yerinde kadri var hem Onun şi’rinde tamdır okka dirhem Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

238. Nesip eş’ârına vermiş düzenler Bilir elbet onun şi’rin süzenler Alır hisler o gül bağın gezenler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

239. Celâl görsen ne müthiş bir ozandır Onun sözü yüreklerde suzandır Savaşlarda şiir süün bozandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

240. Hüseyn Suat sevimli bir ozandır Güzel, uygun dileklerin yazandır Oku eş’ârını fikre kazandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde[376]

241. O Mehmet Asım’ın şi’rinde nûru Parıldar doğrusu nazmın şuûru Olur mu ehl-i irfânın kusûru Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

242. Ne yüksek söz yazar mir-i Nigârî Sanarsın geçti yazmakta nigari Şiir yazmak onun bin türlü kâri Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

243.    Baba Sâlim şiirde bir coşarsa

O nazmında vezinlerle koşarsa Sözün dizginini bir dem boşarsa Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

244. Arif Hikmet ’te bilsen ki neler var Onun şiirinde hikmetler eler var Sakın zannetme anda sendeler var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

245. Galip yüksek şiir yazmış divanlar Koparmış o divanda bin şivanlar Okuyan şi’rini şanını anlar Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

246. Ozan Avnî de yazmış ince sözler Onun emsâlini görmüş mü gözler Parıldar sözleriyle cümle özler Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

247. Okudun mu Yahyâ’nın divanın Oku ki parlaya cisminde cânın Kımıldar mı damarda pıhtı kanın Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

248. Necip Fâzıl yazar üslûbu kollar Açıktır her taraf şi’rinde yollar Ona birdir bütün sağlarla sollar Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

249. O Vasfi Mâhir’i seyret neler der Bütün o sözlerinde hep şeker yer Onun şi’rin oku da bilgine er Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

250. O Sabri Es’ad’ın şi’ri metîndir Onun şi’rine uygun söz çetindir Onun şi’ri sanarsın Şevket’indir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

251. O Neyzen Tevfik’in şi’ri akımlı Onun manzûmları doğru bakımlı Bütün üslûbu uygun hoş takımlı Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

252. Rıza Polat güzel sözlü ozandır Şiirde sözlerin düzgün yazandır Onun şi’rin oku fikre kazandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

253. O Nâil de neler yazmış göreydin Onun şi’rine bir çelenk öreydin Onu saygı gözüne bir süreydin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

254. O Sıtkı Korkmaz’ı yamanca gördüm O’nun eş’ârını kemanca gördüm Bütün kudretlerin hamanca gördüm Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

255. Nizamettin-i Yümnî de güzeldir Onun kadrine eş’ârı ezeldir O nazmında bütün gedler düzeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

256. O Mir’atî ne ince söz demiştir Sanarsın ki onun şi’ri yemiştir O nazmında ne hoş da eylemiştir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

257. Şukûfe parçası Nihal ozandır Onun o sözleri kalbi suzandır Ne altınlar ne cevherler kazandır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

258.    O İlhâmi Bekir de hoş gazeldir

Onun şi’ri ona elbet ezeldir

O eş’ârın akımda çok nezeldir

Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

259. Faruk Mümtaz yazar manzumla mensûr Sanarsın sözlerinde parlıyor nûr O rindâne yazışta çekti bir sûr Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

260. Kemal Ümmî de öyle yola gitmiş Kemâlini şiirler belli etmiş Hakikat şiirini yazmış da bitmiş Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

261. O Hamdi Atila nazmında yazmış Görenler zanneder ki ince sazmış Ne altınlar ne cevherler ki kazmış Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

262. O Hamza Sadi’nin şi’ri güzeldir O nazmında şiir veznin düzeldir Şâirlerde o fırtat ki ezeldir Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

263.    Cihân şâirlerin şi’ri okunsa

Nice bin türlü şalları dokunsa Şiir deryâları meydana konsa Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

264. Bütün meydan okursun şâirâna Gider de sözlerin bir gün İrân’a Eder Sadî’lerin yurdun vîrâne Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

265. Ömer Hayyam duyarsa bir kımıldar Senin şi’rinde eslâfa kadih var Hayır zımnında bin zikr ü medih var Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

266. İşittim şark u garbın nazm u nesrin Senin bambaşkadır şi’rinde neşrin Şiir yaptığın bu haşr u neşrin Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

267. Eder Hassan Habîb-i Ekrem’i yâd Onun methiyle eyler halka feryâd Habîb-i Kibriyâ’ya çok verir ad Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

268. Evet Hassan’a benzer şi’r-i Miktât Eder halka muhabbet ile feryâd Resûl-i ekrem’in vasfın eder yâd Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

269. Şu Miktât’ın şiirde hızı vardır Yazarsa şi’rini evrâkı dardır Arap, Acem dili de ona yârdır Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

270. Tehattur ettiğim ozanı yazdım Cevâhirle gümüş, altını kazdım Evet bu sözlerimle hayli azdım Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

271. Gidenlerden dedim bir de kalandan Dilini saklaya Tanrı yalandan Neler geldi de gitti bu alandan Fakat Miktat’a benzer mi şiirde

272. Nedir Miktat gene yazdın şiirler Sesinle neş’elendi cümle yerler Sana şâirlerin üstâdı derler

Cihân benzer mi Miktat’a şiirde

Bayburt: 16/3/1935

Ulusum Büyük Türk’e Armağan

İstiklâl Marşı

fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lâ tün/fâ 'i lün

1.     Yurdumun üstüne nûrlar saçacak al sancak O muzaffer yücelik orduları çağlayacak Ulusun gözlerine başka ufuklar açacak Ona eğri bakanın sînesini dağlayacak

2.     Vatanım ağlama artık sana gülmek yaraşır Yüce bir varlığı kurduk sana da al istiklâl Sana düşmanlık edenler de uzaktan bakışır Parlasın şân ü şereflerle güzel nazlı hilâl

3.     Yurdunun üstüne doğmuş da güneşler parlar Geceler gündüze kalboldu ışık nûru yanar Hep geniş oldu bucaklar da yıkıldı dârlar Seni insan mı sever gökte melekler de anar

4.     Niye çırpınmadasın öfke ile al bayrak Korkma o nazlı hilâlin ebedî parlayacak Seni indirmeye gelmek dileyen oldu ırak Yaşasın sesleri göklerde coşup harlayacak

5.     Yaşa Cumhuriyet’in kırmızı timsâli yaşa Vatanın şânları senle yücelir hem de büyür Sana dünyâda ne zillet ne zevâl yok hâşâ Hangi bir çağda asırda dileğin varsa buyur

6.     O nedir enli bakışlarla gözettin garbı Yüce satvetleri mi hatırına aldı hilâl Yoksa indirmeye mi yav başına bir darbı Eylesin haklarını öyle ise istihlâl

7.     Ne büyük şân ü şereftir sana cumhuriyyet O senin yıldızını parlatacak şanlatacak Sana bir tarz-ı vakârdır o geniş hürriyyet Korkma rengin ebedî kanlı savaş anlatacak

8.     Yaşa ey şanlı zaferli yüce unvânı şeref Yaşa ey milleti yükseltici gâzî sancak Çağlayıp dalgalanan ordularındır eşref Sanadır, hep sanadır saygısı yurdun ancak

9.     Yüce Tanrı’ya mı varmak diliyorsun o nedir Çırpınırsın da celâlinle uçarsın yüceye Şöyle bir naz u gurûrunla coşarsın bu nedir? Bakmayıp yaz ile kışta ne de gündüz geceye

10.   Yetişir eyledi Miktat’ı celâletli bakış

Sana meftûn ebedî yollarına düştü gider O nedir öyle temevvüçle semâlarda akış O kızıl çehreni görmekle söner kalpte keder

Öğretmen

A. Miktat Poyraz

13/10/1933 Trabzon

SÖYLEV

Bütün okullarda ayaklı sözleri ayaksızlara çevirmek yoksulluğuna karşı Ozanlar’ın hangi bir parçası elverişli olacağından o türlü açığın kapanmış olması büyük bir erimdir. Bundan başka bilgiçler ozanlarımız için topluca bilgi edinecekleri gibi ayaklı sözler demek yollarını da kolayca öğrenmiş bulunacaklardır. Ancak eserimin birinci bitiğine giremeyen yol arkadaşlarımın kısaca sözleriyle soyadları bildirilirse ikinci bitikte yazılıp serpin olarak yayılması bence bir ödevdir. Bunda görülecek yanlışlıkların basım yurdunda yapılmış olduğuna verilmesini saygılarımla dilerim.

16/8/1935 Ankara

Trabzon Kız Orta Okul Türkçe Öğretmeni

A. M. Poyraz



[1] “Türk Edebiyatı Tarihi ve Edebiyatımızın Bazı Meseleleri Üzerine Prof. Ömer Faruk Akün’le Mülakat”, Mülâkat: M. Nuri Yardım, Boğaziçi, 49 (1986), s. 5-6.

[2] İbrahim Aslanoğlu, Divriği Şairleri, (İstanbul: Ekin Basımevi, 1961), s. 61-73.

[3] bk. Tahir Erdoğan Şahin, Erzincan Tarihi, (Erzincan: Erzincan Hayra Hizmet ve Dayanışma Vakfı Yayınları, 1987), II, 273; Murat Yalçın(ed.), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001), II, 688; Alim Yıldız, Sivaslı Şairler Antolojisi, (İstanbul: Sivaslılar Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Yayınları, 2003), s. 333-336; Abdullah Acehan, Sürgün Kalemler (1839-2000), (Ankara: Siyasal Kitabevi, 2013), s. 80; İbrahim Aslanoğlu, Her Yönden Sivas, (Sivas: Kamil Kitabevi, 1979), s. 90; İhsan Işık, Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, (Ankara: Elvan Yayınları, 2006), VII, 3006.

[4] Erol Kaya, Erzincanlı Son Devir Osmanlı Uleması, (Erzincan: Erzincan Üniversitesi Yayınları, 2017), s. 33-36.

[5] Ünal Tuygun, Erzincan’ın Manevi Mimarları, (İstanbul: Kervan Yayınları, 2001), s. 139-141.

[6] Kazım Erçoklu, Bütün Veçheleriyle Divriği, s. 84. (Erişim: 29/05/2019)

[7] İlmiye ve ulemâ hakkında yapılan çalışmalarla geniş bir literatür oluşmuştur. Bu çalışmaların bir tahlili için bk. Zeynep Altuntaş, “İlmiye ve Ulemâ Üzerine Literatür Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi (TALİD), 10/19-20 (2012), 483-517.

[8] Mehmet İpşirli, “İlmiye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2000, XXII, 141.

[9] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014), s. 3-5; Sahn-ı Semân medreseleri hakkında geniş bilgi için bk. Aynı eser, s. 9-13.

[10] Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa hakkında geniş bilgi için bk. M. Münir Aktepe, “Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1993, VIII, 214-215; Ahmed Paşa hakkında geniş bilgi için bk. Günay Kut, “ Ahmed Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1989, II, 111-112; Sinan Paşa hakkında geniş bilgi için bk. Aylin Koç, “Sinan Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2009, XXXVII, 229-231.

[11] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı, (İstanbul: Birey Yayıncılık, 2004), s. 27-33

[12] Meşveret Meclisleri hakkında daha teferruatlı bilgi için bk. Ali Akyıldız, “Meclis-i Meşveret”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003, XXIIX, 248-249.

[13] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı, s. 63.

[14] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı, s. 84-85.

[15] Ali Akyıldız, “Meclis-i Meşveret”, s. 249.

[16] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı, s. 144-145, 150.

[17] Kemal Beydilli, “Mahmud II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003, XXVII, 354; Sultan II. Mahmud dönemi ulemâsı ve sultan-ulemâ ilişkisi hakkında geniş bilgi için bk. Arzu Güldöşüren, II. Mahmud Dönemi Osmanlı Ulemâsı, (doktora tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s. 24-69.

[18] Zeynep Altuntaş, Sultan Abdülmecid Dönemi Osmanlı Ulemâsı, (doktora tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013,s.45.

[19] Ejder Okumuş, “Tanzimat Hareketi’ne Muhalefet”, Marife, 3/2 (2003), s. 87-93.

[20] Bu hususta geniş bilgi için bk. Zeynep Altuntaş, Sultan Abdülmecid Dönemi Osmanlı Ulemâsı, s. 47-50.

[21] Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı, s. 262-265, 269-270.

[22] Bedri Gencer, Gelenekten Modernliğe Osmanlı, (İstanbul: Ketebe Yayınları, 2019), s. 595-597.

[23] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s. 251; İlmiye mesleğinin ıslahı için muhtelif tarihlerdeki emir ve fermanlar hakkında bk. Aynı eser, s. 251-278.

[24] Hürriyet ve meşrûtiyet telakkileri hakkında teferruatlı bilgi için bk. İsmail Kara, İslâmcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, (İstanbul: Dergah Yayınları, 2017), s. 95-118; İ. Kara, İslâmcıların Siyasi Görüşleri 2, Hürriyet Müsavat Uhuvvet, (İstanbul: Dergah Yayınları, 2019), s. 107-170.

[25] Bedri Gencer, İslamda Modernleşme (1839-1939), (Ankara: DoğuBatı, 2017), s.507-509.

[26] Mehmet İpşirli, “İlmiye”, s. 141, 143-144.

[27] Mehmet İpşirli, “Medrese, Osmanlı Dönemi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003, XXVIII, 332.

[28] Amit Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, çev. Bülent Üçpunar, (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2013), s. 17.

[29] İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, s. 46-54.

[30] İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, s. 119-124.

[31] İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, s. 125-136.

[32] İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, s. 59-68.

[33] Ulemânın ve meşâyıhın Millî Mücadele’deki rollerine dair geniş bilgi için bk. Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, (İstanbul: Sebil Yayınları, 1969); Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, ty.); Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları I-II, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2002).

[34] M. İpşirli, “İlmiye”, s. 141.

[35] Mehmet İpşirli, “Şeyhülislam”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2010, XXXIX, 96; Bu hususta daha teferruatlı bilgi için bk. Ramazan Boyacıoğlu, “Hilafetten Diyanet İşleri Başkanlığına Geçiş”, (doktora tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1992, s. 181-188.

[36] Amit Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, s. 23; Bilhassa II. Meşrûtiyet sonrası ulemâya dönük yaygın ithamlar ve bazı tenkitler hakkında bk. İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, Hilafet ve Meşrutiyet, s. 49-58.

[37] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, (İstanbul: Dergah Yayınları, 2019), s. 33.

[38] İrfan Yücel, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1994, IX, 455-456.

[39] Amit Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, s. 9.

[40] Daha teferruatlı bilgi için bk. Sadık Albayrak, “İskilipli Mehmed Âtıf Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2000, XXII, 583-584; Hasan Kâmil Yılmaz, “Esad Erbilî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1995, XI, 348-349; Alim Kahraman, “Tâhirülmevlevî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2010, XXXIX, 407-408; Alparslan Açıkgenç, “Said Nursî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2018, XXXV, 566-567.

[41] Ahmet Karataş, “Harput Ulemâsından Müderris-Müftü Mehmed Kemaleddin Efendi”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 49 (Aralık 2015), s. 56-71; Kemaleddin Efendi’nin sürgünü ile alâkalı daha teferruatlı bilgi için ayrıca bk. Ahmet Karataş, “Şairini Vazifesinden Edip Sürgüne Gönderen Bir Gazelin Hikâyesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 59/2 (2018), s. 83­111.

[42] Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal Poyraz, İbrahim Aslanoğlu’na gönderdiği mektupta babasının hicrî 1288’de doğduğunu söylüyorsa da bizzat Mikdâd Efendi, rûmî 1288 senesinde doğduğunu söylemektedir. (Mektup metni için bk. Aslanoğlu, Divriği Şâirleri, s. 61-62.)

[43] Ünal Tuygun, Erzincan’da doğduğunu söylüyorsa da bunun doğru olmadığı, Mikdâd Efendi’nin sicil varakasındaki beyanından ve diğer tüm mevsuk kaynaklardan anlaşılmaktadır. (Tuygun, Erzincan’ın Manevi Mimarları, s. 139.)

[44] Daha düşük bir ihtimal olarak yılın ilk ayları/zamanları kastedilmiş olabileceğinden Mart-Nisan 1872’de bir tarihi de zayıf ihtimal olarak zikretmekte fayda vardır. Doğum tarihi ile alâkalı A. Mikdâd Efendi’nin sicill-i umûmî varakasında ise tezkere-i osmâniyesinden naklen hicrî 1288/rûmî 1287’de doğduğu aktarılmıştır. (T.C. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi (BOA), Dahiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl Komisyonu Defterleri (DH.SAİDd.) 00115/Belgenin aslı için bk. EK 3) Fakat Mikdâd Efendi’nin bizzat ifade ettiği rûmî 1288 senesi başı, hicrî 1289 yılına denk gelmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, burada hicrî-rûmî tarihlerin karıştırılmış olmasından dolayı Mikdâd Efendi’nin beyânından farklı tarihler ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet devrinde de doğum yılı 1872 olarak kaydedilmiştir. Sonraları mevzuat gereği gün ve ay bilgisi de eklenince resmî evrakta doğum tarihi 01/07/1872 şeklinde yazılmıştır. Bu doğum günü ve ayı da esasen mevzuat gereği belirsizlik hâllerinde yılın ortasının yani Temmuz 1’in yazılmasından dolayıdır.

[45] BOA, Nüfus Defterleri (Nfs.d.), 2562 vr. 57a.

[46] A. Mıktat Poyraz, Ozanlar, (Ankara: İdeal Matbaa, 1935), s. 14.

[47] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 61.

[48] Belir Bulut Hanımefendi ile 03/04/2020 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesi.

Belir Bulut Hanımefendi’nin anneannesinden naklettiği bu bilginin aksine Ü. Tuygun Mikdâd Efendi’nin ailenin tek çocuğu olduğunu ifade etmektedir; ancak biz hiçbir resmî evrakta bu bilgiyi tasdîk edecek yâhut yanlış gösterecek bir bilgiye ulaşamadık. Nitekim Ü. Tuygun da eserinde bu bilginin kaynağını göstermemiştir. (Tuygun, Erzincan’ın Manevi Mimarları, s. 139.) Bu manada âileden tevârüs eden bilgi kıymetlidir.

[49] Poyrazoğulları sülâlesi, sonraları muhtelif bölgelere yayılmakla birlikte, 1835’ten itibâren Divriği Kesme Köyü’nün resmî kayıtlarında görülür olmuştur. Hicrî 1250 tarihli ilk nüfus sayımına göre otuz Müslüman, otuz beş de gayrimüslim hanesinin bulunduğu Kesme Karye’sinde “Boyraz” lakabıyla kaydedilmiş bir; “Boyrazoğlu” lakabıyla kaydedilmiş üç hane mevcuttur. Poyrazoğulları bölgede tanınan ve zaman zaman mühim görevler de üstlenen bir sülâledir. Misâl olarak 1835’teki kayıtlara göre Poyrazoğulları’ndan Osman oğlu Halil karye kethüdâlığı vazîfesini ifâ etmektedir. (BOA, NFS.d.02548, vr. 130.)

[50] Mikdâd Efendi’nin sicill-i umûmî varakasında da babası “ashâb-ı emlâkdan Abdullah Ağa” şeklinde tanıtılmaktadır. (BOA DH.SAİDd.00115.)

[51] Şiirin tamamı için bk. Şiirleri/İstanbul Topkapı Mezarlığı’nda Anama

[52] İbtidâî mektepleri, sıbyân mektepleri yerine ikâme edilmek üzere 1871 yılından itibâren yaygın olarak faaliyete başlamış ilköğretim kurumlarıdır. Sıbyân mektepleri talebelere temel dînî bilgileri vermekle mükellefti. Bunun yanında talebelere okuma-yazma, hesap gibi dersler de verilirdi. Üç yıllık ilk eğitim sürecini kapsayan ibtidâîlerde ise elifba, tecvîd, ilmihâl, Kur’ân-ı Kerîm, kıraat, hesap, yazı, kavâid gibi derslerin yanında coğrafya ve tarih de okutulurdu. İlk mektebe başlama yaşı Anadolu’da dört, İstanbul’da beş-altı idi. 1846 yılındaki bir talimatla altı yaşını bitirdiği hâlde çocuğunu mektebe göndermeyenlerin cezalandırılacağı bildirilmektedir. (Sıbyân mektepleri ve ibtidâî mektepleri hakkında geniş bilgi için bk. A. Zeki Memioğlu, “İmparatorluktan Cumhuriyete İlk Öğretimimiz”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 23 (2003), s. 245 vd.; Nebi Bozkurt vd., “Mektep”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2004, XXIX, 5-11; Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul: y.y., 1977, I, 460-475.)

[53] Osmanlılar’da ibtidâîler hakkında geniş bilgi için bk. Baltacı, “Mektep (Osmanlılarda Mektep)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2004, XXIX, 6-7.

[54] Mikdâd Efendi’nin bu ilk mektep hayatına dâir bilgiler terceme-i hâl varakası (DİB Arşivi Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası) ile sicill-i umûmî varakasındaki (BOA DH.SAİDd.00115/Belgenin aslı ve metni için bk. EK 3) bilgilerden istifâde edilerek ortaya konulmuştur.

[55] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 61.

[56] bk. Kaya, Erzincanlı Son Devir Osmanlı Ulemâsı, s. 33.

[57] Diyânet İşleri Başk. Arşivi Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası-Evrâkın aslı ve tam metni için bk. EK 2.

[58] BOA, NFS.d.02548, vr. 128.

[59] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 61.

[60] Mikdâd Efendi’nin torunu Belir Bulut Hanımefendi ile 03/04/2020 tarihindeki görüşme.

[61] Maşrık-ı Füyûzât Mektebi, 1884’te Beyoğlu’nda kurulmuş bir özel okuldur. İbtidâî ve rüşdiye kısımları mevcuttur. Yatılı talebesi yoktur. Tek geliri talebeden alınan ücretler olan mektep, talebe sayısının azalmasıyla 1905’te kapanmıştır. (Nuri Güçtekin, “İstanbul’daki Müslim Özel Mektepleri (1873-1922)” (doktora tezi), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, 2013, s. 135-137; Ergin, Türk Maarif Tarihi, III, 1024-1025.) Maşrık-ı Füyûzât Mektebi Talîmâtnâmesi’ne göre mektebe kabul edilecek talebeler ahlâken ve sıhhaten zayıf olmamalı ve tâbiiyeti Osmanlı olmalıdır. Bu şartlar dâhilinde mektebe kaydolan talebe malûmâtına ve liyâkâtine göre bir sınıfa devam ettirilirdi. Mektep ücreti ise velînin maddi kuvvetine göre üç farklı meblağ olarak (on beş, yirmi yahut otuz) belirlenir; kimsesizler ise Maârif Nezâreti’nce okutulurdu. Üç yıllık rüşdiye kısmında okutulan dersler şöyleydi: “Kur’ân-ı Kerîm ma’a Tecvîd-Ulûm-ı Dîniyye “İlm-i Hâl”- Kitâbet ve İmlâ-Lisân-ı Osmânî-Lisân-ı Arabî-Lisân-ı Fârisî-Lisân-ı Fransevî-İlm-i Hesâb-Hendese- Coğrafya “Umûmî ve Osmânî”-Târîh-Hüsn-i Hatt-ı Türkî-Resim-Ma’lûmât-ı Fenniyye ve Medeniyye” (Maşrık-ı Füyûzât Mektebi Şâkirdânına Mahsûs Ta’lîmâtnâme, s. 1-7.) Ahmed Mikdâd Efendi’nin Divriği ve Eğin gibi küçük kaza merkezlerinden sonra babası tarafından İstanbul’a getirilmesi ve bilhassa böyle maddî imkân gerektiren özel bir mektebe devam ettirilmesi, ilim ve tahsil yoluna olan istidâdına ve iştiyâkına da bir işarettir.

[62] BOA DH.SAİDd.00115.

[63] Fatih Medreseleri, Sahn-ı Semân Medreseleri olarak Fatih Sultan Mehmed tarafından 1470 yılında kurulan yüksek eğitim kurumlarıdır. 1557 yılında inşâsı tamamlanan Süleymaniye Medreseleri faaliyete geçene kadar Sahn-ı Semân Medreseleri en yüksek seviyede eğitim veren kurumlardı; sonraları Süleymaniye Medresesi müderrislerine, pâye olarak Fatih müderrislerinin üstünde yer verilmiştir. İ. Hakkı Uzunçarşılı, kurulduğu dönem itibârıyla Sahn-ı Semân Medreseleri’ni “tefsir, usûl-ı fıkıh, fıkıh, kelâm ve Arap lisaniyâtı üzerine tedrîsât yapan İlâhiyât, İslam Hukûku ve Arap Edebiyatı fakültesi” olarak tanımlamıştır. (Geniş bilgi için bk. Fahri Unan, “Sahn-ı Semân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2008, XXXV, 532-534; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 2014), s. 9-13, 39-43.)

[64] Aslanoğlu, Divriği Şâirleri, s. 61.

[65] Terceme-i Hâl Varakası, A. Mikdâd Efendi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050 (bk. EK 2)

[66] Cezerî tedrîsi, meşhûr kıraat ve hadis âlimi İbnü’l-Cezerî’ye izâfeten tatbik edilmiş bir usûldür. Milâdî 1350-1429 yılları arasında yaşayan İbnü’l-Cezerî’nin tam adı Ebü’l-Hayr Şemsüddin Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Alî b. Yûsuf el-Cezerî’dir. Eserlerinin sayısı yüz civarındadır. En önemli eseri, on kıraat usûlünü ele aldığı Kitabü’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr idi. Bu eseri 1019 beyit hâlinde nazma çektiği eseri de Tayyibetü’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr adını taşımaktadır. Yine bu eseri ihtisâr ettiği Takrîbu’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr adlı bir eseri de mevcuttur. İbnü’l-Cezerî, bu eserleriyle yaygın olan yedi kıraat anlayışını değiştirmeyi; on kıraatin de sahih olduğu anlayışını yerleştirmeyi amaçlamış ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Bilhassa Türkiye’de kıraat ilminde süregelen icâzet geleneğindeki isnad zincirinin İbnü’l-Cezerî’ye dayanması bunun bir nişânesidir. (Daha geniş bilgi için bk. Tayyar Altıkulaç, “İbnü’l-Cezerî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1999, XX, 551-557.) İbnü’l-Cezerî’nin “Cezeriyye” adıyla meşhur olmuş kıraate dâir muhallet eseri Kitabü’n-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr medreselerde de ders kitabı olarak okutulan kitaplardandır. (bk. Mefail Hızlı, “Osmanlı Medreselerinde Okutulan Dersler ve Eserler”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17 (2008), s. 36, 43.)

[67] Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası, Terceme-i Hâl Varakası (bk. EK 2)

[68] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 61.

[69] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye”, Cerîde-i Sûfiyye, I/2 (13 Mart 1325), s. 3.

[70] Bursa Gavsiyye Medresesi yahut müderrisliği ibâresi Mikdâd Efendi’nin hem sicill-i ahvâl varakasında hem de ruûs sûretinde geçmektedir. (bk. EK 1) Fakat tüm araştırmalarımıza rağmen böyle bir medresenin mevcûdiyetine dâir bir ize, bilgiye rastlayamadık. Bu hususta kendisine danıştığımız, Bursa medreseleri hakkında yaptığı çalışmalarla temâyüz eden Prof. Dr. Mefail Hızlı hocamız da, ya şehir adının ya da medrese adının yanlış yazılmış olabileceğini, yahut da bir başka karışıklık neticesinde böyle bir durumun meydana gelmiş olabileceğini; ayrıca, bizzat o devirde yaşayan şahitlerin kaynaklığında hazırladığı makalesinden hareketle Bursa’da böyle bir medresenin bulunmasının çok düşük bir ihtimâl olduğunu ifade ettiler. (04.02.2020 tarihli yazışma) (bk. Mefail Hızlı, “Osmanlıların Bursa’ya Kazandırdıkları Medreseler”, Bursa Araştırmaları Kent Tarihi ve Kültürü Dergisi, Bursa Araştırmaları Vakfı, 29 (2010), s. 9-11.) Prof. Dr. Mefail Hızlı hocamıza samîmî ve özverili yardımları için şükranlarımızı arz ederiz.

[71] İlmiye teşkilâtında göreve başlama işlemi için gerekli belgeye de ruûs deniyordu. Medrese tahsilini tamamlayıp mülâzım olanlardan yedi senelik mülâzemet süresinden sonra girdikleri ruûs imtihanını başaranlar ruûs alırlardı. Bunlar ibtidâ-i hâric medreselerine tayin edildikleri için ruûslarına ibtidâ-i hâric ruûsu deniyordu. (bk. Recep Ahıskalı, “Ruûs”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2008, XXXV, 272.)

[72] Ru’ûs ve icâzetnâme sûretleri için bk. EK 1.

[73] Mikdâd Efendi’nin sürgünüyle alâkalı belgelerde ilk sürgün tarihi 1310 olarak kaydolunmuştur. (bk. BOA, Maarif Nezareti Mektubî Kalemi (MF.MKT), 755/46, vr. 1.)

[74] Ahmed Mikdâd Efendi’nin kızı Hâlide Suat’ın torunu Belir Bulut Hanımefendi, bu bilgileri 1987’de vefât eden anneannesinden naklen aktarmıştır. (03/04/2020 tarihli görüşme.)

[75] Sicill-i Ahvâl Varakası, Ahmed Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050 (bk. EK 2)

[76] el-Haşr 59/7: (...) Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. (...) (Bu çalışmada âyet meâlleri verilirken Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları tarafından neşrolunan Kur’ân-ı Kerîm Meâli’nden istifâde edilmiştir.)

[77] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3.

[78] Aslanoğlu, Divriği Şâirleri, s. 61.

[79] Bu türlü tenkitler bir sonraki başlık altında tetkik edilecektir. Yine de bir misâl olarak Mikdâd Efendi’nin Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr adlı eserinin mukaddimesindeki şu ifadeleri gösterilebilir: İşte şu noktanın tasavvuruyla hayli vakit yorulmuş, menfâları görmüş, ma ‘ıûz-ı elem olmuş bulunan ve şimdi Erzincân ders-i ‘âmmlarından olan mahrem-i ‘cvâtıf-ı hakk ‘abdu ’llah Divrikli Boyrâzzâde Ahmed Mikdâd bin ‘Abdullah Kesmevî müznibleri bütün dîn kardaş ve vatandaşlarımın selâmet-i dîn ü dünyâsına ma‘tûf bir mecellenin dest-i tertîbe alınmasını mülâhazadan geçirmiş ve kararlaşdırmış iken devr-i sâbıkdaki sansürlük usûlüyle evrâk-ı hikmetin tebeddüle uğraması ve belki melhûz olan felâket-i cedîdeye ma‘rûz kalması mütâla‘asıyla kalemi almakda tereddüd eder, biraz yazar bilâhare yazılan satırları hatt-ı nedâmetle çızardı. Şu hâl-i esef-me’âl üzre azar azar karaladığı evrâk-ı mukaddese mücelled şeklini alarak hacmiyle mütenâsib olan kitâb-ı ma ‘nâdârın sâde yüzüne bakar kalırdı! Hamdülillah eltâf-ı Bârî’nin ufk-ı mu ‘allâsından ‘arz-ı cemâl eden şems-i hürriyet o karanlığı kaldırdı, nikab-ı mekârihe bürünen rûy-i dil-ârâ-yı ümîd keşf-i melâhat etdi, gamnâk olan kalblerle demnâk olan gözler açıldı, parladı. Zincîr-i istibdâda merbût bütün âmâl ve makasıd sâha-i hürriyyeti cevelâna başladı. [Ahmed Mikdâd, Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr, (Dersaadet: Mahmûd Bey Matbaası, 1326), s. 4-5.]

[80] Aslanoğlu, Divriği Şâirleri, s. 61.

[81] Bu sürgün vetiresi ile ilgili teferruat yalnızca oğlunun nakliyle bize ulaşmıştır. Mikdâd Efendi’nin, sicil varakasında, bu sürgün edilme devresine dâir kaleme aldığını beyan ettiği Bir Âlimin Felâketi adındaki eser de kayıp olduğu için oğlunun verdiği bilgilerle iktifâ etmek durumundayız.

[82] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3.

[83] BOA MF.MKT 755/46, vr. 1; BOA MF.MKT 755/46, vr. 2; BOA MF.MKT 755/46, vr. 3.

(Belgelerin tam metinleri ve orijinalleri için bk. EK 4, EK 5 ve EK 6)

[84] “Sansür, hafiye, jurnal, sürgün” gibi kelimelerle birlikte zikredilmesi bir âdet hâlini alan istibdat devri muhalif isimlerce Sultan II. Abdülhamid ile özdeşleştirilmiştir. Karal’ın ifadesine göre 1870 yılından itibâren Sultan Abdülaziz’in padişahlığı döneminde de benzer uygulamalar görülmüş ve tenkitlere, itirazlara konu olmuştur. [Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-1907), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2007), VIII, 245.]

Sultan II. Abdülhamid devrinde muhalif havanın katmerlenmesinin, tenkitlerin şiddetlenmesinin sebeplerinden biri anlaşıldığı kadarıyla sürgünlerdir. II. Abdülhamid devrinde, birçok müellif, gazeteci ve şairin sürgün edildiği bilinmektedir. Bu isimler arasında Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik, Süleyman Nazif, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, İsmail Safa, Tokadizâde Şekib gibi meşhur isimler de mevcuttur. Daha geniş bilgi için bk. Abdullah Acehan, Sürgün Kalemler (1839-2000), (Ankara: Siyasal Kitabevi, 2013).

Yıllar içinde yavaş yavaş oluştuğu ve yerleştiği anlaşılan bu muhalefetin sebepleri 1878’de Sultan II. Abdülhamid’in I. Meşrûtiyet devrini sonlandıran meclisi süresiz olarak tatil etme kararına kadar uzanmaktadır. Devletin oldukça zor günler geçirdiği dönemlerde başlatılan -muhalif kanadın etkili isimlerini zora sokan- birtakım tedbirler de “devr-i istibdâd” tanımlamasının yaygınlaşmasına; devrin okur-yazar kesimi arasında bu muhalif rüzgarın esmeye başlamasına sebep olmuştur. Devletin işleyişinde görülen aksaklıklar ve mâlî darlık sebebiyle de genç memurlar ve subaylar arasında tepkiler, muhalif tavırlar oluşmaya başlamıştır. Dönemin aydın kesimi arasında bu hâlden çıkmak ve imparatorluğu kurtarmak için Meşrûtiyet’in olmazsa olmaz bir idare biçimi olduğu yönünde bir fikir birliğinin genel çerçeve itibârıyla böylece ortaya çıktığı söylenebilir. (Cevdet Küçük, “Abdülhamid II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1988, I, 221.) Sultan II. Abdülhamid’e karşı yapılan muhalefetle alâkalı daha geniş bilgi için bk. Erol Özbilgen, “II. Abdülhamid’e Muhalefet”, II. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri, haz. Coşkun Yılmaz, (İstanbul: Seha Neşriyat, 1992), s. 131-179.

[85] Sicill-i Ahvâl Varakası, Ahmed Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.

[86] A. Mikdâd, Cevâhiru’l-efkâr fî-keşfi’l-esrâr, s. 4-5.

[87] Sultan II. Abdülhamid devrindeki neşriyat siyaseti ve sansür uygulamaları hakkında daha geniş bilgi için bk. Abdullah Saydam, “Emniyet-i Memleket-Hürriyet-i Matbuat İkilemi ve II. Abdülhamid Dönemi Neşriyat Siyaseti”, Devr-i Hamid Sultan II. Abdülhamid, haz. M. Metin Hülagü vd., (Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları, 2011), I, 37-67; Ali Şükrü Çoruk, Abdülhamit Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü, (İstanbul: Kitabevi Yay., 2017); Fatmagül Demirel, II. Abdülhamid Döneminde Sansür, (İstanbul: Bağlam Yay., 2007).

[88] Cerîde-i Sûfiyye Mecmuası, 19 Mart 1909’da haftalık mecmua olarak yayın hayatına başlamıştır. 31 Ağustos 1919’a kadar on yılı aşkın süre ve toplam 161 sayı yayın hayatına devam edebilmiştir. Mecmuanın sahibi Hasan Kazım; başyazarı ise Ali Fuad’dır.(1867-1935) Geniş yazar kadrosu içinde Hüseyin Vassaf, Bursalı Mehmed Tahir, Rıza Tevfik, Müftü Kemaleddin Harputî Efendi, Ahmed Remzi, Tâhirü’l-Mevlevî, Erbilli Es’âd Efendi, Veled Çelebi gibi ulemâdan, üdebâdan ve mutasavvıfînden mühim şahsiyetler yer almıştır. [Daha geniş bilgi için bk. Mustafa Kara, “Cerîde-i Sûfiyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1993, VII, 510; Atilla Kaşıkçı, “Bütün Yönleriyle Cerîde-i Sûfiyye İnceleme-Fihrist” (yüksek lisans tezi), Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1994, s. 20-45; Abdurrahman Acer, “Mesnevî-hân Ali Fuâd Efendi’nin Cerîde-i Sûfiyye’deki Makâleleri-İnceleme ve Metin” (yüksek lisans tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s. 54-65.]

[89] Cerîde-i Sûfiyye ’nin Hey ’et-i Tahrîriyyesi: Sudûr-ı "İzamdan Haydar Molla Bey Efendi Hazretleri, Burûse Meb 'ûs-ı Sâbıkı Mehmed Tâhir Bey Efendi Hazretleri, Meşâyıh-ı Kirâmdan Sırrı Efendi, Mekteb-i 'Askerî-i İ'dâdî Mu'allimlerinden Vahyi Bey Efendi, Erzincan 'Ulemâsından Ahmed Mikdâd Efendi, Alay Müftisi Muhammed Fahreddîn Efendi, Mutasavvıfînden İsmâ'îl Hakkı ve Safvet Efendiler, Mesnevîhân 'Ali Fu’âd Efendi. (Cerîde-i Sûfiyye, nr. 6/14, s. 1.)

[90] Ali Fuâd, “Mesleğimiz”, Cerîde-i Sûfiyye, I (19 Mart 1909), s. 1.

[91] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3; a.mlf., “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye İkinci Nüshadan Ma’bâd”, Cerîde-i Sûfiyye, I/3 (20 Mart 1325), s. 3-4; a.mlf, “Pend-i Müşfik”, Cerîde-i Sûfiyye, I/4 (27 Mart 1325), s. 1-2; a.mlf., “Kudsî Bir 'Âlem”, Cerîde-i Sûfiyye, I/5 (3 Nisan 1325), s. 4.

[92] Zannediyoruz bu ilk dönemde, Ahmed Mikdâd Efendi imzalı makalelerin Cerîde-i Sûfiyye’de yer bulması Mikdâd Efendi’nin İstanbul’da bulunduğu süre içindedir. Beşinci sayıda neşrolunan “Kudsî Bir Âlem” başlıklı yazıdan sonra İstanbul’dan ayrıldığı, Erzincan’a döndüğü anlaşılan Mikdâd Efendi, yaklaşık üç yıl boyunca yazılarına ara vermiştir. Bir sonraki makalesi 11 Mayıs 1912 tarihli ve “İbretle Nazar” başlıklıdır. Bu yazıdan sonra Cerîde-i Sûfiyye’de makaleler, şiirler neşretmeye devam etmiş; aynı yıl kasım ayında da Balkan Harbi’ne iştirâk için İstanbul’a gelmiştir. (Bu hususta teferruatlı bilgi için bk. “Harplerde ve Cephelerde Mikdâd Efendi”)

[93] Ahmed Mikdâd, “İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye”, s. 3; a.mlf.,“İttihâd-ı İlmiyye-i İslâmiyye İkinci Nüshadan Ma’bâd”, s. 3-4

[94] Ahmed Mikdâd, “Pend-i Müşfik”, s. 1-2.

[95] A. Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, (Dersaadet: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1327), s. 18.

[96] A. Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 20.

[97] Terceme-i Hâl Varakası, DİB Arşivi A. Mikdâd Efendi Sicil Dosyası (bk. EK 2)

[98] Erzincan Askerî Rüşdiye Mektebi, 1882’de başlayan bina inşaatının 1884’te tamamlanmasıyla faaliyete başlamıştır. İdari olarak Mekâtib-i Askeriye Nezâreti’ne bağlı olan mektep I. Cihan Harbi’ne kadar aynı isimle eğitime devam etmiştir. Rus işgâlinden sonra Numûne Mektebi olarak tekrar faaliyete geçmiştir. Cumhuriyet sonrasında sivil ortaokul olarak kullanılan bina 1939 Erzincan depreminden yıkılmıştır. Askerî Rüşdiye’de 3-4 yıllık bir eğitim verilmekteydi. Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri yanında ilmihâl, akâid, hatt-ı Türkî, Türkçe İmlâ gibi dersler de okutulmaktaydı. Mektebin idaresi, temel dersler ile kültür dersleri askerî mektep mezunu muallimlerin uhdesindeydi. Arapça-Farsça dersleri, medrese mezunları tarafından; yazı dersleri ise mülkî mektep mezunu personel tarafından verilmekteydi. (Hacı Hasan İçli, “Tanzimat Sonrası Erzincan’da Eğitim” (yüksek lisans tezi), Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s. 74-80.)

[99] Esasen bu Atabey Nizamiye Medresesi, Atabey ve Nizamiye olmak üzere iki ayrı medresedir. Fakat Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu medreseler birleştirilmiştir. Her iki medresenin de Osmanlı öncesi inşâ edilmiş medreselerden olması muhtemeldir. (bk. İçli, “Tanzimat Sonrası Erzincan’da Eğitim”, s. 131-133.) Atabey Nizâmiye Medresesi, kırklı ve hâriç elli medreseleri sınıfında idi. Osmanlı medrese sisteminde, Anadolu’da beylikler döneminde hükümdârların veya onların ailelerinin yaptırdığı medreseler derece olarak kırklı (kırk akçe yevmiyeli) ve hâriç elli medresesi olarak tasnif edilmişti. (Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s. 65-66.)

[100] Asıl metin için bk. EK 1.

[101] BOA, Bâb-ı Âlî Evrak Odası (BEO), dosya nr. 3443, gömlek nr. 258215. (Evrakın tam metni ve orijinali için bk. EK 8.)

[102] Rüşdiyye-i ‘askeriyyede inkılâba değin degerli hizmetlerim mesbûk iken başkaları ‘âdî sebeblerden dolayı nâ’il-i rütbe ve nişân oldukları hâlde nâmımda menfîlik ismime zulm(?) sürdürmedi. Hamd olsun ki ‘âdil-i mutlakın lutfuyla şems-i meşrûtiyyet doğdu da mazlûmları kurtardı. (Sicill-i Ahval Varakası, DİB A. Mikdâd Efendi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.)

[103] Erzincan İdadi Mektebi, sancak merkezlerine idadi açılması emri 1881’de verilmiş olmasına rağmen uzun bir gecikmeyle, 1906’da eğitime başlayabilmiştir. Bu gecikmenin sebebi ise Erzincan ahâlisinin mülkî mekteplere rağbet göstermemesi; yalnız askerî mekteplere itibâr etmesidir. Mülkî idâdîlerin açılması yönünde emir gelmesine rağmen Erzincan’da talep olmadığından bu mektep uzun yıllar açılamamıştır. Ancak askerî mekteplerin giriş şartları ağırlaştırıldıktan sonra mülkî mekteplere talep gelmeye başlamıştır. Birçok yazışmalardan sonra rüşdiye binasının kapısına idâdî levhası asılarak esasen usûlsüz olarak eğitime başlanmıştır. Yeni bir binanın inşasına teşebbüs edilse de daha sonra büyük bir konağın satın alınması ve bu binada eğitim verilmesi uygun görülmüştür. Mektebin usûlsüz olarak açılmasından dolayı başta fahrî muallimler ardından da rüşdiye muallimleri vazifelendirilmiştir. Mektepte, Arapça, Farsça, Fransızca, Türkçe, Cebir, Hendese, Tarih, Coğrafya, İlm-i Eşyâ, Malumât-ı Zirâiye ve Sıhhiye, Ulûm-ı Dîniye ve Ahlâkiye, Hesap, Kitâbet gibi dersler okutulmuştur. Bu mülkî idâdîler, 5 ve 7 yıllık iki kısma ayrılmıştı. Yedi yıllık idâdîlerde ilk 3 yıl

rüşdiye dersleri okutulmaktaydı. (Daha geniş bilgi için bk. İçli, “Tanzimat Sonrası Erzincan’da Eğitim”, s. 86-111.)

104 Mikdâd Efendi bu tablonun altına ayrıca şu kaydı da düşmüştür: Kış gecelerine mahsûs olmak üzere evkât-ı mu‘ayyene-i mezkûresinde talebe ve huzzâr-ı sâ’ireye takrîr etdiğim ve inşâallâh ba‘demâ her sene kış geceleri mî‘âd-ı mahsûsunda takrîr edeceğim dürûsun cedvelidir. (DİB Arşivi Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası-Evrakın orijinali için bk. EK 1)

[105] Osmanlı Medrese geleneğinde medrese ve müderrislik dereceleri üç ayrı usûlle sistemleştirilmiştir. Bu sistemde, Hâşiye-i Tecrîd, Hâşiye-i Miftâh, Hâşiye-i Telvîh medresesi gibi kitap adlarına göre; yirmili, otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı medrese gibi müderrisin yevmiyesine göre ya da hâriç, dâhil, Sahn, altmışlı, Süleymâniye, dârü’l-hadis medresesi gibi medresenin statüsüne göre bir derecelendirme yapılmıştır. 18. asırdan itibârense ibtidâ-i hâriç, hareket-i hâriç; ibtidâ-i dâhil, hareket­i dâhil; mûsıla-i Sahn, Sahn-ı Semân; ibtidâ-i altmışlı, hareket-i altmışlı; mûsıla-i Süleymaniye, hâmise-i Süleymâniye; Süleymâniye ve Dârü’l-hadis-i Süleymâniye medresesi şeklinde bir derecelendirme yapılmış ve devletin sonuna kadar da bu sistem câri olmuştur. Medresedeki dersleri görerek danişmend olan talebe, mülâzemet ve kazasker defterlerine kayıt olur ve sırası geldiğinde en aşağı derecedeki medrese olan “Hâşiye-i tecrîd” medresesi müderrisliğine tayin olunurdu. Kelâmdan “Hâşiyetü’t-Tecrîd” adlı eserin okutulduğu bu en alt seviye müderrislik 20-25 akçe yevmiyeliydi. Hâşiye-i tecrîd müderrisi terfi edince 30-35 akçe yevmiyeli belâgatten “Miftâhu’l-‘ulûm” adlı eserin okutulduğu “Miftâh” medresesi müderrisliğine atanır; daha sonra kırklı yâhut hâriç elli medreseleri müderrisliği tevcîh edilirdi. Bu kırklı ve hâriç elli medreseleri Anadolu’da beylikler döneminde hükümdârların veya onların ailelerinin yaptırdığı medreselerdi. (Mikdâd Efendi’nin müderrislik yaptığı Atabey Nizâmiye Medresleri de bu sınıftandır.) Bu dereceden sonra “Dâhil” medreseleri müderrisliği gelirdi. Fâtih medreselerinin tetimme kısmı dâhil diye zikredilirdi. Bu dâhil medreseleri sahn müderrisliğine çıktığı için “mûsıla-i sahn” da tabir olunurdu. Bundan sonra “Sahn-ı semân” medresesi müderrisliği gelirdi. Süleymâniye medreseleri yapılana kadar en üst derece Sanh-ı Semân medresesinde idi; daha sonraları en üst seviye medrese konumuna Süleymâniye ve onun da üstünde Süleymâniye dârü’l-hadîsi geçmiştir. (Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s. 65-66; Mehmet İpşirli, “Medrese (Osmanlı Dönemi)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2003, XVIII, s. 330 vd.)

Ahmed Mikdâd Efendi’nin 1909 Şubatında aldığı “Sahn medresesi” ruûsu şu şekildedir:

Medrese-i Gavsiyye der-Burûse

Münhalle olan medrese-i mezbûre Kırk Medresesinden munfasıl Erzincan Mekteb-i Rüşdiyye-i Askeriyesi imlâ mu ‘allimi kıdvetü ’l- ‘aliyyü '—-muhakkikin Divrikli Ahmed Mikdâd Efendi zîde ilmulııı mahal ve müstehak olmağla bi’l-fi‘il şeyhü’l-islâm ve müftîyü’l-enâm olup imtiyâz nişân-ı hümâyûnuyla murassa‘ ‘Osmânî ve mecîdî nişân ve nişânlarını hâ’iz ve hâmil olan Hâlid Efendizâde devletlü semâhatlü Muhammed Cemâle’d-dîn Efendi Hazretlerinin işâretleri mûcibince bâ-sahn tevcîh olunmak.

14 Muharrem 1327 [m. 5 Şubat 1909] (Ruûs sûretinin orijinali için bk. EK 1)

[106] Medreselerde talebelere verdiği dersler yanında camilerde halka açık ders verme salâhiyetine de sahip müderrislere ders-i âm denilmiştir. Ders-i âm olabilmek medreseden mezûn olmak, icâzet sahibi olmak ve bir imtihânda daha başarılı olmak şartına bağlıydı. Halka açık ders veren müderrisler tabiatıyla halk üzerinde ciddî tesir sahibi olabilmekteydi. II. Abdülhamid devrinin ortalarına kadar ilmiyeden bir heyet tarafından yılda bir kere olmak üzere ders-i âmlık imtihânı yapılırdı. Daha sonraları ise medreselerde muayyen fasılalarla bu imtihânın yapılması, böylece yılda on beş kişiye bu unvânın verilmesi usûlü kabûl gördü. Bu unvânı alan müderrislere dört yıl sonra ruûsları verilir ve iki yüz kuruş maaş bağlanırdı. (bk. Mehmet İpşirli, “Dersiâm”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1994, IX, s. 185-186.)

[107] A. Mikdâd, Cevâhiru’l-Efkâr Fî-Keşfi’l-Esrâr, s. 4.

[108] Mikdâd Efendi, her fırsatta kalemi eline alan, her anını, her hatırasını yazıya dökmek husûsunda heveskâr olan bir yazardır. Bu harplerdeki hizmetleriyle alâkalı da Harp Hatıraları başlığı ile 17 defter doldurduğunu hem kendisi hem de oğlu Kemal Poyraz bildirmektedir. Hattâ Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin arka kapağında bu hatıralarının kırk deftere yaklaştığını ifade etmiştir. Fakat bu defterler büyük ihtimalle Mikdâd Efendi’nin vefât ettiği Erzincan depreminde kaybolmuştur. (bk. Ahmed Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası; Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 63.)

[109] BOA, İrâde Taltifât (İ.TAL.), dosya nr. 486, gömlek nr. 26.

[110] I. Balkan Harbi 8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği’nin Osmanlı’ya harp ilanı ile başlamış; daha önce aralarında ittifaklar tesis eden Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın da müdâhil olmasıyla dört müttefik devletçik Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa girmiştir. Büyük hezîmetle sonuçlanan, binlerce şehit verilen, Balkanlar’dan İstanbul’a ve Anadolu’ya büyük bir göç dalgasına sebep olan I. Balkan Harbi sonunda Osmanlı Devleti, Edirne ve Kırklareli’yi dahi kaybetmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu şiiri de Bulgar muhasarasına beş aydan uzun bir süre dayanan Edirne’nin 26 Mart 1913’te teslim olmasından aşağı yukarı 15 gün sonra neşrolunmuştur. Balkan Devletçikleri arasındaki toprak paylaşımı anlaşmazlıkları neticesinde patlak veren Bulgaristan ile Romanya, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ arasındaki II. Balkan Savaşı’na Edirne’yi geri almak için Bulgaristan’a taarruz ederek katılan Osmanlı Devleti, Bulgaristan’ın beş devlet karşısında yıkıma uğramasıyla Edirne’yi tek kurşun atmadan geri almıştır. Batı Trakya ve Dimetoka da bu savaşta geri alındıysa da buralar daha sonra terk edilmek zorunda kalınmıştır. (Balkan Savaşları hakkında daha geniş bilgi için bk. Cevdet Küçük, “Balkan Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1992, V, 23-25; Öztuna, “Balkan Savaşları’nın Kısa Tarihi”, Bir Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezîmetin Muhasebesi), ed. Mustafa Çalık, (Ankara: Cedit Neşriyat, 2015), s. 13-32.

[111] BOA İ.TAL., dosya nr. 486, gömlek nr. 26.

[112] Sayfa kenarında silik olduğundan okunamadı.

[113] Metnin aslında mevcut noktalardır.

[114] Sayfa kenarında silik olduğundan okunamadı; fakat metnin öncesine bakıldığında “vakfettim” gibi bir ifadenin manâya uygun düşeceği anlaşılmaktadır.

[115] Edirne Selimiye Yazma Eser Kütüphanesi, Selimiye Yazma Eser Kütüphanesi Koleksiyonu, Demirbaş no: 22 Sel 1089. (Metnin orijinali için bk. EK 7)

[116] 1878 Berlin Antlaşması’nda Osmanlı topraklarının paylaşımından eli boş dönen İtalya, askerî ve mâlî yönden zayıf olması hasebiyle coğrafî olarak kendisine yakın olan Trablusgarp Vilayeti’ni ve Bingazi Sancağı’nı gözüne kestirmişti. İttihat ve Terakki hükümetinin idare ve ordu politikasındaki zaafları ile büyük devletlerin bu işgale sessiz kalacağının sezilmesi neticesinde 1911 sonbaharında İtalya tarafından savaş ilan edildi. Preveze’de İtalya tarafından Osmanlı torpidosunun bombardımanı ile başlayan savaş Osmanlı ordusunun ve hükümetinin ciddi bir hazırlık yapmamış olmasından dolayı peşpeşe toprak kayıplarıyla neticelendi. Trablusgarp 9 Ekim’de teslim olmak zorunda kaldı. 8 Ekim’de Tobruk, 16 Ekim’de Derne, 21 Ekim’de Bingazi işgal edildi. Bazı Osmanlı gönüllü subaylarının gizlice Trablusgarp’a gelerek müdafaaya ve yerel güçleri tertibe başlamaları neticesinde İtalyanlar zayiat vermeye başladı ve sahil şeridine hapsoldular. Bunun üzerine İtalya Trablusgarp’ın ilhakını kabul ettirmek için farklı arayışlara girerek Beyrut’u bombardıman altına aldı. 9 Martta Beyrut bombardımanı bitirildi; ancak Rodos, on iki ada ve çevre adaların işgali başladı; Çanakkale Boğazı’na, İzmir’e saldırılar düzenlendi. Savaşın geniş bir coğrafyaya yayılmasından sonra 18 Ekim 1912’de Uşi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Rodos ve Oniki Ada tahliye dilecekti; fakat Trablusgarp Savaşı’ndaki ağır mağlubiyet Balkan Harbi’ni tetikleyip bu savaşta da bir hezimet yaşanınca İtalya bu adaları terk etmekten vazgeçti. Trablusgarp Savaşı, ciddî toprak kayıplarıyla neticelenmesinin yanında esas olarak Balkan devletçiklerinin Osmanlılar’a karşı birleşmesine, Balkanlar’da Osmanlı varlığının son bulmasına yol açtığı için mühimdir. (Savaş hakkında ana hatlarıyla bilgi almak için bk. Kemal Beydilli, “Trablusgarp Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2019, Ek-2, 613-616.)

[117] Mikdâd Efendi, eserinin sonuna itmâm tarihini, hattâ saatini dahi kaydetmiştir. Bu kayda göre eserini 3 Kânûnuevvel Cumartesi gecesi saat 9:20’de (22 Aralık 1911) tamamlamıştır. (Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 21.)

[118] Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 10-11.

[119] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 62.

[120] (...) Balkanlar Muhârebesi’ne gitmek üzere Bahr-i Siyâh’da Ereğli sahillerinde Zahîr nâm sefînenin birinci kamarası üzerinde bulunuyorum. 4 Teşrîn-i sânî 328 [h. 7 Zilhicce 1330/m. 17 Kasım 1912] senesi sâ'at 2, dakika 47pazar günü İstanbul’a müteveccihen hareket ediyorum. (A. Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn, (Dersaadet: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1331), s. 46.)

[121] Gazetede yayımlanan “Mevâdd-ı Umûmiye/Mâliye Nezâreti Vezne-i Umûmî Müdiriyetinden (İâne-i Harb)” başlıklı listede Mikdâd Efendi’ye dâir kayıt şöyledir: Erzincan 'ulemâ-yı be-nâmından Ahmed Mikdâd Efendi Hazretleri tarafından Bâyezîd Câmi'-i şerîfmde icrâ kılınan va 'zı müte'âkib sâmi'înden ihdâ edilen 10 para 262 kuruş [“Mevâdd-ı Umûmiye/Mâliye Nezâreti Vezne-i Umûmî Müdiriyetinden ‘İâne-i Harb”, Takvîm-i Vekâyi’, 1368 (9 Şubat 1913), s. 1.]

[122] Cihâd risâleleri hakkında geniş bilgi ve Osmanlı cihâd risâlelerinin bir listesi için bk. Abdullah Taha İmamoğlu, “I. Dünya Savaşına Bibliyografik Bir Katkı: Osmanlı'da Cihad Risaleleri”, Savaş Tarihi Araştırmaları Uluslararası Kongresi , 100. Yılında I. Dünya Savaşı ve Mirası Bildiri Kitabı, ed. Halil Çetin-Lokman Erdemir, (Çanakkale: Çanakkale Valiliği Yayınları, 2015), I, 151-179.

[123] Erzincan İ‘dâdî-i Mülkî ve Rüşdî-i ‘Askerîsi Mu‘allimlerinden Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi Divrikli Ahmed Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn, Dersaadet 1331.

[124] Bursalı Mehmed Tâhir, 22 Kasım 1861 Bursa doğumlu meşhur bibliyografya ve biyografi âlimidir. En mühim eserlerinden birisi Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan XX. asrın ilk çeyreğine kadar 1691 müellifin tercüme-i hâlini ihtivâ eden “Osmanlı Müellifleri”dir. Sırât-ı Müstakîm, Sebîlürreşâd, Cerîde-i Sûfiyye gibi mecmualarda birçok makale neşretmiştir. 28 Ekim 1925’te İstanbul’da vefât etmiştir; Aziz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı hazîresinde medfûndur. (Daha teferruatlı bilgi için bk. Ömer Faruk Akün, “Bursalı Mehmed Tâhir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1992, VI, 452-461.)

[125] Bu yazı evvelâ Sebîlürreşâd Mecmuası’nda (Bursalı Mehmed Tâhir, “Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Mü’ellefât-ı ‘Osmâniyye”, Sebîlürreşâd, II/IX, 46/228 (15 Safer 1331/24 Ocak 1913), 347-348.) daha sonra da eklemelerle Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunmuştur. (Bursalı Mehmed Tâhir, “Fezâ’il-i Cihâd Hakkında Mü’ellefât-ı ‘Osmâniyye”, Cerîde-i Sûfiyye, 24/16 (6 Rebi’ülevvel 1331/13 Şubat 1913), s. 8-9.) Sebîlürreşâd’da neşrolunan yazıda Mikdâd Efendi’nin eseri zikredilmemiştir. Bursalı Mehmed Tâhir bilâhare, Sebîlürreşâd’da aynı mevzu etrafında kaleme aldığı makalelerini bir araya getirmiş ve cihâd risâleleri listesini de daha da genişleterek bunları Menâkıb-ı Harb adlı bir müstakil eser hâlinde bastırmıştır. (Bursalı Mehmed Tâhir, Menâkıb-ı Harb, Dersaâdet: y.y., 1333.)

[126] Mikdâd Efendi, hece ile ve son derece sade bir dille yazılmış bu şiirin sonuna ismini “Çatalcada Gönüllü Ahmed Mikdâd” şeklinde kaydetmiştir. (“Şiirler”, s. 8.)

[127] Ahmed Mikdâd, “Enîn”, Cerîde-i Sûfiyye, II/24-20 (28 Mart 1329), s. 5.

[128] Küçük, “Balkan Savaşı”, s. 25.

[129] Bahsi geçen teşekkür metni şöyledir: ‘Umûm kıta‘ât-ı ‘askeriyyeyi geşt ü güzârımla îfâ-yı mevâ‘izde bulunduğumu takdîr eden Erzincan ahâlî-i muhteremesine bi’l-mukâbele ‘arz-ı şükrân eylerim. Ahmed Mikdâd (Ahmed Mikdâd, “Bir Teşekkür”, Cerîde-i Sûfiyye, 60 (1 Eylül 1913), 136.)

[130] Ahmed Mikdâd, “On Aylık Seyahat-i Askeriyemden bir Levha yâhud Macar Kalasında Bir Gün Müsâferet”, Cerîde-i Sûfiyye, II/62 (6 Eylül 1329), s. 107-108.

[131] BOA, İ. TAL., dosya nr. 486, gömlek nr. 26, vr. 1, 3-4. (Belgelerin tam metinleri ve asılları için bk. EK 9 ve EK 10).

[132] Balkan Harbi sırasında Binbaşı M. Kemal’in vazife ve faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bk. Mithat Atabay, “Balkan Muharebeleri Sırasında Mustafa Kemal’in Çanakkale Bölgesindeki Faaliyetleri”, Çanakkale 1915, Mustafa Kemal Atatürk ve Modern Türkiye, Uluslararası Atatürk’ü Çağdaş Yorumlama ve Anma Programı II (8 Ocak 2010), (Ankara: Türkiye Barolar Birliği Yay., 2010), s. 27-47.

[133] Bu takdirnâme, Mikdâd Efendi tarafından 1931’de Diyânet İşleri kadrosundan resen emekliliğe sevki sonrası ilgili makâmlara takdîm edilmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu husustaki takdîmi şöyledir: Büyük Reis-i Cumhur Gazi Hazretleri’nin Balkan Harbi’nde aziz ve mübeccel kalemiyle zîrdeki takdirnameyi acizleri hakkında lütfen yazmaya rağbet atıfetini bahşetmiştir. (Belgenin orijinali için bk. EK 11)

Metnin ilk paragrafının sonundaki yarım cümleye bakıldığında bunun ihtisâr edilmiş bir sûret olduğu anlaşılmaktadır. Bu belgenin eksiksiz hâline ulaşılamamıştır. Fakat bu sırada Binbaşı M. Kemal’in çok yakın tarihlerde bu husustaki tavrına dair ulaşılan şu belgeler dikkat çekicidir.

Başkumandan Vekili Ahmed İzzet Paşa tarafından Çanakkale Boğazı Kuvâ-i Mürettebe Kumandanlığı’na çekilen 7 Nisan 1913 tarihli telgrafta meâlen şöyle denilmekte ve cevap beklenilmektedir: Osmanlı askerine, cihâdın fazîletleri hakkında vaaz ve nasîhatlerde bulunmak üzere Şeyhülislam tarafından seçilecek ulemâdan birkaç kişinin buraya gönderileceği Savunma Bakanlığı’ndan bildirildiğinden, oraya birkaç kişinin vaaz ve nasîhat etmek üzere gönderilmesi hakkında yüksek düşüncelerinin bildirilmesi temenni olunur.

Bu telgrafa, Binbaşı M. Kemal tarafından 8 Nisan 1913 tarihinde menfî görüş bildiren şu cevâp gönderilmiştir:

Osmanlı askerlerine her bakımdan subay ve kumandanlarınca ve buradaki alay müftüsü tarafından vaaz ve nasihatler edilmekte ve başka türlü vaazların daha fazla fayda getireceği sanılmamaktadır. Bilakis bu gibi teşebbüslerin, düşman gözünde ordunun manevi kuvvetinin düşme derecesini ilana ve hükümet tedbirlerinin pek acınacak hususlarla sınırlı kalışını ispata vesile olacağı görüşünde bulunduğumu arz ederim.

Mustafa Kemal [Atatürk, Atatürk’ün Bütün Eserleri (1903-1915), (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2003) I, 150, aynı sayfanın dipnotu.]

Binbaşı M. Kemal’in bu cevâbı ile Mikdâd Efendi’yi ve eserini, tabir yerindeyse, kısa bir muhalefet şerhi ile takdîr edişini vuzûha kavuşturmak mümkündür.

[134] İlmiyye rütbelerinden biridir. Osmanlı’da mühim yerleşim merkezlerinin adlî/kazâî idaresine tecrübeli ulemâ tayin edilirdi, buna da mevleviyet denilirdi. Bu tayin, rütbelere göre yapılırdı. En alttan en üste mevleviyetler şu şekilde sıralanırdı: Devriye mevleviyetleri, mahreç mevleviyetleri, bilâd-ı hamse mevleviyetleri, Haremeyn mevleviyetleri. Sahn medreseleri ve daha üst seviyedeki müderrislere mahreç mevleviyetlerinden biri verilirdi. İzmir mevleviyeti de bunlar arasındadır. Geniş bilgi için bk. M. Zeki Pakalın, “İzmir Pâye-i Mücerredi”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2004), 109; Fahri Unan, “Mevleviyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2004, XXIX, 467-468.

[135] İlmiyye Sâlnâmesi 1334, s. 102

[136] Hüseyin Bulut, Milli Mücadelede Erzincan, (Erzincan: Erzincan Bel. Yay., ty.), s. 27.

[137] Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal Poyraz babasının harplerdeki hizmetlerini şöyle özetlemiştir: 1328’de ordu ve talimgâhlar nâsıhlığı vazifesiyle Kafkas Harbi’ne gönüllü olarak iştirâk etti. Bir gümüş harp madalyası ile döndü. Aynı vazife ile Balkan Harbi’ne de girdi.(...) Bu harpte de bir iftihâr madalyası aldı ve kisve-yi ilmiyenin İzmir pâyeliğine kadar yükselip Erzincan Atabey Nizâmiye müderrisliğine tayin edildi. (Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 62.) Fakat Kemal Poyraz’ın bu ifadelerinde bir karışıklık olduğu aşikârdır. Zîrâ 1328’de başlayan harp Balkan Harbi’dir. Kafkas Harbi yahut I. Cihan Harbi Kafkas Cephesi daha sonra açılmıştır. Resmî kayıtlara göre Mikdâd Efendi madalyayı da İzmir pâyesini de Balkan Harbi’nde almıştır. Müderrisliğe tayini de yine daha öncedir.

[138] Mikdâd Efendi, 1931’de resen emekliliğe sevki sonrasında Şûrâ-yı Devlet’e tevcîhen yazdığı itiraz dilekçesinde vâizlik vazifesi ile alâkalı şunları söylemektedir: Başta Gazi Hz.leri olmak üzere bugünün ricâl-i askeriyesince malumdur ki ben umum harplerde ordu ve talimgahlar nasıhlığıyla cepheleri gezmiş dînî, vatanî hizmetlerimi senelerce ifa etmiş bir kıt’a takdirnâme zîrinde (Mustafa Kemal) imzâsı bizzat Gazi Hz.lerinin olduğu vaziyet-i ilmiye ve içtimaiyemin yüksek bir şâhididir. (DİB Arşivi Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.)

[139] Kafkas Cephesi ve Erzincan’daki Ermeni faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bk. Bulut, Milli Mücadelede Erzincan, s. 25-53.

[140] Mikdâd Efendi’nin torunu Belir Bulut Hanımefendi ile yaptığımız 03/04/2020 tarihli görüşme.

[141] Mikdâd Efendi, Diyanet İşleri Riyâseti’ne yazdığı 29/6/1931 tarihli dilekçede harplerdeki hizmetlerini de zikretmiştir:

Ankara Diyanet Reisliği Huzuruna:Esasen Balkan, Harb-i Umûmî ve İstiklâl mücadelelerinde büyük fedakârlık mukâbili verilmiş olan vazifem hakkında kanun hilâfı her mânîyi göğüslemekle kaydının tashîhini niyâz ederim. Bilakis müsebbiplerinden bütün zararlarımı cumhûriyet adâletinden isteyeceğimi arz eylerim. 29/6/1931 Sabık ordular Nasıhı Miktat (DİB Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası)

[142] Milli Mücâdele ile alâkalı geniş bilgi için bk. İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu 1912-1922 Balkan-Birinci Dünya ve İstiklâl Harbi, (İstanbul: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014), s. 197-287; Küçük, “Milli Mücâdele”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2005, XXX, 76-83.

[143] Bu bilginin kaynağı, Mikdâd Efendi’nin torunlarından Dara Tan Beyefendi’dir. (30/03/2020 tarihli görüşme.) İslam Ansiklopedisi’nde Orhan Okay’ın verdiği bilgilere göre 21 Aralık 1920 itibârıyla süresi sona eren istiklal marşı yarışması için 724 şiir gönderilmiştir. Fakat bu 724 şiir beğenilmemiştir ve bu şiirler ile şairleri hakkında da bilgi yoktur. (Orhan Okay, “İstiklal Marşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2001, XXIII, 355-356.) Fakat Mahir İz hatıratında Mehmet Akif’in kaleme aldığı marşın üstünlüğünü göstermek maksadıyla yarışmaya iştirâk eden beş şairin marşlarını nakletmektedir. [Mahir İz, Yılların İzi, (İstanbul: Kitabevi, 2009), s. 148-153.] Ahmed Mikdâd Efendi’nin bahsi geçen yarışmaya katıldığı şiire dâir bir bilgimiz yoktur. Bu hususta yaptığımız bilgi edinme başvurusuna karşılık olarak TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı tarafından 11.12.2020 tarihinde “yarışmaya başvuranlar ile ilgili olarak arşivimizde herhangi bir belge veya

doküman bulunmamaktadır” cevabı verilmiştir. Bu noktada ifade etmemiz gereken bir bilgi ve ihtimal de şudur: Ahmed Mikdâd Efendi 1935’te neşrolunan Ozanlar adlı eserinin sonuna “Ulusum Büyük Türk’e Armağan” ithafıyla yazdığı bir “İstiklal Marşı” eklemiştir. 12/10/1933’te Trabzon’da yazıldığı belirtilen bu marş “Yurdumun üstüne nurlar saçacak al sancak” mısrasıyla başlamaktadır. Bu manâda M. Âkif’in İstiklal Marşı’ndan ilhamla yazıldığı anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi’nin 1920 sonunda yarışma için yazdığı beğenilmeyen şiirinden hareketle yıllar sonra böyle bir şiir kaleme aldığı bir ihtimal olarak düşünülebilir.

144 Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 64-65.

[145] İstanbul Müftülüğü’nün 11/9/1935 tarih ve 417 sayılı yazısında bu husus şöyle bildirilmektedir: Beş yüz kuruş ahkâm-ı şer’iyye muallimlik maaşından üç yüz kuruşun 1 Mart 1329 (14 Mart 1913) tarihinde mevâiz-i dîniyyeye müdâvim Erzincan ulemâsından Ahmet Miktat Efendi’ye tahsîsi Şûrâ-yı İlmiyye’nin 18 Mart 1329 (31 Mart 1913) tarihli ve 3 nolu müzekkeresi iktizâsından olduğu(...)

[146] Ahmed Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.

[147] Mikdâd Efendi’nin halk üzerindeki tesirine dâir mühim bir hâdise “Cumhuriyet Devrimleri ve Mikdâd Efendi” başlığı altında nakledilecektir.

[148] Ahmed Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050.

[149] Hakkında bir bilgiye ulaşamadığımız Vehbi Efendi, 31 Ağustos 1906 tarihli bir fotoğrafta Mikdâd Efendi ile aynı karede yer almıştır. [bk. “Fotoğraf Albümü” kısmı 3. fotoğraf; Akansel, Kaybolan Şehir Eski Erzincan’dan Fotoğraflarla Anılar, (Erzincan: Ermat Ofset, 1999), s. 20-21.]

[150] T.C. Erzincan Vilayeti Müftülüğü Sayı 80/24 Huzur-ı Sâmîlerine Hulâsa -Vâiz Miktat Efendi’nin mezuniyet talebine dâir: Merkez-i vilâyet vâizlerinden Ahmet Miktat Efendi mesâil-i zâtiyesinin rüyet ve temşiyeti için İstanbul’a gitmek üzre bir mah mezuniyet istidâ etmektedir. Şimdiye kadar mezuniyet almamış olan mûmâileyhin matlûbunun isâfına müsâade buyrulması marûzdur efendim.

Erzincan Vilâyeti Müftüsü M. Sadık 23/1/1930

Bu yazıya Diyânet İşleri Reisliği’nden gelen 8/2/1930 tarihli ve 392/296 numaralı cevap şöyledir: Ramazân-ı şerîfte mezûniyet verilemez bayramı müteakip talep eylediği takdirde muktezâsının teemmül olunacağı...

[151] T.C. Erzincan Vilayeti Müftülüğü Sayı 80/24 Huzur-ı Sâmîlerine Hulâsa -Vâiz Miktat Efendi’nin mezuniyet talebine dâir: Merkez vâizlerinden Hâce Ahmet Miktat Efendi bir mâh mezuniyet talebinde ısrâr etmektedir. Ramazân-ı şerîf de geçtiğinden mûmâileyhin isâf-ı istirhâmına müsâade buyurulması ricâ olunur efendim. Erzincan Vilâyeti Müftüsü M. Sadık 6/3/1930-Komisyon: Vâiz Miktat Efendi’ye bir mâh mezuniyet itâsı tezekkür kılındı. 2/4/1930

[152] Diyânet İleri Reisliği Cânib-i Sâmîsine Marûz-ı dâiyânemdir: Bir aylık iznim munkatı olmakta fakat işlerim henüz hitâm bulmamaktadır. Bilhassa Artvin’de bulunan âilem ile çocuğumu beraber alıp Erzincan’a getirmek mecburiyetinde olduğumdan lütfen iki ay daha mezuniyetimin temdidine müsâade-i ekremîlerini istirhâm eylerim efendim hazretleri. Erzincan Vâizi Ahmet Miktat 3/6/1930

[153] Diyânet İşleri Reisliği 1113-Maarif Vekalet-i Celilesi Zât İşleri Müdürlüğüne: Erzincan orta mektep muallimliğinden tasfiyeye tabi tutulup bilâhare tashîh-i kararla Bayburt’a tahvil ve tayin edilmiş olan muallim Miktat Efendi’nin uhdesinde vaizlik vazifesi bulunduğundan idâre-i âliyelerince mevcûdiyeti tabi’i bulunan tercüme-i hâlinin bir sûret-i musaddakasının irsâli ricâ olunur efendim. 17/5/1931

[154] T.C. Maarif Vekâleti Ort. Ted. Dâiresi 25513/6192-5 Ağustos 1930-Diyânet İşleri Reisliğine: Erzincan Ortamektep Türkçe muallim-i sâbıkı ve aynı zamanda Diyânet vâizi bulunan Miktat Bey Ankara’da açılan Türkçe muallimleri kursuna iştirâk etmiştir. Kurs 21 Ağustos’ta bitecektir. Kendisinin bu müddet zarfında mezûn addedilmesini ricâ ederim efendim. Maarif Vekili

[155] T.C. Diyânet İşleri Reisliği-Karar 193: Erzincan Vâizi Miktat Efendi’nin müddet-i mezûniyeti 8 Ağustos 1930 tarihinde hitâm bulmuş ise de mûmâileyhin Ankara’da Maarif Vekâleti’nce açılan Türkçe muallimleri kursuna iştirâk etmesinden nâşî 21 Ağustos 1930 tarihine kadar mûmâileyhin mezûn addedilmesi ricâsını hâvî Maarif Vekâleti’nden vârit ve Ağustos 1930 tarih ve 25513/6192 nolu tezkere ile talep edilmekte olduğundan mûmâileyhe verilen mezûniyetin 21 Ağustos’a kadar temdîdine ve evrâkın dosyasında hıfzına komisyonca karar verildi. 10/8/1930

[156] T.C. Diyânet İşleri Reisliği-Karar 210: Erzincan Vâizlerinden Miktat Efendi’ye verilen mezûniyetin eylül gâyesine kadar temdîdi talebini hâvî 23 Ağustos 1930 tarihli arzuhal üzerine dosyası tetkik olundukta kânûnî mezûniyetini fazlası ile istimâl edip hakkını iskât etmiş ve kânûnî bir mazeret de göstermemiş olduğundan temdîdine imkân-ı kânûnî görülememiş olduğunun mûmâileyhe tebliği komisyonca tezekkür kılındı. 26/8/1930 (Eylül on beşe kadar mezûn olması muvâfıktır.)

[157] Vehbi Efendi’nin bahsi geçen dilekçesi neticesinde yapılan yazışmalarla Mikdâd Efendi’nin zâten o tarihlerde muallimlikle birlikte vâizlik vazifesini de Bayburt’a aldırdığı anlaşılmıştır. Bu vazife tâlibi olan Vehbi Efendi’ye verilmemiş; bir imtihân açılarak liyâkatli bir şahsın burada görevlendirilmesi talep edilmiştir.

[158] Doktor Avni İbrahim Dâhilî ve Kadın Hastalıkları Mütehassısı Rapor: Erzincan vâizi olup elyevm mezûnen Ankara’da bulunan Ahmet Miktat Efendi’nin sol taraf-ı süflîsi sâkının kuddâm ve vahşisinde zuhûr eden [dümelişîripençevî] mâni-i meşy ü hareketi olmağla taht-ı tedâvîye alınmış ve şimdilik yirmi gün müddetle tedâvî ve istirâhatine ihtiyâc-ı tıbbîsi bulunduğuna dâir rapordur. Dr. Avni 15 Eylül 1930 (Raporun orijinali için bk. EK 12)

[159] Rapor: Erzincan vâizi olup mezûnen Ankara’da bulunan Ahmet Miktat Efendi’ye, evvelce sol sâkında mevcut olan [dümelişîripençevî] hastalığından dolayı (20) günlük bir rapor verilmiş idi. Her ne kadar 5 Teşrîn-i evvelde mezkûr rapor müddeti munkatı olmuş ise de idrarda zuhûr eden glikoz [şeker hastalığı] neticesi zafiyyet-i fevkalâdesinden nâşî târîh-i rapordan itibâren [bir buçuk] mâh daha temdîdi tedâvî ve istirâhatine dâir rapordur. 11/X/1930 Dr. Avni

[160] Diyânet İşleri R. aliyyesine 10/12/1930 tarih ve 5009/4642 nolu Th. C.: Erzincan vâizlerinden 600 k. maaşlı vazifesi kazamıza tahvil edilen Ahmet Miktat Efendi tarihten iki ay mukaddem vazifesine başlamış olduğu arz olunur ef. 1/3/1931 Bayburt Müftülüğü Hüseyin

[161] Diyânet İşleri Reisliği Zat İşleri Müdürlüğü-Karar 54: Miktâr-ı münâsip mezuniyet itâsını bâ- arzuhal talep eden Bayburt Kazası Vâizi Miktat Ef. arzusuyla tahvil edildiği kazâ-yı mezkûra 9 aylık mezuniyetinden avdetle işe başladığından bu ana kadar ancak 4 ay mürûr eylediğine göre mezuniyet itâsının muvâfık olmadığı tezekkür kılındı. 22/4/1931

[162] 15 Eylül-10 Ekim arasındaki 26 günlük kısım “bilâmezuniyet mürûr etdirmişdir”(izinsiz olarak geçirmiştir) şeklinde kaydedilmişse de Mikdâd Efendi’nin şirpençe rahatsızlığı sebebiyle aldığı 20 günlük rapor bu günleri kapsamaktadır. Yalnız kalan altı günün izinsiz olarak geçirildiği anlaşılmaktadır. Mikdâd Efendi’nin bu ilk raporunun ilgili makamlara henüz ulaşmadığı 20/9/1930 tarihinde Diyânet İşleri Reisliği’nden Erzincan Müftülüğü’ne 2804/2308 nolu bir yazı yazılarak 15 Eylül 1930 itibârıyla izni biten Mikdâd Efendi’nin bu tarihten sonra vazifesine dönmediği günlere ait maaşının verilmemesi istenmiştir.

[163] Toplam 7 ay yazılmışsa da esasen yedi aydan fazla olduğu anlaşılmaktadır. Temmuz başı ile Ağustos 8 arası ise izinsiz gözükmekle birlikte “dokuz aylık izinden avdetle” işe başladığı ifade edildiğine göre bu süre zarfında da vazife başında değildir. (bk. Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası, DİB Arşivi Dosya No 23-2050.)

[164] Hizmet cetvelinin bu son satırı ile bir üst satır arasında orijinal metinde bir fâsıla olmaksızın yalnızca tarihler yazılı olduğundan tarafımızca buraya alınmamıştır. Bu son satırdaki “Bayburt Vâizliği ve 600 kuruş” ifadeleri ise daha önce naklettiğimiz belgeye istinâden tarafımızca eklenmiştir; metnin aslında yoktur.

[165] Mikdâd Efendi’nin oğlu Kemal Poyraz, babasının 1933’te Bayburt; 1934’te Artvin Ortaokulu’nda; 1935’te de Trabzon Kız Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra emekli olduğunu ifade etmektedir. (Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 62.)

[166] Mikdâd Efendi ile Çermeli Hoca hakkındaki bu ifadeler 1930 Erzincan doğumlu Süleyman Eğinlioğlu’nun şâhitliğiyle kayıtlıdır. [Erol Kaya, Şehre Tanıklık Edenler Erzincan Sözlü Tarih Çalışması, (İstanbul: Erzincan Üniversitesi Yayınları, 2012), II, 404.]

“Çermeli Hoca” lakabıyla meşhur Mustafa Efendi, 1840’ta doğmuştur. Erzincan’ın Çerme (Bahçeyazı) Köyü’nden olduğu için kendisine Çermeli Hoca denmiştir. Erzincan ulemâsından olan Mustafa Efendi, Ulu Cami’de hocalık da yapmıştır. 1935’te vefat etmiştir. Kabri Terzi Baba Mezarlığı’ndadır.” [Y. Nadi Akın, Geçmişten Cumhuriyete Unutulmayan Erzincanlılar, (Erzincan: Özsoy Matbaası, 2005), s. 88.]

[167] “Refik Canay, 1922 Erzincan doğumlu” (Erol Kaya, Şehre Tanıklık Edenler Erzincan Sözlü Tarih Çalışması, II, 346.)

[168] Şapka inkılabının ilanı hakkında geniş bilgi için bk. M. Serhat Yılmaz, “Atatürk’ün Kastamonu Gezisi ve Şapka İnkılabı”, Kastamonu Eğitim Dergisi, 13/1(2005), s. 223-232. Ayrıca kanun hakkında bk. Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler”, (yüksek lisans tezi), Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s. 58-62.

[169] Bu tepkiler hakkında geniş bilgi için bk. Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler”, s. 94-101.

[170] T.C. Cumhurbaşkanlığı Cumhuriyet Arşivi (BCA) Diyanet İşleri Başk. Fonu Yer No: 2-13- 23[kutu-gömlek-sıra] vr. 2. (Karşılaştırmak için bk. Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler”, s. 96-97.)

[171] Yüksek İnşaat Mühendisi Hüseyin Hüsnü Gürel, 1930 Erzincan doğumludur. 1939 Erzincan depreminde üçüncü sınıfa devam ettiğini ifade etmiştir. (http://milliservet.blogspot.com.tr/2010/05/ Erişim: 27/03/2020) Tarihlere bakılarak kendisinin bu hadiseyi başkalarından nakletmiş olması muhtemeldir.

[172] http://milliservet.blogspot.com.tr/2010/05/ (Erişim Tarihi: 27/03/2020) Aslî şekliyle aktarılan bu metne birtakım yazım yanlışlarının tashihi dışında müdahale edilmemiştir. Mikdâd Efendi’nin “hem camilerde imamlık ve hem de Erzincan Ortaokulunda Türkçe öğretmenliği yaparken; 1939 Erzincan depreminde enkaz altında kalarak vefat” ettiği bilgisi tarihlerin karıştırılması neticesinde hâsıl olmuş bir hata olarak kabul edilmelidir. Ahmed Mikdâd Efendi, zikredilen bu vazifeleri yapmıştır; fakat 1939 depreminde vefât etmesinden yaklaşık dört yıl evvel emekli olmuştur.

[173] Cumhuriyet devrinde dil meselesi, Öztürkçeleştirme, harf devrimi ve sonrası hakkında geniş bilgi için bk. Agah Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1960), s. 388-482 vd.

[174] A. Miktat Poyraz, Ozanlar, s. 47.

[175] Bu kılavuzlara örnek olarak 1935’te basılan Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu ve Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu gösterilebilir. Her iki kılavuz da Türk Dil Kurumu yayınıdır.

[176] Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu, (İstanbul: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1935), s. 251.

[177] Diyânet İşleri Reisliği 1260-Bayburt Müftülüğü’ne: Hizmet müddeti otuz seneyi tecavüz eden Vaiz Miktat Efendi’nin vazifesi 931 mali senesi tasarrufata karşılık olmak üzre 1/6/931 tarihinden itibâren lağv edildiğinden bütçeden çıkarılmıştır. İktizasının ona göre ifası beyan olunur ef. 30/5/1931

[178] Diyânet İşleri Reisliği 1377/1249-Maarif Vekâletine: Tasdikli sicil hulasası vekâlet-i celîleleri zât işleri müdüriyetinin 24/5/[1]931 tarih ve 63965 nolu tezkeresiyle gönderilen Bayburt Vaizi ve Bayburt Orta Mektep Türkçe Muallimi Miktat Bey’in müddet-i hizmeti 30 seneye bâliğ olduğu hulâsa-i mezkûrenin tetkikinden anlaşılmış ve derdest-i tebliğ ve intac-ı kanun mucibince de 30 sene memuriyet veren memurların mecburen tekaüte sevkleri muhakkak bulunmuş olmakla mumaileyhin de bu meyanda tekaüde sevki iktiza etmektedir. Bu itibârla vaizlik vazifesi tasarruf edilen Miktat Bey’in idâre-i âliyelerinden aldığı maaş miktarı ziyâde bulunduğundan olbâbdaki talimatname ahkâmına tevfikan muamele-i tekaüdiyesinin vekâlet-i celîlelerince icrası lâzım gelmektedir. İktizası ifa ve neticesi inba buyrulmak üzere mürsel hülâsa raptan iade kılındı efendim. 28/5/[1]931

[179] Diyânet İşleri Reisliği 1739/1680- Bayburt Müftülüğü’ne: Maarif Vekâleti’nden devren alınan dosyasındaki mevcut hülâsa-i müseccelede 1 kânunuevvel [1]315 tarihinde Erzincan askerî rüştiye imla muallimliği ile hizmet-i devlete dahil olduğu ve muttasılan memuriyette bulunduğu cihetle elyevm hizmet müddeti 31 sene altı aya baliğ olmuş bulunduğunun 18/6/[1]931 tarihli telgrafla müracaatta bulunan Bayburt Vaizi Miktat Ef.’ye tebliği temennî olunur efendim. 23/6/[1]931

[180] Diyânet İşleri Reisliği Yüksek Huzûruna Maruzdur: 1719/1260 adedli tebliğnamelerinde hizmet müddetimin otuz yılı mütecaviz olmasına mebni tasarrufata karşılık olmak üzere 1/6/[1]931’den itibâren vazifemin lağvedilmiş olduğu tefhim edildi! Halbuki ilmî vazifeye 1329 Martının 1’inde tayin kılınmış olmaklığıma nazaran bugün 18 yıllık bir memurum. Binaenaleyh mes’elede pek büyük bir fark ve yanlışlık bulunduğu derkârdır. Mademki memuriyetimin lağvı 30 seneyi tecavüz etmiş bulunmamasına istinat ettiriliyor o halde lağvı o müddetle meşruttur, şart olmayınca meşrut vukua gelir mi? Hem de âcizleri gibi vazifesini ifaya muktedir ve bütün harplerde dînî vatanî vazifelerini ifa etmiş ve bu cihetle Gazi Hazretleri’nin takdiratına mazhar olmuş bir meslek adamını yanlışlığa feda etmekliğe razı olmayacağınızdan kaydımın tahkikini niyaz eylerim efendim. 18/6/[1]931 Bayburt Vaizi A. Miktat

[181] Bayburt eşrâfı adına yazılan bu dilekçenin altında “Kildizâde Mehmet Nuri, Kasımağazâde Mikdat, Molla Hasanzâde H. Ahmet, Zakzık Ağasızâde Hamit” gibi 20 ismin imzası/mührü vardır. (bk. Ahmed Mikdâd Efendi Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050)

[182] Diyânet İşleri Reisliği 1821-Bayburt Müftülüğü’ne: Miktat Ef.’nin on sekiz seneden ibaret olduğundan bahs ettiği ilmî hizmetine 15 kânununevvel 1315 tarihinde başlayarak bilâ-fâsıla devam eden muallimlik vazifesi de inzimam ederek müddet-i hizmeti yekûnu otuz küsur seneye bâliğ olduğu evvelki telgrafnamesine cevâben li-ecli’t-tebliğ tarafınıza isâr olunmuş idi. Keyfiyetin tekrar istida ile müracaatta bulunan mumaileyhe tefhimi temenni olunur efendim. 29/6/[1]931

[183] Ankara Diyanet Reisliği Huzuruna: Esasen Balkan, Harb-i Umumi ve İstiklal mücadelelerinde büyük fedakarlık mukabili verilmiş olan vazifem hakkında kanun hilafı her maniyi göğüslemekle kaydının tashihini niyaz ederim. Bilakis müsebbiplerinden bütün zararlarımı Cumhuriyet adaletinden isteyeceğimi arz eylerim. 29/6/1931 Sabık ordular Nasıhı Miktat

[184]Diyânet İşleri Reisliği Yüksek Huzûruna Marûzdur: 23/6/[1]931 ve 2213/1680 sayılı tezkere-i samide hizmet müddetimin otuz bir sene altı aya baliğ bulunduğu tefhim kılındı. Ancak mes’ele muallimlik müddetimden itibâr edilmiş ki bunda açıktan şahsıma bir teaddi mütesavverdir. Çünkü vaizliğimin muallimliğimle hiçbir alakası yoktur. Binaenaleyh şu noktayı teemmülle lütfen kaydımın yeniden tashihini ve nezih olan hakkımın açıktan tecavüze maruz bırakılmamasını istirham eylerim efendim. 1/7/[1]931 Bayburt Vaizi A. Miktat

[185] Diyânet İşleri Reisliği 1862/1760-Bayburt Müftülüğüne: Kanun hilâfı her maniyi göğüsleyerek kaydının tashihini ve bilakis müsebbiplerinden bütün zararlarını Cumhuriyet adaletinden isteyeceğini ba-telgraf bildiren Mikdat Efendi’ye hizmet-i memuriyeti 30 seneye baliğ olan memurların tekaüde sevk olunmak üzere çıkarılmasının Başvekâlet-i Celileden telakki olunan emre müstenit bulunduğunun tekrar tebliğini temenni ederim efendim. 2/7/[1]931

[186] Mikdâd Efendi, dilekçesine çektiği sıkıntıları anlattığı iki şiirini de ilave etmiştir. “Duygu Demetleri nâm eserimin 9’uncu defteri 128’inci sahifesinden” notuyla kaydedilen şiirler çalışmamızın şiirler kısmına eklenmiştir.

[187] Ahmed Mikdâd Efendi, ileriki sayfalarda naklettiğimiz bir dilekçesinde B. F.’nin Bekârzâde Ömer Efendi olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bekârzâde Ömer Efendi hakkında dönemin Diyanet İşleri Memûrîn Kalemi Müdürü olduğu dışında bir bilgiye ulaşılamamıştır.

[188] Diyanet İşleri Reisliği Yüksek huzuruna Maruzdur: 2795-2038 sayı ve 18/8/1931 tarihli emirlerini tebellüğ ettim. Birinci maddesinde kasdi tasarrufla açığa çıkarılmış olduğum beyan buyruluyordu. Filhakika öyle olsa bile benim gibi bir vaiz bir ilim adamı kolayca sarfolunmaz hemen harcanmazdı. Her şeyden ziyâde hâmi-i Diyânet mevkii bulunan yüksek reislik makamınız herhalde bir mübelliğ ve nâşir-i diyaneti kolayca dışarı atmazdı. Binaenaleyh meselede şahsiyet bariz bir haldedir. Ledelicaz huzurunuzda ve hangi bir muvacehede fiilen isbata hazırım. Katiyen malum ve mesmû-u devletleridir ki umum ordular nasıhlığım zamanlarında vaaz u masihatlarım bütün ricâl-i hükûmetin hususuyla muhterem “Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin” şifahi ve tahriri takdirlerine mazhar olmuştu. Bugün de muhitimde umum halkın ve hükûmetin teveccühlerine hamdolsun nâil bulunmaktayım. Henüz kanuniyet şeklini almamış olan bir maddeye tevfikan kaç aydan beri halkı vaazdan beni de en sevdiğim bir meslekten mehcur bırakmaya madeletin ve Hakkın razı olmayacağını arz eylerim ef. Sabıkan Erzincan ve Bayburt Vaizi A. Miktat 02/09/1931

[189] Takdirnâme sûreti için bk. EK 11.

[190] Bahsi geçen dilekçe aşağıda nakledilmiştir; fakat anlaşılan o ki resmî makamlarca Mikdâd Efendi’nin bu samimi dilekçesi dikkate alınmamış ve muhâtabına ulaştırılmamıştır.

Yüksek huzurlarına Arz-ı ta’zimâtımdır: Paşa Hazretleri! Cenâb-ı Hak ömrünüzü afiyetinizi uzun etsin. Ben sizi çok sevenlerdenim ve size pek yakın toprak hemşehriniz olan sabık ordu nâsıhı Hoca Miktat’ım. Sizin lutfunuzdan kereminizden umarım ki benim istid’amı tetkik buyurup şahsî bir garaz yüzünden uğratılmış olduğum şu türlü felaketten kurtarılmaklığımı irade buyurursunuz Büyük Başvekilim Efendim. Artvin 5-1-[1932] Duacılarından Divrikli A. Miktat Şiir

Eğer olmazsa bana böyle ta’zim luft u kerem Olurum gayrı derunum ile ben sonra verem Beni Cumhuriyet’in şanına sen bahşeyle O Diyânet işinin sahibine bir söyle (Belgenin orijinali için bk. EK 13) 89

[191] Diyânet İşleri Reisliği 968/670-Şûrâ-yı Devlet Riyâset-i Celîlesine Deâvî Dâiresi husûsî hey’et ifadesiyle yazılan 4/28/1932-5/1/1932 tarih ve 114/32-10925 nolu tezkere-i aliyeleri cevabıdır: Erzincan Vilâyeti’nin ve Bayburt kazası sabık vaizi Miktat Ef. tarafından verilen ikinci arzuhali mütalaa olunarak birinci müdafaanamede mufassalan arz edildiği vechile mumaileyhin gerek vaizlikte ve gerekse Maârif idaresindeki hizmetleri yekûnu 30 seneye baliğ olduğu indettetkik anlaşılmasına binâen birçok emsâli gibi müstedi dahi 1931 senesi maliyesi bütçesinin tevâzününü teminen ve icra makamından verilen salâhiyetlere istinâden açığa sevk edilmiş ve tekâüt kanununun vaz ettiği esâsâta tevâfuk eden işbu muâmele mumaileyh tarafından garip bir şekilde karşılanarak bir takım mülahazalarla ve bazı memurlar hakkında husumet tasavvur ve garazkârlık ve vehimle ikame eylediği işbu dava külliyen bîesâs olduğu cihetle hakkında yapılan muâmelenin kanunu mahsûsuna tevfîkan icrâ edildiğinin kabulüyle davasının reddini talep ve müdafaanamenin nüsha-i sânîsini tebellüğ ilmühaberiyle raptan takdîm eylerim efendim. 5/5/1932 Diyanet İşleri Reisi

[192] Erzincan Müftülüğü Vesatet-i Aliyesiyle Ankarada Diyanet İşleri Riyaseti Yüksek huzuruna Maruzdur: Devlet şûrâsı deavi dairesinde açmış olduğum idari davada vaizlikten tekaüde sevkim ciheti reddedilmekle vazifemin tasarrufa tabi tutulmasının kabulu tefhim buyurulmuştu. Binaenaleyh hakk-ı müktesebimin mahfuz kalmasını tebşîr eden mezkûr karar tekrar makam-ı samilerine müracaatımı tervic etmekle zirdeki mevad üzere hakkımın teemmülünü niyaz eylerim.

1. Vaizlikte mevcut vazifedarlar arasında en muktedir ve kifayetli bulunduğum ve hiçbir taksirin sahibi olmadığım müsellemdir.

2. Bana tevdi edilmiş olan o vazifemi sefer zamanlarında bile hakkıyla yapmış Gazi Paşa Hazretleri gibi en yüksek ve münevver zâtın takdirnamelerine mazhar olmuş bir ilim adamıyım.

3. Mezkûr vazifeden ayrılışımı mucip hiçbir sebeple alâkadarlığım yoktur.

4. Her nasılsa tasarruf kanununa tâbi tutulmasını bir emr-i vâki addedersem de o mükteseb hakkımın tekrar iadesi için elbette kanunî çarenin mülahaza buyurulmasını yine teemmülü devletlerine terk ederek bulunduğum mahallerde dînî vatanî hizmetlerimin tevâlîsine delâlet ve inâyetle kadroya idhâlimi madelet nâmına istirhâm eylerim efendim. 25/8/1932 Artvin’de Sâbık Bayburt ve Erzincan Vâizi Hoca Miktat

[193] Diyânet İşleri Reisliği 2654/2141-Artvin Müftülüğü’ne: Elyevm vilâyette ikamet eden Sâbık Erzincan Vaizi Hoca Miktat Efendi tarafından gönderilen 25/8/[1]932 tarihli arzuhalinde bulunduğu mahallerde dînî vatanî hizmetlerinin tevâlisiyle kadroya idhâli istirham olunmakta ise de mumaileyhin sabık vazifesine tasarruf dolayısıyla nihayet verildiği ve bu bapta devlet şûrâsına müracaatı üzerine mezkûr davanın aleyhine halledildiği ve [1]932 senesi bütçe kanununun 17’nci maddesine tevfikan da tavzifine imkân olmadığı cihetle keyfiyetin mumaileyhe tefhimi temenni olunur efendim. 7/9/1932

[194] Trabzon Vilâyeti Yüksek Makamına Maruzdur: Millet ve memleketimin tealisi uğrunda ilmî hizmetlerim hükümetçe malumdur. Sâbık harplerde umum ordular nâsıhlığıyla vatanî hizmetlerimin yüksek şâhitlerinden biri de Gâzî Hazretleri’dir. Ben Cumhuriyet umdeleri dâiresinde etmiş olduğum vaaz ve nasihatlerimin maddî ve manevî mükâfâtını beklerken geçenki tasarruf senesinde Diyânet İşleri Dâiresi’nce vâizliğime ait bulunan tahsisâtım inkıtâa uğratılmakla bi-hakkın ifâ etmekte olduğum vazifemden mahrûm bırakıldım. Büyük milletimin yüksek varlığı benim gibi emektarları takdir ve taltif edegelmekte                                   iken yok   yere uğratılmış    olduğum  şu neticeyi    elbette tasvip

etmeyeceğinden şâyân-ı ... o      mükteseb hakkımın tekrar   iadesiyle  Trabzon’da  ifâsına delâlet

buyurmalarını istirhâm eylerim efendim. 26/12/1932 Diyânet İşleri Vâizlerinden Trabzon Kız Orta Mektebi Türkçe Muallimi Divrikli Ahmet Miktat

[195] Trabzon Vilâyeti Mektûbî Kalemi 7/1/1933-Ahmet Miktat Efendi’nin kesilen vaizlik maaşı hakkında Diyanet İşleri Riyasetine: Kesilen vaizlik tahsisatını tekrar bağlanması hakkında Trabzon Kız Orta Mektebi Muallimi Ahmet Miktat imzasıyla verilen 26/12/1932 tarihli istidaname leffen takdim kılınmıştır. Cumhuriyet rejimine muvafık vaazından istifade edilen mumaileyhin isafı mes’ulüne müsaade buyurulmasını ricâ ederim ef. Trabzon Valisi Rıfat

[196] Diyânet İşleri Reisliği 105/141-Trabzon Vilâyetine C. 7/1/1933 tarih ve 14012/5 no’ya: 1932 senesi bütçe kanununun 17. maddesi mucibince Ahmet Miktat Efendi’nin kesilen vâizlik maaşının kendisine verilmesi sûretiyle vâizliğe tayini mümkün olamayacağını arz eylerim ef.

[197] Erzincan Vilâyeti Yüksek Huzuruna: Acizleri memûrîn-i ilmiyeden altı yüz kuruş maaşla Diyânet İşleri vâizi iken 1931 senesinde tahsisatım tasarrufa tabi tutuldu. Binaenaleyh 1 Mart 1329’dan itibâren on sekiz yıllık bir hakkı mükteseb sahibi bulunduğuma ve umum harplerde ordu nâsıhlığıyla o vazifemi asker safları arasında yaptığıma mükâfâtım ya tahsisatımın tekrar iadesiyle istihdâmıma karar verilmesi veya emsâlim gibi kânûnen lâzım gelen ikrâmiyenin itâsıyla ilişiğimin katine delâlet buyurulmasını istirhâm eylerim efendim. Sâbıkan Erzincan ve Bayburt vâizi A. Miktat 6/8/1934

[198] Diyânet İşleri Reisliği 2516/2870-Erzincan Müftülüğüne C. 15/8/1934 tarih ve 43/10 nolu tahrirata: Vilâyetiniz sabık Vâizi Ahmet Miktat Efendi tarafından verilip makamınızdan gönderilen 6/8/1934 tarihli arzuhal tetkik edildi. Mumaileyhin evvelce Bayburt Orta Mektep Türkçe muallimi olduğu cihetle tekaüt muamelesinin ikmali hakkında 25/5/1931 tarih ve 1249/1377 nolu tahriratla bir kıta sicil hulasasıyla birlikte Maarif Vekâleti’ne irsal kılındığından bu babta dâiremizce yapılacak bir muamele de olmadığından mumaileyhin Maarif Vekâleti’ne mürâcaat etmesinin tebliği beyan olunur ef. 26/8/1934 Diyanet İşleri Rs. V.

[199] İstanbul Müftülüğüne 3432: 329-330 seneleri arasında 300 kuruş maaşla Erzincan Vaizliğine tayin edildiği ifadesinden ve tedindeki evrak-ı müsbitelerden anlaşılan Bayburt vaizliğinden munfasıl Ahmet Miktat’ın mezkûr müderrisliğe tayin ve infikâkiyle maaş miktarının ve maaşın hangi cihetten ne gibi unvanla tahsis olunduğunun tez elden bildirilmesini dilerim. 05/09/1935

[200] Diyanet İşleri Reisliği İstanbul Müftülüğü 417-Diyanet İşleri Reisliğine 5/9/1935 günlemeçli ve 2677/3432 sayılı yazıya karşılıktır: Beş yüz kuruş ahkâm-ı şeriye muallimlik maaşından üç yüz kuruşun 1 Mart 1329 tarihinde mevâiz-i dîniyeye müdâvim ulemâsından Ahmet Miktat Efendi’ye tahsisi şûrâ-yı ilmiyenin 18 Mart 1329 tarihli ve 3 nolu müzekkeresi iktizâsından olduğu ve infikâkı hakkında bir malûmât olmadığı kaydının tetkîkinden anlaşıldığı arz olunur 9/11/1935 İstanbul Müftüsü M. Fehmi

[201] Diyanet İşleri Reisliği 2888/3621-İstanbul Müftülüğüne C. 11/9/1935 tarih ve 417 sayılı yazınıza: Mevâiz-i dîniyeye müdavim bulunmasından dolayı 1 Mart 1329 tarihinde ahkâm-ı şeriye muallimlik maaşından 300 kuruş maaş tahsis edilen Erzincanlı Ahmet Miktat’ın bu maaşı hangi tarihe kadar aldığı ve tekaüt aidatına tabi olup olmadığı Maarif Vekâleti’nden tekrar sorulmaktadır.

İlmiye muhasebe maaş ve kayıt defterlerinin yeniden tetkik ile infikâk tarihine dâir elde edilecek kayıt ve malumatın tez elden bildirilmesini dilerim. Diyanet İşleri Reisi V. 17/9/1935

[202] Diyanet İşleri Reisliği İstanbul Müftülüğü 526-Diyanet İşleri Reisliğine 5/9/1935 günlemeçli ve 2816/3621 sayılı yazıya karşılıktır: Erzincanlı Ahmet Miktat’ın maaşı Erzincan’a muhavvel bulunmuş olduğu cihetle evvela bildirilen malûmâttan başka bir kayda tesâdüf edilemediği ve bu kere elde edilen 376 sayılı sicil dosyası ilişik olarak gönderildiği arz olunur .12/11/1935 İstanbul Müftüsü M. Fehmi

[203] Diyanet İşleri Reisliği 482/395-Başvekâlet Yüksek Makamına

Erzincan Salihiyye mahallesinde mukim eski vâizlerden Miktat Poyraz tarafından Cumhuriyet başkanlığı yüce makamına gönderilip 19/1/1939 tarih ve 5-552 sayılı derkenarıyla dairemize havale buyrulan 13/1/1939 tarihli arzuhal okundu: Filhakika, mumaileyhin dairemize ait hizmetleri de dahil hesap edilerek ahiren Maarifçe muallimlikten tekaüde sevk edildiği anlaşılmıştır. Genel nâsıhlık diye bir teşkilat ve müessesemiz olmadığı gibi esasen 1288 doğumlu olmak itibârıyla kanunî istihdam çağını çoktan tecavüz etmiş bulunduğundan kendisine bir vazife verilmesine imkân kalmamış olduğunu saygı ile arz ederim. 9/2/1939 Diyanet İşleri Reisi

[204] Diyânet İşleri Reisliği 1511/1600-Türkiye B. M. Meclisi Arzuhal Encümeni Yüksek Reisliğine Erzincan’ın Salihiye mahallesinde mukim Miktat Poyraz’ın 3/5/1939 tarih ve 5116-5473 sayılı yazılarıyla gönderilen ilişik arzuhali mütalaa edildi: Arzuhal sahibi, uhdesinde muallimlik dahi bulunduğu halde Bayburt kazası vâizi iken 1931 senesi maliyesi bütçesinin tevâzününü temin maksadıyla icrâ makamından verilen salahiyetlere istinâden açığa çıkarılmış olup bu bapta şûrâ-yı devlete vukubulan müracaatı neticesinde de hakkındaki muamelenin kanuna mutabakatı tasdik edilerek 29/5/1932 tarih ve 32-114/694 nolu kararla davası reddedilmiş, bilahare 65 yaşını eylemesi hasebiyle eski müderrislik ve vâizlikteki hizmetleri de dahili hesap edilmek sûretiyle Maarifçe tekâüdü icrâ olunmuştur. Mumaileyhin evvelce de yüksek makamınıza verip 16/101933 tarih ve 1702/44667 sayılı yazınızla Maarif’e ve oradan da aidiyeti hasebiyle dairemize havale edilmiş olan arzuhali üzerine keyfiyet 6/11/1933 tarih ve 3215 sayılı yazımızla da arz ve izah edilmiştir. Vâizlik resmî bir memuriyet olduğundan 65 yaşını mütecaviz bulunan dilekçinin bu vazifeye tayinine kanunen imkan ve salahiyet görülemediğini saygı ile arz ederim. 9/5/1939

[205] Vaskird’in ismi Cumhuriyet sonrası Işıkpınar olarak değiştirilmiştir. [Abdülkadir Gül-Adem Başıbüyük, Bir Tarihi Coğrafya İncelemesi [Osmanlı’dan Cumhuriyete Erzincan Kazası], (Konya: Salkımsöğüt Yayınları, 2011), s. 155]

[206] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 65.

[207] 1939 yılında 26 Aralık’ı 27 Aralık’a bağlayan gece, saat 02:00’da merkez üssü Erzincan olmak üzere 7.9 şiddetinde gerçekleşen bu depremde resmî kayıtlara göre 32.968 kişi vefât etmiş; 116.720 binâ da tahrip olmuştur. 27 Aralık 1939 Erzincan Depremi hakkında daha teferruatlı bilgi için bk. Meliha Avni-İ. Fahreddin Sertelli, 1939 Anadolu Zelzelesi, (İstanbul: Eminönü Halkevi Neşriyat, 1940); İlhan Haçin. “1939 Erzincan Büyük Depremi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 30/88 (2014), s. 37-70; Murat Arpacı, “Şehrin Çöküşü ve Hafıza Mekânının İnşâsı: 1939 Erzincan Depremi Üzerine”, Kebikeç, 45 (2018), s. 221-238.

[208] Ünal Tuygun, Ahmed Mikdâd Efendi’nin vefâtı ile ilgili şu bilgileri vermektedir: Mikdâd Efendi vefâtından bir hafta önce felâketler hakkında vaaz etmiştir. Depremde vefâtından sonra Selahiye Mahallesi’ndeki (doğrusu Salihiye Mahallesi olmalıdır) evinin bahçesine defnedilmiştir. 1970’li yıllarda ise naaşı Terzi Baba Merzarlığı’na nakledilmiştir. (Tuygun, Erzincan’ın Manevi Mimarları, s. 139-141.) Kaynağı zikredilmeyen bu bilgilere ihtiyâtlı yaklaşmak gerekiyorsa da Mikdâd Efendi’nin torunlarından Belir Bulut Hanımefendi, Mikdâd Efendi’nin vefâtı sırasında Samsun’da olan kızı Hâlide Suat’ın deprem sonrası Erzincan’a gelerek babasının kabrini aradığını fakat bulamadığını ifade etmiştir. Bu bilgilere bakarak Mikdâd Efendi’nin kabrinin Terzi Baba Mezarlığı’na sonradan nakledilmiş olması ihtimal dâhilindedir.

[209] A. Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât, (İstanbul: Matbaa-i Hayriyye, 1331), s. 38-39.

[210] 08/04/2020 tarihli görüşme.

[211] Belir Bulut Hanımefendi ile 03/04/2020 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesi.

[212] Belir Bulut, 03/04/2020 tarihli telefon görüşmesi.

[213] Mesken-i Şer’î, hukûkî bir ıstılah olarak “hukûken ev kabul edilebilecek mesken” manasına gelmektedir. Mesken-i şer’î, zevcin zevcesine tahsîs edeceği mekândır ki nâsın ve örf ve âdetin ihtilâfıyla muhtelif olur. Meselâ zevce-i mûsire-i şerîfe içün müstakillen hâne tahsîs edilmek lâzım geleceği gibi mütevassıtu’l-hâl zevce hakkında dahi ma’a murâfık yani beyt-i helâ ve matbahıyla beraber müstakil kilidi bulunan oda tahsîs edilmek lâzım gelür. Fakat zevce-i fakîreye helâ ve matbahı müşterek kilidi bulunan bir oda mesken-i şer’î olabilür. [Ahmet Akgündüz, Osmanlı Tarih ve Hukûk Istılâhları Kâmûsu, (İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2018), s. 827.]

[214] Hicrî 1332 yılına ait 1 nolu Erzincan Şer’iyye Sicili’ndeki kayıtlar şöyledir:

*Medine-i Erzincan’ın Dana Mahallesi’nde sâkine zâtı zeyl-i zabıtta muharrerü’l-esâmî kimesnelerin ta’rifleriyle ma’rife Cemîle Hâtun ibnete Mahmûd bin ‘Ali Erzincan Livâ mahkemesinde meclis-i şer’îmizde Sâlihiye Mahallesi’nde sâkin Divrikli Hoca Ahmed Mikdâd Efendi ibn-i ‘Abdullah bin Mikdâd muvâcehe-i da’vâ eyledi: Ben iki bin beş yüz bir gurûş mehr-i müeccel ile işbu hâzır-bi’l- meclis Hoca Ahmed Mikdâd Efendi’nin zevce-i menkûhe-i medhûlün-bihâsı olup mûmâileyhin firâşından hâsıla ve benden mütevellide sağîre kızım ‘Âyişe Fevziye’yi sekiz mâh mukaddem nezdimden çıkarıp vâlidem hânesine göndererek târîh-i mezkûrdan şimdiye kadar benimle sağîre kızım ‘Âyişe Fevziye’ye nafaka cinsinden dahi nesne vermediğinden ve ben ve sağîre kızım mezbûre dahi nafaka ve kisve-bahâya eşedd-i ihtiyâc ile muhtâclar olduğumuzdan ve mûmâileyhin diğer zevcesi olup ikimizi bir hânede iskân eylediğinden zevcesi benimle sağîre kızı kadr-i ma’rûf nafaka ve kisve-bahâ i’tâ etmesini ve ayrıca bir mesken-i şer’îde beni iskân etdirmesini da’va eyledi.

*Müddeâ-aleyh mûmâileyh Ahmed Mikdâd Efendi dahi cevâbında mezbûre Cemîle Hanım ber-vech-i muharrer zevce-i menkûha-i medhûlün-bihâsı olduğunu ikrâr ve i’tirâf edip ancak mezbûreye tahsîs etmiş olduğu mesken-i şer’îye gelip itâ’at etmediği cihetle cezâ-yı ihtibâsı olan nafaka kisveden imtinâ’ ederim deyü cevâb vermekle ne diyeceği mezbûreden su’âl olundukda mûmâileyhâ mezbûre cevâbında mezkûr hâne mesken-i şer’î olmadığını beyân eyledi. 12 Muharrem 1333

*Müddeâ-aleyh irâ’e eyledigi hane mesken-i şer’î olmağa sâlih olup olmadığının bi’l-mu’âyene ma’rifet-i şer’ile keşf olunması zımnında şer’iyye katibi ‘Ömer Lutfi Efendi’ye tevdi’ olunarak mesken-i şer’înin irâ’esine kadar be-her-yevm zevce-i mezbûre ile sağîre-i mezbûrenin infâkına altışar gurûş nafaka taraf-ı şer’ce farz ve takdîr olunmuştur. 12 minh.

*Medîne-i Erzincan’ın Sâlihiye Mahallesi’nde sâkin Divrikli Hoca Ahmed Mikdâd Efendi ibn-i ‘Abdullah’ın zevce-i menkûha-i medhûlün-bihâsı gâ’ib ‘ani’l-mahalli Dana Mahallesi’nde sâkine

Onları toplayıp armağan verem

Oğullar gelmedi kız bulamadım (Şiirin tamamı için bk. Şiirler/14)

[216] Ahmed Mikdâd Efendi’nin oğlunun vefâtını bildirdiği dilekçesi şöyledir:

Diyânet İşleri Reisliği Yüksek Huzûruna Ma‘rûzdur

Ma‘lûm-ı sâmîleri olmak üzere bir seneden beri vazîfe uğrunda yorulmak ve o yolda diyâr-ı gurbete düşmek evlâd u ‘â’ilemden mehcûr ve munkatı‘ bir hâlde yaşamak dolayısıyla sefâlete düşmek yüzünden ‘hayli bir ta‘âdî-i dimâğiyyeye uğradım. Ben şu hâl ve vaz‘iyyetde iken oğlum Özdemir Cevâd’ın vefâtını haber aldım. Erzincan’da sayfiyyemin divârı delinmekle orada bırakılmış olan ba‘zı eşyâmızın sirkatin işitdim. Bundan başka hâlen Artvin’de bulunan ‘â’ilemi oradan getirtmek mecbûriyyetindeyim. Diğer efrâd-ı ‘â ’ilemle beraber bu senelik Erzincan dia ikâmet etdireceğim. Artık şu mikdâr bir zamân-ı istirâhata çok muhtâcım her zamân hakkımda ibzâl buyrılan âtıfet-i devletlerinden niyâzım budur ki dînî-zirâ‘î-iktisâdî vâazlarımdan bir kısmını da Erzincan’da yapmak ve bi’l-vesîle sayfiyyeye münhasır işlerimi görmek ve mekteblerin ta‘tîl müddetini orada geçirmek üzere me’zûniyyetime merhamet ve müsâ‘ade buyrulmasını niyâz ve istirham eylerim efendim. Bayburt Vâ‘izi A. Mikdâd (8/4/1931)

[217] Mikdâd Efendi, 22 Aralık 1911’de Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb adlı eserini yazarken oğlunun henüz beş yaşına erişmiş olduğunu ifade etmiştir. Buna göre Kemal Poyraz 1906 civarında doğmuştur. Hâkezâ mezar taşında da doğum tarihi hicrî 1324 olarak kaydedilmiştir. (Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19.)

[218] İbrahim Aslanoğlu, Divriği Şairleri, 61.

Bu cihâd mesleğidir, sâlikini şâd eyler

Anı medh eyleyerek şânını Kur’ân söyler

Ana dâhil olanın kadri büyükdür her dem Oğlı ‘askerde kalan başka şerefler n’eyler Cümle ashâb-ı kirâm etdi cihâdı birden

O yola girdi bütün hep yiğitler iyiler (A. Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât, s. 66.) Ahmed Mikdâd Efendi, bu bendde ifade ettiği üzere oğlu Kemal Poyraz’ı askerlik mesleğine dâhil etmiş ve kendi ifadesiyle büyük bir şeref elde etmiştir. Muhtemelen askerî rüşdiyede uzun yıllar hocalık yapmış olması da bu hususta etkili olmuştur.

[219] A. Miktat Poyraz, Ozanlar, s. 14.

[220] Mezar taşının fotoğrafı için bk. “Fotoğraf Albümü”

[221] 07/04/2020 tarihli görüşme.

[222] Şiirin tamamı için bk. “Şiirleri”. Hâlide Suat İliktekin hakkındaki bilgiler torunu Dara Tan Beyefendi’den alınmıştır. (30/03/2020’de yaptığımız telefon görüşmesi.) Ayrıca Mikdâd Efendi’nin kızı için yazdığı bu şiir de Dara Beyefendi’nin şahsî arşivindedir. Verdikleri kıymetli bilgiler ile şiiri bize ulaştırmak lütfunda bulundukları için kendilerine müteşekkiriz.

[223] A. Miktat Poyraz, Ozanlar, s. 33.

[224] 03/04/2020’de yaptığımız görüşme.

[225] Ahmed Mikdâd Efendi’nin oğlu Abdülhâdî Bey bir tarihte, Erzincan emekli vâizi Ali Küçüker’e (d. 1935) İbrahim b. Mehmed el-Kemâhî el-Üskübürdî’nin el yazması Kasîde-i Bürde şerhini hediye etmiştir. [Ömer Menekşe, Kemah Alimleri, (İstanbul: y.y., 1996), s. 49.]

[226] A. Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19-21.

[227] Belir Bulut Hanımefendi’den naklen (08/04/2020 tarihli görüşme.)

[228] Çermeli Hoca hakkında daha önceki sayfalarda bilgi verilmiştir. bk. s. 72 dipnot.

Müftü Osman Fevzi Efendi: Erzincan’ın önde gelen sülalelerinden Topçuoğulları’na mensuptur. 1862’de Erzincan’da doğmuştur. Babası Hoca Hacı Mehmed Sıddık Efendi’den ve başka âlimlerden ders okuyarak icazet almıştır. 1884 yılında Erzincan Müftülüğü vazifesine tayin edilmiştir. 1908-1912 arasında Erzincan Livası Mebusu olarak görev yapmıştır. Erzurum Kongresi’nde bulunmuş; 1920’de de milletvekili seçilerek meclise girmiştir. 1926’da müftülükten emekli olmuştur. 1939’da depremden bir gün önce vefât etmiştir. Terzi Baba Kabristanı’nda medfûndur. (Akın, Geçmişten Cumhuriyete Unutulmayan Erzincanlılar, s. 84-87.) Ayrıca son devir Erzincan ulemâsı hakkında bk. Aynı eser, s. 69-90; Kaya, Erzincanlı Son Devir Osmanlı Ulemâsı, Erzincan 2017.)

[229] Ömer Özcan, Risâle-i Nur Hizmetkârları Ağabeyler Anlatıyor 5, (İstanbul: Nesil Yayınları, 2011), s. 264-265.

[230] Ömer Özcan, Risâle-i Nur Hizmetkârları Ağabeyler Anlatıyor 5, s. 264.

[231] Müşir Mehmed Zeki Paşa (1835-1929) hakkında geniş bilgi için bk. Akansel, Eski Erzincan’da Tarihi Kışla ve Askeri Yapılar, (Erzincan: Erzincan Valiliği Yayınları, 1999), s. 50-52.

[232] Belir Bulut ile 03/04/2020 tarihli görüşme. Bilindiği üzere Türkçe’de “derdini Marko Paşa’ya anlat” ifadesi bir deyim olarak halk diline yerleşmiştir. Şahitlerin ifadelerine göre, üst düzey bir hekim olan Marko Paşa [ö. 1888] hemen herkesin şikayetlerini sabırla dinler, talepleri yerine getirmeye gücünün yetmeyeceğini bilse dahi dertlerini dinleyerek bir nevi şikayetçileri teskin ederdi. Ahmed Mikdâd Efendi de bu yönüyle Marko Paşa’ya benzetilmiştir. Geniş bilgi için bk. Despina Anaç, Marko Paşa [Pitsipios] 1824-1888, (İstanbul: Türk Kızılay, 2019), s. 83-84.

[233] Belir Bulut ile 03/04/2020 tarihli görüşme.

[234] Bu hususta bk. A. Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19-21.

[235] Belir Bulut ile 03/04/2020 tarihli görüşme

[236] Nizamettin Özbek, Erzincandan Kemahtan, (Ankara: Emel Matbaası, 1982), s. 8.

[237] Feryâd-ı Dehşet-engiz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 19-20.

[238] “Nevâ-yı Vahdet”, Cerîde-i Sûfiyye, II/24-9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 6.

[239] Cerîde-i Sûfiyye, 24/18 (28 Şubat 1328), s. 8.

[240] Tevhîd-i Kâinât, s. 2.

243 “Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber”, Cerîde-i Sûfiyye, 83 (30 Kânûnusânî 1329), s. 367.

[242] “Katarât-ı Hakîkat”, Beyânülhak, 1/6 (27 Teşrînievvel 1324), s. 114.

[243] “Bedi’a”, Cerîde-i Sûfiyye, I/6-18 (2 Haziran 1328), s. 1.

[244] İkbal/Olcay Gazetesi (23 Mayıs 1935), s. 3.

[245] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 64-65.

[246] Cerîde-i Sûfiyye, 24/18 (28 Şubat 1328), s. 8.

[247] Cerîde-i Sûfiyye, 24-20 (28 Mart 1329), s. 5.

[248] Cerîde-i Sûfiyye, 83 (30 Kânûnusânî 1329), s. 367-368.

[249] Ahmed Mikdâd Efendi, bu manzûmeyi Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Bedî’a” adlı makalesinin sonuna dercetmiştir. [Cerîde-i Sûfiyye, 18/2 (2 Haziran 1328), s. 1.]

[250] Cerîde-i Sûfiyye, 24/9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 5-7.

[251] Tevhîd-i Kâinât, s. 62.

[252] “Enîn”, Cerîde-i Sûfiyye, 24-20 (28 Mart 1329), s. 5.

[253] “Nevâ-yı Vahdet”, Cerîde-i Sûfiyye, II/24-9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 7.

[254] “Şiirler”, Cerîde-i Sûfiyye, 24/18 (28 Şubat 1328), s. 8.

[255] Şerefü’l-Mücâhidîn, s. 60.

[256] Feryâd-ı Dehşet-engiz der-hakk-ı Trablusgarb, s. 6.

[257] Tevhîd-i Kâinât, s. 66. (Bu hususta diğer bazı örnekler için bk. Tevhîd-i Kâinât, s. 66-69.)

[258] “Nevâ-yı Vahdet”, Cerîde-i Sûfiyye, II/24-9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 7.

[259] “Nazar ve Duâ”, Cerîde-i Sûfiyye, II/ 24-8 (4 Teşrinievvel 1328), s. 4-5.

[260] “Bedîa”, Cerîde-i Sûfiyye, I/6-18 (2 Haziran 1328), s. 1.

[261] A. Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât, s. 29-30.

[262] A. Mikdâd, “Vasf-ı Cenâb-ı Peygamber Salla’llahu ‘aleyhi ve-sellem”, Cerîde-i Sûfiyye, III/83 (30 Kânûnusânî 1329), s. 367-368.

[263] DİB Ahmed Mikdâd Efendi Sicil Dosyası/Dosya No: 23-2050

[264] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 64-65.

[265] Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 2.

[266] Ahmed Mikdâd, Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 2.

[267] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 3.

[268] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 4.

[269] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 8.

[270] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 10.

[271] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 12.

[272] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 15.

[273] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 15.

[274] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 18.

[275] Feryâd-ı Dehşet-engîz der-hakk-ı Trablusgarp, s. 20-21.

[276] Ahmed Mikdâd, Tevhîd-i Kâinât, s. 29.

[277] Tevhîd-i Kâinât, s. 52.

[278] Tevhîd-i Kâinât, s. 79.

[279] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 63.

[280] A. Miktat Poyraz, Ozanlar, s. 22.

Ozanlar, s. 7.

Ozanlar, s. 12.

bk. Ozanlar, s. 14, 33.

Ozanlar, s. 44.

[285] Erzincân Meşâhîr-i ‘Ulemâ-yı Benâmından Atabey Nizâmiye Medresesi Müderrisi ve Rüşdiye-i ‘Askeriye İmlâ Mu‘allimi Ahrârdan Fazîletlü Ahmed Mikdâd Efendi, Cevâhiru’l-efkâr fî-Keşfi’l- esrâr, s. 6-7.

[286] Cevâhiru’l-efkâr fî-Keşfi’l-esrâr, s. 3-6.

[287] Cevâhiru’l-efkâr fî-Keşfi’l-esrâr, s. 8.

[288] Ahmed Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn, s. 60.

[289] Abdullah Taha İmamoğlu, “I. Dünya Savaşına Bibliyografik Bir Katkı: Osmanlı'da Cihad Risaleleri”, Savaş Tarihi Araştırmaları Uluslararası Kongresi, 100. Yılında I. Dünya Savaşı ve Mirası Bildiri Kitabı, ed. Halil Çetin-Lokman Erdemir, (Çanakkale: Çanakkale Valiliği Yayınları, 2015), I, 151-179.

[290] Abdullah Taha İmamoğlu, “1853-1856 Kırım Savaşına Dair Bir Cihad Risalesi”, Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 6/11 (2019), s. 39-48.

[291] Mikdâd Efendi sicil varakasında eserlerini şöyle saymaktadır: ... yalnız iki forması matbû' elli formalık “Cevâhir-i Efkâr” nâm kitâbımdan başka, “Bahr-i Ferâ’id”, “Dürretü’l-Emced”, “Felekü’d-dîn”, “Nazmu’l-mantık”, “Tebyîn-i Sıfât”, “Tescîl-i ‘Aka'id”, “Fıkh-ı Evsat Tercemesi”, “Misbâh-ı Dîn”, “Hurşîd-i Ma'ârif”, “Envâr-ı İslâm”, “Rehber-i Mürîd”, “Bir ‘Âlimin Felâketi yâhud Kanlı Kederler” nâm eserlerim gayri matbû'dur. (Metnin tamamı için bk. EK 2)

[292] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 63.

[293] Mikdâd Efendi, Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin arka kapağına bu eserle alâkalı şu notu eklemiştir: Lügât-ı Kur’ân ve Buhârî nâm eserimi -inşâallah- hitâm-ı harbde ikmâl eder, cümlesinin tab’ ve neşrine çalışırım ve mina’llahi’t-tevfîk.

[294] Tevhîd-i Kâinât adlı eserinin arka kapağındaki listede iki eser Hurşîd-i Ma’ârif: Dîvânçem şeklinde kaydedilmiştir. Bu kayda bakarak bu ikisinin aynı eser olduğunu ifade edebilirsek de diğer kaynaklarda bunlar müstakil olarak zikredilmiştir.

[295] Nevâ-yı Mîzân ve Îsâgocî Tercemesi adlı eserler de Tevhîd-i Kâinât’ın arka kapağında aynı eser olarak kaydedilmiştir. Fakat diğer kaynaklarda müstakil eserler olarak zikredilmektedir.

[296] Tevhîd-i Kâinât’taki listede bu eser Nasâyıh ve Hâtırât-ı Harbiyye ismiyle kayıtlıdır. Ayrıca Ahmed Mikdâd Efendi aynı yerde, bu hatırâtın kırk deftere yaklaştığını da ifade etmiştir.

[297] Bu defterden şahsî arşivlerde ve sicil dosyasında kalmış birkaç parça şiir çalışmamıza eklenmiştir.

Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 64-65.

[299] Yavuz Kartallıoğlu, “Osmanlı Türkçesindeki Ekler Dudak Uyumuna Göre Nasıl Okunmalıdır?”, Turkish Studies 3/6 (2008), s. 465-480.

[300] James W. Redhouse, A Turkish And English Lexicon, (İstanbul: Çağrı Yayınları, 2011).

[301] İsmail Ünver, “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”, Turkish Studies 3/6 (2008), s. 8-33.

[302] Şiirler tarihî sıraya göre dizilmiştir.

[303] Ahmed Mikdâd Efendi, bu manzûmeyi Cerîde-i Sûfiyye’de neşrolunan “Bedî’a” adlı makalesinin sonuna dercetmiştir. [Cerîde-i Sûfiyye, 18/2 (2 Haziran 1328), s. 1.] Ahmed Mikdâd Efendi’nin bütün şiirlerini bir yerde toplamak maksadıyla bu manzûme buraya da alınmıştır.

[304] Cerîde-i Sûfiyye, 24/9 (19 Teşrinievvel 1328), s. 5-7.

[305] Metinde “^V(bâlâ) şeklinde geçmekle birlikte manâya muvafık olan ” ^j (belâ) olmalıdır.

[306] Metinde “ ^j' ” şeklinde yazılmakla birlikte manaya uygun olarak “cflj'” “olan” şeklinde düzeltilmiştir.

[307] “habl” kelimesi ip, urgan manâsına gelmekle Âl-i İmrân Sûresi’nde geçen “hablu’llah” (Âl-i İmrân 3/103) terkibini ve Kur’ân’ın Allah’ın ipi oluşunu ifade eden muhtelif hadîs-i şerîfleri telmihen kullanılmış bir ifadedir. (M. Zeki Duman, “Hablullah”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 1996, XIV, 380.)

[308] Cerîde-i Sûfiyye, 24/18 (28 Şubat 1328), s. 8. Mikdâd Efendi bu şiirin sonuna ismini “Çatalcada Gönüllü Ahmed Mikdâd” şeklinde kaydetmiştir. Cerîde-i Sûfiyye’deki başlık “Şiirler” şeklindedir.

[309] Cerîde-i Sûfıyye, 24-20 (28 Mart 1329), s. 5.

“Enîn” yani inleme, inilti başlığını taşıyan bu şiir, Balkanlardaki devletçikler ile Osmanlı Devleti arasındaki harbin ilk safhası Osmanlılar için ciddî bir hezîmetle neticelendiği sıralarda neşredilmiştir. I. Balkan Harbi 8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği’nin Osmanlı’ya harp ilanı ile başlamış; daha önce aralarında ittifaklar tesis eden Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın da müdâhil olmasıyla dört müttefik devletçik Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa girmiştir. Büyük hezîmetle sonuçlanan, binlerce şehit verilen, Balkanlar’dan İstanbul’a ve Anadolu’ya büyük bir göç dalgasına sebep olan I. Balkan Harbi sonunda Osmanlı Devleti, Edirne ve Kırklareli’yi dahi kaybetmiştir. Mikdâd Efendi’nin bu şiiri de Bulgar muhasarasına beş aydan uzun bir süre dayanan Edirne’nin 26 Mart 1913’te teslim olmasından aşağı yukarı 15 gün sonra neşrolunmuştur. Balkan Devletçikleri arasındaki toprak paylaşımı anlaşmazlıkları neticesinde patlak veren Bulgaristan ile Romanya, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ arasındaki II. Balkan Savaşı’na Edirne’yi geri almak için Bulgaristan’a taarruz ederek katılan Osmanlı Devleti, Bulgaristan’ın beş devlet karşısında yıkıma uğramasıyla Edirne’yi tek kurşun atmadan geri almıştır. Batı Trakya ve Dimetoka da bu savaşta geri alındıysa da buralar daha sonra terk edilmek zorunda kalınmıştır. Mikdâd Efendi’nin bu şiirde “Yetişin bunca mezâlim yapıyor Bulgarlar” mısrasıyla Bulgaristan’ı ayrıca zikretmesi de muhtelif bölgelerde ve bilhassa Edirne’de yapılan Bulgar mezâlimi sebebiyledir. Hunharca öldürülenler, katledilenler bir tarafa, sadece Edirne muhasarası sırasında açlık ve sefâlet sebebiyle 225.000’den fazla müslüman vefât etmiştir. (Balkan Savaşları hakkında daha geniş bilgi için bk. Küçük, “Balkan Savaşı”, V, 23-25; Öztuna, “Balkan Savaşları’nın Kısa Tarihi”, Bir Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezîmetin Muhasebesi), s. 13-32.) Balkan Savaşları, edebî âlemde de ciddî bir akis uyandırmıştır. Mikdâd Efendi’nin şiiri gibi onlarca şiir mecmualarda neşrolunmuş; Türk edip ve şairleri manzum-mensur birçok eserle bu elîm hezimeti ve acı hadiseleri kayıt altına almıştır. Bu ağır hezîmeti manzumelerine mevzu olarak alan şairler arasında Mehmed Âkif, Ali Cânip [Yöntem], Aka Gündüz, Rıza Tevfik [Bölükbaşı] gibi meşhûr isimler de yer almaktadır. Misal olarak, Mehmed Âkif Balkanlar’da müslümanlara yapılan zulmü Sebilü’r-Reşad mecmuasında neşrolunan şiirinde şöyle ifade etmiştir:

İlâhî, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı

Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!

Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı (Sebîlürreşâd-27 K. Evvel/Aralık 1912)

Yine Ömer Seyfettin, Fuad Köprülü gibi edipler de öykülerinde Balkan hezimetini işleyen isimler arasında yer almaktadır. Daha teferruatlı bilgi için bk. Haluk Harun Duman, “Balkan Felâketinin 100. Yılında Savaşın Edebiyattaki Yankıları”, Bir Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezîmetin Muhasebesi), s. 189-206; Aynı mlf., Balkanlara Veda, (İstanbul: Marmara Belediyeler Birliği Kültür Yay., 2017.)

[310] Cerîde-i Sûfiyye, 83 (30 Kânûnusânî 1329), s. 367-368.

[311] Vezin aksamaktadır.

[312] Bu mısrada vezin aksamaktadır.

[313] Bu manzûme A. Mikdâd Efendi tarafından “Şerefü’l-Mücâhidîn” adlı risalesinin son kısmına dercolunmuştur. Ahmed Mikdâd Efendi’nin bütün şiirlerini bir yerde toplamak maksadıyla bu manzûme buraya da alınmıştır. (A. Mikdâd, Şerefü’l-Mücâhidîn, s. 60.)

[314] Bu şiir, Ahmed Mikdâd Efendi’nin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki 23-2050 arşiv numaralı özlük dosyasından alınmıştır. Dosya tasnif edilmediği için evraklara numara verilmemiştir. Muhtemeldir ki Mikdâd Efendi bu şiiri içinde bulunduğu müşkül durumu daha açık şekilde ifade etmek arzusuyla bir dilekçesine veya dilekçelerine ek olarak kaleme almış ve bu şiir böylece özlük dosyasına girmiştir. Mikdâd Efendi tarafından bu şiirin sonuna şu not eklenmiştir: Duygu Demetleri nam eserimin 9’uncu defteri 128’inci sahifesinden 1-8-931 Sabıkan Erzincan şimdi Bayburt Vaizi M

[315] Ahmed Mikdad Efendi, vaizlik vazifesinin elinden alınarak, Diyanet İşleri kadrosundan çıkarılması üzerine 5-1-1932 tarihinde Artvin’de Başvekil İsmet Paşa’ya hitaben bir istidâ kaleme alarak bu iki beyti sayfanın alt kısmına eklemiştir. Bahsi geçen istidâ şöyledir:

Yüksek huzurlarına Arzı ta’zimatımdır

Paşa Hazretleri! Cenâbı Hak ömrünüzü afiyetinizi uzun etsin. Ben sizi çok sevenlerdenim ve size pek yakın toprak hemşehriniz olan sabık ordu nasıhı Hoca Mikdad’ım. Sizin lutfunuzdan, kereminizden umarım ki benim istidamı tetkik buyurur şahsi bir garaz yüzünden uğratılmış olduğum şu türlü felaketten kurtarılmaklığımı irade buyurursunuz Büyük Baş Vekilim Efendim. Artvin 5-1-1932 Duacılarından Divrikli A. Miktat (Ahmed Mikdâd Efendi DİB Arşivi Sicil Dosyası [Dosya No: 23- 2050]/Belgenin aslı için bk. EK 13)

[316] Mikdâd Efendi, 30/3/1935 tarihinde Osmanlı harfleri ile yazdığı bu şiirin sonuna şu notu düşmüştür: Kızım bu bir şiirdir. Buna bakıp da müteessir olma. Ancak öyle haberinizi kesip mektuplarınızın arasını uzatma. Haydi Cenâb-ı Hakk’a emanet olasın.

Babanız Ahmet Miktat Poyraz 30/3/1935

Şiirin arkasında ise “Bu manzumeyi müstacel yazdım ve defterime de henüz çekmedim. Binaenaleyh zayi etmeyiniz ki bilahare bir suretini kaydedeyim.” notunu düşmüştür. (Manzûmenin el yazısı aslı için bk. EK 14)

Şahsî arşivindeki bu şiiri lütfederek bize ulaştıran Mikdâd Efendi’nin kızı Hâlide Suat İliktekin’in torunlarından Dara Tan Beyefendi’ye müteşekkiriz.

[317] İkbal/Olcay Gazetesi (23 Mayıs 1935), s. 3.

İkbâl Gazetesi Trabzon’un yerel gazetelerindendir. 1909 Eylül’ünde yayın hayatına başlamıştır. Sahibi Osman Nûri [Eyüboğlu]’dur. 1935’e kadar İkbâl adıyla yayına devam eden gazete o yıl, dildeki tasfiye/sadeleştirme hareketine bağlı olarak olsa gerek, Olcay adını almıştır. İsim değişikliğinin yapıldığı sıralarda birkaç sayı İkbâl/Olcay şeklinde iki isimle neşrolunmuştur. Yayın hayatına fasılalarla 1948’e kadar devam etmiştir. 8 Mart 1941’de gazetenin sahibi Osman Nûri Eyüboğlu vefat ettikten sonra gazetenin basıldığı aynı adlı matbaanın raflarında muhafaza edilen koleksiyonun satılması, dağıtılması neticesinde gazetenin bu eksiksiz koleksiyonu yok olmuştur. Kütüphanelerde ve şahsi arşivlerde muhtelif sayıları mevcuttur. Teferruatlı bilgi için bk. Hüseyin Albayrak, Dünden Bugüne Trabzon Basını, (Ankara: Trabzon İli ve İlçeleri Eğitim Kültür ve Sosyal Yadımlaşma Vakfı Yay., 2010), II, 1-21; Aynı eser, I, 83-93.

Baba Salim [Öğütçen]: Asıl adı Mehmet Sâlim’dir. 1887’de Trabzon’da doğdu. Küçüklüğünden itibâren âşık tarzı şiir söylemeye meraklıydı. Trabzon’da esnaflık, fırıncılık, tatlıcılık gibi muhtelif işlerle uğraşırken şiirler söylemeye devam etti. Saz çalmakta da mahirdi. Yerel dergi ve gazetelerde çok sayıda manzume neşretti. Baba veya âşık lakaplarıyla tanındı. Şiirlerini Divan’ı Baba Salim adıyla kitaplaştırarak 1952’de neşretti. 29 Aralık 1959’da İstanbul’da vefat etti. Hayatı ve sanatı hakkında teferruatlı bilgi için bk. Baba Salim, Divan’ı Baba Salim, (Eskişehir: y.y., 1952); Elif Şebnem Kobya, “Baba Salim Divanı”, (yüksek lisans tezi), Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008; Hamamizade İhsan, Baba Salim, (İstanbul: y.y., 1930); Nesib Yağmurdereli, Baba Salim Hayatı ve Şiirleri, (Trabzon: y.y., 1946).

[318]   13 ve 14 numaralı şiirler, Mikdâd Efendi’nin anne-babasını ziyâret maksadıyla medfûn

bulundukları İstanbul Topkapı Mezarlığı’na gidişi neticesinde yazılmıştır. Şiirden anlaşıldığı kadarıyla ne annesinin ne de babasının kabrini bulabilmiştir. Ayrıca şiirlerin sonuna şu notu da eklemiştir: Duygu Demetleri yigirmi ikinci defteri son sahifelerinden / 28/6/1935 İstanbul’dayım. A.Miktat Poyraz

Bu iki şiir, Ahmed Mikdâd Efendi’nin kızı Hâlide Suat İliktekin’in torunlarından Belir Bulut Hanımefendi’nin şahsî arşivindedir. Bu şiirleri bize ulaştırma lütfunda bulundukları için kendilerine müteşekkiriz.

[319] Aslanoğlu, Divriği Şairleri, s. 64-65.

[320] Trablusgarp Savaşı’nın akisleri edebî âlemde de görülmüş, bu savaş birçok şiire, hikâyeye, tiyatroya, mektuba ve hatırata konu olmuştur. Müstakil olarak basılmış manzûmelere misâlen Recep Vahyî’nin Manzum Türkiye-İtalya Harbi [Recep Vahyî, Manzûm Türkiye-İtalya Harbi, (İstanbul: y.y., 1328), 40 s.] ve Ahmed Mikdâd Efendi’nin bu eseri zikredilebilir. Trablusgarp Savaşı’nın edebiyata yansımaları hakkında geniş bilgi için bk. Hasan Ulucutsoy, “Türk Savaş Edebiyatı ve Propaganda (1828-1912)” (doktora tezi), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2019, s. 344­449; Ömer Çakır, “Ana Çizgileriyle Türk Harp Edebiyatında Trablusgarp Savaşı”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları Sempozyumu Bildiriler Kitabı, haz. Mehmet Ersan-Nuri Karakaş, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 2013), s. 667-682.

[321] İşaret edilen ayetler şunlardır: Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp, küçük birlikler hâlinde, yahut topluca savaşa gidin. (el-Nisâ 4/71); Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez. (el-Enfâl 8/60)

[322] Bu mısra hakkında A. Mikdâd Efendi eserinin başına şu notu düşmüştür: Bir sıçramada “Roma”dayız anı gelince mısraında oradayız denirse bütün düşmanlara şâmil olur.

[323] “Vatan sevgisi imandandır” manasına gelen “cMiV' û* û^'              4*” ifadesinden iktibasen

kullanılmıştır. Hadis ulemâsının genel görüşü bu ifadenin mevzû olduğu yönündedir. Bir kısım âlimler lafzen mevzu olmakla birlikte manâ itibârıyla sahih olduğunu söylemişlerdir. [Aclûnî, Keşfu’l- Hafâ, Hadis No: 1102, (Dımaşk: Mektebetü’l-İlmi’l-Hadîs, t.y.), s. 393-394.]

[324] Bu beyit “fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lün” vezniyle yazılmıştır.

[325] Trablusgarp Vilayeti, beş sancaklık bir idârî birlikten müteşekkildi. Bunlar Trablusgarp, Humus, Bingazi, Cebel-i Garbî ve Fizân sancaklarıydı. Derne ise Bingazi Sancağı’nın kazalarından birisidir. Teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Kavas, “Trablusgarp”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2012, XLI, 288-291.

[326] Metinde “^j"” şeklinde geçmekle birlikte doğrusu “^j"” olmalıdır.

[327] Dretnot (ing. dreadnought), İngilizler tarafından imal edilip kullanılan (1906) zırhlı bir savaş gemisidir. Sonraları bu türlü savaş gemilerine de isim olmuştur. [İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, (İstanbul: Kubbealtı, 2010), s. 306.]

[328] Bu mısrada vezin aksamaktadır.

[329] *Muhâliflere (mlf.)

[330] **Meb‘ûsândır (mlf.)

[331] ***Fî 9 Kânûnuevvel 327 Cum‘a ertesi gecesi sâ’at dokuzda tesvîde devâm ederken mahdûmum Kemâl gözlerini açarak bilâ-tekellüm harekât-i kalemiyyemi tuhaf bir vaz’iyyetle seyretmesine mebnî bu ceryân vukû’ buldu. (m. 22 Aralık 1911) (mlf.)

[332] *Meydana çıkmak. (mlf.)

[333] Sehven ”^IjjI” şeklinde yazılmış.

[334] “mef ‘ûlü me fâ ‘îlü me fâ’îlü fe ‘ûlün”

[335] Vezin aksamaktadır.

[336] Vezin aksamaktadır.

[337] “Kelîm”, “Kelîmu’llah”, Cenâb-ı Allâh ile konuşan manâsında Hz. Musa (a.s.)’nın lakabı idi. Detaylı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Mûsâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 2006, XXXI, s. 210-213.

[338] Bu altı mısrada, Hz. Musa’nın A’râf Sûresi’nde anlatılan Rabbini görmeyi istemesi hadisesi nazma dökülmüştür. “Erim” ifadesi “bana görün” anlamına gelmektedir.

el-A’râf 7/143: Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin. ” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah ’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.

[339] İhlas Sûresi’nin 3. âyetinden iktibas edilen “Lem yelid’ ifadesi “doğurmamıştır” manasına gelmektedir. el-İhlas 112/3: O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).

[340] Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde geçmekte olan bu ibare “indirdik” manasındadır.

[341] “»^Lll jü” (dârü’s-selâm)      el-En’âm 6/127’de ve Yûnus Sûresi 10/25’te geçen “selâm

yurdu/cennet” manâsında bir ibâredir.

[342] “Kün” ibaresi “ol” manasına gelmektedir. Nahl Sûresi’nin 40. ayetinden iktibasen kullanılmıştır: Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “ol” dememizdir. O da hemen oluverir. (el-Nahl 16/40)

[343] Beyt-i ma’mûr yahut beytü’l-ma’mûr, Hz. Âdem’le yeryüzüne indirilip Tûfan’dan sonra tekrar göğe çıkarıldığına inanılan yedinci kat gökteki köşk manasına gelmektedir. [İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, (İstanbul: Kapı Yayınları, 2007), s. 71.] Tasavvuf literatürde ise genellikle Allah’ın tecellî ettiği, doldurduğu mü’min kulun gönlü, âriflerin, insan-ı kâmilllerin kalbi manasında kullanılır. Nitekim “Yerlere ve göklere sığmadım ama mümin kulumun kalbine sığdım.” kutsi hadisiyle de bu eve işaret edildiği ifade edilmiştir. [Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2012), s. 74.] Ahmed Mikdâd Efendi de “beyt-i ma’mûr” terkibini yedinci kat gökteki köşk manasına atfen kullanmıştır.

[344] * Bu dört mısranın vezni “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.

[345] Parlak. (mlf.)

[346] * Bu üç mısranın vezni “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.

[347] İndikden sonra buhâr olup havaya çıkmak. (mlf.)

[348] Tevhîd-i Kâ ’inât’ın birinci su ’âli budur, bâkı su ’âl ve cevâblar bundan sonra tulû ‘ etmişdir. Buna da sebeb Erzincan Rüşdiyye-i ‘Askeriyyesi cephesinde bir ince dut ağacıdır ki [1]326 senesi dershâneden yapraksızlığını düşünerek Kânûnuevvelde bahâr hayâtını hâtırladım da hîn-i tefekkürde şu cereyân vuku ‘ buldu. (mlf.)

[349] “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”

[350] Burada mütehayyir kaldım, hiçbir şey yazamadım. Yazdığım da uymadı. Dedim ki yâ Rab ‘âlimler, şâ‘irler ‘âciz kalınca senin lutfundan istimdâd ederler. ‘Âciz kaldım lutf et, nâ-gâh kalbime emr edip ‘âlem-i ‘ulvîye mısrâ‘ı sânih oldu! (mlf.)

[351] * Bu dört mısranın vezni “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.

[352] Mescidi imâr cemâ ‘ate devâmladır. (mlf.)

[353] Altın. (mlf.)

[354] * Bu iki mısranın vezni “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.

[355] Benzemek. (mlf.)

[356] Gök. (mlf.)

[357] * İlk mısranın vezni “fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün”; diğer beş mısranın vezni “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.

[358] * İkinci mısranın vezni “fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün fe ‘ilâtün”dür. Son mısranın vezni ise aksamaktadır.

[359] Sürmek.(mlf.)

[360] Mükerrer nasîhatden sonra. (mlf.)

[361] Sırdır. (mlf.)

[362] Reîs. (mlf.)

[363] * Bu bendin vezni “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.

[364] * Bu dört mısranın vezni “mef ‘ûlü mefâ ‘îlü me fâ ‘îlü fe ‘û lün”dür.

[365] Müstehzî. (mlf.)

[366] Babası. (mlf.)

[367] Çünkü her fenâlık boş gezmeden çıkar. (mlf.)

[368] Şöhretli! ‘İndehu doğru şâhidlere ecr-i ‘azîm vardır. (mlf.)

[369] Durmak, durdurmak. (mlf.)

[370] Berâ’et veya hüküm ile müjdelemek. (mlf.)

[371] Tevhîd-i Kâ’inât’ın sonuna eklediği bu notla bir nevi kaleme aldığı eserin kıymetini bildirmeyi arzu eden Mikdâd Efendi, eserinin on sekizinci sayfasındaki beyitten sonra secde edilerek Allah’tan hâcetin istenebileceğini; ayrıca bu eserin tefeül amacıyla da kullanılabileceğini ifade etmektedir. Fal bakmak manasına gelen tefeül eskiden bakla, kahve telvesi vs. yanında Kur’an-ı Kerîm’den rastgele bir sayfa açmak sûretiye de yapılırdı. Hâfız Dîvânı da tefeül için kullanılan kitaplardandı. Divan’dan tefe’ül, açılan bir sayfa ve o sayfanın başında, ortasında veya sonundaki beytin manasına bakmak sûretiyle yapılırdı. (Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 434.) Mikdâd Efendi de aynı usûlle, kendi eserinin de kullanılabileceğini, usûlünü de tarif ederek beyan etmekte ve bu yolla bakıcıların, yani falcıların, aldatmasından halâs olunacağını bildirmektedir.

[372] Mikdâd Efendi, “Şairler” başlığı altında 278 kıtada iki yüz elliye yakın şairin ismini zikretmektedir. Adı geçen şâirlerin neredeyse tamamı meşhur, hakkında çok sayıda araştırma, inceleme yapılmış isimlerdir. Bu sebeple çalışmamızın hacmini gereksiz bir dipnot kalabalığı ile genişletmemek için bu şâirler hakkında bilgi verilmemiştir. Adı zikredilen şairlerin alfabetik listesi için bk. Eserleri/Manzum Eserleri/Ozanlar

[373] Eğinli Sırma Hanım, Mikdâd Efendi’nin annesidir. Mikdâd Efendi’nin nüfus tezkeresine göre esas adı Âişe’dir. Divriği Kesme Nahiyesi’nden Abdullah Ağa’nın eşidir. Kocasından dört yıl sonra 1891’de İstanbul’da vefât etmiş; Topkapı Mezarlığı’na defnolunmuştur.

[374] Kemal Poyraz (1906-1966), Ahmed Mikdâd Efendi’nin oğludur. 1906’da Erzincan’da doğmuştur. Jandarma başgediklisi olarak görev yapmıştır. 1966’da vefât etmiştir. Erzincan Terzi Baba Mezarlığı’nda annesi Naime Hanım ve babası Ahmed Mikdâd Efendi ile yan yana medfûndur.

[375] Ahmed Mikdâd Efendi’nin kızlarından Hâlide Suad (1913-1987), Erzincan’da doğmuştur. Annesi Mikdâd Efendi’nin ikinci hanımı Naime’dir. Ebubekir Sıtkı İliktekin (1905-1981) ile evlenmiştir. 04/02/1987 tarihinde Ankara’da vefât etmiştir.

[376] Metinde bu dörtlükten sonra gelen altı kıt’a daha önce geçmiş olan kıt’aların tekrarıdır. Bu tekrarın sehven olduğu düşünülerek bu altı kıt’a buraya alınmamıştır.



Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar