Print Friendly and PDF

Translate

Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı 3

|

  

 Umberto Eco

Çeviren:
Kemal Atakay



10

Önsel Felsefi
Diller

Önsel felsefi dillerle birlikte bir paradigma değişimi karşısında buluyoruz kendimizi (kronolojik değil, kuramsal anlamda). Bu ana kadar ele alman yazarlarda kusursuz dil arayışı derin dinsel gerilimlerden esinlenmişken, şimdi ele alacağımız yazarlarda daha çok, insan zihnini bilimsel ilerlemeden uzak tutarak onu bulandıran bütün idolum’hn ortadan kaldırmaya yarayacak bir felsefi dilden söz edilecektir.

Bu yıllarda evrensel bir dile yönelik çağrıların önemli bir bölümünün Britanya adalarından gelmesi raslantısal değildir. Söz konusu olan, İngiltere’nin yayılmacı eğilimlerinin bir belirtisi değildir yalnızca. Dinsel bir güdü de, yani Katolik Kilisesi’nin diliyle özdeşleştirilen Latince’nin reddi de söz konusudur (Latince, hâlâ bilim adamlarının yapıtlarını yazmak ve iletişim kurmak için kullandıkları dildir). Bunun yanı sıra, İngiliz araştırmacılarının kendi dillerinden bunca farklı bir dili kullanmada karşılaştıkları büyük güçlükler de söz konusudur. Charles Hoole, “bir zamanlar oldukça iyi araştırmacılar olan İngilizlerin Latince’yi konuşmadaki bu genel yeteneksizliklerini gözlemleyerek gülen yabancıların sık sık ortaya koydukları alaylar”dan söz eder (bkz. Salmon 1972: 56).

Ticari nedenler de vardı (hatta Frankfurt’taki uluslararası fuarda alışverişleri kolaylaştırma sorunu da bunun bir parçasıydı), eğitimle ilgili nedenler de (özellikle bugünkünden daha kuralsız olduğu zamanlarda İngilizce yazımın zorluklarını düşününüz, bkz. Salmon 1972: 51-69). Bu dönemde sağır dilsizlere dil öğretmeye yönelik ilk denemeler ortaya çıkar; Dalgarno’nun bazı deneyleri de bu amaca yönelik olacaktır. Cave Beck, The Universal Character adlı kitabında (1657) evrensel dil arayışının ticaret açısından insanlığın yararına olacağını ve dilmaçlar tutma gereksinmesinin yol açtığı harcamalardan önemli ölçüde tasarrufa olanak sağlayacağını söyleyecektir. Beck, bunun ardından, neredeyse zorunluluk gereği olarak, evrensel bir dilin İncil’in yaygınlaştırılmasına da yarayacağını ekler. Ancak açıkça belli olduğu üzere, ticaretten söz edildikten sonra, bu sonuncusu da Avrupa uluslarının yeni fetih topraklarında yayılmasının biçimlerinden biri olarak görülür ve Beck ve dönemin öteki kuramcılarında bir saplantı halini alan temalardan biri de uzak toprakların sakinleriyle ilk ticari iletişimi kuran kâşiflerin kullandığı jeste dayalı dildir. 1527’den başlayarak, Alvaro Nunez Cabeza de Vaca Amerika’daki keşiflerini anlatırken, binlerce farklı lehçe konuşan halklarla anlaşmanın güçlüğünü ve kâşifin bu engelden jeste dayalı bir dil vasıtasıyla kurtulduğunu ortaya koymuştu. Beck’in kitabının ilk sayfasında, el hareketleriyle derdini anlatan bir Hintli, bir Afrikalı ve bir Amerika yerlisine onun projesini emanet eden bir Avrupalı gösterilir.

Bilimsel alanda, daha önceki simya dilinin simgesel-alegorik belirsizliklerinden kurtulup, fizik ve doğa alanlarındaki yeni bulgulara uygun sınıflandırmalar bulma yönünde dayanılmaz bir gereksinim baş gösterir. Dalgarno Ars signorum (1661: To the reader) adlı kitabında fazlalıkları, anormallikleri, ikili anlamları ve belirsizlikleri en aza indiren bir dilin acilen gerekli olduğunu ortaya koyar ve bunun halklar arasındaki iletişimi daha iyi bir hale getireceğini, felsefeyi safsatalardan ve anlam tartışmalarından kurtaracağını belirtir. Dolayısıyla, kutsal diller için bir güç olarak görülen yön, yani bu dillerin belirsizliği ve simgesel yoğunluğu, artık bir sınır olarak görülmektedir.

Bacon

Bilimsel yöntemin yenileyicisi Franciş Bacon, kusursuz dille yalnızca marjinal olarak ilgilenir; ancak bu marjinal gözlemlerinin kendisi açısından kayda değer felsefi bir önemi vardır. Bacon felsefesinin yapı taşlarından biri, idola’mn, yani bize ya kendimize özgü, bireysel insan doğamızdan, ya da geleneğin aktardığı felsefi dogmalardan veya dili kullanma tarzımızdan -burada bizi daha yakından ilgilendiren idolcıfori (günlük dilin yanılsamaları) söz konusugelen yanlış fikirlerin yok edilmesidir. Söylemler “halk tabakasının anlayışına göre düzenlenmiş olup, böylesine yanlış ve uygunsuz bir düzenleme zihni olağanüstü ölçüde engellemektedir” (Novum organum, 1,43). Sözcükler aracılığıyla kendini kabul ettiren idola “ya varolmayan şeylerin adlarıdır... ya da varolan; ancak karışık, kötü tanımlanmış ve nesnelerden aceleci ve kısmi olarak çıkarılmış şeylerin adlandır” (Novum organum, I, 60). Karışık bir kavrama örnek, birçok farklı anlamı olan “nem” kavramıdır: Bir başka cismin çevresini kolayca saran; sağlamlık ve bütünlükten yoksun olan; kolaylıkla bütün yönlere yayılan; bölünüp dağılan ya da kolaylıkla birleşip toplanan; kolaylıkla harekete geçen; bir başka cisme kolaylıkla yapışıp onu ıslatan; kolaylıkla sıvı hale geçip çözülen. Şu halde, bilimsel olarak konuşmak isteniyorsa, dili tedavi etmek gerekmektedir.

Bu dil tedavisi fikri özellikle Anglosakson felsefesinde merkezi bir yer edinecektir. Hobbes Leviathan da (1651, IV) dilin kullanımları kadar kötüye kullanımlarının da olduğunu anımsatır: İnsanlar sözcüklerin anlamlarının tutarsızlığı nedeniyle düşüncelerini yanlış olarak kaydettiklerinde; sözcükleri eğretilemeli olarak, yani yaygın anlamlarından farklı olarak kullandıklarında; sözcüklerle istemedikleri şeyi istediklerini ilan ettiklerinde ve sözcükleri karşılıklı olarak birbirlerine acı çektirmek amacıyla kullandıklarında. Locke (Essay conceming human understanding'm III. kitabında, 1690, IX), sözcüklerin kusurlu oluşuyla ilgili olarak şunları söyleyecektir:

Sesler, herhangi bir fikir açısından istence bağlı ve saymaca olduklarından, insan kendisine kendi fikirlerini imlemek için sözcükleri kullanabilir. Bu kişi hep, tutarlı olarak, aynı göstergeyi aynı fikir için kullanırsa, herhangi bir kusur söz konusu olmaz.. . Dilin iletişimde asal arnacı anlaşılmak olduğu için, bir sözcük dinleyende konuşanın zihninde temsil ettiği fikri çağrıştırmazsa, sözcükler bu amaca hizmet etmiş olmazlar.

Bacon’a göre göstergeler iki türlü olabilir: Hiyeroglifler, jestler ve amblemler gibi, bir biçimde imlenen şeyin özelliklerini yeniden üreten excongruo göstergeler (buna biz, ikonik, nedenli göstergeler diyeceğiz); ya da adplacitum, yani nedensiz ve uzlaşımsal göstergeler. Bununla birlikte, uzlaşımsal bir gösterge, tek başına ona karşılık gelen bir sese değil, doğrudan ona karşılık gelen şeye ya da kavrama gönderiyorsa, “gerçek bir karakter” olarak tanımlanabilir: “Harfleri ya da sözcükleri değil, şeyleri ve kavramları dile getiren göstergeler saymaca değil gerçektir” (De augmentis, VI, 1). Bu anlamda Çinlilerin yazı imleri gerçek karakterlerdir; bunlar, imledikleri nesneyle hiçbir benzerlikleri olmaksızın, kavramları temsil ederler. Görüldüğü gibi, Kircher’den farklı olarak Bacon, Çin ideogramlarmm göstergesel belirsizliğinin farkına varmıyordu; ancak bu duyarsızlık öteki yazarlarla paylaştığı ortak bir noktadır. Wilkins de, bu tür karakterlerin yol açtığı güçlük ve çetrefilliklerin ötesinde, onların biçimleri ile temsil ettikleri şey arasında herhangi bir benzerlik sergilemediklerini belirtecektir (Essay, s. 451). Bu değerlendirme farklılıklarının olası bir nedeni, belki de Kircher’in Çin’deki Cizvit rahiplerinden ilk elden bilgiler almasıydı, dolayısıyla Çin ideogramlarmı dolaylı ilişkiler aracılığıyla öğrenen İngiliz bilim adamlarına oranla bu ideogramlar hakkında daha fazla şey biliyordu.

Bacon’a göre bu ideogramlar, sözel bir dilin dolayımmdan geçmeksizin doğrudan bir kavramla ilişki kuran göstergelerdir. Çinlilerle Japonlar farklı diller konuşup nesnelere değişik adlar vermekle birlikte, aynı ideogramları tanıdıkları için, yazı yazdıklarında birbirlerini anlayabilmektedirler.

Lodwick’in söyleyeceği gibi, salt uzlaşımsal olarak “gök” için “o” imi kullanılmaya karar verilse bile, bu nesne göstergesi bir ses göstergesi’nden farklı olacaktır;

çünkü “gök” sesini ya da sözcüğünü değil, bizim gök adını verdiğimiz, Latinlerin coehım adını verdikleri, vb. şeyi imleyecektir; öyle ki, bir kez kabul edildiğinde, bu tür bir gösterge, aynrşeye Latinlerin ne dedikleri sorulmaksızm, gök olarak okunacaktır... Benzer bir örnek, 1, 2, 3 sayısal göstergeleri için verilebilir: Bunlar, farklı halklann birçok dilde bu rakamları dile getirdikleri sesleri değil, üzerinde uzlaştıkları ortak kavramı imlerler (Sloane Elyazması 897 folyo 32r, aktaran Salmon 1972).

Bacon, nesnenin imgesini taşıyan ya da doğasını açığa çıkaran bir yazı imini düşünmemektedir; onun yazı imi, kesin bir kavrama gönderme yapan uzlaşımsal bir göstergedir. Bacon’un sorunu, bir temel kavramlar alfabesi oluşturmaktır. Bu anlamda, Historia naturalis et experimentalis’m eki olarak düşünülen, 1622 yılında yazdığı Abecedarium Novum Naturae, kusursuz bir dil projesinden farklı olan, bir bilgiyi düzenleme girişimini gösterir (bkz. Blasi 1992, Pellerey 1992a). Gene de, sözgelimi Bacon’un Yunan alfabesinin harflerini bir bilgi diziniyle bağlantılandırması (buna göre, a “denso et raro”; e “de volatile et fixo”; eeee “de naturali et monstruoso” ve ooooo “de auditu et sono” anlamına geliyordu) daha sonraki incelemeciler için bir esin kaynağı oluşturacaktır.

Comenius

Bu entelektüel ortamda Comenius ya da Jan Amos Komensky’nin etkisi belirgin bir nitelik kazanır. İlginç bir etkidir bu; çünkü John Huss reformunun mistik kolu olan Böhme Kardeşler Tarikatı’ndan olan Comenius, 1623 yılında Çekçe yazdığı Dünya Labirenti adlı yapıtının da gösterdiği gibi, belli görüş ayrılıklarıyla da olsa Gül-Haç ruhaniliği çevresinde yer alıyor ve İngiliz ortamının bilimsel kaygılarıyla pek az ortak noktası var gibi görünen bir dinsel gerilimle hareket ediyordu. Ancak bu kültürel etkileşim hakkında Yates (1972; 1979) yeterince yazmıştır; dolayısıyla bir kez daha, ilginç ve karmaşık bir kültürel coğrafya ile karşı karşıyayız, kusursuz dil tarihi bu kültürel coğrafyanın birçok bölümünden yalnızca birini oluşturur (bkz. Rossi 1960, Bonerba 1992, Pellerey 1992a: 41-49).

Comenius’un çabaları pansofi geleneği içinde yer alır; ancak Comenius’un pansofi çabasının ardında eğitsel bir kaygı söz konusudur. 1657 yılında yayımlanan Didactica magna’da Comenius, gençlerin eğitimi siyasal, toplumsal ve dinsel bir reformun ilk adımını oluşturduğu için, bir öğretim reformu önerir. Eğitmen öğrencilere, onların duyularına ve imgelemsel yetilerine güçlü bir biçimde işleyen imgeler vermelidir; bu yüzden, eğitmen görünür şeyleri görme duyusunun, duyulur şeyleri işitme duyusunun, kokulan koku alma duyusunun, tatları tat alma duyusunun ve dokunulur şeyleri dokunma duyusunun algılayacağı biçimde aktarmalıdır.

Latince öğretimine yönelik bir elkitabı olan 1631 tarihli Janua linguarurn da, Comenius öğrencinin sözü edilen şeyleri hemen görsel olarak algılaması gerektiği üzerinde duruyor ve aynı zamanda sözcüklerin belirli bir fikir mantığına göre (dünyanın yaradılışı, öğeler, mineral, bitki ve hayvan dünyaları; Didactica magna’da Bacon’un bilginin düzenlenmesi girişimine göndermeler de yer ahr) gönderdikleri temel kavramları gruplandırmaya çalışıyordu. Aynı şekilde, Orbis sensualiumpictus quadrilingııis’te (1658), Comenius, dünyaya ve insan eylemlerine özgü bütün temel şeyleri içeren resimli bir sınıflandırma yapmaya çalışmış ve temsil edilen şeylerle belirgin ikonik ilişkisi olan, tatmin edici çizimler elde edebilmek için yapıtın yayımlanmasını geciktirmiştir (dönemin birçok yapıtından farklı olarak, bu çizimler yalnızca süs amacı taşımıyordu). Kitapta, temsil edilen nesnelerin sözel adları yalnızca başlıklar, açıklamalar, bütünleyici öğeler olarak belirir, o kadar ki, kitabın başına, her harfin yanma çıkardığı ses o harfin sesini anımsatan hayvanın resminin eklendiği bir alfabe konur. Böylece Comenius, dil ile hayvan sesi arasında, Harsdörffer’in Alman diliyle ilgili fantezilerini yakından anımsatan bir onomatopi ilişkisi kurmuş olur: “Die Krâhe krâchzet, cornix cornicatur, la cornacchia gracchia, la Corneille gazoüille (karga gaklar)” ya da “Die Schlange zichtet, Serpens sibilat, il Serpe fsschia (sic), le Serpent siffle (yılan tıslar).”

Comenius, retorik süsleri, belirsizlik kaynaklarını ortadan kaldıracak, sözcüklere başlangıçtaki anlamlarını yeniden kazandırıp, her şey için tek bir ad kullanmak suretiyle sözcüklerin anlamını net olarak belirleyecek bir dil reformu önerdiği Pansophiae Christianae liber lll’de (1639-1640), doğal dillerin kusurlarının kapsamlı bir eleştirisini yapar. Yapay bir dil için yönergeler, 1668 tarihli Via lucis’te yer alır. Bu yapıtta pansofi artık yalnızca bir eğitim yöntemi değildir, ütopik bir görü niteliği edinir. Bu ütopyada bir dünya kurulu, “Panglossia” adlı tekbir felsefi dilin konuşulacağı kusursuz bir devletin kurulmasını sağlayacaktır. Bu yapıt, Otuz Yıl Savaşı sırasında Avrupa’da sürgün olan Comenius’un Londra’ya geldiği 1641 yılından önce yazılmıştı ve elbette metnin elyazması İngiliz kültür ortamında dolaşıyordu (örneğin, bkz. Cram 1989).

Burada Comenius, Latince’nin siyasal ye yapısal sınırlarını aşabilecek bir kusursuz dili ana çizgileriyle verir (şu da var ki, Comenius hiçbir zaman bu dili bütün ayrıntılarıyla kurmayacaktır). Yeni’dil, öyle bir dildir ki, “onu oluşturan sözlük, gerçekliğin oluşumunu yansıtır, sözcüklerin kesin ve tek bir anlamı vardır, her içeriğin anlatımı ve her anlatımın içeriği vardır, içerikler hayal ürünü yaratılar değil, gerçekten varolan şeylerdir” (Pellerey 1992a: 48).

Buradaki çelişki şudur: Comenius, her şeyin, bitmez tükenmez bir Tanrı arayışını teşvik edecek şekilde, “devinimsiz bir hakikat”ın uyumuna bağlı olarak birbirleriyle bağlantılı olduğu bir pansofi arayan Gül-Haç esinlenmeli bir ütopyacıdır; ancak bu ütopyacı, başlangıçtaki haliyle kusursuz bir dili yeniden bulabileceğine inanmadığından ve eğitsel nedenlerle etkili yapay bir yöntem aradığından, çok daha laik esinlenmeli İngiliz ütopyacılarınm eseri olacak olan bir felsefi dil arayışının ana çizgilerini oluşturur.

Descartes ve Mersenne

Bununla eşzamanlı olarak ya da hemen hemen eşzamanlı olarak, kavramsal göstergeler dili sorunu, Fransız ortamında tartışılır; ancak şüpheci bir bakış açısından. 1 629’da, Peder Marin Mersenne, Descartes’a Des Vallees adlı birisinin bir “yeni dil” projesini gönderir. Tallemant de Reaux’nun (Les historiettes, 1657, 2, Le Cardinal de Richelieu) söylediğine göre, bu kişi büyük bir dil yeteneği olan bir avukattır ve “bütün dilleri anlamasını sağlayan bir köken anadil” bulduğunu iddia etmektedir. Kardinal Richelieu ondan projesini yayımlamasını istemiş, o, böyle bir gizi ancak bir devlet geliri karşılığında açıklayabileceği yanıtını vermişti. “Kardinal onun bu isteğini kabul etmedi ve giz Des Vallees’le gömüldü.”

Mersenne’e yazdığı 20 Kasım 1629 tarihli bir mektupta Descartes, Des Vallees’in önerisi hakkmdaki izlenimlerini aktarır. Descartes, her dil için, o dilin sözcüklerinin anlamını ve dilbilgisini öğrenmek gerektiğini belirtir. Sözcüklerin anlamı için iyi bir sözlük yeterli olsa bile, dilbilgisinin öğrenilmesi zordur. Bununla birlikte, kullanımın yozlaştırdığı doğal dillerin kuralsızlıklarından arındırılmış bir dilbilgisi oluşturularak, sorun çözülebilir. Bu yolla basitleştirilen bu dil, onun lehçeleri gibi görünecek olan öteki dillere oranla daha ilksel görünecektir. Ve (aimer ile phileîn gibi, öteki dillerde adlan eşanlamlı olan) eylemlerin ilksel adlan belirlendikten sonra, örneğin buna karşılık gelen adı elde etmek için belirli ekler eklemek yeterli olacak nr. Dolayısıyla, her ilksel terimi bir sayıyla kaydederek evrensel bir yazı sistemi çıkarılabilecektir; bu sayı söz konusu terimin değişik dillerdeki eşanlamlılarına gönderecektir.

Bununla birlikte, bir de bu terimler için seçilecek ses sorununu çözmek gerekecektir; çünkü belli sesler bir halk için hoş ve kolayken, bir başka halk için nahoş olabilir. Bu yüzden bu seslerin öğrenilmesi güç olacaktır. İlksel terimler için insan kendi dilindeki eşanlamlılardan yararlanırsa, o zaman bu öteki halklar tarafindan anlaşılmayacak ancak yazılı olarak anlaşılabilecektir. Sonra bütün bir sözlüğü öğrenmek gerekirse, o zaman bu büyük bir çabayı gerektirecektir, bu durumda Latince gibi birçok kişinin zaten bildiği uluslararası bir dilin kullanılmaması için bir neden kalmaz.

Descartes bunları söylemekle yetinse, o yıllarda ortada dolaşan bazı fikirleri yinelemekten başka bir şey yapmamış ve poligrafiler sorununa değinmiş olacaktı; zaten Descartes’m yalnızca “gizemleri ve vahiyleri okumaya” yaradığını söylediği gizemli diller hakkındaki bazı çekincelerini anlamak için, poligrafıleri, dolayısıyla Kircherci ortamı düşünmek gerekir. Ancak bu noktada Descartes temel sorunun bir başkası olduğunu belirtir. İlksel adları yalnızca öğrenmek değil, anımsamak için de, bunların sayılar düzeniyle aynı mantığa sahip bir fikirler ya da düşünceler düzenine karşılık gelmesi gerekecektir (sayılar düzeninde sayıların hepsini öğrenmemiz gerekli değildir, sayıların ardıl olarak üretilmesini öğreniriz). Ancak bu sorun, açık ve anlaşılır bir fikirler sistemini tanımlayabilecek Gerçek Felsefe sorunuyla örtüşün Düşünebileceğimiz bütün fikirlerin üretilebileceği yalın fikirlerin hepsini sıralamak ve her birine bir yazı imi atfetmek mümkün olsaydı, o zaman sayılar için yaptığımız gibi bu tür bir düşünce matematiği oluşturabilirdik; oysa dillerimizin sözcükleri, karışık düşüncelere gönderme yapar.

Ben böyle bir dilin olanaklı olduğu ve bu dili olanaklı kılacak bilimin bulunabileceği kanısındayım. Bu dil aracılığıyla köylüler hakikat hakkında şimdi filozofların verdiğinden daha iyi hüküm verebileceklerdir. Ancak söz konusu dilin kullanıldığını hiçbir zaman görebileceğimi sanmıyorum: Bu dil, eşyanın düzeninde büyük değişiklikleri öngörmekte ve öncelikle bütün dünyanın bir yeryüzü cenneti olmasını gerektirmektedir, bu ise ancak romanslar ülkesinde önerilebilecek bir şeydir.

Görüldüğü gibi, Descartes, Bacon’la aynı sorunları ortaya koyuyordu; ancak Bacon’dan farklı olarak sorunu bireysel bakımdan ele almak amacında değildi. Descartes’m gözlemleri sağduyunun izini taşıyordu ve bunları yazdığı sırada Discours de la methode’da gerçekleştireceği açık ve anlaşılır fikirler araştırmasını henüz gerçekleştirmemiş olsa bile, biliyoruz ki Descartes daha sonra da kusursuz bir dilin temelini oluşturacak bir fikirler sistemi ya da grameri geliştirmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir. Descartes’m Principia Philosophiae’da (I, XLV1II) bir ilksel kavramlar listesi verdiği doğrudur ve bunlar kalıcı tözlerdir (sıra, sayı, zaman, vb.); ancak, bu listeden bir fikirler sistemi çıkarılabileceğine dair herhangi bir işaret yoktur (bkz. Pellerey 1992a: 25-41 veMarconi 1992).

Karakter ve Özellikler Üzerine
İngiliz Tartışması

1654’te John Webster, Academiarum examen’i yazar. Bu, akademi dünyasına karşı bir saldırı olup, akademi çevresinin evrensel dil sorununa yeterli dikkati göstermediğinden yakınmaktadır.

Webster da, bu dönemde İngiltere’deki başka birçok kimse gibi, Comenius’un öğretisinden ve onun evrensel dil çağrısından etkilenmişti. Bu yüzden Webster, “Bir Hiyeroglif, Amblem, Simge ve Kriptografi Öğretim”inin doğuşunu haber verip, genel olarak cebir ile matematik imlerinin yararına değinir: “Sayılar ve rakamlar adını verdiğimiz sayısal işaretler, mineralleri gösteren imler ve kimyadaki başka birçok şey, hep aynı olmalarına ve değişmemelerine karşın, Avrupa’nın bütün halklarınca anlaşılmaktadır, dolayısıyla okundukları zaman herkes bunları kendi ülkesinin dilinde ya da ağzında telaffuz eder” (s. 24-25).

Webster, değişik yazarların Bacon’un ilk önerileri doğrultusunda söyledikleri şeyleri (örneğin, Gerhard Vossius’un De arte grammatica, 1635,1.41 ’de dile getirdiği evrensel kavram göstergeleri yazısına olan inancına ve umuduna bakınız) yineliyor gibidir. Ancak daha sonra Royal Society’yi kuracak olan bilimsel çevrede bulunan insanlar, burada Peder Kircher’in en önemli savunucusu olduğu hiyeroglif dillerine bir çağn sezerler: Gerçekten de, Webster “insanların kurumsal diline karşıt bir doğa dili”ni düşünmektedir (bkz. Formigari 1970, 37).

1654’te Seth Ward, Wilkins’in bir giriş yazısı yazdığı Vindiciae academiarum adh kitabıyla akademi dünyasını savunan bir yanıt verir ve karşıtının mistik eğilimlerini ortaya koyar (bkz. Slaughter 1982: 138 vd.). Ward, elbette bir gerçek karakter arayışına karşı olmadığını belirtir ve bunun önce Viete’in (XVI. yüzyıl), daha sonra da Descartes’ın önerdiği cebir modeline -bu modelde, alfabenin harfleri, genel nicelik simgeleri yerine geçmektedirdayandırılmasından yanadır. Ancak Ward’un düşündüğü karakterin, Webster’m arzuluyor göründüğü karakter olmadığı ortadadır.

Ward, sözünü ettiği gerçek karakterin, Kabalacılarla Gül-Haçlarm boş yere İbranice’de ve Âdem’in nesnelere verdiği adlarda aramış oldukları şeyi gerçekleştirmesi gerektiğini belirtir. Wilkins giriş yazısında Webster’ı bön ve fanatik biri olmakla suçlayarak, eleştirinin dozunu artırır; daha sonra kapsamlı olarak ele alacağımız Essay’ini

yazdığında da, okura yönelik giriş mektubunda, adını vermemekle birlikte Webster’a çatmayı sürdürecektir.

Elbette, bir biçimde, mistiklerin arayışı ile “bilim adamlan”nın arayışı arasında ortak bir şeyler vardı. Bu yüzyılda karşı saflarda mücadele eden yazarlar arasında bile karşılıklı etkiler konusu oldukça karmaşık olup, sık sık felsefi dillerle Yeni-Llullculuk ve Gül-Haççılık arasındaki ilişkilerden söz edilmiştir (bkz. Ormsby-Lennon 1988, Knowlson 1975: 876 ve doğal olarak Yates ile Rossi). Ancak Ward’unki gibi bir konum, Wilkins’in ona sağladığı destekle birlikte, Âdem diliyle ilgili önceki araştırmaların hepsine oranla, laik bir nitelik ortaya koyar. Şunu yinelemekte yarar var: Burada yitmiş bir başlangıç dilinin aranması değil; yeni, yapay, felsefi ilkelerden esinlenen bir dilin aranması söz konusudur. Bu dil, rasyonel araçlarla, hep aranan ancak asla tam olarak yeniden bulunamayan her tür kutsal dilin getiremediği çözümü getirecektir. Bütün kutsal ve ilksel dillerde -en azında bu şekilde sunulan dillerdeanlatıma oranla, asla tam olarak sınırlan çizilemeyen bir içerik fazlasıyla karşılaştık. Şimdi ise, benzersiz bir impositio nominum edimiyle, anlatım ile içerik arasında bütüncül bir uyumun gerçekleştirileceği bilimsel (ya da felsefi) bir dil aranmaktadır.

Ward ve Wilkins gibi insanlar, mistiklerin düşünceleriyle doğrudan yarış içinde, bir tür yeni bir Âdem’liğe soyunurlar. Öyle olmasa, Wilkins’in Essay’in başındaki okura yönelik mektupta neden kendi felsefi dilinin “yapmacık anlatımlar ardında gizlenen kaba hataları açığa çıkararak, dindeki çağdaş farklılıklarımızdan bazılarını açıklamaya” katkıda bulunabileceğini açıkçabelirttiğine bir açıklama getirilemezdi. Wilkins’e göre, “bir kez felsefi olarak açıklanıp, sözcüklerin gerçek ve doğal önemine uygun olarak dile getirildiklerinde” bu hataların “birer tutarsızlık ve çelişki olduğu açığa çıkacaktır” (Bir).

Bu, geleneğe karşı açılmış bir savaş ilanı, dil kasılmalarına karşı değişik bir tedavi vaadidir; XX. yüzyılda dil çözümlemesini birçok metafizik kavramın çürütülmesinde bir araç haline getirecek olan, belirgin olarak Britanya etiketli şüpheci-analitik akımın ilk tezahürüdür.

Llullcu değişik etkilere karşın, bu ortamda Aristoteles’in sınıflandırma sistemine bağlı kalınarak hareket edildiğine kuşku yoktur ve Ward’un önerisi de bu niteliğini hemen belli eder: Yeni “karakteristik” ya da kavramsal göstergeler dili, gerçek karakterlerin yanı sıra, ilksel özellikler bileşimi ölçütünden de yararlanmalıdır. Bu ölçütte “sözcükler basit kavramları imledikleri ya da basit kavramlara aynştınlabildikleri için, şurası açıktır ki, her tür basit kavram belirlenip simgelerle gösterilirse, bunların sayısı nispeten çok az olacak... bileşim ölçütleri de kolaylıkla bilinecektir; daha karmaşık yapıda olanlar da hemen anlaşılacak, kendilerini oluşturan bütün öğeleri gözler önüne serecek, böylece şeylerin doğasını belirgin kılacaklardır” (Vinciıciae, s. 21).

İlksel Kavramlar ve İçeriğin Düzenlenmesi

Kavramların yansıttığı şeylere değil de doğrudan kavramlara gönderme yapan karakterler oluşturabilmek için, iki koşul gerekmektedir: (i) ilksel kavramların belirlenmesi; (ii) bu ilksel kavramların bir içerik düzenleme modelini temsil eden bir sistem içinde düzenlenmesi. Şimdi, neden bu dillerin felsefi ve önsel diller olarak tanımlandığı anlaşılmaktadır. Doğal dillerden bağımsız olan, dolayısıyla önsel olarak koyutlanması gereken bir tür bir “fikirler grameri” belirlemek ve düzenlemek gerekmektedir. Ancak bu içerik düzenlemesi ortaya konduktan sonra, o düzenlemeyi dile getirebilecek karakterler oluşturulabilecektir. Şu halde, daha sonra Dalgarno’nun belirteceği gibi, filozofun çalışması, dilcinin çalışmasından önce gelmelidir.

Sözcükleri dile getiren rakamlar bulmak için (poligrafilerde olduğu gibi), bir dilin sözcüklerinin varolan listesine başvurmak yeterlidir. Buna karşın, şeylere ya da kavramlara gönderen karakterler bulmak farklı bir şeydir: Bir şeyler ve kavramlar listesine sahip olmak gerekir. Bir doğal dilin sözcükleri sınırlı sayıda, buna karşın adlandırılması gereken şeyler potansiyel olarak (fiziksel olarak varolan şeylerden zihinsel varlıklara, her tür nitelik ve durumun ilineklerine kadar) sonsuz olduğu için, gerçek karakter sorununu gündeme getirmek demek, yalnızca her şeyi kapsayan ama aynı zamanda da bir biçimde sınırlı bir envanter oluşturmak gibi ikili bir sorunu gündeme getirmek demek değildir. Bir de, hangi şeylerin ya da kavramların genelde daha yaygın olduğunu belirlemek, sonra ilksel özellikler bileşimi ilkesine göre üretilmiş bütün kavramları tanımlamak söz konusudur. Bir dilin dile getirdiği olası bütün içerikler, atom bileşimlerine ya da semantik özelliklere indirgenebilecek “moleküler” eklenmeler dizisi olarak tanımlanmalıdır.

Sözgelimi, HAYVAN, KÖPEKGİL, KEDİGİL gibi semantik özellikler bir araya getirildiğinde, yalnızca 3 özellikle 4 anlatımın içerikleri çözümlenebilir:


HAYVAN

KÖPEKGİL

KEDİGİL

köpek

+

+

-

kurt

+

+

-

kaplan

+

-

+

kedi

+

-

+

Şekil 10.1


Ancak içeriği çözümleyen özellikler, çözümlenen dille hiçbir ilişkisi bulunmayan kendilikler olmalıdır: KÖPEKGİL özelliği, köpekgil sözcüğüyle özdeşleştirilmemelidir. Özellikler, bir biçimde doğuştan gelen, dil ötesi kendilikler olmalı ya da o şekilde koyutlanmalıdırlar, tıpkı bir bilgisayara bir dilin her sözcüğünün, programcının belirlediği özelliklere indirgenebildiği bir sözlük yüklendiğinde olduğu gibi. Bununla birlikte, sorun, bu özelliklerin nasıl belirleneceği ve sayılarının nasıl sınırlanacağıdır. Eğer ilksellerle, “basit” kavramlar kastediliyorsa, ne yazık ki basit kavramı tanımlamak oldukça güçtür. Sıradan bir konuşucu için “insan” kavramı “memeli” kavramına oranla daha basittir, yani anlaşılması daha kolaydır, oysa “memeli”nin insan kavramını oluşturan bir özellik olması gerekmektedir; ayrıca, bir sözlüğün, yapmak gibi fiillere oranla enfarktüs gibi terimleri tanımlamasının daha kolay olduğu belirtilmiştir (Rey-Debove 1971: 194 vd.).

İlksellerin bizim dünya deneyimimize bağh olduğu ya da Russell’ın önerdiği gibi (Russell 194Ö) anlamını gösterme yoluyla öğrendiğimiz “sözcük-nesne”ler olduğu söylenebilir (çocuğun, kırmızı sözcüğünü, “kırmızı” olgusunun değişik halleriyle bağlantılandınldığını görerek öğrenmesi gibi). Bunun aksine, örneğin Antarktika ya da elzem gibi, sözlükteki başka sözcükler aracılığıyla tanımlanabilecek “sözlük sözcükleri” vardır. Ancak en başta Russell kendisi bu ölçütün belirsizliğini saptar; çünkü pentagram’m birçok konuşucu için bir sözlük sözcüğü olduğunu, buna karşılık yerdeki halılarda bir süs motifi olarak pentagramların bulunduğu bir odada büyüyen çocuk için bir sözcük-nesne olduğunu kabul eder.

Ya da ilksellerin Platoncu felsefenin doğuştan gelen ideleri olduğu söylenebilir. Bu konum felsefi açıdan kusursuz olacaktır; ancak şu var ki, Platon bile doğuştan gelen evrensel idelerin hangileri ve sayılarının kaç olduğunu tatmin edici bir biçimde belirlemeyi başa ramamıştır. Ya her doğal cins için bir ide vardır (öyleyse “at idesi” varsa, “ornitorenk idesi”nin de olması gerekir) ya da çok daha soyut olan az sayıda ide vardır (Bir ve Çok, İyi, matematik kavramları gibi); ancak böylesine soyut özelliklerin bileşimiyle ne bir at ne de bir ornitorenk tanımlanabilir.

Öyleyse farz edelim ki, ikili ayrımlar yoluyla düzenlenmiş bir ilkseller sistemi belirlensin; bu öyle bir sistem olsun ki, terimleri arasındaki sistematik ilişkiye bağlı olarak, sonlu olup, bize her terimi ya da ona karşılık gelen kavramı tanımlama olanağı versin. Böyle bir sistemin iyi bir örneği, sözlükçülerin bize sunduğu, altanlamlar ile üstanlamlar arasındaki karşılıklı örtüşmedir. Bu, örtüşme sistemi hiyerarşik olarak bir ikili ayrımlar ağacı biçiminde düzenlenir. Her altanlam çiftine tek bir üstanlam karşılık gelir; her üstanlam çifti de, bir üst aşamadaki üstanlamm altanlam düzeyini oluşturur ve bu böyle devam eder. Sonunda, örtüşmesi gereken terimlerin sayısı kaç olursa olsun, ağaç ana üstanlama doğru daralıp onunla son bulur. 


Bu tür bir yapı, birçok çağdaş yazara göre, içeriğin ansiklopedi değil, sözlük kategorileri içinde tanımlanmasına dayalı anlamsal olguları açıklayabilecektir; bir başka deyişle, böyle bir yapıda içerik dünya bilgisi verileri temelinde değil, üstdilsel ilkseller temelinde çözümlenir (kaplanların, derilerinde birtakım çizgiler bulunan san kediler olduğunu söylemek, dünya bilgisi verilerine dayalı, yani ansiklopedik tanımlamaya bir örnektir). Özellikler analitik olacak, yani içeriğin tanımının gerekli koşulunu oluşturacaklardır (kedi zorunlu olarak bir kedigil ve bir hayvan olarak tanımlanacaktır; kedi bir hayvan değildir kesinlemesini yapmak çelişkili olacaktır; çünkü HAYVAN analitik olarak kedi tanımının bir parçasını oluşturacaktır). Ayrıca, analitik yargıları, dildışı ya da ansiklopedik bilgilere gönderen sentetik ya da olgusal yargılardan ayırmak mümkün olacaktır: Kaplanlar insanları yiyor gibi anlatımlar dünya bilgisine bağlı olacak; çünkü sözlüksel yapı bu tür anlatımlara olanak vermeyecektir.

Bununla birlikte, bu yapı bize kedi ile kaplan arasındaki farkı tanımlama olanağı sağlamadığı gibi, köpekgil ile kedigil arasındaki farkı tanımlama olanağı da sağlamayacaktır. Bu yüzden, sınıflandırmaya farkları sokmak gerekmektedir. Tanımla ilgili incelemelerinde Aristoteles, sonradan, Ortaçağ geleneğinde “Porphyrios Ağacı” olarak bilinecek olan şey de Aristoteles’e dayanmaktadır (çünkü bu kuram kaynağını, Yeni-Platoncu Porphyrios’un II.-III. yüzyılda yazılmış Isogoge’undan almaktaydı ve İngiliz gerçek karakter tasarımcılarının kültüründe, ikame edilemez bir model olarak yaşamını sürdürmekteydi)-, iyi bir tanımın şöyle olması gerektiğini düşünüyordu. Bir şeyin özünü tanımlamak için öyle öznitelikler seçilmelidir ki; sonunda, bu özniteliklerden her biri tek başına alındığında, özneden daha büyük bir kaplama sahip olsa da, özniteliklerin hepsi birlikte öznenin kaplamına eş bir kaplama sahip olmalıdır (Analytica posteriora II 96a, 35). Aristoteles her cinsi iki farka bölüyor, bu farklar bir karşıtlar çifti oluşturuyordu. Her cins ile cinsi ikiye bölen farklardan biri, bir sonraki türü oluşturuyor; bu sonuncusu da, yanındaki cins ve oluşturucu öğelerinin farklılığıyla tanımlanıyordu.

Bu yüzden, Şekil 10.3’te görüldüğü gibi, Porphyrios Ağacı insanla doğa gücü olarak anlaşılması gereken tanrı arasındaki ve insanla hayvanlar arasındaki farkı tanımlayacaktır. Şekil 10.3’te, büyük harfler cins ve türleri, küçük harfler ise özgül farkları ya da yalnızca tek bir türde beliren ilineksel ayrıntıları gösterir. Görüldüğü gibi, şekildeki ağaç İnsan’ı “ölümlü, rasyonel hayvan” olarak tanımlama olanağısağlamaktadır ve insan olmayan ölümlü, rasyonel hayvan olmayacağından (ya da tam tersi), bu tanım tatmin edici kabul edilir.

Ne yazık ki, bu bölümlemede, yeni farklar eklenmedikçe, henüz hangi anlamda “at”, “köpek” ve “kurt”un, “kedi” ile “kaplan”ın birbirlerinden farklı olduklarını söylemek mümkün olmayacaktır. Üstelik, görülüyor ki, farkların tek bir türde belirmesi gerekirken, bu ağaçta farklardan bazıları (ölümlü/ölümsüz gibi), iki tür altında belirmekte ve bu noktada, yalnızca köpek ile kedi değil, menekşe ile gül, elmas ile safir, melekler ile şeytanlar birbirinden ayırt edilmek istendiğinde, söz konusu farklann ağaçta yeniden kullanılıp kullanılmayacağım belirlemek güçleşmektedir. 

Şekil 10.4 Sınıf memeliler, alt sınıf eteneliler, takım etçiller.

Modern zoolojide ikili aynm bölümlemesi kullanılır ve köpek ile kurt, kedi ile kaplan taksonomik birimlerin (taksonlar) ikili ayrımı aracılığıyla birbirinden ayırt edilir (Şekil 10.4).

Ancak günümüz zoologu, taksonomisinin sınıflandırdığını ancak tanımlamadığını, şeylerin doğasını açıklamadığını da çok iyi bilir. Taksonomi, alt taksonlarm bağıntı yoluyla üst taksonlara bağlandığı bir zincirleme sınıflar sistemi sunar (herhangi bir şey canis familiaris ise, aynı zamanda canis, köpekgil ve yarıkayaklı olmak zorundadır). Ancak “köpekgil” ya da “yarıkayaklı”, zoolojik sınıflandırma kapsamında ilkseller olarak işlev görmekle birlikte, bunların semantik açıdan ilkseller olması söz konusu değildir. Zoolog, “köpekgiller” taksonunda köpekgiller familyasına ait, “etçillerde” ise etçiller takımına ait bir dizi ortak özellik sıralaması gerektiğini bilir, tıpkı ilksel olmayan “memeli” teriminin, aşağı yukarı “yavrularını, süt bezlerinden salgılanan süt aracılığıyla besleyen doğurgan hayvan” anlamına geldiğini bildiği gibi.

Bir töz adının göstermesel (designativo) olması (yani tözün ait olduğu cinsi göstermesi) ile tanısal olması, yani saydam, kendini tanımlar olması arasında fark vardır. Linnaeu.s’un sınıflandırmalarında (Species plantarum, 1753), Arundo calamogrostis ve Arundo arenana gibi aynı cinse ait iki tür verildiğinde, göstermesel adlar bunların aynı familyaya ait olduğunu gösterir ve aralarında bir fark bulunduğunu ortaya koyar. Ancak daha sonra, Arundo calamogrostis için “calycibus unifloris, culmo ramoso”, buna karşın Arundo arenaria için “calycibus unifloris, foliis involutis, mucronato-pungentibus” belirlemesi yapılarak, bunların özellikleri tanısal olarak açıklığa kavuşturulur (bkz. Slaughter, 1982: 80). Ancak bu betimlemede kullanılan terimler, artık taksonlarm üstdilinin terimleri gibi sözde ilkseller olmayıp, tanısal amaçla kullanılan doğal dilin terimleridirler.

Oysa, önsel dil tasarımcılarına göre, her anlatım öğesi, anlam karışıklığına yol açmayacak tarzda, gösterilen şeyin bütün özelliklerini dile getirmelidir. Bundan sonraki bölümlerde inceleyeceğimiz projelerin belirleyici özelliği, bu çelişkidir.

11

George Dalgarno

G

eorge Dalgarno’nun Ars signorum’\ın\ın (1661), eleştirel olarak ayrıntılı bir çözümlemesini vermek olanaksızdır. Wilkins’m çizelgelerinden farklı olarak, Dalgarno’nun çizelgeleri üstünkörüdür ve örnekler kısmında metnin dili oldukça anlaşılmaz, kimi zaman çelişkili ve hemen her zaman geniş ölçüde amştırmalıdır. Dalgarno’nun yapıtı, özellikle gerçek karakter örneklerinin verildiği bölümlerde baskı hatalarıyla doludur ve bu tür dillerde bir harfte yanlışlık yapıldığında, karakterin anlamı değişmektedir (bu arada, baskı hatalarına düşmedeki bu kolaylığın, bu dilleri yaratanların bile onları yönlendirmede karşılaştıkları güçlüklere tanıklık ettiğini belirtelim).

Dalgarno, yaşamının büyük bir bölümünü Oxford’da, özel bir lisede (grammar school) öğretmenlik yaparak geçiren İskoçyah bir öğretmendi. Dönemin Oxfordlu bütün bilginleriyle temas halindeydi; kitabının başındaki teşekkür çizelgesi, Ward, Lodvvick ve Böyle, aynı zamanda da Wilkins gibi kişilerin adlarını içerir. Kuşkusuz, Wilkins Essay’i hazırlarken (yedi yıl sonra yayımlanmıştır) Dalgarno ile irtibat halindeydi ve ona çizelgeleriyle ilgili projeleri hakkında bilgi vermişti. Ne var ki, Dalgarno bunları fazla ayrıntılı bulmuş ve kendi görüşüne göre daha yalın bir başka yolu seçmişti; ama Wilkins projesini açıkladığında, Dalgarno onun kendi yapıtını intihal ettiği kuşkusunu dile getirdi. Oysa bu haksız bir suçlamaydı; çünkü Wilkins aslında Dalgarno’nun yalnızca vaat etmiş olduğu şeyi gerçekleştirmişti, öte yandan önceki yıllarda Dalgarno’nun projesini değişik tarzlarda önceleyen yapıtlar yayımlanmıştı. Ama Wilkins, Dalgarno’nun suçlamasından alınmış; Essay’de yapıtım esinleyen ve birlikte çalıştığı birçok kimseye borcunu dile getirirken, Dalgarno’nun adını anmamıştır (b2r’de “öteki kişi” şeklindeki dolaylı değinmeyi saymazsak).

Her durumda, Oxford çevresi Wilkins’in projesini daha ciddiye aldı. Mayıs 1668’de Royal Society, projenin olası uygulamalarını incelemek üzere bir kurul oluşturdu; bu kurulda Robert Hooke, Robert Böyle, Christopher Wren ve John Wallis yer alıyordu. Gerçi bu tartışmanın somut sonuçlarıyla ilgili bilgiler yok elimizde; ancak daha sonraki gelenekte, Locke’tan Encyclopedie’ye, Wilkins her zaman en güvenilir projenin yaratıcısı olarak anılır. Dalgarno’ya daha büyük bir saygı ve dikkatle yaklaşan tek kişi olasılıkla Leibniz’tir. Leibniz ansiklopedinin taslaklarından birinde, Dalgarno’nun varlıklar listesini neredeyse sözcüğü sözcüğüne aktarır (bkz. Rossi 1960: 272).

Öte yandan, Dalgarno üniversite üyelerinden değildi, oysa Wilkins sekreteri olduğu Royal Society çevresinin içinde yer alıyor, dolayısıyla daha çok işbirliği, öneri, destek ve dikkatten yararlanıyordu.

Dalgarno evrensel bir dilin birbirinden net olarak ayrılmış iki yönü içermesi gerektiğini biliyordu: Filozofun eseri olan bir bilgi sınıflandırması (içerik düzlemi) ile karakterleri bu sınıflandırmanın belirlediği nesne ve kavramlara göndermede bulunacak şekilde düzenleyen bir dilbilgisi (anlatım düzlemi). Dalgarno bir dilci olduğundan, başkalarının tamamlamasını dileyerek, yalnızca sınıflandırmanın ilkelerine değinir.

Dilci olarak, öncelikle yalnızca yazılı değil, aynı zamanda sözlü olan bir dil sorununu ele alır. Farklı sesletimleri olan kişilerin kabul edilebilir bulacağı bir sistemi kavrama olanağıyla ilgili Descartes’ın çekincelerini bilir ve kitabının başına, insanın ses organlarına en uygun bulduğu sesleri belirleyen bir fonetik çözümleme koyar. Göstergeler dili için kullanacağı harfler -bunların seçimi keyfi ve ölçütten yoksun görünmektedirgerçekten de herkesçe daha kolay ses'letilebileceğini düşündüğü harflerdir. Gösterge sözcüklerinin dizimbiliminde de, Dalgarno onların sesletilebilir olması üzerinde durur, bunlarda hep dönüşümlü olarak bir ünlü ile bir ünsüz kullanılmasına özen gösterir ve araya salt akışma işlevi olan birleştirme çift ünlüleri koyar; tabii, sesletimi kolaylaştırırken, göstergenin tanınmasını zorlaştırır.

Sonra Dalgarno ilkseller sorununa geçer; onların cins, tür ve farka dayalı olarak çıkarsanabileceğini düşünür; çünkü ikili bir bölümlemenin, belleğe de büyük bir yardımı olacaktır (s. 29). Dalgarno’nun bölümlemesi, olumsuz farkları değil, yalnızca olumlu bölümlemeleri öngörür (s. 30 ve devamında açıkladığı mantıksal ve felsefi nedenlerle).

Dalgarno’nun projesinin tutkulu yönü (Wilkins’in projesinin de) şudur: Onun sınıflandırması, en küçük çeşitlerine kadar yalnızca doğal cinsleri değil, insan yapımı ve ilineksel şeyleri de göz önünde bulundurmalıdır. Bu, Aristoteles geleneğinin asla gerçekleştiremediği bir girişimdi (bkz. Shumaker 1982: 149).

Dalgarno, kendi bileşim ölçütüne karar verirken, oldukça cesur bir görüşü savunur; buna göre, her töz, bir ilinekler bileşkesinden başka bir şey değildir (s. 44). Eco 1984’te (2.4.3) gösterildiği gibi. Bu Porphyrios sınıflamasının neredeyse kaçınılmaz bir sonucuydu; ancak Aristoteles geleneği umarsız bir çabayla bu sonucu göz ardı etmeye çalışmıştı. Dalgarno sorunla yüzleşir; ancak ilineklerin sonsuz olduğunu teslim eder. Öte yandan, aşağı türlerin de çok fazla olduğunu fark eder (sayılarının 4.000 ila 10.000 arasında olduğunu hesaplar) ve iki binden fazla türden oluşan bir sınıflamaya ulaşan Wilkins’in önerilerini kabul etmemesinin nedeni de olasılıkla budur. Dalgarno’nun korkusu şudur: İnsan böyle bir yöntemle, bir kadavrayı Petrus’u Jacobus’tan ayırt etmek olanaksız hale gelinceye kadar en ince parçalarına ayıran anatomistin durumuna düşebilir (s. 33).

İlksellerin sayısını belli bir düzeyde tutmak için Dalgarno, 17’ye indirgediği temel cinsler ile ara cins ve türlerin göz önünde bulundurulduğu çizelgeler oluşturmaya karar verir. Bu üç düzeyin belirlenmesi için çizelgelerde başka ara bölümlemeler yer alır; kavramsal göstergeler dili bunlan adlandırabilir (örneğin, sıcakkanlı hayvanlar NeiPTeik dalak, dörtayaklılar ise Neik olarak gösterilir) ancak günlük adlar yalnızca cins, ara cins ve tür harflerini dikkate ahr (matematiksel kendiliklerin somut cisimler arasında yer aldığına dikkat ediniz; çünkü sonuçta nokta ve çizgi gibi kendiliklerin birer biçim olduğu varsayılmaktadır).

Şekil 11.1’de, çizelgelerin kısmi bir rökonstrüksiyonu görülmektedir (dallanmanın sonuna dek yalnızca iki altbölümleme izlendi: tekparmakh hayvanlar ile asal tutkular). 17 temel cins siyah büyük harflerle gösterilmiştir ve her biri 17 büyük harfle belirtilmektedir. Aynı harfler, ara cinsleri ve türleıi göstermek üzere küçük harf olarak kullanılmıştır. Ayrıca Dalgarno üç “işlevsel” harf kullanır: Karşıtlık anlamına gelen R (pon aşk ise, pron nefret olacaktır), önce gelen harflerin sayı olarak okunmasını sağlayan V ve iki uç arasındaki ortayı göstermek üzere L.

Somut Bedensel Fiziksel’den (N), ne cins ne de tür olan, bu yüzden herhangi bir harfle gösterilmeyen altbölümlemeler aracılığıyla, hayvanlar hava, su ve yer hayvanları olmak üzere üç bölüme ayrıhr. Yer hayvanları (t) arasında, tam toynaklı (17) olanlar, yani bugün tekparmaklılar adını verdiğimiz hayvanlar yer ahr. Dolayısıyla, Nyk bütün tekparmaklıları gösteren karakterdir. Bu noktada Dalgarno, başka bölümlere ayrılmayan alt türleri (at, fil, katır ve eşek) kaydeder.

İlineklerden (E) Duyarlılık (P) öteki şeylerin yanı sıra Asal Tutkularla (o) ilişkilidir. Bundan sonra, ikili bölümlemelere dayanmayan bir liste vardır: Hayranlığın pom ile gösterilmesinin nedeni, p’nin cinsi, o’nun ara cinsi göstermesi ve m’nin tutkular listesinde sıra sayısı işlevini görmesidir.

Hayvanlarda ara cinsin üçüncü harfle, türün ise ikinci ünlüyle verilmesi ilginçtir, buna karşın ilineklerde bunun tersi olur. Dalgarno, açıklama getirmeksizin bu tuhaflıktan söz eder (s. 52). Tuhaflığın nedeni akışma olsa gerektir; ancak neden somut varlıkların ara cinslerinin ünlüler, türlerinin ise ünsüzler aracılığıyla adlandınİmadığı açık değildir. Öyle olsa, homojen bir ölçüt elde etme olanağı doğacaktı.

Ancak sorun başkadır. Tekparmakhların Ni]k şeklinde adlandırılması, bölümlemeden kaynaklanmakta; buna karşın, filin a olması, keyfi bir karara dayanmaktadır. Ancak sorun yaratan, seçimin keyfiliği değildir: k “canlı olduğu için (ki canlı da somut, fiziksel olandır) hayvan olan yer mahluku” anlamına gelirken -dolayısıyla, sınıfsal bölümleme bir biçimde şeyin doğasını açıklarken-, Nı/^a’da fili gösteren sondaki a yalnızca şu anlama gelir: “Tekparmaklılar listesinde a sayısına sahip olan ve fil adı verilen şey.” Aynı şekilde, hayranlığı gösterenpom’un sonundaki m yalnızca şu anlama gelir: “Duyarlılığa ilişkin ilinekler altında yer alan asal tutkular listesinde m sıra sayısına sahip olan ve hayranlık adı verilen tutku.” Dalgarno ikili ayrımı son türlere kadar götürmediğinden, sözlüğün sözünü ettiği bütün son türleri yalın alfabe sırasına (ya da hemen hemen alfabe sırasına) koyma zorunluluğuyla karşı karşıya kalır.

Ancak Dalgarno (s. 42) sıralamaya dayalı bu yöntemin, tanımlayıcı adı öğrenmek istemeyen kişiler için bir anımsama yöntemi olduğunu belirtir. Aslına bakılırsa, kitabın sonunda, birçok Latince terimin felsefi karakterlerinin verildiği bir Latince-Felsefe Sözlüğü bulunmakta ve özellikle sözlüğün sonunda fiziksel, somut varlıklara ayrılmış bir bölüm yer almaktadır. Buradan, son türler için bir tanımın öngörüldüğü çıkarsanabilir; ancak şu var ki, sözlükte yalnızca bazı örnekler verildiğinden, birçok türün uygun adını çizelgelerden çıkarsayarak uydurmak konuşucuya kalmaktadır.

Kimi zaman, örnek taksonomik açıdan doğru gibidir. Sarımsak (neghnagbana olarak verilmiştir) örneğine bakalım; Slaughter (1982: 150), bu terimi şu şekilde çözümler: n = concretumphysicum, e = in radice, b = vesca, g = qualitas sensibilis, h = sabor, n = pingue, a = partes annuae, g =folium, b = accidens rnathernaticum, a = affect.prima, n = longum. Ancak bu yolla, Slaughter’ın (1982: 152) belirttiği gibi: “Çizelgeler ancak belli bir noktaya kadar sınıflandırıp adlandırır; tanımların kalanı sözlükten elde edilebilir ancak sınıflandırmalar elde edilemez.” Dalgarno, karmaşık varlıkların en ince sınıflandırmasına dek varmanın şart olmadığını düşünmüştü; ancak bir tanım verebilmek için bir sınıflandırma gerekmektedir. Sonuç şudur: Karmaşık varlıkları nasıl sınıflandırmak, dolayısıyla nasıl adlandırmak gerektiği, deyim yerindeyse dili kullananın inisiyatifine bırakılır.

Şu halde, öyle görünüyor ki, anlamı kesin tanımlar sağlaması düşünülen bir dil, o dili kullananların yaratıcılığına bırakılmaktadır. Dalgarno’nun kendisinin bazı önerilerine bir bakalım (adı daha anlaşılır kılmak amacıyla kökler taksim çizgisiyle ayrılmıştır):

at = Nyk/pot = tam toynaklı hayvan + canlı (neden bu file de uygulanmasın?).

katır = Ni]k/sof/pad = tam toynaklı hayvan + özel + cinsiyet, deve = Nek/braf/pfar = yarık toynaklı, dörtparmakh + kambur + sırt, saray = fan/kan = ev + kral.

yeşilaycı = sof/praf/emp = yoksun + içmek + sıfatsı.

kekeleyen = grug/shaf/tin hastalık (gug’un, yani sağlığın karşıtı) + engel + konuşma.

İncil = tib/srjb = öğretmek + varoluş tarzı.

Bunun yanı sıra Dalgarno, değişik bakış açılarından görülen aynı kavramın değişik adlarının olabileceğini de kabul eder. Böylece, fil gerek Nyksyf (tam toynaklı + üstünlük derecesi), gerek Nrfkbeisap (tam toynaklı + matematiksel ilinek + hortumun mimari eğretilemesi) olabilir.

Ayrıca, böylesine zor terimlerin ezberlenmesi sorunu vardır; çünkü Nyke ile Nr/ko arasındaki sözlüksel farkı anımsamanın, eşek ile katır arasındaki farkı anımsamaktan daha güç olduğu açıkça ortadadır. Dalgarno eski anımsama tekniği yöntemlerini önerir: Örneğin, yemek masasına fran, sabana ise flan dendiğine göre, yemek masası ile FRANce sözcüğü, saban ile de FLANders sözcüğü arasında çağrışım ilişkisi kurulabilir. Böylece, konuşucu gerek felsefi dili, gerek anımsama kodunu öğrenmek zorunda kalır.

Sözlük ile terimlerin bileşimi son derece zor görünmekle birlikte, Dalgarno bunu telafi etmek üzere, son derece kolay bir dilbilgisi ile sözdizimi önerir. Klasik dilbilgisi kategorilerinin yalnızca adını korumakla yetinir. Zamirler için yalnızca birkaç karakter öğrenmek gerekmektedir (ben = lal, sen = lel, o [eril] = lel...); kalanı, yani sıfatlar, zarflar, üstünlük dereceleri, hatta fiil biçimleri sonekler aracılığıyla adlardan türetilir. Sim “iyi” anlamına geliyorsa, simam “çok iyi” ve simab “daha iyi” anlamına gelecektir. “Sevgi” anlamına gelen/?on’dan, “seven” anlamına gelen pone, “sevilen” anlamına gelen pono ve “sevimli” anlamına gelen ponomb türetilir. Fiillerde Dalgarno tek başına kopula’nın her tür yüklem sorununu çözebileceğini öne sürer: Biz seviyoruz, dört ilksel öğeye ayrıştırılabilir: “biz + şimdiki zaman + kopula + sevenler” (s. 65). Her fiilin kopula ile sıfata indirgenebileceği fikrinin daha önce modistlerce düşünüldüğüne ve Philosophia rationalis’te (1638) Campanella tarafından savunulduğuna dikkat ediniz. Bu fikir özü itibarıyla Wilkins tarafından da kabul edilecek ve daha sonra Leibniz tarafından yeniden ele alınacaktır.

Sözdizimde (bkz. Pellerey 1992c) Dalgarno’nun olumlu yönü, Latince’yi model alan öteki felsefi dillerde henüz varlığını sürdüren çekimleri ortadan kaldırmış olmasıdır. Dalgarno’nun dilinde yalnızca sözcüklerin sırası önemlidir: Özne fiilden önce gelmeli ve özneyi nesne izlemelidir; mutlak çıkma durumu, cum,post, dum gibi zaman belirleyicilerini içeren bir dolaylamayla çözülür, tamlayan durumunun yerini ya bir sıfat biçimi alır ya da ait olmayı gösteren bir formül (shf = ait olmak). Shumaker (1982: 155), benzeri biçimlerin pidgin english’te de olduğunu anımsatır; bu dilde master’s hand (efendinin eli) denmez, hand-belong-master (el-ait olmak-efendi) denir.

Böylesine yalınlaştırılan dilin bariz kabalıkları vardır; ancak Dalgarno retorik zarafete büyük bir kuşkuyla bakar ve mantıksal yapının sözceye kesin bir zariflik kattığı kanısındadır. Öte yandan, güzellik, zariflik ve keskinlik özelliklerini, adların bileşimi tekniğine saklar; bu da ona, kendi dilini en yetkin felsefi dil olan Yunanca’yla karşılaştırma olanağı sağlar.

Dalgarno’da ve onun yanı sıra Lodwick ile Wilkins’de olan ve Frank’m (1979: 65 vd.) özellikle altını çizdiği bir özelliği vurgulamahyız: Sonekler ya da önekler gibi eklere adlan öteki dilbilgisi kategorilerine dönüştürme ve dolayısıyla onların anlamım değiştirme işlevini ayırıp, per, trans, paeter, supra, in, a gibi edatları ise matematiksel ilineklerin -dolayısıyla, tam anlamıyla adların arasınaarasına katarak, Dalgarno “her şeyi kapsayan ve aynı zamanda, geleneğin dilbilgisi alanına atfettiği her şeyi ya da neredeyse her şeyi içine alan bir semantik varsayımı oluşturma” eğilimi gösterir. Bir başka deyişle, özerk anlamı olan kategorematik terimlerle anlamları sözdizimsel bağlama bağlı olan sinkategorematik terimler arasındaki klasik ayrım (ya da anlamlara bağlanabilen değişkenler ile bağlayıcılar arasındaki mantıksal ayrım) ortadan kalkar. Bu, modern mantığın savunduğu düşünceye karşıt görünen ancak günümüzün bazı semantik eğilimlerine yaklaşan bir eğilimdir.

12

John Willdns

W

ilkins, projesinin ana çizgilerini Mercury’de (1641) belirlemeye başlamış; ancak bu yapıtta ilgisini daha çok gizli yazılarla sınırlı tutmuştu. 1668’de, Essay toıvards a Real Character, and a Philosophical Language adlı kitabıyla, evrensel olarak kullanılabilecek yapay felsefi bir dil konusunda on yedinci yüzyılın en eksiksiz sistemini ortaya koyar. “Yazıların çeşitliliği, Babil lanetinin bir uzantısıdır” (s. 13). Wilkins, İbrani dilini gerekli saygıyla andıktan, Babil’den sonraki dillerin evriminin tarihçesini gözden geçirdikten (bu tarihçeyi verirken, 4. sayfada, beşinci bölümde incelediğimiz Kelt-İskit varsayımına bile değinir) ve gerek öncellerine, gerek sınıflandırmaları ve nihai sözlüğü oluşturmasına yardımcı olan iş arkadaşlarının katkılarına olan gönül borcunu dile getirdikten sonra, gerçek karakterlere dayalı, “her halkın kendi dilinde okuyabileceği” bir dil kurmaya girişir.

Wilkins, daha önceki projelerin birçoğunda karakterler listesinin ya da tanımlayıcı terimlerin, şeylerin doğası ve bütün insanlığın üzerinde anlaşabileceği ortak kavramlar yerine, belirli bir dilin sözlüğünden türetilmeye çalışıldığını anımsatır. Bu yüzden, kendi projesi, her rasyonel varlıkta ortak ilksel kavramları belirlemek için, bilgilerin kapsamlı bir gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Ancak bu projede, Llull’un “ilkeler”! anlamında Platoncu hiçbir şey yoktur. Gerek genel ideleri, gerek empirik bilgiyi gözden geçiren Wilkins şu kanıdan yola çıkar: Herkes Tanrı idesinde birleşiyorsa, herkes aynı şekilde meslektaşı John Ray’in ona verdiği botanik sınıflandırmayı da kabul etmelidir.

Wilkins’in önerdiği evren imgesi, döneminin Oxford bilgisine göre çizilmiş bir evren imgesidir. Wilkins, (onun evrensel dilini kullanmak durumunda kalacak olan) başka kültürden insanların evreni bir başka tarzda düzenleyebileceği sorunu üzerinde hiçbir biçimde durmaz. 

Çizelgeler ve Dilbilgisi

Görüldüğü kadarıyla, Wilkins’in seçtiği yöntem, Aristoteles geleneğine ve Porphyrios Ağacı’na benzemektedir. Wilkins, 40 “Ana Cins”ten (Majör Gemis) oluşan bir çizelge belirler (bkz. Şekil 12.1), sonra bunları 251 özgül “Fark” (Differences) altbölümüne ayırır, bu altbölümlerden çiftler halinde sunulan 2030 “Tür” (Species) türetir. Şekil 12.2’de, bir örnek olarak ve çok sayıdaki dallanmalar verilmeksizin, Wilkins’in Hayvanlar cinsinden -bunları doğurganlar ile yumurtlayanlar şeklinde birbirinden ayırıp doğurganlan tam toynaklı hayvanlar, yarık toynaklılar ve pençeliler olarak sınıflandırdıktan sonranasıl Köpek ile Kurt sınıflandırmasına ulaştığı gösterilmiştir.

Örneklerimizin özet niteliğini haklı çıkarmak üzere, Wilkins’in çizelgelerinin bütününün, büyük yapraklara yazılmış tam 270 sayfa tuttuğunu anımsatalım.

Söylenebilir olanın evrenini gösteren bu çizelgelerden sonra Wilkins bir Doğal (ya da felsefi) Dilbilgisi sunar. Daha sonra bu Dilbilgisi temelinde, sınıflandırılan terimler için ilksellerden ad çekimlerine,  

Pençeli doğurgan hayvanlar. fiil çekimlerine, soneklere ve öteki imlere geçmeyi sağlayacak biçimbirimleri ve belirtme imlerini saptayacaktır. Bunlar, yalnızca söylemin çeşitli bölümlerini değil, aynı zamanda dolaylamaları da türetmeyi sağlayacaktır; söz konusu dolaylamalar aracılığıyla, gene ve yalnızca ilkseller kullanılarak, doğal bir dilin öteki terimleri de tanımlanabilecektir.

Bu noktada artık Wilkins gerçek karakterlere dayalı kendi dilini sunabilir. Wilkins’in önerdiği dil, aslında iki dile ayrılır: (i) belli belirsiz Çin ideogramlannı andıran ancak sesleriİmeleri olanaksız olan ideogramlardan oluşmuş bir yazı; (ii) seslerimi gösteren bir yönerge, îki dilden söz edilir; çünkü seslerimi gösteren alfabetik notasyon, ideografik notasyonun kombinezon ölçütlerini izlemekle birlikte, öylesine değişiktir ki, ayrıca öğrenilmesi gerekir. Aslında, fonetik dil, kavram yazısı olarak da daha anlaşılırdır.

Gerçek Karakterler

Şekil 12.3’te, Wilkins’in 40 cinsi göstermek üzere kullandığı gerçek karakter imleriyle Farkları ve Türleri göstermeye yarayan imler görülmektedir. Görüldüğü gibi, farklar ve türler, her karakterin altındaki yatay çizgilerin uçlarında yer alan küçük köşeli çizgilerle gösterilmiştir. Okunması oldukça güç olan öteki imler, karşıtlıkları, dilbilgisel biçimleri, kopula’yı, zarfları, edadan, bağlaçlan, vb. göstermektedir (benzer başka sistemlerde daha önce görmüş olduğumuz gibi). Daha önce belirtildiği gibi, sistem aynı zamanda karakterlerin sesletimini de göstermektedir. Şekil 12.4’te, cinsler için bir ünlüyle bir ünsüzden oluşan imler kullanıldığı görülmektedir. Buna karşılık, farklar B,D,G,P,T,C,Z,S,N ünsüzleriyle, türler ise yedi ünlüyle iki çiftünlüden birini ünsüze ekleyerek dile getirilecektir. Wilkins’in verdiği örnek şudur:

Eğer (De) Öğe anlamına gelirse, o zaman (Deb) ilk fark anlamına gelmelidir; bu da (Çizelgelere göre) Ateştir: Ve (Deba), ilk Türü, yani Kıvılcımı gösterecektir. (Det) Cins altında beşinci fark olacaktır, bu ise Beliren Meteordur; (Deta) ilk tür, yani Gökkuşağı; (Deta) ise İkincisi, yani Ayladır.

Pater Noster in ilk satın karakter imleriyle şöyle görünür:


Birinci im birinci çoğul kişi iyelik zamirini temsil eder, ikinci im Ekonomik İlişkiler (aile ilişkileri anlamında) karakterince verilir; sola yatık küçük çizgi ilk farka (kan bağı ilişkisi); sağa yatık küçük çizgi ise ikinci türe, yani “Doğrudan Soy”a (seslerim) gönderme yapar. Dolayısıyla, ilk iki im Pater noster (Babamız) olarak okunur ve Hai coba şeklinde telaffuz edilir.

Sözlük: Eşanlamlılar, Dolaylamalar, Eğretilemeler

Dil, 2030 ilksel kavramdan ya da tür adından oluşan bir liste Öngörür. Bu türler yalnızca doğal ya da yapay cinslerin adlarını değil, aynı zamanda ilişkilerin ve eylemlerin adlarını içerirler ve bunlardan kopula + sıfat (Türkçe’de sıfat + kopula) yapısı kullanılarak fiiller türetilir (Dalgarno’da olduğu gibi, ben seviyorum, ben seven/im şeklinde çevrilir). Ayrıca, dilbilgisi ekleri, yardımcı fiillerin (to be ve to have) kip ve zamanlarını, zamirleri, tanımlıkları, ünlemleri, edatları, bağlaçları dile getirmeyi sağlarlar. İlineksel farklar ise sayı, durum, cins ve üstünlük derecelerini dile getirirler.

Ancak sayıları böylesine azaltılan ilkseller, olası herhangi bir söylemi çevirmek için yeterli değildir. Wilkins, Essay’m sonunda, İngiliz dilinin yaklaşık 15.000 terimlik bir sözlüğünü verir. İlksellere karşılık gelmeyen terimlerin, nasıl dile getirileceği gösterilir.

İlk ölçüt, eşanlamlı’dır. Sözlük, çizelgelerde bir türü olmayan bütün terimler için bir ya da daha çok olası eşanlamlı içerir. Örneğin, Result için Event, Summe ve Illation önerilir ancak hangi bağlamda hangi eşanlamlının en uygun olduğu belirtilmez. Başka durumlarda, örneğin Corruption için, olası eşanlamlıların listesi çok karmaşıktır; çünkü bağlama göre bu sözcük Kötülük, Yıkım, Yozlaşma, İltihap, Çökme, Çürüme anlamına gelebilir. Kimi zaman, sözlüğün (ya da türler çizelgesinin) eşanlamlılar belirleme tarzı gülünç sonuçlara yol açar, örneğin şu eşanlamlı dizisinde olduğu gibi: “Kutu-konsol-sandık-dolap-tabut-masa.”

İkincisi dolaylama'öm. Sözlük “manastır”ı kaydeder; ancak buna karşılık gelen bir karakter (ve bir tür) olmadığı, buna karşın “kolej” ile “keşiş” bulunduğu için, “manastır’a “keşişler koleji” adı verilecektir.

Üçüncü ölçütte, Transcendental Particles adı verilen yöntem kullanılır. İlksel özellikleri oluşturan öğelerin anlam çözümlemesi önerisine bağlı kalan Wilkins, “buzağı” için bir karakterin gerekli olmadığını varsayar çünkü “inek + genç” bileşimi aracılığıyla kavram elde edilebilmektedir; dişi aslan ilkseline değerek yoktur çünkü bu terim, aslan’a bir dişilik belirtme imi eklenerek elde edilebilir. Bu arada Wilkins Dilbilgisinde, eklendikleri karakterin anlamını genişletmeye ya da değiştirmeye yarayan bir Aşkmsal Ekler sistemi oluşturur (bunu karakterlerin yazılışı ve sesletimiyle ilgili kısımda bir belirtme imleri sistemine dönüştürür). Liste, toplam 48 ekten oluşan sekiz sınıf içerir; ancak bunları ortak bir payda altında birleştiren ölçüt hiç de sistematik değildir. Wilkins, çekim ekleri (bu eklerle, lucesco, aguosus, homunculus gibi terimler oluşturulabilir), -tim ve -genus gibi sonekler (bunlarla bir kökten gradatim ya da multigenus terimleri elde edilebilir), yer belirleyicileri (buradan v.estiarium üretilir) ve özne belirleyicileri (buradan arator üretilir) bulunan Latince dilbilgisine başvurur. Eklerinden bazıları, elbette dilbilgisel niteliktedir (örneğin, yukarıda sözünü ettiğimiz, erili dişile ve yetişkini gence dönüştürenler). Ancak Wilkins retorik ölçütlere de başvurur, eğretilemeden, kapsamlayıştan ve düzdeğişmeceden söz eder, gerçekten de “metaphorical-like” kategorisinin ekleri, retorik yorum belirleme imlerinden başka bir şey değildir. Böylece, bu ek kök’e eklenerek, özgün elde edilir, aynı ek ışık’a eklendiğinde aşikâr elde edilir. Son olarak, bazı başka ekler de, göründüğü kadarıyla, neden-sonuç, içeren-içerik, işlev-etkinlik ilişkisine göndermektedir, işte bunlardan birkaç örnek:

like + ayak = kaide,

like + kan = al,

yer + maden = maden ocağı,

subay + deniz = amiral, sanatçı + yıldız = astronom, ses + aslan = kükremek/kükreme.

Bu, dilin kesinliği açısından, projenin en zayıf kısmıdır. Aslında, bu eklerin doğru uygulanması için uzun bir örnekler listesi veren Wilkins, bunların yalnızca birer örnek olduğu konusunda okuru uyarır. Bu yüzden, liste açıktır ve listenin zenginleştirilmesi konuşucunun yaratıcılığına bağlıdır (s. 318).

Ancak, kullanıcı bu ekleri herhangi bir terime istediği gibi ekleyebileceğine göre, nasıl olup da anlam bulanıklığından kaçınılabileceği belli değildir. Bununla birlikte, şunu belirtmek gerekir: Aşkınsal eklerin varlığı bir anlam bulanıklığı riski oluştursa da; bunların yokluğu, herhangi bir anlam karışıklığı olasılığı olmaksızın, ifadenin düz anlamıyla alınması gerektiğini belirler. Bu anlamda Wilkins’in dili, hiç kuşkusuz, Dalgarno’nun dilinden daha kesindir; çünkü Dalgarno’nun dilinde her ifadeyi sanki bu ifadeye aşkınsal bir ek eklenmiş gibi okumak gerekir.

Gerçek şu ki, burada Wilkins’in bir felsefi dilbilgisi yazan rolü ile önselfelsefi bir kavram göstergeleri dili yazarı rolü arasında bocaladığını görüyoruz. Felsefi dilbilgisinde söylemin mecazi ve retorik yönünü dikkate alması, onun artı hanesine yazılması gereken bir şeydir. Bu yönün kavram göstergeleri dilinin içine de girmesi, bu dilin kesinliği ile günlük dilin çift anlamlıhklannı azaltma yetisi üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır düşününüz ki Wilkins, varolmayan ve olsa olsa kişilerin özel adlan olarak kullanılabilecek, dolayısıyla doğal dilde yazılabilecek olan Siren, Zümrüdüanka, Grifon, Harpya’lar gibi mitolojik varlıkları bile gerek çizelgelerden, gerek sözlükten çıkarmıştır (Russell gibi yazarlardaki benzer kaygılarla ilgili olarak bkz. Frank 1979: 160).

Öte yandan Wilkins, dilinin, örneğin yiyeceklerle içeceklerin ayrıntılı çeşitlerini adlandırmada yetersiz olduğunu; sözgelimi, üzüm, reçel, çay, kahve ve çikolota türlerini adlandıramadığını teslim eder: Doğal olarak, Wilkins bu yetersizliğin dolaylama kullanımı yoluyla giderilmesi gerektiğini savunur; ancak bu durumda, Vatikan’ın Latince belgelerinin düştüğü riske düşme olasılığı vardır. Bu belgelerde, Latin uygarlığının bilmediği teknolojik yeniliklerden söz etmek gerektiğinde, video kasetlerini sonorarum visualiumçue taeniarum cistellulae şeklinde, reklamcıları ise laudativis nantiis vulgatores şeklinde adlandırmak zorunluluğu doğar. Ancak, istenirse ve biraz kaba bir dil kullanımı göze alınırsa; Latince, uideocapsulae ve publicıtarii gibi yeni sözcükler yaratma olanağı sağlayacaktır (bkz. Bettini 1992); buna karşılık, Wilkins’in felsefi dili yeni sözcüklere kapalı görünmektedir. Ancak ilkseller listesinin açık olması durumunda, Wilkins’in dili yeni sözcüklere açık olacaktır.

Açık Bir Sınıflandırma mı?

Sınıflandırma açık olmak zorundadır, çünkü V/ilkins (aynı zamanda Comenius’un Via /ucis’teki bir önerisini de izleyerek), sınıflandırmayı gerçekten uygun hale getirmek için, bir bilim adamları topluluğunun oldukça uzun bir süre çalışması gerektiğini kabul eder ve bu konuda Royal Society’ye işbirliği talebinde bulunur. Şu halde, Wilkins yalnızca, geniş ölçüde gözden geçirilmesi gereken bir ilk taslak oluşturmaya giriştiğini bilmektedir ve bitmiş bir sistem oluşturduğunu iddia etmez.

Karakterlerden bir yargıya varmak gerekirse, gerek türleri, gerek farkları göstermek üzere yalnızca dokuz im ya da harf vardır; böylece her cins için yalnızca dokuz tür olması gerekiyormuş gibi görünmektedir. Ancak öyle görünüyor ki, Wilkins cinslerin sayısını ontolojik nedenlerden ötürü değil, anımsama etkililiği nedeniyle sınırlı tutmuştur. Wilkins, türlerin sayısının kesin olaraksmırlandırılmadığını belirtir, öte yandan çizelgelerden açıkça görülmektedir ki, örneğin “umbelliferae” türlerinin sayısı on ken, “verticiilate non fruticose” türlerinin sayısı on yediyi bulur (oysa öteki cinslerin yalnızca altı türü vardır).

Wilkins böyle durumlarda, dokuzdan büyük bir rakamı ifade etmek için, grafik yöntemlere başvurulması gerektiğini açıklar. Basitleştirerek söylemek gerekirse, konuşulan dilde, ikinci ya da üçüncü dokuzluk gruptan edildiğini göstermek üzere, ilk ünsüzden sonra L ya da R harflerini eklemek söz konusudur. Örneğin, Gape Laledir (“yapraklara göre sınıflandırılan bitkiler” cinsinin dördüncü farkının üçüncü türü), dolayısıyla Glape sarmısak (ramsan) olacaktır; çünkü /’nin ikinci konuma eklenmesiyle, sondaki e artık 3 değil, 12 anlamına gelmektedir.

Ama tam bu noktada, ilginç bir yanlışı düzeltmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyoruz. Az önce verilen örnekte, Wilkins metnini (s.

45) düzeltmek zorunda kaldık, gerçi metin düzgün bir İngilizce’yle lale ve sarmısaktan söz eder; ancak bunları karakter dilinde Gade ve Glade olarak gösterir. Belli ki bir basım hatası söz konusudur; çünkü çizelgeler gözden geçirilirse Gerze’nin “malt”ı gösterdiği görülecektir. Burada asıl sorun, doğal dilde fonetik olarak lale (talip) ile sarmısak’ı (ramson) birbirinden ayırt etmenin kolay olması, buna karşın felsefi dilde bunlann gerek grafik, gerek fonetik olarak birbirine karışması; çizelgelerin dikkatle incelenmemesi durumunda, her basım ya da fonetik hatasının kaçınılmaz olarak bir anlam belirsizliğine yol açacak olması değildir. Sorun daha çok şudur: Kavram göstergeleri dilinde, her anlatım öğesi için bir içerik bulmak zorunluluğu vardır. Karakter dili ya da kavram göstergeleri dili, doğal dillerdeki çift eklemleme temeline dayanmadığından (doğal dillerde anlamdan yoksun sesler birleşip, anlamı olan dizimler üretirler), en küçük ses ya da karakter değişimi bir anlam değişimini dayatır.

Dezavantaj, sistemin en güçlü noktasını oluşturması gereken şeyden, yani atomsal özellikler yoluyla bileşim ölçütünden kaynaklanır; anlatım ile içerik arasında bütüncül eşbiçimliliğebu ölçüt neden olur.

Alev Deha’dır çünkü a Ateş öğesinin bir türünü gösterir; ancak a’nın yerine a geçirilirse, yeni bileşim “kuyrukluyıldız” anlamına gelir. Karakterler nedensiz olarak seçilmiştir; ancak bunlann bileşimi nesnenin bileşimini yansıtır, öyle ki “şeylerin karakterini ve adını öğrendiğimizde, onlann doğası hakkında da bilgi edinmiş oluruz” (s. 21).

Buradan, daha önce hiç dile getirilmemiş yepyeni bir şeyin nasıl adlandırılacağı sorunu doğar. Frank’a göre (1979: 80), önceden ve kesin olarak belirlenmiş bir Büyük Varlık Zinciri kavramının egemenliğindeki Wilkins’in sistemi, dinamik bir dil görüşünü yadsıyacaklar; çünkü dil, evet, henüz bilinmeyen türleri adlandırabilir ancak yalnızca ona ayrılan karakterler sisteminin içinde. Çizelgeleri değiştirip, yeni bir tür eklemenin yeterli olacağı şeklinde bir itiraz getirilebilir ancak bize yeni bir şey “düşünme” yetkisini verecek bir dil otoritesinin varlığını önceden varsaymak gerekir. Wilkins dilinde, yeni sözcüklerin oluşturulması olanaksız değildir; ancak gerçekleştirilmesi elbette doğal dillerde olduğundan daha güçtür (Knowlson 1975: 101).

Wilkins dilinin bunu dengeleyen bir yönü olduğu öne sürülebilir: Keşif yöntemlerine ya da en azından keşfin teşvik edilmesine olanak sağlaması. Gerçekten de, bir örnek vermek gerekirse, Deta (gökkuşağı) Dena'ya. dönüştürüldüğünde, bu karakterler sırasının Öğe cinsinin dokuzuncu farkının birinci türüne gönderdiği ve bu dokuzuncu farkın çizelgelerde verilmediği keşfedilir. Burada eğretilemeli yorum olanaklı olmayacaktır; çünkü böyle bir yorumu ancak aşkınsal bir ek olanaklı kılabilir. Burada formül, anlam belirsizliği olmaksızın, sınıflandırmanın belirli bir noktasında bulunması gereken (bulunmasa bile) bir türü gösterecektir.

Hangi noktada? Çizelgeler, boş yerlerin de bir gün doldurulacağı kimya elementlerinin periyotlar cetveline benzer bir şeyi temsil etse, bilirdik bunu. Ancak katı bir biçimde niceliksel olan kimya dili, bize bilinmeyen elementin atom ağırlığının ve sayısının ne olması gerektiğini söylemektedir. Wilkins formülü ise, bize türün sınıflandırmanın hangi noktasında bulunması gerektiğini söyler; ancak ne özellikleri olacağını söylemediği gibi, neden tam o noktada bulunması gerektiğini de söylemez.

Şii halde, Wilkins’in dili keşfe olanak sağlamaz; çünkü katı bir sınıflandırma sisteminden yoksundur.

Sınıflandırmanın Sınırları

Wilkins’in çizelgeleri, 40 cinsin sınıflandırılmasından yola çıkar ve 251 fark aracılığıyla, 2030 türü tanımlar. Ancak eğer bölümleme Aristoteles sınıflandırmasında olduğu gibi ikili aynmlar yöntemiyle ilermek zorunda olsa, her cinsin iki farkı olup, bu farklar da daha alttaki iki türü oluşturduğundan (üstte yer alan cinsin türünün, kendi altındaki türün cinsi haline geleceği şekilde), en azından 2048 türle (buna ek olarak, en üstteki cins ile 1025 ara cins) aynı sayıda fark elde edilmesi gerekirdi. Hesap tutmuyorsa, şurası açıktır ki, çizelgelerde temsil edilen özgül 41 ağaçtan genel bir ağaç yeniden kurulduğunda, sabit bir ikili ayrım yapısı elde edilmeyecektir.

Elde edilmez; çünkü Wilkins tözlerle ilinekleri birlikte sınıflandırır ve ilinekler sonsuz olduğundan (daha önce Dalgarno’nun belirtmiş olduğu gibi), hiyerarşik olarak sıralanamazlar. Ve Wilkins Tanrı, dünya ya da ağaç gibi Platoncu temel kavramları, bira gibi içecekler, siyasal roller, askerlik ve kilise kavramlarıyla, XVII. yüzyılda yaşayan bir İngiliz yurttaşının bütünsel kavram evreniyle birlikte sınıflandırmak zorundadır.

İlineklerin beş alt kategoriye bölündüğünü ve her birinin üç ila beş cins içerdiğini görmek için Şekil 12.1’i yeniden gözden geçirmek yeterlidir. Burada, Bitkinin üç, Aşkınsal Şeylerin üç alt bölümlemesi vardır. İkili ayrıma dayalı bir yapı, en azından bir kez alt birimlerin azami düzeyi belirlendiğinde, söz konusu kendiliklerin sayısını denetleme olanağı sağlar, buna karşın tek bir takson için bir kez üç alt bölümleme kabul edildiğinde, bölümlemenin sonsuz olmaması için herhangi bir neden yoktur. Sistem potansiyel olarak yeni keşiflere açık olur; ancak ilksellerin sayısına sınır getirmez.

Wilkins son farklara ulaştığında, bunları ikişerlik gruplar halinde düzenler. Ancak, bu ikişerlik grupların kesin bir karşıtlık ölçütünden çok, anımsama teknikleri ölçütlerini andıran ölçütlere göre (belleğe daha çok yardımcı olmak için, s. 22) belirlendiğini ilk belirten kendisi olur. Wilkins, karşıtları olan çiftlerin, tek ya da ikili karşıtlık uyarınca eşleştirildiğini söyler bize; ancak karşıtları olmayanlar, benzerlik uyarınca eşleştirilmiştir. Ve Wilkins, bu seçimlerin eleştiriye açık olduğunu ve çoğu zaman farkları tartışmaya açık bir tarzda eşleştirdiğini belirtir; “çünkü onları daha iyi eşleştirme yöntemini bilmiyordum” (s. 22).

Örneğin, ilk cins olan Genel Aşkm’da, üçüncü fark, yani Değişiklik, ikinci tür olarak İyilik’i ve karşıtı Kötülük’ü üretir. Ancak ikinci fark olan Neden, üçüncü tür olarak Örnek Olan’ı üretir. Bu, iki kavram arasında açık bir ilişki belirmeksizin Tip’ten ayırt edilmektedir: Kuşkusuz, bir karşıtlık ya da zıtlık söz konusu değildir; ancak bu ayrımı benzerlik çerçevesinde okusak bile, ölçüt zayıf ve ad hoc görünmektedir.

Özel ilişki ilinekleri arasında, Ekonomik İlişki türü altında, gerek Ebeveyn/Çocuk, Kardeş/Üvey Kardeş ya da Bâkir/Bâkire (ancak İngilizce celibate evlenmemiş kadını ve erkeği kapsarken, Virgin yalnızca dişil durumu gösterir) gibi ölçüt olarak benzersizlik ayrımlarının söz konusu olduğu akrabalık ilişkilerini, gerek Yönetmek/Baştan Çıkarmak ya da Savunmak/Terk Etmek gibi özneler arası ilişkilere gönderme yapan eylemleri buluruz. Ekonomik ilişkiler arasında Erzak da yer alır, burada Tereyağı/Peynir’i ama aynı zamanda Hayvan Kesmek/Yemek Pişirmek ve Kutu/Sepet’i buluyoruz.

Sonuç olarak, Frank’m da belirttiği gibi, öyle görünüyor ki, Wilkins doğal dillerde karşılaşılabilecek değişik türden karşıtlıkları özü itibarıyla eşdeğer görür. Doğal dillerde, zıtlık (iyi/kötü), tamamlayıcılık (koca/karı), karşıtlık (satmak/satm almak), bağıntılılık (yukarıda/aşağıda, daha büyük/daha küçük), derecelendirme (Pazartesi/Salı/Çarşamba...), hiyerarşik derecelendirme (santimetre/metre/kilometre), zıt kutupsallık (güney/kuzey), ortogonallik (batı/doğu), yön değişikliği (yola çıkmak/ulaşmak) gibi karşıtlıklar söz konusudur.

Wilkins’in sürekli olarak, kendi dilinin, anımsama tekniği açısından avantajlarını yinelemesi bir rastlantı değildir. Wilkins, geleneksel anımsama tekniklerinin etkilerini gerçekleştirmekle kalmamış, bazı mekanizmaları da ödünç almıştır. Kendi anımsama tekniği alışkanlıklarını temel alarak, karşıtlık, düzdeğişmece, kapsamlayış yoluyla eşleştirmelere gider. Rossi (1960: 252), John Ray’in bir yakınmasını anımsatır: John Ray, Wilkins için botanik çizelgeleri hazırladıktan sonra, doğanın buyruklarını değil, günümüz bilimsel taksonomilerinden daha çok büyük tiyatro ezberleme tekniklerine benzer -neredeyse “sahne düzenlemesine özgü” adını vereceğimizkuralhlık gereklerini izlemek zorunda kaldığını anımsatıyordu.

Ayrıca, cinsler ağacında (Şekil 12.1) küçük harfle gösterilen alt bölümlemelerin ne olduğu açık değildir. Bunlar farklar olmasa gerektir; çünkü farklar daha sonraki çizelgelerde, kırk cinsten her birinde, değişik türlerin bu cinslere nasıl bağlı olduğunu belirlemek için kullanılır. Bunların süper-cinsler olması mümkündür. Ancak görüldüğü gibi, bazdan sıfat biçiminde olup, yakından bakıldığında, Aristoteles geleneğindeki farklan -örneğin, canlı-cansız gibianımsatırlar. Bunların sözde-farklar olduğunu kabul edelim. Ancak Tözler + cansızlar = ÖĞELER sırası Aristoteles ölçütüne uymakla birlikte, bölümlemenin öteki ucunda farklı bir durum söz konusudur. Burada canlı tözler kısım ve türlere; türler bitkisel ile duyumsala; bitkiseller kusursuz ve kusurlu alt bölümlemelerine ayrılmakta ve ancak bu farkların sonum da, cinsler belirlenmektedir. Keza, bir çift verildiğinde (örneğin YARADAN/yaratıklar), ilk uç kendi başına cinsi oluşturur; öteki, değişik farklar yoluyla başka cinsleri seçebilmek için sözde fark işlevi görür. KÖKLER, AĞAÇLAR, OTLAR üçlüsünde, üçüncü terimin, ilk ikisinden farklı olarak, bir cins değil, gene bir alt sıradaki üç cinsi bölmeye yarayan bir süper-cins (ya da bir sözde fark) olduğuna dikkat ediniz.

Wilkins, her farkın bir kendi Aşkınsal Adlandırması olsa, bunun güzel bir şey olacağını itiraf eder (s. 289); ancak dilin terim sayısı buna yeterli değildir. Ayrıca, Wilkins iyi belirlenmiş bir farkın, her şeye özünü veren biçimi gerçekten de dile getirebilecek düzeyde olduğunu kabul eder. Ancak biçimler henüz az çok bilinmez durumdadır; bu yüzden, özellik ile koşul tanımlarını vermekle yetinmek gerekmektedir.

Ne olduğunu daha iyi anlamaya çalışalım. Kavram göstergesi temelinde köpek, kurttan ayırt edilmek istendiğinde, yalnızca şu bilinir: Köpek (Z/ta) “hayvanlar cinsinin beşinci farkının birinci spesifik çiftinin ilk üyesi”dir; kurt (Zitas) ise, çiftte onun karşıtıdır (s, spesifik karşıtlığın göstergesidir). Ancak bu yolla, kavram göstergesi bize, köpeğin hayvanlar âlemi sistemindeki yerinin ne olduğunu (Şekil 12.1’den görüleceği gibi, bu yer kuşlar ve balıklarla birlikte, “canlı, duyumsal, kanlı tözler”e aittir) söyler. Bize, köpeğin fiziksel özellikleri hakkında hiçbir şey söylemediği gibi, bir köpeği tanımamızı ve onu bir kurttan ayırt etmemizi sağlayacak herhangi bir bilgi de vermez.

Ancak çizelgeleri okuduğumuzda, şunları öğreniriz: (1) pençeli doğurgan hayvanların parmaklı ayakları vardır; (2) yırtıcıların genellikle altı keskin azıdişi ve avlarını tutmak için iki uzun dişleri vardır; (3) köpekgillerin (dog-kind) yuvarlak başlan vardır ve bu özellikleriyle, daha uzun yüzleri olan kedigillerden (cat-kind) ayırt edilirler; (4) köpekgiller arasında en büyük olanları, “evcil-uysal” ile “vahşikoyunlara düşman” alt bölümlemelerine ayrılır ve ancak bu şekilde, köpek ile kurt arasındaki fark anlaşılır.

Şu halde, cins, fark ve türler “taksonlara ayınr”; ancak nesneyi tanımamıza yarayan özellikleri tanımlamazlar, bunun için ek yorumlara başvurmak gerekir. Aristoteles geleneğinde insanı, ölümlü rasyonel hayvan olarak tanımlamak yeterliydi. Şeylerin fiziksel-biyolojik doğasmının keşfedilmeye çalışıldığı bir çağda yaşayan Wilkins’e yetmez bu; o, köpeğin morfolojik ve davranışsal özelliklerinin neler olduğunu bilme gereğini duyar. Ancak Wilkins’in çizelgeler düzenlemesi, ona bunu ancak ek özellikler ve koşullar aracılığıyla dile getirme olanağı sağlar. Bu ek özellikler ve koşulların ise doğal dilde dile getirilmesi zorunludur; çünkü kavram göstergeleri dilinin onlan belirgin kılacak formülleri yoktur. Wilkins dili, tam da başta belirlemiş olduğu programı gerçekleştirmede başarısızlığa uğrar; bu programa göre “şeylerin karakterini ve adını öğrenmek suretiyle, onların doğasını da öğrenmiş oluruz” (s. 21).

Wilkins’in, bir ölçüde öncülük işlevini üstlenerek, kendini Şekil 10.1’de örneği verilen modern taksonomiler gibi taksonomiler oluşturmakla sınırlandırdığı söylenecek olursa; o zaman, Slaughter’m ortaya koyduğu gibi, onun ön-bilimsel taksonomi girişimleriyle halk taksonomisinin (folk taxonomy) çeşitli yönlerini birbirine karıştırdığını anımsatmak gerekir. Bizim bugün sarmısak ile soğanı bitkiler ve

yenilebilir şeyler altında, zambakları ise çiçekler altında sınıflandırmamız bir halk taksonomisi örneğidir; oysa botanik açıdan bunların hepsi zambakgiller (Liliaceae) familyasındandır. Aynı şekilde, Wilkins önce morfolojik, sonra işlevsel bir ölçüt izleyerek köpekgillere ulaşıp, daha sonra coğrafi ölçütle çözümlemesini sürdürür.

Öyleyse, bize köpeğin doğası hakkında bunca az şey söyleyen ve onun hakkında daha fazla şey bilmek için çizelgeleri incelemek zorunda bırakan bu Zita nedir? Meramımızı bilgisayar terminolojisini kullanarak anlatmamız gerekirse, Zita bilgisayarın belleğinde saklanan bilgilere erişmemizi sağlayan bir gösterge (pointer) işlevini görür. Böyle bir gösterge, bilginin niteliğiyle ilgili hiçbir ipucu vermez. “Karakter” dilini doğal bir dil olarak kullanacak olan kullanıcı, kavram göstergesini anlamak için bütün bu bilgileri daha önceden ezberlemiş olmak zorundadır. Ancak, bu tam olarak, Zita yerine köpek, dog, chien, Hund ya da perro diyen kişiden de istenen şeydir.

Bu yüzden, varsayılan ilkseller çizelgelerinin düzenlenmesinin altında yatan ansiklopedik bilgi bütünü, sonuçta Wilkins’in kavram göstergeleri dilinde gerçekleşmiş gibi görünen özellikler yoluyla bileşim özelliğini yadsır. İlkseller ilksel değildir. Wilkins’in türleri cinslerle farkların bileşiminden doğmakla kalmaz; bunlar aynı zamanda ansiklopedik betimlemelerin asılacağı kancalar olarak kullanılan adlar’dır. Ancak cinslerle farklar da ilkseller değildirler; çünkü bunlar ancak ansiklopedik betimlemeler aracılığıyla belirlenebilmektedir. Elbette, doğuştan gelen ya da sezgi yoluyla hemen algılanabilen kavramlar değildirler; çünkü Tanrı ya da Dünya idesi böyle kabul edilebilseydi de, aynı şey Donanma ya da Kilise Bağıntısı için söylenemezdi. İlkseller değildirler çünkü böyle olsalar, doğaları gereği tanımlanamaz ve tanımlanmamış olurlardı; oysa çizelgeler bütünü, onları doğal dilin ifadeleri aracılığıyla tanımlamaktan başka bir şey yapmaz.

Wilkins’in sınıflandırma ağacının mantıksal tutarlılığı olsa, anlam karışıklığı olmaksızın, Hayvanlar Cinsi’nin “Canlı Töz”ü ve Canlı Töz’ün “Dağılımsa! Yaratıklar”ı ima ettiğini analitik olarak doğru kabul edebilmemiz gerekirdi. Ancak bu ilişkiler her zaman gerçekleşmez. Örneğin, cinsler çizelgesindeki “bitkisel/duyumsal” karşıtlığı TAŞLAR, ile AĞAÇLAR’ı belirlemeye yarar (bu belirlemenin niteliği de kesinlik taşımaz); ancak Dünya çizelgesinde yeniden ortaya çıkar ve orada da tam iki kez belirir (bizim eklediğimiz siyah harflere bakınız):

Şekil 12.6 Dünya çizelgesinden.

Şu halde, Wilkins mantığına göre, Şekil 12.1’e dayanarak, bitkisel olanın zorunlu olarak canlı yaratık olduğu; oysa Şekil 12.6’ya dayanarak, zorunlu olarak gerek ruhsal dünyanın, gerek bedensel yersel dünyanın öğesi olduğu kabul edilebilir.

Bu değişik kendiliklerin (bunlar ister cinsler, ister türler, ister başka bir şey olsunlar), bir çizelgede her yeniden belirmelerinde değişik bir açıdan görüldükleri açıkça ortadadır. Ancak bu durumda, her kendiliğin, anlam karışıklığı olmaksızın şeylerin genel ağacında kapladığı yeri, kapladığı bir evren düzenlemesiyle karşı karşıya değiliz; aksine, alt bölümlemeler, aynı şeyi değişik bakış açılarından görebilen büyük bir ansiklopedinin bölümleri gibidirler.

Ekonomik İlişkiler çizelgesine başvurulursa, -Ekonomik İlişkiler’in türleri arasındaSavunma’nın Terk Etme’yle karşıtlaştınldığı ancak Askeri İlişkiler çizelgesine başvurulduğunda da, aynı Savunma türünün bu kez Saldırı’yla karşıtlaştınldığı görülür. Ekonomik ilişki olarak savunmanın (terk etmeye karşıt olarak) Coco şeklinde, buna karşın askeri eylem olarak (saldırıya karşıt olarak) Siba şeklinde gösterildiği doğrudur; bu yüzden, iki değişik karakter, iki değişik şeyi göstermektedir. Ancak gerçekten de iki değişik şey mi, yoksa aynı şeyin iki yönüne iki bakma biçimi mi söz konusu? Ekonomik ilişki olarak Savunma ile askeri ilişki olarak Savunma’nın gene de ortak bir yönleri vardır. İki durumda da aynı savaş eylemi söz konusudur; ancak aralarındaki fark şudur: Savunma, birinde vatana karşı bir görev olarak, İkincisinde ise düşmana tepki olarak görülmektedir. Bu nedenle, aynı sözde ikili ayrımın uzak düğümleri arasında çapraz bir ilişki kurulur; ancak bu noktada ağaç artık bir ağaç değil, hiyerarşik ilişkiler yerine çoklu bağıntıların yer aldığı bir ağ olur.

Joseph-Marie Degerando, Des signes (1800) adlı yapıtında, Wilkins’i sürekli olarak sınıflandırma ile bölümlemeyi karıştırmakla suçlamıştı:

Bölümleme ile sınıflandırma arasında şu fark vardır: Sınıflandırma, nesnelerin kendilerine özgü özellikleri üzerine kurulurken, bölümleme bu nesneleri ilişkilendirdiğimiz belli amaçlara göre düzenlenir. Sınıflandırma fikirleri cins, tür ve familyalar halinde ayırır; bölümleme ise az çok yaygın bölgelere ayırır. Botaniğin yöntemi, sınıflandırmalardır; Coğrafya, bölümlemeler aracılığıyla öğretilir; daha açık bir örnek vermek gerekirse, bir ordu savaşta, her manga bir çavuşun, her bölük bir komutanın, her birlik ise bir yüzbaşının emrinde olacak şekilde mevzilendiğinde, bu bir bölümleme imgesidir; bu ordunun durumu, her rütbedeki subay, astsubay, daha sonra erlerin sıralanmasını içeren bir liste üzerinde temsil edildiğinde, o zaman bir sınıflandırma imgesi elde etmiş oluruz (IV: 399-400).

Degerando, hiç kuşkusuz, Leibniz’in ideal kitaplık kavramını ve daha sonra sözünü edeceğimiz Encyclopedie'nin yapısını, yani malzemenin bizim açımızdan taşıdıkları öneme göre bölümlere ayrılması ölçütünü düşünmektedir. Ancak pratik kullanımlara yönelik bir bölümleme yalnızca, metafizik olarak temellendirilmiş bir ilkseller sistemi arayışına götüren ölçütleri izler.

Wilkins’in Hiper Metni

Ya sistemin kusuru, onun kehanet gücünü gösteriyorsa? Wilkins neredeyse üstü kapalı olarak, bugün ancak bizim bir ad verebildiğimiz bir şeyi hedefler gibidir: Belki de Wilkins bir hiper metin oluşturmak istiyordu.

Hiper metin, kendi repertuvannın her “düğümünü” ya da öğesini, çok sayıda iç göndermeler aracılığıyla, çok sayıda başka düğüme bağlayan bir bilgisayar programıdır. “Köpek”ten memelilerin genel sınıflandırılmasına yönelen ve köpeği, kedi, öküz ve kurtu da içeren bir taksonlar ağacına katan, hayvanlara ilişkin bir hiper metin düşünülebilir. Ancak bu ağaçta “köpek”e yöneltildiğinde, köpeğin özellikleri, onun alışkanlıkları hakkında bir bilgiler repertuvanna gönderme yapılır. Bir başka bağıntılar düzeni seçilerek, köpeğin farklı tarihsel dönemlerde değişik rollerinin sıralamasına (Neolitik dönem köpeği, feodal dönem köpeği...) ya da sanat tarihinde köpek imgelerinin bir listesine ulaşılabilir. Sonuçta, belki de, Savunmayı gerek yurttaşlık görevleriyle, gerek askeri stratejiyle ilişkili olarak değerlendirebilmeyi düşündüğünde, Wilkins’in istediği buydu.

Eğer öyleyse, Wilkins’in çizelgelerindeki çelişkilerden birçoğu artık birer çelişki olarak görülmeyecek; Wilkins esnek ve çok yönlü bir bilgi düzenlemesinin, bir sonraki yüzyılda ve gelecek yüzyıllarda ortaya konacak olan bir düzenlemenin öncüsü olacaktır. Ancak Wilkins’in projesi bu idiyse, artık kusursuz dilden değil, doğal dillerin bize söyleme olanağı verdiği şeyi çok yönlü açılardan eklemleyen yöntemlerden söz edebiliriz.

13

Francis Lodıviclc

L

odwick, Dalgarno ile Wilkins’den önce yazmıştır; bu iki yazar onun çalışmalarını biliyorlardı. Salmon (1972: 3) Lodwick’i evrensel nitelikli bir dille ilgili ilk girişimi yayımlamış yazar olarak tanımlar. A Common Writing 1647’de, The Grounduork or Foundation laid (orso intended) for the Framing of a New Perfect Language and a Universal or Common Writing 1652’de yayımlanmıştır.

Kendisinin de alçakgönüllülükle kabul ettiği gibi, Lodwick bir bilgin değil, bir tüccardı. Nitekim Dalgarno Ars signorum’da (s. 79) kibirli bir tutumla onun girişimini över ancak şunu da ekler: “Ele aldığı konuya uygun güçleri olmadığı bir gerçektir; çünkü Lodwick bir ticaret adamıydı ve okulların dışında yetişmişti.” Lodwick, değişik yollar deneyerek, yalnızca uluslararası alışverişleri kolaylaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda İngilizce’nin kolaylıkla öğrenilmesini de sağlayacak bir dil arayışını sürdürüyordu. Farklı yerlerde farklı öneriler getirir ve hiçbir zaman eksiksiz bir sistem kurmaz. Bununla birlikte, yapıtlarının en özgün olanında (topu topu otuz sayfalık A Common Writing) yer alan öneri, Lodvvick’i öteki yazarlardan ayıran ve onu bazı çağdaş sözlüksel anlam yönelimlerinin öncüsü konumuna yerleştiren birtakım benzersiz özellikler içerir.

En azından kuramsal olarak Lodvvick’in projesi, numaralandırılmış üç dizinlik bir dizi öngörür. Bu dizinlerin işlevi, İngiliz dilinin sözcüklerinden karakterlere, buradan da yeni terimlere gönderme yapmaktır. Ancak bu projeyi poligrafilerden ayıran nokta, karakterler sözlüğünün niteliğidir. Bu sözlük, olabildiğince çok terimi aynı Kökle (radix) ilişkilendirerek, dizinin terimlerinin sayısını azaltmalıdır. Şekil 13.1’de, Lodwick’in nasıl “içmek” (to drink) eylemini açıklayan bir kök belirleyip, ona uzlaşımsal bir karakter atfettiği, sonra Eyleyen

{the drinker: içen kişi), Eylem {drink: içme), Nesne {the drinking: içki), “Eğilim” {drunkard: sarhoş), Soyutlama {drunkenesse: sarhoşluk), Yer {drinking house: meyhane) açıklayan bir dizi dilbilgisel gösterge saptadığı gösterilmektedir.

Şekil 13.1


Dolayısıyla, Lodwick’in özgün fikri, adlardan değil (Aristoteles’ten Lodwick’in dönemine dek uzanan gelenekte olduğu gibi, bireylerin ya da türlerin adlan), eylem şemalarından yola çıkmaktır. Lodwick bu eylem şemalannı Faillerle ya da bugün Eyleyen adını vereceğimiz şeylerle, yani eylemin Eyleyeni, Karşı-Eyleyeni, Nesnesi şeklinde kişi, nesne, yer adlarına bağlayabileceğimiz soyut rollerle doldurur.

Lodwick karakterlerini göstermek için sık sık anımsama tekniği ölçütlerine başvurup, İngilizce sözcüğün baş harfini anımsatacak göstergeler seçmeye çalışır (bu, drink için bir tür delta, love için bir tür L olacaktır). Bu arada, Salmon’un belirttiği gibi, belli belirsiz İbranice’yi anımsatan noktalama imleri ve ek göstergelerden yararlanır, olasılıkla dönemin cebircilerinden harflerin yerine rakamlar geçirme fikrini alır.

Lodwick, en gerekli olanlarını kapsayacak şekilde sayıları en aza indirgenmiş kökler envanterini belirlemek için, dilbilgisel kategorilerin de anlamsal ilişkileri dile getirdiği bir felsefi dilbilgisi oluşturmaya çalışır. Böylece, türevler ve biçimbirimler, aynı şekilde, her dilbilgisi kategorisini bir eylem öğesine indirgemeye yönelik ekonomi ölçütleri haline gelirler.

Bu yolla, karakterler sözlüğü, doğal bir dilin Sözlüğe geçirilmiş sözcüklerinin dizinine oranla oldukça indirgenmiş bir sözlük olacaktır. Lodwick, sıfatlarla zarfları fiillerden türeterek sevilen kişi (the beloved} ile sevme tarzını (lovingly) üretmek için love kökünü kullanarakbunu daha da indirgemeye çalışır; buna karşılık, to cleanse (temizlemek) fiilinden bir açıklama göstergesi aracılığıyla temiz sıfatını üretir (bu açıklama göstergesi, fiil köküyle gösterilen eylemin nesne üzerinde uygulandığını belirtir).

Lodwick birçok zarfı, edatı, ünlemi ve bağlacı eylemlere indirgeyemeyeceğini fark eder; bunlar, köklere konan imlerle gösterilecektir. Özel adlan doğal bir dilde yazmayı önerir. Bugün “doğal cinsler” adını vereceğimiz adlar, onu önemli bir sorunla karşı karşıya bırakır; bunların ayrı bir listesini oluşturmaya razı olmak gerekecektir. Elbette bu, sözlüğü çok sınırlı bir kökler listesine indirgeme umudunu sekteye uğratır. Ancak Lodwick bu doğal cinsler listesini sınırlı tutmaya çalışır. Örneğin, hand, foot ve land gibi sözcüklerin to hand, to handle, to foot ve to land"e indirgenebileceğim düşünür. Bir başka yerde etimolojiye başvurur ve king'i hem “tanımak/bilmek,” hem “edimde bulunma gücü olmak” anlamındaki to kan fiil köküne indirger; Latincede de rez’in i’egere’den türetilebileceğini anımsatır ve kök K’nin yanma ülkenin adını koymak suretiyle, tek bir terimle kral (İngilizce) ile imparatorun (Almanca) dile getirilebileceğini belirtir.

Fiil kökleri bulamadığı durumlarda, en azından farklı adları tek bir köke indirgemeye çalışır; sözgelimi, değişik hayvanların yavruları olan child, calfe, puppy ve chikin için bunu önerir (bu da Wilkins’in kullandığı bir yöntemdir; ancak o bunu çetrefil ve anlamı belirsiz aşkmsal ekler yöntemini kullanarak gerçekleştirir). Ayrıca, tek bir köke indirgemenin, şu tür bağıntıları olan eylem şemaları aracılığıyla da gerçekleştirilebileceğini varsayar: Analoji (to see ile to know gibi), eşanlamlılık (to lament ile to bemoane gibi), karşıtlık (to cıırse ile to blesse gibi) ya da tözsel bağıntı (to moisten, to ıvet, to wash, hatta to baptize’m, bir cismin ıslatılmasını öngören eylem şemalarına bağlanabileceği anlamında). Bütün bu türetmeler uygun imlerle gösterilecektir.

Projenin ancak ana çizgileri belirlenmiştir, gösterim sistemi güçtür. Ne var ki, Lodwick topu topu 16 kökle (to be, to make, to speake, to drinke, to love, to cleanse, to come, to begin, to create, to light, to shine, to live, to darken, to comprehend, to send, to name), Yuhanna încil’inin başlangıcını (Başlangıçta Söz vardı ve Söz Tanrı’ylaydı...) yazmayı başarır: “Başlangıç”ı to begin’den, “Tanrı”yı to be’den, "Söz”ü to speak’ten ve ‘‘her şey” kavramını to create’ten türeterek.

Lodwick’in girişiminin bir sınırı şudur: Öteki poligraflann Latince dilbilgisini evrensel kabul etmeleri gibi, Lodvvick de İngilizce’yi evrensel görür; üstelik Lodvvick, İngilizce dilbilgisiyle ilgili felsefi gözlemlerini gene Latince’nin etkisini taşıyan dilbilgisi kategorilerine dayandırır. Ne var ki, daha önceki hiçbir gelenek, fiiller dizisinin varlıklar dizisi gibi hiyerarşik olarak sıralanması gerektiğini belirtmediğinden; Lodvvick, başkalarını olduğu gibi kendisini de cinslerle türlerin sıralı bir gösterimini oluşturmaya zorlayacak olan sınırlayıcı Aristoteles modelinden kurtulur.

Essay’in 311. sayfasında Wilkins, devinim edatlarına ayrılmış bir çizelgede (Şekil 13.2) Lodvvick’in fikrine yaklaşacaktır. Bu çizelge,

Şekil 1 3.2

edatlar topluluğunu hiyerarşik düzene sokulmamış üç boyutlu bir uzamda bir cismin bir dizi konumu (ve olası eylemleri) dizisine indirger; ancak Wilkins bu ilkeyi tüm içerik sistemini kapsayacak şekilde genişletme cesaretini gösterememiştir.

Ne yazık ki, Lodwick’in eylem ilkselleri de, zorunlu olarak ilkse] değildir. Elbette, gövdemizin “kalkmak” ya da “uzanmak” gibi sezgisel ya da evrensel olarak algılanabilecek uzamdaki bazı konumlarını belirlemek mümkündür; ancak Lodwick’in on altı kökü hiç de böyle bir nitelik taşımaz. Bu yüzden, Degerando’nun Wilkins’e getirdiği itirazı biz Lodwick'e getirebiliriz: Yürümek gibi sezgise] bir ide hakkında bile ilksel yargısı verilemez. Yürümek, hareket kavramı çerçevesinde tanımlanabilir; ancak hareket idesi, oluşturucu öğeleri olarak, yer, o belirli yerde olma, o yeri kaplayan hareketli töz, geçişi belirten an idelerini gerektirir. Bu da yetmez: Bir harekette, en azından yola çıkış, ilerleyiş ve vanş’ı öngörmek gerekir; üstelik, buna hareket eden töze konmuş bir eylem ilkesi idesini eklemek ve bedeni taşıyan bazı uzuvlar idesini göz önünde bulundurmak gerekir; “çünkü kaymak, tırmanmak, vb., yürümekle aynı şey değildir” (Des signes IV, 395). Ayrıca, hareketin yer yüzeyi üzerinde gerçekleştiğini varsaymak gerekir, aksi takdirde yürümek yerine yüzmek ya da uçmak söz konusu olacaktır. Ve bu noktada yüzey ya da uzuvlar idelerini de kendi bileşenlerine ayırmak gerekecektir.

Tabii, eylem ilkselleri adhoc seçilmediği sürece, tıpkı otomatik çevirilerde parametre işlevi gören diller arası yapılar gibi: Örneğin, PROPEL, MOVER, INGEST, ATRANS, EXPEL gibi ilksel eylemlere dayanan ve bu eylemler aracılığıyla “yemek yemek” gibi daha karmaşık eylemlerin çözümlendiği bir bilgisayar dili geliştirmiş olan Schank vj Abelson’a (1977) bakınız (bu dil John bir kurbağa yiyor gibi ifadelerin çözümlenmesine olanak sağlar; ancak burada da, Lodwick’te olduğu gibi, “kurbağa” idesi bir eylemler şemasına ayrıştınlabilecek nitelikte değildir).

Aynı şekilde, bazı çağdaş anlam sistemlerinde, satın alma edimini tanımlamak için alta tanımından yola çıkmaya çalışılmaz; daha çok, özne B ile ona para verip karşılığında mal alan özne A arasında geçen ilişkileri tanımlayan tipik bir eylemler sırası belirlenir. Şurası açıktır ki, bu sıra aracılığıyla yalnızca ahcı değil, satıcı, satma ve satın alma edimi, satış ve fiyat kavramları, vb. de tanımlanabilir. Yapay Zekâda bu tipik sırayaframe denir, frame bir bilgisayara başlangıç bilgilerinden yola çıkarak çıkarsamalarda bulunma olanağı sağlar (A bir alıcı ise, şu şu eylemleri yapacaktır; A bu eylemleri yapıyorsa bir alıcıdır;

A, B’den bir mal alıp karşılığında para vermiyorsa, onu satın almıyor demektir, vb.).

Başka çağdaş araştırmacılara göre, to kili fiili şöyle gösterilmelidir: Xs caııse (Xd change in {dive Xd)) + (animated Xd) & (violent Xs). Bunun anlamı şudur: Bir özne s, şiddet araçları ya da aletleriyle, canlı bir varlık olan bir özne d’de yaşam durumunu ölüme dönüştürecek bir değişikliğe yol açacak bir edimde bulunursa, onu öldürmüş olur. Ancak to assassinate fiilini göstermek gerekse, XcTye “canlı olma” belirleyicisi dışında “siyaset adamı” belirleyicisini de eklemek gerekecekti.

Wilkins’in sözlüğünün assassin’i içermesi, onu eşanlamlı murther’a göndermesi (sözcük yanlışlıkla Yargı Bağıntıları cinsinin üçüncü farkının dördüncü türü olarak adlandırılır, oysa beşinci türüdür) ancak kavrama dolaylamasal bir sınır getirme konusunda aceleci davranması (specially, under pretence of Religion) anlamlıdır. Önsel felsefi dil, doğal dilin bütün inceliklerini izleyememektedir.

Lodwick’in projesi uygun şekilde tamamlansa, öldürmek karakterini kullanabilir, ona bir bağlam ve koşul imi koyabilir, böylece siyasal ya da dinsel çevrede gerçekleşen bir öldürme edimine göndermede bulunabilirdi.

Lodvvick’in dili, Borges’in “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” adlı öyküsünde (Ficciones, 1944) betimlediği dili anımsatmaktadır. Bu dilde, ad köklerinin birbirine eklenmesiyle konuşulmaz, yalnızca zamansal geçişler dile getirilir, bu yüzden ay sözcüğü değil, aysamak fiili vardır. Belli ki, ikinci elden de olsa, Borges Wilkins’i biliyor ancak olasılıkla Lodvvick’i bilmiyordu. AmaBorges kesinlikle, Lodvvick’in de düşünmüş olabileceği Kratylos'u (396b) düşünüyordu; burada Platon adların nedensel kökeni kuramını savunmak üzere, sözcüklerin bir şeyi değil, bir eylemin kökenini ya da sonucunu gösterdiklerine ilişkin örnekler verir. Örneğin, Zeus-Dios adının yalın ve tamlayan durumu arasındaki tuhaf fark, başlangıçtaki adın, tanrılar kralının alışılmış bir eylemini dile getiren bir dizim olmasından kaynaklanır: di'hoön zen, yani “yaşam veren.”

Günümüzde birçok anlam kuramı, cins, fark ve türe göre sözlüksel sıralı bir tanımlamanın yol açtığı engellerden kaçınmak için, bir terimin anlamını bir dizi yönerge ya da işlemle saptamaya çalışır: Bu yönergeler aracılığıyla anlamın uygulama olasılıkları doğrulanır. Ancak Charles Sanders Peirce, yazdığı en tipik bölümlerden birinde (Collected Papers, 2.330), lityum teriminin uzun ve karmaşık bir açıklamasını vermişti. Burada, madde yalnızca elementlerin periyotlar cetvelindeki konumu ve atom sayısıyla değil, aynı zamanda ondan bir model üretmek için gerçekleştirilmesi gereken işlemlerin betimlenmesiyle tanımlanır.

Lodvvick bu noktaya ulaşmamıştır; ancak onun projesi inatla varlığını sürdüren ve sonraki yüzyıllarda da sürdürecek olan bir geleneğin tam karşısında yer alıyordu: Bu geleneğe göre, glotogonik süreçte, adlar fiillerden önce gelmeliydi (öte yandan, tüm Aristotelesçi-Skolastik tartışma, adların dile getirdiği tözlerin önce geldiği ancak daha sonra bu tözlerle ilgili eylemlerin oluşturulduğu fikrini savunuyordu).

5. bölümde bütün kusursuz dil kuramcılarının öncelikle sınıflandırmayı temel alma eğilimleri üzerine söylenenleri unutmayalım. XVIII. yüzyılda bile Vico (Scienza nuova seconda, II, 2.4) “adların fillerden önce türediğini” söyleyecektir. Vico’ya göre yalnızca tümcenin yapısı değil, aynı zamanda çocukların meramlarını önce ünlemler ve adlarla anlatıp ancak daha sonra fiilleri kullanmaları da bunun bir kanıtıdır. Condillac da (Essai sur l’origine des conaissances humaines, 82) şunu belirtecektir: “Dil uzun bir süre adlar dışında başka sözcükler olmaksızın varlığını sürdürmüştür.” Stankievvicz (1974), önce Harris’in Hermes’inde (1751, III), sonra Monboddo’da (Of the origins and progress of language, 1773-1792) ve sonra yavaş yavaş Herder’de değişik bir yönelimin oluştuğunu ortaya koymuştur. Herder Vom Geist der ebraischen Poesie’de (1787), adın nesnelere cansız bir biçimde göndermede bulunduğunu, oysa fiilin nesneyi eylem içine soktuğunu ve bunun duyumu uyardığını anımsatır. Stankiewicz’in bu fiil dilbilimini adım adım izlememiz gerekmeksizin, şunu saptayabiliriz: Hint-Avrupa varsayımının savunucularının karşılaştırmalı dilbilgisi, fiilin yeniden değerlendirilmesinin izi sıra gelişir ve “bunda onlar, sözcükleri fiil köklerinden türeten Sanskrit dilcilerinin geleneğini izlemişlerdir” (1974: 176). Sözlerimizi De Sanctis’in bir itirazıyla bağlayalım. De Sanctis, felsefi dilbilgilerinin iddialarını tartışırken, fiillerin adlara ve sıfatlara indirgenmesi yönündeki geleneksel girişimleri (Dalgarno ve Wilkins’te gördüğümüz) eleştiriyordu: “Seviyorum ile ben sevenim aynı şey değildir... Felsefi dilbilgisi yazarları, dilbilgisini mantığa indirgeyerek, düşüncenin iradeye dayah yönünü göz ardı ediyorlardı.”

Lodwick’in ütopyası da, daha sonraki dilsel tartışmalar açısından merkezî hale gelecek olan bazı sorunlara çekingen, kulak verilmemiş ilk değini olarak ortaya çıkar.

14

Leibniz’den
“Encydopedie ”ye

Leibniz, 1678’de bir Lingua Generalis oluşturmuştu (bkz. Couturat 1903). Burada, bilinenleri yalın idelere ayırıp bu ilksel idelere bir sayı verdikten sonra, sayıları ünsüzlerle ve on haneli birimleri ünlülerle yazmayı öneriyordu; şöyle:

1

2

3

4

5 6

7

8

9

b

c

d

f

g h

1

m

n

birler

onlar

yüzler

binler

on binler




a

e

i

0

u





Örneğin, 81.374 rakamını dile getirmek için Mubodilefa yazılır. Ancak sayıya eklenen ünlü her durumda onun statüsünü belirlediğinden, sıra önemli değildir ve aynı rakam Bodifalemu şeklinde de dile getirilebilir.

Bu bizi, Leibniz’in, kişilerin bodifalemu ya âagifeha (546) temelinde konuşacakları bir dil düşündüğünü düşünmeye yöneltir, tıpkı Dalgarno ya da Wilkins’in konuşucularının Nekpotya da Deta temelinde iletişim kurmak zorunda olacakları gibi.

Öte yandan, Leibniz, yirminci yüzyılın başında Giuseppe Peano’nun icat ettiği latino sineflexione’ye az çok benzeyen bir konuşulabilir dil biçimi oluşturmak için de büyük bir çaba göstermişti. Bu dil, tek bir ad çekimi ve tek bir fiil çekimi, cinslerin ve sayının ortadan kaldırılması, sıfatla edatın özdeşleştirilmesi, fiillerin kopula + sıfata indergenmesi yoluyla, dilbilgisinin önemli ölçüde kurallı ve yalın hale getirilmesini öngörüyordu.

Leibniz’in yaşamı boyunca geliştirmeyi sürdürdüğü projeyi betimlemek istersek, hiç kuşkusuz dört temel noktayı göz önünde bulunduran uçsuz bucaksız bir felsefı-diİsel binadan söz etmemiz gerekir: (i) bir düşünce alfabesi ya da bir genel ansiklopedi biçiminde düzenlenmiş bir ilkseller sisteminin belirlenmesi; (ii) olasılıkla Dalgarno’nun önerdiği dilbilgisel yalınlaştırmalarm Leibniz’e esinlediği ideal bir dilbilgisinin geliştirilmesi (Leibniz’in yalınlaştırılmış Latince’si bunun bir örneğini oluşturur); (iii) daha sonra, karakterlerin sesletilebilir olması için bir dizi kural; (iv) gerçek karakterlerden oluşan bir sözlüğün oluşturulması; konuşucu bu karakterler üzerinde kendisini otomatik olarak doğru önermeler formüle etmeye götürebilecek bir hesaplama yapabilmelidir.

Aslında, Leibniz’in gerçek katkısı, öyle görünüyor ki, projesinin dördüncü maddesinde ve sonunda öteki üçünü gerçekleştirmeye yönelik her tür çabayı bir yana bırakmış olmasında yatar. Wilkins ve Dalgarno tarzı bir evrensel dil, bu iki yazarın kitaplarından çok etkilenmiş olsa da Leibniz’i pek ilgilendirmiyordu. Leibniz çeşitli yerlerde bunu açıkça dile getirir; örneğin, Oldenburg’a mektubunda (Gerhardt, yay. haz., 1875: 100-104), kendi karakterler fikrinin, gerek Çince imler modeline dayalı bir evrensel yazı kurmak isteyenlerin, gerek anlamsal belirsizliklerden arındırılmış bir felsefi dil kurmuş olanların fikirlerinden büyük ölçüde farklı olduğunu yineler.

Öte yandan, Leibniz her zaman doğal dillerin zenginliğine ve çoğulluğuna hayranlık duymuş, bu dillerin kökenleri ve akrabalık bağıntıları üzerine birçok araştırmalar yapmıştı. Ayrıca, Adem’in dilini'n belirlenmesinin olanaksız olduğunu, böyle bir dile dönmenin ise kesinlikle olanaksız olduğunu düşündüğünden, öteki yazarların ortadan kaldırmaya çalıştıkları confusio Imguarum’u olumlu bir olay olarak yüceltmişti (bkz. Gensini, yay. haz., 1990 ve 1991).

Son olarak, Leibniz her bireyin evren hakkında (monadlar öğretisinin gerektirdiği gibi) kendine özgü bir bakışının olduğunu düşünüyordu; bir şehrin ona bakan kişinin konumuna göre betimlenmesi gibi. Bu felsefi konumu savunan birisinin; bütün insanların, evreni, tek tek her dilin özelliklerini, bakış açılarını, kavrayışını dikkate almayan, değişmez bir biçimde kurulmuş cinsler ve türler şablonu içinde kemikleşmiş olarak görmelerini istemesi güçtür.

Leibniz’i tek bir şey bir evrensel iletişim biçimini aramaya yöneltebilirdi; bu da, onu Llull, Cusanus ve Postel’le birleştiren dinsel birliktelik tutkusudur. Öncüllerinin ve mektuplaştığı İngilizlerin bilimsel iletişimin yanı sıra, her şeyden önce ticaret ve yolculuklara yönelik bir evrensel dili düşündükleri bir dönemde, Leibniz’de Piskopos VVilkins gibi din adamlarında bile görmediğimiz bir dinsel esini yeniden buluyoruz. Asıl mesleği akademisyenlik değil, diplomatlık, saray danışmanlığı, sonuçta siyaset adamlığı olan Leibniz, kiliselerin yeniden birleşmesini savunuyordu (gerek Ispanya’yla papalığı, gerek Kutsal Roma İmparatorluğu’nu, gerek Alman prenslerini kapsayan Fransız karşıtı bir siyasal blokun görüsü çerçevesinde olsa da). İçten bir dinsel duyguya, evrensel Hıristiyanlık ve Avrupa’nın barışı fikrine dayalı bir yeniden birleşmeydi bu.

Ancak Leibniz için bu ruhsal anlaşmaya ulaşma tarzı evrensel dilden geçmiyordu; daha çok, bir hakikati keşfetme aracı olacak olan bilimsel bir dilin yaratılmasından geçiyordu.

Characteristica universalis ve Hesaplama

Keşif ve yaratıcı mantık teması bizi yeniden, Leibniz düşüncesinin kaynaklarından birine, Llull’un ars combinatoria’sına geri götürüyor. Leibniz 1666’da yirmi yaşındayken açıkça Llull’dan esinlenerek Dissertatio de arte combinatoria’yı (Gerhardt, yay. haz., 1875: IV, 27102) yazar; ancak kombinatuvar hayaleti bütün yaşamı boyunca peşini bırakmayacaktır.

Horizon de la doctrine humaine (bkz. Fichant 1991) başlıklı birkaç sayfada Leibniz, daha önce Peder Mersenne’in çekiciliğine kapıldığı bir soruyu sorar: 24 harfle sabitlenmiş sonlu bir alfabe kullanarak dile getirilebilecek doğru, yanlış, hatta anlamsız sözcelerin azami sayısı nedir? Sorun, sözcelenebilen hakikatlere ve yazılı olarak dile getirilebilecek sözcelere ulaşmaktır. 24 harf verildiğinde, bunlarla 31 harflik (Leibniz Yunanca ve Latince’de 31 harflik sözcük örnekleri bulur) sözcükler de oluşturulabilir ve bu alfabeyle 2432 tane otuz bir harflik sözcük üretmek mümkündür. Ancak bir sözce ne kadar uzun olabilir? Bir kitap uzunluğunda sözceler bile tasavvur etmek olanaklı olduğuna göre, bir insanın, her gün yüz sayfa okuduğunu ve her sayfanın 1000 harften oluştuğunu hesaplarsak, tüm yaşamı boyunca okuyabileceği doğru ya da yanlış sözcelerin toplamı, 3.650.000.000’dir. Bu insanın, efsaneye göre simyacı Artephius’un yaşadığı kadar, yani bin yıl yaşadığını kabul edelim. “Sözcelenebilir en uzun tümce ya da insanın okumayı başarabileceği en büyük kitap, 3.650.000.000.000 harf olacak; bütün doğruların, yanlışların ya da sözcelenebilir tümcelerin -daha doğrusu, sesletilebilir olsun olmasın, anlamlı olsun olmasın okunabilir tümcelerinsayısı, 24365000000000]. 24:23 harfi verecektir.”

Ancak daha da büyük bir sayıyı alıp, alfabenin 100 harfini kullanabileceğimizi düşünelim, o zaman 1 rakamını izleyen 7.300.000.000.000 sıfırla dile getirilebilen bir harf sayısı elde ederiz ve -bu sayıyı yalnızca yazmak içinyaklaşık 37 yıl boyunca çalışacak bin yazıcı gerekecektir.

Bu noktada, Leibniz’in argümanı şudur: Böylesine astronomik bir sözceler bütününü göz önünde bulundurmak bile (üstelik, istenirse, sayı ad libitum artırılabilir), insanlığın düşünebileceği ve anlayabileceği bir şey değildir ve her durumda, insanlığın üretebileceği ve anlayabileceği doğru ya da yanlış sözceler sayısını aşacaktır. Bu yüzden, paradoksal olarak, formüle edilebilecek sözcelerin sayısı sonlu olacak ve insanlığın aynı sözceleri yeniden üretmeye başladıkları bir an gelecektir; bu da, Leibniz’e apokatastasis, yani evrensel yeniden bütünleşme (buna ebedi dönüş de diyebiliriz) temasına değinme olanağını verir.

Burada, Leibniz’i bu hayallere götüren mistik etkileri gözden geçirmemiz olanaksız. Açık olan, bir yandan Kabalacı ve Llullcu esinlenme, öte yandan da Llull’un hiçbir zaman bunca sözcenin üretilebilir olduğunu düşünmeye cesaret edemeyeceği gerçeğidir; çünkü Llull’u yalnızca doğru ve çürütülemez kabul ettiği sözceleri kanıtlamak ilgilendiriyordu. Oysa Leibniz, keşfinin, yani basit bir matematik hesabının kavramasına olanak sağladığı sayısız sözcelerin baş döndürücülüğüne kapılmıştır.

Daha Dissertatio’da Leibniz, m nesne arasında olası bütün kombinezonları, n’yi l’den m’ye kadar değiştirerek, nasıl arayabileceğini tartışmış, buradan Cm = 23 -1 formülüne ulaşmıştı (p. 8).

Genç Leibniz, Dissertatio’yu yazarken Kircher’in, adı bilinmeyen İspanyol’un, Becher ve Schott’un poligrafilerini biliyordu (“ölümsüz Kircher”den uzun süre önce vaat ettiği Ars magna selendi’sini beklediğini dile getiriyordu). Ancak Dalgarno’yu okumamıştı; Wilkins ise henüz en önemli yapıtını yayımlamamıştı. Öte yandan, Kircher’in Leibniz’e 1670’de yazdığı bir mektup vardır, burada Cizvit rahibi onun Dissertatio’sunu henüz okumadığını itiraf eder.

Leibniz “genel özellikler” adım verdiği yöntemi geliştirir (r? öğe verildiğinde, sıra hesaba katılmaksızın, bunlardan t’den t’ye kaç tane grup oluşturulabilir?) ve bunu tasımsal kombinatuvara uygular, sonra (p. 56) Llull’u tartışmaya geçer. Llull’a kavramlarının sayısının az olmasıyla ilgili bazı eleştiriler getirmeden önce, Llull’un kombinatuvar sanatının bütün olanaklarından yararlanmadığı görüşünü dile getirir. Leibniz, bariz olarak daha çok sayıda sıralama ya da sıra çeşitlemesi ile ne olacağını sorar. Biz yanıtı biliyoruz: Llull yalnızca kavramlarının sayısını sınırlamakla kalmamıştı, teolojik-retorik nedenlerle, yanlış önermeler üretecek birçok kombinezonu da reddetmeye hazırdı. Oysa Leibniz, kombinatuvar oyununun henüz bilinmeyen önermeler üretebileceği bir yaratıcı mantıkla (p. 62) ilgilenir.

Leibniz Dissertatio’ds. (p. 64) “characteristica universalis”in ilk kuramsal çekirdeğini oluşturmaya başlar. Her şeyden önce, her terim biçimsel kısımlarına ya da tanımın açımladığı kısımlara ayrılır, sonra bu kısımlar yeniden başka kısımlara bölünür, ta ki tanımlanamaz terimlere (yani ilksellere) ulaşıncaya kadar. İlk terimler arasında yalnızca şeyler değil, aynı zamanda tarzlar ve ilişkiler de yer ahr. Sonra, eğer iki ilk terimden oluşuyorsa, ilk terimlerden türemiş bir terimi com2natio (combinatio), üç terimden oluşuyorsa con3natio (conternatio), vb. olarak adlandırır, böylece artan karmaşıklıkta bir sınıflar hiyerarşisi oluşturur.

Leibniz, yaklaşık on yıl sonra yazdığı Elementa characteristicae universalis’te, daha kolay anlaşılır örnekler seçecektir. İnsan kavramını, geleneğe bağlı kalarak, rasyonel hayvan şeklinde böler ve oluşturucu öğeleri ilk terimler olarak düşünür. Örneğin, hayvana 2 sayısını, rasyonele ise 3 sayısını verir. İnsan kavramı, 2 x 3 ya da 6 olarak dile getirilebilecektir.

Bir önermenin doğru olması için şu gerekir: Özne-yüklem ilişkisi kesir ifadesiyle (S/P) dile getiriliyorsa, ilksellere ve bileşik terimlere tahsis edilen sayıların yeri değiştirilerek, öznenin sayısı yüklemin sayısına tam olarak bölünebilmelidir. Örneğin, “bütün insanlar hayvandır" önermesi verildiğinde, bu önerme 6/2 kesrine indirgenir ve sonucun, yani 3’ün bir tam sayı olduğu görülür. Dolayısıyla, önerme doğrudur. Buna karşın, maymunun karakteristik sayısı 10 ise, şurası açıktır: “Maymun kavramı, insan kavramını içermez; insan kavramı da maymun kavramını içermez çünkü ne 10, 6’ya, ne de 6, 10’a tam olarak bölünebilir.” Alanın maden olup olmadığını bilmek istersek, "altının karakteristik sayısının madenin karakteristik sayısına bölünüp bölünemeyeceğine” bakmamız söz konusudur (Elementa, Couturat 1903’de: 42-92). Ancak Dissertatio’da bu ilkeler zaten yer almaktaydı.

İlkseller Sorunu

Bu kombinatuvar sanatı ve zihinsel hesaplama ile evrensel dil projelerinin ortak noktası nedir? Şu: Leibniz uzun bir süre nasıl bir ilk terimler listesi, daha sonra da bir düşünceler ya da bir Ansiklopedi alfabesi oluşturulabileceğini araştırmıştır. Initia et specimina scientiae generalis’te (Gerhardt, yay. haz., 1875: VII, 57-60), kombinezon sanatına malzeme sağlamak için insan bilgisinin envanteri şeklinde bir ansiklopediden söz eder. De organo şive arte magna cağdandı" de (Couturat 1903:429-32), “zihin için en üstün tedavi, kendilerinden sırayla başka sonsuz düşüncelerin çıkarılabileceği az sayıda düşünce keşfetme olanağında yatar, tıpkı az sayıda sayıdan (birden ona kadar) sırayla öteki bütün sayıların türetilebildiği gibi” der ve ikili sayı sisteminin kombinatuvar olanaklarına bu bağlamda değinir.

Consilium de Encyclopaedia nova conscribenda methodo inventoria’da (Couturat 1903: 30-41), Leibniz kesin olarak oluşturulmuş önermeler aracılığıyla, matematiksel olarak dile getirilebilecek bir bilgiler sistemi araştırır ve pratikte, bir bilimler ile bu bilimlerin gerektirdiği bilgiler sistemi kurar. Bu sistem, Dilbilgisi, Mantık, Anımsama Tekniği ve Topik’ten aşama aşama Ahlak’a ve cisimsel olmayan şeylerin bilimine dek uzanır. Termini simpliciores hakkmdaki 168084 tarihli daha geç bir metinde (Grua, yay. haz., 1948: 2, 542), kendilikler, töz, öznitelik gibi ilksel terimlerden oluşan bir listeye geri döner; Aristoteles kategorilerini anımsatan bu listeye, bir de ön-arka gibi bağıntılar eklenmiştir.

Historia et commendatio linguae characteristicae’da (Gerhardt, yay. haz., 1875: VII, 184-89), “insan düşüncelerinden oluşan bir alfabe” oluşturmayı dilediği zamanlan anımsatır; öyle bir alfabe olacaktı ki bu, “bu alfabenin harflerinin kombinezonundan ve o harflerden oluşturulan sözcüklerin çözümlemesinden her şey keşfedilip yargılanabilecekti.” Leibniz ancak bu şekilde insanlığın, zihnin gücünü teleskoplarla mikroskoplann görme duyusunu artırdığından çok daha fazla artıracak yeni tür bir araca sahip olacağını belirtir ve hesap olasılıklarının heyecanına kapılarak, sözlerini bütün insan soyunun Hıristiyanlığa döndürülebileceği çağrısıyla bitirir. Llull gibi o da, misyonerlerin kavram göstergeleri dilinin yardımıyla putperestlere aklın yolunu gösterebilecekleri inancındadır; onlara Hıristiyan inancına özgü hakikatlerin akim hakikatleriyle ne kadar uyumlu olduğunu göstererek.

Ancak bu neredeyse mistik düşten sonradır ki, Leibniz alfabeni» henüz formüle edilmediğini fark ederek, zarif bir hile den söz eder: "Bu yüzden, bu olağanüstü karakteristik sayıları şimdiden verilmiş kabul ediyor ve onların belirli bir genel özelliğine bakarak, özellikleri bu özellikle bağdaşan başka herhangi bir sayılar grubunu alıp, bu sayılar grubunun kullanımı aracılığıyla, muhteşem bir düzen içinde bütün mantıksal kuralları kanıtladığımı varsayıyor ve bu yolla, bazı argümanların biçimleri gereği geçerli olduğunun bilinebileceğini gösteriyorum.”

Bir başka deyişle, gerçekten nihai, atomsal ve çözümlenemez oldukları iddia edilmeksizin ilkseller, hesaplama kolaylığı açısından ilkseller olarak koyııtlanır.

Öte yandan, Leibniz’in gerçekten de bir ilkseller alfabesi bulmayı düşünememesine yol açan başka ve daha derin felsefi nedenler vardır. Sağduyunun yalın bakış açısından bile, analitik ayırma aracılığıyla ulaşılan kavramların daha küçük bileşenlere ayrılamayacağı yönünde herhangi bir kesinlik yoktur. Ancak bu kanı, sonsuz hesaplamayı icat etmiş olan düşünürde daha da güçlü olmalıydı: “Atom yoktur, hatta hiçbir kütle bölünemeyecek kadar küçük değildir... Bundan şu sonuç çıkar: Evrenin her parçacığında sonsuz bir yaratıklar dünyası içerilmektedir... Şeylerde belirli herhangi bir sayı yoktur; çünkü hiçbir sayı sonsuz izlenimlere karşılık gelemez” (Primae veritates, Couturat 1903: 518-23’deki başlıksız metin).

İşte Leibniz’in kararı: Bizim için en genel olan ve yapmak istediğimiz hesap bağlamında “ilksel” olarak değerlendirebileceğimiz kavramlar kullanmak; böylece kavram göstergeleri dili, düşüncenin kesin alfabesine ilişkin zorunlu araştırmadan kopar. Leibniz, Descartes’m Mersenne’e yazdığı mektubu yorumlayarak (bu mektupta Descartes bir düşünce alfabesinin güçlüğünden söz ediyor ve bunun ancak romanslarda gerçekleşebilecek bir düş olduğunu belirtiyordu), şu açıklamayı getirir:

Her ne kadar bu dil gerçek felsefeye bağlı olsa da, onun kusursuzluğuna bağlı değildir. Bu şu demektir: Felsefe kusursuz olmamasına rağmen, bu dil kurulabilir. İnsanların bilimi geliştiği ölçüde, bu dil de gelişecektir. Bu arada, söz konusu dilin, bildiğimiz şeylerden yararlanma, yoksun olduğumuz şeyi görme ve ona ulaşmanın yollarını icat etme konusunda büyük bir yaran olacaktır. Ancak her şeyden önce, akı) yürütmeye bağlı malzemelerdeki çelişkileri ortadan kaldırma konusunda. Çünkü o zaman aklı yürütmek ile hesap yapmak aynı şey ola caktır (Couturat 1903: 27-28).

Ancak söz konusu olan, deyim yerindeyse, yalnızca uzlaşımsal bir karar almak değildir. İlksellerin belirlenmesi, kavram göstergeleri dilini önceleyemez; çünkü bu dil, düşüncenin dile getirilmesine yönelik uysal bir araç değil, düşünceler bulmaya yarayan bir hesap aygıtıdır.

Ansiklopedi ve Düşüncenin Alfabesi

Evrensel ansiklopedi fikri, Leibniz’i hiçbir zaman terk etmeyecektir: Meslek olarak uzun süre kütüphanecilik yapan ve büyük bir bilgi birikimi olan bir insan olarak Leibniz’in, XVII. yüzyılın ölmeye yüz tutmuş pansofi esinlenmesini ve meyvelerini XVIII. yüzyılda verecek olan ansiklopediyle ilgili oluşumları izlememesi olanaksızdı. Ancak onda bu fikir giderek, bir ilksel terimler alfabesi arayışı değil, daha çok herkese uçsuz bucaksız bilgi binasını denetleme olanağı sağlayacak pratik ve esnek bir araç biçimini ahr. 1703’te Locke’a bir polemik olarak Nouveaux essais sur l’entendement humain’i yazar (kitap ancak ölümünden sonra, 1765’te yayımlanacaktır) ve bu denemelerin sonunda, gelecekteki ansiklopedinin anıtsal bir görüntüsünü çizer. Öncelikle, Locke’un fizik, etik ve mantık-(ya da göstergebilim) şeklindeki üçlü bilgi ayrımını reddeder. Böylesine yalın bir sınıflandırma bile kabul edilemez; çünkü bilginin bu üç sahası sürekli olarak hangi konuların kendi alanlarına girdiğini tartışacaklardır: Ruhlar öğretisi mantığın kapsamına girebilir; ancak ahlakın da kapsamına girebilir ve bunların hepsi, mutluluğumuza hizmet ettikleri ölçüde, pratik felsefenin kapsamına girebilir. Unutulmaz bir öykü, dünya tarihi yıllıklarına da konabilir, bir ülkenin, hatta bir bireyin özgül tarihine de. Bir kütüphane düzenleyen kimse, çoğu zaman bir kitabı hangi bölümde kataloglaması gerektiğini bilemez (bkz. Serres 1968: 22-23).

Şu halde, çok boyutlu ve karışık diyeceğimiz bir ansiklopediyi denemekten başka bir seçenek kalmaz geriye, Gensini’nin belirttiği gibi (yay. haz., 1990: 19), maddelerden çok “güzergâhlar”a göre oluşturulmuş bir ansiklopedidir bu, “çapraz” kullanımlara izin veren bir kuramsal-uygulamah modeldir: Biri, matematikçilerde olduğu gibi, kanıtlar sırasına göre kuramsal; öteki, insani amaçları dikkate alan analitik ve pratik kullanım; sonra, buna, hem değişik argümanları, hem değişik yerlerde farklı açılardan ele alman tek bir argümanı bulmamızı sağlayacak bir dizin eklemek gerekecektir (IV, 21, De la division des Sciences). Neredeyse, Wilkins’in ansiklopedisinin tutarsızlığı, ikili ayrıma dayalı olmayışı bir “talihli hata” olarak kutlanıyor gibidir; sonradan Encyclopedie’mn girişinde D’Alembert’in kuramlaştırdığı projeyi öncelenmiş olarak görür gibiyiz. Leibniz gerçekten de Wilkins projesinin yalnızca belli belirsiz gösterdiği hiper metni düşünmektedir.

Kör Düşünce

Leibniz’in, kesin ve nihai bir alfabenin kurulabileceğinden kuşku duyduğunu ve kavram sayısı hesaplamasının gerçek gücünün kombinezon kurallarında bulunduğunu düşündüğünü söylemiştik. Leibniz’i sayıların anlamlarından çok, hesaplamayla üretebileceği önermelerin biçimi ilgilendirmektedir. Çeşitli yerlerde, cebiri yalnızca olası hesaplama biçimlerinden biri olarak değerlendirse de, characteristica universalisi cebirle karşılaştırır ve nicel kesinlikle, nitel kavramlara uygulanabilecek bir hesaplamayı düşünmeyi sürdürür.

Leibniz’in düşüncelerinden biri de, characteristica' nm, cebir gibi, bir kör düşünce (cogitatio caeca) olduğudur (örneğin, bkz. Decognitione, ueritate et idea, Gerhardt, yay. haz., 1875: IV, 422-26). Kör düşünceden, anlamı zorunlu olarak bilinmeyen ya da anlamları hakkında açık ve belirli bir fikir elde edilemeyen simgeler üzerinde hesaplamalar yürütüp, kesin sonuçlara ulaşma olanağı kastedilir.

Calculus, characteristicus'u tek gerçek “Âdem dili” örneği olarak tanımladığı bir metinde, Leibniz ne kastettiğini örneklerle net olarak ortaya koyar:

Her insan uslamlaması, belli göstergeler ya da karakterler aracılığıyla gerçekleştirilir. Aslında, yalnızca şeyler değil, şeylere ilişkin fikirler de her zaman seçik olarak gözlenemez, gözlenmeleri de gerekmez; bu yüzden onların yerine, kısa olmaları nedeniyle göstergeler kullanılır. Gerçekten de, eğergeometrici, kanıtlaması sırasında hiperbolü, spirali ya da kuvadratiki her adlandırdığında, onların tanımlanın ve türeyişlerini kesin olarak akimda canlandırmaya, sonra kanıtlamasında kullandığı terimlerin tanımlarını hayal etmeye zorlansa, keşiflerine çok geç ulaşırdı... Bu yüzden, belli kurallar, şekiller ve değişik türden şeyler adlarla, aritmetikte sayılar ve cebirde büyüklükler göstergelerle gösterilmiştir. . . Şu halde göstergeler alanına, sözcükleri, harfleri, kimyanın, astronominin, Çince’nin, hiyeroglifin şekillerini, müzik notalarını, steganografinin, aritmetiğin, cebirin göstergelerini ve uslamlamalarımızda şeyler yerine yararlandığımız bütün öteki göstergeleri dahil ediyorum. Yazılı, çizilmiş ya da kazılmış göstergelerin adı karakterdir.. . Bildiğimiz diller, uslamlamaya yarasalar bile, gene de sayısız anlam karışıklığına tabidirler, hesaplamada kullanılmaları da mümkün değildir, yani hesaplamada sözcüklerin oluşumuna ya da yapısına bakarak, uslamlama hatalarını keşfedecek tarzda -sanki dil yanlışları ya da yersiz kullanımlar söz konusuymuş gibibu dillerden yararlanmak olanaksızdır. Bu olağanüstü avantajı şimdiye kadar yalnızca aritmetikçilerin ve cebircilerin kullandığı göstergeler sağlar; onlarda her uslamlama karakterlerin kullanımından oluşur ve her zihinsel yanlış bir hesap yanlışıdır. Bu argüman üzerinde derinlemesine düşünerek, bütün insan düşüncelerinin ilkseller olarak değerlendirilen çok az sayıda düşünceye ayrıştırılabileceğini gördüm. Sonra bu ilksellere birer karakter verilirse, türetilen kavramlar için de karakterler oluşturulabilir; türetilen kavramlardan her zaman onlann gerekli özelllikleri ile onları oluşturan ilksel kavramları, kısacası, tanımlan ve değerleri, dolayısıyla aynı zamanda tanımlardan çıkarılabilecek değişimleri elde etmek mümkün olur. Bir kez bu yapıldıktan sonra, uslamlamada ya da yazı yazmada bu yolla betimlenmiş karakterlerden yararlanacak kişi, ya hiç hata yapmayacak ya da son derece kolay incelemelerle bu hataları kendiliğinden görecektir, ister kendi hataları söz konusu olsun, ister başkalarının (De scientia universali sen calculophilosophico. Gerhardt, yay. haz., 1875: VII, 198-203).

Daha sonra bu kör düşünce fikrini Johann Heinrich Lambert, Neues Organoriun (1762) Semiotica adlı bölümünde genel bir göstergebilimin temel ilkesine dönüştürecektir (bkz. Tagliagambe 1980).

1672 tarihli Accesio ad arithmeticam infinitorum’da (Samtliche Schriften, A, II, 1: 228) belirtildiği gibi, bir insan bir milyon dediğinde, zihinsel olarak bu sayının bütün hanelerini aklında canlandırmaz. Bununla birlikte, bu rakam temelinde yaptığı hesaplamalar, kesin olabilir, olmalıdır da. Kör düşünce, göstergeler üzerinde, onlara karşılık gelen fikirleri akılda canlandırmak zorunda olmaksızın işlem yapar. Bu yüzden, zihnimizin kapasitesini artırmada -tıpkı teleskopun görüş kapasitemizi artırdığı gibiaşırı bir çabayı gerektirmez. Dolayısıyla, “bir kez bu yapıldığında, görüş ayrılıkları çıktığı zaman, iki filozof arasında, iki hesap uzmanı arasında olduğundan daha fazla tartışmaya gerek kalmayacaktır. Gerçekten de, bu iki filozofun ellerine kalemi ahp, bir masaya oturmaları ve karşılıklı olarak (isterlerse, bir arkadaşlarına danışarak), ‘hesaplayalım!’ demeleri yeterli olacaktır” (Gerhardt, yay. haz., 1875: VII, 198 vd.).

Leibniz’in amacı, işlemsel kuralların kullanılan simgelere uygulanması aracılığıyla bizi bilinenden bilinmeyene götürebilecek cebir gibi bir mantık dili yaratmaktı. Nasıl bir denklemi çözerken bir harfin hangi niceliği temsil ettiğini bilmek bizi ilgilendirmiyorsa, bu dilde de her aşamada simgenin neye gönderme yaptığını bilmek gerekli değildir. Leibniz’de mantık dilinin simgeleri bir fikri göstermez, fikrin yerine geçer. Characteristica universalis “uslamlamaya yardım etmekle kalmaz, onu ikame eder” (Couturat 1901: 101).

Dascal (1978: 213), Leibniz’in characteristica’yı yalnızca biçimsel hesaplama olarak düşünmediği yolunda bir itiraz getirir; çünkü hesaplama simgelerinin her zaman bir yorumu vardır. Cebir hesaplaması, harfler üzerinde, onları aritmetik değerlere bağlamaksızm işlem yapar. Oysa, gördüğümüz gibi, characteristica deyim yerindeyse insan ya da hayvan gibi “dolu” kavramlara göre “biçilmiş” sayılar kullanır ve şurası açıktır ki, insanın maymunu ve maymunun insanı içermediğini kanıtlayan bir sonuç elde etmek için, sayısal değerlerin anlamsal ön yorumuna uygun sayısal değerler vermiş olmak gerekmektedir. Şu halde, Leibniz’in önerdikleri, biçimselleştirilmiş, bununla birlikte yorumlanmış, dolayısıyla salt olarak biçimsel olmayan sistemler olacaktır.

Leibniz’den sonra, onun izinden giderek, “yorumlanmış” sistemler oluşturmaya çalışan bir geleneğin oluştuğu kesindir: Sözgelimi, Luigi Richer’in projesine bakınız (Algebraephilosophicae in usum artis inveniendi specimen primum, “Melanges de philosophie et de mathematique de la Societe Royale de Turin”, 11/3, 1761). Bu topu topu on beş sayfalık son derece kısa metinde, felsefeye bir cebir yöntemi uygulamak için, “Olanaklı”, “Olanaksız”, “Bir Şey”, “Hiçbir Şey”, “Olumsal”, “Değişken” gibi bir dizi genel kavram içeren bir tabula characteristica oluşturulur ve bunlardan her biri uzlaşımsal bir karakterle gösterilir. Değişik şekillerde dizilmiş bir yarını daireler sistemi, karakterleri birbirinden ayırt etmeyi oldukça güç hale getirir; ancak sistem “Bu Olanaklı Çelişik olamaz” türünden felsefi kombinezonlara olanak sağlar. Dil, soyut felsefi uslamlamayla sınırlı kahr ve Llull gibi, Richer de öngörülen kombinezon olasılıklarının hepsini kullanmaz; çünkü bilim açısından yararsız kombinezonların hepsini reddeder (s. 55).

XVIII. yüzyılın sonunda, Condorcet 1793-94 tarihli bir elyazmasmda (bkz. Granger 1954) gerçekte matematiksel bir mantık taslağı olan bir evrensel dil, bir “hesap dili” düşünür. Gerçek nesneleri dile getirip, bu nesneler arasındaki bağıntıları -dile getirilen nesneler ile zihnin sözcelenen bağıntıları keşifte gerçekleştirdiği işlemler arasındaki bağıntılarsözceleyerek zihinsel süreçleri belirleyip birbirinden ayırt edecek bir dildir bu. Ancak elyazması, tam da ilksel ideleri saptama aşamasında yarıda bırakılır; bu metin, kusursuz diller mirasının nasıl artık kimsenin bir ideal içerikler listesi oluşturmayı düşünmeyeceği, yalnızca sözdizimsel kurallar önereceği mantıksal-matematiksel hesaplamaya yöneldiğini gösterir (Pellerey 1992a: 193 vd.).

Leibniz’in ilkelerinden kimi zaman metafizik hakikatleri bile çıkarmayı denediği kavram göstergeleri dili, artık ontolojik ve metafizik bir bakış açısı ile söz konusu dili özel tümdengelimdi sistemlerin kuruluşunun yahn bir aracı olarak gören bir bakış açısı arasında gidip gelir (bkz. Barone, 1964: 24). Bunun yanı sıra, kavram göstergeleri dili, aralarında Yapay Zekâda kullanılan anlam sistemlerinin de bulunduğu (yorumlanan anlamsal kendilikler için matematiksel türden sözdizimsel kurallar) bazı çağdaş anlam sistemlerinin öncelenmesi ile bağlanmamış değişkenler üzerinde işlem yapan salt matematiksel bir mantık arasında gidip gelir.

Ancak, yeni anlam sistemleri, Leibniz’den ve onun “dolu” anlamsal kendilikler hesaplamasıyla ilgili yetersiz çabalarından kaynaklanmaz; buna karşın, simgesel mantığın çeşitli akımlarının kaynağını ondan aldığı kesindir.

Kavram göstergeleri yazısının temelinde yatan asal sezgi şudur: Karakterler nedensiz olarak seçilse ve uslamlama adına ilksel oldukları varsayılan kavramların gerçekten de ilkseller olduğundan emin olunmasa bile, şu olguyla hakikat güvence altına alınır: Önermenin biçimi nesnel bir hakikati yansıtır.

Leibniz’de dünyanın ya da hakikatin düzeni ile dildeki simgelerin dilbilgisel düzeni arasında bir benzerlik vardır. Birçokları bu konumda Wittgenstein’ın gençlik döneminin picture theory of language’ını görür; Wittgenstein’ın kuramına göre önerme, yansıttığı olgulara benzer bir biçim almalıdır (Tractatus, 2.2). Leibniz, elbette, felsefi dilin değerinin, onun terimlerinin değil, biçimsel yapısının bir sonucu olması gerektiğini ve kendisinin habitudo ya da önerme yapısı adını verdiği sözdiziminin anlamdan daha önemli olduğunu gören ilk kişidir (Land 1974: 139).

Şu halde, karakterler nedensiz olarak saptansa bile, bütün sonuçlar kendi aralarında tutarlıdır, yeter ki karakterlerin kullanımında belirli bir düzen ve belirli bir kurala uyulsun (Dialogus, Gerhardt, yay. haz., 1875: VII, 190-93).

Bir şeyin dile getirilmesi demek şu demektir: Kendisinde dile getirilecek şeyin yapılarına karşılık gelen yapıların (habitudines) var olduğu şey. .. Yalnızca anlatımın yapılarının göz önünde bulundurulmasından, dile getirilecek şeyin buna karşılık gelen özelliklerinin bilgisine ulaşabiliriz... yeter ki ilgili yapılar arasında belirli bir analojiye uyulsun (Quidsit idea, Gerhardt, yay. haz., 1875: VIL 263-64).

Son olarak: Önceden belirlenmiş uyumun filozofu başka türlü nasıl düşünebilirdi ki?

“I-Ching” ve İkili Sayı Sistemi

Sonunda Leibniz’in kavram göstergeleri yazısını gerçekten kör bir hesaplamaya yönlendirdiğini -Boole mantığını önceleyerekÇince değişimler kitabı I-Ching’in keşfine tepki gösterme tarzından anlıyoruz.

Leibniz’in özellikle yaşamının son yirmi otuz yılında Çin dili ve kültürüne olan ilgisi, ayrıntılı olarak belgelenmiştir. Leibniz 1697’de, Çin’deki Cizvit misyonerlerinin mektuplarını ve denemelerini bir araya getiren Novissima sinica yı (Dutens 1768, IV, 1) yayımlamıştı. Peder Joachim Bouvet, Çin’den döner dönmez bu yapıtı görmüş ve Leibniz’e I-Ching’in 64 heksagrammda temsil edildiğini gördüğü antik Çin felsefesi hakkında bir mektup yazmıştı.

Yüzyıllar boyunca bu Değişimler Kitabı’nın binlerce yıl önce yazılmış bir metin olduğu varsayılmakla birlikte, daha yakın zamanlarda yapılan araştırmalar, onun M.Ö. III. yüzyıla ait olduğunu belirlemiştir; ancak Leibniz’in yaşadığı dönemde yapıt: mitsel Fu Hsi’ye isnat ediliyordu. Kitap büyü ve kahinlik amacıyla kullanılıyordu ve Bouvet haklı olarak bu heksagramlarda Çin geleneğinin temel ilkelerini okumuştu.

Ancak Leibniz, Bouvet’ye ikili aritmetik, yani 1 ve O’la hesaplamaya ilişkin araştırmalarını anlattığında (Leibniz sisteme metafizik imalar ve Tanrı ile Hiçlik arasındaki ilişkiyi temsil etme gücü de ekliyordu), Bouvet bunun Çin heksagramlannm yapısını çok iyi açıkladığını anlar. 1701’de Leibniz’e, heksagramların dizilişini gösteren tahta bir gravürü eklediği bir mektup gönderir (ancak Leibniz mektubu 1703’te alır).

Gravürdeki heksagram dizilişi I-Ching'deki dizilişten farklıydı; ancak bu hata Leibniz’in onlarda, Explication de l’arithmetique binaire’de (1703) açıklayacağı anlamlı bir sıra görmesine olanak sağladı.

Şekil 14.1’de Leibniz’in başvurduğu diyagramları görüyoruz; bu diyagramlarda merkezi yapı parçalanmış altı satırla başlayıp, daha sonra tam satırların sayısı artarak devam eder. Bu, Leibniz’e bu heksagramlarda, gerçekten de 000, 001,010,110,101,011,111... sırasına göre yazılan ikili sayılar sırasının kusursüz bir temsilini görme olanağı sağlar.

Sonuçta ve bir kez daha Leibniz, yalnızca biçimlerini ve kombinatuvar kapasitelerini göz önünde bulundurmak için, Çin ideogramlannı öteki yorumların onlara atfettiği anlamlardan arındırır. Yeniden kör düşüncenin yüceltilmesiyle, sözdizimsel biçimin hakikatin aracı olarak görülmesiyle karşı karşıyayız. Bu 1 ’lerle bu O’lar gerçekten de kör simgelerdir; onların sözdizimi işlevsel olup, ürettiği dizilere olası herhangi bir anlam verilmeksizin keşiflere olanak sağlar. Hiç kuşkusuz Leibniz, yüz elli yıl önceden, George Boole’un matematiksel mantığım önceler; ancak aynı zamanda bilgisayarların gerçek dilini de önceler: Yani, klavyede tuşlara basarak ve ekranda makinenin yanıtlarını okuyarak bir programın içinde bizim konuştuğumuz dili değil, programcının bilgisayarlara talimatları verdiği dili, bilgisayarın, salt ikili terimler halinde alıp üzerinde işlem yaptığı talimatların ne anlama geldiğini “bilmeksizin” “düşündüğü” dili.

Gerçi Leibniz I-Ching heksagramları konusunda yanılmıştır; çünkü “bunlar, matematiksel anlamı dışında Çinlilerce her biçimde yorumlanmıştır” (Losano 1971) ancak bunun bir önemi yoktur. Leibniz onlarda hiç kuşkusuz varolan biçimsel bir yapı görür; ona batini açıdan olağanüstü gelen bu yapıdır; o kadar ki (Peder Bouvet’ye yazdığı bir mektupta) bunların yazarını hiç duraksamadan HermesTrismegistos ile özdeşleştirir (bunda da haksız değildir; çünkü Fu Hsi av, balık avcılığı ve pişirmenin bulunması çağının temsilcisi sayılıyordu, yani bir tür icatlar ataşıydı).

Yan Etkiler

Önsel bir felsefi dil kurmak için seferber edilen yetenek, Leibniz’in bir başka felsefi dil icat etmesine yaramıştır; elbette önsel bir dildir bu ancak her tür pratik ve toplumsal amaçtan yoksun olup, mantıksal hesaplamaya yöneliktir. Bu anlamda Leibniz’in aynı zamanda çağdaş simgesel mantığın da dili olan dili, bilimsel bir dildi; ama bütün bilimsel diller gibi, evrenin bütünlüğünden değil ancak bazı ussal hakikatlerden söz edebiliyordu. Bu dil evrensel bir dil olamazdı; çünkü doğal dillerin dile getirdiklerini, yani olgusal hakikatleri, empirik olayların betimlemelerini dile getirmeye uygun değildi. Bunu yapmak için “sayısız belirlenimleri olan bir kavram oluşturmak” gerekecekti, oysa bir bireye ilişkin eksiksiz kavram şunu ima eder: “Kendileri de başka uzamsal-zamansal ardıllıkları ve kapsamı insanın gözünden, her insanın denetim olanağından kaçan tarihsel olayları ima eden uzamsal-zamansal belirlenimler” (Mugnai 1976: 91).

Gene de, bilgisayarların dili haline gelecek olan şeye öncülük ederek, Leibniz’in projesi bireysel kendilikleri sınıflandırmaya, hatta bay

X’in Y’den Z’ye belirli bir uçuş için rezervasyon yaptırdığını saptamaya olanak sağlayan bilgisayar dilleri geliştirmeye olanak sağlamıştır. O kadar ki, bilgi-işlemin gözü, belirli bir kişinin belirli bir şehrin belirli bir otelinde gecelediği günü ve saati bile kaydederek, gereğinden fazla araya girip özem yaşamımızı kısıtlayabilmektedir. Henüz salt kuramsal kurgu olan, Tanrı’yla melekleri, varlığı, tözü, ilineği ve “bütün filleri” içerebilecek bir öğeler sistemi olan evren hakkında konuşmayı sağlamak üzere yola çıkan bir araştırmanın bir başka yan etkisidir bu.

Dalgarno, Leibniz’in matematiksel filtresinden geçirilen önsel felsefi dilinin, her tür anlamdan vazgeçip salt sözdizimine indirgenerek, tekil bir fili bile göstermeye yarayacağını asla düşünemezdi.

Leibniz “Kütüphanesi” ve “Encyclopedie”

Aydınlanma yüzyılıyla, fikirlerin önsel bir sistemini kurma yönündeki her tür girişime karşı bir eleştirinin önkoşulları belirir ve bu eleştiri büyük ölçüde, Leibniz’in önerilerinden yararlanır. D’Alembert’in Encyclopedie'nın giriş yazısında saptadığı önsel felsefi diller krizi, Leibniz’in “kütüphane” kavramını yakından andıran bir dille dile getirilmiştir.

Pratikte bir ansiklopedi düzenleme ve ansiklopedinin bölümlemelerini haklı çıkarma zorunluluğu dolayısıyla, bilimler sistemi artık bir labirent olarak, herhangi bir ağaç temsilini sorunlu hale getiren çetin bir yol olarak görülür. Bu labirent, “bazıları aynı merkeze giden” değişik dallardan oluşmuştur “ve bu merkezden yola çıktıklarında, bütün yollara girmek mümkün olmadığından, seçim farklı ruhların doğasmca belirlenmektedir.” Filozof, bu labirentin gizli bağlantılarını, geçici çatallanmalannı, bir dünya haritası biçimindeki bu ağı oluşturan karşılıklı bağımlılıkları keşfetmeyi bilen kimsedir. Bu nedenle, Encyclopedie'nın yazarları, her maddenin, dünya haritasını yalnızca kısıtlı ölçüde verecek olan özel bir harita gibi görünmesi gerektiğine karar vermişlerdi:

Nesneler birbirleriyle az ya da çok ilişkili olup, coğrafyacının seçtiği bakış açısına göre değişik yönler sunarlar... Şu halde, değişik yansıtmalara göre ne kadar dünya haritası kurulabilirse, o kadar insan bilgisinin değişik sistemleri tasavvur edilebilir. . . Çoğu zaman, bir ya da daha fazla özellikleri nedeniyle belirli bir sınıfa konan bir nesne, bazı başka özellikleri yüzünden bir başka sınıfa girer.

Öyle görünüyor ki, Aydınlanma Çağı’nı kaygılandıran nokta, kusursuz bir dil arayışından çok, Locke önerisinin izinde, varolan dillerin terapisidir. Locke doğal dillerin sınırlarını ortaya koyduktan sonra (JEssay X), sözcüklerin yanlış kullanımını çözümlemeye geçiyordu. Yanlış kullanım şu durumlarda söz konusuydu: Terimler, açık ve belirgin fikirlere gönderme yapmadığında; tutarsız biçimde kullanıldığında; anlaşılmazlık tutumu takınıldığında; sözcükler birer nesneymiş gibi alındığında; sözcükler imlemedikleri şeyler için kullanıldığında; bir başkasının zorunlu olarak, kullandığımız sözcükleri, bizde uyandırdığı fikirlerle bağlantılandırması gerektiği düşünüldüğünde. Locke, bu yanhş kullanımlarla mücadele etmek için normlar belirler; bu normların felsefi diller izleğiyle hiçbir ilgisi yoktur çünkü Locke’u ilgilendiren yeni sözlüksel ve sözdizimsel yapılar belirlemekten çok, doğal dilin sürekli denetlenmesini sağlayan bir tür felsefi sağduyu önermektir. Locke, dil sisteminin reformunu değil, iletişim sürecinin sıkı bir denetimini düşünür.

Ansiklopedist Aydınlanma ve onun esinlediği bütün araştırmalar bu çizgi üzerinde yer ahr.

Önsel felsefi dillere saldırı, temel olarak, birden çok yazarın işbirliğinin ürünü olan “Caractere” maddesinde kendini gösterir. Du Marsais, önce sayısal karakterleri, kısaltma karakterlerini ve harf karakterlerini birbirinden ayırır ve harf karakterlerini simgesel karakterler (burada hâlâ hiyeroglif fikrinin sürdürüldüğünü görüyoruz) ile adsal karakterler (bunun modeli, alfabe karakterleridir) şeklinde bir alt bölümlemeye tabi tutar. D’Alembert, doğal dillerin geleneksel olarak kullandıkları karakterlerin yetersizliğine yönelik geleneksel eleştirileri kabul eder ve önceki yüzyılın bütün projelerini çok iyi bildiğini ortaya koyarak, “gerçek karakter” önerilerini tartışır. Bu tartışmalarda, sık sık, doğrudan şeylerin özünü dile getiren ontolojik olarak gerçek karakter ile anlam karışıklığı olmaksızın bir tek fikri dile getirebilen ve uzlaşım yoluyla belirlenmiş mantıksal olarak gerçek karakter birbirine karıştırılmaktadır. Ancak ansiklopedicilerin eleştirisi. fazla bir ayrım gözetmeksizin, her iki projeyi de hedef ahr.

Gerçek şu ki, on sekizinci yüzyıl kültürünün dile bakış açısı bir önceki yüzyılın bakış açısından farklıydı. Artık düşünce ile dilin karşılıklı olarak birbirlerini etkilediği ve atbaşı gittiği ya da gelişen dilin düşünceyi değiştirdiği savunuluyordu. Eğer böyleyse, çeşitli dillerin şu ya da bu biçimde yansıttıkları, evrensel ve sabit düşüncenin dilbilgisi şeklindeki rasyonalist varsayım artık savunulamaz. Soyut bir uslamlamaya dayalı hiçbir fikir sistemi, kusursuz bir dilin kuruluşunun bir parametresi ve ölçütü haline gelemez. Dil, Platoncu düşüncenin önerdiği gibi önceden belirlenmiş bir kavramsal evreni yansıtmaz, o evreni oluşturmaya çalışır.

Ideologues’un göstergebilimi, evrensel ve göstergesel aygıttan bağımsız bir düşüncenin koyutlanmasımn da, bunun temelinde göstergesel bir aygıtın kendi kusursuzluk ölçütlerini belirleyebilmesinin de nasıl olanaksız olduğunu gösterecektir. Destutt de Tracy’e göre (E/ements d’ideologie I, s. 546, not), bütün dillere bir cebir dilinin özelliklerini vermek mümkün değildir. Doğal dillerde

çoğunlukla, tahminler, çıkarsamalar, yaklaştırmalarda bulunmak durumunda kalırız... Belirli bir göstergeyle gösterdiğimiz ve verili araçlarla oluşturduğumuz fikrin, gerek bize bu göstergeyi öğreten kişinin, gerek aynı göstergeyi kullanan öteki insanların fikriyle -onlar da söz konusu fikri aynı göstergeyle gösterse biletam tamına aynı olduğundan hemen hiçbir zaman emin olamayız. Bu yüzden sık sık, kimse değişimin farkına varmaksızın, sözcükler algılanması olanaksız bir biçimde değişik anlamlar edinirler; dolayısıyla, her göstergenin, onu icat eden kişi için kusursuz olduğunu, buna karşın onu ahmlayan kişi için her zaman belirsiz ve kesin olmayan bir nitelik taşıdığını söylemek doğru olacaktır... Dahası var: Her göstergenin, onu icat eden kişi açısından kusursuz olduğunu belirttim ancak bu yalnızca onu yarattığı an için kesin olarak doğrudur; çünkü aynı göstergeyi yaşamının başka bir anında ya da başka bir ruh hali içinde kullandığında, bu kişi o gösterge altında, ilk andaki fikirler bütününü yeniden birleştirdiğinden tam olarak emin olamaz.

Tracy’e göre, felsefi bir dilin ideal koşulu, karakterlerinin mutlak tekanlamlılığıdır. Ancak, XVII. yüzyıl İngiliz sistemleri gibi sistemleri inceleyerek, şu sonuca ulaşır: “Aynı göstergenin onu kullanan herkes açısından kesinkes aynı değeri taşıması olanaksızdır... Şu halde, kusursuzluktan vazgeçmeliyiz” (Elements d’ideologie, II, s. 578-79).

İdeologların çıkış noktası olarak aldıkları bu tema, empirist felsefenin ortak temasıydı ve Locke daha önce şunu ammsatmıştı: “Utku” (glory) ve “gönülborcu” (gratitude) sözcükleri

tüm ülkede herkesin ağzında aynı olsalar da, gene de herkesin düşündüğü ya da bu adla dile getirmeyi amaçladığı karmaşık kolektif fikir, aynı dili kullanan kişilerin zihninde görsel olarak çok değişiktir. . . Eğer birisi, altın tözünde, renk ile ağırlığı fark etmekle yetiniyorsa, bir başkası altın fikrindeki renge zorunlu olarak terebentinde çözünürlüğün, bir üçüncü kişi ise ergiyebilirliğin eklenmesi gerektiğini düşünecektir; çünkü nasıl terebentinde çözünürlük, altının rengi ve ağırlığıyla sabit bağıntısı olan bir nitelikse, ergiycbilirlik ya da bir başka nitelik de öyledir. Başkaları buna, gelenekten ya da deneyimden öğrendiklerine bağlı olarak, biçimlendirilebilirlik, değişmezlik, vb. nitelikleri de ekleyecektir. Bütün bu insanlardan hangisi “altın” sözcüğünün doğru anlamını saptamış olur? (Essay Concerning Human Urıderstanding, III/9,9-13).

Gene ideologlardan, daha önce Wilkins’e yönelik eleştirilerini gördüğümüz Joseph-Marie Degerando, Des signes et l’art de penser consideres dans leur rapporsts mutuels (1800) adlı kitabında, insan sözcüğünün, bir filozofun ruhunda bir işçinin ruhuna oranla çok daha büyük bir fikirler demetini temsil ettiğini ve özgürlük sözcüğünün Sparta ile Atina için aynı şey olmadığını anımsatır (I, s. 222-23).

Felsefi bir dil geliştirmenin olanaksızlığı, şu gerçekten kaynaklanır: Dilin doğuşu, ideologların büyük bir kesinlikle irdeledikleri aşamaları izler ve kusursuz bir dilin bu aşamalardan hangisine dayandırılması gerektiğine karar vermek zorunluluğu vardır. Şurası açık: Felsefi bir dil belirli bir aşamaya bağlı kalarak, dilin genetik durumlarından yalnızca birini yansıtabilecek ve bu durumun sınırlarını -insanları bir sonraki ve daha gelişkin durumu geliştirmeye yönlendiren sınırlarıbünyesinde taşıyacaktır. Düşünce ile dilin zamana (yalnızca dilin doğuşuyla ilgili her kuramın sözünü ettiği uzak ve tarihöncesi zamana değil, şimdiki tarihimizin oluşum zamanına da) yayılan bir doğuşu olduğu bir kez saptandıktan sonra, felsefi bir dil düşünmeye yönelik her girişim başarısızlığa yazgılı olur.

15

Aydınlanmadan
Günümüze Felsefi Diller

XVIII. Yüzyılın Projeleri

A

ncak kusursuz dil düşü kolay kolay ölmez ve on sekizinci yüzyılda da evrensel dillerle ilgili kapsamlı projeler yok değildir. 1720’de, “Journal litteraire de l’annee 1720”de şu anonim yazı çıkar: Dialogue sur la fatihte quil y auroit d’etablir un Caractere Üniversel qui seroit commun d toutes les Langues de l’Europe, et intellegible d differens Peuples, qui le liroient chacun dans la proprie Langue. Başlığın gösterdiği gibi bu, Kircher çizgisinde bir poligrafidir ve olsa olsa, daha sonraki gelişimler göz önünde bulundurulduğunda, dilbilgisini kısaltma girişimi açısından kayda değerdir. Bununla birlikte, adı bilinmeyen yazarın önerisinin belirleyici özelliği, projeyi geliştirecek bir kurula ve dilin uygulanmasını kabul ettirecek bir hükümdara yönelik çağrıdır. Bu çağrı “Avrupa’da siyasal açıdan istikrarlı bir evrenin başlamasıyla 1720 yılı dolaylarında belirmiş olan olanağı ve buna bağlı olarak hükümdarların dilsel ya da zihinsel deneyleri korumaya yönelik eğilimlerini gösterir” (bkz. Pellerey 1992a: 11).

Encyclopedie’de Beauzee gibi rasyonalizmin önde gelen sözcülerinden biri, “Dil” maddesinde, yeni bir dil üzerinde anlaşmanın güçlükleri karşısında, uluslararası bir dil de gerekli olduğu için, Latince’nin hâlâ makul bir aday olduğunu belirtir. Ancak ansiklopedicilerin empirist kanadı bile evrensel bir dil önerme görevinden geri kalmaz. “Dil” maddesinin sonunda, dört sayfada bir “yeni dil” projesi sunan Jachim Faiguet’nin yaptığı budur. Couturat ve Leau (1903: 237) bu projeyi, önsel diller sorununun aşılması yönünde ilk girişim olarak ve bir sonraki bölümde sözünü edeceğimiz sonsal dillerin bir ilk taslağı olarak değerlendirirler.

Faiguet, model olarak doğal bir dili alır, sözlüğünü Fransızca köklerden oluşturur ve daha çok, kurallı hale getirilmiş ve basitleştirilmiş bir dilbilgisi ya da “kısa ve özlü bir dilbilgisi” oluşturmaya yönelir. Faiguet on yedinci yüzyıl yazarlarının bazı çözümlerini yeniden ele alarak, tanındıklar gibi fazlalık saydığı söylem parçalarını kaldırır, bükünlerin yerine edadan geçirir (tamlayan durumu için yalnızca bi, yönelme durumu için bu, çıkma durumu için de ve po), artık çekimsiz hale gelen sıfatları edat biçimleri aracılığıyla oluşturur, çoğul kullanımını kurallı hale getirir. Çoğul hep aynı sonekle (-s) gösterilecektir. Bunun dışında, fiilleri kişi ve sayı açısından değişmez kılarak ve zamanlarla kipleri sabit sonlarla belirleyerek (“ben veriyorum, sen veriyorsun, o veriyor,” Jo dona, To dona, Lo dona haline gelir) fiil çekimlerini azaltır; dilek kipi, -r sonekiyle elde edilir (vereyim = Jo donar)-, edilgen çatı, gösterme kipi artı “olmak” anlamına gelen yardımcı fiil sas ile gösterilir (verilmek = sas dona).

Faiguet’nin dili tamamen kurallıdır ve'istisnalar yoktur; çünkü bu dilde her ek harfi ya da hecesi kesin bir dilbilgisel değeri dile getirir. Ancak bu dil iki açıdan model dile bağımlıdır: “Kısa ve özlü hale getirdiği” anlatım düzlemi Fransızca’nın anlatım düzlemidir, içerik düzlemini de doğrudan Fransızca’dan ödünç alır, böylece sonuçta Mors kodundan pek de farklı değildir, üstelik ondan daha az kullanışlıdır (Bernardelli 1992).

On sekizinci yüzyılın başlıca önsel sistemleri şunlardır: Jean Delormel’in Projet d’une langue universelle’i (1795), Zalkind Hourwitz’in Polygraphie, ou l’artde correspondre a Kaide d’ıın dictionnaire dans toutes les langues, meme dans celles dont on nepossedepas seulement les lettres alphabetiques’i (1800) ve Joseph De Maimjeux’nün Pasigraphie’si (1797). Aslında, De Maimieux’nün dili bir poligrafi olarak, yani yalnızca yazılı iletişime yönelik bir dil olarak sunulur. Ancak, aynı yazar 1799 yılında bir pasilalia, yani dilini sesletilebilir kılan kurallar da geliştirdiğinden, bu dil her açıdan önsel bir dildir. Önsel bir dilin yapısına sahip olmasına karşın Hourvvitz’in dili de bir poligrafidir (ancak Hourvvitz, bu girişimin yeni olmadığından habersiz görünür).

Bütün bu projeler on yedinci yüzyılın önsel dillerinin temel ilkelerine göre yapılandırılır; ancak üç temel özellik açısından onlardan ayrılırlar: Güdüler, ilksellerin belirlenmesi ve dilbilgisi.

Delormel, projesini Konvansiyon’a sunar, De Maimieux Pasigraphie’sini Direktuvar sırasında yayımlar ve Hourwitz Konsül Dönenıi’nde yazar. Dolayısıyla, dinsel güdüler ortadan kalkmıştır. De Maimieux, A vrupahlar arasında ve Avrupa’yla Afrika arasında olası iletişimlerden, çevirilerin uluslararası denetiminden, diplomatik işlemlerde daha büyük bir hızdan, hatta başka dillerde yazılan kitapları “pasigrafileştirme”leri gerekecek olan öğretmen, yazar ve yayımcılar için yeni bir gelir kaynağından söz eder. Hourwitz, bunlara yalnızca bazı pragmatik güdüler ekler, sözgelimi bu dilin hekim ve hasta ilişkilerinde ya da mahkeme tartışmalarında sağlayacağı kolaylıklar gibi. Artık laik bir atmosferin belirtisi olarak da, olası çeviri örneği olarak Pater Nosteri değil, Fenelon’un Aventures de Telemaque’mm başlangıcını ahr; Fenelon’un yapıtı, ahlaki esinlenmesine karşın, pagan kahramanlarla tanrıları sergileyen bir dünyevi edebiyat örneğidir.

Devrimci ortam, “kardeşlik” sloganı altında yenileyici bir gerilimi dayatır ya da teşvik eder. Delormel şunu belirtir:

Fransızlar nezdinde insan ruhunun yenilendiği ve büyük bir enerjiyle öne atıldığı bu devrim anında, değişik ulusların araştırmacılannı birbirine yakınlaştırarak keşifleri kolaylaştıran bir dil, hatta bütün dillerde ortak, eğitime daha az yatkın olan insanların da kolaylıkla kavrayabileceği ve kısa sürede bütün halkları büyük bir aile haline getirecek bir ortak paydayı yaygınlaştırmayı umamaz mıyız?... Aydınlanma her durumda insanları birbirine yaklaştırıp, onlan birbiriyle uyumlu kılmaktadır ve bu dil Aydınlanmanın iletilmesini kolaylaştırarak, onu yaygınlaştıracaktır (s. 48-50).

Bütün bu projeler, Encyclopedie’de dile getirilen kararsizhkian göz önünde bulundurur; önsel kurgu da dönemin bilgisine uygun ve yönlendirilebilir bir ansiklopedik düzen önermeyi hedefler. Burada barok ansiklopedilere hayat veren büyük pansofi soluğu yoktur ve daha çok Leibniz ölçütü geçerlidir: Hâlâ “Dünya Tiyatrosu”nu temsil edip etmediği kaygısına kapılmaksızm, iyi bir kütüphanenin en uygun tarzda düzenlenmesi söz konusuymuş gibi davranılır. Ayrıca, “mutlak” ilkseller arayışı da yoktur ve temel kategorileri ana bilgi bölümleri oluşturur, bu bilgi bölümlerine ait kavramlar onlara bağlı kılınır.

Sözgelimi, Delormel alfabenin değişik harfleriyle, akla Wilkins’ten çok Adı Bilinmeyen İspanyol’u getiren bazı ansiklopedik sınıfları gösterir (Dilbilgisi, Söz Sanatı, Nesnelerin Durumu, Bağlaşıklar, Yararlı, Zevkli, Ahlaksal, Duyumlar, Algılama ve Yargı, Tutkular, Matematik, Coğrafya, Kronoloji, Fizik, Astronomi, Mineraller, vb.).

İlkseller birer ilksel değilse, geriye tek bir bileşim ölçütü kahr: Örneğin, Dilbilgisi’ne gönderen a harfi ilk konumda verildiğinde, ikinci konuma salt ayırt edici değeri olan ve dilbilgisinin bir alt kategorisine gönderen harfler konur, son konuma ise morfolojik bir belirlemeyi ya da bir türemeyi gösteren üçüncü bir harf konur ve Ava (dilbilgisi), ave (harf), cilve (ünlü), adve (ünsüz), vb. bir terimler listesi elde edilir. Sistem hem kimya formülleri gibi işlev görür (çünkü anlatım sözdizimsel olarak içeriğin içsel bileşimini açığa çıkarır), hem de matematik formülleri gibi (çünkü anlatım her harfe konumuna göre belirli bir değer atfeder). Ancak bu parlak kuramsal buluş uygulamada sözlüğün boğucu tekdüzeliğinin olumsuzluğuyla dengelenir.

Aynı şekilde, De Maimieux’nün Pasigrafi’si düzenli olarak katıştınlabilen 12 karakterlik bir grafik kod oluşturur. Karakterlerin her kombinezonu, belirli bir içeriği ya da kavramı dile getirir (model, Çin ideografîsi modelidir). Sözcüğün “gövdesi” dışına konmuş öteki karakterler, merkezî fikrin değişimlerini dile getireceklerdir. Sözcüklerin gövdesi üç, dört ya da beş karakterden oluşabilir: Üç karakterle “patetik” terimlerin yanı sıra, söylemin kısımları arasında bağlantı kuran terimler imlenir (bunlar bir lndiculef'de sınıflandırılmıştır); dört karakterlik sözcükler pratik yaşamla ilgili fikirleri (dostluk, akrabalık, iş) gösterir ve Petit Nomenclateur de sınıflandırılmışlardır; beş karakterlik sözcükler ise sanatın, dinin, ahlakın, bilimlerin ve siyasetin kategorileriyle ilgili olup Grand Nomenclateur’de sınıflandırılmışlardır.

Bu kategoriler de ilksel değildir ve pragmatik sağduyu ışığında belirlenmişlerdir, halihazırdaki bilginin pratik alt bölümlemeleri gibi. Kaldı ki, De Maimieux, mutlak bir düzen değil, “isterse kötü olsun” herhangi bir düzen aramış olduğunu kabul eder (s. 21).

Ne yazık ki, bu sistem eşanlamlıları ortadan kaldırmaz; ancak bünyesel eşanlamlıları birbirinden ayırt edilebilir hale getirmeye çalışır. Gerçekten de, pasigrafîk her sözcük tek bir içeriğe değil, üç ya da dört içeriğe karşılık gelir ve farklı anlamlar birbirlerinden, karakterlerin farklı boylarda yazılması ya da bazılarının satırda daha yukarıda yazılmış olmasıyla ayırt edilir. Şifre çözücü için az güçlük değildir bu; üstelik karakterlerin, temsil ettikleri fikirle ikonik herhangi bir benzerliği bulunmadığından, şifre çözücü dizimin anlamını anlamak için, sözcük üç karakterliyse Indicule’e, dört ya da beş karakterliyse Petit Nomenclateur’e ya da Grand Nomenclateur e başvurmak zorunda kalacaktır.

Bu yüzden, örneğin okur beş karakterli bir dizimle karşılaştığında, Grand Nomenclateur de

ilk karakterle başlayan sınıfı arar. Bu sınıfın içinde, terimin ikinci karakterinin bulunduğu çizelgeyi arar. Bu çizelgenin içinde terimin üçüncü karakterinin bulunduğu sütunu arar. Sütunun içinde terimin dördüncü karakterinin bulunduğu bölümü arar. Son olarak, bu bölümde beşinci karaktere karşılık gelen satırı arar. Bu noktada okur anlam olarak dört sözel sözcüklü bir satır bulmuş olacaktır. O zaman, olası dört sözcük arasında kendi aradığına karşılık gelen sözcüğü belirlemek için pasigrafık terimde hangi karakterin grafik olarak daha yukarıda olduğunu gözlemek zorunda kalacaktır (Pellerey 1992a: 104).

Bu son derece zahmetli yöntem, Başrahip Sicard’dan başlayarak sistemin yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmayı üstlenen dönemin değişik eleştirmenlerine ve birkaç yandaşına içinde pasigrafik şiirlerin bile yer aldığı mektuplar yazan De Maimieux’nün kendisine uzanan bir çizgide birçok kişinin projeye tutkuyla bağlanmasını engellememiştir.

De Maimieux kendi pasigrafisinden, çevirileri denetlemeye yarayan bir araç olarak söz eder. Gerçekten de, çeviriyi kaynak metin ile amaç metin arasında eşdeğerlik ilişkisi olarak gören birçok çeviri kuramı, eşdeğerlik yargısı açısından parametre işlevi görecek bir “ara diF’in var olduğu varsayımına dayanır. Sonuçta De Maimieux, bir A sisteminin anlatımlarından bir B sisteminin anlatımlarına çeviriyi denetlemek için bir üstdil, yansız olduğu öne sürülen bir sistem sunarken bunu yapmaktadır. Hint-Avrupa dillerine ve özellikle Fransızca’ya özgü içerik düzenlemesi tartışma konusu yapılmaz. Sonuç olarak “ideografinin uçsuz bucaksız dramı”nı elde ederiz: “(De Maimieux’nün pasigrafısi), aslında fikirlerin ya da kavramların kendileri olması gereken içeriklerini ancak doğal dilin sözcükleriyle adlandırmak yoluyla belirleyip betimleyebilir; sözel dili ortadan kaldırmak üzere yaratılmış bir projenin en büyük çelişkisini oluşturur bu” (Pellerey 1992a: 114). Görüldüğü gibi, gerek teknikte, gerek altta yatan ideolojide Wilkins döneminden bu yana pek az şey değişmiştir.

Bu tür bir nahiflik, İsviçreli J.P. De Ria’nın Palais de soixaute-quatrefenetres... ou l’art d’ecrire toutes les langues du monde comme ou lesparle’mda (1787) en uç noktasına vardırılmıştır. De Ria’nın kitabı gösterişli başlığına karşın, yalnızca basit bir fonetik yazı kılavuzudur; istenirse, coşkulu ve mistik bir dille yazılmış bir Fransızca yazım reformudur da denebilir. Dünyanın bütün dillerine nasıl uygulanabileceği hiç de açık değildir (örneğin, İngilizce fonetiğe uygulanması olanaksız olurdu); ancak yazar bu soruyu kendisine sormaz bile.

De Maimieux’ye dönersek, sözde ilksellerini seçmedeki esnekliğiyle, Encyclopedie'nın empirik çizgisine bağlanır gibi görünür; ancak bunları bulmuş olduğunu ve herkese kabul ettirebileceğini öne sürerken gösterdiği güven, hâlâ belirgin olarak rasyonalizmin etkisini taşır. Her durumda, De Maimieux’nün, kendi dilinin hitabet ve belagat olanaklarını nasıl korumaya çalıştığını gözlemek ilginçtir: De Maimieux, devrimci bir grubun üyelerinin yaşamını ya da ölümünü belirleyebilen tutkulu bir konuşmalar çağında yaşadıklarını belirtir.

On sekizinci yüzyıl önsel dil yaratıcılarının öncüllerine getirdikleri en büyük eleştiri, Encyclopedie’de ana çizgileri belirlenen “kısa ve özlü” dilbilgisi projesinden esinlenmiş olan dilbilgisine yönelik eleştiridir. De Maimieux’nün dilbilgisi, kategorilerin sayısını artırır, buna karşın Delormel’inki öylesine kısa ve özlüdür ki, öteki sistemlere uzun bölümler ayıran Couturat ve Leau (1903) onu bir buçuk sayfada ele alırlar (daha cömert ve daha doğru bir değerlendirme için bkz. Pellerey 1992a: 125).

Projesi semantik açıdan XVII. yüzyıl poligrafilerine benzeyen Hourwitz, belki de en kısa ve özlü yazardır. Dilbilgisini tek bir çekime ve tek bir fiil çekimine indirger; bütün fiiller, bu fiillerin zaman ve kiplerini belirleyen az sayıdaki göstergeyle mastar halinde dile getirilir ve gerek gelecek, gerek geçmiş için zamanlar, şimdiki zamandan üç uzaklık derecesine indirgenmiştir (yakın, yalın ve uzak). Böylece, A 1200 “ben dans ediyorum” anlamına geliyorsa, A/l 200 “ben dans ettim” ve A 2 200/ “ben dans edeceğim” anlamına gelir.

Dilbilgisi kısa ve özlü olduğu gibi, sözdizimi de azami ölçüde basitleştirilmelidir; Hourwitz sözdizim için Fransızca’nın ordre direct’ini, yani özne-yüklem-nesne sıralamasını önerir. Ve tam bu noktada tarih sahnemize, Discours sur l’universalite de la langue française’i (1784) ile çok haklı olarak Kont Antoine de Rivarol girer. Rivarol’e göre, evrensel dillere gerek yoktur; çünkü kusursuz bir dil zaten mevcuttur: Fransızca. İçsel kusursuzluğunun yanı sıra, Fransızca her durumda en yaygın uluslararası dil haline gelmiştir, o kadar ki bir zamanlar “Roma dünyası”ndan söz edilebildiği gibi, artık “Fransız dünyası”ndan söz edilebilmektedir (s, 1).

Fransızca’nın, yumuşaklığım ve uyumunu güvence altına alan bir fonetik sistemi; zenginlik ve büyüklük açısından benzersiz bir edebiyatı vardır; üstelik Fransızca “bütün halklara yayılan ışıltıların ocağı” (s. 21) haline gelen başkentte konuşulmaktadır, buna karşılık Almanca fazla gırtlaksı, İtalyanca fazla yumuşak, İspanyolca fazla tekrarlamak, İngilizce fazla anlaşılmazdır. Rivarol, Fransız dilinin rasyonelliğini, yalnızca bu dilde kendini gösteren dolaysız sözdizim düzenine bağlar: Önce özne, sonra yüklem, daha sonra nesne. Sağduyunun gereklerine karşılık gelen doğal bir mantık söz konusudur burada. Ancak daha üstün entelektüel etkinliklerle çok yakından ilişkili bir sağduyudur bu; çünkü eğer duyumların sırasına başvurmak gerekse, ilk olarak duyularımızın algıladığı nesne adlandırılacaktı.

Duyumsalcılığa karşı bariz bir polemikle Rivarol şunu belirtir: İnsanlar çeşitli dillerde dolaysız sözdizim düzenini terk etmişlerse; bunu, duyguları akla üstün geldiği için yapmışlardır (s. 25-26). Doğal dillere özgü karışıklıklara ve anlam belirsizliklerine yol açan, sözdizimsel sıranın tersine çevrilmesi olmuştur ve doğal olarak, dolaysız sıranın yerine çekimleri geçiren diller bütün diller arasında en karışık olanıdırlar.

Discours unu yazarken Rivarol, Aydınlanma çevrelerinde bulunsa da, devrim gerçekleştiğinde muhafazakâr ve mutlakiyetçi eğilimlerini açığa vuracaktır. Temelde ancien regimee bağh bir insan açısından duyumsalcı dilbilim ve dil felsefesi (haklı olarak) tutkuların etkisini ve temel önemini öne çıkaracak bir entelektüel devrimin belirtileri gibi görünmektedir. Dolayısıyla, “dolaysız sıra, kısa sürede devrimciler ve meydanları yönlendiren kimseler haline gelecek olan halk hatiplerinin ateşli üslubuna karşı... bir korunma aracı niteliği kazanır” (Pellerey 1992a: 147).

Ancak, on sekizinci yüzyıl tartışmasının ayırt edici özelliği, dilbilgisini basitleştirme niyetinden çok, dilin normal ve doğal bir dilbilgisinin, bütün insan dillerinde evrensel olarak mevcut bir dilbilgisinin var olduğunu göstermektir. Bu dilbilgisi açıkça ortada değildir ve ondan sapmış olan insan dillerinin yüzeyi altında keşfedilmelidir. Görüldüğü gibi, gene evrensel dilbilgisi ideali söz konusudur; ancak bir farkla: Artık bu dil, mevcut dilbilgiler en kısa ve özlü biçime indirgenerek belirlenmeye çalışılmaktadır.

Bu kitabın anlattığı çeşitli ütopyaların yan etkileriyle ilgili araştırmamızı sürdürürsek, şunu söyleyebiliriz: Dilbilgisel açıdan özgün bir dil kurmaya yönelik bu girişimler olmasa, bugünkü üretimsel ve dönüşümsel dilbilgilerini düşünmemiz söz konusu olamazdı; her ne kadar, bu modern dilbilgisi modellerinin, uzak bir esinlenme olarak, Port-Royal’in Descartesçılığına uzandıkları söylense bile.

Felsefî Dillerin Son Mevsimi

Gene de, felsefi dil girişimleri devam eder. 1772’de Georg Kalmar’ın bu konu hakkında İtalyanca’daki belki de en önemli tartışmayı başlatan projesi yayımlanmıştı (Praecepta grammatica atque specimina linguae philosophicae şive universalis, ad omne vitae genus adcomodatae).

Peder Francesco Soave (Aydınlanma duyumsalcılığını İtalya’da yaygınlaştıran bir İsviçreli-İtalyan) Riflessioni intorno alla costituzione di una lingua universale (1774) adlı kitabında kısmen Ideologues’un eleştirisini önceleyen bir eleştiri getirir (Soave hakkında bkz. Gensini 1984, Nicoletti 1989, Pellerey 1992a). Descartes’tan Wilkins’e ve Kircher’den Leibniz’e, önceki projeleri çok iyi bildiğini ortaya koyan Soave, temel kavramların hepsine yeterli karakter bulmanın olanaksızlığı hakkında geleneksel gözlemleri dile getirir; ancak karakterlere bağlama göre farklı anlamlar vermeyi kabul ederek, bun-. ların sayısını 400’e indirmeyi denemiş olan Kalmar’ın girişimini de eleştirir. Ya Çinliler izlenecek ve gerekli karakterlerin sayısına sınırlama getirilemeyecek ya da anlam karışıklıklarından kaçmılamayacaktır.

Ne yazık ki, Soave de yalnızca temel ilkelerini çizdiği, alternatif bir proje önermekten kendini alamaz. Bu sistem, Wilkins sınıflandırmasının ölçütlerinden esinlenmiş gibidir; her zamanki gibi, dilbilgisi rasyonelleştirilmeye ve basitleştirilmeye çalışılır; ancak bu arada, sözgelimi ikil ve yansız için yeni morfolojik belirtme imleri kullanılarak sistemin ifade olanaklarının artırıldığı ileri sürülür. Soave, sözlükten çok dilbilgisinin üzerinde durur; ancak asıl kaygısı, dillerin yazınsal kullanımlarıdır ve evrensel dillerle ilgili kökten şüpheciliği buradan kaynaklanır: Bir evrensel dil kullanıma sokulsa bile, diye sorar, Tatarlar, Habeşler ve Huronlarla nasıl bir yazınsal iletişimimiz olurdu?

Bir sonraki yüzyılın başlarında, Peder Soave’den etkilenen Giacomo Leopardi’de Ideologues’un olağanüstü bir öğrencisini buluyoruz. Leopardi, Zibaldone’de rasyonalistler ile duyumsalalar arasındaki yakın geçmişin Fransız tartışmalarım olduğu kadar, evrensel dilleri de kapsamlı olarak ele ahr (bkz. Gensini 1984 ve Pellerey 1992a). Önsel dillere gelince, Leopardi Zibaldone’de neredeyse cebir karakterlerini andıran karakterlerin aşırılığından sinirlenmiş görünür ve çeşitli sistemleri bir doğal dilin bütün yananlamsal inceliklerini dile getirmede yetersiz bulur:

Katı bir biçimde evrensel olan bir dil, her ne dil olursa olsun, zorunlu olarak ve doğası gereği elbette en köle, yoksul, çekingen, tekdüze, tekbiçimli, kısır ve çirkin, her tür güzelliği dile getirmekten aciz, imgelem açısından en yetersiz, imgeleme en az bağlı, hatta her açıdan ondan en ayrı, tasavvur edilebilecek en ruhsuz, cansız ve ölü dil olmak zorundadır; bir iskelet, bir dil gölgesi... herkes yazabilse ve her yerde anlaşılabilse bile, cansız, hatta konuşulmayan ve yazılmayan herhangi bir dilden çok daha ölü bir dil (23 Ağustos 1823).

Gene de, bu ve benzeri öfkeli çıkışlar bile, önsel dil havarilerinin güdüsünü frenlemeye yetmez.

On dokuzuncu yüzyılın başında, Pasilogie, ou de la musique corısideree comme langue üniverselle (1806) adlı kitabıyla Anne-PierreJacques de Vismes, melek dilinin bir kopyası ve üstelik, sesler ruhun duygularından doğduğu için, doğrudan duyguların dili olması gereken bir dil sunar. Yaratılış 10:1 -2 “erat terra labii unius” derken (alışılageldiği üzere, “bütün yeryüzünün tek bir dili vardı” şeklinde çevrilir); ilk insanların dudak sesleri çıkararak ve bu sesleri dille eklemleme gereksinimi duymaksızın meramlarını anlattıklarını söylemek istediği için dil değil, dudak der. Müzik insanın yarattığı bir şey değildir (s. 1-20); hayvanların sözel dile oranla müziği daha iyi anlayabilmesi bunun bir kanıtıdır. Borazanın sesiyle harekete geçen atlara ya da ıslıkla harekete geçen köpeklere bakmak yeterlidir. Son olarak, önlerine bir müzik partisyonu konduğunda değişik uluslardan insanlar onu aynı şekilde icra ederler.

Sonra, Vismes tek bir oktav üzerinde anarmonik gamlarbelirler ve elde ettiği 21 ses ile Latin alfabesinin yirmi bir harfi arasında denklik kurar. Modern tampereman yasalarına bağh kalmaksızın, alt notanın diyezinin üst sesin bemolünden değişik bir ses olduğu sonucuna varır, aynı şey doğal nota için de geçerlidir. Öte yandan, konuşulan bir dil değil, bir poligrafı söz konusu olduğundan, bu farklılıklar porteye kesin olarak işaretlenir.

Belki de dolaylı olarak Mersenne’in spekülasyonlarından esinlenen hızlı bir kombinatuvar hesaplamasıyla, 21 sesle İkililer, üçlüler, dörtlüler, vb. yoluyla sözel dillere oranla nasıl daha çok dizim oluşturulabileceğini gösterir; “birbiriyle katıştırılmış yedi anarmonik gamdan kaynaklanabilecek kombinezonların hepsini yazmak gerekse, insanın bu işi sonuçlandırmayı umması için neredeyse sonsuz bir zamana gereksinimi olurdu” (s. 78). Sözel seslerin yerine müzik notalarını geçirmenin gerçekten olanaklı olup olmadığı üzerine, Vismes incelemesinin yalnızca son altı sayfasını ayırmaktadır ki, doğruyu söylemek gerekirse bu azdır.

Öyle görünüyor ki, şu kuşku yazarın aklından bile geçmemiştir: Alfabe harflerinin yerine notalar geçirilirse, Fransızca bir metin pekâlâ müzik dilinde yazılabilir; ancak müzik dilinde yazılması bu metni bir başka dilin konuşucusu açısından anlaşılabilir kılmaz. Vismes, yalnızca Fransızca’nın konuşulduğu bir evren düşünüyor gibidir, sisteminin “dillerde hemen hiç kullanılmadığı” için K, Z ve X’i kullanmadığını belirtecek derecede (s. 106).

Öte yandan, Vismes bu tür nahifliklere kapılan tek kişi değildir. Peder Giovan Giuseppe Matraja, 1831’de Genigrafia italiana’yi yayımlar. Bu kitap, adlar, fiiller, sıfatlar, ünlemler ve zarflar için beş ayrı sözlük içeren (İtalyanca) bir poligrafiden başka bir şey değildir. Listelerin bütünü Matraja’ya yalnızca 15.000 terim sıralama olanağı verdiğinden, listeyi yaklaşık altı bin eşanlamlıyla zenginleştirir. Yöntem, raslantısal ve güçtür. Matraja, terimleri, alfabenin harfleriyle gösterilen ve her biri 26 terim içeren numaralandırılmış sınıflara ayırır, böylece Al “accetta”yı, A2 "anacoreta”yı, Al000 “crostatura”yı ve A360 “renajuolo”yu gösterir. Güney Amerika’da misyonerlik yapmış olmasına karşın, yazar şu kanıda olduğunu belirtir: Dünyanın bütün dilleri aynı kavramlar sistemine sahiptir; hepsinin Latince dilbilgisine dayandığını düşündüğü Batı dilleri modeli başka herhangi bir dile uygulanabilir; doğuştan gelen doğal bir armağan yoluyla herkes, özellikle Amerikah-Yerli uluslar aynı sözdizimsel yapılara göre konuşur (gerçekten de, Matraja genigrafik olarak Pater noster’i öteki dillerde yazmaktan geri durmaz, bunu aralarında Meksikaca, Şilice ve Keçuva dilinin de bulunduğu on iki dille karşılaştırır).

1827’de François Soudre Solresol’ü. icat eder (Langue musicale üniverselle, 1866). O da yedi müzik notasının bütün halkların anlayabileceği bir alfabeyi temsil ettiğini varsayar (bu notalar her dilde aynı şekilde yazılabilir, okunabilir, porteye kaydedilebilir, özel stenografi imleriyle temsil edilebilir, ilk yedi Arap rakamıyla, tayfın yedi rengiyle, hatta sağ elin parmaklarıyla sol elin parmaklarına dokunarak gösterilebilir, dolayısıyla körlerle sağırdilsizler tarafından kullanılmaları da mümkündür). Mantıksal bir fikirler sınıflandırmasına dayanmaları gerekli değildir. Bir notayla “evet” (si) ve “hayır” (do) gibi terimler dile getirilebilir, iki notayla “benim” (redo) ve “senin” (remi) gibi zamirler, üç notayla “zaman” (doredo) ya da “gün” (doremi) gibi yaygın olarak kullanılan sözcükler dile getirilebilir; burada başlangıç notası ansiklopedik bir sınıfı göstermektedir. Ancak sonra Soudre, evirme yoluyla (on iki ton müziğinde buna “ana dizinin çevrilmiş biçiminin tersten okunması” yoluyla dememiz gerekir) karşıtları dile getirmeye karar verir; böylece, kusursuz akor olan domisol Tanrı’ysa, onun karşın solmido Şeytan olacaktır. Ancak bu durumda, ilk notanın belirli bir ansiklopedik bölüme göndermesi gerektiği kuralı geçerliğini yitirir. Çünkü her ne kadar başlangıç notası do fiziksel ve ahlaki niteliklere gönderiyorsa da, başlangıç notası sol siyasal ve toplumsal ilişkilere göndermektedir ve bunları şeytanla bağlantılandırmak güç -ya da aşın derecede ahlakçıgörünmektedir. Sistem, bütün önsel dillerin bariz güçlüklerine, konuşucuların iyi bir kulağa sahip olması gerekliliğini ekler. Bu dil bir ölçüde, on yedinci yüzyılın mitsel kuş dilini akla getirmekle birlikte, onunglossolalia çekiciliğinden çok uzaktır ve çok daha çetrefil bir kodlama sistemine sahiptir.

Couturat ve Leau (1903: 371) Solresol’iln “bütün önsel dillerin en yapayı ve uygulanması en olanaksız olanı” olduğuna hükmederler. Hatta numaralandırmayı anlamak da çok güçtür; çünkü 16 tabanlı ölçüt kullanılırken, evrenselliği yok etme pahasına, 70 ile 9O’ı aradan kaldırmak gibi Fransızlara özgü tuhaflığa uyulur. Bununla birlikte, dilini kusursuzlaştırmak için kırk beş yıl çalışmış olan Soudre, Institut de France’ın, Cherubini gibi müzisyenlerin, Victor Hugo, Lamartine ve Humboldt gibi yazarların takdirini kazanmış; III. Napoleon tarafından kabul edilmiş, 1855’teki Uluslararası Paris Sergisi’nde on bin franklık bir ödül ve 1862’deki Londra Sergisi’nde altın madalya almıştır.

Kısalık adına, Grosselin’in Systeme de langue üniverselle’ini (1836), Vidal’in Langue üniverselle et analitique’ini (1844), Letellier’nin Cours complet de langue üniverselle’mi (1832-55), Meriggi’nin Blaia Zimandal’im (1884), Filozof Renouvier’nin projelerini (1885), Dyer’in Lingualumina’sim (1875), Reimann’ın Langue Internationale etymologique'mi (1877), Maldan’ın Langue naturelle’mi (1887), Doktor Nicolas’ın Spokil'ini (1900), Hilbe’nin Zahlensprache’sini (1901), Dietrich’in Völkerverkehrssprache’smi (1902), Talunderg’in Perıo’sunu (1904) bir yana bırakarak, Sotos Ochando’nun Projet d’une langue üniverselle’ine (1855) kısaca değinmekle yetineceğiz. Kuramsal düzlemde yeterince sağlam ve akla yakın, mantıksal düzlemde ise kesinlikle basit ve kurallı olan bu sistem, her zamanki gibi, imlenen şeyler sırasıyla onları dile getiren sözcüklerin abecesel sırası arasında kusursuz bir denklik oluşturmak amacındadır. Ne yazık ki -ve bir kez dahabölümleme empirik yoldan yapılır. Buna göre, A ingorganik maddesel şeylere, B özgür sanatlara, C mekanik sanatlara, D siyasal topluluğa, E canlı kütlelere, vb. göndermektedir. Morfolojik kurallar verildiğinde, mineral alanından bir örnek vermek gerekirse, şu sonuç elde edilir: Ababa = oksijen, Ababe = hidrojen, Ababi = azot, Ababo kükürt.

Birden ona sayıların siba, sibe, sibo, sibu, sibra, sibre, sibri, sibro, sibru şeklinde dile getirildiği göz önünde bulundurulursa (herhalde hiç kimse böyle bir dilde çarpım cetvelini ezberlemek istemez!) her sözcüğün, benzer anlamlı öteki sözcüklere ne kadar benzediği görülür. Bu da, ilke olarak kimya formüllerinin ölçütüne benzer bir ölçüt geçerli olsa ve çeşitli harfler kavramın oluşturucu öğelerini dile getirse bile, uygulamada, kavramlar arasındaki her tür ayrımı olanaksız kılar.

Yazar bir saatten az bir sürede altı milyondan fazla sözcük öğrenilebileceğini belirtir; ancak Couturat ve Leau’nun (1903: 69) belirttiği gibi, sistem bir saat içinde altı milyon sözcük üretmeyi öğretmekte; ancak bunların anlamını ezberlemeyi -hatta yalnızca tanımayı bileöğretmemektedir.

Sıralamayı sürdürebilirdik; ancak şu var ki, XIX. yüzyılın sonuna doğru, önsel esinlenmeli yazarlar giderek eksantrik yazarlara ayrılmış antolojilerde -Brunet’nin Lesfouslitteraires’inden (1880) Blavier’nin Les fous litteraires’ine (1982)yer almaya başlar. Bu noktadan sonra, önsel dillerin yaratılması, her ülkenin vizyonerlerinin ayrıcalıklı alanı dışında, ya şaka yollu bir alıştırma (bkz. Bausani 1970 ve dili Markuska) ya da yazınsal icat niteliği taşır (bilimkurgunun imgelemse! dilleri için bkz. Yaguello 1984 ve Giovannoli 1990).

Uzay Dilleri

Neredeyse bilimkurgunun sınırlarında dolaşan; ancak hiç kuşkusuz bilimsel bir proje olarak ilginç olan Lincos tasarısı kalıyor geriye. Lincos, öteki galaksilerin olası sakinleriyle iletişimde bulunabilmek amacıyla HollandalI matematikçi Hans A. Freudenthal’in geliştirdiği (1960) bir dildir (bkz. Bassi 1992). Lincos, konuşulması amaçlanan bir dil değildir, daha çok, bir dil yaratma ve bu dili aynı zamanda çok başka (olasılıkla çok eski) bir tarihi ve bizimkinden farklı bir biyolojisi olan varlıklara öğretme modelidir.

Freudenthal, uzaya anlatım tözünün değil, hem anlatım hem içerik biçiminin önemli olduğu sinyaller (kolaylık olsun diye, bunların değişik süre ve uzunlukta radyo dalgaları olduğu varsayılır) fırlatılabileceğini varsayar. Uzaylılar kendilerine aktarılan anlatım biçimini yönlendiren mantığı anlamaya çalışarak, bir biçimde onlara yabancı olmaması gereken bir içerik biçimi çıkarsama yetisinde olmalıdırlar.

İlk aşamada mesaj, nicel olarak yorumlanması gereken düzenli ses dizileri sunar ve uzaylıların dört vuruşun 4 sayısını imlediğini anladıkları varsayıldığında, aritmetik işaretler olarak anlaşılması gereken yeni sinyalleri devreye sokar:

Uzaylılara sinyal dizilerinin yerine geçen ikili sayı sistemini (•••• = 100,   101,   110 gibi) tanıtmaya geçildiğinde, hep gösterme ve yineleme yoluyla, asal matematik işlemlerinden bazılarını aktarmak olanaklı olacaktır.

Zaman kavramlarının öğretimi daha karmaşık görünmektedir; ancak şu varsayılır: Uzaylılar, hep üç sayısına karşılık gelen aynı süreli bir sinyali sabit bir biçimde alarak, süreleri saniyeler halinde hesaplamaya başlayabilirler. Bunu iletişim kuralları izler; bu kurallarla uzaylılara “Ha, Hb’ye söyler: 2x = 5 olması için x nedir?” şeklinde çevrilebilecek diziler öğretilir.

Bir anlamda öğrenim, hayvanların eğitilmesinde olduğu gibi (hayvanı sürekli olarak bir uyarana tabi tutup, verdiği tepki uygunsa ona bir onay işareti vererek) gerçekleşir. Ancak arada bir fark vardır: Hayvan onayı (örneğin, bolca yiyecek verilmesi) hemen anlar; oysa uzayhların öncelikle yinelenen örneklerle “OK”in anlamını anlamaları sağlanmalıdır. Bu yolla proje, “neden”, “nasıl”, “eğer”, “bilmek”, “istemek”, hatta “oynamak” gibi anlamları da iletebileceğim varsayar.

Bununla birlikte, Lincos uzaylıların dalga uzunluklarını alıp çözebilecekleri bir teknolojilerinin olduğunu ve bizimkilere benzer bazı mantık ve matematik ölçütlerini izlediklerini varsayar. Yalnızca özdeşlik ve çelişmezlik gibi temel ilkeler değil, birçok örnekten tümevarım yoluyla çıkarsanan kuralın değişmez olduğu alışkanlığı da öngörülür. Lincos, yalnızca, esrarengiz gönderici için iki kere ikinin dört ettiğini anladıktan sonra, bunun gelecekte de değişmez bir biçimde geçerli olması gerektiğini varsayan kişiye öğretilebilir. Bu azımsanacak bir önkoşul değildir; çünkü zamana ve bağlama bağlı olarak değişken kurallara göre “düşünen” uzaylılar olabileceğini düşünmemizi engelleyecek hiçbir şey yoktur.

Freudenthal, açıkça gerçek bir characteristica universalis düşünmektedir; ancak Lincos’ta önceden bilinmeyen sözdizim kurallarından bazıları yalnızca başlangıçta açık olarak temellendirilmiş ve sunulmuştur, buna karşın öteki işlemlerde (örneğin, soru-yanıt şeklindeki iletişim modelleri) proje örtük olarak doğal bir dilin kurallarım, hatta edimbilimini varsaymaktadır. Gelişmiş telepatik güçleri olan bir varlıklar topluluğu tasavvur edelim (sözgelimi, her biri ötekinin zihnini okuyan ya da hepsi Tanrı'nın zihninde okumak suretiyle aynı hakikatleri öğrenen melekler modelini alalım): Bu tür varlıklar için, soru-yanıt şeklindeki uluslararası yapının herhangi bir anlamı olmayacaktır. Lincos’un kusuru, biçimsel bir yapısı olmasına rağmen, “doğal” iletişim dili olarak kavranmasıdır, dolayısıyla yer yer belirsizliğe, kesinlikten yoksunluğa düşmek zorundadır. Bir başka deyişle, biçimsel bir dil gibi totolojik olmak zorunda değildir.

Olasılıkla, proje glotogonik açıdan çok, pedagojik açıdan (fiziksel nesnelerin duyulur gösterimine başvurmaksızın bir dil nasıl öğretilebilir?) ilginçtir. Bu anlamda proje, dil filozoflarının şu örneği verdiklerinde hep akıllarında canlandırdıkları durumdan oldukça farklı bir ideal durumu sergiler. Avrupalı bir kâşif bir yerliyle iletişim kurmaya çalışır; ikisi de parmaklarıyla uzam-zamanın belirli bir parçasını gösterirler ancak birinin ya da ötekinin söylediği sözcüğün o uzam-zamanda belirli bir nesneyi mi, olayı mı, yoksa bütünlüğü içinde o parçayı mı gösterdiğinden, hatta sonuçta karşı tarafın yanıt vermeyi reddettiğini mi dile getirdiğinden emin değildirler (bkz. Quine 1960).

Yapay Zeka

Ancak Lincos neredeyse salt "zihinsel” bir dil imgesi sunar (anlatım aracı, elektromanyetik olgulara indirgenir) ve bizi kusursuz dillerle ilgili eski arayışın bir başka kökeni üzerinde düşünmeye götürür. Gerçekten de, bilgisayarlarla konuştuğumuz diller, önsel dillerdir; Basic in ya da Pascal’m sözdizimini düşünün. Bunlar, basit ancak kesin bir sözdizimi sundukları için dil konumuna ulaşmayan sistemler olup, boş simgelerine ya da bağlantısız değişkenlerine atfedilen anlamlar açısından öteki dillerin asalaklan olarak kalırlar ve büyük ölçüde, if...then gibi mantıksal bağlayıcılardan oluşurlar. Gene de, değişik dillerin konuşucularınca eşit derecede anlaşılabilir olan evrensel sistemlerdir ve hatalara ya da çiftanlamlıhğa izin vermemeleri anlamında kusursuzdurlar. Doğal dillerin yüzeysel yapısına değil, olsa olsa bütün dillerde ortak olduğu varsayılan derin bir dilbilgisini dile getiren kurallara dayanmaları anlamında önseldirler. Felsefidirler; çünkü mantığın kurallarına uygun olarak kurulan bu derin dilbilgisinin, gerek insanlarda gerek makinelerde ortak olan bir düşüncenin dilbilgisi olduğunu varsayarlar. Önsel felsefi dillerin iki temel sınırı bu diller için de geçerlidir: (i) kurallarını, birçoklarına göre, temellerini HintAvrupa dillerinin yapısı üzerine oturtan Batı uygarlığının geliştirdiği mantık üzerinde kurarlar; (ii) sınırlı olarak söylenebilirdirler ve doğal bir dilin dile getirebileceği her şeyi dile getirmeye olanak vermezler.

Doğal bir dilin terimlerinin bütün anlamlarının tanımlanabileceği ve insan ile makine arasında “anlamlı” konuşmalar ya da makinelerin doğal dillere özgü çıkarsamalar geliştirmelerine elverecek kusursuz bir dil düşü, çağdaş Yapay Zekâ araştırmalarında geri dönmektedir. Örneğin, makineye, bir öykünün tutarlı olup olmadığı “yargısını verebileceği” ya da belirli bir kişinin hasta olması olgusundan onun tedaviye gereksinmesi olduğu sonucunu çıkarabileceği, vb. çıkarsama kuralları verilmeye çalışılır. Bu konuyla ilgili kaynakça çok geniştir ve önerilen sistemler de -hâlâ temel ya da ilksel bileşenlere dayalı bir anlambilimin olanaklı olduğunu varsayan sistemlerden, makineye eylem, hatta durum şemaları (frames, scripts, goals) veren sistemlere kadarçok çeşitlidir.

Bütün Yapay Zekâ projeleri, bir biçimde önsel felsefi diller sorunsalının mirasçıları olup, önsel felsefi dillerle ilgili sorunlardan bazılarını ancak ad hoc çözümlerle ve doğal bir dilin bütün eylem alanının çok sınırlı bölgelerinde çözmeyi başarmaktadırlar.

Kusursuz Dilin Bazı Hayaletleri

Bu kitapta sık sık yan etkilerden söz edildi. Her ne pahasına olursa olsun analojiler önermeye kalkışmaksızm, bilgili okuru felsefenin, mantığın ve çağdaş dilbilimin belli bölümlerini yeniden ökumaya davet edebilir, kendisine şu soruyu sormasını isteyebiliriz: Yüzyıllara dayanan kusursuz dil arayışı ve özellikle önsel felsefi bir dil arayışı çabası olmasa, bu kuramları geliştirmek mümkün olur muydu?

1854’te George Boole, Investıgations of the Lotus ofThought’u yayımlıyor ve bu incelemesinin amacının, uslamlamanın gerçekleştirildiği temel yasaları irdelemek olduğunu belirtiyordu. Ayrıca, hepsi aynı zihin yasalarından köklerini almasalar, yeryüzündeki sayısız dilin nasıl olup da yüzyıllar boyunca birçok ortak özelliği koruduğunu kolaylıkla anlayamayacağımızı ortaya koyuyordu (II, 1). Gottlob Frege, Begriffsschrift, eme der arithmetischen nachgebildete Formelsprache des reinen Denkense (1879), Leibniz’in characteristica universalis’vne bir göndermeyle başlıyordu. Russell (The Philosophy ofLogical Atomism, 1918-1919), mantıksal olarak kusursuz bir dilde bir sözcenin sözcüklerinin tek tek, karşılık geldikleri olguların bileşenlerine karşılık gelmeleri gerektiğini anımsatıyordu (birleştirme sözcükleri dışında). Russell’ın Whitehead’le birlikte yazdığı Principia Mathematica’mn dili yalnızca bir sözdizim içeriyordu; ancak Russell, bir sözlüğün eklenmesiyle bu dilin mantıksal açıdan kusursuz olacağını belirtiyordu (bununla birlikte, Russell kurulabilmesi durumunda böyle bir dilin katlanılması olanaksız ölçüde uzun ve sıkıcı olacağını kabul ediyordu). Wittgenstein, Tractatus logico-philosophicus'ta. (1921-1922) doğal dillerin anlam belirsizliği ile ilgili ilk .kez Bacon’un dile getirdiği yakınmayı yeniden ele alıyor, her göstergenin tekanlamlı olarak kullanılabileceği (3.325 vd.) ve tümcelerinin gerçekliğin mantıksal biçimini sergileyeceği (4.121) bir dil diliyordu. Carnap (Der logische Aııfbau derWelt, 1922-25), bütün kavramların tek bir temel fikirler çekirdeğinden türetilebileceği bir nesneler ve kavramlar mantık sistemi kurmayı öneriyordu. Mantıksal pozitivizmin ideali ve onun sahte sorunlar yaratıcısı metafizik dilin belirsizliklerine karşı olan polemiği de gene Bacon’un idealine bağlıydı.

Az önce adları anılan yazarlar, kendi alanında kusursuz olan ve evrensel olarak kullanılabilecek bir bilim dili oluşturmaya çalışıyorlar; ancak bu dilin doğal bir dilin yerini alması gerektiğini düşünmüyorlardı. Düş, nitelik değiştirmiş ya da yeni koşullara uyum sağlamıştı: Felsefe bu andan başlayarak, yüzyıllar süren Âdem dili arayışından, yalnızca bu arayışın kendisi yanı sıra önerebileceği şeyleri almaya çalışacaktır. Bu yüzden, yalnızca yan etkilerden söz edilebilir.

Ancak, bizim tarihimizin gerçekleştiği yüzyıllar boyunca, kitabımızın en başında ele almayacağımızı belirttiğimiz bir başka tarih varlığını ortaya koymuştur: Genel ya da evrensel bir dilbilgisi arayışı. Bu konuyu ele almamamız gerekiyordu; çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, her dilin arkasında bütün dillerde ortak olan bir kurallar sistemi aramak, ne yeni bir dil aramak anlamına gelir, ne de bir anadile dönmek. Gene de, bütün dillerde evrensel değişmez ilkeler aramanın iki yolu vardır.

Biri, empirik-karşılaştırmalı yol olup, varolan bütün dillerle ilgili bilgilerin derlenip kayda geçirilmesini gerektirir (bkz. Greenberg, ed., 1963). Ancak Dante’nin -ister modistlerin düşüncesini bilerek, ister bilmeksizinÂdem’e bir forma locutionis atmağını isnat ettiği dönemden başlayarak, bu araştırmacılar her dilin ve düşüncenin evrensel kurallarını, bildikleri tek dil modelinden, skolastik Latince’den çıkarsıyorlardı. Francisco Sanchez Brocense’nin Minerva, seu de causis linguae latinae (1587) adlı yapıtında izlediği yol da aynıydı. Port-Royal’in Grammairegenerale et raisonnee’sinin (1660) yeniliği, dil modeli olarak modern bir dili, Fransızca’yı seçmesi olmuştur.

Böyle bir yöntemi uygulamak için, insanın akima bir an bile, belirli bir dilin, Evrensel bir Düşünceyi değil, dünyayı belirli bir biçimde düşünme ve görme tarzını yansıttığı gelmemelidir. Bir başka deyişle, bir dilin “özgül niteliği” adı verilen şey, bütün dillerin eşit olduğu varsayılan derin yapısını etkilemeyecek yüzeysel kullanım biçimleri arasına sokulmalıdır. Ancak bu yolla, düşünmeye alıştığımız tek bir dille özdeşleştirdiğimiz yapıları, olası tek mantığa karşılık geldikleri için evrensel olarak değerlendirmek mümkündür.

Şunu öne sürmek bir ölçüde farklıdır: Çeşitli diller -evetyüzeyde birbirlerinden farklılaşmış ve çoğunlukla kullanım yüzünden yozlaşmış ya da kendi özgül niteliklerince bozulmaya uğratılmışlardır; ancak eğer evrensel kurallar varsa, bu diller, dil örtüsünün -hangi dil olursa olsundelikleri arasından, aklın ışığında panldayacaklardır (çünkü, Beauzee’nin Encyclopedie'nin “Dilbilgisi” maddesinde belirteceği gibi, “sözcük, aslı düşünce olan bir tür resimdir”). Bu, kabul edilebilecek bir fikirdir; ancak bu yasaları ortaya çıkarmak için, bütün dillere uygulanabilecek bir üstdil gerekecektir. Ne var ki, eğer üstdil nesne dille özdeşleştirilirse, durum bir kısır döngüye dönüşür ve bu döngüden kaçmak olanaksız olur.

Aslında, Simone’nin yazdığı gibi (1969: XXXIII), Port-Royal dilcilerinin amacı,

metodolojik kesinlik görünüşüne karşın, rasyonalist olduğu ölçüde, kuralcı ve değer yargılarına dayalı bir nitelik taşır. Onların amacı, farklı dillerin elverebileceği kullanımı en uygun ve tutarlı biçimde yorumlamak değil (böyle olsa, dil kuramının bir dilin bütün olası kullanımlarıyla örtüşmesi, konuşuculann “hata” olarak gördükleri kullanımları da göz önünde bulundurması gerekirdi), kullanımları Akla uygun hale getirme çabası içinde onların çeşitliliğini ortadan kaldırmaktır.

Genel dilbilgiler bölümünün bizim tarihçemizi ilgilendirmesi şundandır: Canto’nun belirttiği gibi (Canto 1979), bu kısır döngüye girebilmek için, kusursuz bir dilin var olduğunu ve bu kusursuz dilin konuşulan dil olduğunu varsaymak gerekir. O zaman bu dili üstdil olarak kullanmada herhangi bir güçlükle karşılaşılmayacaktır: PortRoyal, Rivarol’u önceler.

Bu sorun, sözdizimsel ve anlamsal “tümeller”in varlığını, aynı anda hem üstdil, hem nesne dil olarak kullanılan bir doğal dilden çıkarsayarak kanıtlayan bütün çağdaş girişimler için de geçerlidir. Burada, bu projenin umutsuz olduğunu kanıtlamak amacında değiliz: Yalnızca önsel felsefi dil arayışlarının yeni sonuçlanndan birini gösterdiğine değinmek istiyoruz; çünkü burada da felsefi bir dilbilgisi ideali doğal bir dilin yorumunu yönlendiren etmen olur.

Aynı şekilde, Cosenza'nın gösterdiği gibi (Cosenza 1993), kendisine bilerek “düşünce dili” adını veren akım da önsel felsefi, dil projelerinin mirasçısıdır. Bu “zihin dili” zihnin yapısını yansıtacak; salt biçimsel ve sözdizimselbir hesaplama olacak (Leibniz’in “kör düşüncesi” gibi); anlam belirsizliği taşımayan simgeler kullanacak ve tüm insanlarda ortak olan doğuştan gelen temel kavramlar üzerine kurulacaktır (ancak bu kavramlar, kaçınılmaz olarak belirli bir kültürden kaynaklanan bir “folk psychology” çerçevesinde çıkarsanacaktır).

Bir başka çizgide yer alan ancak bizim tarihçemizin uzak vârisleri arasında bulunan bazı başka araştırmacılar, zihin dilini Platoncu türden soyutlamalar üzerine değil, nörofizyolojik yapılar üzerine oturtmaya çalışırlar (zihin dili, aynı zamanda beyin dilidir; daha doğrusu, donanıma dayalı olarak çalışan bir yazılım'dır). Bu girişim yenidir; çünkü bizim tarihimizin “ataları” bu noktaya ulaşmamışlardı. Bunun bir nedeni de, uzun bir süre, res cogitans’m karaciğer ya da kalpte değil de, beyinde olduğunu düşünmek alışılmış bir düşünce tarzı değildi. Ancak dil ve öteki ruhsal yetilerle (imgelem, yargı, bellek) ilgili beyin bölgelerini gösteren güzel bir gravür, Gregor Reysch’in on beşinci yüzyılda yayımlanan Margarita Philosophica’smda bile yer alıyordu.

Çoğu zaman farklılıkların, özdeşliklerden ya da benzerliklerden daha önemli olmasına karşın, günümüzde bilişsel bilimler alanının en önde gelen araştırmacıları zaman zaman atalarımızın çalışmalarını gözden geçirseler yararlı olurdu. Amerika’daki bazı felsefe bölümlerinde belirtildiğinin aksine, felsefe yapmak için felsefe tarihinden yararlanmak gerekmediği doğru değildir. Bu, Raffaello’nun hiçbir tablosunu görmeden ressam olunabileceğini ya da klasikleri okumadan yazar olunabileceğini söylemek gibi bir şeydir. Kuramsal olarak mümkündür bu; ancak geçmişi bilmemeye mahkûm edilmiş olan “primitif” sanatçı bu niteliğini her zaman açığa vurur ve o yüzden nahif olarak adlandırılır. Oysa ancak ütopik ve başarısız oldukları ortaya çıkan eski projeleri gözden geçirerek, boşlukta bir başlangıç iddiasında olan her girişimin olası sınırlarını ya da başarısızlıklarını önceden görebiliriz. Atalarımızın neler yapmış olduğunu yeniden okumak, yalnızca bir arkeolojik eğlence değil, daha çok bir bağışıklık önlemidir.

16

Uluslararası

Yardımcı Diller

X

X. yüzyılın başlarında artık iletişim ve ulaşım araçlarının olağanüstü gelişmesiyle karşı karşıyayız. Artık -diyor Couturat ve Leau (1903)kırk günde dünyayı dolaşmak olanaklı olacaktır (Jules Vernc-s'in seksen günde dünyanın dolaşılabileceğini öngörmesinin üzerinden yalnızca otuz yıl geçmiştir!), bu arada telefon ile telgraf, Paris’i Londra’ya ve Torino’yu Berlin’e anında bağlamaktadır. İletişimin kolaylığı, ekonomik ilişkilerde buna denk düşen bir artışı getirmiştir, Avrupa . pazarı bütün yeryüzüne yayılmaktadır, büyük ulusların kutuplara dek uzanan sömürgeleri vardır ve onların politikası artık uluslararası politika haline gelmektedir. Bu ve başka nedenlerden ötürü, uluslar birleşmek ve sayısız sorun üzerinde işbirliğine gitmek zorunda kalmışlardır; şeker ticaretiyle ilgili olarak Brüksel Konvansiyonu’nun, beyaz kadın ticaretiyle ilgili olarak da uluslararası konvansiyonun adı geçmektedir. Bilimsel alanda, Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu gibi uluslararası kurumlar on altı, Uluslararası Yerölçümbilim Birliği ise on sekiz devleti içerir, bu arada 1900’de bir Bilim Akademileri Birliği kurulmuştur. Yeni yüzyılla birlikte çok büyük boyutlara ulaşan bilimsel üretimin eşgüdümlenmesi gerekmektedir; Couturat ve Leau’nun belirttiği gibi, “bu yapılmazsa, yeni bir Babil Kulesi olgusu yaşanacaktır.”

Peki ya çözümler? Couturat ve Leau, varolan dillerden birini uluslararası hale getirmeyi ütopik bir görüş olarak değerlendiriyorlar, aynı şekilde Latince gibi ölü ve yansız bir dile dönmek de güç. Üstelik, Latince’de çok sayıda eşadhlar (hem “kitap,” hem de “özgür ve serbest” anlamına gelen liber), bükünlerin yol açtığı karışıklıklar (avı, auis’in yönelme ya da çıkma durumu veya cıuıts’un yalın durumunun çoğulu olabilir), adlan fiillerden ayırt etme zorlukları (a mor, “sevgi” anlamına mı gelir “seviliyorum” anlamına mı?), belirsiz tanımlığın eksikliği, bunun yanı sıra sözdiziminin sayısız kuraldışılıklan söz konusudur... Geriye tek bir yol kalıyor: Doğal dillere benzeyen ancak bütün kullananların yansız olduğunu düşünecekleri yapay bir dil yaratmak.

Bu dilin ölçütleri her şeyden önce, doğal dil modellerine bağlı kalarak, dilbilgisinin basitleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesidir (önsel dillerin daha önce denemiş olduğu gibi), sonra da olabildiğince doğal dillerde varolan bütün terimleri anımsatan bir sözlüğün yaratılmasıdır. Bu anlamda, bir Uluslararası Yardımcı Dil (bundan sonra UYD) sonsal olacaktır; çünkü varolan doğal diller arasındaki bir karşılaştırmadan, dengeli bir sentezden doğacaktır.

Couturat ve Leau, hangi sonsal projenin ötekilerden daha esnek ve kabul edilebilir olduğunu saptayacak bir bilimsel ölçütün bulunmadığını bilecek kadar gerçekçidirler (böyle bir şey, nesnel ve soyut temellere dayanarak, gerek şiirsel yaratı gerek ticari ilişkiler açısından İspanyolca’nın mı, yoksa Portekizce’nin mi daha uygun olduğunu saptamaya benzer). Bir proje ancak uluslararası bir kuruluşun benimsemesi ve tanıtımını yapması koşuluyla kendini kabul ettirebilir. Bir başka deyişle, yardımcı bir dilin başarısı, ancak uluslararası bir iyi niyet edimiyle sağlanabilecektir.

Ancak Couturat ve Leau’nun 19O3’te karşılarında buldukları şey, XIX. yüzyıl boyunca üretilmiş yeni bir uluslararası diller Babil’idir:. Bir yanda sonsal sistemler, öte yanda karma sistemler derken, Couturat ve Leau 38 dili kayda geçirip açımlar ve 19O7’de yayımladıkları Les nouvelles Langues internationales’de bunlara ek olarak birkaçını daha incelerler.

Her proje, daha çok ya da daha az ikna-gücüyle, uluslararası planda tanınmaya çalışmıştır. Karar yetkisi kime verilmelidir? Couturat ve Leau bir Delegation pour l’adoption d’une langue auxiliaire internationale (1901) kurmuşlardı ve kararı Uluslararası Bilim Akademileri Birliği’ne bırakarak, bir uluslararası karar çıkarmayı amaçlıyorlardı. Belli ki Couturat ve Leau eserlerini yazdıkları dönemde, bu tür uluslararası bir kurumun en uygulanabilir projeye ilişkin evrensel bir karar alıp, kararın ulusların görüş birliği sağlanarak kabul ettirilebileceğini varsayıyorlardı.

Karma Sistemler

Olasılıkla Volapük, uluslararası bir olay haline gelen ilk UYD’dir. Johann Martin Schleyer’in (1831-1912) 1879’da icat ettiği Volapük’ün, Alman Katolik bir rahip olan yaratıcısının amacı açısından, halkların birliği ve kardeşliğinin bir aracı haline gelmesi gerekiyordu. Kamuya açıklanır açıklanmaz, proje güney Almanya ve Fransa’da yaygınlık kazanmış, Fransa’da Auguste Kerckhoffs projeyi destekleyip, tanıtımını yapmıştır. Bu andan başlayarak, Volapük tüm dünyaya yayılır; o kadar ki, 1889’da Avrupa’dan Amerika’ya ve Avustralya’ya, kursları, diplomaları ve dergileriyle Volapük derneklerinin sayısı 283’ü bulmuştu. Ancak bu noktada proje artık Schleyer’in denetiminden çıkmıştı; bir yandan onun bu dilin yaratıcısı olduğu teslim edilirken, bir yandan da dilde basitleştirmeler, yeniden yapılandırmalar, yeniden değerlendirmeler, “heretik” türevler yoluyla değişiklikler yapılıyordu. Her yapay dil projesinin yazgısıdır bu: İleti yaygınlık kazanmazsa, saflığını korur; ancak kabul edilirse, o zaman dil, din değiştirenler topluluğunun eline geçer ve daha iyi iyinin düşmanı olduğundan, “babilleşir”. Volapük’ün başına da aynı şey gelmiştir: Birkaç yıl içinde beklenmedik bir yaygınlaşmadan giderek daha marjinal bir yaşama geçecektir; bu arada onun küllerinden başka projeler doğmaktadır: Idiom Neutral (1902), Menet’nin Langue üniverselle i (1886), De Max’m Bopal’i (1887), Bauer’in Spelini (1886), Fieweger’in Dil'i (1893), Dormoy’un Balta sı (1893), Von Arnim’in Veltparl’i (1896).

Volapük, bir karma sistem olup, Couturat ve Leau’ya göre, Jakob von Grimm’in daha önce ana çizgilerini belirlediği bir çizgide yer alır. Sonsal sistemlere benzer yanlan vardır; çünkü model olarak uygar halkların dilleri arasında en yaygını olduğundan İngilizce’yi almayı önerir (bununla birlikte, özellikle sözlük açısından, Schleyer, Almanca’dakilere benzer sözcükleri korumakla suçlanabilir). Volapük’te 28 harf vardır, her harfin tekbir sesi vardır ve vurgu her zaman son heceye düşer. Uluslararası sesletilebilirlik kaygılanna kapılan Schleyer r’yi kaldırmıştı; çünkü (ona göre) Çinlilerin bu sesi telaffuz etmeleri olanaksızdı. Schleyer, birçok doğu halkının r’yi telaffuz etmekte değil, onu /'den ayırt etmekte güçlük çektiğini fark etmiyordu.

Daha önce belirtildiği gibi, referans dili İngilizce olmakla birlikte, fonetik İngilizce’dir. Bu yüzden, “oda” sözcüğü cem olarak söylenir (chamber sözcüğünden). Öte yandan, r gibi harflerin kaldırılması, doğal dillerden alman birçok kökte önemli deformasyonları zorunlu kılar. Bu yüzden, Almanca berg temel alınarak oluşturulan “dağ” sözcüğü, r’nin kaldırılması gerektiğinden, bel’e dönüşür, aynı şekilde fire’dan türetilen “ateş”, fil haline gelir. Sonsal sözlüklerin bir avantajı, sözcüklerin başka dillerin terimlerini anımsatabilmesidir; ancak gözden geçirdiğimiz değişikliklerle, dilin sonsal özelliği tümüyle yitme riskiyle karşı karşıya kalır. Bel Latin halklara güzellik fikrini çağrıştırmakta, Alman halklara ise berg fikrini çağrıştırmamaktadır.

Bu köklere, önsel bir saydamlık ölçütünü izleyen bükünler ve öteki türetmeler oyunu eklenir. Volapük’ün dilbilgisinde ad çekimleri vardır (ev: dom, doma, dome, domi, vb.), dişil erilden düzenli olarak oluşturulur, sıfatların hepsi ik sonekini (gud = iyilik, gudik = iyi), karşılaştırma derecelerinin hepsi -um sonekini alır, vb. Asal sayılarla ilgili sözcüklerde, onlar hanesi bire -s eklenerek oluşturulur (bal bir, bals = on). Zaman fikrini çağrıştıran bütün sözcüklerde (bugün, dün, bu yıl gibi) daima zaman öneki eklenmelidir (del-)-, av soneki her zaman bir bilimin söz konusu olduğunu gösterir (stel “yıldtz” ise, stelav “astronomi” olacaktır). Ancak bu önsel ölçütler keyfi kararlara da yol açar: Örneğin, luöneki her zaman aşağı olmayı gösterir; ancak vat “su” ise, luvat’m neden “kirli su” değil de “idrar” olması gerekmektedir? Neden sineğe (Dalgarno’nun aldığı karara benzer bir kararla) flitaf (uçan hayvan) denmektedir, sanki kuşlar ya da anlar uçmuyormuş gibi?

Couturat ve Leau, Volapük’ün (öteki karma sistemler gibi), felsefi bir dil olmamakla birlikte, kavramları felsefi bir yönteme göre çözümleme iddiasında olduğunu, dolayısıyla felsefi dillerin mantıksal avantajlarını içermeksizin, onların kusurlarına sahip olduğunu belirtmektedirler. Kökleri doğal dillerden ödünç aldığı için, gerçekten önsel değildir; ancak sonsal da değildir çünkü bü kökleri, önsel olarak kararlaştırılmış sistematik deformasyonlara uğratmakta, böylece tanınmaz hale getirmektedir. Bilinen herhangi bir dile benzememeye çalışırken, bütün dillerin konuşucuları açısından güç hale gelmektedir. Karma dillerde, bileşim ölçütleri izlenerek, daha çok pidgin’lerin ilkelliğini ve geriliğini anımsatan kavramsal eklemeler kullanılır. Pidgin English’te çarklı ya da pervaneli olmalarına göre buharlı gemilere outside-ıoalkee-can-see ve inside ıvalkee-no-can-see deniyorsa, Volapük’te mücevhere “taş”, “mal” ve “soyluluk”un birbirine eklenmesiyle oluşturulan nobastonacan denecektir.

Sonsal Dillerin Babil’i

UYD’ler arasında, olasılıkla en eski olma payesi Carpophorophilus takma adıyla 1734’te yayımlanan bir projeye verilmelidir. Bunu Faiguet’nin Langue Nouvelle’i, daha sonra Schipfer’in Communicationssprache'si (1839) izleyecektir; bundan sonra, UYD’lerin yüzyılı hiç kuşkusuz on dokuzuncu yüzyıldır.

Bazı sistemlerden verilecek bir örnekleme, Latince köklerin çoğunlukta olması, her durumda Avrupa dillerinden alman kökler arasında denk bir dağılım olması gibi bir dizi aile benzerlikleri ortaya koymaktadır, böylece değişik doğal dillerin konuşucuları her zaman aşina oldukları bir dil karşısında bulundukları izlenimini edinirler:

Me senior, I sende evos un gramatik e un verb-bibel de un nuov glot

nomed universal glot (Universal Sprache, 1868).

Ta pasilingua era una idiomu per tos populos findita, una lingua qua autoris de to spirito divino, informando tos hominos zu parlir, er creita... (Pasilingua, 1885).

Mesiur, me recipi-tum tuo epistola hic mane gratissime... (Lingua, 1888)

Con grand satisfaction mi ha lect tei letter... Le possibilitâ de un universal lingue pro la civilisat nations ne esse dubitabil... (Mondolingue, 1888).

Me pren the liberte to ecriv to you in Anglo-Franca. Me have the honneur to soumett to yoûs inspection the prospectus of mes object manifactured... (Anglo-Franca, 1889).

Le nov latin non requirer pro le sui adoption ali q congress (Nov Latin, 1890).

Scribasion in idiom neutral don profiti sekuant in komparasion ko kelkun lingu nasional (idiom Neutral, 1902).

1893’te Antivolapük adlı bir kitap bile yayımlanmıştır. Bu kitap, bir UYD’nin yadsınmasından başka bir şey değildir; çünkü konuşucunun dilinden alman sözlük maddeleriyle tamamlanacak bir temel evrensel dilbilgisi getirmektedir. Böylece konuşuculara bağlı olarak farklı tümceler söz konusu olacaktır, örneğin:

Uluslararası-Fransızca: IO NO savoir U ES TU cousin...

Uluslararası-İngilizce: IO NO AVER lose TSCHE book KE IO AVER find IN LE Street

Uluslararası-İtalyanca: IO AVER vedere TSCHA ragazzo E TSCHA ragazza IN UN strada

uiuslararası-Rusça: LI dom DE MI atjiez E DE MI djadja ES A LE ııgol

DE TSCHE uliza.

Yalnızca Almanca konuşucuların anlayabileceği uluslararası dil Tutonish'de de (1902) aynı çelişkili durum söz konusudur; bu dilde Pater noster’m başlangıcı şuna dönüşür: vio fadr hu bi in hevn, holirn bi dauo nam... Ancak yazar merhametli davranarak, Latin bölgesi konuşucuları için de bir uluslararası dil olasılığı düşünecektir; onlar Pater’i şöyle okuyacaklardır: nuo opadr, ki bi in siel, sanktirn bi tuo nom.

Bu diller sıralamasının kaçınılmaz gülünçlüğü, yarattığı Babil etkisinden kaynaklanır yalnızca. Tek tek ele alındıklarında, bu dillerden birçoğu oldukça iyi kurulmuş görünmektedir.

Büyük bir matematikçi ve büyük bir mantıkçı olan Giuseppe Peano’nun Latino sineflexione’si (1903), basit dilbilgisiyle çok iyi kurulmuştur. Peano, yeni bir dil yaratmayı amaçlamıyordu; amacı, en azından uluslararası bilimsel bildirilerde ve yalnızca yazılı biçimiyle kullanılacak basitleştirilmiş bir Latince önermekti. Ad çekimleri olmayan bir Latince’ydi bu; bu dilin “kısa ve özlü” oluşu, önceki bölümlerde ele aldığımız çeşitli dilbilgisi reformlarını anımsatır. Peano’nun sözleriyle: Post reductione qui praecede, nomen et verbo fie inflexible; toto grammatica latino evanesce. Kısacası, çok iyi bilinen bir dilin sözcükleri ile neredeyse sıfıra indirgenmiş bir dilbilgisi. Bazı gereklilikleri karşılamak üzere, pidginleştirme girişimlerini yüreklendirecek denli az dilbilgisi. Bükünsüz Latince’de bazı matematik yayınlarının düzeltmesi yapılırken, katkıda bulunanlardan bir İngiliz, gelecek zaman için İngilizce “I will” yapısını kullanmaya karar vermiş ve “ben yayımlayacağım” için me vol publica’yı elde etmiştir. Hoş bir epizot; ancak aynı zamanda, denetlenmesi olanaksız bir gelişimi de sezdiriyor insana. Öteki uluslararası dillerde olduğu gibi, yapısal bir yargıdan çok, halkların uzlaşmamın neyi ortaya koyduğu önemlidir: Bükünsüz Latince yaygınlık kazanmamıştır ve o da yalnızca tarihsel bir ilginçlik olarak kalmaktadır.

Esperanto

Doktor Leyzer Ludvik Zamenhof 1887’de Rusça Uluslararası Dil. Önsöz ve Eksiksiz Elkitabı (Ruslar için) adlı kitabını (Varşova, Kelter Basımevi) yayımladığında, Esperanto ilk kez dünyaya önerilmiş oldu. Yazar kitabını Doktoro Esperanto (Ümitli Doktor) adıyla imzalamış olduğundan, Esperanto adı tüm dünyaca benimsendi.

Aslında, 1859’da doğmuş olan Zamenhof, ilk gençlik yıllarından beri uluslararası bir dili düşlemeye başlamıştı. Mektubunda ona Yahudi olmayan kimseler arasında yaşamak için İbranice olmayan hangi adı seçmiş olduğunu (göreneğe göre) soran amcası Josef’e, on yedi vaşmdaki Zamenhof, Lodowick olarak da bilinen Lodwick’in adını anan Comenius’un etkisiyle Lodwick’i seçmiş olduğunu yazıyordu (31 Mart 1876 tarihli, amcaya mektup, bkz. Lamberti 1990:49). Hiç kuşkusuz, Zamenhof’un kökeni ve kişiliği, dili kavrayışına ve dilin yaygınlık kazanmasına katkıda bulundu. Çarın egemenliğindeki Polonya Krallığı’na ait Litvanya bölgesindeki Bialystok’ta Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Zamenhof, milliyetçi tahriklerin ve sürekli Yahudi düşmanlığı dalgalarının sarstığı bir ırklar ve diller potasında yetişmişti. Çar hükümetinin entelektüellere, özellikle Yahudi entelelektüellere karşı gerçekleştirdiği baskı ve daha sonra kovuşturma deneyimi, Zamenhof’da evrensel dil fikriyle halklar arası uyum fikrinin atbaşı gitmesine yol açmıştı. Ayrıca, Zamenhof keimisini kendi dininden olanlarla dayanışma içinde hissediyordu ve Yahudilerin Filistin’e dönmelerini diliyordu; ancak laik dindarlığı milliyetçi Siyonizm biçimleriyle özdeşleşmesini engelliyor ve diasporanm sonunu atalarının diline bir dönüş olarak düşünmek yerine, bütün dünyadaki Yahudilerin yeni bir dille birleştirilebileceğini düşünüyordu.

Esperanto, önce Slav dünyasında, sonra Avrupa’nın kalanında yaygınlık kazanırken ve bilim derneklerinin, insanseverlerin, dilbilimcilerin ilgisini çekip, bir dizi uluslararası toplantıya neden olurken, Zamenhof anonim olarak, evrensel kardeşlikten esinlenen bir öğretiyi (homararıismo) savunan bir kitapçık da yayımlamıştı. Esperanto’nun öteki izleyicileri, yeni dil hareketinin belirli ideolojik konumlardan bağımsız tutulması için ısrar etmiş (ve bunu başarmışlardı); çünkü uluslararası dilin onaylanması gerekiyor idiyse, bu ancak farklı dinsel, siyasal ve felsefi fikirleri olan insanları çekerek olabilirdi. Herhangi bir kuşkuya yol açmamak için Zamenhof’un Yahudi olduğu bile sessizce geçiştirilmeye çalışılmıştı; unutmayalım ki, birçok çevrede “Yahudi komplosu” kuramının biçim kazandığı bir tarihsel dönemdi bu.

Bununla birlikte, Esperanto hareketi insanları mutlak yansızlığına inandırmayı başarsa bile, insanseverlik dürtüsü ve ona can veren temel laik dinselliği birçok inançlı kimsenin -Esperanto’da dendiği gibi, samideani'nın, yani aynı ideali paylaşanlarınEsperanto’yu benimsemesinde etkili olmuştur. Ayrıca, Esperanto’nun doğduğu yıllarda, bu dil ile onun savunucularına kuşkucu Çar hükümetince yasak getirilmiştir; bunun bir nedeni de Esperantoculann, insancıl barışseverliği tehlikeli bir devrim ideolojisi olarak görülen Tolstoy’un tutkulu desteğini elde etme talihine/talihsizliğine kavuşmalarıdır. Son olarak, değişik ülkelerden Esperantocular daha sonraları Nazizmin kovuşturmasına uğramışlardır (bkz. Lins 1988). Ne var ki, kovuşturma bir fikrin güç kazanmasına yol açar. Öteki uluslararası dillerin büyük bir bölümü, kendilerini pratik yardım dilleri olarak sunmayı amaçlıyorlardı; oysa Esperanto en azından XVII. yüzyıla dek kusursuz dil araştırmalarının niteliğini belirlemiş olan dinsel ve birleştirici gerilimin unsurlarını yeniden ele almıştı.

Esperanto’nun Baudoin de Courtenay ve Otto Jespersen gibi dilbilimcilerden Peano gibi bilim adamlarına ya da Russell gibi filozoflara kadar pek çok seçkin savunucusu ya da sempatizanı olmuştur. En inandırıcı açıklamalar arasında Carnap’ınkiler yer alır; Carnap, Özyaşamöyküsü’nde değişik ülkelerden insanlarla ortak bir dili konuşurken duyulan dayanışma duygusunu ve “anlatım araçlarının şaşırtıcı esnekliğiyle büyük bir yapısal yalınlığı birleştiren bu canlı dil”in niteliklerini coşkuyla dile getirir (Schilpp, yay. haz., 1963: 70). Antoine Meillet’nin kısa ve özlü sözü de buna eklenebilir: “Bütün kuramsal tartışmalar boşuna: Esperanto işliyor” (Meillet 1918: 268).

Esperanto’nun başarısının tanığı olarak,-bugün dünyanın önde gelen şehirlerinde delegeleri bulunan bir Universala Esperanto Asocio (Uluslararası Esperanto Derneği) vardır. Esperanto basını yüzden çok dergi yayımlamaktadır ve Kutsal Kitap’tan Andersen’iîı Masallarına bütün edebiyatların başlıca eserleri Esperanto’ya çevrilmiştir, üstelik Esperanto dilinde özgün bir yazınsal üretim de vardır.

Volapük gibi, Esperanto da özellikle ilk yirmi otuz yıl içinde sözlükte ve dilbilgisinde çeşitli reformlar gerçekleştirmeyi amaçlayan tutkulu kavgalara tanıklık etmiştir. O kadar ki, 1907’de, Couturat’nın kurucu sekreteri olduğu Uluslararası Bir Dil Seçme Yönetim Kurulu, Zamenhof’un ani bir baskın ya da gerçek bir ihanet olarak değerlendirdiği bir şey yapmış, en iyi dil olarak Esperanto’yu belirlemiştir. Ancak Esperanto daha sonra Ido olarak bilinen, gözden geçirilip düzeltilmiş bir biçimiyle onaylanıyordu (büyük bölümü, kendisi de Fransa’daki tutkulu Esperantoculardan olan Louis de Beaufront’un gerçekleştirdiği bir düzeltmeydi bu). Gene de, Esperantoculann büyük bir bölümü, Zamenhof’un dile getirdiği bir temel ilkeyi izleyerek buna direndiler. Zamenhof’un bu ilkesine göre, gelecekte belki sözlüksel iyileştirmeler ve zenginleştirmeler olabilirdi; ancak dilin Zamenhof’ca 19O5’te yayımlanan Fundamento de Esperanto adlı kitabında belirlediği “temel yapısı” bozulmamalıydı.

Optimum Hale Getirilmiş Bir Dilbilgisi

Esperanto’nun 28 harften oluşan alfabesi şu ilkeye dayanır: “Her harf için yalnızca bir ses ve her ses için yalnızca bir harf vardır.” Vurgu, düzenli olarak sondan bir önceki heceye düşer. Tammhğın tek bir biçimi vardır: la. Dolayısıyla, la homo, la libroj, la abelo denir. Özel adlardan önce tanımlık gelmez. Belirsiz tanındık yoktur.

Sözlüğe gelince,-daha gençlik yıllarındaki yazışmalarında Zamenhof birçok Avrupa dilinde gerek dişilin, gerek değişik türetmelerin bir sonek mantığını izlediğini belirtmişti (Buch/Bücherei, pharmacon/pharmakeia, rex/regina, gallo/gallina, heroe/heroine, tsar/tsarine), oysa karşıtlar bir önek mantığını izliyordu (heureux/malheureux, fermo/malfermo, Rusça’da “yüksek/alçak” anlamına gelen rostom/malo-rostorri). 24 Eylül 1876 tarihli bir mektubunda Zamenhof nasıl değişik dillerin sözlüklerini tarayıp, ortak bir köke sahip, dolayısıyla birçok dilin konuşucusunun anlayabileceği terimleri saptadığını belirtiyordu: “Dil” anlamına gelen lingvoe, lingua, langue, lengua, language-, “gül” anlamına gelen rosa, rose, roza, vb. Bunlar şimdiden sonsal bir dilin ilkelerini gösteriyordu.

Bunun ardından Zamenhof, ortak köklere başvuramadığmda, belirli bir dağılım ölçütüne göre kendi terimlerini türetecektir, yeni-Latin dillerine (bunları Germen ve Slav dilleri izler) öncelik tanıyarak. Bunun sonucu, herhangi bir Avrupa dilini konuşan kişinin, Esperanto dilindeki bir sözcükler listesini incelediğinde şunu görecek olmasıdır: (i) kendi dilinin terimleriyle özdeş ya da benzer oldukları için tanınabilir birçok terim; (ii) bir biçimde zaten bildiği öteki, yabancı terimler; (iii) ilk bakışta anlaşılmaz görünen ancak anlamı öğrenildikten sonra tanınabilir hale gelen bazı terimler ve son olarak (iv) sıfırdan öğrenilmesi gereken, bilinmeyen terimlerin sayısının önemli ölçüde azalmış olması. Birkaç örnekle seçim ölçütleri gösterilebilir: abelo (arı), apud (yakınında), akto (edim), alumeto (kibrit), birdo (kuş), cigaredo (sigara), domo (ev), fob (düşmek), frosto (don), fumo

(duman}, Hundo (köpek), kato (kedi), krajono (kurşunkalem), kvar (dört).

Bileşik adlar oldukça fazladır. Zamenhof olasılıkla önsel dillerin ölçütlerini düşünmüyordu; bu dillerde bileşim kuraldır çünkü terim deyim yerindeyse kimya formülünü açığa vurmalıdır. Ancak sonsal bir ölçüt kullansa da, Zamenhof’un karşısında doğal dillerdeki kullanım vardı; bunlarda schiaccianoci (fındıkkıran), tire-bouchons (tirbuşon), man-eater (yamyam) gibi terimler yaygındır, Almanca’da çok daha fazladır bu tür terimler. Mümkün olan her yerde bileşik sözcükler türetmek, sınırlı sayıda kökten azami derecede yararlanma olanağı sağlıyordu. Kural, temel sözcüğün ikinci sözcüğü izlemesidir: “Yazı masası” sözcüğünde öncelikle bir masanın söz konusu olduğuna, ikincil olarak da bu masanın yazı yazmaya yaradığına dikkat etmek gerektiğinden, sözcük Esperanto’da skribotablo’dur. Bileşik sözcükler yaratmadaki esneklik, anlamı hemen tanınabilen yeni sözcükler yaratma olanağı sağlar (Zinna 1993).

Kök verildiğinde, yansız biçimde buna -o eki eklenir; bu genellikle sanıldığı gibi eril soneki değildir, cinsi belirlemeksizin tekil bir adın söz konusu olduğu anlamına gelir. Buna karşılık, dişil -o ekinden önce -in soneki araya sokularak “belirtilir”: “Baba/anne” = patr-o/patrin-o; “kral/kraliçe” = reg-o/reg-in-o, “erkek/kadm” = viro/vir-in-o. Çoğul, tekile -j eki eklenerek elde edilir: “babalar/anneler” = la patroj/la patrinoj.

Doğal dillerde her içerik için, birbirine hiçbir biçimde benzemeyen sözlükbirimler vardır. Bir örnek vermek gerekirse, İtalyanca öğrenen kişi dört değişik anlam için, padre (baba), madre (anne), suocero (kayınpeder), genitori (ebeveyn) gibi dört değişik sözcük ezberlemek zorundadır; Esperanto’da patr kökünden, (sözlük yardımı olmaksızın) patro, patrino, bonpatro, gepatroj’u türetmek mümkündür.

Öneklerin ve soneklerin kurallı kullanımı önemlidir. İtalyanca gibi bir dilde, Migliorini’nin belirttiği gibi (1968: 34) trombett-iere (borazancı) ve candel-iere (şamdan) birbirinden tamamen farklı iki anlamı dile getirir; buna karşılık, benzer fikirler değişik soneklerle dile getirilir: Calzolaio, trombettiere, commerciante, impiegato, presidente, dentista, scalpellmo gibi. Oysa Esperanto’da bütün meslekler ya da uğraşılar -isto sonekiyle gösterilir (dentisto sözcüğünü gördüğünde konuşucu dişlerle bağlantılı bir mesleğin söz konusu olduğunu bilir).

Köke -a sonekinin eklenmesiyle kuralh olarak elde edilen sıfatların oluşumu da kolaylıkla anlaşılabilir: patr-a = “babayla ilgili” anlamına gelir; sıfatlar adla uyumludur (bonaj patroj = iyi babalar). Çekimsiz altı fiil biçimi yalınlaştırılmış olup, sabit bir biçimde değişik soneklerle birbirlerinden ayrılmıştır; örneğin “görmek” fiilini alalım: mastar (vid-i), şimdiki zaman (yida-as), geçmiş zaman (vid-is), gelecek zaman (vid-os), koşul kipi (vid-us), emir (vid-uf).

Zinna’nın belirttiği gibi (1993), önsel dillerle “kısa ve özlü” dilbilgileri her ne pahasına olursa olsun bir ekonomi ilkesi gerçekleştirmeye çalışırken, Esperanto daha çok bir optimumlaştırma ilkesi’ni amaçlar. Örneğin, bükünlü bir dil olmamasına karşın, Esperanto belirtme durumunu korur. Belirtme durumu adın sonuna -n ekleyerek elde edilir: la patro amas la filon, la patro amas lafilojn. Bunun nedeni, belirtme durumunun bükünlü dillerde bir edatla gösterilmeyen tek durum olmasıdır, dolayısıyla bir şekilde onu belirgin hale getirmek gerekir. Öte yandan, adlarda belirtme durumunu ortadan kaldırmış olan diller, zamirlerde bu durumu korurlar (sözgelimi, “Ben kendimi seviyorum” anlamına gelen İtalyanca IO amo Mestesso tümcesinde görüldüğü gibi). Belirtme durumunun varlığı, eylemi kimin yaptığı ve kimin eylemden etkilendiği her zaman belirgin kalarak, sözdizimsel sırayı değiştirme olanağı da sağlar.

Öte yandan, belirtme durumu, bükünlü dillerde varolan bazı anlam karışıklıklarından kaçınmaya yarar. Bir yere hareket için de kullanıldığından (Latince’de olduğu gibi), la birdo fiugas en la gardeno (kuş bahçede uçuyor) tümcesi, la birdo fiugas en la gardenon (kuş bahçeye uçuyor) tümcesinden ayırt edilebilir. İtalyanca’da ruccello vola nel giardino (kuş bahçede/bahçeye uçuyor) tümcesi belirsiz kalacaktır. Fransızca’da je l’ecoute mieux que vous gibi bir tümceyle karşılaşıldığında, şu iki seçenekten birine karar vermek gerekir: (i) onu, sizin dinlediğinizden daha iyi dinliyorum ya da (ii) onu, sizi dinlediğimden daha iyi dinliyorum. Esperanto’da birinci durumda mi auuskultas lin pli bone ol vr, ikinci durumda ise mi auuskultas lin pli bone ol vin denecektir.

Kuramsal İtirazlar ve Karşı İtirazlar

Herhangi bir sonsal dile yöneltilen temel itirazlardan biri şudur: Sonsal dil, evrensel bir içerik sistemini yapay olarak belirleme ya da yeni-

den düzenleme iddiasında değildir, doğal dillerin normal olarak dile getirdiği içerikleri dile getirebilecek yeterince kolay ve esnek bir anlatım sistemi geliştirmeye uğraşır. Pratik bir avantaj gibi görünen bu özellik, kuramsal bir sınır olarak değerlendirilebilir. Önsel diller fazlaca felsefiydiyse, sonsal diller de çok az felsefidirler.

Hiçbir UYD savunucusu, dilsel görecilik sorununu ele almamış ya da değişik dillerin içeriği farklı biçimlerde ve birbirleriyle karşılaştırılamayacak şekilde düzenledikleri gerçeğiyle uğraşmamıştır. Diller arasında bir biçimde eşanlamlı anlatımların var olduğu bir veri olarak kabul edilmekte ve Esperanto, edebiyat yapıtlarının çevirilerinden oluşan geniş çaplı ürününü eksiksiz “anlatım olanağf’nın bir kanıtı olarak göstermektedir (geleneğin dilsel güreciliğin savunucuları olarak adlarını bir arada andığı iki yazar, yani Sapir ve Whorf bu noktayı karşıt konumlardan tartışmışlardır; bu karşıtlık için bkz. Pellerey 1993,7).

Ancak bir sonsal dil, bütün dillerde aynı olan bir içerik sisteminin var olduğunu bir veri olarak kabul ettiğinde, bu içerik modeli kaçınılmaz olarak Batı modeli olmaktadır. Bazı yönlerden Hint-Avrupa modelinden uzaklaşmaya çalışmasına karşın Esperanto da temel olarak gerek sözlükbirimler gerek sözdizim açısından bu modele bağlı kalır, “bu dil bir Japon tarafından yaratılsa, durum farklı olurdu” (Martinet 1991:681).

Bu itirazların konu dışı olduğu hükmü verilebilir. Kuramsal zayıflık, bir pragmatik güç niteliği kazanabilir. Arzu edilen dil birliğinin, ancak bir Hint-Avrupa dil modelinin benimsenmesiyle gerçekleşebileceği kararma varabilir insan (bkz. Carnap, Schilpp 1963: 71’de). Olgular bu kararı destekleyecektir; çünkü Japonya’nın ekonomik ve teknolojik gelişmesi de İngilizce gibi bir Hint-Avrupa araç dilinin benimsenmesine dayandığına göre, halen olan budur.

Gerek doğal dillerin, gerek araçsal dillerin kabul edilmesinde büyük ölçüde dil dışı nedenler rol oynar. Dilsel nedenlere gelince (kolaylık, rasyonellik, ekonomiklik, vb.), değişkenler öylesine çoktur ki, Goropio Becano ile izleyicilerine karşı çıkıp, Flamanca’nın evrenin en kolay, en doğal, en yumuşak ve anlatım olanakları açısından en zengin dili olduğunu dışlayacak “bilimsel” nedenler yoktur. İngilizce’nin halihazırdaki başarısı, Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeci ve ticari yayılması ile Amerikan teknolojik modelinin egemenliğinin birleşmesinden kaynaklanmaktadır. Tek heceler açısından zengin bir dil olmasının, yabancı terimleri özümseyip, yeni sözcükler yaratabilmeşinin İngilizce’nin yaygınlaşmasını kolaylaştırdığı elbette öne sürülebilir; ancak Hitler savaşı kazanmış ve Amerika Birleşik Devletleri, Orta Amerika devletlerinden daha güçlü ve istikrarlı olmayan küçük bir devletler konfederasyonuna indirgenmiş olsaydı, şu varsayım geçerli olamaz mıydı: Bütün dünya bugün aynı kolaylıkla Almanca konuşur ve Hong Kong havaalanının dutyfreeshop’\ınâ.A (ya da Zollfreier Waren'mda) Japon transistörlerinin tanıtımı Almanca olarak yapılırdı. Öte yandan, İngilizce’nin (ve herhangi bir doğal araçsal dilin) yalnızca görünüşteki kolaylığı üzerine Jespersen’in (1931) eleştirilerine bakmak gerekir.

Şu halde, yüzyıllar süreci içinde Yunanca, Latince, Fransızca, İngilizce ya da Svahili gibi doğal diller hangi nedenlerle uluslararası dil işlevini görmüşse, Esperanto da aynı nedenlerle bir uluslararası dil işlevini görebilir.

Çok güçlü bir itiraz, Destutt de Tracy’den gelmiştir. De Tracy’e göre evrensel bir dil, sürekli devinim (devridaim) denli olanaksızdı, bunun da “tartışmasız” bir nedeni vardı: “Bugün yeryüzünün bütün insanları aynı dili konuşmak üzere anlaşsalar bile, bu dil değişik ülkelerde binlerce değişik tarzda değişikliğe uğrayıp, farklı diller üretecek ve bu diller zamanla birbirlerinden uzaklaşacaklardır (Elements d’ideologie, II, 6, s. 569).

Şurası bir gerçek ki, aynı nedenlerle, Portekiz Portekizce’si ile Brezilya Portekizce’si birbirlerinden o kadar farklıdır ki, çoğunlukla yabancı bir kitabın iki çevirisi yapılmaktadır; Portekizce’yi Rio’da öğrenmiş olan yabancıların, aynı dili Lizbon’da duyduklarında anlamakta zorlandıkları da bir gerçektir. Ancak bu itiraza, bir Portekizli ile bir Brezilyalının, en azından günlük yaşamın gereklilikleri açısından hâlâ birbirlerini anladıkları yanıtı verilebilir; bunun bir nedeni de, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması sayesinde, bir dilsel değişkenin konuşucularının öteki değişkenin konuşucularında meydana gelen küçük dönüşümler hakkında bilgi edinebilmesidir.

Martinet gibi Esperanto savunucuları (1991: 685), değişik bölgelere yayılması sırasında yardımcı bir dilin değişikliğe uğramadığını ve ağızlar şeklinde ayrışmadığını iddia etmenin, en hafif deyişiyle nahif bir iddia olduğunu belirtmişlerdir. Ancak bir UYD yardımcı dil olarak kalıp, günlük yaşamda konuşulmazsa, koşut bir evrim riski azaltılmış olacaktır. Bir tür uluslararası denetim akademisinin kararlarını yansıtan medyanın eylemi, standardın korunmasını ya da en azından dilin denetimli evrimini sağlayabilecektir.

Bir UYD’nin “Siyasal” Olanakları

Şimdiye kadar araçsa! diller, geleneğin gücüyle (siyaset, akademi ve kilise dili olarak Ortaçağ’m araçsal Latince’si) ya da irdelenmesi güç birtakım etmenler aracılığıyla (Afrika’nın bir bölgesinin doğal dili olup, yavaş yavaş ve kendiliğinden, ticaret ve sömürgeciliğe bağlı nedenlerle, yalınlaşıp standartlaşarak geniş sınır komşusu bölgelerde araçsal dil haline gelen Svahili) veya siyasal egemenlik yoluyla (İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizce) kendilerini kabul ettirmişlerdir.

Ancak uluslararası bir kuruma (Birleşmiş Milletler ya da Avrupa parlamentosu gibi), linguafranca olarak bir UYD’yi kabul ettirmek (ya da böyle bir dilin yaygınlık kazandığını teslim edip, onu onaylamak) olanaklı olur mu? Bunun tarihte örnekleri yoktur.

Bununla birlikte, günümüzde birçok koşulun değişmiş olduğu yadsınamaz; sözgelimi, yalnızca toplumun üst kesimlerinde değil, farklı halklar arasında da kitle turizminin yol açtığı ilginç ve sürekli iletişim, önceki yüzyılların bilmediği bir olguydu. Tüm dünyaya oldukça homojen tutum modelleri yayabileceğini ortaya koyan kitle iletişim araçları da yoktu o zamanlar (İngilizce’nin araçsal dil olarak kabul edilmesi büyük ölçüde kitle iletişim araçları sayesinde olmuştur). Dolayısıyla, siyasal bir karara kitle iletişim araçlarının düzenli bir kampanyası eşlik ederse, seçilen UYD kolaylıkla yaygınlık kazanabilir.

Nasıl Arnavutlar ile Tunuslular, yalnızca teknoloji onlara İtalyan televizyon kanallarını izleme olanağı verdiği için kolaylıkla İtalyancayı öğrendilerse; buna koşut olarak, tüm dünya televizyonlarının belirli bir UYD’ye her gün yeterli sayıda yayın ayırmaları, örneğin papanın konuşmalarının ya da değişik uluslararası toplantıların bildirilerinin, cihaz kutularındaki talimatların, elektronik yazılımın büyük bölümünün o dilc.e yazılmaya başlanması, hatta pilotlarla uçuş kontrolörleri arasındaki konuşmaların o dilde yapılması durumunda, değişik halklar bu UYD’ye aşinalık kazanabileceklerdir.

Bu siyasal kararın şimdiye dek alınmaması ve alınmasının çok güç görünmesi, böyle bir kararın gelecekte alınamayacağı anlamına gelmez. Son dört yüzyılda Avrupa’ca, ulusal devletler oluşumu sürecine tanık olunmuştur; gümrük koruması, düzenli ordular oluşturulması, ulusal kimliğe özgü simgelerin güçlü bir biçimde öne çıkarılması siyasetinin yanı sıra, aynı zamanda ve özellikle okul, yüksek öğretim kurumlan ve yayıncılık aracılığıyla ulusal bir dilin aynı şekilde güçlü teşviki bu oluşumun asli bir öğesi olmuştur. Ve bu, azınlık dillerinin aleyhine bir süreç olmuştur, -değişik siyasal koşullardabu dilleri şiddete başvurarak bastıracak ve onlan “eksik diller” konumuna indirgeyecek kadar.

Ancak günümüzde bu eğilimin hızlı bir tersine dönmesi sürecine tanıklık ediyoruz. Siyasal düzlemde, gümrük engellerinin kaldırılması söz konusu, uluslarüstü ordulardan söz ediliyor ve sınırlar açılıyor; son yirmi otuz yıldır bütün Avrupa’da azınlık dillerine karşı saygılı bir politikaya tanık olundu. Hatta son yıllarda daha da sarsıcı şeyler oldu, Sovyet İmparatorluğu’ndaki çözülmeden sonra birbirini izleyen olaylar bunun en belirgin tezahürüdür. Dilsel parçalanma artık onarılması gereken bir olay olarak değil; bir etnik kimlik aracı ve siyasal bir hak olarak, iç savaş pahasına da olsa insanların dönmesi gereken bir şey olarak görülüyor. Farklı biçimlerde de olsa -ancak çoğunlukla daha az acımasız değilaynı süreç Amerika Birleşik Devletleri’nde de gerçekleşmekte. Beyaz Anglosakson Protestanların İngilizce’si iki yüzyıl boyunca meltingpot\m dili olmuşken, bugün California giderek daha fazla iki dilli (İngilizce ve İspanyolca) bir eyalet hali ne geliyor ve New York onu yakından izliyor.

Bu, olasılıkla durdurulması olanaksız bir süreçtir. Avrupa’nın birleşmesi eğilimi dillerin çoğalması eğilimiyle atbaşı gidiyorsa, olası tek çözüm araçsal bir Avrupa dilinin tam olarak benimsenmesinden geçmektedir.

Tüm itirazlar arasında, Fontenelle’in dile getirdiği ve D’Alembert’in Encylopedie ye giriş yazısında aktardığı itiraz, hâlâ geçerliliğini korumaktadır: Bir bütün olarak insan toplumunun yararına olacak şeyleri belirlemede hiçbir zaman seçkin bir görünüm sunmayan hükümetlerin bencilliği. UYD vazgeçilmez bir gereklilik olsa bile, dünyayı ekolojik felaketten kurtarmak için acil önlemler üzerinde anlaşmayı başaramamış bir uluslararası kurul, Babil’in açık bıraktığı yarayı can yakmaksızm iyileştirmeye yatkın görünmemektedir.

Ancak yaşadığımız yüzyıl, olayların son derece hızlı -her tür kolaycı kâhinlik etkinliğini bir yana bırakmamızı sağlayacak kadar hızhdeğişmesine bizi alıştırıyor. Ulusal onur duygusu yıkıcı bir güç olabilir: Gelecekteki bir Avrupa birliğinde tek bir ulusun dilinin üstün gelmesi tehlikesi karşısında, kendi dillerini kabul ettirme olanakları pek bulunmayan ve bir başka ulusun dilinin egemenliğinden çekinen devletler (dolayısıyla, biri dışında tümü) bir UYD’nin kabul edilmesini desteklemeye başlayabilirler.

Bir UYD’nin Sınırlan ve Anlatım Olanaklan

En yaygın U YD’lerin, edebiyat yapıtlarının çevirisi aracılığıyla kendilerini meşrulaştırmak yönünde gösterdikleri onca çabaya bakılırsa, bir UYD’nin sanatsal sonuçlar gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği sorusu sorulabilir.

Bu sorularla ilgili olarak, Leo Longanesi’ye atfedilen ünlü ve (yanlış anlaşılmış) bir şaka geliyor akla: “ Büyük bir Bulgar şairi olmak olanaksızdır.” Şaka, Bulgaristan’la ilgili herhangi bir hakareti içermiyordu ve içermemektedir; Longanesi, yüzyıllarca tarihin kıyılarında kalmış bir ülkede (hangi ülke olursa olsun) yaşayan birkaç milyon insanın konuştuğu bir dilde yazarak büyük şair olunamayacağını söylemek istiyordu.

Espri ilk okunduğunda, birçok insanın bilmediği bir dilde yazan kişinin büyük bir şair olarak görülemeyeceği anlamı çıkıyor; ancak bu okuma indirgeyici bir okumadır, başka hiçbir açıdan olmasa, büyük şair olmayı yaygınlıkla özdeşleştirdiği için. Daha büyük bir olasılıkla Longanesi, şunu söylemek istiyordu: Bir dil, dile getirmek zorunda kaldığı birçok dil dışı olayla, başka uygarlıklarla temaslarla, yeni olanı iletme gereksinimleriyle, onu kullanan toplumsal kesimin çelişkileri ve yenilikleriyle zenginleşip güçlenir. Tarihin kıyılarında yaşayan, görenekleri ve bilgisi yüzyıllar boyunca değişmemiş bir halk söz konusuysa, bu halkın dili, değişmez kaldığından, kendi anılarıyla zayıfladığından, yüzyıllara dayalı rimelleriyle katılaştığından, kendini büyük bir yeni şaire duyarlı bir araç olarak sunamayacaktır.

Ancak bu tür bir itiraz bir UYD’ye yöneltilemez: UYD elbette belli bir mekânla sınırlı kalmayacak ve her gün öteki dillerle temas içinde zenginleşecektir. Bu dilin daha çok, yukandan aşın bir yapısal denetim nedeniyle kemikleşip (uluslararası olmasının temel koşuludur bu), günlük dille olan bağını yitireceği söylenebilir. Buna şu yanıtı verebiliriz: Dante’nin sözünü ettiği dilbilgisi biçimlerince esnekliğini yitirmiş kilise ve üniversite Latincesi Stabat Mater ya da Pange Lingua gibi liturjik şiirler ve Carmina Burana gibi dindışı şiirler yaratabilmiştir. Ancak Carmina Burana um, İlahi Komedya olmadığı da bir gerçektir.

Bu dilin tarihsel bir mirası olmayacaktır, böyle bir durumun getirdiği bütün metinlerarası zenginlikle birlikte. Ancak Sicilya Okulu’nun, Igor Alayı Destanı'nın ya da Beowulfun halkdilleri de aynı şekilde genç dillerdi; gene de bir biçimde daha önceki dillerin tarihini bünyelerine katmışlardı.

17

Sonuçlar

Plures linguas scire gloriosum esset, patet exemplo Catonis, Mithridates, Apostolorum.

comenius, Linguarum methodus novissima, XXI.

Dillerin çoğulluğuna getirdiği kısmi açıklamayla, çoğulluğu yalnızca bir ceza ve lanetlenme olarak sunan bu tarih bir propaganda edimidir. . . En azından, insanlar arasında evrensel iletişimi güçleştirdiği ölçüde, dillerin çoğulluğu gerçekten de bir cezadır; öte yandan, bu çoğulluk aynı zamanda Âdem’in başlangıçtaki yaratıcı gücünün artması, kutsal bir soluk sayesinde adlan yaratma olanağı sağlayan gücün zenginleşmesi anlamına gelir.

j. trabant, Apeliotes, öder der Sinn der Sprache,

1986, s. 48.

Çok biçimli bir toprağın yurttaştan otan Avrupahlar, insan dillerinin çoksesli haykırışına kulak vermezlik edemezler. Propaganda konuşmalanndan daha somut bir içeriği bulunan bir dayanışma kurulmak isteniyorsa, kendi dilini konuşan başkasına gösterdiğimiz dikkatin büyük önemi vardır.

CL. HAGfcGE, Le souffle de la langue, 1992, s. 273.

Her dil belli bir evren modeli, dünyayı anlamaya yönelik bir gösterge sistemi kurar ve dünyayı 4000 değişik tarzda betimleme tarzımız varsa, bu bizi daha zengin kılar. Nasıl ekolojinin korunmasına çaba gösteriyorsak, dillerin korunmasına da çaba göstermeliyiz.

V.v. İVANOV, Reconstructing the Past, 1992, s. 4.

Babil’in Yeniden Değerlendirilmesi

K

itabın başında Yaradılış 11'deki Babil öyküsünün, Yaradılış 10’daki öyküye oranla gerek kolektif imgelemde, gerek daha özgül olarak dillerin çoğulluğu üzerine düşünen kişilerde ağır bastığını belirtmiştik. Ancak Demonet (1992), Yaradılış 10 üzerinde düşünmenin daha Rönesans döneminde gelişmeye başladığını göstermiştir. Kutsal Kitap’m bu yeniden okunması ışığında, İbranice’nin Babil’e dek değişmeden kalan dil olduğu görüşünün nasıl tartışılır hale geldiğini de görmüştük. Buna karşılık, dillerin çoğalmasının olumlu bir şey olduğu görüşünün İbrani çevreyle Hıristiyan Kabalacılığmda zaten var olduğu öne sürülebilir (Jacquemier 1992). Gene de Yaradılış 10’un yeniden okunmasından Babil dönemine ilişkin kesin bir yeniden değerlendirmenin doğması için XVIII. yüzyılı beklemek zorundayız.

Encyclopedie'nın ilk ciltlerinin yayımlandığı dönemde, Başrahip Pluche, La mechanique des langues et l’artde les einsegner de (1751), dilin sözlüksel açıdan olmasa da, en azından bir grup ile öteki arasında bükünlerin çeşitliliği açısından ilk farklılaşmasının Nuh döneminde başlamış olduğunu anımsatır. Ancak Pluche bir şey daha ekler: Dillerin çoğalması (ki dillerin karışması demek değildir) doğal olmanın ötesinde, toplumsal olarak olumlu bir olgudur. Şurası gerçek ki, Pluche’e göre, daha Nuh’un zamanında insanlar, bir kavmin ötekini ve ailelerin birbirlerini kolayca anlayamamasınd-an rahatsızlık duyuyorlardı; ancak sonunda,

karşılıklı olarak birbirlerini anlayabildikleri bir dili konuşanlar kendi aralarında birleşip dünyanın aynı köşesinde yaşıyorlardı. Her ülkeye kendi halkını veren ve onları orada tutan bu farklılık olmuştur. Bu açıdan şunu söylemek gerekir ki, bu olağanüstü ve mucizevi değişmenin yararı, daha sonraki bütün dönemlere uzanır. Daha sonra ne kadar çok halk birbirine karışmışsa, dillerde o kadar çok karışmalar ve yenilikler olmuş ve diller ne kadar çoğalmışsa, ülke değiştirmek o kadar güç hale gelmiştir. Bu kargaşa, yurt sevgisinin zeminini oluşturan türden bağlanmayı güçlendirmiş, insanları daha yerleşik hale getirmiştir (s. 17-18).

Burada dillerin özgül niteliklerinin yüceltilmesinden öte bir şey var: Babil mitinin okunma biçiminin tersine çevrilmesi söz konusu.

Dillerin doğal farklılaşması şimdi yerleşimlerin, ulusların doğuşunun ve ulusal kimlik duygusunun oluşmasına olanak sağlayan olumlu bir olgu haline gelmektedir. Bu övgüyü, XVIII. yüzyıldaki bir Fransız’ın yurtseverlik gururu açısından okumak gerekir: Confusio linguarum, bazı devlet değerlerinin yerleşiklik kazanmasının tarihsel koşulu haline getiriliyor. XIV. Louis’nin sözünü değiştirerek Pluche “Devlet dildir” demektedir.

Bu bakış açısından, uluslararası dillerin XIX. yüzyılda gösterdiği gelişmeden önce yaşamış bir yazarın, Joseph-Marie Degerando’nun Des signes adlı yapıtında uluslararası bir dile getirdiği itirazları yeniden okumak ilginç olacaktır. Degerando, gezgin, bilim adamı ve tüccarların (araçsal bir dile gereksinme duyanların) bir azınlık olduğunu, oysa yurttaşların büyük bir bölümünün kendi dilinde konuşarak gayet iyi yaşadığını belirtiyordu. Gezginin gereksinme duyduğu kimselerin aynı şekilde ona gereksinme duyduğu, dolayısıyla ortak bir dilin gerekli olduğu doğru değildir. Gezgin, yerlileri anlamak ister ancak yerlilerin gezgini anlama gereksinimleri yoktur; hatta gezgin ziyaret ettiği halklardan niyetlerini gizlemek için kendi dil avantajından yararlanabilir (IV, s. 562).

Bilimsel ilişkilere gelince, bu ilişkileri kolaylaştıracak bir dil, edebiyat dilinden kopmuş olacaktır; oysa biliyoruz ki bu iki dil birbirini etkilemekte ve güçlendirmektedir (IV, s. 570). Ayrıca, uluslararası bir dil yalnızca bilimsel iletişim amacıyla kullanılırsa, bir gizlilik aracına dönüşecek ve halkın onu anlaması olasılığı dışlanmış olacaktır (IV, s. 572). Yazınsal kullanımlara gelince (burada Degerando’nun argümanı gülünç ve sosyolojik açıdan inceliksiz görünebilir), sanatçılar kendi dillerinde yazarak uluslararası rekabeti daha az hisseder ve çok geniş çaplı karşılaşmalarla yüz yüze gelmek zorunda kalmazlar... Bilim dili açısından bir sınır olarak gösterilen dışa kapalılık Degerando’ya edebiyat dili açısından neredeyse bir avantaj gibi görünmektedir (sömürmeye gittiği yerlilerden daha fazlasını bilen kurnaz ve eğitimli gezgin açısından olduğu gibi).

Unutmayalım ki Rivarol’un Fransız dili övgüsüne tanık olan yüzyılın sonundayız. Degerando, dünyanın etki bölgelerine ayrıldığını ve bazı bölgelerde Almanca’yı, başkalarında İngilizce’yi benimsemenin uygun olacağını kabul eder; ancak yardımcı bir dilin kabul ettirilmesi mümkün olsa, belirgin siyasal güç nedenleriyle bu dilin Fransızca olması gerektiğini belirtmekten kendini alıkoyamaz (IV, s. 57879). Bununla birlikte, Degerando, engelin hükümetlerin bencilliğinde yattığını görür: “Hükümetlerin ulusal dilin değiştirilmesi için tekbiçimli yasalar belirlemek üzere anlaşmak istediklerini mi varsayacağız? İyi ama, hükümetlerin toplumun genel çıkarıyla ilgili şeylerde gerçekten de anlaştıkları nerede görülmüştür?” (IV, s. 554).

Bu söylenenlerin artalanında, on sekizinci yüzyıl insanının ve buna bağlı olarak on sekizinci yüzyıl Fransız’ının, ister başka halkların dilleri olsun ister evrensel diller, öteki dilleri öğrenmeye hiç de istekli olmadığı kanısı vardır. Çokdillilik açısından, tüm on dokuzuncu yüzyıl boyunca sürecek ve yüzyılımızda da geniş izler bırakacak olan bir kültürel sağırlık söz konusudur; bu sağırlıktan, Degerando’nun da belirttiği gibi, gereklilik nedenleriyle bir tek Kuzey Avrupa ülkelerinde yaşayanlar bağışıktırlar. Bu sağırlık öylesine yaygındır ki, Degerando kışkırtıcı bir gözlemde bulunma, yaygın kanının aksine yabancı dil öğrenmenin onca kısır ve mekanik bir şey olmadığını öne sürme gereğini duyar (IV, s. 587).

Bu yüzden Degerando oldukça şüpheci değerlendirmesini dillerin farklılığına bir övgüyle sonuçlandırır: Bu farklılık ülkeleri kuşatanların tasarılarına ve yozlaşmanın halklar arasında yayılmasına engeller getirmekte, her halkın ulusal ruh ve karakterini, göreneklerin saflığını koruyan alışkanlıkları yitirmemelerini sağlamaktadır. Ulusal dil halkın devletle bütünleşmesini sağlar, yurtseverliği ve geleneğin korunmasını teşvik eder. Degerando bu düşüncelerin evrensel kardeşlik duygusuna zarar verebileceğini kabul eder; ancak şu yorumu getirir: “Yozlaşmanın egemen olduğu bu yüzyıllarda, yüreklerimizi özellikle yurtseverlik duygularına çevirmemiz gerekir; bencillik ne kadar çok ilerleme gösterirse, birer dünya vatandaşı haline gelmemiz o kadar tehlikeli olur” (IV, s. 589).

Önceki yüzyıllarda, halk ile dil arasında (Babil olayının olanaklı kıldığı) derin birliğin güçlü bir kesinlemesini aradığımızda, bunu Luther’de (Predigten über das erste Buch Mose, 1527) buluruz; Hegel’de gördüğümüz Babil’le ilgili daha kararlı yeniden değerlendirme, kökenini belki de bu mirastan almaktadır; ancak Hegel’in değerlendirmesinde, Babil olgusu yalnızca devlet bağının kuruluşu olarak değil, insan emeğinin neredeyse kutsal bir yüceltilmesi niteliğini de kazanır.

“Kutsal nedir?” diye soı ar Goethe bir beyitte. Ve yanıtlar: “Birçok ruhu bir arada tutan şeydir.” . . . Fırat’ın geniş ovasında insanoğlu çok büyük bir mimari eser inşa eder; herkes birlikte çalışır orada ve binanın yapımındaki birliktelik aynı zamanda eserin kendisinin amacı ve içeriği haline gelir. Daha kesin bir dille söylemek gerekirse, toplumsal bir bağın bu yükselişi yalnızca ataerkil bir birlik olarak kalmaz; aksine, yalın aile birliği çözülmüştür ve bulutlara yükselen bina artık çözülmüş olan bu önceki birliğin nesnelleşmesi, yeni ve daha geniş bir birliğin gerçekleştirilmesidir. O zamanın halkları hep birlikte bu işte çalıştılar ve nasıl bu dev eseri gerçekleştirmek için bir araya geldilerse, etkinliklerinin ürünü de kazılan toprak, üst üste konan taşlar ve deyini yerindeyse toprağın mimari işlenmesi aracılığıyla onları birbirlerine bağlayan bağ olmak zorundaydı, tıpkı çağımızda bu tür bir bağı yaratan şeyin görenekler, alışkanlıklar ve devletin anayasası olduğu gibi (Âsthetik, III, İ, 1).

Kulenin, Etik Devletin doğuşunu haber verir göründüğü bu görüş açısından, dillerin karışması hiç kuşkusuz devletin birliğinin evrensel olarak belirmediğinin, değişik uluslara yaşam verdiğinin bir göstergesidir (bu gelenek bize, halkların bu eserin inşası için bu birlik merkezinde bir araya geldikten sonra, yeniden birbirlerinden ayrıldıklarını belirtir); ancak Babil girişimi gene de toplumsal, siyasal, bilimsel tarihin başlangıcının bir koşuludur; ilerleme ve akıl çağının bir ilk belirtisidir. Dramatik bir sezi, neredeyse, bir yük haline gelen Âdem’in ve onun dilsel ancien regime inin kafasını uçurmadan önce çalınan Jakoben trampetlerinin sesi söz konusu burada.

Bununla birlikte, infaz ölümle sonuçlanmaz. Başarısızlık ve dram olarak kule miti bugün de yaşamaktadır: “Babil Kulesi... bir tamamlanmamışhğı sergiler, tamamlamanın, bütüncül hale getirmenin, doygunluğa ulaştırmanın, bina kurma düzenine özgü bir şey gerçekleştirmenin, mimari inşanın olanaksızlığını” (Derrida 1980: 203). Buna karşın, Dante, De vulgari eloquentia'di (I, Vİİ) confusio linguarurnun benzersiz bir “eğitici” değişkesini veriyordu: Babil olgusu, değişik etnik grupların dillerinin doğuşu olarak değil, teknik “dillerin” çoğalması olarak görülür (mimarlar, mimarların dilini konuşur, taş taşıyanlar kendilerine ait bir başka dili). Dante burada yaşadığı dönemdeki esnaf loncalarının jargonlarını düşünmektedir. Burada dil iş bölümünün eşlik ettiği bir iş bölümü kavramının, zamanından çok önce dile getirilişini görmenin çekiciliğine kapılıyor insan.

Bir biçimde Dante’nin belli belirsiz dile getirilmiş önerisi yüzyıllar boyunca gezintisini sürdürmüş olmalı. Richard Simon’un Histoire critigue du Vieux Testament (1678) adlı kitabında, Babil kargaşasının, insanların çeşitli aletleri adlandırmak zorunda kalıp, herkesin aletlere kendince bir ad vermesinden kaynaklandığı fikri beliriyordu.

Bu yorumların alttan alta önceki yüzyılların kültürüne de yaşam veren bir duyguyu gün ışığına çıkardığını, Babil ikonografisinin tarihiyle ilgili bir incelemeden öğreniyoruz (bkz. Minkowski 1983). Ortaçağ’dan başlayarak bu tarih, insan emeğini, duvar ustalarını, makaraları, dörtgen kaya parçalarını, yük asansörlerini, kurşun tellerini, cetvelleri, pergelleri, bocurgatları, sıvama tekniklerini, vb. ya en ön plana koymuştur ya da en azından ikinci plana (o derecede ki, Ortaçağ duvar ustalarının çalışma tarzlarıyla ilgili bazı bilgiler, çoğu zaman kulenin tasvirlerinden çıkarılır). Kim bilir belki de Dante’nin fikri, yaşadığı dönemin ikonografisini yakından bilmesinden kaynaklanmaktadır.

XVI. yüzyılın sonuna doğru, Felemenk resmi kule temasına sahip çıkar ve bu temanın sayısız çeşitlemesini sunar (Brueghel’i düşünün). Bunlardan bazılarında sanatçılar teknik donanımın sayısını artırır ve kulenin gerek biçiminde gerek sağlam yapısında, ilerlemeye olan bir tür dindışı inanç kendini gösterir. Doğal olarak, “olağanüstü makineler”le ilgili çeşitli incelemelerin yayımlandığı bir dönem olan XVII. yüzyılda, bu teknolojik yeniden kurma incelemelerinin sayısı artar. Hatta Kircher’in Turris Babel'mde (hiç kuşkusuz bu yapıta dindışı eğilimler atfedilemez) dikkat, bitmiş bir nesne olarak kulenin getireceği statik sorunlara yönelir, öyle ki Cizvit yazar da ele aldığı “teknoloji harikası”nm büyüsüne kapılmış gibidir.

Ancak XIX. yüzyılla, bu tema artıkişlenmez hale gelse de, confıtsio olayına yönelik teolojik ve dilsel ilginin bariz olarak azalması nedeniyle, “tasvirlerde ‘insanlığı’ temsil eden ‘grup’ ön plana çıkanlır; insanlığın eğilimi, tepkisi ya da yazgısı ise arka planda, ‘Babil Kulesi’ tarafından temsil edilir. Dolayısıyla, resmin merkezini, insan kitlelerinin yer aldığı dramatik sahneler oluşturur” (Minkovvski 1983). Dore’nin resimlediği Kutsal Kitap’taki Babil çizimi, bunun tipik bir örneğidir.

Aynı yüzyılın sonunda Giosue Carducci “Şeytana İlahi” adlı şiirinde buharlı lokomotifi yüceltecektir. Hegel’in şeytana özgü gururu başkalarınca da benimsenmiştir ve Dore’nin gravürünün ortasında dev görüntüsüyle beliren, kolları ve yüzü bulutlu göğe dönük çıplak figürün (bu arada karanlık kule çok büyük mermer bloklar taşıyan işçilerin yanında yükselir) acımasız bir Tanrı’ya gururla meydan mı, yoksa yenik düşmüş, lanet mi okuduğu tam olarak anlaşılmamaktadır; ancak belli ki yazgısını alçakgönüllülükle kabul etmez.

Genette (1976: 161) bize, Nodier gibi Romantik yazarlarda bir “talihli hata” olarak confusio fikrinin nasıl varlığını sürdürdüğünü anımsatır: Doğal diller çok sayıda oldukları için kusursuzdurlar çünhakikat çoğuldur; yalan ise, hakikatin tekil ve kesin olduğunu kabul etmektir.

Çeviri

Uzun arayışının sonunda Avrupa kültürü, bugün dünden de çok, dilsel kopukluktan onaracak bir araçsal dil bulma yönündeki acil gerekliliklerle karşı karşıyadır. Ancak Avrupa, değişik dilleri yaratan bir kıta olarak, kendi tarihsel yönelimiyle hesaplaşma zorunluluğuyla da karşı karşıyadır. Bu dillerin her biri, en periferik olanı bile etnik bir grubun “özgül niteliği”ni dile getirir ve bin yıllık bir geleneğin taşıyıcısıdır. Tek bir araçsal dil gereksinmesini, dilsel geleneklerin savunusu gereksinmesiyle birleştirmek olanaklı mıdır?

Paradoksal olarak, bu iki sorun da aynı kuramsal çelişkiyi ve aynı pratik olanakları içerir. Evrensel bir araçsal dilin sının, model olarak aldığı doğal dillerin sınmyla aynıdır: Bu dil bir çevrilebilirlik ilkesini öngörür. Evrensel bir araçsal dil, herhangi bir dilin metinlerini kendi dilinde yansıtabileceğini öngörüyorsa; bunun nedeni, tek tek dillerin “özgül nitelikleri” olmasına, her dil oldukça kesin bir dünyayı görme, düzenleme ve yorumlama tarzı oluşturmasına karşın, dilden dile çevirinin gene de mümkün olduğunun varsayılmasıdır.

Ancak bu, sonsal evrensel dillerin bir sının ve bir olanağı ise, doğal dillerin de bir sının ve bir olanağıdır. Doğal dillerde dile getirilmiş düşünceleri sonsal bir dile çevirmek mümkündür; çünkü bir doğal dilden ötekine çeviri yapmak mümkündür.

Çeviri sorununun, kusursuz bir dili ima ettiği Walter Benjamin’in sezgisiydi: Amaç dilde kaynak dilin anlamlan asla yeniden üretilemeyeceğinden, bütün diller arasında bir örtüşmenin var olduğu kabul edilmelidir; çünkü “bu dillerden, bir bütün olarak alman her birinde tek ve aynı şey imlenir, gene de söz konusu dillerden hiçbiri tek başına bu anlama ulaşamaz; ona ancak dillerin birbirini tamamlayan anlamlarının bütününde, katışıksız dilde (reine Sprache) ulaşılabilir” (Benjamin 1923:42). Ancak bu “reine Sprache” bir dil değildir. Benjamin düşüncesinin Kabalacı ve mistik kaynaklarını unutmazsak, kutsal dillerin oldukça ağırlıklı gölgesini; önsel bir dilin formüllerinden çok, Pentekostes dillerinin ve Kuşlar Dilinin gizli kavrayışına benzer bir şeyleri fark edebiliriz. Çeviri arzusu, birTann düşüncesiyle bu karşılıklılık olmaksızın düşünülemez (Derrida 1987: 217; ayrıca bkz. Steiner 1975: 63).

Buna karşılık, hiç kuşkusuz, bazı tanınmış bilgisayar çevirisi araştırmacıları, önsel dillerin bazı özelliklerini taşıması gereken parametre bir dile başvururlar. Bir A dili anlatımından bir B dili anlatımına geçmemizi sağlayacak (her ikisinin de bir üstdilsel C anlatımına eşdeğer olduklarına karar vererek) bir tertium comparationis olmalıdır. Ancak bu tertium olsa, kusursuz dil olurdu; bu dil yok ise, demek ki her şey çeviri etkinliğinin bir koyutudur.

Elbette, tertium comparationis, bütün diller içinde “kusursuz” olarak nitelendirilebilecek denli esnek ve güçlü bir doğal dil ise, durum değişir. Cizvit Ludovico Bertonio, 1603’te Arte de lengua aymara’yı, 1612’de ise Vocabulario de la lengua aymara’yı (Aymara, günümüzde de Bolivya ve Peru’da yaşayan yerlilerin konuştuğu bir dildir) yayımlamış ve Aymara’nın sınırsız esneklikte, yeni sözcük türetmek açısından inanılmaz işleklikte, özellikle soyut kavramları dile getirmeye uygun bir dil olduğunu fark etmişti; o kadar ki, bunun “yapay bir dil” olduğu yolundaki kuşkusunu belirtmişti. İki yüzyıl sonra Emeterio Villamil de Rada, Aymaradan Âdem’in dili diye söz edebiliyordu; ona göre Aymara “dilin oluşumundan önceki bir fikrin” dile getirilmesiydi, “gerekli ve değişmez fikirler” üzerine kurulmuştu, dolayısıyla felsefi bir dildi, felsefi diller var olmuşsa eğer (La lengua de Adan, 1860). Er geç biri gelip bu dilde Sami kökler arayacaktı, aradı da.

Son zamanlardaki araştırmalar, Aymara’nın Batı düşüncesinin dayandığı ikili mantık (doğru/yanlış) yerine, üçlü bir mantığa dayandığını, bu yüzden Ban dillerinin ancak çetrefil açımlamalar pahasına yakalayabildiği kipsel incelikleri dile getirebildiğini saptamışlardır. Son olarak, günümüzde bilgisayar çevirisi sorunlarını çözmek için Aymara’nın incelenmesini önerenler vardır (bütün bu bilgiler ve çok geniş kaynakça için bkz. Guzmân de Rojas, tarihsiz). Ne var ki, “algoritmik doğası nedeniyle, Aymara’nın sözdizimi başka herhangi bir dilin kendi terimlerine çevirisini büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır; ancak bunun tersi geçerli değildir” (L. Ramiro Beltran, Guzmân de Rojas, tarihsiz: IlI’de). Aymara, kusursuzluğu nedeniyle başka dillerde karşılıklı olarak çevrilemeyen her düşünceyi dile getirebilecektir; ancak bunun bedeli, kusursuz dilin kendi içinde çözdüğü şeylerden hiçbirinin bizim doğal dillerimize yeniden çevrilemeyecek olmasıdır.

Bu elverişsiz koşullardan, son zamanlardaki akımların yaptığı gibi, çevirinin yalnızca amaç dilin içsel sorunu olduğunu varsayarak kurtulabiliriz. Bu durumda, amaç dil özgün metnin getirdiği anlamsal ve sözdizimsel sorunları kendi ortamında ve bağlama göre çözmek zorundadır. Burada kusursuz dil sorunsalının dışına çıkmış oluyoruz; çünkü söz konusu olan, bir kaynak dilin kavrayışına göre üretilmiş anlatımları anlamak ve amaç dilin kavrayışına saygı göstererek, “tatmin edici” bir açımlama (ama hangi ölçütlere göre?) yaratmaktır.

Sorunun kuramsal güçlüğünü Humboldt ortaya koymuştu. Bir dilin hiçbir sözcüğü bir başka dilin bir sözcüğüne tam olarak eşit değilse, çeviri yapmak olanaksız olurdu; tabii çeviriyi, hiçbir biçimde kurallı hale getirilmemiş ve biçimselleştirilemeyecek bir etkinlik olarak, kendi dilimiz aracılığıyla asla bilemeyeceğimiz şeyleri anlayabildiğimiz bir etkinlik olarak anlamazsak.

Ancak çeviri yalnızca bu olsa, ilginç bir paradoks söz konusu olurdu: A ile B şeklindeki iki dil arasındaki bir ilişkinin olanaklılığı; ancak A kendisinin eksiksiz gerçekleştirimi içine kapandığı zaman -artık hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceği B’yi anlamış olduğunu varsayarak; çünkü B’ye atfedilen her şey A’da söylenmiştirortaya çıkar.

Ancak üçüncü bir parametre dil değil, bir karşılaştırma aracı düşünmek mümkündür; bu, kendi başına bir dil olmayacak, (yaklaşık olarak olsa bile) herhangi bir dilde dile getirilebilecek, gene de kendi içinde birbiriyle karşılaştırılamaz varsayılan iki dilsel yapıyı karşılaştırma olanağı sağlayacaktır. Nasıl her dil bir yorum ilkesi aracılığıyla kendi kapsamı içinde açıklanıyorsa, bu araç da aynı şekilde işlev görecektir: Bir doğal dil, Peirce’ın (bkz. Eco 1979, 2) sınırsız semiosis adını verdiği süreç aracılığıyla sürekli olarak kendi kendinin üstdili olarak işlev görür.

Sözgelimi, bir dizi hareket fiilinin anlamsal farklılığını değerlendirmekiçin Nida'nın (1975: 75) önerdiği çizelgeye bakalım (bkz. Şekil 17.1).

Burada İngilizce kendi kendine şunu açıklar: Eğer to walk sürekli ve dönüşümlü olarak bir ayağı ya da ötekini yere basarak hareket etmek anlamına geliyorsa, to hop sürekli olarak iki ayaktan birini yere basarak hareket etmek anlamına gelir. Doğal olarak, yorum ilkesi, İngiliz konuşucunun limb’in ve sözel anlatımın yorumunda beliren öteki her terimin ne anlama geldiğini açıklamasını gerektirir. Burada Degerando’nun yürümek gibi görünüşte ilkel bir terimin bile gerektirdiği sonsuz anlam çözümlemesine ilişkin öne sürdüğü gereklilik söz konusudur. Ancak bir dil, deyim yerindeyse, daha güç tanımlanabilen terimleri açıklamak için hep daha az ikircikli terimler bulacağına güvenir, yalnızca tahminler, varsayımlar, yaklaştırmalar aracılığıyla olsa bile.

Bu ilke çeviri için de geçerlidir. Her ne kadar İtalyanca ro run (correre: koşmak), to ıvalk (camminare: yürümek), to dance (danzare: dans etmek) ve to craıol (strisciare: sürünmek) için pratikte eşanlamlı terimlere sahipse de, to hop (sekmek) için eşanlamlı bir sözcük bulmada zorlanır (sözlüklerde bu sözcük, saltaresu unagamba, “tek bacak üstünde zıplamak” şeklinde verilir); to skip (seke seke yürümek) için tamamıyla yetersizdir, bu sözcük saltellare, ballonzolare, salterellare biçiminde verilir ve iki kez bir bacak üstünde, iki kez de öteki bacak üstünde sıçrama hareketini dile getiremez.

Gene de, to skip’i tanımlayamasak bile, limb, order of contact, number oflimbs gibi onu yorumlayan terimleri tanımlayabiliriz: Gerekirse bağlamlara ve koşullara başvurarak, bu “temas”ın, üzerinde hareket edilen yüzeyle temas olarak anlaşılması gerektiğini kestirerek... Burada bir parametre dilden yararlanmak söz konusu değildir. Elbette her kültürde limb’in “kol ya da bacak” veya “uzuv” anlamında bir eşanlamlısı olduğu varsayılır; çünkü insan bedeninin yapısı bütün insanlarda aynıdır ve uzuvlarımızın aynı şekilde eklemlenişi olasılıkla her kültüre eli koldan, avuç içini parmaklardan ve parmaklarda baş kemik, orta kemik ve tırnak kemiğini birbirinden ayırt etme olanağı sağlar (Peder Mersenne’i izleyerek söylemek gerekirse bu, her gözeneği, bir parmak izinin her kıvrımını adlandırabilecek bir kültür için de geçerli olacaktır). Ancak bir kez daha, daha az bilinene ulaşmak için daha iyi bilinenden yola çıkılarak, birbirini izleyen “ayarlamalar” yapılır; böylece, İngilizce John hops tümcesiyle karşılaşıldığında, bunun İtalyanca’da ne anlama geldiğini söylemek mümkün olacaktır.

Bu olanak yalnızca çeviri uygulamalarıyla ilgili değildir, aynı zamanda çokdilliliğe eğilim gösteren bir kıtada birlikte yaşama olanağıyla da ilgilidir. Geleceğin Avrupa kültürünün sorunu, elbette bütüncül çokdilliliğin utkusunda değil (bütün dilleri konuşabilen biri, zihnini kuşatan sonsuz imgelerle, Borges’in “Funes el Memorioso”suna benzerdi); değişik bir dilin ruhunu, kokusunu, havasını yakalayabilecek insanlar topluluğunda yatmaktadır. Çokdilli bir Avrupa, birçok dili akıcı olarak konuşan kişilerin değil; en iyi durumda, karşılaştıklarında her biri kendi dilini konuşan ve karşısındakinin dilini anlayan, gerekirse akıcı bir biçimde konuşamayan, karşısındakinin dilini güçlükle anlasa da, bir dilin “özgül niteliği”ni, herkesin kendi atalarının ve kendi geleneğinin dilini konuşarak dile getirdiği kültürel evreni anlayacak olan kişilerin Avrupa’sıdır.

Âdem’e Armağan

Havarilerin aldığı diller armağanının doğası neydi? Aziz Paulus’u okuyacak olursak (Korintoslulara Birinci Mektup, 12-13), glossolalia’nın (yani kişinin meramını herkesin sanki kendi diliymişçesine anladığı esrimeli bir dilde dile getirmesi armağanının) söz konusu olduğu varsayılabilir. Ancak Resullerin İşleri 2’yi okursak, orada Pentikost günü gökten bir ses geldiği, her birinin üzerine ateşten diller konduğu ve başka dillerde konuşmaya başladıkları anlatılır; şu halde, havarilere verilen armağan ksenoglossi (ya da çokdillilik) değilse de, en azından mistik bir anında çeviri hizmetidir. Şaka yapmıyoruz: Aradaki fark az değildir. İlk durumda, havarilere Babil öncesi kutsal dili konuşma olanağı verilmiş olacaktır. İkinci durumda, onlara Babil’de bir yenilginin işaretini ve her ne pahasına olursa olsun iyileştirilmesi gereken bir yarayı değil, yeni bir ittifakın ve yeni bir uyumun anahtarını görme kayrası tanınmış olacaktır.

Kutsal Kitap’ı kendi amaçlarımıza uygun hale getirmeye çalışmıyoruz, tarihimizin birçok başoyuncusunun ihtiyatsızca yaptığı gibi. Bizimki bir mitin ve bir umudun tarihidir. Ancak her mitin, alternatif bir umudu dile getiren bir karşıtı vardır. Tarihimiz Avrupa’nınkiyle sınırlı olmasa, öteki uygarlıkları da kapsasa, Avrupa uygarlığının sınırlarında, X. yüzyıl ile XI. yüzyıl arasında, bir başka miti, Arap ilahiyatçısı İbn-i Hazm’m anlattığı bir miti bulacaktık (bkz. Arnaldez 1981, Khassaf 1992a, 1992b).

Başlangıçta Allah’ın verdiği bir dil vardı, bu dil sayesinde Âdem, nesnelerin niteliğini biliyordu ve bu, her şeye -ister töz olsun, ister ilinekbir ad ve her ada bir nesne öngören bir dildi. Ama öyle görünüyor ki, belli bir noktada İbn-i Hazm kendisiyle çelişiyor, sanki çiftanlamlıhk eşadlıların varlığından kaynaklanıyormuş, ancak bir dil sonsuz eşanlamlılar içerse de (aynı şeyi birçok biçimde adlandırsa bile, bunu hep uygun biçimde yapması koşuluyla) kusursuz olabilirmiş gibi.

Bunun arkasında şu inanç vardır: Diller uzlaşım sonucu doğmuş olamaz çünkü dillerin kuralları üzerinde anlaşabilmek için insanların elinde daha önce gelmiş bir dilin bulunması gerekirdi; ancak bu dil var idiyse, neden insanlar zor ve nedensiz bir çabaya girişerek, öteki dilleri oluşturma zahmetine katlansmlardı? İbn-i Hazm’a göre, bunun tek bir açıklaması vardır: Başlangıçtaki dil bütün dilleri kapsıyordu.

Daha sonraki bölünme (kaldı ki, Kuran da bunu bir lanetlenme olarak değil, doğal bir olay olarak görüyordu, bkz. Borst 1957-63,1: 325), yeni dillerin bulunmasından değil, baştan beri varolan ve öteki bütün dilleri içeren biricik dilin parçalanmasından kaynaklanmıştır. Bu nedenle, hangi dilde dile getirilirse getirilsin herkes Kuran’m vahyini anlayabilir. Allah, Kuran’ı kendi halkı anlasın diye Arapça indirmiştir, bu dilin özel bir ayrıcalığı olsun diye değil. Herhangi bir dilde insanlar başlangıçtaki çokdilliliğin ruhunu, soluğunu, kokuşunu, izlerini yeniden bulabilirler.

Bize uzaktan gelen bu öneriyi kabul etmeyi deneyelim. Anadil tek bir dil değil, bütün dillerin toplamıydı. Belki de Âdem bu armağana sahip olmamıştı, bu armağan ona yalnızca vaat edilmişti ve ilk günah bu dilin yavaş öğrenimini yarıda kesti. Ancak, Babil Kulesi’nin tam ve uzlaşmış hükümdarlığını ele geçirme görevi, bir miras olarak çocuklarına kaldı.

Kaynakça

Aarsleff, Hans (1982): From Locke to Saussure. Minnçapolis: University of Minnesota Press.

Alessio, Franco (1957): Mito e scienza in Ruggero Bacone. Milano: Ceschina.

Arnaldez, Roger (1956): Grammaire et theologie chez İbn Hazm de Cordue. Paris: Vrin.

Amold, Paul (1955): Histoire des Rose-Croix et les origines de la Franc-Maçonnerie. Paris: Mercure de France.

Baltrusaitis, Jurgis (1967): La quete d'Isis. Essai sur la leğende d’un mythe. Introduction â Fegyptomanie. Paris: Flammarion.

Barone, Francesco (1964): Logica formale e logica trascendentale. Torino: Edizioni di “Filosofia”.

Barone, Francesco (yay. haz.) (1968): Gottfried W. Leibniz, Şeritti di logica. Bologna: Zanichelli.

Bassi, Bruno (1992): “Were It Perfect, Would It Work Better? Survey of a language for cosmic intereourse”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, s. 261-70.

Bausani, Alessandro (1970): Geheimund Unıversalsprachen: Entuncklung undTypologie, Stuttgart: Kohlhammer.

Benjamin, Walter (1923): “Die Aufgabe des Übersetzers”, (Gesammehe Schriften içinde) IV/I, s. 9-21, Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1972.

Bemardelli, Andrea (1992): “II concetto di carattere universale nella Encyclopedie”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, s. 163-72.

Bettini, Maurizio (1992): “E Dio creo la fibra ottica”, (La Repubblica içinde) 28 Mart 1992.

Bianchi, Massimo L. (1987): Signatura rerum. Segni, magia e conoscenza da Paracelso a Leibniz. Roma: Edizioni dell’Ateneo.

Blasi, Giulio (1992): “Stampa e filosofia naturale nel XVII secolo: V Abecedarium novum naturae e i ‘characteres reales’ di Francis Bacon”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, s.101-36.

296

Blavier, Andre (1982): Lefous litteraires. Paris: Veyrier.

Bonerba, Giuseppina (1992): “Comenio: utopia, enciclopedia e lingua universale”, (Eco ve rf. içinde) 1992, s. 189-98.

Bora, Paola (1989): “Giriş”, (J. ). Rouseeau içinde) Saggio sull'oriğine delle lingue. Torino: Einaudi, s. VII-XXXII.

Borst, Arno (1957-63): Der Turmbau von Babel. Geschichte der Meinungen über Ursprung und Vielfalt der Sprachen und Völker (6 cilt). Stuttgart: Hiersemann.

Brague, Remi (1992): Europe, la voie romane. Paris: Criterion.

Brekle, HerbertE. (1975): “The Seventeenth Century”, (yay. haz. Th. A. Sebeok içinde) Current Trends in Linguistics. XIII/1. Historiography of Linguistics. Lahey-Paris: Mouton.s. 277-382.

Brunet, Gustave (Philomneste Junior) (1880): Lesfous litteraires. Essai bibliographique sur la litterature excentrique, les illumines, visionnaires ete. Brüksel: Gay et Douce.

Burney, Pierre (1966): Les langues internationales. Paris: P. U. F.

Busse, Winfried; Trabant, lürgen (yay. haz.) (1986): Les Ideologues. Amsterdam: Benjamin.

Buzzetti, Dino; Ferriani, Maurizio (yay. haz.) (1986): La grammatica del pensiero. Bologna: II Mulino.

Calimani, Riccardo (1987): Storia dell’ebreo errante. Milano: Rusconi.

Calvet, Louis-Jean (1981): Les langues vehiculaires. Paris: P. U. F.

Canto, Monique (1979): “L’invention de la grammaire”, (Critique içinde) 387-88 (Le mythe de la langue üniverselle üzerine iki sayı bir arada), s. 707-19.

Carreras y Artau, Joaquin (1946): De Ramon Llull a los modernos ensayos de formacion de una lengua universal. Barselona: Consejo Superior de Investigaciones Cientıficas, Delegacion de Barcelona.

Carreras y Artau, Tomâs; Carreras y Artau, Joaquin (1939): Historia de lafilosofia espanola. Filosofos cristianos de los siglos XII al XV. Madrid: Real Academia de Ciencias Exactas, Fisicas y Naturales.

Casciato, Maristella; lanniello, Maria Grazia; Vitale, Maria (yay. haz.) (1986): Enciclopedismo in Roma barocca. Athanasius Kircher e il Museo del Collegio Romano tra Wunderkammeremuseo scientifico. Venedik: Marsilio.

Cavalli-Sforza, Luigi Luca ve d. (1983): “Reconstruction of Human Evoluüon: Bridging together genetic, archeological, and linguistic data”, (Proceedings of the National Academy of Sciences of the USA içinde) 85, s. 6002-6006.

Cavalli-Sforza, Luigi Luca (1991): “Genes, Peoples and Languages”, (Scientifıc American içinde) 265, s. 104-10.

Cellier, Leon (1953): Fabre d'Olivet. Contribution d l’etude des aspects religieuxdu Romantisme. Paris: Nizet.

Cenal, Ramon (1946): “Un anonimo espanol citado por Leibniz”, (Pensamiento içinde) VI, 2, s. 201-203.

Cerquiglini, Bernard (1991): La naissancedufrançais. Paris: P. U. F.

Chomsky, Noam (1966): Cartesian Linguistics. A Chapter in the History of Rationalistic Thought. New York: Harper &. Row.

Clauss, Sidonie (1982): “John Wilkins’ Essay towards a Real Character: its place in the seventeenth-century episteme”, (Journal of the History of İdeas içinde) XLIII,4,s. 531-53.

Clulee, Nicholas H. (1988): John Dee’s Natural Philosophy. Londra: Routledge and Kegan Paul.

Coe, Michael D. (1992) Breaking the Maya Code. Londra: Thames and Hudson.

Cohen, Murray (1977): Sensible Words: Linguistic Practice in England, 1640-1785. Baltimore: The Johns Hopkins Univ. Press.

Corti, Maria (1981): Dante a un nuovo crocevia. Societâ Dantesca Italiana. Quaderno 1. Floransa: Libreria Commissionaria Sansoni.

  • (1984): “Postille a una recensione”, (Studi Medievali içinde) Serie terza, XXV, 2, s. 839-45.

Cosenza, Giovanna (1993): II linguaggio delpensiero come linguaperfetta. Tesi di dottorato di ricerca in Semiotica, Universitâ di Bologna, V cic1°.

Couliano, loan P. (1984): Eros et magie d la Renaissance. Paris: Flammarion.

Coumet, Ernest (1975): “Mersenne: dictions nouvelles â l’infini”, (XVIle siecle içinde) 109, s. 3-32.

Couturat, Louis (1901): La logique de Leibniz d'apres des documents inedites. Paris: P.U.F.

  • (1903): Opuscules etfragments inedits de Leibniz. Paris: Alcan.

Couturat, Louis; Leau, Leopold (1903): Histoire de la langue üniverselle. Paris: Hachette.

  • (1907): Les nouvelles langues internationales. Paris: Hachette.

Cram, David (1980): “George Dalgarno on Ars signorum and Wilkins’ Essay”, (yay. haz. Ernst F. K. Koerner içinde) Progress in Linguistic Historiography (Proceedings from the International Conference on the History of the Language Sciences, Ottawa, 28-31 Ağustos 1978). Amsterdam: Benjamins, s. 113-21.

  • (1985): “Language Universals and Universal Language Schemes”, (yay. haz. Klaus D. Dutz; Ludger Kaczmareck içinde) Rekonstruktion und Interpretation. Problemgeschichtliche Studien zıır Sprachtheorie von Ockham bis Humboldt. Tübingen: Narr, s. 243-58.

  • (1989): "]. A. Comenius and the Universal Language Scheme of George Dalgarno”, (yay. haz. Maria Kyralovâ; Jana Privratskâ içinde), Symposium Comenianum 1986. Prag: Academia, s. 181-87.

Dascal, Marcelo (1978): La semiologie de Leibniz. Paris: Aubier-Montaigne.

De Mas, Enrico (1982): L'attesa del secolo aureo. Floransa: Olschki.

De Mauro, Tullio (1963): “A proposito di J.). Becher. Bilancio della nuova linguistica”, (De homine içinde) 7-8, s. 134-46.

  • (1965): Introduzione alla semantica. Bari: Laterza.

Demonet, Marie-Lucie (1992): Les voixdu signe. Nature et origine du langage d la Renaissance (1480-1580). Paris: Champion.

De Mott, Benjamin (1955): “Comenius and the Real Characterin England”, (Publications of the Modern Language Association of America içinde) 70, s. 1068-81.

Derrida, Jacques (1967): De lagrammatologie. Paris: Minuit.

  • (1987): “De tours de Babel”, (Psyche. Inventions de l’autre içinde). Paris: Galilee, s. 203-17.

Di Cesare, Donatella (1991): “Giriş”, (VVilhelm von Humboldt içinde) La diversita delle lingue. Roma-Bari: Laterza, s. XI-XCVI.

Dragonetti, Roger (1961): “La conception du langage poetique dans le De vulgari eloquentıa de Dante”, (Romanica'Gandensia içinde) IX (“Aux frontieres du langage poetique”), s. 9-77.

  • (1979): “Dante face â Nemrod” (Critique içinde) 387-88 (Le mythe de la langue üniverselle üzerine iki sayı bir arada), s. 690-706.

Droixhe, Daniel (1978): La linguistique et l’appel de l’histoire (1600-1800). Cenevre: Droz.

  • (1990): “Langues meres, vierges folles”, (Le genre humain içinde) Mart (“Les langues megalomanes”), s. 141-48.

Dubois, Claude Gilbert (1970): Mythe et langage au KVle siecle. Bordeaux: Ducros.

Dupre, John (1981): “Natural Kinds and Biological Taxa”, (The Philosophical Revieıu içinde) 90, 1, s. 66-90.

Dutens, Ludovicus (yay. haz.) (1768): Gottfried W. Leibniz, Opera omnia. Cenevre: DeTournes.

Eco, Umberto (1956): ll problema estetico in Tommaso dAçuino. Milano: Bompiani, 19702.

  • (1975): Trattato di semiotica generale. Milano: Bompiani.

  • (1979): Lector in fabula. Milano: Bompiani.

  • (1984): Semiotica e filozofta del linguaggio. Torino: Einaudi.

  • (1985): “L’epistola XIII, Tallegorismo medievale, il simbolismo moderno”, (Sugli specchi içinde). Milano: Bompiani, 19872, s. 215-41.

  • (1990): / limitidell'interpretazione. Milano: Bompiani.

Eco, Umberto ve d. (1991): La ricerca della lingtıaperfetta nella cultura europea. Primaparte: dalle originial rinascimento. Universitâ di Bologna, dispense della cattedra di Semiotica, 1990-1991.

(1992): La ricerca della lingua perfetta nella cultura europea. Seconda parte: XV1-XVII secolo, Universitâ di Bologna, dispense della cattedra di Semiotica, 1991-1992.

Edighoffer, Roland (1982): Rose-Croix et societe ideale selon J. V. Andreae. Neully-sur-Seine: Arma Artis.

Erba, Luciano (1959): “L’incidenza della magia nell’opera di Cyrano de Bergerac”, (Contributi al seminario difilologia moderna içinde), Serie francese, 1. Milano: Vita e Pensiero.

Evans, Robert J. W. (1973): Rudolfll and His World. A Study in intellectual history (1576-1612). Oxford: Clarendon.

Fabbri, Paolo (1991): “La Babele felice ’Babelix, Babelux [...] ex Babele lux”’, (yay. haz. Lorena Preta içinde) La narrazione delle origini. Roma-Bari: Laterza, 19912, s. 230-46.

(1993): “Elogio di Babele”, (Sfera içinde) 33, s. 64-67.

Fano, Giorgio (1962): Saggio sulle origini del linguaggio. Torino: Einaudi (Genişletilmiş ikinci basım: Origini e natura del linguaggio. Torino: Einaudi, 1973).

Faust, Manfred (1981): “Schottelius’ Concept of Word Formation”, (yay. haz. Horst Geckeler ve d. içinde) Logos semantikos, Cilt 111, Berlin-Gredos-New York-Madrid: De Gruyter, s. 359-70.

Festugiere, Andre-Jean (1944-54): La revelation d'Hermes Trismegiste (4 cilt). Paris: Les belles lettres (3. basım, 3 cilt, 1983).

Fichant, Michel (yay. haz.) (1991): “Sonsöz”, (Gottfried W. Leibniz içinde) De l’horizon de la doctrine humaine. Paris: Vrin, s. 125-210.

Fillmore, Charles (1968): “The Case for Case”, (yay. haz. Emmon Bach; Richard T. Harms içinde) Universals in Linguistic Theory. New York: Holt, Rinehart and Winston, s. 1 -88.

Formigari, Lia (1970): Linguistica ed empirismo nel Seicento inglese. Bari: Laterza.

  • (1977): La logica delpensiero vivente. Roma-Bari: Laterza.

  • (1990): L’esperienza e il segno. La jîlosofia del linguaggio tra Illuminismo e Restaurazione. Roma: Editori Riuniti.

Foucault, Michel (1966): Les mots et les choses. Paris: Gallimard.

Frank, Thomas (1979): Segno esignificato. John Wilkins e la linguafilosofica.

Napoli: Guida.

Fraser, Russell (1977): The Language of Adam. New York: Columbia Univ. Press.

French, Peter J. (1982): John Dee. The toorldofan Elizabethan Magus. Londra: Routledge and Kegan Paul.

Freudenthal, Hans A. (1960): Lincos. Design of a languagefor cosmic intercourse. Part I, Amsterdam: North Holland.

Fumaroli, Marc (1982): “Hieroglyphes et lettres: la ‘sagesse mysterieuse des

Anciens’au XVlIe siecle", (XVIfes(ec/e içinde) XL, 158,1 (“Hieroglyphes, images, chiffrees, sens mysterieux”), s. 7-21.

Gamkrelidze, Thomas V.; Ivanov, Vyacheslav V. (1990): “The Early History of Languages”, (Scientific American içinde) 263, 3, s. 110-16.

Garin, Eugenio (1937): Giovanni Pico della Mirandola. Vita e dottrina. Floransa: Le Monnier.

Genette, Gerard (1976): Mimologiques. Voyages en Cratyle. Paris: Seuil.

Genot-Bismuth, Jacqueline (1975): “Nemrod, l’eglise et la synagoge”, (Jtalianistica içinde) IV, 1, s. 50-76.

  • (1988): "Pomme d’or masquee d’argent”: les sonnets italiennes de Manoel Giudeo (Immanuel de Rome), Paris (yayımlanmamıştır).

Gdnsini, Stefano (1984): Linguistica leopardiana. Fondamenti teorici eprospettivepolitico-culturali. Bologna: II Mulino.

  • (1991): II naturale e il simbolico. Roma: Bulzoni.

Gensini, Stefano, (yay. haz.) (1984): Gottfried W. Leibniz, Dal segno aile lingue. Profilo, testi, materiali. Casale Monferrato: Marietti Scuola.

Gerhardt, Cari I. (yay. haz.) (1875): Diephilosophischen Schriften von G. W. Leibniz. Berlin: Weidemann.

Giovannoli, Renato (1990): La scienza della fantascienza. Milano: Bompiani.

Glidden, Hope H. (1987): “Polygraphia and the Renaissance Sign: the case ofTrithemius”, (Neophilologus içinde) 71, s. 183-95.

Gombrich, Ernst (1972): Symbolic Images. Londra: Phaidon Press.

Goodman, Feliciana (1972): Speaking in Tongues. A cross-cultural study of glossolalıa. Chicago: Chicago Univ. Press.

Goodman, Nelson (1968): Languages of Art. Indianapolis: Bobbs-Merril.

Gorni, Guglielmo (1990): Lettera nome numero. L'ordine delle cose in Dante.

Bologna: II Mulino.

Granger, Gilles-Gaston (1954): “Langue üniverselle et formalisation des Sciences. Un fragment inedit de Condorcet”, (R.evue d'histoire des Sciences et de leur applications içinde) VII, 3, s. 197-219.

Greenberg, Joseph H. (1966): “Language Universals”, (yay. haz. Th. A. Sebeok içinde) Current Trends in Linguistics. III. Theoretical Foımdations. Lahey-Paris: Mouton, s. 61 -112.

Greenberg, Joseph H. (yay. haz.) (1963): Universals of Language. Cambridge (Mass.): M.I.T. Press.

Grua, Gaston (yay. haç.) (1948): Gottfried W. Leibniz, Textes inedits de la Bibliothequeprovinciale de Hanovre. Paris: P.U.F.

Guzmân de Rojas, Ivân (tarihsiz): Problemâtica logico-lingüîstica de la comunicaciön social con elpueblo Aymara. Mimeo. Con los auspicios del Centro internacional de Investigaciones para el Desarrollo de Canada.

Hagege, Claude (1978): “Babel: du temps mythique au temps du langage”, (Revue philosophique de la France et de l'etranger içinde) CIII, 168, 4 (“Le langage et l'homme"), s. 465-79.

  • (1992): Lesoujflede la langue. Paris: Odile Jacob.

Haiman, John (1980): “Dictionaries and Encyclopedias”, (Lingua içinde) 50, 4, s. 329-57.

Heilmann, Luigi (1963): “JJ. Becher. Un precursore della traduzione meccanica?”, (De. komine içinde) 7-8, s. 131-34.

Hewes, Gordon W. (1975): Language Origins: A bibliography. Lahey-Paris: Mouton.

  • (1979): “Implications of the Gestural Model of Language Origin for Kuman Semiotic Behavior”, (yay. haz. Seymour Chatman ve d. içinde) A Semiotic Landscape Panorama semiotique. Lahey-Paris-New York: Moutofı, s. 1113-15.

Hjelmslev, Louis (1 943): Omkring sprogteoriensgrundlaeggelse. Kopenhag: Munksgaard; İng. Prolegomena to a Theory of Language. Madison: University of Wisconsin Press, 1961.

Hochstetter, Erich ve d. (1966): Herrn von Leibniz' Rechnung mitNull und Eins. Berlin: Siemens.

Hollander, Robert (1980): “Babytalk in Dante’s Commedia”, (Studies in Dante içinde) Ravenna: Longo, s. 11 5-29.

İdel, Moshe (1988a): Hermeticism and Judaism. (yay. haz. Ingrid Merkel; Ailen G. Debus içinde) 1988, s. 59-78.

  • (1988b): Kabbalah. Neu> Perspectives. New Haven: Yale Univ. Press.

  • (1988c): The Mystical Experience of Abraham Abulafia. Albany: State University of New York Press.

  • (1988d): Studies in Ecstatic Kabbalah. Albany: State University of New York Press.

  • (1989): Language, Torah, andHermeneutics in Abraham Abulafia. Albany: State University of New York Press.

Ivanov, Vyacheslav V. (1992): “Reconstructing the Past”, (Intercom içinde) (University of California, Los Angeles), 15, 1, s. 1 -4.

Jacquemier, Myriem (1992): "Le mythe de Babel et la Kabbaıe chretienne au

XVIe siecle, (Nouvelle Reuue du Seizieme Siecle içinde) 10, s. 51 -67.

Johnston, Mark D. (1987): The Spiritual Logic ofRamân Llull. Oxford: Clarendon.

Khassaf, Atiyah (1992a): Sîmiya'jafr, 'Um al-hurûfe i simboli segreti (“asrar") della scienza delle lettere nelsufîsmo, Tesi di dottorato di ricerca in Semiotica, Universitâ di Bologna, IV ciclo.

(1992b): “Le origini del linguaggio secondo i musulmani medievali”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, s. 71-90.

Knovvlson, James (1975): Universal Language Schemes in England and France, 1600-1800. Toronto-Buffalo: University of Toronto Press.

Knox, Dilvvyn (1990): “Ideason Gesture and Universal Languages, c. 15501650”, (yay. haz. John Henry; Saralı Hutton içinde) New Perspectives on Renaissance Thought. Londra: Duckworth, s. 101-36.

Kuntz, Marion L. (1981): Guillaume Postel. Lahey: Nijhoff.

La Barre, Weston (1964): “Paralinguistics, Kinesics, and Cultural Anthropology”, (yay. haz. Thomas A. Sebeok ve d. içinde), Approaches to Semiotics. Lahey: Mouton.

Lamberti, Vitaliano (1992): Una voceper il mondo. Lejzer Zamenhof il creatore deli’Esperanto. Milano: Mursia.

Land, Stephen K. (1974): From Signs to Propositions. The concept of form in the eighteenth-century semantic theory. Londra: Longman.

Le Goff, Jacques (1964): La civilisation de l’Occident medieval. Paris: Arthaud.

Lepschy, Giulio C. (yay. haz.) (1990): Storia della linguistica (2 cilt). Bologna: II Mulino.

Lins, Ulrich (1988): La dangera lingvo. Gerlingen: Bleicher-Eldonejo.

Llinares, Armand (1963): Raymond Lulle, philosophe de raction. Paris: P.U.F.

Lohr, Charles H. (1988): “Metaphyşics”, (yay. haz. Charles B. Schmitt ve d. içinde), The Cambridge History ofRenaissance Philosophy. Cambridge:Cambridge Univ. Press, s. 537-638.

Lo Piparo, Franco (1987): “Due paradigmi linguistici a confronto”, (yay. haz. Donatella Di Cesare; Stefano Gensini içinde) Le viedi Babele. Percorsi di storiografîa linguistica (1600-1800). Casale Monferrato: Marietti Scuola, s. 1 -9.,

Losano, Mario G. (1971): “Gli otto trigrammi (‘pa kua’) e la numerazione binaria, (Hochstetter ve d. içinde) 1966, s. 17-38.

Lovejoy, Arthur O. (1936): The Great Chain ofBeing. Cambridge (Mass.): Harvard Univ. Press.

Lubac, Henry de (1959): Exegese medievale. Paris: Aubier-Montaigne.

Maierû, Alfonso (1983): “Dante al crocevia?”, (Studimedievaliiçinde) Serie terza, XXIV, 2, s. 735-48.

-(1984); “11 testo come pretesto”, (Studi medievali içinde) Serie terza, XXV, 2, s. 847-55.

Manetti, Giovanni (1987): Le teorie delsegno nell’antichitâ classica. Milano: Bompiâni.

Marconi, Luca (1992): “Mersenne e YHarmonie üniverselle”, (yay. haz Pellerey içinde) 1992, s. 101-36.

Marigo, Aristide (1938): “De vulgari eloquentia" ridotto a miglior lezione e commentato da A. Marigo. Floransa: Le Monnier.

Marmo, Costantino (1992): “I modistie l’ordine delle parole: su alcune difficoltâ di unagrammatica universale”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, s. 47-70.

Marrone, Caterina (1986): “Lingua universale e scrittura segreta nell’opera di Kircher”, (yay. haz. Casciato ve d. içinde), 1986, s. 78-86.

Marrou, Henri I. (1958): Saint Augustin et la fin de la culture antique. Paris: Boccard.

Martinet, Andre (1991): “Sur quelques questions d’interlinguistique. Une interview de François Lo Jacomo et Detlev Blanke”, (ZPSK içinde) 44, 6, s. 675-87.

MeiIIet, Antoine (1913): Aperçu d’une histoire de ta langue grecque. Paris: Hachette, 193O3.

-(1918): Les langues dans l'Europe nouvelle. Paris: Payot, 19282.

Mengaldo, Pier V. (1968): “Giriş", (Dante Alighieri içinde) De vulgari eloquentia. Padova: Antenore, s. VII-CIL

  • (1979): “De vulgari eloquentia’yz Giriş ve Notlar”, (Dante Alighieri içinde) Öpere minori, Cilt II, Milano-Napoli: Ricciardi.

Mercier Faivre, Anne-Marie (1992): “Le Monde Primitif d’Antoine Court de Gebelin”, (Dix-huitieme siecle içinde) 24, s. 353-66.

Merkel, Ingrid; Debus, Ailen, (yay. haz.) (1988): Hermeticism and theRenaissance. Washington-Londra-Toronto: Folger Shakespeare Library-Associated Univ. Press.

Merker, Nicolao; Formigari, Lia, (yay. haz.) (1973): Herder Mondobbo. Linguaggio e societâ. Rorha-Bari: Laterza.

Migliorini, Bruno (1986): Manuale di Esperanto. Milano: Cooperativa Editoriale Esperanto.

Minkowski, Helmut (1983): “Turris Babel. Mille anni di rappresentazioni” (Rassegna içinde) 16 “Babil Kulesi”, s. 8-88.

Monnerot-Dumaine, Marcel (1960): Precis d'interlinguistique generale. Paris: Maloine.

Montgomery, John W. (1973): Cross and the Crucible.Johann Valentin Andreae. Lahey: Nijhoff.

Mugnai, Massimo (1976): Astrazione e realtâ. Saggio su Leibniz. Milano: Feltrinejli.

Nardi, Bruno (1942): Dante e la cultura medievale. Roma-Bari: Laterza (yeniden basım 1985).

Nicoletti, Antonella (1989): “Sulle tracce di una teoria semiotica negli şeritti manzoniani”, (yay. haz. Giovanni Manetti içinde) Leggere i "Promessi sposi”, Milano: Bompiani, s. 325-42.

  • (1992): “ ‘Et... balbutier en langue allemande des mots de paradis’. Â la reeherehe de la langue parfaite dans le Divan occidental-orientale de Goethe”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, 203-26.

Nida, Eugene (1975): 000^0^™™.* Analysis of Meaning. An introduetion to semantic struetures. Lahey-Paris: Mouton.

Nocerino, Alberto (1992): “Platone o Charles Nodier: le origini della moderna concezione del fonosimbolismo”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992,s. 173-202.

Nock, Arthur D. (yay. haz.) (1945-54): Corpus Hermeticum (4 cilt). Paris: Les belles lettres.

Nöth, Winfried (1985): Handbuch der Semiotik. Stuttgart: Metzler.

  • (1990): Handbook of Semiotics. Bloomington: Indiana Univ. Press (gözden geçirilmiş ve genişletilmiş yeni basım).

Olender, Maurice (1989): Les langues du Paradis. Paris: Gallimard-Seuil.

  • (1993): “L’Europe, ou comment echapper â Babel?”, (L'infîni içinde) 42, s. 18-30.

Ormsby-Lennon, Hugh (1988): “Rosicrucian Linguistics: Tvvilight of a renaissance tradition”, (yay. haz. Merkel ve Debus içinde) 1988, s. 311 -41.

Ottaviano, Carmelo (1930): L"Ars Compendiosa” de Raymond Lulle. Paris: Vrin, 19812.

Pagani, Ileana (1982): La teoria linguistica di Dante. Napoli: Liguori.

Pallotti, Gabriele (1992): “Scoprire ciö che si crea: l’ebraico-egiziano di Fabre d’Olivet”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, s. 227-46.

Paolini, Monica (1990): II teatro dell’eloquenza di Giulio Camillo Delminio. Uno studio sulla rappresentazione della conoscenza e sulla generazione di testi nelle topiche rinascimentali, Tesi di laurea in Semiotica, Universitâ di Bologna, 1989-90.

Parret, Herman, (yay. haz.) (1976): History of Linguistic Thought and Contemporary Linguistics. Berlin-New York: De Gruyter.

Pastine, Dino (1975): Juan Caramuel: probabilizme edenciclopedia. Floransa: La Nuova Italia.

Peirce, Charles S. (1931-58): Collected Papers (8 cilt). Cambridge (Mass.): Harvard Univ. Press.

Pellerey, Roberto (1992a): Le lingueperfette nel secolo dell’utopia. RomaBari: Laterza.

  • (1992b): “La Cina e il Nuovo Mondo. 11 mito dell’ideografia nella lingua delle Indie”, (Belfagor içinde) XLVI1, 5, s. 507-522.

  • (1992c): “L’Arz signorum de Dalgarno: une langue philosophique”, (yay. haz Pellerey içinde) 1992, s. 147-62.

  • (1993): L’azione del segno. Formazione di una teoria della pragmatica del segno attrauerso la storla della teoria della percezione e della determinazione linguistica nella filosofia moderna, Tesi di dottorato di ricerca in Semiotica, Universitâ di Bologna, V ciclo.

Pellerey, Roberto (yay. haz.) (1992): Le lingueperfette. Versus. Quaderni di studi semiotici’nin monografik üç sayısı, 61-63.

Pfann, Elvira (1992): “II tedesco barocco”, (yay. haz. Eco ve d. içinde) 1992, s. 215-29.

Pingree, David, (yay. haz.) (1986): Picatrix. The latin version. Londra: Warburg Institute.

Platzeck, Ehrard W. (1953): “La combinatoria lulliana”, (Revista defîlosofîa içinde) 12, s. 575-609 ve 13 (1954), s. 125-65.

Poli, Diego (1989): “La metafora di Babelee le partitiones nella teoria grammaticale irlandese âell’Auraceipt na n-Eces”, (yay. haz. Diego Poli içinde) Episteme (“Quaderni linguistici e fılologici, IV: In ricordo di Giorgio Raimondo Cardona”), Universitâ di Macerata, s. 179-98.

Poliakov, Leon (1990): “Reves d’origine et folie de grandeurs”, (Legenre humaine içinde) Mart (“Les langues megalomanes”), s. 9-23.

Pons, Alain (1930): “Les langues imaginaires dans le voyage utopique. Un precurseur, Thomas Morus”, (Revue de litterature comparee içinde) 10, s. 592-603.

  • (1931): “Le jargon de Panurge et Rabelais”, (Revue de litterature comparee içinde) 11, s. 185-218.

  • (1932): “Les langues imaginaires dans le voyage utopique. Les grammariens, Vairasse et Foigny”, (Revue de litterature comparee içinde) 12, s. 500-32.

  • (1979): “Les langues imaginaires dans les utopies de l’âge classique”, (Critique içinde) 387-388 (Le mythe de la langue üniverselle üzerine iki sayı bir arada), s. 720-35.

Porset, Charles (1979): “Langues nouvelles, langues philosophiques, langues auxiliaires au XIX siecle. Essai de bibliographie” (Romantisme içinde) IX, 25-26, s. 209-15.

Prieto, Luis J. (1966): Messages etsignaux. Paris: P.U.F.

Prodi, Giorgio (1977): Le basi materiali della significazione. Milano: Bompiani.

Proni, Giampaolo (1992): “La terminologia scientifica e la precisione linguistica secondo C. S. Peirce”, (yay. haz. Pellerey içinde) 1992, s. 247260.

Quine, Willard V. O. (1960): Word and Object. Cambridge (Mass.): M.I.T. Press.

Radetti, Giorgio (1936): “II teismo universalistico di Guglielmo Postel”, (Annali della Regia Scuola Normale Superiore di Pisa içinde) II, v, 4, s. 279-95.

Rastier, François (1972): Ideologie et theorie des signes. Lahey-Paris: Mouton.

Recanati, François (1979): “La langue üniverselle et son ‘inconsistance’ “, (Critiçue içinde) 387-388 (Le my the de la langue üniverselle üzerine iki sayı bir arada), s. 778-89.

Reilly, Conor (1936): Athanasius Kircher, S.J., MasterofHundredArts. Wiesbaden-Roma: Edizioni del mondo.

Rey-Debove, Josette (1971): Etüde linguistique et semiotique des dictionnairesfrançais contemporain.es. Paris: Klincksieck.

Risset, Jacqueline (1982): Dante ecrivain. Paris: Sevil.

Riyosecchi, Valerio (1982): Esotismo in Roma barocca. Stildi sul Padre Kircher. Roma: Bulzoni.

Rosiello, Luigi (1967): Linguistica illuminista. Bologna: 11 Mulino.

Rossi, Paolo (1960): "Clavis Universalis". Arti mnemoniche e logica combinatoria da Lullo a Leibniz. Milano-Napoli: Ricciardi (ikinci basım Bologna: 11 Mulino, 1983).

Russell, Bertrand (1940): “The Object Language”, (Russell içinde) An lnquiry into Meaning andlYuth. Londra: Ailen and Unwin, s. 62-77.

Sacco, Luigi (1947): Manuale di crittografîa. Roma: Istituto Poligrafıco dello Stato.

Salmon, Vivian (1972): The Works of FrancisLoduıick. Londra: Longman.

Salvi, Sergio (1975): Le lingue tagliate. Milano: Rizzoli.

Samarin, William J. (1972): Tongues of Men and Angels/The religious language ofpentecostalism. New York: Macmillan.

Sauneron, Serge (1957): Lespretres de l’ancien Egypte. Paris: SeuiL

(1982): L’ecriture figurative dans les textes d’Esna (Esna VIII). Kahire: İFAO, s. 45-59.

Schank, Roger; Abelson, Robert P. (1977): Scripts, Plans, Goals, and Understanding: An inquiry into human knoıoledge structure. Hillsdale: Erlbaum.

Schilpp, Arthur, (yay. haz.) (1963): The Philosophy ofRudolfCarnap. Londra: Cambridge Univ. Press.

Scholem, Gershom ve d. (1979): Kabbalistes chretiens. Paris: Albin Michel.

Scolari. Massimo (1983): “Forma e rappresentazione dellaTorre di Babele”, (Rassegna içinde) 16 “Babil Kulesi”, s. 4-7.

Sebeok, Thomas A. (1984): Communication Measures to Bridge Ten Millenia. Technical Report prepared for the Office of Nuciear Waste Isolation. Columbus: Batelle Memorial Institute.

Secret, François (1964): Les kahbalistes chretiens de la Renaissance. Paris: Dunod (ikincibasım Milano: Arche 19852).

Serres, Michel (1968): Le systeme de Leibniz et ses modeles mathematiques. Paris: P.U.F.

Sevorskin, Vitalij, (yay. haz.) (1989): Reconstructing Languages and Cultures. Abstract and materials from the First International Interdisciplinary Symposium on Language and Prehistory, Ann Arbor, Kasım 1988.

Shumaker, Wayne (1972): The Occıdt Sciences in the Renaissance. Berkeley: University of Califomia Press.

  • (1982): Renaissance Curiosa. Binghamton (NY): Çenter for Medieval and Early Renaissance Studies.

Simone, Raffaele (1969): “Giriş”, (Grammatica e logica di Port-Royal içinde). Roma: Ubaldini, s. VII-L.

  • (1990): “Seicento e Settecento”, (yay. haz. Lepschy içinde) 1990-, Cilt II, s. 313-95.

Slaughter, Mary (1982): Universal Languages and Scientific Taxonomy in the Seventeenth Century. Londra-Cambridge: Cambridge Univ. Press.

Sottile, Grazia (1984): Postel: la vittoria della donna e la concordia universale, Tesi di laurea, Universitâ di Catania, Facoltâ di Scienze Politiche, 1983-84.

Stankiewicz, Edward (1974): “The Dithyramb to the Verb in Eighteenth and Nineteenth Century Linguistics”, (yay. haz. Dell Hymes içinde) Studies in History of Linguistics. Bloomington: Indiana Univ. Press, s. 157-90.

Steiner, George (1975): After Babel. Londra: Oxford Univ. Press.

Stephens, Walter (1989): Giants in Those Days. Lincoln: University of Nebraska Press.

Stojan, Petr E. (1929): Bibliografio de Internacia Lingvo. Cenevre: Tour de file.

Strasser, Gerhard F. (1988): Lingua universalis. Kryptologie und Theorie der Universalsprachen im 16. und 17.Jahrhundert. Wiesbaden: Harrassowitz.

Sturlese, Rita (1991): “Giriş” (Giordano Bruno içinde) De umbris idearum. Floransa: Olschki, s. VII-LXXVIl.

Tagliagambe, Silvano (1990): La mediazione linguistica. 11 rapporto pensiero-linguaggio da Leibniz a Hegel. Milano: Feltrinelli.

Tavoni, Mirko (1990): La linguistica rinascimentale, (yay. haz. Lepschy içinde) 1990, Cilt II, s. 169-312.

Tega, Walter (1984): "Arbor scientiarum". Sistemi in Francia da Diderot a Comte. Bologna: II Mulino.

Thorndike, Lynn (1923-58): A History ofMagic and Experimental Science (8 cilt). New York: Columbia Univ. Press.

Tornitore, Tonino (1988): Scambi di sensi. Torino: Centro Scientifıco Torinese.

Trabant, Jürgen (1986): Apeliotes, öder derSinn derSprache. Münih: Fink.

Van der Walle, Badouin; Vergote, Joseph (1943): "Traduction des Hieroglyphica d’Horapollon”, (Chronique d'Egypte içinde) 35-36, s. 3989 ve 199-239.

Vasoli, Cesare (1958): “Umanesimo e simbologia nei primi şeritti lulliani e mnemotecnici del Bruno”, (yay. haz. Enrico Castelli içinde) Umanesimo e simbolismo. Padova: Cedam, s. 251-304.

  • (1978): L'enciclopedismo del seicento. Napoli: Bibliopolis.

  • (1980): “Per la fortuna degli Hieroglyphica di Orapollo”, (yay. haz. Marco M. Olivetti içinde) Esistenza, mito, ermeneutica (Archivio difilosofia, I). Padova: Cedam, s. 191-200.

Viscardi, Antonio (1942): “La favella di Cacciaguida e la nozione dantesca del latino”, (Cultura neolatina içinde) II, s. 311-14.

Waldman, Albert, (yay. haz.) (1977): Pidgin and Creole Linguistics. Bloomington: Indiana Univ. Press.

Walker, Daniel P. (1958): Spiritual and Demonic Magicfrom Ficino to Campanella. Londra: Warburg Institute.

(1972): “Leibniz and Language”, (Journal of the Warburg and Courtauld Institute içinde) XXXV, s. 249-307.

White, Andrevv D. (1917): A History of the Warfare of Science with Theology in Christendom. New York: Appleton.

Whorf, Benjamin L. (1956): Language, Thought, and Reality. Cambridge (Mass.): M.I.T. Press.

Wirszubski, Chaim (1989): Pico della Mirandola’s Encounter u)ith Jeıuish Mysticism. Cambridge (Mass.): Harvard Univ. Press.

Worth, Sol (1975): “Pictures Can’t Say Ain’t”, (Versus. Quaderni distudisemiotici içinde) 12, s. 85-105.

Wright, Robert (1991): “Quest for MotherTongue”, (The Atlantic Monthly içinde) 276,4, s. 39-68.

Yaguello, Marina (1984): Lesfous du langage. Paris: Seuil.

Yates, Frances (1954): “The Art of Ramon Lull. An approach to it through Lull’s theory of the elements”; (Journal of the Warburg and Courtauld Institute içinde) XVII, s. 115-73 (şimdi Yates içinde 1982, s. 9-77).

  • (1960): "Ramon Lull and John Scotus Erigena”, (Journal of the Warburg and Courtauld Institute içinde) XXIII, s. 1-44 (şimdi Yates içinde 1982, s. 78-125).

  • (1964): Giordano Bruno and the Hermetic Tradition. Londra: Routledge and Kegan Paul.

  • (1966): The Art of Memory. Londra: Routledge and Kegan Paul.

  • (1972): The Rosicrucian Enlightenment. Londra: Routledge and Kegan Paul.

  • (1979): The Occult Philosophy in the Elizabethan Age. Londra: Routledge and Kegan Paul.

  • (1982): Lull and Bruno. Collected essays I. Londra: Routledge and Kegan Paul.

Yoyotte, Jean (1955): "Jeu d’ecriture. Sur une statuette de la XIXe dynastie”, (Revue d’egyptologie içinde) 10, s. 84-89.

Zambelli, Paola (1965): "11 De Auditu Kabbalistico e la tradizione lulliana del rinascimento, (Atti dellAccademia Toscana di Scienze e Lettere "La Colombaria" içinde) XXX, s. 115-246.

Zinna, Alessandro (1993): “Glossematica dell’esperanto” (yayımlanmamış bildiri), College de France, Paris.

Zoli, Sergio (1991): “L’oriente in Francia nell’etâ di Mazzarino. La teoria preadamitica di Isaac de la Peyrere e il libertinismo del Seicento”, (Studifilosofici içinde) X-XI, s. 65-84.




DİKKAT Diğer Bloglarda Devamı var
Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar