Print Friendly and PDF

Translate

ALMAN TARİHÎ HALK ŞARKILARINDA BİRİNCİ VE İKİNCİ VİYANA KUŞATMALARI 1

|

 


Doktora Tezi

Yazan: Zeynep K. Bailey, Ankara 2002

Giriş

Bu çalışmanın konusunu “Alman Tarihî Halk Şarkılarında Birinci ve ikinci Viyana Kuşatmaları” oluşturmaktadır. Alman tarihî halk şarkılarına göz attığımızda bunların içinde “Türkleri konu alan halk şarkıları’nın (Türkenlieder) önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Bu şarkılar yüzyıllar boyunca Almanların Türklerle teması sonucu, özellikle Türk savaşları ile ortaya çıkmıştır. Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmalarının da Türk savaşları içinde önemli bir yere sahip olmaları nedeniyle kuşatmalar üzerine yazılmış pek çok şarkıya rastlamak mümkündür.

Tezin başlıca amacı, her iki kuşatmayı konu alan Alman tarihî halk şarkılarını biçim ve içerik bakımından irdeleyerek incelemektir. Türk imajı ve bu imajı oluşturan unsurları araştırıp ortaya koymak, böyle bir incelemenin temel amacı olmasa da, ele alman şarkıların bu noktaya ışık tutması kaçınılmazdır.

Tez, konu itibariyle Türk Germanistiği alanında özgündür; dolayısıyla bir eksikliği gidermektedir. Ayrıca kültür ve tarih araştırmalarına da katkı sağlayacaktır.

Çalışmanın Yöntemi

Edebî metinler incelenirken genellikle iki yönteme baş vurulmaktadır. Birincisi, meme bağlı (werkimmanent)-, İkincisi ise meme bağh olmayan (werktranszendent) yöntemdir. İkinci inceleme biçimi, araştırmamızın amacına daha uygundur. Çünkü zaman zaman metin dışına çıkarak edebiyat dışı alanlardan da faydalanmamız gerekecektir. Tarih, siyaset bilimi, kültür, din ve mitoloji sıkça başvuracağımız alanlar olacaktır.

Tezin ana bölümünü oluşturan “Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmaları Üzerine Yazılmış Alman Tarihî Halk Şarkıları” adlı bölümde eldeki şarkı metni, sırasıyla iki kuşatmanın ağırlık noktalarına göre irdelenecektir. Bir şarkı ağırlıklı olarak “övgü şarkısı”yken aynı zamanda “dinî şarkTnın özelliklerini de taşıyabildiğinden aynı şarkı hem “övgü şarkısı”, hem de “dinî şarkı” kategorisinde ele alınacaktır. Her bir kategori ele alınırken ekteki şarkılardan uygun örnekler alınacak ve açıklanacaktır. Her kategoriye özgü örnek seçilip uygun dizelerin Almancası Türkçe karşılığıyla birlikte verilecektir.

Konuyla İlgili Araştırmalar

“Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmalarında Tarihî Alman Halk Şarkıları” adlı bir araştırma şimdiye kadar yapılmamıştır. Buna karşın aynı konuya benzerlik gösteren çalışmalar mevcuttur. Bunlardan ilki Irma Hift’in Historische Volkslieder Flugblätter aus der Zeit der Türkenkriege (Wien, 1914) (Türk Savaşlarına Ait Tarihî Halk Şarkıları ve El İlanları) adlı doktora çalışmasıdır. Bu çalışmanın ilk bölümünde tarihî halk şarkılarının ve el ilanlarının tarih açısından taşıdıkları önem üzerinde duruluyor. Bu bölümde ayrıca şarkıların gelişiminden ve yayılmalarından da bahsediliyor. İkinci bölümde 1683-99 ve 1717-18 yıllarım kapsayan dönemler tarihî halk şarkısı açısından irdelenmektedir. Çalışmanın üçüncü bölümünde, ikinci dönem olarak adlandırılan 1787-90 yıllan inceleniyor.

Helene PatriasTn “Türkenkriege im Volkslied' (Wien, 1947) (Tarihî Halk Şarkılarında Türk Savaşlan) adlı doktora çalışmasının ilk bölümü “Şarkıda Haber” (Zeitung im Lied) başlığım taşımaktadır. Bu bölümde tarihi halk şarkısının öznelliğinden, diğer bir deyişle gerçekleri aktarırken sapmalar olabildiğinden bahsedilir. Patrias, tarihi halk şarkısının el ilanlan (Flugblatt) aracılığıyla nasıl yaygınlık kazandığım açıklıyor. Aynca tarihi halk şarkısının biçimsel özelliklerinden, örneğin kalıp bir giriş cümlesi verilerek bahsedilir.

Helene PatriasTn çalışmasının ikinci bölümü “Şarkıda Tarih” (Geschichte im Lied) başlığım taşımaktadır. Bu bölüm, Türklerin Anadolu’ya ilk ayak basmaları ve Selçukluların kutsal yerler için giriştikleri savaşlarla başlatılıyor. Patrias, Türk savaşlarıyla ilgili her bir tarihi olaya kronolojik sıra içinde değindikten sonra, konuyla ilgili şarkılardan örnekler veriyor.

Çalışmanın üçüncü bölümü, “Şarkıda Kamuoyu” (Öffentliche Meinung im Lied) başlığım taşıyor. Günümüzde gazetenin üstlendiği görevi, eski zamanlarda tarihî halk şarkıları üstlenmişti. Kamuoyu, devlet adamlarının kararlarım daima etkilemiştir. Kamuoyunun etkileme konusunda ne kadar başarılı olduğunu Haçlı Seferleri göstermektedir. Haçlı Seferleri Şarkıları, Türkleri Konu Alan Şarkıların öncüsü durumundadır.

Yüzyıllar boyunca değişik kuşaklar Türk savaşlarına tanık olmuştur. Kuşaktan kuşağa aktarılan nefret yüzünden Türkler ezeli düşman haline gelmişlerdir. Zengin ve fakir, Protestan ve Katolik aynı oranda Türk savaşlarından etkilenmiştir. Her Hıristiyan, Türk saldırısının inancına bir saldın olacağım, kendisini ve ailesini çaresizliğe düşüreceğini biliyordu. Ancak tehlike doruk noktasına ulaştığmda Türk tehlikesinin halkı tehdit eden bir unsur olduğu bilincine vanlmış ve bu bilinç, Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmalarında çok canlıydı.

Türkleri Konu Alan Halk Şarkılarının ortak noktası, korku ve çaresizliktir. Kamuoyuna korku ve çaresizlik egemendir. En büyük suçu prensler işliyordu, çünkü onlar umursamazlık içinde Türklerin yaklaşmalarını seyrediyorlardı. Tarihî halk şarkısı, o dönemdeki yanlışlıkların ve hataların farkındadır. 15. ve 16. yüzyıl şarkılarında “kendine suç yükleme” çok yaygındır. 16. yüzyıl başlarından itibaren kendini gösteren mezhep ayrılıkları, başarılı bir savunmayı engellemiştir. “Eğer bütün Hıristiyanlar birlik içinde olurlarsa Hıristiyanlık yenilmez olacaktır” fikri, bir “leitmotiv” haline gelir. Dönemin şarkıları, Tanrı’ya inanmaya, sabırlı olmaya ve ahlakî iyileşmeye çağrıda bulunurlar.

1529 yılının halk şarkılarında hakim olan Türk tehlikesi, 1683 yılının halk şarkılarında bitmiş gibidir. Avusturya'nın son Türk savaşında ozanlar tarafından savaş arzusu ve savaş sarhoşluğu vurgulandığı gibi, artık barışa çağrıda da bulunuluyordu. Savaştan başka sorunlar da kamuoyunu meşgul etmekteydi. Türk savaşlarını sürdürmenin artık bir anlamı yoktu.

Buchmann'ın Türkenlieder zu den Türkenkriegen und besonders zur zweiten Wiener Türkenbelagerung (Wien, 1983) (Türk Savaşları ve Özellikle Türklerin İkinci Viyana Kuşatması Üzerine Türk Şarkıları) adlı çalışmasının ilk bölümü, 1683 yılından önceki şarkıları kapsar. Buchmann bu bölümde öncelikle şarkıların işlevlerini irdeler: Şarkının ana işlevi, duyguların üstesinden gelmek amacına yönelik olmasıdır. Buna örnek olarak asker ve dinî şarkılar verilir. Bundan başka şarkılarda kendi adından söz eden kişiler vardır; buna örnek olarak da hiciv ve nida şarkıları verilir. Şarkının bir diğer işlevi sanatsal bir mükemmelliğe ulaşmasıdır. Artık şarkılar amatör şarkıcılar tarafindan değil, aksine profesyoneller tarafından dinleyicilere sunulur. Övgü şarkısı buna örnek gösterilebilir. Şarkıları dinleyicilere sunan kişiler, tanınmış melodileri kullanarak şarkıların yaygınlık kazanmalarım sağlarlar. Buna örnek olarak yine övgü şarkıları ve bazı nida şarkıları verilir. Buchmann’a göre, propaganda şarkıları ve çağrı şarkıları sadece bir grubun değil, tersine anonim bir kitlenin [bilgi edinme] ihtiyacım karşılamaktaydı.

Buchmann, bundan sonra Türklerin temasa geçtiği yerleri sayarak onların şarkılarda üstlendiklere rollere değinir: Damat, kız kaçıran ve hattâ katil. Buchmann, üç yüz yıl boyunca Türkleri konu alan şarkıların Almanca konuşulan topraklarda yankılandığım belirtir. İlk olarak Niğbolu Meydan Muharebesi (1396) ile ilgili bir şarkıya yer veren Buchmann, bunun kayda geçmiş en eski şarkı olduğunu söylüyor.  Bu şarkıyı, İkinci Viyana Kuşatmasına kadar geçen süreyi kapsayan örnekler takip ediyor.

Buchmann’ın çalışmasının ikinci bölümünü İkinci Viyana Kuşatmasını konu alan şarkılar oluşturur. Bu şarkılar konularına göre dinî, çağrı, asker, tarihî, haber, övgü, nida ve hiciv şarkılarına ayrılır. Son olarak Buchmann, diyalekt özelliği taşıyan şarkılara değinir. Bu kategorileri sırasıyla ele alır ve her kategori için örnekler verir.

Çalışmanın konusuna en yakın araştırmayı Şenol Özyurt yapmıştır. Araştırmacının Die Türkenlieder und das Türkenbild in der deutschen Volksüberlieferung vom 16. bis zum 20. Jahrhundert (München, 1974) (16. Yüzyıldan 2O.Yüzyıla Kadar Alman Halk Kaynaklarında Türk Şarkıları ve Türk îmajı) başlığını taşıyan çalışmasının ilk 140 sayfasında, özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı imparatorluğu ile Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu arasında geçen savaşlar üzerine yazılmış Halk Şarkılarının özellikleri ve Türklerin imajı irdelenir. Özyurt, Türklerin imajıyla doğrudan ilişkili olan kavramları açıklar: “Türk tehlikesi”, “Türk korkusu”, “Türk vergisi” vb.

Özyurt, Türkleri konu alan halk şarkılarım genel olarak ikiye ayırır: Dünyevî şarkılar ve dinî şarkılar. Dünyevî şarkılar içeriklerine göre şu şekilde gruplandırılıyor: Savaşları, savaşla ilgili olayları, kayıplan, açlık ve ölümü anlatan “savaş şarkıları”; kuşatmayı anlatan “kuşatma şarkısı” (Belagerungslied)', hükümdarlara cesaretinden söz eden “övgü şarkısı” (Preislied) ve bir kişiyi veya bir grubu alay konusu yapan “hiciv şarkısı” (Spottlieder)  “Dinî şarkılar” (Geistliche Lieder)   , kısmen “Kilise şarkıları” grubuna dahildir. “Çağrılar”dan (Aufrufe)* bazdan içeriklerine göre dinî şarkılar kategorisine girer.

Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmaları halk şarkılarında, “Türk korkusu” ve “Türk tehlikesi” kavramlarıyla bağlantılı olarak karşımıza daima olumsuz ifadeler çıkmaktadır. Bu ifadelere çalışma içinde yer verilecektir.

Bu bölümden sonraki 300 küsur sayfada Özyurt, Osmanlılarla Almanlar arasındaki savaşlar konu eden halk şarkılarının listesini verir. Listede toplam 156 şarkı mevcuttur.

Yukarda değindiğimiz araştırmalarda edebiyat dışı bir alan olarak sadece tarihe başvurulmuştur. Bu çalışmayı diğer araştırmalardan ayıran özellik, çalışmanın edebiyat ve tarihin yanı sıra siyaset bilimi, din, mitoloji ve kültür açısından da irdelenmesidir. Çalışmada şarkılar diğer araştırmalardan farklı olarak, sadece içerik bakımından değil, biçim açısından da incelenecektir.

Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmalarının Tarihsel Arka Planı

Birinci Viyana Kuşatmasının Siyasî, İktisadî ve Dinî Nedenleri

Osmanlı ve Habsburg İmparatorlukları 16. yüzyıl Avrupa’sının doruk noktasına ulaşmış iki siyasî gücüydü. Birbiriyle sınırdaş olan bu iki imparatorluğun aynı topraklarda benzer emelleri vardı.

Habsburg Hanedanlığı, Avrupa’da evlilikler ve istilalar sayesinde büyük bir güç haline gelmişti: Başkenti Viyana olan Hanedanlık, daha 1477 yılında AvusturyalI Maximilianen Burgonya Dukalığının varisi Maria’yla evliliği sonucunda sınırlarını genişletmiş, Burgonya Dukalığı Hollanda’yı da içine alacak şekilde kuzeye doğru yayılmıştı. 1515 yılında Maximilian ile Bohemya ve Macaristan'ın kralı II. Vladislav aralarında evlilik ve miras antlaşması imzalamış, böylece Habsburg Hanedanlığının etki alanına bir de bu iki bölge katılmıştı.

Doğuda ve kuzeyde kendini emniyet altına alan Habsburg Hanedanlığı batısında sürekli bir tehdit oluşturan Fransa’ya karşı daha güçlü bir devlete sahip olmanın yollarını arıyordu. Bunun üzerine Maximilian oğlu Filipe’yi İspanya kralının kızı Juanna ile evlendirdi. Böylece Habsburgluların evlilikler yoluyla toprak kazanma politikası batıda da sürdürülerek Fransa tehlikesi uzaklaştırılmış oluyordu. Filipe’nin büyük oğlu Kari, Avusturya Arşidikü I. Kari adıyla ilkin Habsburg Kayseri, ardından da V. Kari adıyla Kutsal Roma-Germen İmparatoru seçildi. Bunun bir sonucu olarak Habsburg Hanedanlığı, Avrupa’daki hakimiyetinin doruk noktasına ulaştı.

V. Kari, Avusturya topraklarının yönetimini kardeşi Ferdinand’a bıraktı ve o da sonradan Kayser I. Ferdinand adıyla Macaristan ve Bohemya tahtına oturdu.

Habsburg Hanedanlığı, 16. yüzyılda ülke dışında gücünün doruğuna çıkmasına rağmen ülke içinde protestan reformistler katolik Habsburg Hanedanlığına karşı muhalefeti arttırmışlardı.

Osmanlı İmparatorluğu, Kafkasya’dan Batı Afrika’ya, Basra’dan Macaristan ovalarına kadar yayılmış, 16. yüzyılda Bosna, Hırvatistan, Dalmaçya ve hatta Slovenya’da da hakimiyet kurmuştu. Bu yüzyıl, Osmanlılar açısından sadece Avrupa’da başta Macaristan olmak üzere değil, Akdeniz’de de Avrupa ülkelerini özellikle Habsburg Hanedanlığını tehdit eden bir güç durumuna geldiği bir dönemdi.

1520 yılında Yavuz Sultan Selim öldüğünde Hıristiyanlık rahat bir nefes almıştı. Bunun nedeni de veliahtı olan oğlu Süleyman’ın babası kadar cesur olmadığının, babasının mirasıyla yetineceğinin, başka fetihlere kalkışmayacağının sanılmasıydı. Ama kısa bir süre sonra Süleyman’la kolay kolay kimsenin boy ölçüşemeyeceği ortaya çıkacaktı. Sultan Süleyman birkaç yıl içinde Belgrad, Mohaç ve Rodos zaferlerini kazandı. Onun asıl amacı, tıpkı İskender gibi, Doğu ile Batımn toprak ve insanlarını birleştirmekti; bu nedenle ilgisini Osmanlı sınırlarının ötesine, Orta Avrupa’nın emperyal merkezine, yani Viyana ile birlikte Macaristan topraklarına yöneltti.

Fransa kralı I. Fransuva (François), Habsburg Hanedanlığının giderek güç kazanmasını kıskanıyordu ve İtalya’ya yaptığı sefer sonucunda tutsak edilince, ülkenin yönetimini elinde bulunduran annesi Louise de Savoie, Kanuni Sultan Süleyman’a bir elçi yolladı. Bu elçi vasıtasıyla kraliçe, Sultan Süleyman’dan Kutsal

Roma-Germen imparatorunun gittikçe artan kudret ve nüfuzunu kırmak ve yarattığı tehlikeyi ortadan kaldırmak üzere Fransa ile ittifak teklif etti. Bu arada I. Fransuva da elçisi vasıtasıyla bir mektup yolladı ve aynı teklifte ve ricada bulundu.

1526’da Macar kralı II.Lajos’un ölümünden sonra Osmanlı ordusu, bazı Macar beylerinin yanında yer aldı ve bu beyler Erdel Voyvodası Zapolya’yı kral seçtiler. Bunun üzerine Zapolya’ya rakip olan ve Habsburg Hanedanlığına kendilerini yakın hisseden bazı Macar beyleri de başka bir Diet meclisinde kendilerine aynı zamanda Avusturya Arşidükü olan Ferdinand’ı kral seçtiler. Bunun üzerine iki hükümdar arasında meydana gelen Tokay Meydan Muharebesinde Zapolya mağlup olarak Budapeşte’yi Ferdinand’a kaptırmış, Kanuni Sultan Süleyman’dan yardım istemişti.

Ferdinand, Stuhlweissenburg’da Macar tacım giyerken Zapolya, Aralık 1527’de elçisi Hieronymus de Laski’yi İstanbul’da Sultan ile görüşmeler yapmak üzere yollamıştı. Bu görüşmelerde Laski, kralı adına Sultan Süleyman’ın yardım ve dostluğunu istemişti. Bunun üzerine Kanuni, kralın isteklerini kabul ettiğini, zaten Macaristan'ın şimdiye kadar krala değil, kendisine ait olduğunu ve bu ülkeyi kılıcıyla kazandığım söyledi. Bunun üzerine 29 Şubat 1528 tarihinde Süleyman ve Zapolya arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmayla Kanuni Sultan Süleyman, Zapolya’nın tekrar krallığını geri alabilmesi için her türlü yardımı yapacağı sözünü veriyordu.

Zapolya, taraftarlarından ve ücretli askerlerden oluşan bir ordu kurdu; bu ordu aynı zamanda Osmanlı ordusundan yardım alıyordu. O yıllarda Macaristan’ın politik durumu oldukça kötüydü. Zapolya ve Ferdinand'ın taraftarları arasında süren kanlı çarpışmalar halkı yıldırmıştı. Her ne kadar Habsburg İmparatorluğu Osmanlılarla “barışı sürdürme amacıyla cizye (“Tribut”) ödeme talebinde bulunmuş, on yıllık bir süreyle ateşkesin sağlanabilmesi için Kral Ferdinand bir elçiyi Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkmakla görevlendirmiş ve Nikolaus Jurischitsch adındaki bu şahıs barışın sürdürülmesine karşılık 20.000 Dukat cizye ödenmesini teklif etmiş”se de , Sultan Süleyman, Mohaç zaferiyle ve kılıç gücüyle zaptettiği Macaristan’ın Alman asıllı bir hükümdarın eline geçmesine müsaade edemezdi. Çünkü Habsburg Hanedanlığı çok büyümüş ve bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman Viyana’nın ele geçirilmesinin önemi nedeniyle I. Viyana Kuşatmasına karar verdi. Böylelikle 10 Mayıs 1529’da Süleyman’ın ordusu İstanbul’dan yola çıktı.

16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburg Hanedanlığının İktisadî durumlarına göz atıldığında bu yüzyılın yalnızca Avrupa devletleri ve Habsburg İmparatorluğu açısından genel bir canlılık dönemi olmadığına, aynı zamanda Osmanlı devletinde de benzer gelişmeler görüldüğüne tanık olunur.

Ancak 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda ortaya çıkan İktisadî gelişmeleri tek bir çizgi halinde değerlendirmek doğru olmaz. Klasik dönem olarak da adlandırılan Kanuni Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) hazine gelirleri bir kat artmıştı. Osmanlı Devletinde gerileme başlamadan önce Sultan Süleyman’ın saltanatı, Osmanlı tarihinin altın çağı olarak adlandırılabilir. Fakat bu dönemde devletin malî darlığa düşmesine de tanık olunuyordu; bu durumun başlıca sebepleri arasında, paranın hızla değer kaybetmesi, denizciliğin gelişmesi sonucu Asya ticaret yolunun kapanması, böylece devletin büyük bir vergi gelirinden yoksun kalması sayılabilir. 16. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun nüfusu iki kat artmış, Avrupa’da genişleme şansı yitirilince nüfusu barındıracak yer darlığına düşülmüş ve

toprak kıtlığı yaşanmaya başlamıştı. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğunun ticarî potansiyeli yüksek Avrupa topraklarına yayılması gerekli bir şart haline gelmişti. Böylece ilkin Macaristan’ın, ardından Viyana'nın dolayısıyla Habsburg topraklarının istila nedenleri ortaya çıkmıştı.

Alman İmparatorluğunda da ekonomik durum farklı değildi. Vergilerin artması ve sürekli artan pahalılık yüzünden insanların yaşam kaliteleri çok düşmüştü. Luther bu ağır durumu şu şekilde açıklar: “Asilzadeler halkın ve köylünün sahip olduğu her şeye sahip olmak ister”. Eşitlik isteyen köylüler ve çiftçiler, eski haklarını kaldırmak isteyen ve angarya işler (Fronarbeit) ile vergileri yükselten derebeylerine karşı ayaklanır. 1513’te başlayan ilk ayaklanmadan sonra 1525’te “Köylü Savaşı” (Bauernkrieg, Bauernaufstände) patlak verir. Önceleri çiftçilerin yanında yer alan Luther, onların “Hıristiyanlık anlayışına uygun düşen özgürlüğü” yanlış anlamaları ve “aşın” hareketleri yüzünden çiftçilere karşı bir yazı kaleme alır ve prenslerin bu âsileri bastırmalarım ister. Savaşın bitiminde çiftçiler en son haklarım da kaybederler, silah taşımalan ve birlikler halinde toplanmalan yasaklanır. Spohn’un belirttiğine göre, bir çoğu 15. ve 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna göç eder. Orada angarya işler yapmaları gerekmemekte, ayrıca savaşa giden Osmanlı askerleri tarlaları talan etmemekteydi. Bunun yanı sıra vergilerin miktan açıkça dile getirilmişti; ve her şeyden önemlisi sınıf atlamak mümkündü.3

Habsburg Hanedanlığında çiftçilerin yaşadığı sorunların bir benzeri Macaristan topraklarında da meydana geldi. Köylüler üzerindeki baskı artınca 1514’te patlak veren ayaklanma Habsburg yönetimindeki beyler tarafından acımasızca bastırılmıştı. Ayaklanma sonrasında Diet’in aldığı kararlarla sürekli toprağa bağlanan köylüler daha ağır feodal bir boyunduruk altına girmişlerdi. Alman- Macar ticareti, 15. yüzyılın sonlarında Macaristan’ın iç sorunları ve Osmanlılann batıda giderek yayılmaları nedeniyle kötüleşmişti. Bu nedenle Macarlar için de Osmanlı seçeneği tercih sebebiydi.

1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesi, Batı Avrupa denizcilerinin keşiflerine yol açmış ve böylece Avrupa ticaretinin ağırlık merkezi Orta Avrupa’dan Atlantik ülkelerine kaymıştı. Bunların sonucunda Ortaçağda politik açıdan önemli bir ticaret merkezi olan Viyana, giderek ekonomik yönden zayıf, tehlikelere açık bir sınır kenti haline geldi. Kuşatmalar ve talanlar sonucunda tüm Viyana halkı fakirleşmiş ve ticaret olanakları ortadan kalkmıştı. 15. yüzyılın ortalarında Viyana şehrinin nüfusu 20 bin dolaylarında bulunmakta ve varlıklı Alman kentleri arasında birinci sıralarda olduğu belirtilmektedir. Ekonomik çöküntü, Matthias Corvinus’un kuşatmasıyla (1484/85)  daha belirgin bir hale gelmişti.

Habsburg İmparatorluğu I. Viyana Kuşatmasına denk gelen dönemde, yalmzca ekonomik sorunlarla değil, aynı zamanda dinî konulardaki sorunlarla da karşı karşıyaydı: 11. yüzyılın sonunda papazlar, Hıristiyanlığın inançsızlara karşı savaşında liderlik eden güç durumundayken ve Haçlı Seferlerinin düzenlenmesinde etkin rol oynarken 16. yüzyılda bu tabloda büyük bir değişim söz konusu oldu. Papazlar, Müslüman doğuyla mücadelede etkin rollerini sürdürmeye çalışmalarına rağmen, birey üzerindeki sarsılmaz güçlerini artık kaybetmeye başlamışlardı. Çünkü pek çok ülkede ulusal devletler kurulmaya başlanmış, 15. yüzyıla gelindiğinde İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi, Papa'nın, dolayısıyla Kilise ve papazların etkisi devlet adamları, asiller ve hatta halkın üzerinde eski gücünü gösteremez olmuştu. Papanın veya bir kralın dinî bir savaş için yapacağı çağrı, ulusal devletler kurulmaya başladığından eskisi gibi etkin olmuyordu. Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Kahire’yi ele geçirip Halifeliği elde ettiğinde X. Lui’nin 1517 yılında İslam’ın gücünü kırmaya yarayacak olan bir Haçlı Seferi düzenleme isteği başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Habsburg Hanedanlığının varisi ve İspanya kralı V. Kari, annesi bir İspanyol prensesi olduğundan Ispanya’da büyümüştü, bu nedenle koyu bir katolikti.

Hıristiyanların Papa ile ilişkilerinin zayıflamasında pek çok ülkenin ulusal devletlerini kurma çabalarının yanı sıra, halkın Kiliseye olan güveninin sarsılmış olması da yatıyordu. Halkın Kiliseye karşı isyanı dini nitelikte olup bu isyan Kilisenin gücüne değil, zayıflığına karşıydı. Halk “dürüst ve korkusuz”  bir Kilise istiyordu. Sander’in belirttiğine göre, Papa Hıristiyan dünyasının ruhani lideri olacağı yerde varlıklı ve zengin bir prens haline gelmişti.  Halk Kilise’nin otoritesine karşın kendi Incil’ine sahip olmak istiyordu. Bu dinî arzulara, ilahiyat profesörü ve psikopos naibi olan Martin Luther (1483-1546) cevap veren kişi oldu. Katolik Kilisesinin ve Papanın tutumundaki eksikliklerin düzeltilebilme ihtimalinin zayıf olması nedeniyle Almanya’da yeni dinî bir yapılanmaya giderek Ortodoksluk ve Katoliklikten sonra Hıristiyanlığın üçüncü kolunu, Protestanlığı kurdu.

Luther’e göre her Hıristiyan Incil’i okumalı ve istediği yorumu yapabilmeliydi. Ayrıca din adamları evlenebilmeli, manastır yaşamı sona ermeliydi. Tanrı ile kul arasına hiçbir güç girmemeliydi. Kilisenin aksine halk yeniliklere açıktı. Bu reformlarını yapabilmek için ise Luther’in siyasî bir güce ihtiyacı vardı. Bu nedenle Alman prenslerine seslendi ve dinî konularda denetim kurmalarım istedi. Bunu seve seve kabul eden prenslerin etkisiyle “Luther’in öğretisi devletin otoritesine boyun eğme biçimine dönüştü”.  Böylece Reformasyon hareketi, 16. yüzyılda Kilisenin hemen hemen bugünkü biçimini alması ve Papalığın bu tarihten sonra devlet yönetiminden ayn dinsel bir örgüt olarak faaliyet göstermesine yol açtı.

Protestanlık Alman halkı arasında gittikçe yayılıyordu. Hatta bazı kaynaklar çok az bir kesimin hâlâ katolik olduğundan söz etmektedir. Düriegl’in de belirttiği gibi nüfusun yansının protestan olduğu görüşünü benimsemek yanlış olmaz.

Alman Reformasyonunun Protestan bir hareket olması, Katolik Habsburg Hanedanlığına ters düşmekteydi. Bu nedenle iki mezhep arasında kalan Alman halkının inanç birliğinde bir bozulma meydana gelmişti. Artık Türkler 1529 yılında Viyana’ya taarruza geçtiklerinde Alman kentlerinde tam bir karışıklık ve hoşnutsuzluk hüküm sürmekteydi. Dinî konularda tam bir güvensizlik vardı. Bu nedenden dolayı sağlam dinî inanca sahip olan Türkler zayıf bir düşmanla karşı karşıya bulunmaktaydı.

Diğer yandan batının savaşçı ruhu giderek kayboluyordu, buna karşın Osmanlıların savaşma güdüleri arttı. Artık “Hıristiyanlık savunma, İslam ise saldırma pozisyonuna geçmişti”.  Osmanlılann savaşçı ruhu bir çok savaşta başarı elde etmelerine yol açıyordu.

Yukarıda da belirtildiği gibi Habsburg topraklarında hayat şartları özellikle köylüler ve çiftçiler için çok ağırdı. Bu ağır hayat şartları bir de din adamlarının Kilise için topladıkları paralar ve inanan kişilere yaptıkları baskılar nedeniyle daha da ağırlaşıyordu. Oysa Osmanlı İmparatorluğunda başka dinlere mensup kişilerin de yükselmesi mümkündü. 1453 ile 1653 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunun 48 baş vezirinden 33’ünü dinlerini terk edenler oluşturmaktaydı.

Birinci Viyana Kuşatması sırasında tarafları oluşturan Kutsal Roma-Germen ile Osmanlı İmparatorluğu siyasî, İktisadî ve dinî açıdan şöyle bir tablo sunuyordu:

Habsburg Hanedanı Macar kralıyla imzaladığı miras ve evlilik antlaşması sonucu Macaristan’ı etki alanına alarak Avusturya Arşidükü Ferdinand’ı Macar kralı seçmiş, aynı zamanda Osmanlı Padişahı da kılıç hakkıyla zaptettiği Macaristan’ı Alman asıllı bir hükümdara bırakamayacağı için Erdel Voyvodası Zapolya’yı kral ilan etmişti. Bu iki kralın çarpışması sonucu Zapolya mağlup olunca Kanuni Sultan Süleyman Viyana’nın kuşatılmasına karar verdi.

Her iki imparatorluğun İktisadî şartlan ise şöyleydi: Bir yandan maddi sıkıntı içinde bulunan, diğer yandan çalışma koşullanndan memnun olmayan Alman köylülerinin ve çiftçilerinin ayaklanması derebeyler tarafindan sertçe bastınlmıştı. Aym durum Macaristan’da da söz konusuydu. Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılda İktisadî sorunlar nedeniyle malî darlığa düşmesine rağmen padişahın tebaası olarak yaşayan yabancılar için çalışma koşullan Habsburg İmparatorunun tebaasından çok daha iyiydi. Bu nedenle Habsburg topraklarından Osmanlı topraklarına sürekli bir göç dalgası yaşanıyordu.

Her iki ülkede farklı bir dinî ortam hüküm sürüyordu. 16. yüzyıl başlannda Alman topraklannda dinî konularda tam bir güvensizlik hakimdi. Halkın Kiliseye olan güveni Papanın tutumu nedeniyle oldukça sarsılmıştı. Kendi İncil’ini okuyup anlamak isteyen halkın bu arzusunu yerine getirebilecek kişi Protestanlığın kurucusu Martin Luther oldu. Fakat Habsburg Hanedanlığının Katolik olması nedeniyle halk iki mezhep arasında kaldı. Bu nedenle Birinci Viyana Kuşatması başladığında Müslüman Osmanlılar karşılarında dinî yönden zayıf bir halk bulmuşlardı. Osmanlı İmparatorluğunda bütün dinler kendi şartlarım yaşama imkanına sahipti. Hatta devlet onları dinî açıdan güvence altına almıştı. Bu konuda bir bütünlük söz konusuydu.

Tarafların Askerî Durumu

Avusturya Ordusu ve Osmanlı Ordusu

16. yüzyılda Avrupanm en önemli imparatorluklarından biri olan ve siyasi gücünün zirvesinde bulunan Habsburg Hanedanlığının Birinci Viyana Kuşatmasına denk düşen dönemdeki esas kuvveti konusu, pek çok araştırmacı tarafından farklı yorumlanmış ve çok uzun bir süre için de yanlış değerlendirilmiştir.

Düriegl’e göre savaş ilan edildiğinde 17.000’den az asker savunma gücü olarak hazırdı . Hummelberger’in verdiği bilgiye göre ise, Avusturya ordusu yaklaşık olarak 12 bin askerden oluşuyordu.  Sadece ordudaki genel asker sayısı değil, aynı zamanda piyadelerin sayısına ilişkin görüşler de farklılık gösteriyordu: Kimi kaynaklarda 17 piyade birliği ve 5000 askerden, kimilerine göreyse 21 piyade birliği ve 8000 askerden söz edilmektedir. Bu nedenle Habsburg ordusunun büyüklüğü konusunda kesin bir sayı vermek zordur.

Osmanlı ordusunun asker sayısına ilişkin görüşler de değişkenlik göstermektedir. Batılı kaynaklar Türk ordusunun 250 bin askerden oluştuğunu yazar. Fakat doğu kökenli kaynaklara göre Türk ordusu en fazla 120 bindi. Tuna üzerinden topların bir kısmım taşıyan 600-500 nehir gemisi de vardı. Osmanlı deniz donanması 27 Eylül tarihinde Tuna nehri üzerindeki tüm köprüleri ateşe verip Tuna'ınn sol kıyışım abluka altına alarak karayla tüm irtibatını koparmıştı.

Osmanlı ordusu, karada olduğu gibi denizde de oldukça güçlüydü. Avrupa ordularından yapısı itibariyle de farklılık gösteriyordu. Ama bunu Habsburg ordusu, dolayısıyla Avrupa orduları için söylemek güçtür. Bu nedenle Viyana’ya yardıma gelen Avrupa ordularının yapısına göz atmakta yarar vardır. Güçlü olmanın yanı sıra Osmanlı ordusu Avrupa ordularından yapısı itibarıyla de farklılık gösteriyordu. Avrupa’da XV. ve XVI. yüzyıllarda, paralı askerler alınarak sürekli ordular kuruldu. Bu askerler, sözleşme, devşirme usulü veya kuraya göre orduya almıyordu.

Avrupa devlet geleneğinde paralı asker kurumu en baştan beri söz konusuydu. Yüz Yıl Savaşları (1337-1453) sonunda Avrupa’da binlerce paralı asker vardı. 15. yüzyıl boyunca İsviçreli, İtalyan ve Alman askerlerinin oluşturduğu bağımsız birlikler para karşılığında çeşitli prenslerle düklerin hizmetinde savaşmışlardı. Ama disiplinsizlikleriyle pek çok kez kendilerini tutan ordunun başına bela olmuş ve ücretlerini alamadıklarında sivil halka saldırıp yağma hareketlerine girişmişlerdi.

Paralı askerlerin bu hareketlerine Macar kralı Matthias Corvinus’un saldırısına karşı yapılan başarısız savunma örnek olarak verilebilir. İmparatorluk ordusundan yardım gelmemesi sonucu Viyana halkı, paralı asker tutmuş ve bu askerler disiplinsiz davranışlarıyla şehri gerektiği gibi savunamamışlardı. Bu bağlamda bir başka olay ise 1493 yılında Viyana halkının daha önceden işlerine son verildiği için Avusturya’nın kuzeyine ilerleyen ve geçtikleri yerleri talan eden paralı askerlere karşı çarpışmasıdır. Bunun sonucunda halk şehrin korunmasını nöbet şeklinde yürütmüşlerdi.

Birinci Viyana Kuşatmasına denk düşen yıllarda şehri koruma görevi artık paralı bekçilere bırakılmıştı.  Bu arada Macaristan istilası ve Birinci Viyana Kuşatması döneminde Habsburg ordusu, eli silah tutan erkekleri tehlikeli olduğu tespit edilen bölgelere çağırıyordu, fakat çoğunlukla bu kişiler Türklerle boy ölçüşecek durumda değillerdi. Önceleri asiller tarafından eğitilen atlı birlikler, ateşli silahların ortaya çıkmasıyla giderek önemini yitirmeye başlamışlardı. Yukarıda da değindiğimiz gibi, her ne kadar olumsuzluk yaşanmışsa da, ordunun temelini hâlâ paralı askerler oluşturuyordu. Bu askerler savaş güçleri sayesinde Türk askerleriyle yarışacak durumda olmalarına rağmen, onlara hizmetlerinin karşılığında ödenen ücretler çok yüksekti.  Bu da imparatorluğu maddi yönden sarsıyordu. Paralı askerlikte ücretin dağıtılmasından ordu komutam sorumluydu. Aym zamanda hizmetleri süresince askerlerin beslenmesi, giyim ve kuşamı, silahlanması ordu tarafından karşılanıyordu.  Bu nedenle Avrupa devletleri daimî bir orduyu besleyemiyordu. Bunu ancak XVII. yüzyılda mutlak devlet anlayışı ortaya çıkınca yapabildiler. Ancak bu dönemden sonra emir komuta zinciri uygulamasına gidildi.

Avrupa ordularıyla karşılaştırılınca Osmanlı ordusunun üstünlüğü, devletin kuruluşundan beri daimî ve düzenli bir orduya sahip olmasından kaynaklanıyordu. Avrupa’daki ilk daimî profesyonel ordusuydu. Öztuna’ya göre, Sultan Süleyman’ın ordusu, kuruluş ve teçhizat bakımından dünyanın bütün diğer ordularından dört asır ilerideydi.

Osmanlı ordusu üç büyük bölümden oluşmaktaydı: Yeniçeriler, eyalet askerleri ve deniz kuvvetleri. Bu üçü yine alt bölümlere ayrılmaktaydı. Alışageldik meydan muharebelerinde düzen şu şekildeydi: Kapıkulu ocakları olarak da adlandırılan yeniçeriler, sipahiler ve topçular merkezde, Rumeli eyalet askerleri genellikle sağ kanatta ve Anadolu eyalet askerleri sol kanatta savaşmaktaydı. Saldın çoğunlukla topçu ateşiyle başlar, bunu yeniçerilerin ok ve silah atışlan takip ederdi. Sipahilerin görevi, sağ ve sol kanatta bulunup her iki yönden düşmana saldırmaktı.18

yüzyılda özellikle Avrupa (Rumeli) yakasındaki fetihler nedeniyle yeni bir askerî birliğe gereksinim doğmuştu: Yeniçeri ocağı bir piyade sınıfıydı. Ocağın en büyük kısmı İstanbul’daki kışlalarda bulunuyordu. Hummelberger’in verdiği bilgiye göre, Yeniçeri Ocağının başarısı eğitimin çok sert olmasında yatıyordu. Osmanlı topraklarında yaşayan veya esir düşen ailelerin Hıristiyan erkek çocukların sağlıklı olanları seçilip kayıtlan tutuluyordu. Küçük yaşlarda ailelerinin yanından alınmalarına rağmen devşirmeler köklerinden tümüyle kopmuyorlardı. Kendi çıkarlarım devletin çıkarlanyla özdeşleştirebilen devşirmeler, doğup büyüdükleri Hıristiyan topraklarla olan ilişkilerini yaşanılan boyunca sürdürebiliyorlardı.

Sipahiler {Kavallerie-Regimenter) 14. yüzyılın ikinci yansında oluşturulmuştu. Bu sımf uygun olan yeniçerilerden ve sarayda eğitim alan gençlerden oluşan bir atlı birliğiydi. Bundan başka ordunun merkezinde bulunan bir de topçular ve cebeciler vardı. Topçulann görevleri arasında top dökmek, top güllesi yapmak, toplan idare etmek ve onlan taşımak bulunuyordu. Taşıma zorlukları yüzünden bazı kentlerde, örneğin Belgrad’da dökümhaneler kurulmuştu.

Eyalet askerleri {Provinzial-Trupperi) Osmanlı ordusunun sayıca en büyük kısmım oluşturuyordu. İmparatorluk, Anadolu ve Rumeli eyaleti olmak üzere ikiye aynlmıştı. Bu eyaletler Anadolu beylerbeyi ve Rumeli beylerbeyi tarafından yönetilmekteydi.

Yukarıda belirtildiği gibi, Avusturya ordusunun mevcut asker sayısının yetersiz olmasının yanı sıra, ordu da zamana ayak uyduramamış, sadece çok az bir kısmı modem savaş tekniğine adapte edilmişti. Bununla birlikte Viyana şehrinin tahkimat tesisleri de ateşli silahların ortaya çıkmasından önceki zamana aitti: En önemli savunma aracı, 4500 m uzunluğunda ve 6m yüksekliğindeki 13. yüzyıldan kalma şehir surlarıydı.  Buna ek olarak yapılan kuleler ve burçlar, giderek önemi artan ateşli silahların yanında gücünü kaybediyordu. Var olan tahkimat tesislerinin iyileştirilmesi, hem maddî olanakların, hem de zamanın yetersiz olması yüzünden imkansız hale gelmişti. Kulelerin çoğunluğu, 4500 m uzunluğundaki şehir surunun çevresinde ve özellikle Tuna nehri önlerinde kümelenmişti.

Viyana birliklerinin çok az sayıda topu vardı. Onların toplam 72 topuna karşılık Osmanlılann 300 ateşli topu bulunmaktaydı. Zinkeisen, Viyanalı askerlerin toplarını bastiyonlanna becerikli bir şekilde yerleştirdiklerini ve topların etkisini iki katma çıkarabildiklerini  belirtse de, Avusturya ordusunda topun kullanılmaya başlaması oldukça geç bir döneme rastlar. Oysa daha I. Murad döneminde (1362- 1389) top, Osmanlı ordusunun silahlarından biri olarak kabul edilmişti. Ancak topun vazgeçilmez bir silah olarak kabul edilmesi ve donanmaya da uygulanması, İstanbul’un fethinde 1453’teydi. 1500Terden önceki savaşlarda ok ve yay kullanılmışken I. Viyana Kuşatmasında Osmanlı ordusu 300-400 kadar toptan faydalanmıştı.

yüzyılda geniş topraklara sahip olan Osmanh İmparatorluğu doğal olarak, komşu ülkelerden gelecek olası saldırılara karşı koyabilmek için atak bir orduya ve aynı zamanda iyi bir teçhizata sahip olması gerekiyordu. Osmanlıların ateşli silahlara verdikleri önem, diğer Avrupa Hıristiyan ve Asya İslam devletlerinin bu önemi vermemeleri, teknik ve mali bakımdan Osmanlı’ya yetişememeleri, Osmanlılann başarılı fetihlerde bulunma nedenleri arasındadır. Birinci Viyana Kuşatmasmda (1529) yeniçeriler barutlu tüfekle savaşıyor, yakın çarpışmalarda ise kısa pala, satır ve tabanca kullanıyorlardı. I. Viyana Kuşatmasında Osmanlı ordusu mayından da yararlanıyor ve aynı zamanda “lağım” tekniğini de kullanıyordu. “Lağım” yer altı kale muharebelerinde açılan tüneldi. “Lağımcı ocağı” bir istihkam sınıfıydı; barut, fitil, katran ve daha pek çok malzeme bu ocakta bulundurulmaktaydı. Viyanalılar da Türkleri geri püskürtmek için lağım galerisi kazmaya başlamışlardı.

Macaristan istilası için önemli bir dönüm noktası olan Budin şehrinin ele geçirilmesi döneminde her ne kadar savaş olayının içinde bulunuyorlarsa da Viyana halkı, kendini emniyet içinde hissediyordu. Oysa Osmanlılar Viyana kapılarına dayanmaya başladıklarında bu güven hissini yitirdiler ve “şehrin savunulması için çok az bir zaman kaldığı[nm da farkına vardılar]” .

Hıristiyan âleminde Türklerin zalim olarak bilinmeleri nedeniyle bu psikolojik baskının altında ezilen Viyana’daki paralı askerler, savaş meydanında yeterince güçlü olamıyorlardı. Avusturya askerî yayınlan arasında çıkan bir çalışmaya göre “bu askerler, düşmanlarının kafalarını kesen ve onlan meydanlarda zafer işareti olarak taşıyan Türk askerlerine alışkın değillerdi. Ama Türklerin bu tavırları ters bir etki de göstermeye başlamıştı. Hıristiyan askerler onlann eline düşmemek için Viyana’yı var güçleriyle savunuyorlardı”.

Viyana şehri konumu gereği halkın kaçıp korunabileceği doğal veya yapay sığmaklara sahip değildi. Hiçbir kaçış noktasına sahip olmayan ve tehlikeyi çok geç haber alan halkı ölüm veya esaret bekliyordu. Budin’in kaderini öğrenen ve Viyana'nın güney-doğusundan kaçan kişilerin anlattıklarını duyan halk, Viyana şehrinin ateşe verildiğini ve savunmanın yetersizliğini görmeleri sonucu orduya olan güvenlerini yitirmişler ve panik içinde şehri terk etmişlerdi. 17 Eylül tarihinde savaşacak durumda olan 3500 insandan geriye yalnız 400 kişi kalmıştı .

Kanuni Sultan Süleyman'ın Viyana üzerine yürümesi duyulur duyulmaz Habsburg ordusunun kapasitesini bilen bütün Avrupa ülkelerinin, Viyana’ya askerî yönden yardım kampanyası başlatmış olmaları aslında Habsburg ordusunun asker sayısının yukarıda belirtilenden daha az olduğunun bir göstergesidir. Diğer Avrupa ülkeleri güçlü Osmanlı ordusu karşısında Habsburg ordusunun hızla yenilgiye uğraması durumunda sıranın kendilerine geleceğini düşünmeleri sonucunda büyük bir telaş ve korkuya kapılıp Avrupa’nın hemen her yerinden toplanan kuvvetlerle Viyanalılara yardım etmek istemişlerdir.

Osmanhiann tuttuğu bir savaş günlüğünde Hıristiyan askerlerinin önceleri güçlü bir şekilde çarpıştıklarına, ama sonraları güçlerini yitirip hayatlarını kaybetmeye başladıklarına yer verilir. Yine bu günlüğe göre Hıristiyan ordusunun bazı askerleri Müslüman askerlerin arasına karışmaktan korktukları için kale kapısını kapatmışlardı. Bu nedenle kalenin dışında kalan diğer Hıristiyan askerlerinin bir kısmı kılıçtan geçirilmişti. Hummelberger’e göre “500 askerin kafası kesilmiş ve bazıları da esir düşmüştü”.

Bu çarpışmalarda ünlü “Türk Taktiği”nden söz edilir; akıncıların sahte bir kaçışla geri çekilmeleri, düşmanın gevşemesine ve takibi fazla ciddiye almamasına yol açıyordu. Bu taktiğe alışkın olmayan Alman süvarileri, kaçanların peşinden gidip aniden sipahilerle karşılaşıyorlardı. Bir başka yöntem ise  Türklerin psikolojik savaş taktiğiydi: Verilen sözlerin değişmesi ve tehditler yoluyla düşman yıldırılmaya çalışılıyordu.

2-8 Ekim tarihlerinde Viyanalılar şehirlerini çaresizce savunmaktaydılar, çünkü Türkler sistemli bir karşı taarruza geçmişlerdi. Viyanah bir asker kuşatmayla ilgili olarak Türklerin gece-gündüz ateş açtıklarını ve çukur kazdıklarım, bu şekilde devam ederlerse savaşı kaybedeceklerini, asker sayısının Türklerin büyük asker gücüyle karşılaştırınca çok yetersiz olduğunu belirtmiştir.

Kuşatmaların çok uzun sürmesi durumunda etkili bir yöntem de şehri besleyen tüm yolların sekteye uğratılması, şehri gıda, su ve silahlardan mahrum bırakmaktı.

Yukarıda da belirtildiği gibi, Osmanlı ordusu asker ve teçhizat yönünden oldukça güçlü olduğu halde, kuşatmanın başarısızlığa uğramasının nedenlerinden biri, Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) yeniçeri birliğinin bozulmaya başlamış olmasıydı. Sarayın aşın hoşgörüsü sonucunda giderek eğitimsiz ve tembel kişiler birliğe alınıyordu. Bu kişiler her fırsatta, en küçük bir haşandan sonra yüksek meblağlar istiyorlardı. Sultan Süleyman Birinci Viyana Kuşatmasından önce, yeniçerilerin şehri yağmalamasına son anda engel olmuştu. Bu durum da yeniçerilerin büyük öfkesine yol açmıştı. “Onların bu hoşnutsuzluğu Birinci Viyana Kuşatması süresince de devam etti ve ancak dövüleceklerine hatta idam edileceklerine dair tehditlerle savaşmaya ikna edilebildiler”.

Başka önemli bir sorun ise eyalet askerlerinin merkezdeki askerlerle kararlaştırılan zamanda çoğu kez bir araya gelememeleriydi; iki grup asker farklı zamanlarda muharebe alanına geliyordu. Eyalet askerleri değişik bölgelere yayılmış olduklarından hedeflenen yere çok geç ulaşıyorlardı. Bu gecikmeler yüzünden de Mohaç ancak 29 Ağustos’ta, Budin ise Eylül sonunda kuşatılmıştı. Viyana kuşatması 26 Eylül tarihinde başladığında kış başlamıştı bile.

Buna karşılık Habsburg orduları kendi topraklarında savaşıyorlardı ve aynı zamanda Avrupa’nın bir çok yerinden asker toplamışlardı. Bu durum onlar açısından önemli bir avantaj oluşturuyordu.

Osmanlılar açısından başka bir sorun ise Avrupa yakasındaki eyaletlerde Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki farklılıkların, güvensizliğe neden olmasıydı. Bazı tarihsel kaynaklara göre Birinci Viyana Kuşatmasının başarısızlığa uğrama nedenlerinden biri, ordunun komutam olan İbrahim Paşa ve Rumeli eyaletlerinin komutanının Hıristiyan oldukları yönündeki inançtır. Bundan dolayı onların Kral Ferdinand’la gizli bir anlaşma yaparak kuşatmayı durdurma yönünde karar verdiklerine inanılmıştır.

Osmanlılar açısından kuşatmanın başlıca zorlukları şöyle sıralanabilir: Kış mevsiminin aniden gelmesi, askerlerin çok uzun bir mesafeyi yürümüş olmaları ve bu nedenle güçlerini kısmen yitirmeleridir. Osmanlı ordusu, kuşatma sırasında çok uzun mesafeler kat ederek Viyana’ya dayanmıştı. Mesafenin uzunluğu, hava şartlarının çok ağır olması, askerleri çok yormuş ve yıpratmıştı. Alman birliklerinin komutam olan Kont Niklas von Salm “geleceğe iyimserlikle” bakabiliyor, çünkü kış mevsimine lehinde olacağım biliyordu. Viyana'nın kaderi, Salm’ın yönettiği harp şurasının askerî becerikliliğine ve birliklerin metanetine bağlıydı.  Böylece Viyanalıların açısından olumlu gelişen olayların sonucunda Osmanlı ordusu, bir aydan az süren kuşatmanın sonunda 16 Ekim 1529 tarihinde geri çekilmek zorunda kaldı.

1.2. îkinci Viyana Kuşatmasının Siyasî, İktisadî ve Dinî Nedenleri

İkinci Viyana Kuşatmasını hazırlayan nedenlerin başmda Macaristan- Osmanlı İmparatorluğu ilişkileri gelir. Macaristan’ın bir bölümü Kanuni Sultan Süleyman devrinde Osmanlı, bir bölümü de AvusturyalIların, yani Habsburg Hanedanlığının yönetimindeydi. Macar halkı din ve mezhep bakımından ikiye ayrılmıştı; bir kısmı Katolik, büyük bir çoğunluğu da Protestandı.

Koyu bir Katolik olan Kutsal Roma-Germen İmparatoru I. Leopold, Protestan olan çoğunluğu Katolik yapmak ve kendine bağlamak kararındaydı. Protestan Macar halkı onun bu kararından sonra ayaklanarak Osmanlı Devletine korunmaları için başvurduğunda Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Macarların bu isteklerini kabul etmişti. Böylece başkaldıranlann ele başısı Tökeli Emre’ye Osmanlı devleti krallık sam verdi. Aym tarihlerde Fransa’da kral XIV. Lui Avrupa'nın en kudretli hükümdarıydı. En büyük rakibi Habsburg Hanedanı olduğundan Lui, Avusturya’nın doğusunda bir harbe girmesini kendi menfaati için faydalı buluyordu. Kara Mustafa Paşa’yı Avusturya’ya karşı harbe girmeye özendiren iki dış kuvvet Macar soylusu Tökeli ve Fransa Kralıydı. Sadrazam da Osmanh Sultanını sefere ikna etmişti. Ama Fransızların, Macarların ve Sultanın yönü aslında Viyana değildi. Yanıkkale ve

Kornom Kalesi’nin alınması için 31 Mart 1683 tarihinde Osmanlı ordusu sefere çıktı. Kara Mustafa Paşa serdar tayin edilmişti. Ordu 25 Haziran’da İstolnibelgrad sahrasına geldiği zaman gerçek niyetini şöyle açıklıyordu: “Gerçi kasdımız feth-i Yanıkkalesiyle Kornom Kalesidir. Allah’ın yardımı ile alınması mümkün. Lâkin kale almış oluruz, memleket değil. Muradım inşallah Beç’e gitmektir”

İkinci Viyana Kuşatmasından önce Habsburg topraklan iç kanşıklıklarla çalkalanıyordu. “Berlin, Dresden ve Münih kentlerindeki Brandenburg, Saksonya ve Bavyera elektörleri; Ren nehri bölgesindeki dört elektör; Hannover, Celle ve Wolfenbüttel’in Brunswick prensleri ve büyük emeller peşinde koşan Würzburg ve Bamberg Piskopozlan arasında anlaşmazlıklar yaşanmaktaydı”.  Devlet idaresindeki iç sorunlar ve Otuz Yıl Savaşlan (1618-1648) ancak Vestefalya Banş Antlaşmasıyla (1648) ile sona erebilmişti. “Otuz Yıl Savaşlan, Fransız Devrimi Savaşlan öncesinin en büyük Avrupa savaşıydı ve Protestanlann zaferi sonucu Vestefalya Banş Antlaşmasıyla bitmişti” .

Yalnızca Habsburg Hanedanlığı için değil, Osmanlı İmparatorluğu açısından da önem taşıyan bir antlaşma da Vasvar Antlaşması’dır (1664). Avusturya'nın Erdel (Transilvanya) üzerindeki baskısı artınca Osmanlı Devleti Avusturya’ya bir sefer düzenlemeye karar verdi. St. Gotthard’daki savaşın Osmanlılann yenilgisiyle sona ermesi üzerine Vasvar Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma her iki taraf için de tatminkâr olmamakla birlikte Macaristan’da daha güvenli bir durum yaratacak bir antlaşma özelliği taşımıyordu. Zinkeisen’in belirttiğine göre, sınırlar üzerindeki hak ihlalleri yüzünden her yıl İstanbul’da görüşmeler yapılmaktaydı.  Yine sınırlardaki anlaşmazlıklar nedeniyle her üç veya dört yılda bir yeni bir sefer düzenlenmesi gerekiyordu, hattâ bu bazen her yıl olabiliyordu.  Bu durum Osmanlı İmparatorluğunun önce Macaristan’a ve nihayet Viyana’ya sefer düzenlemesine yol açmıştır.

Viyana Seferinden önce Viyana halkı için Türklerden de daha kötü bir düşman mevcuttu: Bu düşman korkunç bir şekilde yayılmış olan veba hastalığıydı. 1678 yazında Macaristan’da başlayan veba salgınından 1679-1680 yıllarında Tuna kıyısı ülkelerinde ve özellikle bütün Viyana Ormanları bölgesinde binlerce kişi öldü. İmparatorluk ailesi bu nedenle Viyana’yı terk etti; Saksonya harabeye döndü. Bu hastalığın tahribatı çok büyük oldu. Cesetler, gömülemedikleri için günlerce sokaklarda duruyordu. Mezarcılar ölüleri kaldırmaya yanaşmadığından hapishanelerdeki tutuklular serbest bırakılıp bu iş için görevlendirilmişti. Hastalar da günlerce hasta toplama arabalarının içinde beklemek zorunda kalıyordu. 1679 yılının sonlarında veba salgım ortaya çıktığı hızla kayboldu. Veba kurbanlarının tam sayısı bilinmemektedir. Bu salgın hastalığın ortaya çıkmasından sonra yazılmış bazı eserler, ölü sayısını 140 bin olarak vermektedir. Obermaier bu sayının çok abartıldığı görüşündedir; gerçekte ölü sayısının 10 bin civarında olduğunu belirtir.

yüzyıl, yalnızca Habsburg halkı için değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu için “karışıklıklar ve dertler dönemi”  olmuştur. IV. Murat tahta çıktığında devletin her yerinde karışıklıklar vardı. Anadolu ayaklanmalarla çalkalanıyor, İran Bağdat’ı ve Erivan’ı ele geçiriyor, Mısır valileri sadakatsizlik örnekleri veriyor, Kırım Tatarları ayaklanıyordu. IV. Murat öncelikle yönetimi

düzenbaz vezirlerden kurtarıp yeniçerilere ve sipahilere bağlılık yemini ettirdi. Anadolu’daki ayaklanmaları bastırdıktan sonra 1638’de Bağdat’ı geri aldı. IV. Murat 1640’ta devlet işlerini tam yoluna koyamadan öldü. IV. Murat’ın yerine geçen I. İbrahim döneminde imparatorluğun çürümüşlüğü artmış ve 1648’te tahttan indirilen İbrahim’in yerine IV. Mehmet geçirilmişti.

IV. Mehmet’in dönemi Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonuna denk gelir. Çeşitli Avrupa ülkeleri arasında, din ve hanedan kavgaları gibi farklı nedenlerle çıkan Otuz Yıl Savaşları, Avrupa’nın hemen her yerinde büyük bir yıkıma yol açmış ve savaşın sonunda imzalanan Vestefalya Barış Antlaşmasıyla Avrupa’nın haritası büyük bir değişikliğe uğramıştı. Bu antlaşmanın imzalanmasıyla bağımsız devletlerden oluşan modem Avrupa'nın temelleri atılmış oldu.

Pamuk’un belirttiğine göre, 16. yüzyılda Batı Avrupa’nın feodal üretim tarzı geriliyor, kapitalist üretim ilişkileri ise güçleniyordu. Ancak bu İktisadî genişleme, yerini 17. yüzyılda bir bunalıma terk etti.  16. yüzyıl boyunca tarımsal malların fiyatları diğer fiyatlardan daha hızlı artmıştı. Buna karşılık 17. yüzyılda tarımsal fiyatların gerilemesi sonucu gelir düzeyini korumak isteyen toprak sahipleri, köylüler üzerindeki baskılarım artırmaya başlamışlar ve köylüler de artan baskılar sonucu sık sık ayaklanmışlardı.

Benzer bir şekilde Osmanlı İmparatorluğunda da 16. yüzyıl sonlarında İktisadî, siyasî ve toplumsal bunalım artmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun merkezî bir yönetime sahip olması nedeniyle hem kentlerde, hem de taşrada yaptırım gücü önemli ölçüde azalmıştı. Merkezi yönetim sürekli zayıflarken, gittikçe daha çok köylünün katıldığı Celali çeteleri imparatorluğun çeşitli yerlerini ele geçirmişler, bütün vergi gelirlerini alıkoymaya, hatta kentlerin ve sınırlardaki Osmanlı ordularının ikmal yollarını kesmeye başlamışlardı. Bu koşullar altında ordularda da dağılma eğilimi baş gösterdi. Ayrıca “uzun ve yorucu savaşlar malî bunalımları beraberinde getiriyor, devlet yeniçerilerin maaşlarını ödemekte güçlük çekiyordu”.

Kapitalizme geçemeyen Osmanlı toplumu Batı karşısında güçsüzleşiyordu. Bu nedenle 17. yüzyıl boyunca II. Osman (1618-22), IV. Murad (1623-1640) ve IV. Mehmed’e sadrazamlık eden Köprülü Mehmed ve Köprülü Fazıl Ahmed Paşalar zaman zaman reform girişiminde bulunmuşlardı. Bu reformlar geçici ve sınırlı denemelerdi; Osmanlı Devletinin gerileme sürecini köklü biçimde ortadan kaldırabilmeleri mümkün değildi. Reformcular karşılarındaki Avrupa’nın, geçmişin büyük sultanlarının yendiği Avrupa’dan çok daha güçlü olduğunun farkına varamamışlardı.

Tarafların Askerî Durumu

Avusturya Ordusu ve Osmanlı Ordusu

Genel bir yargıya göre Avusturya ordusunun ve müttefiklerinin asker sayısı toplam 135.000’dir. Başka bir kaynaktan öğrendiğimize göre muharebeye 11.300 Bavyeralı asker, Lehistan’dan 21.000 kişilik bir kuvvet, Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğunun her tarafindan gelen toplam 65.000 kişilik bir kuvvet katılmıştır .

Aynı zamanda halk da teşkilatlandırılmıştı. Kuşatmanın Viyana’nın lehine sonuçlanmasında halkın büyük bir etkisi oldu.

Osmanlı ordusunun büyüklüğü konusunda batılı ve doğulu kaynaklar farklı sayılar vermektedir. Genelkurmay Başkanlığının Askeri Tarih yayınlarında asker sayısını 347.000 olarak verilmektedir.   Yine aynı eserin başka kaynaklardan elde ettiği sayılar farklıdır: Cevat Üstün’ün “1683 Viyana Seferi” adlı eserinde belirttiğine göre, 7 Eylül 1683 günü Viyana önünde Sadrazam tarafından gönderilen Türk kuvvetlerinin sayısı 173.400, Hammer’e göre 200.000, Avusturya Silahlı Kuvvetleri’nin yan resmi yayın organı “Illustrierte”’de ise bu sayı yaklaşık 100.000 asker olarak verilmektedir. John Stoye’nin eseri ise Genelkurmay Başkanlığının kaynağıyla benzerlik gösterir: Viyana Kuşatmasına giden Türk ordusunun muharip kısmı 350.000 kadardı.

Daha önce de belirtildiği gibi, Otuz Yıl Savaşlarıyla Hıristiyan orduları reform geçirerek modem zamana ayak uydurabilmişlerdi. “Bu dönemde ateşli silahlar giderek önem kazanmış olsa da eski bir savaşma aracı olan kargı hâlâ 1683 yılında Hıristiyan ordularının önemli bir parçasıydı”.  Asker sayısının azlığı nedeniyle ordular top, fitilli tüfek gibi güçlü silahlarla donatılırdı. “Özellikle demir ve bakırdan yapılmış, yani daha hafif ve daha hızlı silahlara sahip olan ve esnek bir savaş hattını tercih eden İsveçlilerin etkisiyle orduların hareket kabiliyeti daha da artmıştı”.    İkinci Viyana Kuşatmasından yüz yıl önce de olduğu gibi, her piyade birliğinde barutlu fitil kullanılmaktaydı. Daha küçük birlikler kullanımı daha kolay olan yeni bir tür silahla donatılmıştı; bu silahın özelliği çakmakla harekete geçmesiydi. 1683 yılında çok önem kazanan bir başka silah ise yumruk büyüklüğündeki el bombasıydı.

İkinci Viyana Kuşatmasına denk gelen dönemde Osmanlı ordusunun merkezinde artık savaşma güçlerini yitirmeye başlamış olan yeniçeriler bulunuyordu. Onların uzak mesafeler için kullandıkları silah genellikle maşalı tüfekti. Uzak mesafe için kullanılan bir başka silah da atışlar için önceden gerilmiş olan yaydı (Reflexbogeri).41 Piyade ve süvari birlikleri yakın çarpışmalarda kılıç veya pala kullanıyorlardı.

Kuşatma boyunca Türkler hiçbir zaman düşmanı aldatmak için sahte saldın yapmak veya planlarım gizlemek yoluna gitmemişlerdi. Sadrazam Kara Mustafa Paşa kendine güvenen ve hiçbir surette hayale yer vermeyen bir komutandı.  Kara Mustafa Paşa’nın karargâhı etrafında İdarî, adlî ve malî işlerin yürütüldüğü merkezler vardı. Fakat en önemli yer onun Trautson bahçesindeki ileri tabyasıydı. Bahçe duvarının arkasında kerestelik ağaçlardan yapılmış olan bu tabya, kum torbalarıyla sağlamlaştırılmıştı. Sadrazam bu bahçe duvannda açılan bir kapıdan doğrudan doğruya siperlere gidebiliyor, belirli zamanlarda buradan çıkarak siperlerini teftiş edebiliyordu. Daha sonraları bu bölgede inceleme yapan Hıristiyan uzmanlar, kuşatma siperlerinin tertip ve yapımını açıkça övmüşlerdi; hayret edilecek derecede özenle yapılmış olan yaklaşma yollarıyla birbirine paralel siperlerin takdire değer bir şekilde araziye uydurulmuş olduğunu tespit ettiler.

İkinci Viyana Kuşatmasında ve daha sonraları da AvusturyalIların Osmanlı’ya karşı yaptığı bütün savaşlara general olarak katılan Kont Marsigli, Osmanlı askerî teşkilatı üzerine yazdığı eserinde Türk ordusu hakkında şu bilgileri verir: “Türk ordusu yürüyüşte fazlasıyla dikkatli ve uzun mesafeler almakta bizden daha tecrübeli ve kudretlidir”.  Osmanlı ordusunun her iki kuşatma öncesinde çok uzun mesafeler kat ettiği bilinmektedir. Avrupa’da modem askerliğin kurucularından olan ve St. Gotthard’da ordunun başkumandanı olarak çarpışan Mareşal Kont Montecucculi, Türk ordusu gibi Avrupa’da da daimî bir meslek ordusu kurulmadıkça, Türklerin yenilemeyeceğini, kurulursa, Türkleri yenmemek için hiçbir sebep olmadığım belirtir. Fakat onun bu sözleri Viyana bozgunundan (1683) önce yazılmıştır. Osmanlı devletinin 17. yüzyılda Habsburg İmparatorluğuna ilk yenilgisi, 1664 yılında St. Gotthard’da olmuştu. Bu savaş, 17. yüzyılda Osmanlı ordusu ve askerî bilgisinin döneminin gerisinde kaldığım açık bir şekilde göstermiştir. Artık daimî ordu eskisi kadar güçlü değildi. Stoye’nin belirttiğine göre disiplini ve eğitimi bozulmuş, padişaha bağlılığı kalmamış, başıbozuk bir kuvvet haline gelmişti.  Otuz Yıl Savaşları sonunda Avrupa orduları örgütlenme, eğitim, taktik ve malzeme yönünden çok büyük gelişmeler kazandığı halde Osmanlı ordusunun geleneksel yöntemleriyle çağın gerisinde kaldığı ortaya çıkmıştı.

Birinci Viyana Kuşatmasında olduğu gibi, bu seferde de Osmanlı ordusunun büyük toplan yoktu. Havan toplanyla yapılan atışlarda şehir içinde yangın çıktı.

Barut depolan ateş alacağı sırada ateş söndürüldü. Artık Osmanlı ordusunda yiyecek sıkıntısı başlamıştı. Yemsizlik yüzünden ordudaki hayvanlar da ölüyordu. Jan Sobieski kumandasındaki yardım kuvvetleri Tuna’ya ulaşınca Tuna köprüsünün güvenliğiyle görevlendirilen Kırım ham Murad Giray Kara Mustafa Paşa’ya duyduğu kin yüzünden düşmanın nehri geçmesine göz yumdu. Budin beylerbeyi İbrahim Paşa'nın Jan Sobieski’ye yenilmesi, vezir San Hüseyin Paşa kuvvetlerinin dağılması ve Kırım kuvvetlerinin yardıma gelmemeleri yüzünden Osmanlı ordusu büyük bir bozguna uğradı. Bütün bu olumsuz şartlann bir araya gelmesiyle Osmanlılar İkinci Viyana Kuşatmasından yenilgiyle çıkmış, bu durum da Osmanlı Devletini adım adım parçalayacak olan Karlofça Antlaşmasının (1699) imzalanmasına yol açmıştı.

Alman Halk Şarkıları

Tarihî halk şarkıları, bizlere en eski tarihi aktarırlar. Kuşaktan kuşağa geçer, arşivlerde tozlanıp küflenmezler. Zamanla tarihsel gerçekliklerini yitirip saf nazıma dönüşmüşlerdir. Ancak bu her zaman böyle olmamıştır: Homerus’un destanları veya Almanların kahramanlık destanı Nibelungenlied bizlere değerli bilgiler aktarır.

Alman şarkı geleneğinin tarihsel gelişimi, Erken Ortaçağ dönemine rastlar; edebî gelişimi ise 1150’lerde başlar ve basit toplumsal olayları ele alır. Şarkılarda işlenen konular, dans, iş, ölüm ve aşktır.

Almancadaki “Volkslied” kavramı Herder’e aittir; Herder, İngilizce’deki “popular song” kavramına dayanarak 1771’de önce “Populârlied”i, 1773’te ise onun yerine “Volkslied” kavramım kullanmıştır. Herder’e göre, halk şarkılarının gruplandınlmasında esas alınması gereken, şarkıların halktan gelmelerinden ve anonim olmalarından çok, onların doğrudan duygunun ve ruhun gerçek ifadesi olmalarıdır. Romantizm döneminde ise Herder’in düşüncesinden farklı olarak halkın kendisi ozan olarak görülür.

“Tarihî Halk Şarkısı” {Historisches Volkslied) kavramım Helene Patrias çok doğru bulmaz, çünkü “tarihî” bir olay şarkıyı oluşturmaz, tersine güncel olaylar üzerine şarkılar söylenir.  Irma Hift de Hartmann'ın kullandığı “zaman şiiri” {Zeitgedicht') kavramım daha doğru bulur.

Tarihî kaynaklar, belgeler, kronikler, paralar ve buna benzer “ürünler” bize tam olarak o renkli tabloyu veremez. Buna karşın halk şarkısının tüm sözlerinde “halkın akıcı yaşamı” dile getirilir. Tarihî halk şarkısı özellikle bir tanık tarafından aktarıldığı zaman doğrudan anlatımı nedeniyle önem taşır. Yalnız bu “olayların merkezinde bulunma” özelliği aynı zamanda olumsuz bir özelliği de beraberinde getirir: Gerçek dışı olaylar, eksiklikler ve bazen de hatalar bulunur. Patrias’a göre şarkıların tarihsel doğruluklarına eleştiriyle yaklaşılmalıdır.

Irma Hift’e göre, halk şarkıları “nesnel, taraflı (parteiisch), güvenilmez”dirler ve olayları aksettirmelerinde bir keyfiyet söz konusudur; ama aynı zamanda olayların ruhunu yansıtırlar.  Tarihî halk şarkılarının tarih açısından değeri, olayların gerçeğe uygun bir şekilde ifade edilmesiyle değil, aksine halka yansıması, halkın düşüncesi ve ruh haliyle ölçülür.

Tarihî halk şarkıları, halkı etkilemeye ve yeni olayları aktarmaya yarar ve haberlerin yayılmasında etkili bir türdür. Tarihte halk şarkısının üstlendiği görevi günümüzde basm ve radyo üstlenmiş durumdadır.  Tarihî halk şarkısı, halk için bir haber kaynağıydı. Bir örnek verecek olursak, Osmanlılarla Avrupa’nın çeşitli devletleri arasında süre gelen savaşlar hakkında en son haberler bu yolla halka aktarılıyordu. Böylece halk yönlendiriliyordu. Halkın yönlendirilmesi politik amaç taşımaktaydı. Bu konuya çalışmada yer yer değineceğiz.

Tarihî halk şarkıları zamana bağlıdır (zeitgebunden); halk şarkıları gibi halkın belleğinde yer ederler. Farkları ise, hemen hemen hiçbir nazımsal değer taşımamalarıdır. Bizler için onların yararı kültürel ve tarihî yöndendir; bir aynadan bakar gibi geçmişe göz atmayı mümkün kılarlar.  Bazı şarkılarda hâlâ olaylarla dolu yılların nabzı atmaktadır; örneğin “Prinz Eugen” adlı şarkıda olduğu gibi.

Halk şarkılarının kuşaktan kuşağa aktarılması üç türlü olmuştur: Sözlü, yazılı ve basılı olarak. Sözlü aktarım en dolaysız ve canlı olanı olduğu halde araştırılması oldukça da zordur. Zaman içinde halkın belleği zayıflar, “olayı yaşayanlar” artık hayatta değildir. Daha sonra gelen nesiller aktarılan hâzinenin yalnızca bir bölümünü bilirler. Bu nedenle araştırmacının çok sabırlı olması gerekmektedir. Yazılı kaynaklar ise çoğunlukla gayretli kişilerin birlikte yazması sonucunda oluşur; zevk ve olayları hatırlama amacıyla yazılmışlardır. Şarkı el yazmaları içerik bakımından sözlü ve basılı kaynaklardan farklılık gösterir. Bunun nedeni ya katibin (Schreiber) belleğinin zayıflamış olmasından ya da kaynakların çeşitlilik göstermesinden ileri gelmektedir. En zengin materyali eski baskılar, yani propaganda amaçlı el ilanları oluşturur. El ilanları gravürlü veya tahta oymalıdır ve iddialı başlıklarıyla dikkat çekerler.

Eskiden meydana gelen günlük olaylar toplumsal bir ortam içerisinde paylaşılıyordu. Nitekim meyhanelerde, konaklarda, esnaf loncalarında, pazar ve sokaklarda her tabakadan insan bir araya geliyor ve “haber” veya “baş yazı”lardan oluşan bu şarkılar okunup söyleniyordu. Söz konusu “haberi” duymamış olanlar, onu gün boyu ezberleyip daha sonra komşusuna aktarıyordu. Bilgiye karşı açlık ve merak bu şarkıların yayılmasına katkıda bulunuyordu.

Tarihî halk şarkılarının ortaya çıktığı döneme göz atacak olursak onların gezgin ozanlar (fahrende Sänger) tarafından söylendiğini görürüz. Bir de askerlerin (Landsknecht) başlarından geçen olayları o günlerde bilinen bir melodi eşliğinde uygun kafiyeyle yeniden dile getirdiklerini bilmekteyiz. Şarkının sonunda bu ozanların ya adlan, ya da “freier landsknechf' ve “reuter” (atlı) tabirleri lakap olarak geçiyordu. Tarihî halk şarkılan satıcılar ve atlılar tarafindan ülkenin her yanma taşmıyordu. Aynca şarkılan kaleme alanlar din adamlanydı. Şarkılardaki dinî sözler, birden fazla olay, yabancı (özellikle Latince) ifadeler, Gelehrtendichtung türünün özelliklerini gösterir.

Tarihî halk şarkılarında genel olarak doğa tasvirleri, prenslere ve kahramanlara hayranlık duyma, derin bir dindarlık ve Türklerle Fransızlara karşı yok edici bir nefret hakimdir.  Genel olarak bu şarkıların amacı, politik bir etki sağlamaktan çok, büyük kahramanlardan ve onlarm yaptıklarından söz etmektir. Gerçeklerle ilintisi pek azdır, çünkü olaylar tek yönlü ele alınmıştır.  Tarihî halk şarkılarına baktığımızda yaygınlık kazanmalarım sağlayan ve dinleyicileri harekete geçiren özelliklerini görürüz. Bu özellikler bugün de geçerlidir ve şu kriterlere dayanırlar: İfade edilendeki anlam açıklığı, basitleştirme, genelleştirme, tekrarlama ve tezat {Antithetik). Dinleyicileri motive etmek ve onlarm ilgisini çekmek için amacıyla ozan, o günlerde yaygm olarak bilinen bir giriş yapardı: “Neşeyle şarkı söylerim”... {Frölich so will ich singen ...), “Dinleyin sevgili Hıristiyanlar” “Hört zu ihr lieben Christen..).”

Tarihî halk şarkıları 16. yüzyılın başlarında etkisini yitirmeye başlarken onun yerine güncel olayları işleyen ve haber şarkısı {Zeitungslied) adını verdiğimiz şarkı türü yaygınlık kazanır.  Bu şarkılarda söz yazarı {Liedermacher) “en güncel” bulduğu ama, kendisinin yaşamadığı bir olayı anlatır. Bu şarkıların giriş kısımları tarihî halk şarkılarındaki gibidir? “Şimdi dinleyin ey Hıristiyanlar” {Nun hört ihr Christen all gar}, “Siz seçilmiş Hıristiyanlar” {İr Christen außerwelef}, Birbirine eşit olan siz Hıristiyanlar” {Ihr Christen all geleiche}, “Dinleyin ey Hıristiyanlar, korkmadan” {Hort zu ir Christen nicht erschreckt}, “Dinleyin ey değerli Hıristiyan halkı” {Vernembt ir werden ehr istenieut}.  16. yüzyılın ortalarında manzum rapor biçiminde olan haber şarkısı, “güncel-doğal” {frisch-natürlich} halk şarkısının yerini almaya başladı.

17. yüzyılda periyodik gazetelerin ortaya çıkmasıyla haber şarkısının değişmesi zorunlu hale gelir ve güncelliğini koruyamayınca, bu defa siyasi olayları rapor etmekten vazgeçip dehşet içeren olayları anlatmakla yetinir.  Haber şarkıları değişik başlıklarla yayınlanmaktaydılar: “Yeni Haber” {newe Zeitung}, “Korkunç Hikaye” {Erschreckliche Geschieht}, “Güzel ve Yeni Tarih Şarkıları” {schöne neue Geschichtlieder} “Gerçek ve Korkunç Yeni Haber” {wahr hofft ige sehröekliehe newe Zeitung}.

Her iki Viyana Kuşatması döneminde kamuoyunun Türklere bakışının çıkış noktası, giderek artan bilgi edinme ihtiyacıydı. Bu ihtiyaç, öncelikle Türk-Macar sınırındaki askerî ilişkilere, Türk veya Hıristiyan ordularının önemli kaleleri fethetmelerine, Türkler tarafından fethedilen şehir halkının kaderine ve Türk komutanlarının muharebelerde esir düşmesine kadar’ uzanmaktaydı. Kutsal Roma Alman İmparatorluğunda büyük ilgi uyandırdığı için bu tür haberler “Yeni Haber”

(Newe Zeytung) biçiminde yayılmaktaydı.  “Yeni Haber” olarak adlandırılan tür, anonim kişilerin gözlemlerine göre kaleme alman yazılardır; Zeytung sözcüğü, “haber, rapor” anlamına gelmektedir.

Tarihî halk şarkısını ve haber şarkısını birbirinden ayırt etmek oldukça güçtür. Bunun nedeni onların kapsam, biçim, başlık ve dil yönünden büyük benzerlikler göstermeleridir. Her iki tür de bilinen melodilere göre bestelenmiş ve hemen hemen aynı konulara sahiptir. Farklılıkları, haber şarkısının daha öznel ve genellikle bir partinin organı olmasıdır. Tarihî halk şarkısı ise daha nesnel bir anlatıma sahiptir. İç özelliklerine bakınca tarihî halk şarkısının bir “baş makale, baş yazı” (Leitartikel) niteliğinde, haber şarkısının ise “günün en son haberi” niteliğinde olduğunu görürüz.

Brednich’e göre haber şarkıları ve tarihî şarkılar “olay şarkıları”dır. Aralarındaki farklar şunlardır: Tarihî şarkılarda olay gerçektir, haber şarkılarında ise olay kurgudur. Haber şarkısı üslûp açısından uzun ve ayrıntılı, tarihî şarkılar kısa ve özlüdür.  Brednich çalışmasında tarihî şarkılardan “tarihî olay şarkıları” (Historische Ereignislieder) olarak bahseder ve bu şarkıların diğer politik içerikli eserler gibi etkilemek amacı taşıdığını belirtir: Politik manzum eserler, dünyayı etkileyip onu değiştirmek isterler ve var olanı göstermekle veya açıklamakla yetinmezler. Politik eserleri estetik ölçütlere göre değerlendirmek bir yanılgıdır. Bu eserlere baktığımızda “güzel” olmaları önem taşımaz, onlar günle hatta saatle işbirliği içindedirler.

Otuz Yıl Savaşları (1618-1648), şarkıları melodi ve söz bakımından etkilemiştir. Yeni melodiler oluşmuş, Otuz Yıl Savaşlarından sonra halk şarkılarında melodiden çok metinde değişiklikler olmuştur. Şarkılarda farklı bir vurgu da vardır. Yaşanılan olayların uzun yıllar boyunca süregelmesi nedeniyle, bu olaylar Alman halkının karakterinde bir değişime yol açmıştır: Duyduğu derin güvensizlik insanda güçlü dünyevî hevesler uyandırıyor, çevresindeki korkunç olaylar onu yüksek değerlere karşı duyarsızlaştırıyordu. Bu nedenle bir çok şarkı katı ve hatta kaba duygular uyandıran özellikler gösteriyordu. Diğer yandan da şarkılarda derin bir dindarlık söz konusuydu. O zamanki insanın çift kutuplu ruh hali, öbür dünyaya özlemin yanı sıra, bu dünyada güven bulma ve ayaklarının üzerinde durabilmeyi gerektiriyordu. Ortaçağ ve Geç Ortaçağ döneminin şarkılarından farklı olarak Barok döneminin şarkıları coşkulu ritme, kulağa hoş gelen kafiyelere ve dil kıvraklığına sahipti. Otuz Yıl Savaşlarından önce halk şarkıları bütün sosyal tabakalara hitap etmekteydi; örneğin, Hans Sachs herkesin anlayabileceği şarkılar bestelemekteydi. Buna karşılık Barok şarkısı “bilgili insan’ia (Gebildete) “sıradan insan” (gemeine Mann) arasında bir uçurum yarattı. Bunun nedeni de bazı ozanların metinlerinde çok sayıda yabancı sözcük, Kutsal Kitap’tan alıntılar ve antik Mitolojiden karşılaştırmalar kullanmalarında yatmaktadır. Eski ile yeni şarkı arasındaki fark, bu şarkıların başlıklarından da anlaşılmaktadır: 16. yüzyılın şarkısında kısa bir başlıkla (“Ein new lied vorn Tür eken') yetinilirken, Barok şarkısının başlığı bütün olayı etkili bir şekilde vermeliydi.  Ekteki yirmi dokuz numaralı şarkı buna örnek teşkil eder:

Türckische Prügel-Suppe,

dem verlogenen GOTT MAHOMET, Welche ihme der Tyrannische Gross-Vezier, wegen emphangener Teutscher tichter Ohrfeigen, seines Bernheuterischen Grosssprechens, und flüchtigen Verlusts, hat kochen und anrichten lassen, Mit bedrohung ihme auf ferneres Missrathen, aussbleibenden Sieges, vollend gar todt zu schlagen; Allen tapfferen und grossmüthigen Teutschen, vorgestellet Zu einem Gelächter, einer so armseligen und ohnmächtigen Gottheit

Şarkıların başlıkları 17. yüzyılın sonunda daha uzun ve kelime yönünden daha zengin hale geldiler. Türkler karşısında zafer kazanılması, sayısız zafer ve nida, övgü şarkılarının oluşmasına yol açmıştı. Barok insanı görselliği, tiyatroyu severdi. Şarkılarda da resimli bir anlatım kullandılar; bu durum da şarkıların başlıklarından anlaşılmaktadır: “Türk Hamamı” (Türkische Badstube), “Kalp ve Mide Rahatlatıcısı” (Hertz-und Magenvomitiv) gibi. Bu başlıklar bize Barok insanının betimsel ve aynı zamanda hicivsel özelliğini göstermektedir.  Hiciv şarkılarında üç ezeli düşman işlenir: Türk, Fransız ve Macar kralı Tökeli.

15. yüzyılda matbaanın bulunmasıyla haberlerin çabuk yayılması imkanı doğdu. Haber ulaştırmaya yarayan yazılara Flugblätter, Flugschriften, New e Zeytungen ve Relationen denmekteydi.  Flugblatt kavramı “tek sayfalık el ilam” için kullanılıyordu. Buchmann’a göre Flugblatt (fliegendes Blatt) tek bir sayfadan oluşan bir “el ilanTdır, genellikle folyo boydadır ; 1480-1530 yıllan arasında basılan şarkılarda ağırlıkla kullanılmıştır. Bu kavram Almancaya Fransızca feuille volante sözcüklerinden geçmiştir; feuille “sayfa”, “kağıt yaprağı” anlamına gelir, feuille volante “bir tarafı veya önü ve arkası basılı tek sayfadan oluşan yaprak” anlamım taşır. Lessing 1754 yılında fliegende Bogen, 1773’te flüchtige Blätter kavramlanm kullanır. Romantikler, fliegendes Blatt ve Flugblatt kavramlarım tanıtarak bu kavranılan halk şarkılarıyla ilişkilendirirler.  “Daha uzun olan ilanlar” (Flugschrift) ise iki veya daha fazla sayfadan oluşur, genellikle oktav (sekizli)

boydadır; bu ilanlar 1500’lerden beri derlemelerden oluşan şarkı baskılarında yer

almıştır ve özellikle 1530’lardan 19. yüzyıla kadar etkisini sürdürmüştür.

El ilanlarının satılmasından elde edilen kazanç, şarkıların basılmasında önemli bir rol oynamaktaydı; şarkılar pazarlarda, sokaklarda ve kapı önlerinde el ilanları olarak satılıyordu. El ilanları elden ele dolaşıyor, okunuyor ve not ediliyordu. Herkes okuma yazma bilmediği için gravürler konunun anlaşılmasında yardımcı oluyordu. Kaba anlatım tarzı, Türk korkusunu arttırmaya yarıyordu. Halkın büyük ilgisi, bu ilanları iyi bir ticaret aracı haline getirmişti. Besteci ve matbaacı bu işten kazançlı çıkıyordu. Halk tarafindan sevilen şarkıların yeni baskılan da yapılmaktaydı. Bunlar biriktiriliyor ve zaman içinde şarkı dergileri olarak çıkıyordu. Şarkı söylemenin yanı sıra el ilanlan da halk şarkılarının yayılmasında etkili oldu. Böylece halk şarkılan önce sözel olarak, sonra da el ilanlan aracılığıyla yaygın (volksläufig) hale geldiler.

El ilanlan, 16. yüzyılın dinsel tartışmalannda İngiltere, Fransa ve Almanya’da yaygın olarak kullanıldı. İlk ve en etkili el ilam yazarlanndan biri Martin Luther’di. Onun yazılannda savunduğu düşüncelere sırası geldikçe yer verilecektir.

Türkleri Konu Alan Halk Şarkıları

Alman yazınında “Türk Şarkılan” (Türkenlieder') kavramı ile ifade edilen edebî türün konusu Türklerdir. Bu tür şarkıları bir araya getiren çalışmaların başında,

Liliencron’un Die historischen Volkslieder der Deutschen vom 13. bis 16. Jahrhundert (13. Yüzyıldan 16. Yüzyıla Kadar Almanların Tarihî Halk Şarkıları) (1865) adlı oldukça kapsamlı derlemesi gelmektedir. Bu çalışmayı, kronolojik sırayla Irma Hift’in Historische Volkslieder Flugblätter aus der Zeit der Türkenkriege (Türk Savaşlarına Ait Tarihî Halk Şarkıları ve El İlanları) (1914), Helene Patrias'ın Türkenkriege im Volkslied (Tarihî Halk Şarkılarında Türk Savaşları) (1947), Schmidt’in Historische Volkslieder aus Österreich vom 15. bis zum 19. Jahrhundert (1971), Şenol Özyurt’un Die Türkenlieder und das Türkenbild in der deutschen Volksüberlieferung vom 16. bis zum 20. Jahrhundert (16. Yüzyıldan 20.Yüzyıla Kadar Alman Halk Kaynaklarında Türk Şarkıları Ve Türk İmajı) (1974), ve Bertrand Michael Buchmann’ın Türkenlieder zu den Türkenkriegen und besonders zur zweiten Wiener Türkenbelagerung (Türk Savaşları ve Özellikle Türklerin İkinci Viyana Kuşatması Üzerine Türk Şarkıları) (1983) adlı eserler takip etmektedir.

Türkleri konu alan halk şarkılarında, coğrafi bir sınırlama söz konusu değildir; bunlar İsviçre hariç, Almanca konuşulan bütün bölgelere yayılmıştır. Buchmann’a göre bu şarkılar, dinleyici üzerinde “dolaylı anlatım” özelliğiyle bir epik metinden daha fazla etki sağlayabiliyorlardı.  Tarihî halk şarkıları Nürnberg, Augsburg, Regensburg’da, 16. yüzyılın sonunda da özellikle Prag ve Viyana’da basılmıştır. Bir çok şarkının basım tarihi ve yeri belirtilmemiştir.

yüzyıl tarihî halk şarkısı ağırlıklı olarak şu konuları işlemiştir: Reformasyon, Fransız savaşları ve Türk savaşları. Türkleri konu alan şarkılar, ilk önemli çıkışlarını Mohaç Meydan Muhaberesi (1526) ile Birinci Viyana Kuşatması (1529) arasındaki yıllarda yapmıştır. Bu şarkılarda karakteristik özellik, belirgin bir dost-düşman karşılaştırmasının olmasıdır: “Uysal Hıristiyan” karşısında kadını, erkeği, ayrıca da “ana kamındaki bebeği” bıçaklayan, onları kazığa oturtan “Türk tipi” bulunmaktadır.  “Türk despotluğu” (türkische Tyrannei) ve “Türk tehlikesi” (Türkengefahr) şarkı ve efsanelerde (Sagen) bir “leitmotiv” haline gelmiştir. Önceleri “Türk tehlikesi” küçümsenmişse de daha sonraları Türklerin yapmış olduğu zalimliklere dair haberler abartılı bir şekilde yorumlanmıştır.   

Birinci ve İkinci Viyana Kuşatması Üzerine Yazılmış Alman Halk Şarkıları

Osmanlmın Avrupa’da fetih hareketine girmesi nedeniyle 16. yüzyılın ikinci yansında kaleme alman şarkılar, tarihî-siyasî içerikli şarkılardır (historische- politische Lieder)™ ve propaganda amacı taşırlar, bu nedenle tarihî halk şarkılannı incelerken onların da propaganda amaçlı yazıldıklarım göz önünde tutmak gerekir. Şarkılarda dost-düşman karşıtlığı çok belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu karşıtlıklar sözcüklerin sık sık tekrarlanmasıyla pekiştirilir. Daha sonra değineceğimiz gibi Alman İmparatorluğunu simgeleyen “Kartal” (Adler) ve Türkleri aşağılamak amacıyla “Katil it” (Mörderhund) şarkılarda sık sık kullanılır.

Ekte yer alan bazı Birinci Viyana Kuşatması şarkılann ozanları bilinmektedir, zira ozan şarkıda kendi adını anmaktadır. Bunların içinde Hans Sachs, Christoffel Zell ve Jorg Daypach'ın adlarına rastlamaktayız. İkinci Viyana Kuşatmasını ele alan şarkıların ozanlarından da sadece bazıları bilinmektedir; bu ozanlar değişik statülere sahiptirler, örneğin protestan soylu, katolik din adamı, zanaatkâr vb. Dinleyicileri de farklı sosyal kesimlerdendir.

Birinci Viyana Kuşatması Üzerine Yazılmış Alman Tarihî Halk Şarkıları

Birinci Viyana Kuşatmasının tarihi olan 1529’dan Macaristan siyasetinin dönüm noktası olan 1542 yılına kadar Türkleri konu alan (Türkenlieder) çok sayıda şarkı kaleme alınmıştır.

1529 yılından önce yazılan şarkılarda konular daha genel olarak işlenirken 1529 yılında ve sonrasında kaleme alman şarkılar detaylı birer rapor şeklindedir. Birinci Viyana Kuşatmasıyla ilgili şarkılar, detaylı ve dolaysız anlatımları nedeniyle uzun ve geniş kapsamlıdırlar.  Diğer dikkati çeken bir özellik ise propaganda amaçlı yazıldıklarından bir çok tarihî halk şarkısında Türklerden ağır hakaret içeren sözcüklerle bahsedilmesidir. Bazı şarkılarda farklı konulara değinildiğinden gruplandırmanın konusunda aynı şarkının farklı kategorilerde ele alınabilmesi imkanı doğmaktadır.

Birinci Viyana Kuşatması döneminde yazılmış kuşatma şarkılarım dört başlık altında toplamak mümkündür: Dinî şarkı, çağrı şarkısı, asker şarkısı ve övgü şarkısı. Bu konuda araştırmacılar farklı düşünceleri paylaşmaktadır. Örneğin Özyurt bu şarkılara bir de dünyevî şarkılar başlığı altında savaş ve kuşatma şarkılarını da ekleyerek farklı bir sınıflandırmaya gider, oysa söz konusu şarkıların hepsi Türklerle yapılan savaşlar ve bunun bir sonucu olan kuşatma nedeniyle yazıldıkları için ayrı bir kategoriye sokulmalarına gerek yoktur. Buchmann ise “Türkleri konu alan şarkıları” sekiz başlık altında toplar: Dinî şarkı, çağrı şarkısı, asker şarkısı, haber şarkısı, övgü şarkısı, nida şarkısı, hiciv şarkısı ve diyalekt özelliği taşıyan şarkı. Buchmann, tek tek türleri sınırlandırmanın oldukça zor olduğuna, taşıdıkları özelliklerin tek bir kategori altında toplamanın zorluğuna işaret eder.  Buchmann'ın yaptığı gruplandırma içinde haber şarkısının tek bir kategori oluşturmayacağı inancındayız, çünkü diğer şarkı gruplan da aynı zamanda haber özelliği taşımaktadır. Benzer bir şekilde diğer türlere ait şarkılar aynı zamanda diyalekt özelliği gösterebildikleri için diyalekt özelliği taşıyan şarkıyı da ayn bir kategori olarak ele almak gerekli değildir.

Dinî Şarkı

Birinci Viyana Kuşatmasını ele alan Alman tarihî halk şarkıları arasında dinî şarkılar önemli bir yer tutmaktadır. Bunun nedenlerinden en önemlisi, düşmanları olarak Osmanlıların farklı bir dine mensup olması ve bu yüzden Hıristiyanların kendilerini sürekli tehlikede hissetmeleridir. Aslında 16. yüzyılda Orta Avrupa’da yaşayan insanlar pek çok nedenden ötürü kendilerini tehlikede ve tehdit altında hissetmekteydiler: “Sosyal yaşamda değişiklikler, ayaklanmalar ve kilisedeki ayrı fikirlerin çarpışması, salgın hastalıklar, açlık sorunu, doğal felaketler ve nihayet Türklerin Avrupa önlerine gelmesi” . Farklı bir dine ve kültüre mensup Türklerin Hıristiyan topraklarını tehdit etmeleri, zamanla “Türk korkusu”nun yayılmasına neden olmuştu. Gerber’e göre, 16. yüzyıldaki “Türk korkusu”nun bu denli yoğun olmasının farklı nedenleri vardır. Birincisi, Osmanlınm izlediği genişleme politikasının Batıyı tehdit etmesi ve bunun Kanuni Sultan Süleyman döneminde doruk noktasına ulaşmasıdır. İkincisi, Kilise ve devletin, anti-İslam propagandasıyla bilinçli bir şekilde Türk düşmanlığını şekillendirmesi ve bunu kendi çıkarları için kullanmasıdır. Üçüncüsü ise, matbaa makinasmın, haberlerin yayılmasını sağlayan el ilanlarının basımım kolaylaştırması ve böylece haberlerin ve savaş korkusunun yaygınlaşmasının hızlanmasıdır.

“Türk tehlikesi” Alınanlarda her zaman korkuyu çağrıştırmaktaydı. Türklerin Alman topraklarına saldırması o dönemde bütün hükümdarların kafasını meşgul etmekteydi. Hakim olan düşünce şuydu: Eğer insanlar birlik içinde olurlarsa Hıristiyanlık yenilmez olacaktır. Bu nedenle halka sürekli olarak “Türk tehlikesf’ni hatırlatmak ve bu tehlikeyi abartmak, duyguları “kamçılamak” gerekmekteydi. Bireyin ya asker olarak, ya para, ya da mal yardımlarıyla kendini feda etmesi amaçlanmaktaydı.  12. yüzyıldan beri Türk olgusuyla karşı karşıya kalan Avrupa dünyası, zaman içerisinde kendini tehdit altında bıraktığım düşündüğü Türklere karşı belli bir tavır geliştirmiş ve bu tavrını şarkılarda söze dökmüştü.

Özyurt’un da belirttiği gibi Hıristiyan savaşçıları, Türkleri “zalim ve kana susamış, gaddar ve şeytanî” (grausam und blutdürstig, tyrannisch und teuflisch)  olarak görmüşlerdir. Şarkılarda ise sıkça karşımıza çıkan yakıştırmalar “kanlı it” (Bluthund), “kana susamış it” (blutdürstiger Hund), “Türk iti” (türkischer Hund), “ezelî düşman” (Erbfeind), “despof’tur (Tyrann). Türklerin Birinci Viyana Kuşatmasında (1529) yenilgiye uğramaları dahi “Türk korkusu”nun azalmasında etkili olamamıştır. Çünkü Avusturya, daha doğrusu Habsburg Hanedanlığı, diğer Hıristiyan Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türklerle en fazla temasta bulunan ülkedir.

Habsburg Hanedanlığı evlilikler yoluyla topraklarım genişletmesi sonucunda 16. yüzyılın sonunda gücünün doruğuna çıkarak Osmanlı İmparatorluğu için bir tehdit haline gelmişti. Habsburg İmparatorluğu ülke dışmda batıda Fransa Krallığı ile sınırlanmışken doğuda Osmanlı İmparatorluğu ile arasında bir tampon bölge oluşturan Macaristan topraklarına kadar dayanmıştı. Bu durum ise Habsburg- Osmanlı siyasetini sürekli sıcak tutuyordu. Habsburg Hanedanlığı ülke içinde doğal olarak Osmanlı karşıtı bir siyasî ve askerî propaganda sürdürüyordu. “Birinci Viyana Kuşatması öncesi yapılan siyasî-askerî propagandanın dinî yönden de desteklenmesi gerekiyordu”.  Özyurt’un da vurguladığı gibi Türklerle olan bu ilişkiler sonucunda pek çok dinî içerikli kavram Avusturya’da günlük hayatta kullanılır olmuştu: “Türk çanları” (Türkenglockeri), “Türk vergisi” (Türkensteuer), “Türk sadakası” (Türkenalmoseri), “Türk duası” (Türkengebete), “Türk kardeşliği” (Türkenbruderschaff) vb.

Bu kavramlardan “Türk çanları”nın kullanılma hikayesi şöyle bir yol izlemiştir: Türk tehlikesine karşı çanlar ilk defa Mora Yarımadası Türklerin eline geçtiğinde kullanılmıştır (1456). Öğle arasında bütün kiliselerde çanlar her yarım saate bir üçer kez çalımyordu. Bu çan çalma işlemi sırasında, Türkleri uzaklaştırmak amacıyla Hıristiyan dindarlar dizlerinin üstüne çöküp Paternoster ve Ava Maria dualarını okuyorlardı.    “Türk korkusu” ile başlayan bu uygulama, zamanla alışkanlığa dönüşmüş ve doğal olarak daha sonraki yüzyıllarda çanların her çalmışı, ister Katolik, ister Protestan olsun, Hıristiyanlar tarafından “Türk tehlikesi” kavramıyla bağdaştınlmıştı".

“Türk korkusu”nun yol açtığı bir başka kavram da “Türk vergisi”dir. “Türk vergisi” olarak toplanan paranın Roma’daki kardinallerin cebine girdiğine dair yaygın bir kanı vardı ve halk arasında alay konusu olmuştu. Bu durum hem dindarlan huzursuz ediyor, hem de din adamlarının bu tavnyla alay etmelerine yol açıyordu. Böylece “Türk korkusu” Hıristiyan din adamlarına inançlı kişilerin güvensizlik duygusu beslenmelerine neden oluyordu. Diğer yandan “Türk vergisi”nin çok yüksek olması büyük bir hoşnutsuzluğa da yol açıyordu. Sadece ahali değil, şehir ve prenslikler de bu vergiye şiddetle karşı çıkıyorlardı.

Habsburglular ile Oşmanlılar arasında devam eden sürtüşmeler sonucunda pek çok Habsburg askeri Osmanlı topraklannda esaret altında bulunuyordu. Bu askerlerin durumu Kilisenin gayretleriyle halkta bir merhamet duygusunun ön plana çıkmasına yol açmıştı. Merhamet duygusu ise “Türk sadakası” (Türkenalmosen) adlı bir kavramı da beraberinde getirdi. Kilise tarafından yürütülen propaganda da hem sımr ülkelerden Osmanlı İmparatorluğu topraklarına götürülen, hem de Osmanlı tebaası olarak yaşayan Hıristiyanların “çektikleri acılar”m hafifletilmesi için “para toplanması”nın gerekliliği vurgulanıyordu.  “Türk sadakası” kavramı ile “Türk duası” kavramı iç içeydi. Türkleri yenebilmek için günah çıkarmanın gerekli olduğu konusunda Protestanlar da, Katolikler de hem fikirdi. 1571 yılında Papa IV. Pius

Türkler aleyhine dua edilmesi konusunda bir genelge yayınladı. Aynı yıldan kalan bir dua metninde, “günahkar yaşam biçimleri” ve “dua etmeyi ihmal etmeleri”nden dolayı Hıristiyanlığın Tanrı'nın gazabına uğradığı dile getiriliyordu.

Siyasî ve dinî açılardan Habsburg Hanedanlığının ülke içinde kendini güçlendirmek amacıyla kullandığı başka bir kavram ise “Türk kardeşliğiydi. Bu kavram, aslında Türklere duyulan bir kardeşlik hissi değildi; Almanlar için kullanılıyordu. Osmanlılara esir düşüp zor şartlar altında yaşayan Almanları esaretten kurtarmak amacıyla ortaya çıkmıştı. İlk defa Rhedener Bruderschaftsbuch'fa kullanılmıştı: “Hıristiyanlar, esir düşmüş din kardeşlerini dualarla ve destekle hapishanelerden ve esaretten kurtarmaya gayret etmeli[ydi]ler”. Dünyevî ve ruhanî yönetimin bu uyarısı altında yatan asıl amaç, “Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Hıristiyanların durumlarının abartmak suretiyle Alman topraklarından göçü önlemekti”.  Siyasî tehdidin din ile bağdaştırıldığı bir başka nokta ise Incil’de geçen Kıyamet Gününe dair açıklamalardı. Bu açıklamalarla “siyasi tehdit metafizik bir düzleme çıkarılıyordu”.

Birinci Viyana Kuşatmasını ele alan dinî şarkıların hemen hemen hepsinde, ‘Hıristiyanların Tanrı'ınn buyruklarını yerine getirmedikleri için Tanrı tarafından cezalandırıldıkları’ düşüncesi vurgulanır. Reformasyon-Karşı Reformasyon döneminin bir sonucu olarak ortaya çıkan Protestan ve Katolik mezheplerinin her ikisi de farklı nedenlerden de olsa, Türklerden korkmaları gerektiğini kendi üyelerine aşılamaya çabalıyordu. Rönesans, Hümanizm ve Re formasyonun iç içe geçmiş akımlar olduğu göz önünde bulundurulacak olursa Luther’in politik yazılarıyla döneminin edebî eserleri karşılaştırıldığında, Luther’in yazılarının, daha doğrusu Protestanlannın düşüncelerinin “daha geniş bir kesimi etkilediği görülür”.

Protestan Reform hareketine öncülük eden Martin Luther (1483-1546),

Türkler hakkmdaki düşüncelerini üç yazısında dile getirmiştir: “Vom Kriege wider den Türken” (1528), ‘‘Heerpredigt wider den Türken" (1531), “Vermanung zum Gebet wider den Türken” (1541). Bu yazılardan, özellikle de Birinci Viyana Kuşatmasından bir yıl önce kaleme alınan "Vom Kriege wider den Türken” adlı çalışması, halk şarkılarının üzerinde etkili olmuştur.

“Türklere Karşı Savaşa İlişkin” (“vom Kriege wider den Türken') yazışım

neden kaleme aldığım Luther şöyle açıklar:

“Türklere karşı savaş konusunda yazmamı, insanlarımızı uyarmamı ve cesaretlendirmemi isteyen dostlarımın ve Almanların sayısı çok fazla. Duyduğuma göre, çok sayıda Alman din adamı, halka Türklere karşı savaşılamayacağım, savaşılmaması gerektiğini söylüyormuş. Hatta bu tür insanlar, Almanların sıradan vahşi bir topluluk, yan insan yan şeytan olduğunu söylüyorlar, Türklerin gelmelerini ve bize egemen olmalarım arzuluyorlar. Her türlü kötülüğün benim düşüncelerimden kaynaklandığım söyleyerek günah işliyorlar. Bütün bu karalayıcı ve günahkar savlara karşı, halkın da daha fazla kandırılmasını önlemek ve Türklere karşı savaşılamayacağı savını çürütmek için yazmak zorunlu hale geldi”.

Luther bu yazısının devamında kısaca beş nokta üzerinde durur:

Savaş esrarengiz değil, kaçınılmaz bir yazgıdır.

Savaş tarihin temel yasalarından biridir.

İnanan kişiler dua etmeye çağnlmahdır.

Bütün Hıristiyanlar Hıristiyanlığın temel doğrularını özümsemelidir.

Türk savaşları Kıyamet Gününe ve İsa’nın yeryüzüne geri gelmesine işaret eder.

Luther ve Luther’e özgü düşünceler Almanya topraklarında hızla yayılmaya başlar. Bu durum halk arasında olumlu bir etki yaratır ve zamanla kendini dinî içerikli halk şarkılarında göstermeye başlar.

Özyurt, dinî şarkıları içeriklerine göre şu şekilde gruplandırır:

Türkleri ve Papa’yı Hıristiyanlığı tehdit ettikleri için ezeli düşman olarak betimleyen şarkılar

Halkta nefret duygulan uyandırmak için Türklerin “ahlaksızlığım” betimleyen şarkılar

Türklerin Tanrı tarafından bir ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılar

Hıristiyanlık inancım tehdit eden “Türk despotluğu”nu {Türkische Tyrannei) vurgulayan şarkılar

Türk’ü alay edilen bir figür olarak betimleyen ve bu şekilde Hıristiyanlık inancının düşmanı olan Türklerin başarısızlığını vurgulayan şarkılar

Kraliçe Maria'ınn Mohaç’ta kaybettiği eşi için yaktığı ağıt şarkıları

Hıristiyanlığın birliği için yapılan çağrı

Tanrı’ya ve Meryem Ana’ya yapılan yardım çağrısı

Kutsal Kitap’tan motiflere yer veren şarkılar .

Özyurt yaptığı genel sınıflandırmada çağrı şarkısı için ayrı bir bölüm oluşturmamıştır. Bu nedenle yukarıdaki dinî şarkı sınıflandırmasındaki 7. ve 8. maddelerin çağrı şarkısı bağlamında ele alınmalıdır.

Dinî şarkıları içeriklerine göre üç başlık altında toplamak yerinde olacaktır: “Türklerin Tanrı tarafından bir ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılar” “Türklerin ahlaksızlığım ve despotluğunu vurgulayan şarkılar” “Türkleri ve Paya’yı Hıristiyanlığı tehdit ettikleri için ezeli düşman olarak betimleyen şarkılar

“Türklerin Tanrı Tarafından Bir Ceza Üzerine Gönderildiğini Vurgulayan Şarkılar”:

Bu kategoriye giren şarkıları incelerken sadece “Türklerin Tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmesi” düşüncesini ele almak yeterli değildir. Bu düşüncenin arka planında Hıristiyanların inançlarına sıkı sıkıya bağlı olmamaları, Türklerin Deccal ile eş değer tutulmaları ve ayrıca Hıristiyanların günahları yüzünden Kıyamet Gününün yaklaştığı düşüncesi yer almaktadır.

Luther’in “Vom Kriege wider den Türken” adlı eserinde Hıristiyanların Hıristiyan dininin temel doğrularını özümsemelerini bir görev olarak benimsemeleri gerektiği kanısında olduğu yukarıda belirtilmişti. Nitekim Luther’e göre Türkler “açlık, hastalık ve deprem”den  daha beterdirler ve onların yaptıkları Hıristiyanlık dinine sıkı sıkıya bağlanma noktasında bir “nimet olarak”  görülmelidir, bu nedenle Hıristiyan olarak istiğfar ederek sabretmeyi öğrenmek gerekir. Ona göre rahipler, krallar ve prensler Incil’i inkâr etmişler, çok kan akıtmışlar ve bu nedenle Türkler onlara Tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmiştir; Türklerin yaptığı zorbalık ve soygunculuk yüzünden Tanrı dünyayı cezalandırmaktadır; Tanrı bazen iyiyi, kötüyü kullanarak cezalandırır.

Luther, dolayısıyla Protestan Kilisesinin din adanılan, Türkleri Deccal ve şeytan olarak görüyorlar ve bu nedenle “Kıyamet Günü”nün yaklaştığım ve bununla ilgili ipuçların Kutsal Kitap’ta geçtiğini iddia ediyorlardı. Gerber’in de belirttiği gibi Türk tehdidi, Kutsal Kitap’ta yer alan “dördüncü hayvan” ile ilgili kehanetle ilişkilendiriliyor ve buna bağlı olarak onlann imparatorluğu dördüncü ve nihai imparatorluk olarak yorumlanıyordu.

“Dördüncü Hayvan” veya “Dördüncü Canavar” kavramı Tevrat’taki “Danyal'ın Kitabı”nın 7. Babında geçer. Burada Babil Kralı Belşatsar’ın birinci yılında Danyal Peygamber bir rüya görür. Bu rüyada “göklerin dört yeli büyük denize saldırırlar. Ve denizden, birbirinden farklı dört büyük canavar [çıkar]” (Danyal 7/1-3). Hayvanlardan ilki “aslan”a benzer, ama “kartal kanatlıdır”, İkincisi “ayı”ya benzer, üçüncüsü ise “kaplan”a ve sırtında “dört kuş kanadı” ve “dört başı”vardır. “Dördüncü hayvan korkunç ve ürkünç [...] bir canavar[dır]; ve büyük demir dişleri vardır; yutfar] ve parçal[ar] ve arta kalanı ayaklan ile çiğn[er]; ve kendisinden önceki canavarların hepsinden farklı[dır]” (Danyal 7,7). “Danyal’ın Kitabf'ınn aym Babında bu hayvanlann dört büyük kralı ve onların yönetimindeki dünya krallığını simgelediğine değinilir. Dördüncü krallık “yer üzerinde, bütün krallıklardan farklı olarak bütün yeri yutacak, ve onu çiğneyip parçalayan bir dördüncü krallık olacaktır” (Danyal 7,23). Aynı zamanda bu “dördüncü hayvan”m başındaki on boynuzun arasında “ufak” ve “farklı” bir boynuzun ortaya çıkması ve bu arada üç boynuzun kopması Türklerin Yunan krallığının (Danyal 8/21) hudutları içinde olan Mısır, Yunanistan ve Asya topraklarını ele geçirmesine yorumlayan Luther bu konudaki diğer düşüncelerini şöyle belirtir: “O (Türk) üç boynuzu aldı ve Danyal ona bir başka boynuz vermeyecek. Bu nedenle Türk, Roma İmparatorluğunun hiçbir toprağım kazanmayacaktır. Onun Macaristan ve Avusturya topraklarında yaptıkları en son gürültü ve patırtısı olacaktır”.111  

Lamparter’e göre Luther’in Türklerin gökten gelen bir ateş tarafından yok edileceğini söylemesi “onun hayal gücünün bir ürünü” olamaz, çünkü Danyal Peygamber dördüncü canavarın Tanrı'ınn büyük mahkeme gününde bütün boynuzlarıyla öldürüleceğini ve ateşe atılacağını söylemektedir  ve bu görüş Kıyamet Gününün tasvirinde de görülür:

“Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir; ve yerin dört köşesinde olan devletleri Yecüc ve Mecüc’ü, saptırmak ve onları cenk için bir araya toplamak üzre çıkacaktır; onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar; ve gökten ateş inip onları yedi. Ve onları saptıran İblis, canavarlarla yalancı Peygamberin içinde bulundukları ateş ve kükürt gölüne atıldı” (Yuhanna’nın Vahyi/20/7-10).

Luther’e göre Danyal Peygamberin kehanetinde başka bir “boynuz”dan, yani diğer bir başka devletten söz edilmez. Bu da Türklerin Roma İmparatorluğunun hiçbir ülkesini ele geçiremeyecekleri anlamında yorumlanmıştır. Aslında Türkler ile Kıyamet Gününün aym bağlamda ele alınması Türk Savaşlarıyla ilgili hemen her yazıda karşılaşılan bir konudur.

Ekte sunulan dokuz, on ve on bir numaralı şarkılar Türklerin Tanrı tarafından bir ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılardır.

Dokuz numaralı şarkının ozanı halk şarkılarında pek alışılageldik bir tavır olmamasına rağmen, adından bahseder ve kendini Christoffel Zell olarak tanıtır. Zell şarkısının 32. kıtasında, Hıristiyanların Tanrı’nın sözünü dinlemedikleri, Tanrı’nın buyruklarına göre yaşamadıkları ve kimsenin birbirini sevmediğini bu nedenle de Tanrı tarafından Türkler yoluyla cezalandırıldığım söylemektedir:

Doch kan ichs anders nit verstan, got wil uns mit gestrafet han, dann wir sein wort verschmehen; wir leben nit nach seiner ler, keiner liebet den andren mer, wie wir dann teglich sehen.

(“Bunu başka türlü anlamak mümkün değil, Tanrı, sözünü küçümsediğimiz için bizi cezalandırdı;

Her gün tanık olduğumuz gibi,

Tanrı ’nın buyruklarına göre yaşamıyoruz, artık kimse birbirini sevmiyor”).

Ozanı belli olmayan on numaralı şarkının “o zaman şehrimizi Türk itinden koruduk” dizesinden Birinci Viyana Kuşatmasından sonra yazıldığı anlaşılmaktadır.

kıtasında ozan işledikleri “hatalı davranışlar” nedeniyle Tanrının Türkleri kendilerine bir “ceza” olarak yolladığım vurgular:

Wir haben die Stat zu dyser stund

Behalten vor den Türckischen hiind

Das hab Got lob und eere

Der uns die straff gesendet hart

Von -wegen unser missethat

Herr thu unns den glauben meren.

(“O zaman şehrimizi Türk itinden koruduk

Tanrı’ya şükürler olsun ki.

Hatalı davranışımız yüzünden

Bize bu cezayı yollayan

Tanrım, inancımızı arttır”.)

On bir numaralı şarkı da on numaralı şarkıyla benzerlik gösterir. Şarkının ilk üç kıtasında Hıristiyanların işledikleri günahlar yüzünden cezalandırıldıkları dile getirilir. Şarkının birinci kıtasında ozan, Tanrı'ınn onlara “kollarını ucunda keskin bir bıçak ile uzattığım” belirtir. Tanrı onlara öfkelenmiştir, bundan böyle Tanrı'ınn sözünün dinlenmesi zamanı gelmiştir:

Hort zu jr Christen nicht erschreckt, was ich euch news will singen.

Gott hat sein arm außgestreckt, mit einer scharpffen Idingen. Sein zorn erscheint an manchem ort, mit angst sein wirymbgeben, Achlast vnns hören Gottes wort, Allzeyt auch darnach leben.

(“Korkmadan dinleyin ey Hıristiyanlar, size yeni bir şarkı söylemek isterim. Tanrı kolunu uzatmıştır, keskin bir bıçak ile.

Öfkesini bazı yerde göstermiştir, biz korku içindeyiz, Artık Tanrı'ınn sözünü işitelim, Bundan böyle ona göre yaşayalım”).

İkinci kıtada ozan kendilerini Hıristiyan diye adlandırdıklarım, ama ne zamandır “içki içmenin ve ahlaksızlık etmenin” dikkate alınmadığını, hatta günah olmaktan çıktığı belirtir:

Mit namen seind wir Christen allein, des thuen wir vnns nicht achten. Was macht Gott meer wider sein, seim willen nicht nach trachten. Kein besserung ist das sicht man frey, wer helt sein standt vnnd orden, Got lesterung sauffen vnd buberey. ist yetz kein sündt mer worden.

(“Adımız başlı başına Hıristiyandır, ama bunu hiç dikkate almayız. Tanrı daha fazla neye karşıdır, Onun isteğine göre yaşamamaktan başka. Hiçbir iyileşmenin olmadığı apaçıktır, mevkisini ve mezhebini koruyanın, Dine yaptığı küfür, içki ve ahlaksızlık, artık günah olarak kabul edilmez”).

Şarkının üçüncü kıtasında “kırbaç”tan söz edilir. “Tanrı’nın kırbacı” kavramı sık sık Luther'ın yazılarında da geçer. Luther “vom kriege wider den Türken” adlı yazısmda, Türklerin Tanrı tarafından Hıristiyanlığa bir “kırbaç” olarak gönderildiğine inandığım belirtmektedir.  Ozan belli ki bu kavramı Luther’den almıştır ve “kırbaç” bundan böyle Hıristiyanların kendi kendilerine zarar vermesini önlemek içindir:

Man hat lang gepredigt, gesungen, gsagt, vergeblich vns vermanet.

Gott auch uns vil vnnd offt geplaget, doch vnser seer verschonet.

Nichts weniger für wir vnnsern bracht, drumb ist die rut schon punden, Der Türck kumbtyetzt mit grosser macht, sambt seinen wuettenden hunden.

(“Uzun zaman vaaz verildi, şarkı söylendi, konuşuldu, boşuna uyarıldık.

Tanrı bize fazlaca elem verdi, ama aym zamanda bizi korudu. Kendimiz için bir şey yapamadığımız için kırbaç artık hazır, Türk büyük gücüyle geliyor, bütün öfkeli itleriyle”).

Bir numaralı şarkının son dizelerinde adı geçen kral, Asur kralı Sanherib’dir (705-680). Sanherib’in ordusu, Babil’i istila eden Elam Kralına ve Araplara karşı savaşmıştır. Fakat Sanherib Mısır ordusundan yardım gören düşmanın karşısında gerilemek zorunda kalmıştır. Babil’de ayaklanmalar baş gösterince şehir ateşe verilmiş ve bataklık haline sokulmuştur. 687’de Sanherib oğlu Asarhaddon’u Babil’e vali yaparak şehri yeniden kurmuştur, ama Asur ayaklanmış ve Sanherib 680’de öldürülmüştür.

als dem könig Senacherib,

den dein hand von deim volk abtrib

(“İnayetini halkından esirgemene neden olan Kral Sanherib”)

Ninova veya Ninive olarak bilinen yer, Asur krallığının başkentiydi. On bir numaralı şarkıdaki der Kunig zu Niniue Ninova’nın kralıyla birinci şarkıda anılan kral Sanherib aynı kişilerdir. Ninova şehri, Sanherib’in bir saray, surlar ve kanallar inşa ettirmesinden sonra en parlak dönemini yaşamıştır. MÖ 612’de Asur hakimiyetinin çökmesi sırasındaki yıkılışı, İsrail peygamberleri tarafından sevinçle karşılanmıştır. Önceki şarkıda da belirttiğimiz gibi Babil’de ayaklanmalar baş gösterince şehir yakılmış, bu nedenle Ninova kralı Sanherib, şehrin “küllerinin içinde kalakalmıştır.”

der Kunig zu Niniue ist selbs in aschen gesessen

(“Ninova kralı

küllerin içinde kalakalmıştır”).

Luther bir duanın girişinde Tanrı’ya şöyle seslenir:

“Yüce Tanrım, sen şeytana, Papa’ya ve Türk’e karşı günah işlemediğimizi bilirsin. Bu yüzden onların bizi cezalandırmaya da ne hakkı, ne de gücü vardır. Onlar sana karşı günah işlediğimizi, sana karşı geldiğimizi, yanlış öğretiyle hareket ettiğimizi, yalan söylediğimizi, zina, cinayet, hırsızlık, büyü ve tüm kötülükleri sana karşı işleyip işlemediğimizi sormazlar. Şeytan senin yerine geçip Tanrı olmak ister,

Türk senin sevgili oğlun İsa yerine Muhammed’i getirmek ister. Bu yüzden aziz Tanrım, zarar vermek istedikleri yüce adını koru ...”11Ğ

Yukarıda da belirtildiği gibi Türklerden “şeytan” olarak söz edilmesi yalnız dönemin dinî metinlerinde değil, aynı zamanda dinî halk şarkılarında da sıkça rastlanan bir olgu olarak karşımıza çıkar. On bir numaralı şarkının Birinci Viyana Kuşatmasından sırasında kaleme alındığını “Şimdi Türk üçüncü kez gel” dizesinden anlaşılmaktadır. Çünkü Viyana’ya Osmanlı ordusu üç kez saldırıya geçmiştir; ilki 11 Ekim 1529, İkincisi 12 Ekim 1529’da, fakat her iki saldın da başansızhkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine 13 ve 14 Ekim tarihlerinde de üçüncü saldın gerçekleşir. Şarkının altıncı kıtasında Türklere hitap eden ozan çoğul kişi yerine tekil kişiyi kullanarak aynı “şeytan” sözünün tekil kullanımı gibi bir yöntem uygulamıştır: “Türk, içinde şeytan var”.

Nun Türck nun kumb zum drittnmall her, wir wollen dich empfahen.

Vnd wenn der Teuffel inn dir wer, noch soltu vnns verschmähen.

Der Statt soltu nicht gweltig sein, jm landt auch nicht bleyben.

Schiest, stecht vn schlacht mit freuden dreyn, die schelmen zu vertreyben.

(“Şimdi Türk üçüncü kez gel, seni karşılamak isteriz.

Eğer içinde şeytan varsa, daha bizi hor görürsün. Şehre hakim olmayıp ülkede de kalmayacaksın. Neşe içinde vurur, deler ve kılıçtan geçiririz, yerin dibine batası çalan kovmak için”).

Türklerin, dinin icaplannı yerine getirmeyen Hıristiyanların üzerine Tanrı’nın bir cezası olarak gönderildiği belirtilen dinî şarkılarda ozanların üzerinde özellikle

116 Lamparter, s.58-60. durdukları ve Türklerle eş anlamlı olarak kullandıkları kavramlar “şeytan”, “Deccal”ve “kırbaç”tır.

“Türklerin Ahlaksızlığını ve Despotluğunu Vurgulayan Şarkılar”:

El ilam olarak basılan ve başlığı, “Viyana şehrinde her iki tarafta geçenlerin kısaca anlatılması” (Der türkischen belägerung der stat Wien mit handlung beider teil auf das kürzest ordentlich begriffen.') olan bir numaralı şarkının ozanı Hans Sachs’tır. Hans Sachs yazmış olduğu halk şarkılarında genel olarak Türklerin işlediği cinayet, zulüm, ırza geçme, kaçırılma gibi cürüm konularını ele alır. Bu şarkı çok ayrıntılı bir şekilde Birinci Viyana Kuşatmasının seyrinin yanı sıra Türk ve Alman ordularının savaş sırasında halka nasıl davrandıkları konusunda bilgi verir. Osmanlı süvarilerinin acımasızlığı, yollan üzerinde yerleşim alanlarım nasıl tahrip ettikleri ve kadınlan kirletip öldürdükleri belirtilerek vurgulanır:

Da haben die Hussern arg all fleck durchstreift, verwüst, verbrent, weiber undjungfrawen geschendt, wie man noch findet die toten leiber. Auch schnittens auf die schwängern weiber, die kinder auf die spieß sie steckten und sie auf gen dem himmel reckten, darob eim christenmenschen grauset.

(“O zaman süvariler acımasızca geçtikleri yerleri yıkıp yakarak kadınlan ve genç kızlan kirlettiler, ölü bedenleri de bulmak mümkündü”). Aynı zamanda hamile kadınların karmlannı yardılar, çocuklan kazıklara oturtup havaya diktiler, öyle ki bir Hıristiyan dehşete kapılır”).

Çocukların vahşi bir şekilde öldürülmeleri önceki kıtada işlendiği gibi aynı şarkının aşağıdaki dizelerinde tekrar benzer bir şekilde sunulmaktadır. Ozanın amacı, Türklerin sadece askerleri değil, masum çocukları dahi öldürecek kadar “zalim” oldukları fikrini pekiştirmektir:

Die kind sindt man an zäunen stecken, darob einfrom herz möcht erschrecken; die toten knecht sindt man zerschnitten

(“Çocuklar kazıklara geçirilmişti, öyle ki inançlı bir yürek korkuyla irkilir; ölü askerler parçalara ayrılmıştı”).

Başlığı “Türklerin Viyana önlerinde giriştikleri despotça eylem” (Ein tyrannische that der Türken vor Wien begangen) olan iki numaralı şarkı, başlığından da anlaşılacağı üzere, Türklerin olumsuz davranışlarından bahseder. Şarkının ilk kıtasında Türklerin “zalim” davranışları anlatılmaktadır:

Vernembt ein tyrannische that, so der arg Türk hat, märk und dörfer grausam durch streiften, weib, man und kind zu tod gestochen.

(“Kötü Türk’ün despotça eylemini duyun. Pazar ve köyleri ezip geçerek kadın, erkek ve çocukları kılıçtan geçirdiler”)

İki numaralı şarkıdan bir başka örnekse:

Alsdenn wöll er seinen gewalt erzeigen scharpf an jung und alt und beid erwürgen man und weib und auch die kind im muterleib, die stat zu lauterm aschen brennen und schleifen gleich einem dreschtennen, das land verbergen und verderben, vich unde leut am schwert ersterben.

(“Şiddetini genç ve yaşlı üzerinde sertçe uygulamak, hem erkek, hem kadını, hatta ana karnındaki bebeği de boğmak ister; şehri kül oluncaya kadar yakıp bir harman yerine çevirmek, ülkeyi yıkmak, mahvetmek, insan ve hayvanlan kılıçtan geçirmek ister”.)

Ekteki altı numaralı şarkının otuz ikinci kıtasında da yukandaki el ilanında anlatılanlara paralel konulara rastlanmaktadır. Türklerin savaşın on dördüncü gününde Hıristiyan kadınlara yaptıkları zulmü anlatılır:

Was er den selben abend weibsbild zu wegen bracht, mit den selben sie habent schendlich gethon die nacht, darnach die armen frawen hat die thirannisch schar all lebendig zuhawen, der doch ob tausent war.

(“Aynı akşam getirttikleri kadınların gece boyunca ırzına geçtiler, sonra da bu zavallı kadınları despot topluluk vura vura öldürdü, sayıları bini buluyordu”).

Dinî şarkıların pek çoğunda Osmanlı askerleri kadınlara tecavüz eden, despot ve ahlaksız dolayısıyla da acımasız olarak tasvir edilir.

“Türkleri ve Papa’yı Hıristiyanlığı Tehdit Ettikleri İçin Ezeli Düşman

Olarak Betimleyen Şarkılar”:

On iki numaralı şarkı Luther’in Türk Savaşları nedeniyle kaleme aldığı dinî bir şarkıdır ve “İsa’nın ve onun kutsal kilisesinin ezelî iki düşmanı Papa’ya ve Türk’e karşı yazılmış bir çocuk şarkısı” (Ein Kinderlied, zu singen, wider die zween

Ertzfeinde Christi und seiner heiligen Kirchen, den Bapst un Türcke etc.) başlığını

taşır.

Luther bu şarkısında, Türklere ilişkin yazılarından yola çıkarak Papa’nın ve Türklerin Hıristiyanlığın ezelî düşmanlan olduğunu vurgular. Türkleri Hıristiyanlığın ezelî düşmanlan olarak görmesinin nedenlerini ise şöyle açıklar: Türkler esir düşenleri yalmzca memleketlerine sürüklemekle yetinmezler, aynı zamanda onları Hıristiyanlann gerçek inancından koparmaya çalışırlar. Papalık ve Türk egemenliğinin benzerliğini göstermek için Luther şu örneği verir: “Papa, Deccal’ın ruhu (der Geist), Türk ise onun vücududur (der Leib, das Fleisch). Bir insanın ruhu ve vücudu nasıl ayrı düşünülemezse doğru inancın ve ‘saf încil’in bu iki düşmanı da ayn düşünülemez. Türkler, Hıristiyanlığa karşı kılıçlarıyla savaşırken Papa manevî silahlarıyla, diğer bir deyişle, yalan öğretisiyle savaşır”. Luther’in “Papa yalan öğretisiyle savaşır” düşüncesini şarkının h kısmının yedinci kıtasında “Bak Efendim, bu Deccaldir, aklı ve yanlış kurnazlığıyla bir çok dikkatsiz inşam kandırır” sözlerinde ifade bulur:

Gleich -wie der Bapst in der Natur wil etwas haben gut und pur, Das an jm selbst sey keine Sund, also auch diese Leute thuend.

Sich, Herr, das ist der Antichrist, der mit vernunfft und falscher list Viel unachtsamer Leut bethoert und deine arme Kirch zerstoert.

(“Papa doğada bulunduğu gibi iyi ve saf bir şey ister, Kendisinin günah işlediğini düşünmez, aynı zamanda bu kişilerin de yaptıkları günah değildir. Bak Efendim, bu Deccaldir, aklı ve yanlış kurnazlığıyla bir çok dikkatsiz insanı kandırır ve senin bedbaht Kiliseni yıkar”).

Ekte yer alan ve bir el ilanı olarak basılan yedi numaralı şarkının başlığı şöyledir:

“Ein Lied gemacht/wie es im Osterlandt ergangen ist/Als man schreybt 1529.Jar/Und ist in dem thon. Es gehet ein fi’ischer sumer daher" (“1529 yılında Avusturya’da geçen olaylar üzerine yazılmış bir şarkı. Güzel bir yaz yaşanmakta”). El ilânında şarkının yanı sıra bir de gravür vardır ve duygu yüklü bir şekilde kadın ve çocuklara yapılan zulümler anlatılmaktadır. Türklerin bol kıyafetleri türban, sakal ve hançeri vardır. Öldürülmüş olan Hıristiyan kadın ve çocuklar çıplak bir şekilde resmedilmiştir. Resmin arka planında bir Türk, elinde hançeriyle bir çocuğu kesmek üzeredir; bu motif “Beytlehem çocuk cinayetleri”nden alınıp Türkleri konu alan el ilanlarına aktarılmıştır.  “Beytlehem’in çocuk cinayetleri” ifadesi Matta’nın Kitabının ikinci Babında geçer. Yeruşalim’e gelen müneccimler Yahudi 'kralı Hirodes’e “[...] doğan zat nerededir? Çünkü onun yıldızım şarkta gördük, ve ona secde kılmaya geldik” derler. Bunun üzerine telaşa düşen kral görevlendirdiği müneccimlerin onun çocuğu bulma isteğini yerine getirmemeleri üzerine Beytlehem’de ve bütün sınırları içinde, müneccimlerden iyice öğrendiğine göre, iki yaşındaki ve daha aşağı bütün erkek çocukları öldür [tür]” (Matta, 2/1-16).

Metnin üçüncü kıtasında Birinci Viyana Kuşatması öncesi gerçekleşen Macaristan seferi ve Budin’in ele geçirilmesi konusuna değinilir. Şarkıda dindar askerlerden (frumen lantzknechte) “yılmaz” (unverzagt) olmaları istenmektedir. Diğer yandan yine Türklerin acımasızlığı söz konusu edilmektedir:

Das Ungarnland hat er genummen ein, den Christen thet er große pein, er hat man und weib erstochen, dazu das kindlein in muterleib, Got lest es nicht ungerochen, ja gerochen.

(“Macaristan’ı kuşattı, Hıristiyanlara büyük elem verdi.

Kadım ve erkeği kılıcıyla öldürdü, aym zamanda ana kamındaki bebeği de.

Tanrı bunu cezasız bırakmaz, evet bırakmaz”)

Aynı şarkının sekizinci kıtasında ozan “Avusturya topraklarında büyük bir tehlikenin baş gösterdiğini vurgular ve kadınların ne şekilde öldürüldüğünü anlatır:

Im Wiener Land hubs sich groß not. davon lag manches weibspild tot. zerstochen und zerhawen.

etliche warn geschnyten auf, großer jamer must mir schawen

(“Viyana topraklarında büyük bir tehlike baş gösterdi.

Bazı kadınlar deşilmiş veya parçalanmıştı, bazısı da ortadan yarılmıştı.

Bu büyük eleme tanık oldum”).

Dokuz numaralı şarkının 29. ve 30. kıtalarında Viyana halkına, çoluk çocuk denilmeden zulmedildiği anlatılır:

Vil leut sie auch erwürget han, die zal ich euch nit nennen kan, sie waren im eilende, stet, markt, dürfer wurden verbrent, manch fraw undjungfraw ward geschendt so gar an manchem ende.

Da ward geweinet und geklagt, das frumme volk ward gar verjaget, die kinder auch zerryßen, und was ihn nicht entfliehen kund, das würgten sie do zu der stund, des hand sie sich geflßen.

(“Size sayılarını söyleyemeyeceğim kadar çok kişiyi boğdular, insanlar sefalet içindeydi.

Şehir, köyler ve pazarlar yakıldı.

Bazı kadınlar ve genç kızlar kirletildi, hatta bazısı da katledildi.

İnsanlar ağlaşıp yakındılar, dindar halk kovuldu.

Çocukları da parçaladılar.

Kaçamayanları anında boğdular Böylece yayıldılar”).

Robertson, “Geschichte Karls P” adlı eserinde araştırmacı Barth'ın Türklerin zalimliklerinin her ne kadar abartılı bir şekilde anlatıldığım belirtse de, Hıristiyan dünyasının İslam dünyasına göre çok daha zalim olduğunun altım çizdiğinden bahseder. Koyu bir Katolik olan Habsburg İmparatoru V. Kari, Tunus şehrini ateşe verdirmiştir, otuz bin inşam öldürtmüş ve on binini de esir aldırtmıştır. “Hıristiyan imparatoru”unun fethedilen Müslüman Tunus’ta uyguladığı zulüm ile, içinde Hıristiyanların da yaşadığı Bağdat’ın Osmanlı veziri İbrahim Paşa tarafından insanca yönetimi karşılaştırılır ve Hıristiyanların Osmanlılardan daha zalim olduğu vurgulanır.

Luther’e göre, hor görme, küfür ve zulüm, İncil’e karşı işlenen suçların başında gelmektedir. Açgözlülük ve cimrilik, vurgunculuk ve kazanma hırsı, halkı zehirlemektedir. Uşaklar, hizmetçiler ve işçiler, işverenlerine karşı sadakatsizlik içindedir ve hırsızlık yapmaktadır. Luther, Alman topraklarında Incil’i (Evangelium) hor görenlerin ve ayaklarının altına alanların mevcut olduğunu ve bu kişilerin yaptıklarının Türklerin düşmanlıklarından daha beter olduğunu şu şekilde dile getirir:

“Wir sind wol zornig und böse auff den Türcken, als das er Erbfeind der Christlichen Kirche sey und wollen die Kirche Christi wider in schützen und verfechten. Und sehen nicht, das wir viel ergere, grimmigere Feinde des Herrn Christi sind, denn die Türcken, denn wir heutigs tages Christum auch creutzigen, speien im ins angesicht, treten seine Sacrament mit füßen und besuddeln unsere hende mit der Christen blute’’.

(“Bizler Türklere karşı çok kızgınız, çünkü onlar kilisenin ezeli düşmanıdır ve biz kiliseyi Türklere karşı korumak isteriz. Fakat İsa'nın düşmanı olan Türklerden daha kötü düşmanlar olduğunu görmemekteyiz, çünkü biz bugün İsa’yı haça gerip onun suretine tükürüp dinî ayinlerini ayaklar altına alıyor ve ellerimizi Hıristiyan kanıyla kirletiyoruz”).

Çağrı Şarkısı

Daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi, Türk savaşları boyunca da “propaganda şairleri” {Auftragsdichter} yapıtlarını ‘sanat’ yapmak amacıyla değil, halkı etkilemek, “savaşma ve kendini feda etme duygulan” uyandırmak amacıyla yazarlardı. “Edebiyat çevresinden olmayan kişiler”, örneğin prensler veya maarifperverler, bu ozanlan yazmakla görevlendirirlerdi ve maddi desteği vermeleriyle eser ortaya çıkardı.

Özyurt çalışmasında çağn şarkısını din içerikli şarkılann içinde ele alır ve daha önce değinildiği gibi “Hıristiyanlığın birliği için yapılan çağn şarkısı” (7. numaralı din içerikli şarkı) ve “Tanrı’ya ve Meryem Ana’ya yapılan yardım çağrısı şarkısı” olmak üzere iki ayrı türden söz eder. Oysa halk şarkılan içinde yer alan çağn şarkıları hem dinî, hem de dünyevî özellikler taşır, çünkü çağn yalmz dindarlara değil, aynı zamanda asker ile yöneticilere de yöneliktir. Bu nedenle çağn şarkısını, “dünya içerikli çağrı şarkısı” ve “din içerikli çağn şarkısı” diye ayırmamız daha uygundur.

“Dünya İçerikli Çağrı Şarkısı'

Bu şarkılar, bir yandan halka, bir yandan askerlere, diğer yandan da yönetici mevkilerdeki soylulara yöneliktir.

Üç numaralı şarkı, hem çağrı, hem de dinî şarkıya bir örnektir. Ozan, şarkının hemen başında soylulara seslenir: Wacht auf, wacht auf, ir fürsten gut (“Uyanın, uyanın ey prensler”). Prenslerin, Hıristiyanlığın ezelî düşmanı Türklerden “Hıristiyan kanını kurtari'ınalannı ister:

Wacht auf, wacht auf, ir fürsten gut, thut frölich zamen springen, auf daß ir rett das christlich blut, euch wirt nit misselingen wyder den feind der Christenheit, den Türken ich da meine, sein hochmut wirt im werden leid, sein gwalt wirt im auch kleine.

(“Uyanın, uyanın, siz iyi prensler, neşe içinde harekete geçin, öyle ki Hıristiyan kanını kurtarırsınız başarısızlığa uğramazsınız Hıristiyanların düşmanına karşı, Türk’ü kastederim, Kibiri yüzünden pişmanlık duyacak, gücü azalacak”).

Bu şarkının beşinci kıtasında da ozan, imparatora yardım çağrısında bulunur: Wach auf wach auf du edle kron" (“Uyan, uyan ey asil taç”). Bu şarkıda Kutsal Roma-Germen İmparatoru V. Karl’a seslenen ozan, imparatorun Macaristan kralı olan kardeşi I. Ferdinand’a yardım etmesini diler, çünkü Macaristan’ın büyük bölümü Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altındadır.

Karle du keiser werde, mit deiner hilfsoltu beiston in sorg und großer bschwerde deim bruder könig Ferdinand, daheim soltu nit bleiben, der Türk der ligt im in dem land, den hilf im dannen treiben.

(“Sen değerli kayzerimiz Karl, yardımlarınla kardeşin kral Ferdinanden, ki o umutsuzluk ve çaresizlik içindedir, yanında olacaksın, kendi memleketinde kalmayasın, Türk o ülkededir, onu oradan kovmaksın”).

Şarkının devamında ozan asıl görevi ülkenin yönetimi ve Kutsal Roma İmparatoru olarak V. Karl’a aslında “esas görevi”nin Hıristiyanlığı Türklerden koruması olduğunu hatırlatır ve onun bu görevi yerine getirmesini ister:

Auch ist dir sonderlich bevolhn die Christenheit gemeine, derhalb daß du bist unverholn römischer heiser reine, darumb soltu zu aller stund mit macht, sinn und auch witzen vor dem schnöden türkischen hund die Christenheit bschützen.

(“Aynı zamanda Hıristiyan halkını korumak esas görevindir, çünkü sen açıkça Roma Kayserisin, bu nedenle her an, gücün, akim ve zekânla Hıristiyanlığı kibirli Türk itinden korumalısın”).

On numaralı şarkı da yukandakilerle benzerlik gösterir. Şarkımn 28. kıtasında kuşatmayı başından sonuna kadar yaşayan ozan, dünyevi yöneticilere, yani krala ve prenslere seslenir; onlardan “cesaretlerini toplamalarını” ister:

Ir Künig und Fürsten nemet zu mut Un wie der Türck das Christen plutt Tyrannisch thut vergiessen Ermordet hat er weyb unnd kind Und die gleich sein gefangen seind Die thut zu leben verdryssen.

[•••]

Der uns das Lyed vorn newem sang

Er was beym endt und anfang

Er hatts sol wol gesungen

Im tat geschehen noch kain laydt

Des danckt er Gott in ewigkait Dz im ist gelungen.

Wer Got vertrawt/üsst wol gepawt.

(“Siz kral ve prensler cesaretinizi toplayın, Türk’ün, Hıristiyanların kanını nasıl despotça döktüğünü görün.kadın ve çocukları öldürdüve esaretine aldıklarının hayatını kararttı”).

[...]

(“Bu şarkıyı bize yeniden söyleyen baştan sona kadar vardı o bunu çok iyi söyledi ona hiçbir zarar gelmedi bu nedenle Tanrı’ya ebediyen müteşekkir bunun üstesinden geldi.

Tanrı’ya güvenen/güvendedir”).

On bir numaralı şarkının beşinci kıtasında ozan bu kez soyluları değil, halkı savaşmaya çağırır. Kuşatmanın kendileri için iyi sonuçlanacağı umudu içinde olan ozan tahkimat ve silahlanma yönünden iyi hazırlanmış olduklarım düşünmektedir:

Her her jr Burger drauff vnd dran, mit puchssen vnnd Helleparten.

Wir haben noch manchen künnen man, des Türcken woll wir warten.

Der grabn ist weyt vnnd hoch der wal, polwerck vnd gutte mauren, Groß gschütz haben wir on zal o Wien du solst nit trauren.

(“Haydi, haydi vatandaşlar, tüfekler ve silahlarla.

Hâlâ bazı cesur adamımız var, Türk’ü bekleyelim.

Hendek geniş ve sur yüksektir, burç ve sağlam duvarlar, sayısız büyük silahımız var, ey Viyana yas tutma”).

Dünya İçerikli Çağrı Şarkılarında ozanlar halka, askerler ve yönetici asiller ile düşmana, yani Türklere karşı savaşmaları için çağrıda bulunur. Ozanlar açısından burada halka büyük görev düşer, çünkü onlar çok önemlidir; bu nedenden dolayı da askerlere destek olmalıdırlar.

“Din İçerikli Çağrı Şarkısı”

“Din içerikli çağrı şarkısı”m “Hıristiyanlara yakarış içerikli çağrı şarkısı” ve “Tanrı’ya yakarış içerikli çağrı şarkısı” diye ikiye ayırmamız yerinde olacaktır:

“Hıristiyanlara Yakarış İçerikli Çağrı Şarkısı”

Bu şarkılarda bütün Hıristiyanlara çağrıda bulunulur. Çağımın amacı halk, asil gözetmeksizin Hıristiyanların birliği ve bütünlüğüdür.

Ekteki üç numaralı şarkının on ikinci kıtası Hıristiyanlara yakarış içeriklidir. Şarkı Birinci Viyana Kuşatmasından önce Türk tehlikesi baş gösterince kaleme alınmıştır. Ozan bu şarkıda Hıristiyanları “gerçek Tanrı aşkına” birbirlerini hor görmeden “bir” olmaya davet etmektedir. Bu dertten kurtuluşun birlikten doğan güç ile Türklere saldırmaktan geçtiği kanısındadır:

Und wo ir nit wert einig sein in warer gottesliebe und auch sein klares wort so rein halten in steter uebe, eins das ander verachten thon, wie mag euch dann gelingen? darum ruft got einhellig an, thut auf den Türken tringen.

(“Gerçek Tanrı aşkı ve

Onun açık sözlerini daima yerine getirme konulannda birlik içinde olamazsanız, birbirinizi hor görürseniz, o zaman nasıl başarılı olursunuz? Bu nedenle Tanrı’ya yakarın, Türk’e saldırın”)

Ozan şarkının on altıncı kıtasında “iyi” ve “dindar” diye nitelediği Avusturya askerlerine çağrıda bulunur. Onlara “küfür”, “kötülük”, “ahlaksızlık” ve “düzenbazhk”tan uzak durdukları takdirde Tanrı'nın merhametli olacağı söylenir:

Last euch, ir frumen lanzknecht gut, von fluchen und von schweren, so helt euch got in seiner hüt, das glück wirt er euch meren, der hurerei thut müßig stan, das spil laß unterwegen, so wirt es euch ganz wol ergan, got wirt selbs ewer pflegen.

(“Siz iyi ve dindar askerler, küfürden ve kötülükten uzak durun, o zaman Tanrı sizi korur, şansınızı arttırır, ahlaksızlıktan ve oyundan uzak durun, böylece işleriniz iyi gidecek Tanrı size kol kanat gerecek”).

Dört numaralı şarkı da Birinci Viyana Kuşatması öncesi kaleme alınmıştır.

Osmanlı ordusunun ne denli güçlü olduğu, “üç yüz bin”i aşan bir asker sayısıyla yola çıktığı ozan tarafından bilinmektedir. Bu nedenle ozan, Hıristiyanların Türklerin Viyana kapılarına dayanmasına az kaldığı konusunda uyanıp bu gerçek karşısında bütün kalpleriyle üzülmelerini ister:

Ir Christen laßts euch zu herzen gan, wie sich der Türk hat understan, es ist war und nicht erlogen: er ist drei hundertmal tausend stark für Wien ins veld gezogen.

(“Ey Hiristiyanlar kalbinizle üzülün, Türk’ün işe kalkışmasına,

bu gerçektir ve yalan değil:

üç yüz binden daha fazla bir kuvvetle Viyana’ya sefere çıktı”).

Beş numaralı şarkının ilk kıtasında ozan bütün Hıristiyan din kardeşlerine seslenir. Artık kuşatmanın sona erdiğini, “biz Hıristiyanları yenmesi mümkün olmadı” sözlerinden anlaşılmaktadır.

Ihr Christen all geleiche, merkt auf mit sunderm vleiß, wie es in Österreiche geschechen in scheller weis vom Türken, als er zoche für Wien wohl für die stat; iedoch hat er nit mügen uns Christen übersigen: lob sei dem höchsten got.

(“Ey eşit olan bütün Hıristiyanlar, büyük gayretle dinleyin, Avusturya’da olayların nasıl hızlı bir şekilde geçtiğini, Türk, Viyana şehrine ilerlediğinde; ama biz Hıristiyanları yenmesi mümkün olmadı:

En yüce Efendimiz Tanrı’ya şükürler olsun”).

Hans Sachs tarafından kaleme alman ve “Viyana şehrinin Türklerce kuşatılması” (Die duerckisch pelagerung der stat Wien) başlığım taşıyan altı numaralı şarkı, AvusturyalIlar açısından başarıyla sonuçlanmış kuşatmanın merhaleleri Hıristiyanların dinlemesi için bir çağrıdır :

Ir Christen außerwelet nun höret alt und jung wie euch hie wirt erzelet die schwer belegerung stat Wien in Österreiche Von dem türkischen hund, all stück gar ordenleiche von tag zu tag und stund.

(“Seçilmiş genç ve yaşlı Hıristiyanlar,

Türk iti tarafından, Avusturya’daki Viyana şehrinin ağır kuşatması her olayın usulüne uygun günü gününe ve saati saatine size burada nasıl anlatıldığını şimdi dinleyin”).

Dokuz numaralı şarkı da kuşatmadan sonraya tarihlidir. Burada ozan bütün

Hıristiyanlara seslenir ve onların kazanılan başarılar nedeniyle Tanrı’ya şükretmelerini ister:

Nun hört, ir Christen alle gar, was ich euch sing, des nemet war, mit danksagung zu gotte, der uns liebet zu aller stund, bschützt uns vor dem türkischen hund, hilft uns auß aller note.

(“Dinleyin, ey bütün Hıristiyanlar, size söylediğimi duyumsayın, Tanrı’ya şükranla, O ki bizi daima sevmiştir, bizi Türk itinden korumuş ve her dertten kurtarmıştır”)..

Hıristiyanlara yakanş içerikli çağrı şarkılarında ozanlar, ister kuşatma öncesi, ister kuşatma sonrası olsun Hıristiyanlara çağrıda bulunulur. Kuşatma öncesi şarkılarda Hıristiyanların birliği söz konusuyken, kuşatma sonrası şarkılarda Hıristiyanların kendi başarılan ve bu başanlann kutlanması söz konusudur.

“Tanrı’ya Yakarış İçerikli Çağrı Şarkısı”

Hıristiyanlar baba (Tanrı)- Ruhülkudüs- Oğlu (İsa) Tanrı ’nın üç ayrı görünümü, belirimi (hipostas) sayarlar ve üçlükte teklik’e inanırlar.  Hıristiyanlığın baba-oğul özbirliği dogması (baba Tanrı’yla oğul İsa’nın aynı özü taşıdığı inancı) bu anlayışın ürünüdür.  Bu nedenle şarkılarda bazen Tanrı’ya, bazen de İsa’ya, dolayısıyla yine Tanrı’ya yakarış vardır.

İki numaralı şarkı İsa’nın Tanrı bağlamında kullandığı şarkılara örnek oluşturur. Şarkının son dizelerinde İsa’ya yakaran ozan Onun halkım Türklerden korumasını istemektedir:

Vor dem behüt uns Jesu Christ, der seines volks ein heiland ist, von dem uns hülfund schütz erwachs!

(“Ondan bizi koru İsa Efendimiz, İsa ki halkı için bir Mesihtir, O bizi yardım ve koruma altma alır!”).

Yedi numaralı şarkının on dördüncü kıtasında ozan Tanrı’ya hem Hıristiyanların yanında olması, hem de onların “neşe içinde” savaşmalarına yardımcı olması için seslenir:

Nun helft mir got trewlich ryfen an, daß er uns Christen bei wöll stan, daß mir frölich mügen fechten;

(“Şimdi Tanrı’ya sadakat ile yakarmamız için yardımcı olun, biz Hıristiyanlann yanında olması için, neşe içinde savaşmamız için”).

On numaralı şarkının girişinde ozan, Türklerle savaşırken daima yanlannda olması için Tanrı’dan yardım dilemektedir:

Gott wollen wir erstlich ruffen an Er wöll uns allzeit beystand thon So wir mit feynden handlen

Nitt lassen das Christlich plut zergon Als sich der Türck thut und ston den glauben zuuerwandien.

(“Öncelikle Tanrı’ya seslenelim daima yanımızda olması için, Türk, kendi dinine geçilmesi için uğraştığında düşmanla dövüşürken onun Hıristiyan kam akıtılmasına izin vermeyelim”.)

Tanrı’ya yakarış içerikli çağrı şarkılarında ozanlar Hıristiyanların birlik içinde hareket edebilmeleri ve başarılı olabilmeleri için Tanrı’ya, dolayısıyla İsa’ya yakarışta bulunurlar.

Asker Şarkısı

Asker şarkılan seferlerde veya başka vesilelerle askerler tarafından söylenen neşeli ve çoğunlukla da duygusal şarkılardır. Bu şarkılann bir kısmı halk şarkısı, bir kısmı da sanat şarkısı olarak yazılmıştır.  Almanca’da bunlara Soldatenlied (“asker şarkısı” veya Landsknechtlied (“paralı asker şarkısı”) denmekteydi. Aslında asker şarkısı kavramı bir üst kavramdır ve paralı asker şarkısını da kapsar. Almanya’da paralı askerlik kavramı, 15. yüzyıl sonunda İmparator I. Maximilian'ın son döneminde ortaya çıkmıştır. 15.-17. yüzyıllar arasında varlığını gösteren paralı asker şarkısı, askerlerin sevinç ve hüzünlerini ele alır. Askerlerin içinde bulunduğu duygusallık, anlık zevklere düşkünlük ve askerlerin azimlerinin övülmesi, konuları oluşturur.  Ele alman diğer konular ise vatan sevgisi, özlem, askerlerin hayadan, tarihî olaylar ve kişisel deneyimlerin yan yana olmasıdır. Tarihî olaylarla kişisel deneyimlerin yan yana verildiği bir örnek ekteki dört numaralı şarkıdır. Bu şarkının ikinci kıtasında paralı askerlerin Alman İmparatorluğuna Viyana'ınn kurtuluşu için ant içtikleri anlatılır. Şarkının devamında Birinci Viyana Kuşatmasında Alman ordusunu yöneten komutan Kont von Salm anılır. Sekizinci şarkıda da olduğu gibi şarkılarda sık sık Salm’in cesaretinden söz edilir. Salm (1459-1530) savaş meydanında aldığı yara sonucu aynı yıl içinde ölür. Kont Salm'ın askerî yaşamı boyunca karşılaştığı en kayda değer olay, Fransa kralı I. Fransuva’yla Pavia’daki çarpışmadır (1525). Bu çarpışma sırasmda Salm, kralın atmı öldürmeyi başarıp Fransuva’nın yakalanmasına ve Ispanya’da göz altında tutulmasına neden oldu. Salm, Macaristan’ın Buda şehrinde kral Ferdinand'ın ordusunun başmda başkumandan olarak savaştı. Bunu takip eden Birinci Viyana Kuşatması süresince de yine başkumandan olarak ordunun başında bulunup Viyana şehrine büyük yaran oldu.  Bu şarkıda aynca Palatin kontu Phillip von Rhein’in ve askerlerin cesaretinden söz edilir. “Kutsal Roma İmparatorluğu Savaş Gücünün Viyana Şehrindeki Baş Kumandam” (Obrister in der Stadt Wien des Kriegsvolkes des Heiligen Römischen Reiches) olan Palatin Kontu Philipp, ilk ve aynı zamanda da çok azimli bir lider olarak yardımcı birlikleriyle kral Ferdinand'ın huzuruna çıkmıştır.  Şarkının altıncı kıtasında şu sözler geçer:

Die landsknecht schworen dem reiche ein eid: “solt wir uns geben, es wer uns leid!” es sprung ein itzlicher zu seiner hellenparten.

“Wolher, wolher, ir frommen lands- knecht, der Türken wollen wir warten!”

(“Paralı askerler imparatorluğun huzurunda ant içtiler:

“Teslim olmak bize ağır gelir!” Herkes silahına koştu.

“Haydi, haydi, dindar askerler, Türk’ü bekleyelim!”)

Yedi numaralı şarkının on birinci kıtasında Kont von Salm ile Palatin Kontu

Phillip’in cesaretinden söz edilir:

Graf von Salm was auch im spil, pfalzgraf Philip ich euch nennen wil, gar ritterlich thetens fechten, allzeit waren am vordersten dran mit den frummen lanzknechten ja knechten.

(“Kont Salm da işin içindeydi, Kont Phillip’i anmak isterim. Cesurca savaştılar, dindar askerleriyle her zaman ön saflardaydılar”).

Aslında şarkılar genellikle anonimdir. Dört numaralı şarkıda ozan her ne kadar adından bahsetmese de kendini “hür paralı asker” olarak betimler, böylece bu şarkıyı kulaktan duyma bilgilerle değil, savaşı bizzat yaşamış bir asker olarak yazdığını belirtmiş olur:

Der uns disen reien sang, ein freier landsknecht ist ers genant, er hat sol wol gesungen, er ist sich bei den siben veldschlacht ge­west, es hat im nicht mißsgelungen.

(“Bu şarkıyı söyleyenin lakabı hür paralı askerdir, şarkıyı çok uygun bir şekilde söylemiştir, yedi muharebeye de katılmış, başarıyla savaşmıştır”).

Ekteki bir numaralı şarkının ozanı olan Hans Sachs, komutanların ve asillerin adlarından söz ederek onların Viyana’yı sonuna kadar savunmaya hazır olduğunu söyler:

Zuhand do hielten einen rat herren und hauptleut in der stat, herzog Phillipspfalzgraf vom Rein, herr Niclas graf von Salm fein und auch herr Hans graf von Hardeck, ein ritter von Reischach herr Eck und ander herren ungenant, entschlossen sich einig allsant, die stat mit nichten aufzugeben, sonder drinn wagen leib und leben.

(“O anda şehrin ileri gelenleri ve komutanları bir toplantı yaptılar, Palatin kontu Philip von Rhein, saygıdeğer kont Niclas von Salm ve saygıdeğer kont Hans von Hardeck  ve adlan burada anılmayan başka saygıdeğer beyler, hepsi birleşip şehirlerini teslim etmemeye, aksine kalıp hayadan pahasına onu savunmaya karar verdiler”)

Dördüncü bölümün sonunda Türklerin kırk bini atlı (bei vierzig tausent pferden) olmak üzere, toplam üç yüz bin askeri (Auf dremal hundert tausent man) olduğundan, ve Alman ordusunun Türklere karşı ne tür silahlar kullandığından söz edilir: “Büyük toplar, sahra topu, namlusu çok uzun toplar” (mit karthaun, falkonet und schlangen). Türklerin ateş etmede çok hızlı ve iyi olduğu ifade edilir: “Ateş etmede çok hızlı ve çeviktiler” (mit schießen warens geschwind und rund). Almanların asker sayısı Türklerin asker sayısından çok daha azdır: bei zweinzig tausent landsknecht werd, und zwei tausent gerüster pferd.

Dört numaralı şarkının dokuzuncu kıtasında savaşmanın yanı sıra bu askerlerin zevklerine de düşkün olduğu, savaş sırasında içki de içtikleri belirtilir. Bunu fırsat bilen “düşman” tarafı içkilerine zehir katarak onları öldürme yoluna gider:

Guns, Grams sein uns die stet genant,

so zieh wir in das Ungarland, darin thun wir uns tapfer wer en; man mischt uns den kalk wol under den wein, das muß der landsknecht trinken sein.

Damit thun sie uns vergeben, also kumpt mancher landsknecht in Ungerland wol umb sein leben.

(“Bize adlan “Guns, Grams” olarak verilen şehirlere, Macaristan’a sefere çıkıyoruz, buralarda cesurca savaşıyoruz;

şarabımıza zehir kanştınlır, bunu askerler de içer, bu nedenle bazı asker

Macaristan’da hayatım kaybeder”).

Yedi numaralı şarkının ozanı ise kendinden adıyla Jorg Daypach olarak söz eder ve o da Birinci Viyana Kuşatmasında bizzat yer almıştır. Şakının beşinci kıtasında savaş sırasındaki duygularım “huzursuzluk” olarak betimlemektedir:

Tag und nacht hat ’ mir kein ru.

der Türk der setzt uns heftig zu. gut polber thet mir machen, alle, die in der stad gelegen sind, des schympfs möchtens nicht lachen.

(“Gece gündüz huzur bulamam, Türkler bize şiddetle saldırır. Sağlam burçlarımız var.

Şehir önlerinde pusu kuranların,

beddua yüzünden gülecek halleri kalmadı).

Ozan kendisinin ve asker arkadaşlarının neşeli bir birlik beraberlik içinde olması için duacıdır:

Nun helft mir got trewlich ryfen an, daß er uns Christen bei wöll stan, daß mir frölich mügen fechten;

ein guter gesell soll bei dem andern stan, das türkisch heer zu brechen, ja brechen.

(“Şimdi Tanrı’ya yakarmamız için yardımcı olun, biz Hıristiyanların yanında olması için, neşe içinde savaşmamız için;

iyi bir asker diğerinin yanında olmalı,

Türk ordusunu kırabilmek için, kırabilmek için”)

Dokuzuncu şarkının on sekizinci kıtasında da Türklerin savaşmada kullandıkları silahlar hakkında bilgi verilir: mit langen spießen richten an (“uzun mızraklarla zarar verdiler), mit değen gut und partusan (kılıçlar ve kargılarla), mit gschütz und hällenparten (“tüfek ve baltah mızraklarla”).

Birinci Viyana Kuşatması asker şarkılarında görüldüğü üzere tarihî olaylar aktarılırken askerlerin kişisel deneyimlerine, beraber hareket etmeleri gerekliliğine, zevklerine düşkün olmalarına yer verilmektedir.

Övgü Şarkısı

Övgü şarkısı aslında Alman edebiyatına Germen geleneğinden gelen bir türdür ve bir kahramanın yaptıklarını övmek amacıyla doğaçlama olarak söylenir.128 “4. yüzyıldan beri halk şarkılarının yanı sıra sanat şarkıları olarak da”

bkz. Best, s.396.

mevcutturlar.  Kahramanlık şarkıları ile övgü şarkıları arasındaki en önemli fark, kahramanlık şarkılarının belli bir kişinin başarılarını genel anlamda anlatması, övgü şarkısının belli bir kişinin belli bir zaman diliminde kazandığı başarılan övmesidir. Bu şarkı türünün değişmez kahramanlan, krallar, kontlar, prensler ve generallerdir. Söz konusu kişilerin “övgüye layık davranışları ve erdemlerini” anlatır.  Her ne kadar övgü dolu sözler, yalmz bu şarkılarda değil, aynı zamanda asker ve hiciv şarkılarında söz konusuysa da şarkılarda övgü unsuru ikincil bir rol oynar. Sekiz numaralı şarkıda da övgü unsuru ön planda değildir; bu şarkının yalnızca on ikinci kıtasında “tüfekli asker”ler (Büchsenmeister) övülür:

Die püchsenmaister ich doch preis, wer das nit thut, der ist nit weis, ir geschütz thet allzeit treffen; ob in hielt die götlich hand, theten sich an den Türken rechen ja rechen.

(“Tüfekli askerleri överim, bunu yapmayan bilge değildir, onların silahlan daima isabetliydi, sanki Tanrı elini uzatmıştır, Türk’ten öç almak için, almak için”)

Birinci Viyana Kuşatmasını ele alan Alman tarihî halk şarkılannda övgü şarkısı örneklerine nadiren rastlanmaktadır. Bu şarkılarda övgüye layık görülen kişiler Alman yöneticileri ve kahramanlardır.

İkinci Viyana Kuşatması Üzerine Yazılmış Alman Tarihî Halk Şarkıları

Birinci Viyana Kuşatmasıyla karşılaştırıldığında İkinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış halk şarkılarının sayıca daha fazla olduğu ortaya çıkar. Bunun başlıca nedenlerinden biri matbaanın artık 17. yüzyılda iyice yaygınlaşması sonucu insanların okuma ve bilgi edinme ihtiyaçlarının daha önceki yüzyıllara kıyasla oldukça fazla olmasıydı.

İkinci Viyana Kuşatması, Barok dönemine denk geldiği için Türklerle ilgili Alman Tarihî Halk Şarkılarının yanı sıra “Türkleri konu alan barok şarkısı”  kavramına da rastlanır. Bu şarkılar, Osmanlılann 1663-64 yıllarında Avusturya’yla yaptığı savaşlarla başlar ve İkinci Viyana Kuşatmasının gerçekleştiği 1683 yılında doruk noktasına ulaşır.

İkinci Viyana Kuşatmasını konu alan halk şarkılarında Hift adlan sıkça geçen kişilerin Karl von Lothringen , Max Emanuel von Bayern , Johann Georg von Sachsen  ve Ludwig von Baden  olduğunu iddia eder . Oysa şarkılarda çok daha fazla isme sıkça rastlanmaktadır. Doğal olarak bunlann başında Osmanh Sultam (IV.

Mehmet)136   ve Habsburg Kayseri (I. Leopold)  ve Osmanlı baş vezirinin (Kara Mustafa Paşa)  adlan gelir. Şarkılarda en yüksek siyasî yöneticilere -Sultan ve Kayser- karşı tutum beklenenden oldukça farklıdır: Kayser I. Leopold için ‘şükran duygulan’ dile getirildiği, ondan “övgüyle bahsedildiği” ve ‘Hıristiyanlığın başı’ olarak söz edildiği halde, halfa ona soğuk bakar. Hift’in de belirttiği gibi “Leopold savaşlara bizzat katılmamış, hattâ ilk tehlike belirdiğinde başkent Viyana’yi kaderiyle baş başa bırakmıştı. Bu nedenlerden dolayı kendisiyle Viyana halfa arasında bir bağ oluşamamıştı”  Osmanlı Sultanından ise baş vezirinin arkasında, ikinci planda yer alan bir yöneticiymiş gibi neredeyse ‘acıma duygusu uyandıran bir alay’la söz edilir. Bizzat muharebe alanına ayak basmadan komutanlarının “alet”i (Werkzeug) olarak görülür.

Fransa kralı XIV. Lui ise savaşın ve aynı zamanda da şarkıların merkezinde bulunur, çünkü savaşın itici gücü olarak görülüp bütün talihsizliklerden o sorumlu tutulur. Bu nedenle de dinî bütün kişilerin beddualarına maruz kalır.  Bu önemli siyasî kişiliklerin yam sıra Hift’in değinmediği diğer kişiler komutan Starhemberg ve Jan Sobiesfa’dir. Viyana'nın cesur savunucularının başında gelen ve Türklerle savaşta deneyim sahibi olan ve Viyana şehri kumandanı olan (1680) komutan Starhemberg , muharebe alanım günde dört kez dolaşarak büyük bir tehlike içinde olan halkın cesaretini de ayakta tutmaya çalıştı. Hasta ve başında kurşun yarası olmasına rağmen bütün dikkatini savunma için alman tedbirlere topladı. Onun cesareti ve disiplini sayesinde Viyana 61 gün süren kuşatmanın üstesinden geldi. İkinci Viyana Kuşatmasının diğer önemli bir ismi olan Jan Sobieski Osmanlı tarihinde önceden hiç de yabancı olunmayan bir kişiliktir. 1673’te Osmanlı ordusunu Hotin’de yenilgiye uğratmış ve Avrupa’da büyük saygınlık kazanmıştı. 1674’te Habsburglulann desteklediği adaya karşın Polonya kralı seçilen Sobieski önceleri Fransa yanlısı bir tutum izlediği halde çıkarlarına ters düşünce Fransa’yla ittifakını bozdu ve Kutsal Roma-Germen İmparatoru I. Leopold’la Osmanlılara karşı bir antlaşma imzaladı (1 Nisan 1683). Antlaşma gereğince iki müttefikten birinin başkenti kuşatılacak olursa, öbürü onu bütün gücüyle desteklemek zorundaydı. Osmanlı orduları Viyana’yı kuşattığında, Sobieski yaklaşık 25 bin kişilik ordusunun başında yardıma koştu. Viyana’yı kurtarmak için toplanan komutanların içinde en yüksek rütbeli olduğu için yaklaşık 75 bin kişilik müttefik kuvvetlerinin komutasını üstlendi. Onun bu katılımıyla savaşın gidişatı değişti ve Osmanlı ordusu beklediği başarıyı elde edemedi. O dönemin yazılarında Sobieski , Viyana’nın kurtarıcısı olarak epeyce övülürken halk şarkısı daha ihtiyatlı davranır. Bunun üç nedeni olduğu konusunda tartışmalar vardır. Bunlardan ilki Kayser I. Leopold büyük bir ihtimalle Polonya krallık seçimi sırasında Habsburglularm adayı olmayan Sobieski’yi kuşatmadan sonra soğuk karşılamıştır. Hatta Sobieski mektuplarında Leopold’un “nankörlük”ünden şikayet eder.  İkinci neden Avusturya halkının bir tür milliyetçi tutumudur. Sobieski’ye kendi prenslerine duydukları şükran duygusunun bir benzerini bir “yabancf’ya duymak istememeleridir. Üçüncü neden kuşatmaya sayısı en büyük orduyla katılan Sobieski’nin askerlerinin kuşatma kalktıktan sonra terk edilmiş Osmanlı karargahına hücum ederek “aslan payı”nı almış olmalarıdır. Bu durum Viyana, dolayısıyla Avusturya halkının kıskançlığının körüklenmesine ve Lehlere duydukları saygının azalmasına yol açmıştır.

“Aslan” lakaplı Bavyera prensi Max Emanuel’in cesur kişiliği, Sobieski ve Ludwig von Baden’in mektuplarında doğrulanmaktadır. Emanuel’e bu kadar çok övgü şarkısının ithaf edilmesinin nedeni, hemşehrilerinin Patriotizm’i amaçlamalarından ileri gelmektedir; çünkü bir çok övgü şarkısı Bavyera’da oluşmuştu.  Şarkılarda lakabı “Türkenlois” olan Ludwig von Baden, askerlerini sadece zaferden zafere koşturmamış, aynı zamanda da onları kendine bağlamayı bilmişti.

Dinî Şarkı

Birinci Viyana Kuşatmasını konu alan Alman tarihî halk şarkılarında “Türk korkusu” ve “Türk tehlikesi”nin halk üzerinde bıraktıkları etkinin izlerini Birinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış dinî şarkılarda görüldüğünden daha önce söz etmiştik. Birinci Viyana Kuşatmasının Türkler için başarısızlıkla sonuçlanması, İkinci Viyana Kuşatmasına kadar geçen yüz elli dört yıllık sürede Avusturya halkının savaşlarla, veba salgım gibi felaketlerle mücadele etmesi sonucu dikkatler farklı alanlara kaymış ve doğal olarak “Türk korkusu”nda bir azalma olmuştur. Yine de bu korkunun tümüyle ortadan kalkmadığının en çarpıcı örneklerine Türklerin zalimliğini vurgulayan “uydurulmuş” dua metinlerinde rastlamak mümkündür. “1664 yılında ‘Oygiersche Türkengebete’ olarak çıkan kitapta yer alan bir “Türk dua”sı Hıristiyanlara sunulmuştu. Bu duayı Türklerin her gün bir kaç kez tekrarladığı ifade edilmekteydi” . Bu “kurgulanmış” Türk duası, alçak gönüllülükten çok uzaktaydı. Bu duaya göre Hıristiyanlan yok etmek, kanlarını içmek ve hattâ onları yemek için yemin edilmekteydi. ‘Zalim Türk savaşçıları’ imajına uygun olarak ‘zalim Türklerin zalim duaları’ uydurulmuştu. “Duaları derleyen Johann Schmidt von Nörtlingen 89 Alman şehrinde toplam 117 ‘Türk duası’na rastlamıştı”.  Dinî şarkılarda bu duaların etkisine rastlamak mümkündür.

Dinî şarkıları içeriklerine göre üç başlık altında toplamamak yerinde olacaktır: Bunlar “Kutsal Kitaptan motiflere yer veren şarkılar”, “Türklerin Tanrı tarafından bir ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılar”, “Türklerin ahlaksızlığını ve despotluğunu vurgulayan şarkılar”.

“Kutsal Kitaptan Motiflere Yer Veren Şarkılar”

İkinci Viyana Kuşatmasını konu alan dinî şarkıların çoğunda, Kutsal Kitaptan örnekler verilerek eski tarihlerdeki olaylarla Türklerin Viyana’yı kuşatmaları karşılaştırılmakta ve benzerlikler ortaya konmaktadır.

“Güzel ve yeni bir ilahi, bir Hıristiyanlık şarkısı: Kızgın, hiddetli ve korkunç ordusu ve efsanevî gücü olan, tüm Hıristiyanlığın takipçisi, ezelî düşman Türkler üzerine/ gönülden ve neşeyle şarkı söyleme” (Ein schön News Gaistlich und Christenlichs Lied: Wider den Ertz und Erbfeind den Türcken/mit seim wüttenden/tobenden un grausamen hoer/und grossen unerhoerlichen gewalt/ welcher ist ein verfolgter Christlichs namens und aller Christenhait/ gar herzlich und lustig zu singen) başlığım taşıyan on beş numaralı şarkının dizelerinde ozanın Kutsal Kitaptan oldukça etkilendiği görülür. Şarkının beşinci kıtasında geçen Phariseer'in Türkçe’deki karşılığı “Ferisi”, Hıristiyanlığın başlangıç yıllarında ortaya çıkan bir Yahudi tarikatı üyesi anlamına gelir.  Ferîsiler, Hasidim diye adlandırılan radikal Yahudi tarikatının ardıllarıdır ve Hıristiyanlığın ortaya çıkışından önce Yahudi topluluğunda çok önemli bir rol oynamış üç Yahudi tarikatından biridir.

Ferîsilerle ilgili olarak bu konuda Matta’da (Bab 18) şu sözler geçer: Ferîsiler İsa’ya “Göklerin melekutunda en büyük kimdir?” diye sorunca İsa onlara şöyle yanıt verir: “Siz dönmez, ve küçük çocuklar gibi olmazsanız, göklerin melekutuna asla girmeyeceksiniz. Bundan dolayı kim bu küçük çocuk gibi kendini alçaltırsa, göklerin melekutunda en büyük odur”. Bu sözlerle İsa Peygamber, Ferîsileri Hıristiyanlığa davet etmektedir. Aynı konuya şarkıda şöyle değinilir:

Im Matthes geschriben stat/ als Christus der Herre gesaget hat/ da jn Phariseer fi‘agten:

Welchs der groest wer im Himelreich/ da antwort er jhn zugeleich/ mit haellen klaren wortten.

Lasst mir die liebe Kind hergehn/ die seind groß in dem Himel/

(“Bu husus Matta’da yer almaktadır:

Ferisiler,

gökyüzünde kimin en yüce olduğunu Isa’ya sorduklarında, O açık sözlerle yanıt verdi.

Bana sevgili çocukları getirin, onlar gökyüzünde yücedir”).

Aynı şarkının dokuzuncu kıtasında Danyal Peygamberin “aslanlar çukuru”na atılmasından bahsedilir. Danyal'ın Kitabında (Bab 6,1) Danyal Peygamberin vezirlerden ve satraplardan üstün olması nedeniyle kralın onu kendisinden sonra en üst yönetici yapmayı tasarlamasından söz edilir. O zaman vezirler ve satraplar Danyal Peygamberi şikayet etmeye çalışırlar, ama ne şikayete fırsat verecek bir durum, ne de suç delili bulabilirler. Krala şunları söylerler: “Kral Darius ebediyen yaşa. Bir ilahtan, veya insandan, senden başkasından, ey kral, kim otuz güne kadar bir dilekte bulunursa, aslanlar çukuruna atılsın. Şimdi ey kral, yasağı koy, Medlerin ve Parsların değişmez kanununa göre yazıyı imza et de değişmesin”. Bunun üzerine kral Darius yazıyı ve yasağı imzalar. Danyal yazının imza olunduğunu öğrenince evine gider ve önceleri yaptığı gibi, günde üç defa diz çöküp dua eder ve Allah’a şükreder. Adamlar Danyal’ı dua edip ve yalvarırken görürler. Krala gidip durumu anlatırlar: “Danyal, seni, ey kral, ve imza ettiğin yasağı saymıyor ve günde üç defa duasını ediyor”. O zaman kral Danyal’ı getirip aslanlar çukuruna atmalarını emreder. Bir taş getirilip çukurun ağzına konulur. Kral sabahleyin çukura yaklaşınca Danyal hâlâ hayattadır ve krala şöyle der: “Allahım kendi meleğini gönderdi ve aslanların ağzım kapadı ve bana dokunmadılar; çünkü onun önünde bende suç bulunamadı ve senin önünde de, ey kral, zararlı bir iş yapmadım”. O zaman kral çok sevinir ve Danyal’ı çukurdan çıkartmalarını emreder.

Ozan, Danyal Peygamber’e, Tanrı’ya olan inancı sayesinde zarar gelmediğini belirtir ve bu durumun Hıristiyanlar için bir örnek olacağım, onların da Danyal

Peygamber gibi inançları sayesinde kurtulabileceklerine işaret eder:

Erhoer Herr unser bitten schnell/ all des Propheten Daniel/ zuo Babel in der gruoben:

Das jhm kain Loew weder haut noch har/ an seinem leib verletzet gar/ ala er sein Hertz erhuebe.

Mit hertzlichen bett gen Himel hoch/ thest jm bald scheinbar huelffe/ erhoer das klaeglich bitten noch/ das hertzlich seüffzen unnd gilffen/ verschon der Kindlen an muetterliche bruest/ auch dem in muetter leibs/ durch dein son Jesum Christ

(“Tanrım, dileğimize hemen kulak ver,

Danyal Peygamber Babil’de aslanlar hendeğinde, sana sığındığında, kılma bile zarar gelmemişti. İçten gelen duaları sonucunda ona hemen yardım ettin. Bizim yalvarışımızı duy, haykırışlarımızı, oğlun Hazreti İsa uğruna, ana göğsündeki bebeği koru, ana kammdakini de”).

Aynı şarkının onuncu kıtasında ozan Danyal'ın kitabından (Bab 3, 1-27) şu hadiseye yer verir: Kral Nebukadnezar boyu altmış arşın ve eni altı arşın olan büyük bir altın heykel yapar. Babil vilayetindeki Dura Ovasında onu diker. Yüksek kademedeki memurları Nebukadnetsar'ın dikmiş olduğu heykelin önünde dururlar ve “bütün kavimler, milletler ve diller yere kapan[ır]lar” ve kral Nebukadnetsar'ın dikmiş olduğu altın heykele taparlar.

Yahudi dininden olan Şadrak, Meşak ve Abed-Nego’nun altın heykele tapmadığını öğrenen kral, onları getirsinler diye öfke ve kızgınlıkla emredip şunları söyler: “Ey Şadrak, Meşak ve Abed-Nego, bilerek mi ilahıma kulluk etmiyorsunuz ve dikmiş olduğum altın heykele tapınmıyorsunuz? Yapmış olduğum heykele tapınmaya hazırsanız âlâ, ve eğer tapınmazsanız hemen o saat ateşi alevli fırının içine atılacaksınız; ve benim elimden sizi kurtaracak ilah kimdir?” Şadrak, Meşak ve Abed-Nego krala cevap verirler: “Ey Nebukadnetsar, bunun üzerine cevap vermek bize gerekli değil. Öyle olursa kendisine kulluk ettiğimiz Allahımız ateşi alevli fırından bizi kurtarabilir; ve senin elinden bizi kurtaracaktır”. Bu sözler üzerine Nebukadnetsar, öfkelenip fırını âdet olandan yedi kat daha fazla kızdırmalarını diye emretti. Bu üç adamı, şalvarları, sarıkları ve kaftanları ve diğer esvapları üzerlerindeyken bağladılar ve ateşi alevli fırının içine atıldılar. Şadrak, Meşak ve Abed-Nego’yu alıp götüren adamları ateşin alevi öldürdü. Bu arada Şadrak, Meşak ve Abed-Nego bağlı olarak ateşi alevli fırının içine düştüler. O zaman Nebukadnetsar şaşırıp şunları söyledi: “Biz ateşin içine bağlı üç kişi atmadık mı? işte, ben çözülmüş dört kişi görüyorum, ateşin içinde yürümekteler ve kendilerine bir zarar olmamış; dördüncüsünün görünüşü de bir ilah oğluna benziyor.” O zaman Nebukadnetsar ateşi alevli fırının kapısına yaklaştı ve şöyle dedi: “Ey yüce Allahın kullan, Şadrak, Meşak ve Abed-Nego, dışarı çıkın ve buraya gelin”. O zaman her üçü ateşin içinden çıktılar. O sırada satraplar, kaymakamlar ve valiler ve kralın öğütçüleri bir araya toplanmışlardı ve onları gördüler; “bedenleri üzerinde ateşin kudreti yoktu, ve başlarının saçı yanmamış, ve şalvarlannm hali değişmemiş, ateşin kokusu da onlara sinmemişti”. Dördüncü kişi de büyük bir ihtimalle onlara Tanrı’ya yakarışlarında yardım eden dönemin peygamberi Danyal Peygamber’di. Ozan şarkıda “Babil’de üç adam fırındaki ateşe atıldıklannda/hiçbiri yanmamıştı” dizeleriyle Danyal'ın Kitabına göndermede bulunur ve Tanrı’ya onları ateşten nasıl koruduysa kendilerini de Türklerden koruması konusunda yakarır:

Herr Gott hilffkom uns zuo stewr/ gleich -wie die drey Maenner im fewr/ zuo Babel im ofen giengen:

Unnerbrenndt blieben sie allsand/

Jr haut und har auch all ihr ge-wand/ da sy dein tröst empfiengen.

Mit ernstlichem gbett erlangtens sy/

bey dir Herr Gott allaine/

eroeffne dein gnad und guete hye/ vor deiner armen gmaine/

laß uns den Türcken kain schaden thuon/

wie Daniel und die drey Maenner/

Stürtz jn zuo boden nun.

(“Ulu Tanrım, bize yardıma gel.

Babil’de üç adam finndaki ateşe atıldıklarında hiçbiri yanmamıştı, ne saçları ne de giysileri.

Senin merhametin sayende.

Sıkı dualarıyla bunu başarmışlardı.

Aciz topluluğundan

merhametini ve iyiliğini esirgeme.

Türklerin bize zarar vermesine izin verme.

Danyal Peygamberin ve üç adamın yaptığı gibi onları yenilgiye uğrat”).

Şarkının devamında, on birinci kıtada ozan, Yeşu Peygamber’den bahseder. Yeşu Peygamber dört büyük Yahudi peygamberlerinden biri sayılır. Musa Peygamber öldükten sonra onun yerine geçmiştir. Musa’nın Mısır’dan çıkardığı îsrailoğullarını Kenan iline (vaadedilmiş topraklar) götüren ve yerli halklara boyun eğdiren odur. Bir çok mucizesi vardır: Şeria nehrini ayaklan ıslanmadan geçmesi; Gabaon Savaşında günü uzatması (bkz. şarkının dördüncü dizesi) ve Eria surlannı bakışıyla yıkması.

Ozanın arzusu Tanrı’nın savaş sırasında Musa Peygamber’in duaları aracılığıyla Yeşu Peygamber’e yardım etmesi gibi Türklerle yaptıkları savaşta inançlarını kuvvetlendirmesi ve dualarımn eksilmemesidir.

. AvusturyalIların Türklerle yaptığı savaş Kutsal Kitapta İsrailoğullarımn Mısır Firavunu ile yaptığı savaşa benzetilir. İsrailoğullan Tanrı’nın yardımıyla Musa Peygamber’in Kızıldeniz’i yarması sayesinde nasıl onları Kızıldeniz’e dökmek için takip eden Firavun’dan kurtulmuşsa Viyanalılar, dolayısıyla Hıristiyanlar da Tanrı’nın kudreti sayesinde Türklerden kurtulacaktır:

Verleih uns Syg in aller zeit/ Als Josua gieng soll in den streyt/ und Moses thet hertzlich betten: Das er trib ein tag one end/ und Josua in dem streyt erkennt/ -wann er obligen thete.

Sterck unser Hertz im Glauben gar/ das mir also hertzlich bitten/ bharlich im Gebet sein immerdar/ so wirdt der Türck bestritten/ und gestürtzt mit deiner gwaltige hand/ als dem Koenig Pharaone/ im roten Mer allsand.

(“Bize her zaman zafer bahşet.

Yeşu Peygamberin savaşa gitmesi gerektiğinde, Musa Peygamber yürekten dua etti, sonu gelmeyen o günde mücadele etmesini ve ederken de senin isteğini yerine getirdiğini idrak etmesini diledi.

Yalvarırız, kalplerimizdeki inancı kuvvetlendir, dualarımız eksilmesin.

Ancak böyle alt edilir Türk ve kudretin sayesinde yenik düşer. Kızıldenizde Firavunun başına geldiği gibi”).

Şarkının on ikinci kıtasında kral Davud ve Natan Peygamber arasında geçenler konu edilmektedir. Güzelliğiyle ünlü bir Yahudi kadın olan Batşeba, Davud’un subayı Uriya’nın karısıdır; daha sonra Davud’un sevgilisi olur. Tevrat’taki İkinci Samuel’in Kitabında (Bab 11,26) kral Davud’un Batşeba’yla evlenebilmesi için Uriya’yı öldürttüğü anlatılır: “Ve Uriya’nın karısı, kocası Uriya’nın öldüğünü işitti, ve kocası için dövündü. Ve yası geçince Davud [...] onu evine aldı, ve onun karısı oldu, ve ona bir oğul doğurdu. Fakat Davudun yaptığı şey Rabbin önünde kötü idi”.

Kral Davud zamanında yaşamış olan Musevi peygamber Natan, onun bu suçunu kral Davud’un yüzüne karşı söyleme cesaretini gösterir ve ona şunları söyler: “Bir şehirde biri zengin, biri fakir iki adam vardı. Zengin adamın pek çok koyunlan ve sığırları vardı; ve fakir adamın satın almış ve beslemiş olduğu küçük bir dişi kuzudan başka bir şeyi yoktu; ve kuzu onun yanında kendisiyle ve çocukları ile beraber büyümüştü; ve lokmasından yer, tasından içerdi, ve koynunda yatardı, ve kendi kızı gibi idi. Ve zengin adama bir yolcu geldi, ve kendisine gelen yolcuya hazırlamak için kendi koyunlanndan ve sığırlarından almağa kıyamadı, fakat fakir adamın kuzusunu aldı ve yanına gelen adam için onu hazırladı”.  Bunun üzerine Davud öfkelenir ve Natan Peygamber’e bunu yapan adamın “ölüm oğlu” olduğunu söyler. Natan onun bu tepkisi üzerine Davud’a “bu adam sensin” diye cevap verir, “[...] efendinin kanlarım koynuna verdim, ve îsraille Yahuda evini sana verdim; ve eğer bu az gelse idi, sana daha neler verirdim. Niçin Rabbin gözü önünde kötü olanı yaparak onun sözünü hor gördün?”. Bu olayın üzerinden çok zaman geçmeden kral Davud’un Batşeba’dan olan çocuğu öldü.

Natan Peygamber’in Kral Davud’a biri zengin, diğeri fakir adamlarla ilgili hikayeyi anlatmasının nedeni, zenginin fakir adamın ‘kendi kızı gibi sevdiği’ kuzusuna kıyması gibi, Davud’un da askeri Uriya’nın canına kıymasını ve karısına sahip olduğunu hatırlatarak işlediği bu günahın farkına varmasını sağlamaktır. Ozan tarafından Davud’un işlediği günah sonucunda oğlu ölüm döşeğine düştüğünde Tanrı’ya yakarmasına rağmen cezalandırılması, Hıristiyanların Tanrı'ınn yolundan ayrılmaları, Tanrı sözünü dinlememeleri yüzünden cezalandırılmasıyla eşdeğer tutulmaktadır. Luther’in de yazılarında hep dile getirdiği gibi, Hıristiyanlar günah işledikleri için onlara Türkler Tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmiştir:

Erhoer Herr unser rueffen schon/

als koenig David hat gethon/

in seiner groesten nothe:

Als jm sein Sund war zaiget an/

wol durch den Propheten Nathan/ als er unrecht thon hatte.

Auß tieffer noth schrey er mit macht/

mit hertzlichem gebete/

erhoer uns Gott/ gib sterck un krafft/

in disen grossen noethen/

als disen lieben Propheten dein/

da er erkant sein Sünde/ thest du jm gnedig sein.

(“Sesimize kulak ver Tanrım,

Kral Davud’un en zor zamanında yaptığı gibi, ki günah işlediği ona

Natan Peygamber aracılığıyla bildirilmişti.

Çaresizliğinin derinliğinden var gücüyle en içten yakarışlarla sığınmıştı sana.

Sen de Tanrım, bizi işit, bize bu zor anlarımızda güç ver.

Günah işlediğini idrak ettiği zaman bu aziz Peygamberine verdiğin gibi.”)

Aynı şarkının on dördüncü kıtasında Yahuda kralı Yehoşafat Tanrı’ya kendisine yardım etmesi için yakarır. Tevrat’ın İkinci Tarihler Kitabında (20/1-13) Yehoşatla savaşmak için düşmanları denizin öte tarafından, Suriye’den gelirler. Bu zor anında Yehoşafat Tanrı’ya yakarırken bütün Yahuda halkı da tapınakta, onun yanında bulunur: “Ve Yehoşafat yüz üstü yere kapandı, ve bütün Yahuda ve Yeruşalim’de oturanlar, Rabbe tapınmak için Rabbin önünde yere kapandılar”. Kral Yehoşafat halkına şöyle seslenir: “Ey Yahuda, ve Yeruşalimde oturanlar, [...], Allahınız Rabbe inanın, ve emniyette olursunuz [...]”. Dua etmeye başladıkları zaman Yahuda’ya gelmekte olan düşmana “Rabb pusu kurdu; ve vuruldular”.

Ozan, Yahuda kralı Yehoşafat ve halkının Tanrı’ya inanmaları ve ona yakarmaları sonucunda Tanrı’nın da onlara karşı merhametli olmasım örnek olarak göstererek Hıristiyanların da Tanrı’ya benzer bir şekilde inanarak ve dua ederek Tanrı’nın onların üzerinden merhametini esirgemeyeceğine işaret eder:

Ach Herr sterck uns rhertz im Gebett/

als Josaphat im Tempel thet/

zuo Jerusalem mit seim volcke:

Als er vom Feind belaegert war/ wurd von jederman verlassen gar/ in seiner groesten nothe.

Kain ander mittel suochen thet/

dann mit hertzlichem gebette/

zuo Gott rueffi er frue unnd spaet/

solt jhn vorm Feind erretten/

da erhoert jn gleich der guetig Gott/ unnd ward jhm tröst verkündet/ wol durchs Propheten wort.

(“Ulu Tanrım, biz sana dualarımızla sığınırken

sen de kalplerimize iman ver.

Yeruşalim’de Yehoşafat

ve halkı tapmakta dua ederken yaptığın gibi.

Etrafı düşmanla sarıldığında,

en ümitsiz anında onu herkes terk ettiğinde o, tek çareyi sana dualarla sığınmakta gördü. Gece gündüz Tanrı’ya yakardı onu düşmandan kurtarması için.

Merhametli Tanrı onu çok geçmeden işitti, ve ona Peygamberin sözü aracılığıyla teselli bildirildi.”).

Firavun konusu, “Hıristiyanların Türkler karşısındaki mükemmel zaferi” (Herrliche Victoria der Christen wider die Türken ...) başlığım taşıyan on altı numaralı şarkının ilk kıtasında da on beş numaralı şarkıda olduğu gibi aynı bağlamda geçer:

Soll Israel siegen, Und Pharao liegen, So teilt sich das wasser, macht Israel Bahn; Will Pharao näher sich machen hinan, So müssen die Wellen Ein Urtheil ihm fällen Und muß er, sammt seiner verstockten Armee, Austrinken die rothe schifftragende See.

(“İsrail yenince ve Firavun alt edilince su yarılır ve İsrail harekete geçer;

Firavun yaklaşmak isterse

dalgalar bir hüküm vermek zorunda kalır

Ve onun başı dertte olan ordusuyla

kızıl olan ve gemiler taşıyan denizin tüm suyunu içmesi gerekir”).

On dokuz numaralı şarkının üçüncü kıtasında ozan Viyana’yı “Sodom”a benzetir. Sodom ve Gomorra Eski Ahit’in Tekvin Kitabında (Bab 19/24, 25) sözü edilen günahkâr kentlerdir: “Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine [...] göklerden kükürt ve ateş yağdırdı, ve o şehirleri, ve bütün Havzayı, ve şehirlerde oturanların hepsini, ve toprağın nebatım altüst etti”. Tekvin’de işledikleri günahlardan ötürü gökyüzünden yağan “kükürt ve ateşle” yok edildiği anlatılır. Büyük bir olasılıkla ozanın Viyana şehrini “Sodom”a benzetmesinin nedeni, günahkar Sodom halkı gibi Viyana şehrinin halkının da Tanrı’ya olan inançlarında bir azalma olması yüzündendir:

Gewiß, du wärest schon dem Tode in dem Rachen, Und schien, ob wolte Gott ein Sodom auß Wien machen. Es hatte Angst und Rucht dich nunmehr so umbgeben, Daß nichts als Sterben war dein etwa übrigs Leben.

(“Ölüme çok yakın olduğun kesindi, Sanki Tanrı Viyana’yı bir Sodom’a dönüştürmek istiyordu. Seni korku ve dert çevrelemişti,

Geri kalan yaşamın ölümle eş değerdi.”)

Yirmi dokuz numaralı şarkının ikinci kıtasında ozan, Muhammed’e “güvercin satanın oğlu” (Taubenkramers Sohn) olarak hitap eder. “Güvercin satanlar” sözü Matta'nın Kitabında (Bab 21, 12) geçmektedir: İsa Peygamber “Allahın mabedine” girer ve orada alış veriş edenleri dışarı atar. Sarrafların masalarını ve güvercin satanların iskemlelerini devirir. Orada bulunanlara şunları söyler: “’Benim evime dua evi denilecek’ diye yazılıdır; fakat siz onu haydut ini yapıyorsunuz”.

Ozan, kutsal sayılan yerlerde ticaretle uğraşılmasının dine yapılmış bir saygısızlık olduğuna işaret eder ve büyük bir olasılıkla Muhammed’in gençlik yıllarında ticaretle uğraştığım bildiği için ondan “güvercin satanın oğlu” diye bahsederek onun bir peygamber olarak peygamberliğinden önce de olsa ‘kirli bir iş’ olarak görülen bir uğraşla meşgul olmasını kınar:

Wir glaubten fest an dich, und gleichwohl liest du uns im Stich, erlogen ist dein Thun, wir se­hens alle nun, du hast uns Sieg versprochen, du Tauben-Cramers Sohn?

(“Sana olan inancımız büyüktü, ama sen bizi ortada bıraktın, yaptıkların yalandır, bunu hepimiz gördük, oysa sen bize zafer sözü vermiştin, sen güvercin satanın oğlu”).

“Türklerin Tanrı Tarafından Bir Ceza Üzerine Gönderildiğini

Vurgulayan Şarkılar”:

“Türk’e karşı dinî bir şarkı: Büyük çaresizlik içinde sana yakarırım” (Ein Gaystlichs Lied, wider den Türcken, Im Thon: Auß tieffer not schrey ich zu dir") başlıklı on yedi numaralı şarkıda ozanın, Luther’in istiğfar etmeyle ilgili düşüncelerinden oldukça etkilendiği görülür. Luther’e göre istiğfar etmenin ön şartı, Incil’e yapılan haksızlıkların sona ermesi ve Tanrı sözünün tekrar kulak ve kalplere ulaşmasıdır. Tanrı’nın adım kötüye kullanmak yerine Hıristiyanlar yeniden dua etmesini öğrenmeli ve Tanrı 'ınn sözünü duymalıdırlar.

Luther halkın istiğfar etmesiyle orantılı olarak Tanrı’nın öfkesinin azalacağım söylemektedir.  Şarkının dördüncü kıtasında Hıristiyan halkının çektikleri, günahlanmn nedeni olarak vurgulanmaktadır:

Wir haben ja mit unser Sünd disen Feynd wol verdienet, wir sind ungehorsame Kind, dein Wort haben wir verhoenet, Kein Buß bißher geschehen ist, du aber schaw an Jesum Christ, der für uns hat bezalet.

(“Biz günahlarımızla bu düşmanı hak ettik söz dinlemeyen çocuklar gibiyiz, senin sözlerini alaya aldık, şimdiye kadar istiğfar edilmedi, bizim yerimize ödeyen Hazreti İsa’ya bak”).

Ozan aynı şarkının altıncı kıtasında Tanrı’nın öfkesi dinmediği sürece “hiçbir kılıcın, okun ve kalkanın” savaşın kazanılması için yeterli olmadığım ve ancak Tanrı’nın yardımıyla düşmanı yenmenin mümkün olduğunu dile getirir. Luther yazılarında “Türklere karşı ordunun gücüyle savaşmanın neredeyse imkansız olduğu”nu belirttiğinden ozanın Luther’in düşüncelerinden etkilenmiş olduğunu söylemek mümkündür:

All unser sterck hierin nichts gilt, es ist damit verloren,

Es hiljft kein schwerd, kein Spieß, kein Schildt, wo sich nicht legt dein zoren, Es ligt an deiner hüllfund krafft, wer die nicht hat gar nichts nicht schafft, ob er auch wer der sterckste.

(“Bütün gücümüz fayda etmiyor, kaybediyoruz.

Öfken dinmediği sürece hiçbir kılıç, ok ve kalkan yarar sağlamaz.

Her şey senin inayetine ve kudretine bağlı.

Onlara sahip olmayanın, en yavuz insanın bile, elinden asla bir şey gelmez.”)

Yirmi altı numaralı şarkının elli altıncı kıtasında mucizelerin yanı sıra ozan Viyana şehrinde geçen ve adı “demirdeki sopa” (Der Stock im Eisen) olan bir efsaneye yer verir. Efsanenin kahramanı Martin Mux, Viyana’da yaşayan bir çıraktır. İstemeden şeytanla bir antlaşma yapar. Bu antlaşma ona olağanüstü bir yetenek kazandıracaktır, o da karşılığında her Pazar kilisedeki ayine katılacaktır. Yeteneği Martin’e kısa sürede ün kazandım, o artık tanınmış bir çilingir ustası olmuştur. Onun bu yeteneği kendini efsaneye “demirdeki sopa” adının verilmesinde gösterir: Bir ağaç kütüğünün çevresine kimsenin açamadığı bir kilit takılmıştır ve onu ancak Martin’in yaptığı anahtar açabilir.

Yıllarca hiç aksatmadan her Pazar ayine katılan Martin, bir defa ayini kaçırması yüzünden şeytan, onu antlaşmayı bozduğu için ölüme mahkum eder. Ozanın “şeytan”la işbirliği yapan bir kişinin başarısızlığa uğramasını anlatan efsaneyi örnek olarak vermesinin nedeni, “DecaP’le, diğer bir deyişle “şeytan”la eş değer tutulan Türklerle Hıristiyanların bir antlaşma yapmış olması ve bu günahın cezasını çekmeleridir. 1606 yılında Osmanlılar Avusturya ile olan savaşlara Zitvatorok antlaşmasıyla son vermişti. Osmanlı padişahları Avusturya imparatorlarını kendilerine eşit kabul etmişlerdi; Kanuni Sultan Süleyman’dan beri Avusturya'nın Osmanlı devletine ödediği vergi kaldırılmıştı. Bu durum da AvusturyalIların kendilerini güvende hissetmelerine yol açmıştı. Ozan, AvusturyalIların bu davranışlarını hatalı bulduğu için “şeytan”la işbirliği yaptıklarını bu efsaneyle açıklamış olur:

Was weiters noch für Wunder-Ding Zu Wienn zu sehen her und hin Der Stock im Eysen allbereit Weis jedermann was er bedeut (“Viyana ve çevresinde görülen başka mucizevî olayların, ki “demirdeki sopa” efsanesi bunlardan biri, ne anlama geldiğini herkes bilir”)

Yirmi yedi numaralı şarkının onuncu kıtasında artık kuşatmanın sona erdiği, ozanın Tanrı’ya şükran duymak gerektiğini söylemesinden anlaşılır. Tanrı’nın yardımıyla zafer kazanıldığım anlatan ozan bunun Tanrı'nın merhameti sayesinde olduğunu vurgular:

Drum dancket Gott vor diese Gnad, der uns den Sieg geschencket, und auch errett die schöne Stadt, die so hart war gekränket: Er halte ferner gnädig Schutz der Christenheit, dem Feind zu Trutz, um seines Namens willen.

(“Bu yüzden Tanrı'nın sizi bağışlamasına şükredin,

ki O bize zaferi bahşetmiş ve bu kadar büyük hakarete uğramış bu güzel şehri kurtarmıştır:

Niyaz edelim ki, hem düşmana ibret olsun diye, hem de kendi namı uğruna korumaya devam etsin Hıristiyan âlemini.”)

Otuz iki numaralı şarkının ikinci kıtasında ozan, düşmanın, yani Türklerin öfke içinde “kovala”dıklannı söyledikten sonra şarkıda sayıları iki yüz olarak verilen yeniçerilerin ve bütün ordunun birliklerinin yakıp yıktıklarını, çalıp Öldürdüklerini anlatır. Ozanın Türklerin bu yaptıklarından “gerçek Deccalin yaptığı gibi” diye söz etmesi, Luther’in sözlerinin döneminden yüz elli yıl sonrasını da etkilediğini gösterir:

Dann der Feind sehr wüthig bircht

Schon herfür mit seinen Schaaren, Und mit zwiemal- wie man spricht- Hunderttausend Janitscharen.

Seine Horden, aller Orden

Sengen, brennen, rauben morden,

Als der wahre Antichrist,

Daß es ganz erschrecklich ist.

(“Sonra düşman büyük öfke içinde kovalayarak sürüsüyle ileri atıldı, ve -denildiği gibi-

iki defa yüz bin yeniçerisiyle.

Bütün birlikleriyle

korkunç bir şekilde

yıktı, yaktı, soyarak öldürdü

Gerçek Deccal’in yaptığı gibi”).

“Türklerin Ahlaksızlığını Ve Despotluğunu Vurgulayan Şarkılar”:

Birinci Viyana Kuşatmasını ele alan tarihî halk şarkılarında olduğu gibi, İkinci

Viyana Kuşatması şarkılarında “Türklerin ahlaksızlığı ve despotluğu” en çok işlenen

konulardan biridir.

On dört numaralı şarkının üçüncü kıtasında ozan, Türklerin Hıristiyanları esaret altına alıp kendi memleketlerine götürerek onları “keyiflerine göre” acımasızca dövdüklerini, hatta Tanrı’ya sadakat gösterenleri “korkunç işkencelerle, aşağılayarak ve alay ederek” öldürdüklerini anlatır:

Er schleppet in die Dienstbarkeit viel tausend arme Christen, da werden dann die armen Leut ’ von ihme, nach Gelüsten, geprügelt täglich jämmerlich, kein Mensch ist, der erbarme sich: Ja, er pflegt gar zu tödten mit grosser Marter, Hohn und Spott die, Gott treu bleibend bis in die Tod nicht wollen zu ihm treten.

(“O, binlerce biçare Hıristiyanı köle olarak kullanmak için kaçırır, bu zavallı insanlara keyfi nasıl isterse, her gün acımasızca dayak atılır.

Bir insanoğlu yoktur ki merhamet göstersin:

Hattâ, Tanrı’ya ölüme kadar sadakatle bağlı kalanları, onun tarafına geçmeyi reddedenleri, korkunç işkencelerle, aşağılayarak ve alay ederek katleder.”).

On dokuz numaralı şarkının ikinci kıtasında ozan, “ölüm döşeğinde

yatan” Viyanahlann çocuklarının da “az kalsın Türk pençeleri tarafından parçalandığından bahsederken Türklerin zalimliğini vurgulamayı amaçlamaktadır:

Da du lagst jämmerlich schon in den letzten Zügen,

Da deine Kinderlein in ihren Mütter=Wiegen Bald wären grausamlich erwürgt von Türcken-Klauen.

Ach, wem solt doch wohl nicht vor solchem Elend grauen?

(“Artık acınacak bir halde ölüm döşeğinde yatar ve çocukların da beşiklerinde az kalsın Türk pençeleri tarafından parçalanırken kim o anda böyle bir felaket karşısında irkilmez ki?”)

Yirmi numaralı şarkının 21. kıtasından itibaren rahip Kollonitsch’in ana- babası öldürülen Hıristiyan çocukları için yaptıkları anlatılır. Macar asıllı olan Kollonitsch Viyana’yı veba salgını sardığında, 1679 yılında oraya kurtarıcı bir melek gibi gelir. Daha sonraları Viyana kuşatıldığında hem sözleriyle halkı teselli eder, hem de mal varlığım halka bağışlar.156 Viyana Kuşatması sırasında Türkler kentin içme sularını kesmişti. Hasta ve yaralı sayısının giderek artması nedeniyle eczacılar, hastalara bakan rahibeler ve şehir hastanesi yaralanan ve hastalanan kimselerle yeterince ilgilenemiyordu. Rahip Kollonitsch bu konuda elinden gelen yardımı yapmaktan kaçınmadı: Hastane ve diğer sağlık kurumlannda hastaların tedavi edilmesi için öncü veya yardımcı olduğu düzenlemeleri engellemeye çalışan rahipleri dinlemedi. Kollonitsch hasta veya yaralı askerlerle hasta veya yaralı sivil halk için kiliselere ait evleri tahsis etti. Viyana’da bulabildiği bütün sivil doktorları, askeri doktorlara yardıma çağırdı.157 Kollonitsch Türklerin çadır kurduğu yerde perişan bir şekilde bulunan, kiminin ana-babası öldürülmüş veya Türkler tarafından esir alınmış olan 500 çocuğa kol-kanat gerdi.158 Aşağıdaki dizelerde bu merhametli rahibin çocuklar için yaptıkları ve Türklerin Viyana halkına yaptıkları zulüm anlatılmaktadır:

Indeß die Großen siegesfroh Sich sonnen in des Glückes Pracht, Weilt Bischof Kolonitsch, allwo Vernichtung herrscht und Todesnacht Den Kindern, die verlassen schmachten, Zu helfen, geht sein frommes Trachten.

Und wie er suchend zieht dahin, Erfaßt ihn Weh, erfaßt ihn Grau ’n. Der Gottesmann mit mildem Sinn, Muß Bilder des Entsetzens schau 'n So weit als seine Blicke reichen: Des Krieges Fluch, ein Berg von Leichen. Ja rechts und links und ringsherum, So weit als ihm zu schau ’n gewährt, Vernichtet Alles, todt und stumml- Vernichtet Mensch, Kameel und Pferd- Auf Schritt und Tritt, auf allen Wegen Strömt ihm Verwesungshauch entgegen.

Hier liegt ein Weib in Staub und Sand, An kalter Brust ein Säugling bebt; Die Mutter ward von Heidenhand Erwürgt, allein das Kindlein lebt.

Der Bischof nimmt’s in seine Arme:

"Du Würmlein, Gott sich dein erbarme!”

So wandelt Kolonitsch umher

Ein Engel, wie von Gott bestimmt;

Und immer werden ’s mehr und mehr

Der Kleinen, die in Schutz er nimmt Der Mann, deß Herz so warm und rege, Gibt Hunderten getreue Pflege.

(“Büyükler zafer sarhoşluğu içinde talihlerinin onlara verdiği ihtişamla güneşlenirlerken Rahip Kolonitsch yokoluşun ve ölüm gecesinin hakim olduğu yerleri dolaşıp tek başlarına kalmanın acısını çeken çocuklara müşfik bir şekilde yardım eder.

Ve aramayı sürdürürken içini keder kaplar, tüyleri ürperir merhametli bir yaradılışı olan bu Tanrı adamı dehşet verici görüntülere maruz kalır gözü alabildiğince savaşın laneti, cesetler yığını, sağda, solda, çepeçevre görmesi nasip olduğunca her adımda, her yerde ona yokoluşun nefesi akın eder Kan toprağa işlemiştir her yerde bitmemecesine kan dağınık, vücudundan kopmuş kaskatı kesilmiş ayaklar ve eller Tatar kafaları, dağınık bir şekilde topraktan çömlekler gibi durmaktadır.

[...]

Orada bir kadm tozun ve kumun içinde yatmaktadır soğuk göğsünde bir bebek kımıldar

Annesini kafirin eli boğmuştu, çocuk tek başına hayatta kalmıştır

Rahip onu kollarına alır:

“Sen zavallı yavrucak, Tanrı sana acısın!” Tanrının lütfü bir melek gibi dolaşır Kolonitsch, Ve giderek artar

Koruması altına aldığı küçüklerin sayısı Kalbi iyi ve cıvıl cıvıl olan adam yüzlercesine doğru bakımı verir.”)

Ozan, otuz iki numaralı şarkının dördüncü kıtasında, Türklerin Hıristiyanlan “zincire” vurup zorla yanlarında götürmelerinden, “kadınlari kirletmeleri”nden ve hatta onların “karinlarinı yarmalari”ndan söz eden ozan, bütün bunlar “şeytanî bir fatanetle” yaptıklarını vurgular:

Was ermord’t nicht ist und todt, Schleppen sie hinweg in Ketten, Schonen nicht das letzte Gut, Darvor kann sie nichts erretten. Diese Räuber schänden Weiber, Schneiden ihnen auf die Leiber, Schlachten Greis und Kinder hin, Mit boshaftem Teufelssinn.

(“Öldürmediklerini zincirlere vurup yanlarında sürüklerler.

Mal, mülkü de onlardan kurtarmak mümkün değildir.

Bu hırsızlar şeytanî akıllaryla kadınları kirletirler, vücutlannı yararlar, ihtiyar ve çocukları keserler).

“Türklerin ahlaksızlığını ve despotluğunu vurgulayan şarkılar”da Birinci Viyana Kuşatmasını ele alan şarkılardakine benzer şekilde Türklerin Hıristiyanlara yaptıkları zulüm anlatılır.

Çağrı Şarkısı

İkinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış çağn şarkılannda Barok şarkısına kıyasla daha yalın bir ifade mevcuttur. Barok şarkısı, Hümanizm döneminin eğitim anlayışı üzerine kurulu “estetik” bir değer taşır. “Bu nedenle çağn şarkısının tipik Barok şarkısından farklı olarak halka daha yakın olduğunu” söylemek mümkündür.

Birinci Viyana Kuşatması çağn şarkısında yaptığımız gruplandırmanın benzeri bu bölümde de yapılacak ve çağn şarkısı “Dünya İçerikli Çağn Şarkısı” ile “Din İçerikli Çağn Şarkısı” olmak üzere iki genel kategoriye yer verilecektir:

“Dünya İçerikli Çağn Şarkısı”

On dört numaralı şarkının beşinci kıtasında ozan, “asil” olarak betimlediği “cesur şövalyeleri’e ve asillere seslenir.

Şövalyelik, Ortaçağ Avrupasmda feodal yükümlülüğün toprağa bağlı olmayan özgür vasallarca askerî hizmet biçiminde ödenmesine dayalı tarihsel bir kurumdur. 14. ve 15. yüzyıllarda şövalyelik askerî işlevini yitirmişti ve 16. yüzyıla gelinceye değin hükümdarların diledikleri gibi dağıttıkları onursal bir ünvana dönüşmüştür. Ortaçağdan sonra artık hükümdarların soylular ve devlet görevlileri arasındaki en seçkin kişileri onurlandırmak için kullandığı birer nişan niteliğindeydi. Ozan, şarkısında bu soylulara ve seçkin kişilere işaret ederek “cesur şövalyelerin “asil” olduklarım vurgulama ihtiyacım duymaktadır:

Ihr, tapfre Ritter, setzt Euch auf, von hohem Stamm geboren, Ihr auch, Ihr Edle, hemmt den Lauf, des Feinds, der sich verschworen uns aufzureiben gantz und gar, es scheue keiner die Gefahr, thut Euch zum Streit bereiten und greift den Feind recht tapfer an, bringt ihn zur Flucht, dass Ross und Mann ausreiss auf allen Seiten.

(“Siz cesur şövalyeler, yüksek soydan gelen, doğrulun, siz de siz asiller, bizi harap etmek için pusuya yatmış olan düşmanın koşusuna engel olun, kimse bu tehlikeden çekinmesin, kavga etmeye hazırlanın ve düşmana cesurca saldırın, onun kaçmasını sağlayın ki adamlar ve atlan sıvışsın”).

Zafer ve yenilgi sık sık “yemek” ve “yiyecekierle ilgili kavramlarla açıklanır. On sekiz numaralı şarkıda askerlere seslenen ozan, Türklerin kaybeden taraf olmasım ister ve bunu “kanlı yemekie {blutige Mahl) ifade eder. “Barut ve ateşten oluşan yemeğe” (Mahlzeit mit Pulver und Flammen) çağnlan askerlerin “kurşundan oluşan şekerlemeye” (Kugelconfecf) gelmeleri beklenir:

Auf, muthige Helden, seyd munter zum Streiten,

Zum Fechten und Kämpfen, zum Siegen und Beuten,

Seyd alle geladen zum blutigen Mahl, Und kommet zu Haufen, in ziemlicher Zahl! Es wüthet und tobet der Türkenhund wieder, Er schnaubet und raubet und säblet darnieder, Und trotzet aufs neue das christliche Heer; Wie sollten wir solches erdulden noch mehr? Auf Leopold rufet und mahnet zusammen, Kommt Helden zur Mahlzeit mit Pulver Und Flammen,

Und helfet zurichten das Kugelconfect, Und jaget die grimmige Hundsköpf hinweck!

(“Haydi cesur kahramanlar, savaşmaya hazır olun, çarpışmaya ve savaşmaya, yenmeye ve yağmalamaya, hepiniz kanlı yemeğe hazırlanın, toplu halde gelin, çok sayıda!

Türk iti yine kızıyor ve kuduruyor,

Burnundan soluyor ve soyuyor ve kılıçtan geçiriyor, ve yeniden Hıristiyan ordusuna kafa tutuyor;

Buna daha ne kadar tahammül ederiz?

Haydi, Leopold sesleniyor ve uyarıyor, Gelin kahramanlar yemeğe barut ve ateş ile Ve kurşun şekerlemesini hazırlamaya yardım edin, ve vahşi Türk başlarını kovun!”).

Yirmi dört numaralı şarkının ozanı, kendini Johann Albrecht Poyssl olarak tanıtır. Possyl memleketinden uzaklarda olsa da, sesini Türklere ve Fransızlara karşı yükseltmesini bilmiş, Türklerin Viyana’ya sahip olabilmek için ödedikleri yüksek bedeli hatırlatmıştır. Poyssl (Poysel) 55 yaşında şiir yazmaya başlamış ve onları el yazısı olarak iki cilt halinde toplamıştır. 1683 yılından itibaren meydana gelen olaylarla ilgilenmiş, yazılarını Latince de kaleme almıştır.  Bavyerah Poyssl

çoğunlukla politik içerikli şarkılar yazmıştır. Ozan, barok kelime oyunuyla halk şarkısının özelliklerini uygun bir şekilde bağdaştım.  Ozanın kullanmış olduğu “Ay” simgesi Türkleri simgelemektedir; buna Üslup Özellikleri bölümünde değinilecektir. Şarkının üçüncü kıtasından:

Nachbarn, eilt zu euren Nutzen, Helft dem Man die Hörner stutzen, Laßt ihn nit mehr voll werden

(“Komşular, kendi çıkarınız için koşun, Ay’ın boynuzlarım köreltin, tekrar dolunay olmasına izin vermeyin”)

“Komşu”larla Hıristiyan ülkeler kastedilmektedir. Bilindiği gibi ay da Osmanlılan temsil eder. ‘“Ay”ın “boynuz”ları köreltilmeli” uyarısında bulunan ozan, Osmanlı İmparatorluğunun gücünün köreltilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Otuz iki numaralı şarkının çağrı şarkısına örnek oluşturduğu daha başlığından anlaşılır: “Türklere Karşı Yapılan Çağrı” {Aufruf Gegen Die Türken).

Bu şarkının ilk kıtasında ozan, Kayser I. Leopold’un imparatorluğa bağlı olan bütün memleketleri harekete geçirmesini bekler:

Großer Kaiser Leopold,

Weil der Türk sich thut so rühren,

Laß anitzo mit Gewalt

Alle Völker auch armieren!

Laß erschallen, laut erhallen

Trummel und Trompeten schallen,

Daß zum Kampfe sey bereit, Was nur dienlich ist zum Streit!

(“Büyük Kayser Lepold,

Türkler böyle varlığını gösterdiği için şimdi bütün gücünle tüm halkları harp haline getir!

Çınlat, yüksek sesle yankılat savaşa hizmet edeceklerin çarpışmaya hazır olduğunu

davul ve trompetlerinle yankılat!”)

Aynı şarkının altıncı kıtasında ozan askerlere “Alman kahramanlar” diye seslenerek “güzel imparatorluk şehri”ni kurtarmaları için “acele” etmelerini ve Alman İmparatorluğunu “Sultan'ın pençelerinden” korumalarını ister:

ihr deutsche Helden werth, Könnet ihr das Elend schauen? Eilet, eilet, nehmt das Schwert, Auf den Bluthund einzuhauen! Ehvor er das Wien ereilet, Und die schöne Kaiserstadt Schrecklich auch verberget hat.

Auf, und schützt das deutsche Reich,

Vor des Soldans Tigerhänden!

Helfet alle itzt zugleich,

Sonsten kann es übel enden!

(“Ey değerli Alman kahramanlar, bu sefaleti görebiliyor musunuz?

Acele edin, kılıçlarınızı alın,

kanlı iti vurmak için!

Güzel imparatorluk şehrini

Viyana’ya ulaşıp zarar vermeden”).

(“Haydi, Alman İmparatorluğunu

Sultanın kaplan pençelerinden koruyun!

Hepiniz hemen yardıma gelin, yoksa her şey kötü bitebilir!”)

Dünya içerikli çağrı şarkılarında ozanlar en yüksek yönetici olan kaysere, şövalyelere ve askerlere düşmanı alt etmeleri için çağrıda bulunurlar.

“Din İçerikli Çağrı Şarkısı" “Hıristiyanlara Yakarış İçerikli Çağrı Şarkısı”

On beş numaralı şarkının ilk kıtasında ozan Hıristiyanlara seslenerek, “zor” ve “hüzün veren” olarak nitelendirdiği kuşatma ile ilgili söyleyeceklerine kulak vermelerini ister:

Nun merckt jr lieben Christenleütt in der schweren betruebten zeit/ was ich jetzund wil singen:

(“Şimdi duyun siz sevgili Hıristiyanlar zor ve hüzün veren zamanda, size şimdi söylemek istediğimi”).

Şarkının devamında, yirminci kıtada ozan yine Hıristiyan halkına seslenerek “kalpten gelen dualar”la donanmalarını ve Hazreti İsa’ya saygı duymalarını ister:

Ihr underthonen send geruest/

halt euch allzeit an jesum Christ/

mit hertzlichem gebette

(“Vatandaşlar donanın daima Hazreti İsa’yı tanıyın kalpten gelen dualarla”)

Hıristiyanlara yakarış içerikli çağrı şarkısında ozan Hıristiyan halka dua etmeleri için seslenir.

“Tanrı’yaYakarış İçerikli Çağrı Şarkısı’

İkinci Viyana Kuşatması döneminde kaleme alınan din içerikli çağrı şarkılarında “Tanrı’ya yakarış” özelliği gösteren şarkılar önemli bir yer tutar. On dört numaralı şarkının yedinci kıtasında ozan, Birinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış “çağrı şarkılarından farklı olarak, Tanrı’ya düşmanın “küçük düşürülmesi” ve onunla “alay edilmesi” için yakanr. Tanrı’dan bir de “kendi kahramanlan”na “cesaret” vermesini ve böylece bayatlan pahasına “zafer” elde etmelerini ister:

Drum, höchster Herr und grösster Gott, lass Dich doch jetzt erbitten, mach Du den Feind zu Schänd und Spott, Du kannst uns leicht behüten: Gib unsern Helden tapfern Muth, dass sie frisch -wagen Leib und Blut, hilf ihnen glücklich siegen, dass auch das grosse Türcken-Heer (gleich Pharao im rothen Meer) gesammt mög’ unten liegen.

(“Bu nedenle, ey en yüce efendimiz ve ulu Tanrım, yakarışlarımıza kulak ver.

Rezil rüsva et düşmanı, himayende kalalım hep: Kahramanlarımıza cesaret ver ki canlarını ve kanlarını vermeye hazır olsunlar, yenmelerine yardım et ki büyük Türk ordusu (Kızıldeniz’deki firavun gibi) yere batsın topyekün.”).

Bu şarkının altıncı kıtasında ozan, kendinden ve hastalığından söz eder.

Düşmana karşı savaşmak istediğini, ama zayıf ve hasta olduğu için ancak duayla katkıda bulunabileceğini söyler. Bu şarkıyı kaleme alan kişi Otto Gall von Stubenberg’dir. Buchmann, Otto Gall’in bir çok din içerikli halk şarkısının ozanı olduğunu ve şarkılarını. “ Himmelsdurchdringende Herzens Seufzer oder Neue Geistliche Lieder Nürnberg 1686" adını taşıyan bir kitapta toplu halde yayınladığını belirtir . Gall’in Gut hastalığı  nedeniyle yataklara düştüğü şu dizelerden anlaşılır:

Doch weil ich nun bin kranck und schwach, kann ich in meinem Ungemach nur mit Gebet jetzt kämpfen.

(“Ama şimdi hasta ve güçsüzüm, bu dertten muzdaripken şimdi sadece duayla savaşabilirim”)

On beş numaralı şarkının ozanı dördüncü kıtada Tanrı’ya “biz acizleri teselli et” diyerek halkım ve Kilise’yi “Türk’ün şiddetinden” kurtarması için yakarır. Türklerin Hıristiyan dininden olmamaları nedeniyle ozan onlara karşı hoşgörülü değildir, çünkü Türklerden “Tanrısız ırk” diye bahseder:

Troest Herr uns armen unnd erhalt/ dein Kirche vor des Türcken gwalt/ der reyne Christliche lehre:

Und beschürm die trewen Diener dein/ in dieser gfar un grossen pein/ deß frommen bitt erhoere.

Laß uns O Herr entgelten nicht/ des Gottlosen geschlecht/ erhoer deß arms klegliche bitt/ verschon ach Herr der rechten/ Laß dir mein Gott empfolhen sein/ die Witwen und die waysen/ die lieben Kinder klein.

(“Efendimiz biz acizleri teselli et ve saf Hıristiyanlık öğretisi olan Kiliseni Türk’ün gücünden koru

Ve tehlike ile büyük keder içindeki sadık hizmetkarlarını kolla onların ilahi yakarışlarını işit

Ulu Tanrım bu Tanrısız ırkın günahını çektirme, bu zavallının hazin yakarışlarını işit ey doğruların Efendisi, Tanrım, Sana emanet edilsin dullar ve yetimler, sevgili küçük çocuklar”).

On yedi numaralı şarkının ilk kıtasında ozan, Viyana halkının tehlike içinde olduğunu ve “tehlike içindeyken” kendisinin ve halkının Tanrı’ya yakardığıni belirtir. Arzularının Tanrı'nın onlara yardım etmesi olduğunu da sözlerine ekler:

Herr, wir schreyen all zu dir, jetzund in unsern noeten, Nach deiner hülff steht unser gyr, du kanst uns wol erretten, Dann du bist allein Herr und Gott, der helffen kan auß aller not denen die dir vertrawen.

(“Ulu Tanrıin, hepimiz sana yakarırız, şimdi zor durumdayken, arzumuz senin yardımındır, Sen bizi kurtarabilirsin, Çünkü Sen Efendi ve Tanrısin, Öyle ki tüm zor durumlarda sana güvenenlerden yardımlannı esirgemezsin”).

Yirmi yedi numaralı şarkının on birinci kıtasında ozan Tanrı’ya, sık sık zor durumda kalan Alman ve Leh halklarım koruması ve Kayserin de Türklerin karşısında zafer elde etmesi için yakarır:

Ich bitt noch mehr, o grosser Gott, Lass Dir doch sein befohlen das Teutsche Reich, so oft in Noth gestecket, samt den Pohlen: Gib unserm Kaiser immer Sieg, fürnemlich in dem Türcken-Krieg und segne seine Waffen.

(“Ey Ulu Tanrı, daha çok yalvarıyorum, himayende kalsın Leh halkıyla beraber, böylesine cefa ve zorluklar yaşamış olan Alman Devleti: Kayserimize daima zafer bahşet,

özellikle Türklere karşı savaşta, ve kutsa silahlarını.”).

Otuz iki numaralı şarkının son kıtasında ozan, Meryem Ana’nın kendilerini korumasını ve destek vermesini ister. Meryem Ana, kucaklayan, sevgi dolu, koruyucu özellikleriyle Viyana Kuşatmasının ‘sıkıntılı günler’inde bir anne imajı yaratıyordu. Diğer yandan Meryem betimlemeleri aynı zamanda Türk korkusu ve Türk tehlikesi ile ilişkilendiriliyordu. Örneğin Meryem hilalle sembolize ediliyordu. Onun hilali, “Türk hilalini kırmalı”ydı, yani İslamiyet’in gücü ve kudreti zayıflatılmahydı.  İkinci Viyana Kuşatmasından sonra Meryem Ana figürü görsel bir değişim geçirerek “Türk Meryem Ana”sı (Türkenmadonna) haline gelmişti. Bunun en iyi örneklerinden biri, Kirchsahr Kilisesinde bulunmaktadır: “Meryem Ana hilalin üstünde durmakta, sağ elinde bir kılıç, solunda İsa’yı tutmakta, onun da sol elinde bir Türkün kesilmiş kafası bulunmaktadır”. Kilisenin Meryem Ana’yı “Türk Meryem Ana”sma dönüştürmesiyle “Türk korkusu”nun dindarlar üzerindeki etkisi sürekli hale gelmiş ve Türklerin yok edilmesinin Tanrı tarafindan istendiği düşüncesi uyandırılmıştı.  Aşağıdaki dizelerde ozan, Meryem Ana’nın Hıristiyan Viyana halkım koruyacağını vurgular:

Uns beschützen, mächtig nützen, Wird Maria, und uns stützen. Auf, erhebet Schwert und Hand, Seyd dem Erbfeind itzt bastantl- (“Bizi koruyup, yararlı olmamızı sağlayacak, Meryem Ana bizi destekleyecek, Haydi, kılıçlan ve ellerinizi kaldırın, ezeli düşmandan baskın çıkın!”)

“Tanrı’ya yakarış içerikli çağrı şarkılarında ozanlar ancak Tanrı’nın yardımıyla düşmanın yenilebileceğine olan inançlarını dile getirirler. Ayrıca Tanrı’dan Hıristiyanlığın ezelî düşmanı olan Türklerin küçük düşürülmesini isterler.

Asker Şarkısı

Asker, din ve çağrı konularım ele alan Barok dönemi şarkılarında nida ve hiciv şarkılarına kıyasla halk ürünü olma özellikleri daha ağır basar. Fakat nida ve hiciv şarkılarına göre onlardan daha az bilgi içerir, daha kısa ve ritmiktirler.  Bazı asker şarkıları aynı zamanda askerlere yapılan savaşa çağrıyı da içerdiğinden bu şarkılar daha önce çağrı şarkıları kapsamında ele alınmıştı.

Yirmi üç numaralı şarkının yedinci ve on sekizinci kıtalarında ozan, Alman birliklerinin kuşatma sırasında kullandıkları değişik silahların özelliklerinden ve cesur askerlerin hiç aldırmaksızm ve teslim olmaksızın savaştığından söz eder. Burada silahlar konusunda detaylarla karşılaşılır: Tüfek, dinamit, bomba, ateş topu, obüs gibi dönemin ateşli silahlan şarkıda yerini almıştır:

Sehr man mit Stücken schoß, Es regnet gleichsam Feuer ein, Man gab sich doch nicht bloß; Granaten, Bomben groß und klein, Viel Feuerballen insgemein, Man achtet es nicht groß.

(“Tüfeklerle çok kez ateş edildi, aynı zamanda ateş yağdı, ama hiç teslim olunmadı;

Dinamitler, bombalar, büyük ve küçük, bunlarla birlikte çok sayıda ateş topu, Buna pek dikkat edilmedi”).

Carthaunen gross und klein, Haubitzen auch dergleichen, hier Dreyssig gezehlet seyn;

Sammt acht und zwanzig Pollern mehr Viel Feuer-Bomben hin und her;

Man setzte tapffer dreis.

(“ Büyük ve küçük toplarla, obüsler de aynı boyutlarda, burada sayıları otuz kadardır; yirmi sekiz burç var, çok sayıda ateş bombası, bunlar cesurca kullanıldı”)

Yirmi beş numaralı şarkının sekizinci kıtasında yirmi dört numaralı şarkıda olduğu gibi silahlar hakkında bilgi veren ozan silahların ne şekilde kullanıldığıyla

değil, bunların görünüşleriyle ilgilidir :

Mit Gold gestückt decken  die Säbel mit Stein  Ritt mancher Polack in Wienn-Stadt hinein: Pistolen besetzet mit Türckes  so schön Wer tapffer thut streiten der kan nicht lähr gehn.

(“Kimi Leh asker altınla işlenmiş örtüler ve değerli taşlarla bezenmiş silahlarla Viyana şehrine at üstünde girdi: Silahlar turkuvaz taşıyla çok güzel şekilde işlenmiş Kim cesurca savaşırsa eli boş dönemez”).

On sekiz numaralı şarkıda pek çok Alman elektörü, kuşatma için asker yollayacakları sözünü verirler. Bunlardan Köln elektörü, savaş gücünün toplam on iki bin askerden oluştuğunu ve kuşatmaya katılanlann “en cesur savaşçılarf’olduğunu belirtir:

Türckes: “turkuaz”

Ich bringe zwölftausend der dapfersten Streiter, Herzhafter Soldaten, Fußgänger und Reuter; Die sollten der Mahlzeit auch wohnen mit bei, Und machen das Ungarn der Türkeng 'walt frei. (“En cesur askerlerimden on iki binini getiriyorum, yaya ve atlıdan oluşan yürekli askerler, onlar yemeğe de katılacaklar, ve Macaristan’ı Türk egemenliğinden kurtaracaklar”).

Ozan yirmi yedi numaralı şarkının yedinci kıtasında Alman ve Leh askerlerinin “aslanlar gibi vahşice” düşmana saldırdıklarım belirtir ve halkın da yardımlarını esirgemediğini “savaşacak durumda olan herkes kavga eder” sözlerinden anlaşılır:

Die Teutschen, Pohlen fallen an gantz grimmig wie die Löwen, es streit und kämpft, wer fechten kann und thut nach Ehren streben, viel Fürsten, ja ein König gar, die scheuten keine Kriegs-Gefahr, sie wollten Ehr ’ einlegen.

(“Almanlar ve Lehler aslanlar gibi vahşice saldırıya geçerler, savaşacak durumda olan herkes kavga eder ve şeref için çabalar, bir çok prens, hatta kral bile, savaş tehlikesinden ürkmediler, onlar iftihara layık olmak istediler”).

Birinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış asker şarkılarında daha çok tarihî olaylarla kişisel deneyimler aktarılırken İkinci Viyana Kuşatması asker şarkısında daha çok kuşatmada kullanılan silahlar ve askerlerin güçleri hakkında bilgi verilmektedir. Ayrıca dikkat çeken bir özellik, İkinci Viyana Kuşatmasını ele alan asker şarkılarının Birinci Kuşatmaya göre daha az olmasıdır.

Övgü Şarkısı

Ekteki on dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki, yirmi dört, yirmi yedi ve otuz dört numaralı şarkılar övgü şarkısına örnek oluşturmaktadırlar. Bu şarkılarda genellikle Alman tarafına övgü yağdırılırken Türklerden nefretle söz edilir.

On dokuz numaralı şarkı hem övgü şarkısına, hem de dinî şarkıya örnek oluşturur. Ozan bu şarkının on ikinci kıtasında, diğer şarkılardan farklı olarak komutan ve askerleri değil, sayesinde zafer kazanıldığına inandığı İsa Peygamberi övmektedir. Şarkıda, Hazreti Muhammed’in inananları yerilirken iki din arasında bir karşıtlık da kurulur. Burada Müslümanlar “kibirli”, “gururlu” olarak gösterilirken, İsa’nın cemaatinin bulunduğu Viyana şehri “cennet” olarak yorumlanır. İsa'ınn yardımıyla öldürülen Müslüman askerler mezarlarında kurtlar tarafından yenilmiştir:

Nur Christi Lob, der da den stoltzen Mahmets-Leuten

Ein schimpflich Grab gemacht in -wenig Tages=Zeiten, Daß die, so Hochmut voll, den Himmel wolten stürmen, Schon mehrentheils nun sein gefressen von den Würmen.

(“Yalnızca İsa’yı övelim, o, kısa bir süre içinde

Muhammed’in gururlu cemaatine kahrolası bir mezar yaptı. Oysa onlar kibirli halleriyle cennete saldırmak istemişlerdi. Artık çoğu kurtlar tarafından yendi”)

Yirmi numaralı şarkının on dokuzuncu kıtasında kuşatmayı yöneten prensler övülür. Trompet ve davullar onların başarılarını müjdelemektedir:

Die Fürsten, all' an Ehren reich, Sie kommen aus dem heißen Krieg; Trompetenschall und Paukenstreich Verkünden feierlich den Sieg; Den Sieg, den sie erfochten haben Vereint, die Polen und die Schwaben.

(“Şereflerin tümüne layık prensler, sıcak savaştan çıktılar;

Trompet ve davul sesleri zaferi müjdeliyor;

elde ettikleri zaferi, Lehlerle Suabların birlikte”)

Ama esas övgüye bütün bu prenslerin içinde Kont Starhemberg’in layık olduğu yirminci kıtada vurgulanır. Öylesine başarılı olmuştur ki Kayserin takdimi ile karşılaşır ve hediyelerle ödüllendirilir:

Dem Starhembergjedoch gebührt

Das größte Lob, ihm wird's gebracht:

Der Kaiser selbst dankt tiefgerührt

Dem Mann, der über Wien gewacht;

Läßt einen Ring und and’re Zeichen Der großen Huld, dem Helden reichen.

(“Fakat Starhemberg, en büyük övgüyü hak eder:

İmparator, Viyana’yı koruyan adama, duygulu bir şekilde teşekkür eder.

Büyük bir lütuf olan kahramana bir yüzük ve başka nesneler takdim eder”)

Yirmi bir numaralı şarkıda Bavyera prensi (bayrischer Kurfürst) Max Emanuel’den bahsedilir. Max Emanuel şarkılarda cesur ve hayatı pahasına çabuk harekete geçen bir kişi olarak karşımıza çıkar.  Emanuel’e övgü yağdırılırken düşman küçümsenir; ozan propaganda amacı güder:

Vivat Max Emanuele

Der dem Türk sein Drachenhöhle

Hat gesäubert in dem Feld!

(“Yaşa Max Emanuel, o Türk’ün ejderha inini savaş meydanında temizlemişti”)

Yukarıdaki dizelerde ozan, Hıristiyanları yüceltirken Türkleri ejderha simgesiyle anlatır. Ejderha mitolojide güçlü ve yenilmez olanı ifade etmesine rağmen rağmen Max Emanuel tarafından savaş meydanında yenilgiye uğratılmıştır. “Ejderha” simgesine Üslup Özellikleri’nde yer verilecektir.

Yirmi dört numaralı şarkıda ozan, öncelikle Kayser Leopold’un övgüye layık olduğunu belirtir. Alman gücünü simgeleyen kartal, imparator Leopold’un gücüyle özdeşleştirilir. Leopold Tanrı'nın yardımıyla başarıya ulaşır. Şarkının devamında ülkenin korunması kartal simgesiyle ifade edilir. Bu simgeye Üslup Özellikleri bölümünde değinilecektir.

Himmel, -wollest immer segnen All’s -was mit dem Adler fliegt, Auf die Feind mit Unglück regnen, Gott für Leopoldum kriegt.

Dem sey erster Preis gegeben,

Ihm wir danken um das Leben, Wolle des Adlers Sachen Noch mehr glückselich machenl- (“Gökyüzü daima kartalla uçan her şeyi kutsamak ister, düşmanın üzerine felaket gibi yağar.

Tanrı bunu Leopold için yapar.

esas övgüyü hak eder.

Ona hayatımızı borçluyuz, kartalın davası bizi daha da mutlu etsin!”)

Yirmi yedi numaralı şarkının başlığı “Övgü ve Teşekkür Şarkısf’dır (Lob-und Danck Lied). Bu şarkıda komutanlara veya askerlere değil, doğrudan Tanrı’ya şükran ve övgü sözleri sarf edildiği için şarkı aynı zamanda dinî özellikleri de içerir. Bu şarkıda da yirmi bir numaralı şarkıda olduğu gibi ozan elde edilen başarının sonucunda “trompet” ve “davullarla” Tanrı’ya şükredilmesi gerektiğini

belirtir:

Man lobe, dancke Gott mit Paucken und Trompeten, weil er den Feind gemacht zu Spott, ala wir um Hülff gebeten:

Der Türcken-Heer ist ganz zerstreut,

das Christen-Volck macht gute Beut und preiset Gott den Herren.

(“Tanrı’ya şükredip dua edelim, trompetler ve davullarla, ondan yardım dilediğimizde düşmanı alay konusu yaptığı için: Türk ordusu tamamen dağıldı, Hıristiyan halkı iyi bir ganimet aldı ve Tanrı’ya şükranlarını sundu”)

“Övgü ve Şeref Şarkısı” (Lob und Ehren=Gedichf) başlığını taşıyan otuz dört

numaralı şarkının girişi “Avrupa sevin!” (Europa, freue dich!') sözleriyle başlar. Bu

şarkının dördüncü kıtasında savaşa “güçlü silahlar”la destek veren Bavyera prensi

Max Emanuel’in yardımlanndan övgüyle söz edilir:

Kurfürst Emanuel

Erhub sich also schnell Mit starken Waffen Und kome an zugleich, Hulf dem Haus Österreich Die Feind’ zu strafen.

(“Prens Emanuel güçlü silahlarla derhal harekete geçip Avusturya’ya yardıma geldi, düşmanı cezalandırmak için”).

Şarkılarda Alman tarafının kahramanları övülürken aynı zamanda çoğunlukla

düşman tarafı olan Osmanlı hakkında küçük düşürücü sözlere yer verilir.

Nida Şarkısı

Bu tür şarkılar Alman yazımnda Jubellieder olarak geçmektedir. İkinci Viyana

Kuşatması, Hıristiyanların zaferiyle sonuçlanmış; bu da yeni bir şarkı türünün doğmasına neden olmuştur. Bu şarkılarda Barok döneminin karakteristik özellikleri görülür: Bilgilendirici ve yabancı sözcük kullanımı, vezin ve kıta yapısının biçim ağırlıklı olması vb.  Gerçi Barok döneminde dil cemiyetleri aracılığıyla Alman dilinin yabancı sözcüklerden arındırılması yönünde yoğun bir çaba gösterilmişse de toplumun üst katmanları tarafından yabancı sözcüklerin kullanılması ve eğitimli kişilerin Latince ve Fransızca kullanmalarının önüne geçmek mümkün olamamıştır.

Yirmi iki numaralı şarkı bu bağlamda değerlendirilebilir. Barok döneminde yaygın olarak kullanılan yabancı sözcüklerin yaygın bir şekilde kullanıldığına dair bu şarkıda geçen Fransızca kökenli şu sözcükler örnek olarak gösterilebilir: resolvieren, recognisciren. Bu ve benzeri kelimelere Üslup Özellikleri bölümünde genişçe yer verilecektir. Bu şarkının “ne mutlu size cesur askerler” ile “sevin Alman kahramanlığı” dizelerinden bunun bir nida şarkısı olduğu anlaşılır. Ozan, Türklerin yenilgisini onların “tümüyle yerin dibine geçtiği” sözleriyle anlatmaktadır:

Wohl ihr Tapfere Soldaten, Freu dich teutscher Heldenmuth, Wohl der Streich hat dir gerathen, Jetzund gibt es Wein für Blut, Jetzund muss es sein getrunken Weil die Türckenhund vor dir, Voll und Toll zur Erde gesunken, Durch die starcken Trinck-Geschirr.

(“Ne mutlu size cesur askerler, sevin Alman kahramanlığı, Sen oyuna geldin, Şimdi kan yerine şarap var, Şimdi içilmeli

Çünkü Türk itleri senin önünde, tümüyle yerin dibine geçtiler, güçlü şarap kadehleri sayesinde”).

Yine aynı şarkının devamında zafer elde eden Viyanahlarm Türklerin geri çekilmesi sonucu geride bıraktıkları değerli eşyalara sahip olmaları “şekerleme” {Konfekt) sözcüğü ile ifade edilir:

Füllt die Toffel mit den Speisen Schreyet: Lebe LEOPOLD, Die Gericht sind nicht mehr Eisen Das Confect ist Beut und Gold, Also wann die Feinde pochen Muss man nach dem Kriegsgebrauch Ihnen nichts als Wunden kochen Bey dem starcken Pulver-Rauch.

(“Sofraları yemeklerle donatıp Leopold yaşa diye bağırın, Yemek artık demirden değil şekerleme ganimet ve altından oluşur, düşmanlar vurduklarında savaş usulüne göre yoğun barut dumanında sadece yaralar açılmalı”).

On dokuz numaralı şarkının on yedinci kıtasında ozan AvusturyalIlara seslenerek onların Alman topraklarında “zafer” nidaları söylemelerini ve bu zaferden dolayı Tanrı’ya bir şükran şarkısı söylemelerini ister:

Drumb singet nun Triumpf. Triumpf. in Teutschen Landen, Nachdem der Türcke ist gemacht zu Spott und Schanden. Last uns nun Gott da vor ein hertzlich Danck=Lied singen Und in der That auch nun die Christen=Opffer bringen.

(“Bu nedenle şimdi Alman memleketlerinde zafer! Zafer diye şarkı söyleyin, Türk alay konusu olduktan sonra.

Tanrı’ya içten bir şükran şarkısı söyleyelim Ve artık Hıristiyan kurbanlarını getirelim”).

Yirmi üç numaralı şarkının girişinin oldukça uzun olması bunun tipik bir Barok şarkısı olduğuna işaret eder. “Yaşa! Starenberg yaşa! Starenberg şeref içinde yüz!”

dizeleri ile bir nida şarkısı olduğu anlaşılmaktadır. Bu şarkıda da Starhemberg’in hayatı pahasına savaşmayı göze aldığı ve Habsburg Kayseri Leopold’un tahtını ona borçlu olduğu belirtilir:

Vivat! Starenberg lebe! Starenberg in Ehren schwebe! Starenberg der tapfre Held,

Starenberg der kommt gegangen Seinen Kayser zu empfangen Welcher rühmet seine Treu;

Der -weil Wien der Türck geplaget, Gönst-Gnädig sich erzeiget

Leib und Leben frich gewaget, Daß es rühmet alle Welt.

Wien, Der Käyser-Sitz sich freuet, Als von GOTT gebenedeyet173, Weil der Grosse LEOPOLD

Ist dort wieder eingezogen, (Leid und Trauren sind entflogen) Bleibet seinen Wienern hold

Bleibt Ihm allzeit Huld geneiget Weil sein Sitz nun wieder frey.

(“Yaşa! Starenberg yaşa! Starenberg şeref içinde yüz!

Türkler Viyana’ya eziyet ettiğinde o hayatım kaybetmeyi göze aldı, bunu tüm dünya över.

İmparator tahtı olan Viyana sevinir,

Tanrı tarafından kutsanmış şekilde, çünkü büyük LEOPOLD oraya tekrar geldi, (keder ve üzüntü yok oldu) Viyana halkına bağlı kaldı.

Starenberg imparatorunu karşılamak için geldi imparator onun sadakatim över: İnayetli ve lütufkâr davrandı Daima ona saygı borçlu çünkü tahtı yeniden özgür.

Bu şarkı bir nida şarkısı olmaya daha sonraki dizelerde devam eder: Freu dich du Edles Wien! Dass du nun wieder worden frey! (“Sevin, ey soylu Viyana! Şimdi yeniden özgürsün!”).

Şarkının son kıtasında artık Viyana şehrinin düşman elinden kurtulmuş olmasının sevinç verici bir olay olduğunu ozan “Ey Viyana neşe şehri” sözleriyle açıklar:

Wien du Freuden-Stadt!

Dein Starnberg allzeit früh und spat

Für dich gesorget hat;

Dass nicht der Römer-Adler Nest

Zerstöret wurde durch Räuber-Gäst;

tapfre Helden-That!

(“Ey Viyana neşe şehri!

Senin Stamberg’in eninde sonunda

senin için çabaladı;

ki Romalı-kartal yuvası

Hırsız-misafirler tarafından bozulmasın;

Ey cesur kahramanlık!)

Über den abermahligen mit GOTT herrlichen und jüngsthin zu Anfang deß Monats Julij erhaltenen Doppel=Sieg... (“Temmuz ayı başında Tanrı'ınn yardımıyla tekrar elde edilen çifte zafer üzerine”) başlığım taşıyan otuz üç numaralı şarkı, nida şarkısıdır. İlk kıtada Hıristiyanların zafer elde etmesi sonucu ozanın mutlu bir ruh hali içinde olduğu anlaşılır. Alman kardeşlerine “neşeli” olmayı önerir, çünkü savaş sona ermiş ve Tanrı'ınn yardımıyla zafer kazanılmıştır:

Lustig wieder, deutsche Brüder!

Laßt uns danken Gott aufs neu, Der die Türkenhund’ legt nieder, Steht dem Christenhäuflein bei! Lauter Sieg

In dem Krieg

Gibet er nach Herzvergnügt.

(“Tekrar neşelenin Alman kardeşlerim!

Yeniden Tanrı’ya şükredelim,

Türk itlerini tekrar alt ettiği için,

Hıristiyan halkının yanında olun. Tanrı bize bu savaşta gönlümüze göre bir zafer verdi”).

Otuz dört numaralı şarkı övgü şarkısına örnek oluşturduğu gibi aynı zamanda bir nida olduğu daha ilk kıtasından anlaşılmaktadır. Bu şarkıda ozan, zafere yalnızca Viyana'nın, dolayısıyla Avusturya’nın değil, aynı zamanda Avrupa'nın da sevinmesi gerektiğini belirtir:

Europa, freue dich!

Empfange sanftiglich

Den jungen Helden!

Laß durch Trompetenschall

Sein Lob durch Berg und Tal Alsbald vermelden!

(“Sevin Avrupa!

Usulca genç kahramanını karşıla!

Trompet sesi eşliğinde onun övgüsünü dağ ve bayırda hemen haber ver!”).

Nida şarkılarında ortak olan bir özellik ozanların Viyana ve tüm Hıristiyan halkını “neşe” ve “sevinç”e davet etmesidir.

Hiciv Şarkısı

Alman tarihî halk şarkıları içinde önemli bir yer tutan hiciv şarkıları (Spottlied), Hıristiyanlığın ezelî düşmanı olarak kabul edilen Türkleri yermek amacıyla kaleme alınmış şarkılardır. 17. yüzyılın ikinci yansına tarihlenen bu şarkılarda Macaristan Savaşlan ve Viyana Kuşatmalannda Osmanlılann yenilgileri, “alaycı bir küçümseme” ile anlatılmaktadır.  Birinci Viyana Kuşatmasını ele alan şarkılarda düşmanın zalimliği konusu ağır basarken, İkinci Viyana Kuşatması şarkılannda düşmanın acizliği, Hıristiyanların ise üstünlüğünü vurgulayan “hiciv şarkısı”  ağırlıktadır.

“Şarkılarda betimlenen kişiler, çoğunlukla [Osmanlıların] yöneten tabakasından gelmektedir” . Örneğin otuz numaralı şarkıda “Sultan'ın hastalığı"ndan söz edilirken yirmi birinci şarkının merkezinde Kara Mustafa Paşa bulunur, ikinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış hiciv şarkılarının neredeyse hemen hepsi Kara Mustafa Paşa’yı yermektedir.

“Türk iti” (Türkenhund), şarkılarda Türkleri aşağılamak söz konusu olduğunda karşımıza en çok çıkan tabirdir. Aynı bağlamdaki başka tabirler ise “vahşi it başlan” (grimmige Hundsköpf), “günahkâr Türk iti ağzı” (sündlich türckenhündisch Maul), "Barbarlar” (die Barbaren), “despot sürüsü” (die thirannisch schaf), “vahşi güruhlar” (wilden Horden), “düşman ve canavar” (Feind und Wütherich), “ezelî düşman” (Erbfeind), “palavracf’dır (Lügenträumer). Buna karşılık Hıristiyanlar kendilerini, kendi savaşçıları ve kumandanlarını şarkılarda hep yüceltmişlerdir:

“Cesur komutanın, Kont Stahrenberg, Alman kahramanı” (Dein tapfrer Kommandant Graf Stahrenberg, der teutsche Held), “cesur kahramanlar” (muthige Helden), seçici prensimiz, cesur kahramanımız” (unser Chur Fürst der tapjfere Held), “Dük von Lothring’in cesur ordusu” (Herzog von Lothrings muth 'ges Heer). Yirmi sekiz, yirmi dokuz, otuz, otuz bir, otuz üç ve otuz altı numaralı şarkılarda bu örneklere rastlanır.

“Türk hastadır” (Der Türk ist krank) başlığını taşıyan otuz numaralı şarkının birinci kıtasında ozan, “yenilmiş it” (geschlagener Hund) sözüyle Türkleri kastederek onların hem ikinci Viyana Kuşatmasında yenilgiye uğradıklarına, hem de Macaristan’da sürdürdükleri hakimiyetin de sonuna geldiklerine işaret eder:

Ich g ’schlagner Hund, von Herzen Grund Heule an meinen Banden; Wein mich schier blind, daß ich mehr find Kein Stall im Ungarnlanden.

(“Ben yenilmiş it, zincirime vurulmuş, yürekten ağlarım. Kör olana kadar ağlarım, Macaristan’da kendime artık bir ahır bile bulamam.”).

Yine aynı şarkının onuncu kıtasında Tökeli ve Kara Mustafa Paşa nefret ve alayla anılır. Bu şarkıda konuşturulan kişi Kara Mustafa Paşa, Osmanlı taraftan Macar kralı Tökeli’ye yenilgisi yüzünden sitem etmektedir. Tökeli, Fransa kralı 14. Lui ile Kara Mustafa Paşa'ınn işbirlikçisi, yani Alman İmparatorluğuna ihanet eden kişi olarak görülür.

All mein Unglück der Galgenstrick Tökly hat angesponnen; Der will noch nit hören vom Fried, So mit dem Krieg nichts g 'wonnen.

(“Bütün talihsizliğimi dar ağacının ipiyle Tökeli bağladı. O banşı duymak istemezken savaşla da bir şey kazanmadı”).

Toplam yirmi kıtadan oluşan yirmi sekiz numaralı şarkının ilk sekiz kıtasında ozan Türklerle alay eder. Birinci kıtada Sadrazam Kara Mustafa Paşa alay konusudur. Şarkılarda kahraman olarak anılan Kayserin ve prenslerin tam karşıtı olarak Kara Mustafa’nın “zavallı” kişiliği konulmuştur. Onun hırslı aynı zamanda tembel (bärenhäuterisch) yapısı, zalimliği ve keyfe düşkünlüğü keskin bir alayla ifade edilir. Hitit’in belirttiğine göre, AvusturyalIlar tarihteki bir çok baş vezire karşı nefret beslemezken Kara Mustafa’ya karşı halkın tutumu oldukça farklıdır; bunda Kara Mustafa'ınn gücünün sona ermesinin de büyük bir etkisi vardır.  Yirmi sekiz numaralı şarkının ilk dizelerinde Kara Mustafa’dan “baş vezir” (Primo-Vezier) olarak söz eden ozan, onun “evine dönmesi”ni ister ve ona “sen Muhammed’in hayvanı” diye hitap ederek yalnızca bir yönetici olan Kara Mustafa Paşa’yı alay konusu yapmaz, aynı zamanda da İslam dünyasının ve dolayısıyla Türklerin Peygamberi olan Muhammed’i de küçük düşürmeye çalışır:

Packe dich Bluthund, du PRIMO-VEZIER

 Nichts verfanget dein hündisches Pochen!

Laufe nach Hause, du Mahomets-Thier

An deme die Christen sich rühmlich gerochen!

Frage den Mahomet, deinen Propheten

Warumb Er lasse Sein Ebenbild tödten?

[...]

Trolle dich, Bluthund, du Mörder der Deinen, Dieser Spott schallet in Mahomets-Hainen.

(“Kendine gel kanlı it, ey baş vezir, hiçbir şey senin itçe dövüşlerine aldırmıyor.

Evine koş, Hıristiyanların öç aldığı Muhammed’in hayvanı. Peygamberin olan Muhammed’e bir sor, neden kendi benzerini öldürttüğünü.”).

[•]

(“Kanlı it, hemcinslerinin katili, sıvışıp git, Muhammed’in ormanlarında bu alay, yankılanacak.”)

Ozan dördüncü kıtada geçen “Mısır Ayısı” yakıştırmasıyla, Osmanlılann Mısır üzerinde uzun yıllar boyunca hakimiyet kurmalarına gönderme yapar. Son dizede “Muhammed’in kedisi” ve “Sultan'ın faresi” ifadeleri Kara Mustafa Paşa ile alay edilmek amacıyla kullanılmıştır. Burada Muhammed Peygamberin uyurken uyandırmaya kıyamadığı için eteğini kestiği sevgili kedisine atıf yapılmaktadır. Ozan, Kara Mustafa Paşa'ınn Viyana’yı kuşatmaya niyetlenmekle kendisini Muhammed’in sadık ve sevgili kedisine benzetmek isterken, uğradığı yenilgi nedeniyle küçük ve korkak olan fare, daha doğrusu Padişah'ın faresi haline geldiğini vurgulamaktadır:

Ist es nicht besser, Aegyptischer Bähr, Daß du am Seidenen Stricke solst hangen,  Als daß die Christen nach deinem Begehr Bleiben von Türcken und Tartarn Gefangen? Packe dich, Mordhund, und eile nach Hause Mahomets-Katze, Sultanische Mause!

(“Mısır ayısı,

senin ipek ipte sallanman,

keyfin için, Hıristiyanların,

Türklerle Tatarların esiri olmasından daha iyi değil mi?

Kendine gel, katil it ve evine koş, Muhammed’in kedisi, Sultan'ın faresi!”).

Başlığı “Despot sadrazamın, Almanların sert tokadı yüzünden ve Türklerin büyük konuşmaları ve kayıplan yüzünden yalancı Tanrı Muhammed için pişirtip hazırlattığı ‘Türk dayağı çorbası’. Daha sonraki bir başansızhğı, gerçekleşmemiş bir zaferi tamamen ortadan kaldırma tehdidiyle hazırlanmış bir çorba. Bütün cesur ve asil Alınanlara bu kadar zavallı ve güçsüz bir Tanrı’ya gülmeleri için sunulur. 1683 yılında basılmıştır” (Türckische Prügel-Suppe, dem verlogenen GOTT MAHOMET, Welche ihme der Tyrannische Gross-Vezier, wegen emphangener Teutscher tichter Ohrfeigen, seines Bernheuterischen Grosssprechens, und flüchtigen Verlusts, hat kochen und anrichten lassen, Mit bedrohung ihme auf ferneres Missrathen, aussbleibenden Sieges, vollend gar todt zuschlagen; Allen tapfferen und grossmüthigen Teutschen, vorgestellet Zu einem Gelächter, einer so armseligen und ohnmächtigen Gottheit, Gedruckt im Jahr 1683) olan yirmi dokuz numaralı şarkıda ozanın Muhammed’i “Tanrı” olarak adlandırması onun İslam dini hakkındaki bilgisizliğini gösterir. Bunun nedeni ise ozanın kendi dini olan Hıristiyanlığın İsa Peygamberi tanrılaştırmasında yatar.

Şarkının başlığında Kara Mustafa Paşa’yı betimleyen “tembel” {Bärenhäuterisch) tabiri, aslında 16. yüzyıldaki Hümanist çevrelerde Romalı yazar Tacitus’un “Germania” adlı eserinde Germenlerin yaşam biçimini ifade etmekte kullanılıyordu. Aslmda Habsburglularm ataları için kullanılan olumsuz anlamlı bu ifade ozan tarafından Türkler, daha doğrusu Kara Mustafa Paşa için kullanılmıştır.

Bir çok şarkı “kuru savaş raporları” tarzında yazıldığı halde, bu şarkıda Hift’in iddia ettiği üzere “parlak fikirler” mevcuttur ; bu daha şarkının başlığından anlaşılmaktadır: “Türk dayağı çorbası” {Türkische Prügelsuppe). Ozan bu başlıkta bir çok olumsuz unsuru bir arada kullanır: Başarısızlıkla sonuçlanan İkinci Viyana Kuşatması “çorba” sözcüğüyle nitelendirilir. “Despot büyük vezir”, yani Kara Mustafa Paşa burada ozan tarafından “sahte” Tanrı olarak adlandırılan Hazreti Muhammed için bu savaşı başlatmıştır. “Çorbayı” hazırlatan ve aynı zamanda yenilginin sahibi komutan Kara Mustafa’dır. “Dayak” ve “tokat” sözcükleri Türklerin yenilgisini anlatmaktadır. Ozan Türklerden söz ederken onların büyük bir işe kalkıştıklarından, ancak beklenen zaferin gerçekleşmediğinden ve bunun gelecekte bir daha tekrarlanmayacağından söz edilmektedir. Ozana göre kuşatmanın başarısızlıkla sonuçlanması aynı zamanda Müslümanların Tanrısının, ozanın ifadesiyle zavallılığını ve Muhammed Peygamberin güçsüzlüğünü de ortaya koymaktadır. Bu şarkının üçüncü kıtasında açıkça dile getirilir. Kara Mustafa

Paşa’nın ağzından Muhammed’e şöyle seslenilmektedir:

Schau wie der Teutschen Macht, zu unsrer

Schänd undflüchtig Lauffen lacht, kanst du dann nicht es mehr? du Lügen-Träumer hör, wirst du uns Sieg versagen, ich lass dich prügeln sehr.

(“Bak, Alman gücü nasıl da utancımıza karşın gizlice koşup gülüyor, senin artık elinden bir şey gelmiyor mu? Sen palavracı dinle, bizden zaferi esirgersen, seni çok döverim”).

Otuz numaralı şarkıda yalnızca Türkler değil, aynı zamanda Habsburglularm düşmanı ve Osmanlıların dostu olan Fransızlar ve Macarlar da alay konusudur. Şarkının yirmi beşinci kıtasında Fransa kralı 14. Lui ile Macar kralı Tökeli’nin başarısızlıklarından söz edilir:

Ludwig und Tökly seyd verflucht,

Wollt, ihr wärt längst gestorben!

Wer bei euch Rath und suchet Gnad, Ist hie und dort verdorben.

(“Lui ve Tökeli size lanet olsun,

Sizin çoktan ölmüş olmanızı isterdik!

Sizden öğüt isteyen ve merhamet dileyen, burda orda mahvolmuştur”).

Otuz bir numaralı şarkı, İkinci Viyana Kuşatmasımn sona erdiğini anlatmaktadır. Sultanın hastalığından söz edilmesi, Türklerin kuşatmadan yenilgiyle çıktığına işaret etmektedir. Şarkıda sırasıyla adı geçen kişiler Sultan, müftü ve doktorlar (Medicus'yâır. “Doktorlar” diye adlandırılan kişiler komutan Lothringen, Kont Notgeri von Ötting, Bavyera elektörü, Saksonya elektörü, Brandenburg elektörü, Köln elektörü, Badenli, Frankonyalı, Venedikli ve nihayet DanimarkalI’dır.

Ozana göre hasta Türkleri “iyileştirebilecek” kişiler ancak Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunu yönetenler olabilir. Bu şarkıda “hasta” olan Sultan’a düşmanları ilaç yazsa da hastalığı iyileşmez olarak açıklanır. “DanimarkalI doktor” daha da ileri giderek onun vasiyetini hazırlar.

Otuz üç numaralı şarkı hem nida, hem hiciv şarkısının özelliklerini taşır. Bu şarkıda ozan Türklerden “karga” diye söz ederek onları küçük düşürmeye çalışır. Karganın leşçil bir hayvan olması ve başka yırtıcı hayvanların ele geçirdiklerine konmasıyla Osmanlılann başka bir ülkeye ait olan topraklara saldırması arasında bir benzerlik kurulur:

Ob das Heer der Türkenhunde, Wie glaubwürdig es bericht ’t, Bis hin an ’s Gebirg gleich stunde, Schadet ’ es doch gleichwohl nicht. Alles war Fertig gar

Bei der Türkenrabenschar.

(“Her ne kadar Türk itlerinin ordusunun dağlara kadar dayandığı

haberi inandırıcı olmasa da, onlardan bir zarar da gelmez.

Türk karga sürüsü için her şey sona erdi”).

Otuz altı numaralı şarkının birinci kısmında ozan Kara Mustafa Paşa’yı konuşturur. Aşağıdaki dizelerde Kara Mustafa kendine acımaktadır ve geride bıraktığı değerli eşyalar için üzülmektedir:

Der tapffre Stahrenberg/hat mir den Stahren gstochen/ Nun hab ichs übersehn/daß Machomet erbarm!

Daß ich alls ließ im Stich/ich brachte kaum zu decken/ Den Kotzen noch darvon/ach weh mir Alten Gecken/ Wienn lachet mich jetzt auß/welchs ich vor mein gschätzt/ Daß es so tapffer mich hat auff den Esel gsetzt.

(“Cesur Stahrenberg/bana oklarını sapladı/

Şimdi anladım ki/Muhammed merhametlidir/

Her şeyi olduğu gibi ortada bıraktım/ neredeyse hiç örtünmediğim/ Battaniyeyi götürebildim/ eyvahlar olsun ben yaşlı soytarıya/ Viyana şimdi benimle alay eder/ ona benimkilerin önünde değer vermiştim/

Oysa o beni aptal yerine koydu”).

Alman tarihî halk şarkıları arasında yer alan hiciv şarkılarında genellikle Kara Mustafa Paşa yerilirken Sultan, Fransa kralı ve Macar kralı da alay konusu edilmektedir. Hiciv şarkısının belirgin bir özelliği Osmanh İmparatorluğu yöneticilerinin konuşturulmasıdır. Şarkılarda en çok konuşturulan Kara Mustafa Paşa öylesi kendine “acıyan” ve yaptıklarından pişmanlık duyan bir ruh hali içindedir ki Muhammed Peygamber’e bile hakaret etmektedir.

Üslup Özellikleri

Özellikle İkinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış tarihî halk şarkıları üslup özellikleri yönünden oldukça zengindir.

Şarkılarda genel olarak şu retorik unsurlardan yaralanılmıştır:

Simgeler

İkinci Viyana Kuşatması Halk Şarkılarında karşımıza sık sık çıkan simgeleri şöyle sıralayabiliriz: Prensler ve eyaletler armalarıyla anılır; Avusturya muzaffer “kartal”, Bavyera “aslan”dır. Fransızlar sürekli öterek barışı bozan “horoz”dur.  Türklerin simgesi olarak “ay”, onun karşısında Hıristiyanların simgesi olarak “güneş” bulunur.

Genel olarak “güneş” ışığı, aydınlığı temsil ederken “ay” daha çok gizliliği, gizemi sembolize eder. On altı numaralı şarkıda “güneş” ve “ay” simgeleri birlikte kullanılmıştır. “Güneş” Hıristiyan dünyasını ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunu, “ay” ise Osmanlı İmparatorluğunu ve Osmanlı bayrağındaki “hilal”i temsil eder. Güneş gökyüzündeki en güçlü kütledir. Ay ise ancak onun sayesinde ondan aldığı ışıkla mevcudiyetini ortaya koyar. Bu nedenle güneş aydan üstündür. Şarkılarda güneş ve ay simgeleri zaten bu bağlamda kullanılmaktadır.

Türkler ilkin Asurluların İ.Ö. 9. yüzyılda kullandıkları kutsal simgeyi 1250 yılında kullanmaya başladılar. O tarihten sonra kimi zaman yanında bir veya daha çok yıldız olan hilal İslamlığın resmi simgesi haline geldi. Osmanlı İmparatorluğunda çeşitli renklerde bayraklar kullanılmıştı. Kanuni Sultan Süleyman zamanında ordunun bayrak rengi beyaz, donanmanmki kırmızıydı. Bu şarkıda “kan kırmızısı” (blutroth) sözcüğü hem bayrağın rengi, hem de yenilen Osmanlı ordusunun kaybettiği kanın rengini betimlemek için kullanılmıştır:

Der Himmel beglückte das christliche Heer, Daß selber die Sonne Noch sähe mit Wonne, Die Christen erhalten die herrliche Schlacht, Die gleichsam den Mondschein hat blutroth gemacht.

(“Gökyüzü Hıristiyan ordusunu kutsadı, bunu güneş de memnuniyetle izledi, Hıristiyanlar mükemmel bir muharebe aldılar, bu ay ışığım kan kırmızısına boyadı”).

On beş numaralı şarkıda olduğu gibi, yirmi dört numaralı şarkıda da “ay” ve “güneş” simgeleri kullanılır. “Güneş”, yani Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu, Asya’ya, “ay”a, yani Osmanlı İmparatorluğuna karşı gelmelidir. Karanlıklar içinde duran “ay”, yenilgiye uğramak üzere olan Osmanlı ordusudur ve Batıya doğru “koştuğu” için, ozan komşulara, yani Almanlarla ittifak yapmış ülkelerden yardım talebinde bulunmaktadır. “Ay’ın boynuzlan köreltilmelidir” sözleriyle Osmanlı İmparatorluğunun gücüne artık son verilmesi gerektiği kastedilmektedir. Boynuz genel anlamda hayvanlann kendilerini korumaları için kullandıkları bir silahtır. Bu nedenle hem fiziksel, hem de insan üstü gücü sembolize etmektedir. Daha önce de değindiğimiz gibi “boynuz”, Osmanlı İmparatorluğunu ve onun hakimiyetini simgeler:

Adler, dein Glücksonn aufgehet,

Wend dich gegen Orient,

Mon in Finsternissen stehet

Laufet gegen Occident, Nachbarn, eilt zu euren Nutzen, Helft dem Mon die Hörner stutzen, Laßt ihn nit mehr voll werden, So lang besteht die Erden.

(“Ey kartal, senin uğur güneşin yükseliyor. Şarka karşı dur, Karanlıklar içindeki ay, batıya koşuyor

Komşular kendi çıkarınız için acele edin ay'ın boynuzlarını köreltin Dünya var olduğu sürece bir daha dolmasına izin vermeyin ”)

Otuz numaralı şarkıda ozan, Fransa’nın ulusal simgesi olan “horoz”u, Fransızlar ve Fransa kralı XIV. Lui için kullanır. ‘“İslam hilali gece gökyüzünde yükselir, Galya horozu uyumaz” sözü, o zamanlar bir Alman atasözü haline gelmişti.”  “Büyük Lui” ve “güneş kralı” lakaplı Avrupa’nın ilk ve en büyük mutlak kralı olan XIV. Lui, Avrupa’nın ilk düzenli ordusunu kurmuş ve bu nedenle, Avrupa’da Fransız ordusu en büyük kara gücü haline gelmişti. Bunun üzerine yayılmacı bir politika izlemeye başlayan XIV. Lui’nin orduları Almanya, İtalya ve Flanders’e saldırmış, Freiburg kenti ile Ren nehrinin doğusundaki Breisgau bölgesini almıştı. Bu dönemde Avrupa’daki yöneticiler büyük emeller peşinde koşan Fransa kralının Osmanlı padişahı Sultan IV. Mehmet’ten daha tehlikeli olduğuna inanıyorlardı. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun Macaristan ve Viyana nedeniyle Osmanlılarla savaşmasından yararlanmak isteyen XIV. Lui, 1680’lerde Alman prensleri üzerinde nüfuz kurmaya yönelik bir politika izlemiştir. Bu durum kendisini yüzyıllardır Osmanlı İmparatorluğu ve Fransız Krallığı arasında sıkışmış hisseden Habsburg Hanedanlığı için büyük bir askeri ve siyasi tehlike oluşturmakla kalmamış aynı zamanda imparatorluğu psikolojik açıdan da yıpratmıştı. Bu nedenle yukarıda sözünü ettiğimiz atasözü ile gece gökyüzünde hilal yükselirken normalde gece uyuması gereken horozun uyumadığından söz edilmektedir. Aşağıdaki şarkıda Kara Mustafa Paşa Padişah’a seslenip ondan yardım bekliyor ve Fransa’nın bu zor dönemde devreye girmesini umut ediyor. Oysa ozan darda, yani karda kalmış horozun panik içinde gittiğini ve muhtemelen onu bir Alman rüzgarının Ren nehrinin ötesine savurduğunu dile getirmektedir:

Weh mir Soldan!

Was thut der Hahn?

Im Schnee wie laut er krähet.

Kann gar wohl seyn,

Daß ihn vom Rhein

Ein teutscher Wind verwehet.

(“Bana acı Sultan!

Horoz ne yapar?

Karda nasıl da öter.

Onu Ren’den

bir Alman rüzgarının uçurduğu mümkündür”).

Yirmi bir numaralı şarkıda Türkler “ejderha”yla özdeşleştirilir. Ejderha mitolojik bir yaratıktır ve yılan, kertenkele, kuş ve bazen de arslanın karışımından oluştuğu kabul edilir. Genelde yılan görünümlü olan ejderha, tarih boyunca bir çok toplumun gözünde kötülüğün simgesi olmuştur. Yunanlılar ve Romalılar yılanın genellikle kötü güçleri temsil ettiğine inanmakla birlikte, zaman zaman da yeryüzünün derinliklerinde yaşayan bu yaratıkları iyilik güçleri olarak da kabul ederlerdi. Hıristiyanlık dini ise, eskinin hem iyi, hem de kötü yılan tanrılarını lanetlemiştir. Incil’de, karanlığı ve gizemliliği simgeleyen bu yaratığın îsa Peygamber tarafından kükürt denizine atıldığı yer almaktadır. Tanrı'ınn erdemlerini simgeleyen bir kahraman, yani İsa Peygamber tarafından yok edilir. Aşağıda alıntılanan şarkıda da bir kahramandan söz edilmektedir: Bavyera prensi Max

Emanuel. O “ejderha”yı, karanlığı, gizemi ve kötülüğü, yani Türkleri savaş meydanında yenilgiye uğratmıştır:

Vivat Max Emanuele

Unser starker Kriegsheld,

Der dem Türk sein Drachenhöhle

Hat gesäubert in dem Feld!

(“Yaşa Max Emanuel, bizim güçlü savaş kahramanımız, o Türk’ün ejderha inini savaş meydanında temizlemişti”)

Yirmi iki numaralı şarkı simgeler yönünden oldukça zengindir. Sık sık kullanılan kartal (Adler) simgesi, öncelikle gökyüzünü, güneşi ve tanrısal yönetimi simgeler. Bu şarkıda kartal, özellikle Alman İmparatorluğu ve dolayısıyla onun gücünü temsil eder. Aynı şarkıda bir başka hayvan imparatorluk gücünün simgesi olarak kullanılmıştır: Hayvanlar aleminin en güçlüsü olarak kabul edilen arslan. “Genç arslan” (junge Löw), “Yuda arslanı” olarak da bilinen Yuda soyunu temsil eder. Hazreti İsa da Yuda soyundan geldiği için arslanın İsa’yı sembolize ettiği söylenebilir.  Arslan aynı zamanda ölümü çağrıştırır şarkıda. Arslanla karşı karşıya gelmek, ölümle yüz yüze gelmek anlamım taşımaktadır:

Bayren war auch nicht der letzte

So an diesen Sieges-Tag

Tapffer in die Feind setzte

Das manns nicht beschreiben mag

Wie der junge Löw gebissen In die stoltze Türcken-Hund Wird die spathe Nach-Welt wissen Auff dem gantzen Erden rund.

(“Bavyera da sonuncu değildi

Bu zafer gününde

cesurca düşmanı alt etti

Bunu tarif etmek oldukça güç genç aslanın

kibirli Türk köpeğini nasıl ısırdığını

bütün yeryüzündeki

genç nesiller de öğrenecek”)

Yirmi dört numaralı şarkının beşinci kıtasında Sultan Süleyman’ın “Stephan Kilisesinin üstüne hilal ve ay koydurması” (bkz. s. 139-140) ile ilgili efsaneye paralel olarak bu şarkıda, Viyana Kuşatmasının Hıristiyanlar lehine sonuçlanmasıyla yetinmeyen ozan, bir zamanlar Bizans İmparatorluğunun simgesi olan Aya Sofya’nın da tekrar Hıristiyan aleminin merkezi olmasını ister ve bu isteğini “Aya Sofya’ya Almanlar haç koysun” sözleriyle ifade eder:

Noch mehr von dem Sieg zu singen

Gebe unser Christengott,

Daß der Teutschen dapfre Klingen,

So von Blut der Türken roth,

Ihre Spitz an ’s Meer erstrecken,

Das Kreuz auf Sophia stecken,

Die Sonn den Adler liebe,

Des Monscheins Glanz betrübe!

(“Bu zafer üzerine daha çok şarkı söylememize

izin versin Hıristiyan Tanrımız,

Öyle ki Almanların cesur kılıçlan,

Türklerin kanıyla kızıla boyansın, ucu denize uzansın, Sofya’ya haç koysun, güneş kartalı sevsin, ay ışığının parlaklığı sönsün!”).

Yirmi dört numaralı şarkıda Türkes sözcüğü “turkuvaz, firuze taşı” anlamına gelir. Bu sözcük “Türk” kelimesinden türemiştir. Şarkıda bu sözcükle Türkler kastedilerek kelime oyunu yapılmıştır. Türkes, Türkis sözcüğünün “Türk” sözcüğünden türeme nedeni, bu taşın Avrupa’ya ilk olarak Türkler yoluyla gelmesidir. Ozan, düşman olarak ifade edilen Türkler tarafından aşılamayan Viyana şehrini muzaffer Hıristiyan aleminin koruyucu şeddi olarak görüyor. Bu şeddin değerli taşlarla ve özellikle turkuvaz taşı ile bezenmiş olması şehrin kapılarına kadar gelen ve buradaki savaşlarda ölen Turklerin ölü bedenlerinin bu şeddi değerli bir taş gibi süslediğinin simgesi olarak kullanılıyor:

Wien, siegreiche Christenmauer,

Auferbaut von Edelg’stein,

Kommst der Porten ziemlich sauer,

So dich g’faßt mit Türkes ein.

(“Değerli taşlarla inşa edilmiş,

Muzaffer Hıristiyanların şeddi Viyana, limanına uğrayanları oldukça zorluyorsun, kendini “turkuvaz” ile süslüyorsun”).

Yirmi beş numaralı şarkının sekizinci kıtasında “turkuvaz” kelimesi kullanılarak Türklere gönderme yapılır:

Pistolen besetzet mit Türckes

(“Turkuvaz taşıyla bezenmiş silahlar”)

Yirmi altı numaralı şarkının ellinci kıtasında “yıldız ve ay” kavramları geçer. Bu kavramlar bir yandan Türk bayrağım temsil eden iki şekli ifade ederken, diğer yandan Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği Sultan Süleyman’ın Stefan Kulesinin üzerine bir altın top ve onun üzerine bir altın ay ve gümüşten bir güneş koyma emelini dile getirmektedir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Beç (Viyana) kalesini Kızıl Elma olarak adlandırır.

Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun, diğer bir deyişle Habsburg İmparatorluğunun başkenti olarak Hıristiyanlık dünyasının bir simgesi olan Viyana, yalnızca Hıristiyan dünyası için değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu ve İslam dünyası için de büyük önem taşımaktaydı. Viyana şehrine yakıştırılan Kızıl elma kavramı, Osmanlılarla ortaya çıkar ve cihan hakimiyeti ülküsüne bağlı olarak halk kitlelerine ve askerlere, adı ve efsanesiyle yayılır. Ayasofya’nın önünde dikili bir sütun üzerinde, at üstünde bulunan Justinianus heykelinin elinde kızıl bir küre veya

Ayasofya'ınn kubbesi ile birlikte kızıl elmanın Hz. Muhammed’in doğumunda düştüğünü iddia eder. Kızıl elma zamanla Türklerin İstanbul’u ele geçirme ülküsü haline geldi. Kızıl elma kavramı daha sonra Roma’da kullanılmaya başlandı. Vatikan’daki St. Pierre Kilisesinin kubbesine, yani katolik dünyasının merkezine kondu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde V. Kari ile yapılan savaşlarda Beç (Viyana) kızıl elması kavramı ortaya çıktı. Viyana şehri ve kalesi Alman Kızılelması veya Alman Kızılelma Şeddi adım aldı. Evliya Çelebi’ye göre “Bütün Macar, Nemçe (Avusturya), Latin ve Yunan tarihlerinde bu Beç Kızılelmasını ve rim papa (Roma) Kızılelmasını Osmanlıların alacağı açıklanmıştır”.

Yeniçerilerin kışlalarını ziyaret eden Kanuni buradan ayrılırken bu durumu ifade etmek için “Kızılelma’da buluşuruz” diyerek askerlerinin ülkülerini canlı tutardı. Bu gelenek Yeniçeri ocağı yıkılana kadar sürdürülmüştür.  

“Tarih ve Toplum” dergisinde çıkan “Kızılelma Üzerine” adlı yazıda bu simgeye ilk kez İngiliz hekim ve tabiat bilgini Edward'ın seyahatnamesinde rastlandığına değinilmektedir. Bu konuda diğer bir kaynak ise Brown’un efsanesidir (1672). Bu efsaneye göre Kanuni Sultan Süleyman, Stefan Kulesini gelecekte minare

olarak kullanmak için korumak ister. Şartı, imparatorluğunu simgeleyecek bir “altın küre”nin Stefan kulesine konmasıdır. Kanuni altın küreyi yaptırıp onu Viyana şehrine gönderir. Kral Ferdinand, Türkler çekildikten sonra Sultan Süleyman’ın alameti olan kürenin üzerine “altm ay” ve “güneş” oturtur. O zamandan itibaren Viyana, “Almanların Kızıl Elması” olarak adlandırılmaktadır.

Damals ließ der Türckische Kayser Solyman

Auff den Thurn setzen Stern und Mond Und schwur dabey daß künfftiger Zeit Der Thurn von allem Schuß befreit.

(“O zamanlar Sultan Süleyman kuleye hilal ve yıldız koydurdu ve gelecekte kuleye zarar gelmeyeceğine dair söz verdi”)

Hiciv şarkısı başlığı altında da değinilen yirmi sekiz numaralı şarkının dördüncü kıtasında “Mısır Ayısı” yakıştırmasıyla Kara Mustafa Paşa’ya atıf yapılmaktadır. Hayvanlarla ilgili Hıristiyanlık sembolizminde “ayı”, şeytanı, şehveti, iffetsizliği, tembelliği ve öfkeyi sembolize eder. Ozanın, Osmanlı sadrazamım betimlemek için bütün olumsuz özellikleri barındıran bu hayvanı seçmesinin nedeni, Almanları Türklere karşı kışkırtmaktır. Aynı kıtanın devamında yine yukarıda sözü edilen (bkz. s.126-127) “Muhammed’in kedisi” (Mahomets-Katze) ve “Sultan'ın faresi” (Sultanische Mause) sözleri yer almaktadır. Buna karşılık, Hıristiyanlardan ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğundan bahsedilirken sık sık “arslan” simgesi kullanılmıştır. Arslan, İsa’yı dolayısıyla da Hıristiyanlığı simgeler. “Muhammed’in kedisi”nin ise İslam dinini temsil ettiği söylenebilir. Bu iki hayvandan arslan, hayvanlar aleminin kralı, kedi ise onun türevidir. Arslan kedigiller ailesinin en büyüğü ve en güçlüsüdür. “Kedi” ise arslanla karşılaştırılınca fazlasıyla küçük ve çelimsizdir. Ozan bu iki simgeyi kullanarak Hıristiyanlık ve İslam dinini kendi gözüyle değerlendirmiştir. Ozanın ve diğer Hıristiyanların gözünde Hıristiyanlık, İslam dininden üstündür. Ozan sözlerini bu kadar açık ifade etmese de dolaylı olarak dinî propaganda amaçlamıştır.

Kişileştirme

Birinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış halk şarkılarında “kişileştirme”ye hemen hemen hiç rastlanmasa da on bir numaralı şarkının beşinci kıtasının son dizesinde Viyana şehri kişileştirilmiştir:

Wien du solst nit trauren.

(“Ey Viyana yas tutmamalısın”).

İkinci Viyana Kuşatması halk şarkılarında “kişileştirme” (Personifikation) yaygın olarak kullanılmıştır. Bu şarkılarda çoğunlukla Viyana şehrinin kişileştirilmesi söz konusudur. Ozan Viyana’da geçen olayları bir insanın başından geçer gibi aktararak olaylara canlılık ve görsellik katar.

On üç numaralı şarkının onuncu kıtasında ozan, kişileştirdiği Viyana şehrine tutsak düşmüş bir kadına seslenir gibi “güzel Viyana, sana neler oldu?” diye soru sorar:

Jetzt will ich weiter gehn

Und frag dich, schönes Wien,

Wie ’s dir ergangen?

Die du ein lange Zeit,

In einem harten Streit, Lägest gefangen.

(“Şimdi yoluma devam etmek isterim ve sana sorarım, güzel Viyana, sana neler oldu?

Uzun bir zaman, sert bir kavgada, tutsaktın”)

On dokuz numaralı şarkının beşinci kıtasında Viyana şehrinin bir insan gibi yara almasından bahsedilir. Ozan için Türklerin Viyana şehrini kuşatması onun yara alması anlamına gelmektedir: O Wien,...wie unheilbar schien doch schier deine tiefe Wunde (“Ey Viyana,..., derin yaran ne kadar iyileşmez görünüyordu”).

Şarkının son kıtasında artık Viyana şehri yas içinde bunalmış, eziyet çekmiş, günah çekmiş bir insan gibi huzura kavuşmuş, elde edilen başarılardan dolayı neşeye boğulmuştur:

Nun, liebstes Wien, leb wohl, in Seel-vergnügten Freuden Nach diesem Trauer=Stand, nach diesem schweren Leyden Und bring fortan in Buß und Glauben zu die Jahre, Damit dir künjftig nicht was ärgers widerfahre.

(“Artık sevgili Viyana, huzur ve neşe içinde yaşa, yas ve eziyetten sonra, günahlarından arınmış bir şekilde, gelecekte seni tekrar bir bela bulmasın”).

Yirmi numaralı şarkının ikinci kıtasında ozan, Viyana şehrine bir insana sesleniyormuş gibi olası tehlikelerle ilgili sorular sormasıyla endişesini dile getirir:

Wien, wirst du auch widersteh ’n

Dem Anprall der gewalt 'gen Fluth?

Wirst du nicht schrecklich untergeh ’n

Im Kampf’ mit Raserei und Muth?

Sind stark genug auch deine Maurern,

Um solchen Sturm zu überdauern?-

(“Ey Viyana, bu şiddetli selin çarpmasına dayanabilir misin?

Öfke ve cesaretle olan kavgada korkunç bir şekilde yok olmaz mısın? Surların böyle bir fırtınayı atlatmak için yeterince sağlam mı?”).

Aynı şarkının on sekizinci kıtasında artık Viyana şehri kurtulmuştur. “Sadakat”ı ve sağlamlığı sayesinde tekrar “nefes” alabilmektedir. Diğer ifadeyle şehir insani özellikler sergilemektedir:

Wien ist gerettet, ist befreit!

Es athmet wieder leicht undfrei!

Dank seiner Treu ’ und Festigkeit Fiel 's nicht in Joch und Sklaverei. Zurückgescheucht sind die Barbaren Wie einst, vor dreimal fünfzig Jahren. (“Viyana kurtuldu, serbest bırakıldı!

Yine zorlanmadan ve özgür bir şekilde nefes alıyor!

Sadakati ve sağlamlığı sayesinde

Boyunduruk ve esaret altına girmedi.

Barbarlar kışkışlandı

Bir zamanlar, üç kere elli yıl önce olduğu gibi”).

Yirmi iki numaralı şarkıda da tipik bir kişileştirmeyle karşılaşılmaktadır. Burada Viyana şehri, “Alman topraklarının prensesi” (Wien du Fürstin teutscher Landen) olarak tasvir edilir. Roma, Paris ve Viyana şehirlerinin tarihî önemlerini kavramak için öncelikle Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun imparatorluk düşüncesine bakmak gerekir. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu üç temel öğeden oluşur: İlki, dinî otoriteyi temsil eden Roma şehridir, bu Christentum ile özdeştir; İkincisi, bilim ve sanat alanlarındaki otoriteyi temsil eden Fransa, dolayısıyla Paris şehridir, bunu Antike ile ifade edebiliriz; üçüncüsü ise Imperium yani siyasî otorite, Almanya dolayısıyla Viyana şehriyle özdeştir, buradan Germanentum ifade bulur. Şarkıda imparatorluk şehri, siyasî otoritenin merkezi Viyana şehrinden kıymetli, zarif bir prenses gibi söz edilmektedir. Yukarıda sözü edilen Roma, Paris ve Viyana şehirlerinin tarihî önemi, Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın emelleriyle de örtüşmektedir. Kara Mustafa Paşa'nın tarihî kaynaklardan bilindiğine göre çok hırslı bir kişiliği vardı. Bu konuda Sander şu açıklamaları yapar: “Bağnaz bir Hıristiyan düşmanı olarak, 1. Bayezid’in tehdidini yenilediği, yani bir gün Roma'nın St. Peter meydanında atla dolaşacağını söylediği rivayet edilir. Viyana’yı ele geçirdikten sonra Ren’e doğru yürüyüp Fransa Kralı 14. Louis ile savaşacağını da söylemekteydi”.

Yirmi üç numaralı şarkının ilk kıtasında ozan “asil” diye hitap ettiği Viyana'ınn yine özgür olduğu için sevinmesini ister. Aynı zamanda Viyana'nın Türk despotluğundan kurtulup yeniden özgür ve korkusuz olarak yaşamayı nasıl bulduğunu sorar ozan :

Freu dich du Edles Wien!

Dass du nun -wieder worden frey!

Wie ist dir doch zu Sinn?

Dass du der Tiircken Tyranney

Befreyet, gleichsam lebst aufs Neu!

All Furcht ist nun dahin.

(“Sevin ey Viyana!

Tekrar özgür olduğun için!

Türk despotluğundan

Kurtulup yeniden yaşamaya başladığın için

Ne hissediyorsun?

Artık tüm korkular yok olmuştur”)

Yirmi beş numaralı şarkının ilk kıtasında diğer şarkılardan farklı olarak Avusturya kişileştirilmiştir:

Oesterreich spitze die Ohren (“Avusturya, kulaklarını iyice aç”).

Yirmi dokuz numaralı şarkının yirmi birinci kıtasında 1663’te Osmanlılar tarafından ele geçirilen Uyvar kalesinin tekrar Almanların ele geçeceği kuşkusunu ozan Kara Mustafa’nın ağzından aktarır. Uyvar'ın kaybedileceği endişesi, Uyvar “ölüm döşeğinde” ve “son nefesini vermek üzere” sözleriyle kişileştirilerek ifade edilir:

Neuhäusel ist todtkranck, in Zügen schon, das haben wir zum Danck, es geht auff Ofen loss, ach welch ein Hertzens-Stoss, wir sind fast auff- geschrieben, der Schaden ist gross.

(“Uyvar ölüm döşeğinde, son nefesini vermek üzere, yaptıklarımıza karşılık, şimdi Budin tehlikede, ah bu ne kalp yarası, neredeyse sonumuz geldi, zarar büyüktür”)

Otuz dört numaralı şarkıda bu kez Avrupa’yı kişileştiren ozan Avrupa’nın sevinmesini ister:

Europa, freue dich!

Empfange sanftiglich

Den jungen Helden!

Laß durch Trompetenschall

Sein Lob durch Berg und Tal

Alsbald vermelden!

(“Avrupa sevin!

Usulca genç kahramanım

karşıla!

Trompet sesi eşliğinde

onun övgüsünü dağ ve bayırda hemen haber ver!”).

“Kişileştirme” özellikle İkinci Viyana Kuşatması şarkılarında kullanılmıştır; başta Viyana şehri olmak üzere Avusturya’nın kuşatmadan zaferle çıkması sonucu Avusturya, hattâ Avrupa da kişileştirilerek Avrupa devletlerinin bu zafere sevinmeleri gerektiğine işaret edilmektedir.

Retorik Soru

Retorik soru, ozanın yanıtını beklemeden hedef kitleye soru sormasıdır;

söylediklerinin zaten onaylanmış olması söz konusudur. Bu yöntemin kullanılmasının nedeni, anlatılanı daha canlı hale getirmek ve dinleyicileri düşünceye sevk etmektir.

Olayların boyutunu gözler önüne sermek ve dinleyicileri/okurlan etkilemek amacıyla ozan, on üç numaralı şarkıda sorular yöneltmektedir:

Bedrängtes Oesterreich,

Was für ein schwerer Streich

Hat dich geschlagen?

Was Elend, Angst und Pein,

Drung da mit Haufen ein, Was Schmerz und Plagen!

(“Baskı altındaki Avusturya, nasıl bir oyuna geldin?

Ne kadar çok keder, korku ve acı seni aştı, ne kadar çok acı ve felaket?”)

On dokuz numaralı şarkıda ozan sorulan aracılığıyla Viyana şehri için neredeyse kurtuluş umudu kalmadığım, ama sonunda bu kötü durumdan kurtulduğunu belirtir:

Wie nah bistu, mein Wien, dem Untergang gewesen:

Wie kommts dann, daß du nun so schleunig bist genesen?

(“Viyana'ın, sona ne kadar da yakındın:

Nasıl oluyor da bu kadar çabuk iyileştin?”).

Yirmi sekiz numaralı şarkının üçüncü kıtasında ozan önceki örneklerden farklı olarak Viyana şehrine değil, Kara Mustafa’ya sorular yöneltir. Ozanın burada amacı sorular aracılığıyla kuşatmadan yenilgiyle çıkan Türklerle alay etmektir:

Sage, wie schmecket der Wiener Confect? Sind dir die Bohnen im Mage verrostet?

(“Söyle Viyana şekerlemesinin tadı nasıl? Kurşunlar midende paslandı mı?”).

Yirmi dokuz numaralı şarkının on sekizinci ve yirminci kıtalarında da Türklerle alay etmek ve yaptıklarının Hıristiyanlarca onaylanmadığını belirtmek amacıyla Kara Mustafa Paşa'nın ağzından Muhammed’e sorular yöneltilir:

Was bistu nutz im Krieg?

(“Savaşta ne işe yararsın?”)

Ich liesse mich auf dich, schau doch wie schön, wie schön beschützt du mich?

(“Sana güvenmiştim, bir bak nasıl da güzel güzel korursun beni?”).

Alman tarihî halk şarkılarında Retorik soru, okurlar veya dinleyiciler üzerinde daha büyük bir etki sağlamak, ayrıca da Türklerin “acizliği”ni gözler önüne sermek amacıyla kullanılmıştır.


Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar