ALMAN TARİHÎ HALK ŞARKILARINDA BİRİNCİ VE İKİNCİ VİYANA KUŞATMALARI 1
| |
Doktora Tezi
Yazan: Zeynep K. Bailey,
Ankara 2002
Giriş
Bu
çalışmanın konusunu “Alman Tarihî Halk Şarkılarında Birinci ve ikinci Viyana
Kuşatmaları” oluşturmaktadır. Alman tarihî halk şarkılarına göz attığımızda
bunların içinde “Türkleri konu alan halk şarkıları’nın (Türkenlieder) önemli
bir yer tuttuğunu görürüz. Bu şarkılar yüzyıllar boyunca Almanların Türklerle
teması sonucu, özellikle Türk savaşları ile ortaya çıkmıştır. Birinci ve İkinci
Viyana Kuşatmalarının da Türk savaşları içinde önemli bir yere sahip olmaları
nedeniyle kuşatmalar üzerine yazılmış pek çok şarkıya rastlamak mümkündür.
Tezin
başlıca amacı, her iki kuşatmayı konu alan Alman tarihî halk şarkılarını biçim
ve içerik bakımından irdeleyerek incelemektir. Türk imajı ve bu imajı oluşturan
unsurları araştırıp ortaya koymak, böyle bir incelemenin temel amacı olmasa da,
ele alman şarkıların bu noktaya ışık tutması kaçınılmazdır.
Tez,
konu itibariyle Türk Germanistiği alanında özgündür; dolayısıyla bir eksikliği
gidermektedir. Ayrıca kültür ve tarih araştırmalarına da katkı sağlayacaktır.
Edebî
metinler incelenirken genellikle iki yönteme baş vurulmaktadır. Birincisi, meme
bağlı (werkimmanent)-, İkincisi
ise meme bağh olmayan (werktranszendent) yöntemdir.
İkinci inceleme biçimi, araştırmamızın amacına daha uygundur. Çünkü zaman zaman
metin dışına çıkarak edebiyat dışı alanlardan da faydalanmamız gerekecektir.
Tarih, siyaset bilimi, kültür, din ve mitoloji sıkça başvuracağımız alanlar
olacaktır.
Tezin
ana bölümünü oluşturan “Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmaları Üzerine Yazılmış
Alman Tarihî Halk Şarkıları” adlı bölümde eldeki şarkı metni, sırasıyla iki
kuşatmanın ağırlık noktalarına göre irdelenecektir. Bir şarkı ağırlıklı olarak
“övgü şarkısı”yken aynı zamanda “dinî şarkTnın özelliklerini de
taşıyabildiğinden aynı şarkı hem “övgü şarkısı”, hem de “dinî şarkı”
kategorisinde ele alınacaktır. Her bir kategori ele alınırken ekteki
şarkılardan uygun örnekler alınacak ve açıklanacaktır. Her kategoriye özgü
örnek seçilip uygun dizelerin Almancası Türkçe karşılığıyla birlikte
verilecektir.
“Birinci
ve İkinci Viyana Kuşatmalarında Tarihî Alman Halk Şarkıları” adlı bir araştırma
şimdiye kadar yapılmamıştır. Buna karşın aynı konuya benzerlik gösteren
çalışmalar mevcuttur. Bunlardan ilki Irma Hift’in Historische
Volkslieder Flugblätter aus der Zeit der Türkenkriege (Wien, 1914) (Türk
Savaşlarına Ait Tarihî Halk Şarkıları ve El İlanları) adlı doktora
çalışmasıdır. Bu çalışmanın ilk bölümünde tarihî halk şarkılarının ve el
ilanlarının tarih açısından taşıdıkları önem üzerinde duruluyor. Bu bölümde
ayrıca şarkıların gelişiminden ve yayılmalarından da bahsediliyor. İkinci
bölümde 1683-99 ve 1717-18 yıllarım kapsayan dönemler tarihî halk şarkısı
açısından irdelenmektedir. Çalışmanın üçüncü bölümünde, ikinci dönem olarak
adlandırılan 1787-90 yıllan inceleniyor.
Helene PatriasTn
“Türkenkriege im Volkslied' (Wien, 1947)
(Tarihî Halk Şarkılarında Türk Savaşlan) adlı doktora çalışmasının ilk bölümü
“Şarkıda Haber” (Zeitung im Lied) başlığım
taşımaktadır. Bu bölümde tarihi halk şarkısının öznelliğinden, diğer bir
deyişle gerçekleri aktarırken sapmalar olabildiğinden bahsedilir. Patrias,
tarihi halk şarkısının el ilanlan (Flugblatt) aracılığıyla
nasıl yaygınlık kazandığım açıklıyor. Aynca tarihi halk şarkısının biçimsel
özelliklerinden, örneğin kalıp bir giriş cümlesi verilerek bahsedilir.
Helene
PatriasTn çalışmasının ikinci bölümü “Şarkıda Tarih” (Geschichte im
Lied) başlığım
taşımaktadır. Bu bölüm, Türklerin Anadolu’ya ilk ayak basmaları ve
Selçukluların kutsal yerler için giriştikleri savaşlarla başlatılıyor. Patrias,
Türk savaşlarıyla ilgili her bir tarihi olaya kronolojik sıra içinde
değindikten sonra, konuyla ilgili şarkılardan örnekler veriyor.
Çalışmanın
üçüncü bölümü, “Şarkıda Kamuoyu” (Öffentliche Meinung im
Lied) başlığım taşıyor.
Günümüzde gazetenin üstlendiği görevi, eski zamanlarda tarihî halk şarkıları
üstlenmişti. Kamuoyu, devlet adamlarının kararlarım daima etkilemiştir.
Kamuoyunun etkileme konusunda ne kadar başarılı olduğunu Haçlı Seferleri
göstermektedir. Haçlı Seferleri Şarkıları, Türkleri Konu Alan Şarkıların öncüsü
durumundadır.
Yüzyıllar
boyunca değişik kuşaklar Türk savaşlarına tanık olmuştur. Kuşaktan kuşağa
aktarılan nefret yüzünden Türkler ezeli düşman haline gelmişlerdir. Zengin ve
fakir, Protestan ve Katolik aynı oranda Türk savaşlarından etkilenmiştir. Her
Hıristiyan, Türk saldırısının inancına bir saldın olacağım, kendisini ve ailesini
çaresizliğe düşüreceğini biliyordu. Ancak tehlike doruk noktasına ulaştığmda
Türk tehlikesinin halkı tehdit eden bir unsur olduğu bilincine vanlmış ve bu
bilinç, Birinci ve İkinci Viyana Kuşatmalarında çok canlıydı.
Türkleri
Konu Alan Halk Şarkılarının ortak noktası, korku ve çaresizliktir. Kamuoyuna
korku ve çaresizlik egemendir. En büyük suçu prensler işliyordu, çünkü onlar
umursamazlık içinde Türklerin yaklaşmalarını seyrediyorlardı. Tarihî halk
şarkısı, o dönemdeki yanlışlıkların ve hataların farkındadır. 15. ve 16. yüzyıl
şarkılarında “kendine suç yükleme” çok yaygındır. 16. yüzyıl başlarından
itibaren kendini gösteren mezhep ayrılıkları, başarılı bir savunmayı
engellemiştir. “Eğer bütün Hıristiyanlar birlik içinde olurlarsa Hıristiyanlık
yenilmez olacaktır” fikri, bir “leitmotiv” haline gelir. Dönemin şarkıları, Tanrı’ya
inanmaya, sabırlı olmaya ve ahlakî iyileşmeye çağrıda bulunurlar.
1529
yılının halk şarkılarında hakim olan Türk tehlikesi, 1683 yılının halk
şarkılarında bitmiş gibidir. Avusturya'nın son Türk savaşında ozanlar
tarafından savaş arzusu ve savaş sarhoşluğu vurgulandığı gibi, artık barışa
çağrıda da bulunuluyordu. Savaştan başka sorunlar da kamuoyunu meşgul
etmekteydi. Türk savaşlarını sürdürmenin artık bir anlamı yoktu.
Buchmann'ın
Türkenlieder zu den Türkenkriegen und besonders zur
zweiten Wiener Türkenbelagerung (Wien, 1983) (Türk
Savaşları ve Özellikle Türklerin İkinci Viyana
Kuşatması Üzerine Türk Şarkıları) adlı çalışmasının ilk bölümü, 1683 yılından
önceki şarkıları kapsar. Buchmann bu
bölümde öncelikle şarkıların işlevlerini irdeler: Şarkının ana işlevi,
duyguların üstesinden gelmek amacına yönelik olmasıdır. Buna örnek olarak asker
ve dinî şarkılar verilir. Bundan başka şarkılarda kendi adından söz eden
kişiler vardır; buna örnek olarak da hiciv ve nida şarkıları verilir. Şarkının
bir diğer işlevi sanatsal bir mükemmelliğe ulaşmasıdır. Artık şarkılar amatör
şarkıcılar tarafindan değil, aksine profesyoneller tarafından dinleyicilere
sunulur. Övgü şarkısı buna örnek gösterilebilir. Şarkıları dinleyicilere sunan
kişiler, tanınmış melodileri kullanarak şarkıların yaygınlık kazanmalarım
sağlarlar. Buna örnek olarak yine övgü şarkıları ve bazı nida şarkıları
verilir. Buchmann’a göre, propaganda
şarkıları ve çağrı şarkıları sadece bir grubun değil, tersine anonim bir
kitlenin [bilgi edinme] ihtiyacım karşılamaktaydı.
Buchmann, bundan
sonra Türklerin temasa geçtiği yerleri sayarak onların şarkılarda üstlendiklere
rollere değinir: Damat, kız kaçıran ve hattâ katil. Buchmann, üç
yüz yıl boyunca Türkleri konu alan şarkıların Almanca konuşulan topraklarda
yankılandığım belirtir. İlk olarak Niğbolu Meydan Muharebesi (1396) ile ilgili
bir şarkıya yer veren Buchmann, bunun kayda geçmiş en
eski şarkı olduğunu söylüyor. Bu şarkıyı, İkinci Viyana Kuşatmasına kadar
geçen süreyi kapsayan örnekler takip ediyor.
Buchmann’ın
çalışmasının ikinci bölümünü İkinci Viyana Kuşatmasını konu alan şarkılar
oluşturur. Bu şarkılar konularına göre dinî, çağrı, asker, tarihî, haber, övgü,
nida ve hiciv şarkılarına ayrılır. Son olarak Buchmann, diyalekt
özelliği taşıyan şarkılara değinir. Bu kategorileri sırasıyla ele alır ve her
kategori için örnekler verir.
Çalışmanın
konusuna en yakın araştırmayı Şenol Özyurt yapmıştır. Araştırmacının Die
Türkenlieder und das Türkenbild in der deutschen Volksüberlieferung vom 16. bis
zum 20. Jahrhundert (München, 1974) (16. Yüzyıldan
2O.Yüzyıla Kadar Alman Halk Kaynaklarında Türk Şarkıları ve Türk îmajı)
başlığını taşıyan çalışmasının ilk 140 sayfasında, özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda
Osmanlı imparatorluğu ile Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu arasında geçen
savaşlar üzerine yazılmış Halk Şarkılarının özellikleri ve Türklerin imajı
irdelenir. Özyurt, Türklerin imajıyla doğrudan ilişkili olan kavramları
açıklar: “Türk tehlikesi”, “Türk korkusu”, “Türk vergisi” vb.
Özyurt,
Türkleri konu alan halk şarkılarım genel olarak ikiye ayırır: Dünyevî şarkılar
ve dinî şarkılar. Dünyevî şarkılar içeriklerine göre şu şekilde
gruplandırılıyor: Savaşları, savaşla ilgili olayları, kayıplan, açlık ve ölümü
anlatan “savaş şarkıları”; kuşatmayı anlatan “kuşatma şarkısı” (Belagerungslied)', hükümdarlara
cesaretinden söz eden “övgü şarkısı” (Preislied) ve
bir kişiyi veya bir grubu alay konusu yapan “hiciv şarkısı” (Spottlieder)
“Dinî
şarkılar” (Geistliche Lieder) , kısmen
“Kilise şarkıları” grubuna dahildir. “Çağrılar”dan (Aufrufe)* bazdan
içeriklerine göre dinî şarkılar kategorisine girer.
Birinci
ve İkinci Viyana Kuşatmaları halk şarkılarında, “Türk korkusu” ve “Türk
tehlikesi” kavramlarıyla bağlantılı olarak karşımıza daima olumsuz ifadeler
çıkmaktadır. Bu ifadelere çalışma içinde yer verilecektir.
Bu
bölümden sonraki 300 küsur sayfada Özyurt, Osmanlılarla Almanlar arasındaki
savaşlar konu eden halk şarkılarının listesini verir. Listede toplam 156 şarkı
mevcuttur.
Yukarda
değindiğimiz araştırmalarda edebiyat dışı bir alan olarak sadece tarihe
başvurulmuştur. Bu çalışmayı diğer araştırmalardan ayıran özellik, çalışmanın
edebiyat ve tarihin yanı sıra siyaset bilimi, din, mitoloji ve kültür açısından
da irdelenmesidir. Çalışmada şarkılar diğer araştırmalardan farklı olarak,
sadece içerik bakımından değil, biçim açısından da incelenecektir.
Birinci
ve İkinci Viyana Kuşatmalarının Tarihsel Arka Planı
Birinci
Viyana Kuşatmasının Siyasî, İktisadî ve Dinî Nedenleri
Osmanlı
ve Habsburg İmparatorlukları 16. yüzyıl
Avrupa’sının doruk noktasına ulaşmış iki siyasî gücüydü. Birbiriyle sınırdaş
olan bu iki imparatorluğun aynı topraklarda benzer emelleri vardı.
Habsburg Hanedanlığı,
Avrupa’da evlilikler ve istilalar sayesinde büyük bir güç haline gelmişti:
Başkenti Viyana olan Hanedanlık, daha 1477 yılında AvusturyalI Maximilianen
Burgonya
Dukalığının varisi Maria’yla evliliği sonucunda sınırlarını genişletmiş,
Burgonya Dukalığı Hollanda’yı da içine alacak şekilde kuzeye doğru yayılmıştı.
1515 yılında Maximilian ile Bohemya ve
Macaristan'ın kralı II. Vladislav aralarında evlilik ve miras antlaşması
imzalamış, böylece Habsburg Hanedanlığının etki
alanına bir de bu iki bölge katılmıştı.
Doğuda
ve kuzeyde kendini emniyet altına alan Habsburg Hanedanlığı
batısında sürekli bir tehdit oluşturan Fransa’ya karşı daha güçlü bir devlete
sahip olmanın yollarını arıyordu. Bunun üzerine Maximilian oğlu
Filipe’yi İspanya kralının kızı Juanna ile evlendirdi. Böylece Habsburgluların
evlilikler yoluyla toprak kazanma politikası batıda da sürdürülerek Fransa
tehlikesi uzaklaştırılmış oluyordu. Filipe’nin büyük oğlu Kari, Avusturya
Arşidikü I. Kari adıyla ilkin Habsburg Kayseri,
ardından da V. Kari adıyla Kutsal Roma-Germen
İmparatoru seçildi. Bunun bir sonucu olarak Habsburg Hanedanlığı,
Avrupa’daki hakimiyetinin doruk noktasına ulaştı.
V.
Kari, Avusturya topraklarının yönetimini kardeşi Ferdinand’a bıraktı ve o da
sonradan Kayser I. Ferdinand adıyla Macaristan ve
Bohemya tahtına oturdu.
Habsburg Hanedanlığı,
16. yüzyılda
ülke dışında gücünün doruğuna çıkmasına rağmen ülke içinde protestan
reformistler katolik Habsburg Hanedanlığına karşı
muhalefeti arttırmışlardı.
Osmanlı
İmparatorluğu, Kafkasya’dan Batı Afrika’ya, Basra’dan Macaristan ovalarına
kadar yayılmış, 16. yüzyılda Bosna, Hırvatistan, Dalmaçya ve hatta Slovenya’da
da hakimiyet kurmuştu. Bu yüzyıl, Osmanlılar açısından sadece Avrupa’da başta
Macaristan olmak üzere değil, Akdeniz’de de Avrupa ülkelerini özellikle Habsburg Hanedanlığını
tehdit eden bir güç durumuna geldiği bir dönemdi.
1520
yılında Yavuz Sultan Selim öldüğünde Hıristiyanlık rahat bir nefes almıştı.
Bunun nedeni de veliahtı olan oğlu Süleyman’ın babası kadar cesur olmadığının,
babasının mirasıyla yetineceğinin, başka fetihlere kalkışmayacağının
sanılmasıydı. Ama kısa bir süre sonra Süleyman’la kolay kolay kimsenin boy
ölçüşemeyeceği ortaya çıkacaktı. Sultan Süleyman birkaç yıl içinde Belgrad, Mohaç
ve Rodos zaferlerini kazandı. Onun asıl amacı, tıpkı İskender gibi, Doğu ile Batımn
toprak ve insanlarını birleştirmekti; bu nedenle ilgisini Osmanlı sınırlarının
ötesine, Orta Avrupa’nın emperyal merkezine, yani Viyana ile birlikte
Macaristan topraklarına yöneltti.
Fransa
kralı I. Fransuva (François), Habsburg Hanedanlığının
giderek güç kazanmasını kıskanıyordu ve İtalya’ya yaptığı sefer sonucunda
tutsak edilince, ülkenin yönetimini elinde bulunduran annesi Louise de
Savoie, Kanuni Sultan Süleyman’a bir elçi yolladı. Bu elçi vasıtasıyla kraliçe,
Sultan Süleyman’dan Kutsal
Roma-Germen
imparatorunun gittikçe artan kudret ve nüfuzunu kırmak ve yarattığı tehlikeyi
ortadan kaldırmak üzere Fransa ile ittifak teklif etti. Bu arada I. Fransuva da
elçisi vasıtasıyla bir mektup yolladı ve aynı teklifte ve ricada bulundu.
1526’da
Macar kralı II.Lajos’un ölümünden sonra Osmanlı ordusu, bazı Macar beylerinin
yanında yer aldı ve bu beyler Erdel Voyvodası Zapolya’yı kral seçtiler. Bunun
üzerine Zapolya’ya rakip olan ve Habsburg Hanedanlığına
kendilerini yakın hisseden bazı Macar beyleri de başka bir Diet meclisinde
kendilerine aynı zamanda Avusturya Arşidükü olan Ferdinand’ı
kral seçtiler. Bunun üzerine iki hükümdar arasında meydana gelen Tokay Meydan
Muharebesinde Zapolya mağlup olarak Budapeşte’yi Ferdinand’a kaptırmış, Kanuni
Sultan Süleyman’dan yardım istemişti.
Ferdinand,
Stuhlweissenburg’da Macar tacım giyerken Zapolya,
Aralık 1527’de elçisi Hieronymus de Laski’yi
İstanbul’da Sultan ile görüşmeler yapmak üzere yollamıştı. Bu görüşmelerde Laski, kralı
adına Sultan Süleyman’ın yardım ve dostluğunu istemişti. Bunun üzerine Kanuni,
kralın isteklerini kabul ettiğini, zaten Macaristan'ın şimdiye kadar krala
değil, kendisine ait olduğunu ve bu ülkeyi kılıcıyla kazandığım söyledi. Bunun
üzerine 29 Şubat 1528 tarihinde Süleyman ve Zapolya arasında bir antlaşma
imzalandı. Bu antlaşmayla Kanuni Sultan Süleyman, Zapolya’nın tekrar krallığını
geri alabilmesi için her türlü yardımı yapacağı sözünü veriyordu.
Zapolya,
taraftarlarından ve ücretli askerlerden oluşan bir ordu kurdu; bu ordu aynı
zamanda Osmanlı ordusundan yardım alıyordu. O yıllarda Macaristan’ın politik
durumu oldukça kötüydü. Zapolya ve Ferdinand'ın taraftarları arasında süren
kanlı çarpışmalar halkı yıldırmıştı. Her ne kadar Habsburg İmparatorluğu
Osmanlılarla “barışı sürdürme amacıyla cizye (“Tribut”) ödeme
talebinde bulunmuş, on yıllık bir süreyle ateşkesin sağlanabilmesi için Kral Ferdinand bir
elçiyi Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkmakla görevlendirmiş ve Nikolaus Jurischitsch
adındaki bu şahıs barışın sürdürülmesine karşılık 20.000 Dukat cizye ödenmesini
teklif etmiş”se de , Sultan Süleyman, Mohaç zaferiyle ve kılıç
gücüyle zaptettiği Macaristan’ın Alman asıllı bir hükümdarın eline geçmesine
müsaade edemezdi. Çünkü Habsburg Hanedanlığı
çok büyümüş ve bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Bunun üzerine Kanuni Sultan
Süleyman Viyana’nın ele geçirilmesinin önemi nedeniyle I. Viyana Kuşatmasına
karar verdi. Böylelikle 10 Mayıs 1529’da Süleyman’ın ordusu İstanbul’dan yola
çıktı.
16.
yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburg Hanedanlığının
İktisadî durumlarına göz atıldığında bu yüzyılın yalnızca Avrupa devletleri ve Habsburg İmparatorluğu
açısından genel bir canlılık dönemi olmadığına, aynı zamanda Osmanlı devletinde
de benzer gelişmeler görüldüğüne tanık olunur.
Ancak
16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda ortaya çıkan İktisadî gelişmeleri tek bir
çizgi halinde değerlendirmek doğru olmaz. Klasik dönem olarak da adlandırılan
Kanuni Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) hazine gelirleri bir kat artmıştı. Osmanlı
Devletinde gerileme başlamadan önce Sultan Süleyman’ın saltanatı, Osmanlı
tarihinin altın çağı olarak adlandırılabilir. Fakat bu dönemde devletin malî
darlığa düşmesine de tanık olunuyordu; bu durumun başlıca sebepleri arasında,
paranın hızla değer kaybetmesi, denizciliğin gelişmesi sonucu Asya ticaret
yolunun kapanması, böylece devletin büyük bir vergi gelirinden yoksun kalması
sayılabilir. 16. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun nüfusu iki kat artmış,
Avrupa’da genişleme şansı yitirilince nüfusu barındıracak yer darlığına
düşülmüş ve
toprak
kıtlığı yaşanmaya başlamıştı. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğunun ticarî
potansiyeli yüksek Avrupa topraklarına yayılması gerekli bir şart haline
gelmişti. Böylece ilkin Macaristan’ın, ardından Viyana'nın dolayısıyla Habsburg topraklarının
istila nedenleri ortaya çıkmıştı.
Alman
İmparatorluğunda da ekonomik durum farklı değildi. Vergilerin artması ve
sürekli artan pahalılık yüzünden insanların yaşam kaliteleri çok düşmüştü. Luther bu
ağır durumu şu şekilde açıklar: “Asilzadeler halkın ve köylünün sahip olduğu
her şeye sahip olmak ister”. Eşitlik isteyen köylüler ve çiftçiler, eski
haklarını kaldırmak isteyen ve angarya işler (Fronarbeit) ile
vergileri yükselten derebeylerine karşı ayaklanır. 1513’te başlayan ilk
ayaklanmadan sonra 1525’te “Köylü Savaşı” (Bauernkrieg,
Bauernaufstände) patlak verir. Önceleri
çiftçilerin yanında yer alan Luther, onların
“Hıristiyanlık anlayışına uygun düşen özgürlüğü” yanlış anlamaları ve “aşın”
hareketleri yüzünden çiftçilere karşı bir yazı kaleme alır ve prenslerin bu
âsileri bastırmalarım ister. Savaşın bitiminde çiftçiler en son haklarım da
kaybederler, silah taşımalan ve birlikler halinde toplanmalan yasaklanır.
Spohn’un belirttiğine göre, bir çoğu 15. ve 16. yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğuna göç eder. Orada angarya işler yapmaları gerekmemekte, ayrıca
savaşa giden Osmanlı askerleri tarlaları talan etmemekteydi. Bunun yanı sıra
vergilerin miktan açıkça dile getirilmişti; ve her şeyden önemlisi sınıf
atlamak mümkündü.3
Habsburg Hanedanlığında
çiftçilerin yaşadığı sorunların bir benzeri Macaristan topraklarında da meydana
geldi. Köylüler üzerindeki baskı artınca 1514’te patlak veren ayaklanma Habsburg yönetimindeki
beyler tarafından acımasızca bastırılmıştı. Ayaklanma sonrasında Diet’in aldığı
kararlarla sürekli toprağa bağlanan köylüler daha ağır feodal bir boyunduruk
altına girmişlerdi. Alman- Macar ticareti, 15. yüzyılın sonlarında
Macaristan’ın iç sorunları ve Osmanlılann batıda giderek yayılmaları nedeniyle
kötüleşmişti. Bu nedenle Macarlar için de Osmanlı seçeneği tercih sebebiydi.
1453
yılında İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesi, Batı Avrupa denizcilerinin
keşiflerine yol açmış ve böylece Avrupa ticaretinin ağırlık merkezi Orta
Avrupa’dan Atlantik ülkelerine kaymıştı. Bunların sonucunda Ortaçağda politik
açıdan önemli bir ticaret merkezi olan Viyana, giderek ekonomik yönden zayıf,
tehlikelere açık bir sınır kenti haline geldi. Kuşatmalar ve talanlar sonucunda
tüm Viyana halkı fakirleşmiş ve ticaret olanakları ortadan kalkmıştı. 15.
yüzyılın ortalarında Viyana şehrinin nüfusu 20 bin dolaylarında bulunmakta ve
varlıklı Alman kentleri arasında birinci sıralarda olduğu belirtilmektedir.
Ekonomik çöküntü, Matthias Corvinus’un
kuşatmasıyla (1484/85) daha
belirgin bir hale gelmişti.
Habsburg İmparatorluğu
I. Viyana Kuşatmasına denk gelen dönemde, yalmzca ekonomik sorunlarla değil,
aynı zamanda dinî konulardaki sorunlarla da karşı karşıyaydı: 11. yüzyılın
sonunda papazlar, Hıristiyanlığın inançsızlara karşı savaşında liderlik eden
güç durumundayken ve Haçlı Seferlerinin düzenlenmesinde etkin rol oynarken 16.
yüzyılda bu tabloda büyük bir değişim söz konusu oldu. Papazlar, Müslüman
doğuyla mücadelede etkin rollerini sürdürmeye çalışmalarına rağmen, birey
üzerindeki sarsılmaz güçlerini artık kaybetmeye başlamışlardı. Çünkü pek çok
ülkede ulusal devletler kurulmaya başlanmış, 15. yüzyıla gelindiğinde İngiltere
ve Fransa’da olduğu gibi, Papa'nın, dolayısıyla Kilise ve papazların etkisi
devlet adamları, asiller ve hatta halkın üzerinde eski gücünü gösteremez
olmuştu. Papanın veya bir kralın dinî bir savaş için yapacağı çağrı, ulusal
devletler kurulmaya başladığından eskisi gibi etkin olmuyordu. Yavuz Sultan
Selim 1517 yılında Kahire’yi ele geçirip Halifeliği elde ettiğinde X. Lui’nin
1517 yılında İslam’ın gücünü kırmaya yarayacak olan bir Haçlı Seferi düzenleme
isteği başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Habsburg Hanedanlığının
varisi ve İspanya kralı V. Kari, annesi bir İspanyol prensesi olduğundan
Ispanya’da büyümüştü, bu nedenle koyu bir katolikti.
Hıristiyanların
Papa ile ilişkilerinin zayıflamasında pek çok ülkenin ulusal devletlerini kurma
çabalarının yanı sıra, halkın Kiliseye olan güveninin sarsılmış olması da
yatıyordu. Halkın Kiliseye karşı isyanı dini nitelikte olup bu isyan Kilisenin
gücüne değil, zayıflığına karşıydı. Halk “dürüst ve korkusuz” bir Kilise istiyordu. Sander’in
belirttiğine göre, Papa Hıristiyan dünyasının ruhani lideri olacağı yerde
varlıklı ve zengin bir prens haline gelmişti. Halk Kilise’nin otoritesine karşın kendi
Incil’ine sahip olmak istiyordu. Bu dinî arzulara, ilahiyat profesörü ve
psikopos naibi olan Martin Luther (1483-1546)
cevap veren kişi oldu. Katolik Kilisesinin ve Papanın tutumundaki eksikliklerin
düzeltilebilme ihtimalinin zayıf olması nedeniyle Almanya’da yeni dinî bir
yapılanmaya giderek Ortodoksluk ve Katoliklikten sonra Hıristiyanlığın üçüncü
kolunu, Protestanlığı kurdu.
Luther’e
göre her Hıristiyan Incil’i okumalı ve istediği yorumu yapabilmeliydi. Ayrıca
din adamları evlenebilmeli, manastır yaşamı sona ermeliydi. Tanrı ile kul
arasına hiçbir güç girmemeliydi. Kilisenin aksine halk yeniliklere açıktı. Bu
reformlarını yapabilmek için ise Luther’in
siyasî bir güce ihtiyacı vardı. Bu nedenle Alman prenslerine seslendi ve dinî
konularda denetim kurmalarım istedi. Bunu seve seve kabul eden prenslerin etkisiyle
“Luther’in
öğretisi devletin otoritesine boyun eğme biçimine dönüştü”. Böylece Reformasyon hareketi, 16. yüzyılda
Kilisenin hemen hemen bugünkü biçimini alması ve Papalığın bu tarihten sonra
devlet yönetiminden ayn dinsel bir örgüt olarak faaliyet göstermesine yol açtı.
Protestanlık
Alman halkı arasında gittikçe yayılıyordu. Hatta bazı kaynaklar çok az bir
kesimin hâlâ katolik olduğundan söz etmektedir. Düriegl’in de belirttiği gibi
nüfusun yansının protestan olduğu görüşünü benimsemek yanlış olmaz.
Alman
Reformasyonunun Protestan bir hareket olması, Katolik Habsburg Hanedanlığına
ters düşmekteydi. Bu nedenle iki mezhep arasında kalan Alman halkının inanç
birliğinde bir bozulma meydana gelmişti. Artık Türkler 1529 yılında Viyana’ya
taarruza geçtiklerinde Alman kentlerinde tam bir karışıklık ve hoşnutsuzluk
hüküm sürmekteydi. Dinî konularda tam bir güvensizlik vardı. Bu nedenden dolayı
sağlam dinî inanca sahip olan Türkler zayıf bir düşmanla karşı karşıya
bulunmaktaydı.
Diğer
yandan batının savaşçı ruhu giderek kayboluyordu, buna karşın Osmanlıların
savaşma güdüleri arttı. Artık “Hıristiyanlık savunma, İslam ise saldırma
pozisyonuna geçmişti”. Osmanlılann
savaşçı ruhu bir çok savaşta başarı elde etmelerine yol açıyordu.
Yukarıda
da belirtildiği gibi Habsburg topraklarında hayat
şartları özellikle köylüler ve çiftçiler için çok ağırdı. Bu ağır hayat
şartları bir de din adamlarının Kilise için topladıkları paralar ve inanan
kişilere yaptıkları baskılar nedeniyle daha da ağırlaşıyordu. Oysa Osmanlı İmparatorluğunda
başka dinlere mensup kişilerin de yükselmesi mümkündü. 1453 ile 1653 yılları
arasında Osmanlı İmparatorluğunun 48 baş vezirinden 33’ünü dinlerini terk
edenler oluşturmaktaydı.
Birinci
Viyana Kuşatması sırasında tarafları oluşturan Kutsal Roma-Germen ile Osmanlı
İmparatorluğu siyasî, İktisadî ve dinî açıdan şöyle bir tablo sunuyordu:
Habsburg Hanedanı
Macar kralıyla imzaladığı miras ve evlilik antlaşması sonucu Macaristan’ı etki
alanına alarak Avusturya Arşidükü Ferdinand’ı
Macar kralı seçmiş, aynı zamanda Osmanlı Padişahı da kılıç hakkıyla zaptettiği
Macaristan’ı Alman asıllı bir hükümdara bırakamayacağı için Erdel Voyvodası
Zapolya’yı kral ilan etmişti. Bu iki kralın çarpışması sonucu Zapolya mağlup
olunca Kanuni Sultan Süleyman Viyana’nın kuşatılmasına karar verdi.
Her
iki imparatorluğun İktisadî şartlan ise şöyleydi: Bir yandan maddi sıkıntı
içinde bulunan, diğer yandan çalışma koşullanndan memnun olmayan Alman
köylülerinin ve çiftçilerinin ayaklanması derebeyler tarafindan sertçe
bastınlmıştı. Aym durum Macaristan’da da söz konusuydu. Osmanlı İmparatorluğu
16. yüzyılda İktisadî sorunlar nedeniyle malî darlığa düşmesine rağmen
padişahın tebaası olarak yaşayan yabancılar için çalışma koşullan Habsburg İmparatorunun
tebaasından çok daha iyiydi. Bu nedenle Habsburg topraklarından
Osmanlı topraklarına sürekli bir göç dalgası yaşanıyordu.
Her
iki ülkede farklı bir dinî ortam hüküm sürüyordu. 16. yüzyıl başlannda Alman
topraklannda dinî konularda tam bir güvensizlik hakimdi. Halkın Kiliseye olan
güveni Papanın tutumu nedeniyle oldukça sarsılmıştı. Kendi İncil’ini okuyup
anlamak isteyen halkın bu arzusunu yerine getirebilecek kişi Protestanlığın
kurucusu Martin Luther oldu. Fakat Habsburg Hanedanlığının
Katolik olması nedeniyle halk iki mezhep arasında kaldı. Bu nedenle Birinci
Viyana Kuşatması başladığında Müslüman Osmanlılar karşılarında dinî yönden
zayıf bir halk bulmuşlardı. Osmanlı İmparatorluğunda bütün dinler kendi
şartlarım yaşama imkanına sahipti. Hatta devlet onları dinî açıdan güvence
altına almıştı. Bu konuda bir bütünlük söz konusuydu.
Avusturya
Ordusu ve Osmanlı Ordusu
16.
yüzyılda Avrupanm en önemli imparatorluklarından biri olan ve siyasi gücünün
zirvesinde bulunan Habsburg Hanedanlığının
Birinci Viyana Kuşatmasına denk düşen dönemdeki esas kuvveti konusu, pek çok
araştırmacı tarafından farklı yorumlanmış ve çok uzun bir süre için de yanlış
değerlendirilmiştir.
Düriegl’e
göre savaş ilan edildiğinde 17.000’den az asker savunma gücü olarak hazırdı
. Hummelberger’in verdiği bilgiye
göre ise, Avusturya ordusu yaklaşık olarak 12 bin askerden oluşuyordu. Sadece ordudaki genel asker sayısı değil, aynı
zamanda piyadelerin sayısına ilişkin görüşler de farklılık gösteriyordu: Kimi
kaynaklarda 17 piyade birliği ve 5000 askerden, kimilerine göreyse 21 piyade
birliği ve 8000 askerden söz edilmektedir. Bu nedenle Habsburg ordusunun
büyüklüğü konusunda kesin bir sayı vermek zordur.
Osmanlı
ordusunun asker sayısına ilişkin görüşler de değişkenlik göstermektedir. Batılı
kaynaklar Türk ordusunun 250 bin askerden oluştuğunu yazar. Fakat doğu kökenli
kaynaklara göre Türk ordusu en fazla 120 bindi. Tuna üzerinden topların bir
kısmım taşıyan 600-500 nehir gemisi de vardı. Osmanlı deniz donanması 27 Eylül
tarihinde Tuna nehri üzerindeki tüm köprüleri ateşe verip Tuna'ınn sol kıyışım
abluka altına alarak karayla tüm irtibatını koparmıştı.
Osmanlı
ordusu, karada olduğu gibi denizde de oldukça güçlüydü. Avrupa ordularından
yapısı itibariyle de farklılık gösteriyordu. Ama bunu Habsburg ordusu,
dolayısıyla Avrupa orduları için söylemek güçtür. Bu nedenle Viyana’ya yardıma
gelen Avrupa ordularının yapısına göz atmakta yarar vardır. Güçlü olmanın yanı
sıra Osmanlı ordusu Avrupa ordularından yapısı itibarıyla de farklılık
gösteriyordu. Avrupa’da XV. ve XVI. yüzyıllarda, paralı askerler alınarak
sürekli ordular kuruldu. Bu askerler, sözleşme, devşirme usulü veya kuraya göre
orduya almıyordu.
Avrupa
devlet geleneğinde paralı asker kurumu en baştan beri söz konusuydu. Yüz Yıl
Savaşları (1337-1453) sonunda Avrupa’da binlerce paralı asker vardı. 15. yüzyıl
boyunca İsviçreli, İtalyan ve Alman askerlerinin oluşturduğu bağımsız birlikler
para karşılığında çeşitli prenslerle düklerin hizmetinde savaşmışlardı. Ama
disiplinsizlikleriyle pek çok kez kendilerini tutan ordunun başına bela olmuş
ve ücretlerini alamadıklarında sivil halka saldırıp yağma hareketlerine
girişmişlerdi.
Paralı
askerlerin bu hareketlerine Macar kralı Matthias Corvinus’un
saldırısına karşı yapılan başarısız savunma örnek olarak verilebilir.
İmparatorluk ordusundan yardım gelmemesi sonucu Viyana halkı, paralı asker
tutmuş ve bu askerler disiplinsiz davranışlarıyla şehri gerektiği gibi
savunamamışlardı. Bu bağlamda bir başka olay ise 1493 yılında Viyana halkının
daha önceden işlerine son verildiği için Avusturya’nın kuzeyine ilerleyen ve
geçtikleri yerleri talan eden paralı askerlere karşı çarpışmasıdır. Bunun
sonucunda halk şehrin korunmasını nöbet şeklinde yürütmüşlerdi.
Birinci
Viyana Kuşatmasına denk düşen yıllarda şehri koruma görevi artık paralı
bekçilere bırakılmıştı. Bu
arada Macaristan istilası ve Birinci Viyana Kuşatması döneminde Habsburg ordusu,
eli silah tutan erkekleri tehlikeli olduğu tespit edilen bölgelere çağırıyordu,
fakat çoğunlukla bu kişiler Türklerle boy ölçüşecek durumda değillerdi.
Önceleri asiller tarafından eğitilen atlı birlikler, ateşli silahların ortaya
çıkmasıyla giderek önemini yitirmeye başlamışlardı. Yukarıda da değindiğimiz
gibi, her ne kadar olumsuzluk yaşanmışsa da, ordunun temelini hâlâ paralı
askerler oluşturuyordu. Bu askerler savaş güçleri sayesinde Türk askerleriyle
yarışacak durumda olmalarına rağmen, onlara hizmetlerinin karşılığında ödenen
ücretler çok yüksekti. Bu da
imparatorluğu maddi yönden sarsıyordu. Paralı askerlikte ücretin
dağıtılmasından ordu komutam sorumluydu. Aym zamanda hizmetleri süresince
askerlerin beslenmesi, giyim ve kuşamı, silahlanması ordu tarafından
karşılanıyordu. Bu nedenle
Avrupa devletleri daimî bir orduyu besleyemiyordu. Bunu ancak XVII. yüzyılda
mutlak devlet anlayışı ortaya çıkınca yapabildiler. Ancak bu dönemden sonra
emir komuta zinciri uygulamasına gidildi.
Avrupa
ordularıyla karşılaştırılınca Osmanlı ordusunun üstünlüğü, devletin
kuruluşundan beri daimî ve düzenli bir orduya sahip olmasından kaynaklanıyordu.
Avrupa’daki ilk daimî profesyonel ordusuydu. Öztuna’ya göre, Sultan Süleyman’ın
ordusu, kuruluş ve teçhizat bakımından dünyanın bütün diğer ordularından dört
asır ilerideydi.
Osmanlı
ordusu üç büyük bölümden oluşmaktaydı: Yeniçeriler, eyalet askerleri ve deniz
kuvvetleri. Bu üçü yine alt bölümlere ayrılmaktaydı. Alışageldik meydan
muharebelerinde düzen şu şekildeydi: Kapıkulu ocakları olarak da adlandırılan
yeniçeriler, sipahiler ve topçular merkezde, Rumeli eyalet askerleri genellikle
sağ kanatta ve Anadolu eyalet askerleri sol kanatta savaşmaktaydı. Saldın
çoğunlukla topçu ateşiyle başlar, bunu yeniçerilerin ok ve silah atışlan takip
ederdi. Sipahilerin görevi, sağ ve sol kanatta bulunup her iki yönden düşmana
saldırmaktı.18
yüzyılda özellikle Avrupa (Rumeli)
yakasındaki fetihler nedeniyle yeni bir askerî birliğe gereksinim doğmuştu:
Yeniçeri ocağı bir piyade sınıfıydı. Ocağın en büyük kısmı İstanbul’daki
kışlalarda bulunuyordu. Hummelberger’in
verdiği bilgiye göre, Yeniçeri Ocağının başarısı eğitimin çok sert olmasında
yatıyordu. Osmanlı topraklarında yaşayan veya esir düşen ailelerin Hıristiyan
erkek çocukların sağlıklı olanları seçilip kayıtlan tutuluyordu. Küçük yaşlarda
ailelerinin yanından alınmalarına rağmen devşirmeler köklerinden tümüyle
kopmuyorlardı. Kendi çıkarlarım devletin çıkarlanyla özdeşleştirebilen
devşirmeler, doğup büyüdükleri Hıristiyan topraklarla olan ilişkilerini
yaşanılan boyunca sürdürebiliyorlardı.
Sipahiler
{Kavallerie-Regimenter) 14.
yüzyılın ikinci yansında oluşturulmuştu. Bu sımf uygun olan yeniçerilerden ve
sarayda eğitim alan gençlerden oluşan bir atlı birliğiydi. Bundan başka ordunun
merkezinde bulunan bir de topçular ve cebeciler vardı. Topçulann görevleri
arasında top dökmek, top güllesi yapmak, toplan idare etmek ve onlan taşımak bulunuyordu.
Taşıma zorlukları yüzünden bazı kentlerde, örneğin Belgrad’da
dökümhaneler kurulmuştu.
Eyalet
askerleri {Provinzial-Trupperi) Osmanlı ordusunun sayıca en büyük kısmım
oluşturuyordu. İmparatorluk, Anadolu ve Rumeli eyaleti olmak üzere ikiye
aynlmıştı. Bu eyaletler Anadolu beylerbeyi ve Rumeli beylerbeyi tarafından
yönetilmekteydi.
Yukarıda
belirtildiği gibi, Avusturya ordusunun mevcut asker sayısının yetersiz
olmasının yanı sıra, ordu da zamana ayak uyduramamış, sadece çok az bir kısmı
modem savaş tekniğine adapte edilmişti. Bununla birlikte Viyana şehrinin
tahkimat tesisleri de ateşli silahların ortaya çıkmasından önceki zamana aitti:
En önemli savunma aracı, 4500 m uzunluğunda ve 6m yüksekliğindeki 13. yüzyıldan
kalma şehir surlarıydı. Buna
ek olarak yapılan kuleler ve burçlar, giderek önemi artan ateşli silahların
yanında gücünü kaybediyordu. Var olan tahkimat tesislerinin iyileştirilmesi,
hem maddî olanakların, hem de zamanın yetersiz olması yüzünden imkansız hale
gelmişti. Kulelerin çoğunluğu, 4500 m uzunluğundaki şehir surunun çevresinde ve
özellikle Tuna nehri önlerinde kümelenmişti.
Viyana
birliklerinin çok az sayıda topu vardı. Onların toplam 72 topuna karşılık Osmanlılann
300 ateşli topu bulunmaktaydı. Zinkeisen, Viyanalı
askerlerin toplarını bastiyonlanna becerikli bir şekilde yerleştirdiklerini ve
topların etkisini iki katma çıkarabildiklerini belirtse de, Avusturya ordusunda topun
kullanılmaya başlaması oldukça geç bir döneme rastlar. Oysa daha I. Murad döneminde
(1362- 1389) top, Osmanlı ordusunun silahlarından biri olarak kabul edilmişti.
Ancak topun vazgeçilmez bir silah olarak kabul edilmesi ve donanmaya da
uygulanması, İstanbul’un fethinde 1453’teydi. 1500Terden önceki savaşlarda ok
ve yay kullanılmışken I. Viyana Kuşatmasında Osmanlı ordusu 300-400 kadar
toptan faydalanmıştı.
yüzyılda geniş topraklara sahip olan
Osmanh İmparatorluğu doğal olarak, komşu ülkelerden gelecek olası saldırılara
karşı koyabilmek için atak bir orduya ve aynı zamanda iyi bir teçhizata sahip
olması gerekiyordu. Osmanlıların ateşli silahlara verdikleri önem, diğer Avrupa
Hıristiyan ve Asya İslam devletlerinin bu önemi vermemeleri, teknik ve mali
bakımdan Osmanlı’ya yetişememeleri, Osmanlılann başarılı fetihlerde bulunma
nedenleri arasındadır. Birinci Viyana Kuşatmasmda (1529) yeniçeriler barutlu
tüfekle savaşıyor, yakın çarpışmalarda ise kısa pala, satır ve tabanca
kullanıyorlardı. I. Viyana Kuşatmasında Osmanlı ordusu mayından da yararlanıyor
ve aynı zamanda “lağım” tekniğini de kullanıyordu. “Lağım” yer altı kale
muharebelerinde açılan tüneldi. “Lağımcı ocağı” bir istihkam sınıfıydı; barut,
fitil, katran ve daha pek çok malzeme bu ocakta bulundurulmaktaydı. Viyanalılar
da Türkleri geri püskürtmek için lağım galerisi kazmaya başlamışlardı.
Macaristan
istilası için önemli bir dönüm noktası olan Budin şehrinin
ele geçirilmesi döneminde her ne kadar savaş olayının içinde bulunuyorlarsa da
Viyana halkı, kendini emniyet içinde hissediyordu. Oysa Osmanlılar Viyana
kapılarına dayanmaya başladıklarında bu güven hissini yitirdiler ve “şehrin
savunulması için çok az bir zaman kaldığı[nm da farkına vardılar]” .
Hıristiyan
âleminde Türklerin zalim olarak bilinmeleri nedeniyle bu psikolojik baskının
altında ezilen Viyana’daki paralı askerler, savaş meydanında yeterince güçlü olamıyorlardı.
Avusturya askerî yayınlan arasında çıkan bir çalışmaya göre “bu askerler,
düşmanlarının kafalarını kesen ve onlan meydanlarda zafer işareti olarak
taşıyan Türk askerlerine alışkın değillerdi. Ama Türklerin bu tavırları ters
bir etki de göstermeye başlamıştı. Hıristiyan askerler onlann eline düşmemek
için Viyana’yı var güçleriyle savunuyorlardı”.
Viyana
şehri konumu gereği halkın kaçıp korunabileceği doğal veya yapay sığmaklara
sahip değildi. Hiçbir kaçış noktasına sahip olmayan ve tehlikeyi çok geç haber
alan halkı ölüm veya esaret bekliyordu. Budin’in kaderini öğrenen ve Viyana'nın
güney-doğusundan kaçan kişilerin anlattıklarını duyan halk, Viyana şehrinin
ateşe verildiğini ve savunmanın yetersizliğini görmeleri sonucu orduya olan
güvenlerini yitirmişler ve panik içinde şehri terk etmişlerdi. 17 Eylül
tarihinde savaşacak durumda olan 3500 insandan geriye yalnız 400 kişi kalmıştı
.
Kanuni
Sultan Süleyman'ın Viyana üzerine yürümesi duyulur duyulmaz Habsburg ordusunun
kapasitesini bilen bütün Avrupa ülkelerinin, Viyana’ya askerî yönden yardım
kampanyası başlatmış olmaları aslında Habsburg ordusunun
asker sayısının yukarıda belirtilenden daha az olduğunun bir göstergesidir.
Diğer Avrupa ülkeleri güçlü Osmanlı ordusu karşısında Habsburg ordusunun
hızla yenilgiye uğraması durumunda sıranın kendilerine geleceğini düşünmeleri
sonucunda büyük bir telaş ve korkuya kapılıp Avrupa’nın hemen her yerinden
toplanan kuvvetlerle Viyanalılara yardım etmek istemişlerdir.
Osmanhiann
tuttuğu bir savaş günlüğünde Hıristiyan askerlerinin önceleri güçlü bir şekilde
çarpıştıklarına, ama sonraları güçlerini yitirip hayatlarını kaybetmeye
başladıklarına yer verilir. Yine bu günlüğe göre Hıristiyan ordusunun bazı
askerleri Müslüman askerlerin arasına karışmaktan korktukları için kale
kapısını kapatmışlardı. Bu nedenle kalenin dışında kalan diğer Hıristiyan
askerlerinin bir kısmı kılıçtan geçirilmişti. Hummelberger’e
göre “500 askerin kafası kesilmiş ve bazıları da esir düşmüştü”.
Bu
çarpışmalarda ünlü “Türk Taktiği”nden söz edilir; akıncıların sahte bir kaçışla
geri çekilmeleri, düşmanın gevşemesine ve takibi fazla ciddiye almamasına yol
açıyordu. Bu taktiğe alışkın olmayan Alman süvarileri, kaçanların peşinden
gidip aniden sipahilerle karşılaşıyorlardı. Bir başka yöntem ise Türklerin psikolojik savaş taktiğiydi: Verilen
sözlerin değişmesi ve tehditler yoluyla düşman yıldırılmaya çalışılıyordu.
2-8
Ekim tarihlerinde Viyanalılar şehirlerini çaresizce savunmaktaydılar, çünkü
Türkler sistemli bir karşı taarruza geçmişlerdi. Viyanah bir asker kuşatmayla
ilgili olarak Türklerin gece-gündüz ateş açtıklarını ve çukur kazdıklarım, bu
şekilde devam ederlerse savaşı kaybedeceklerini, asker sayısının Türklerin
büyük asker gücüyle karşılaştırınca çok yetersiz olduğunu belirtmiştir.
Kuşatmaların
çok uzun sürmesi durumunda etkili bir yöntem de şehri besleyen tüm yolların
sekteye uğratılması, şehri gıda, su ve silahlardan mahrum bırakmaktı.
Yukarıda
da belirtildiği gibi, Osmanlı ordusu asker ve teçhizat yönünden oldukça güçlü
olduğu halde, kuşatmanın başarısızlığa uğramasının nedenlerinden biri, Sultan
Süleyman devrinde (1520-1566) yeniçeri birliğinin bozulmaya başlamış olmasıydı.
Sarayın aşın hoşgörüsü sonucunda giderek eğitimsiz ve tembel kişiler birliğe
alınıyordu. Bu kişiler her fırsatta, en küçük bir haşandan sonra yüksek
meblağlar istiyorlardı. Sultan Süleyman Birinci Viyana Kuşatmasından önce,
yeniçerilerin şehri yağmalamasına son anda engel olmuştu. Bu durum da
yeniçerilerin büyük öfkesine yol açmıştı. “Onların bu hoşnutsuzluğu Birinci
Viyana Kuşatması süresince de devam etti ve ancak dövüleceklerine hatta idam
edileceklerine dair tehditlerle savaşmaya ikna edilebildiler”.
Başka
önemli bir sorun ise eyalet askerlerinin merkezdeki askerlerle kararlaştırılan
zamanda çoğu kez bir araya gelememeleriydi; iki grup asker farklı zamanlarda
muharebe alanına geliyordu. Eyalet askerleri değişik bölgelere yayılmış
olduklarından hedeflenen yere çok geç ulaşıyorlardı. Bu gecikmeler yüzünden de
Mohaç ancak 29 Ağustos’ta, Budin ise
Eylül sonunda kuşatılmıştı. Viyana kuşatması 26 Eylül tarihinde başladığında
kış başlamıştı bile.
Buna
karşılık Habsburg orduları kendi
topraklarında savaşıyorlardı ve aynı zamanda Avrupa’nın bir çok yerinden asker
toplamışlardı. Bu durum onlar açısından önemli bir avantaj oluşturuyordu.
Osmanlılar
açısından başka bir sorun ise Avrupa yakasındaki eyaletlerde Hıristiyan ve
Müslümanlar arasındaki farklılıkların, güvensizliğe neden olmasıydı. Bazı
tarihsel kaynaklara göre Birinci Viyana Kuşatmasının başarısızlığa uğrama
nedenlerinden biri, ordunun komutam olan İbrahim Paşa ve Rumeli eyaletlerinin
komutanının Hıristiyan oldukları yönündeki inançtır. Bundan dolayı onların Kral
Ferdinand’la
gizli bir anlaşma yaparak kuşatmayı durdurma yönünde karar verdiklerine
inanılmıştır.
Osmanlılar
açısından kuşatmanın başlıca zorlukları şöyle sıralanabilir: Kış mevsiminin
aniden gelmesi, askerlerin çok uzun bir mesafeyi yürümüş olmaları ve bu nedenle
güçlerini kısmen yitirmeleridir. Osmanlı ordusu, kuşatma sırasında çok uzun
mesafeler kat ederek Viyana’ya dayanmıştı. Mesafenin uzunluğu, hava şartlarının
çok ağır olması, askerleri çok yormuş ve yıpratmıştı. Alman birliklerinin
komutam olan Kont Niklas von Salm “geleceğe
iyimserlikle” bakabiliyor, çünkü kış mevsimine lehinde olacağım biliyordu. Viyana'nın
kaderi, Salm’ın yönettiği harp şurasının askerî becerikliliğine ve birliklerin
metanetine bağlıydı. Böylece
Viyanalıların açısından olumlu gelişen olayların sonucunda Osmanlı ordusu, bir
aydan az süren kuşatmanın sonunda 16 Ekim 1529 tarihinde geri çekilmek zorunda
kaldı.
1.2.
îkinci Viyana Kuşatmasının Siyasî, İktisadî ve Dinî Nedenleri
İkinci
Viyana Kuşatmasını hazırlayan nedenlerin başmda Macaristan- Osmanlı
İmparatorluğu ilişkileri gelir. Macaristan’ın bir bölümü Kanuni Sultan Süleyman
devrinde Osmanlı, bir bölümü de AvusturyalIların, yani Habsburg Hanedanlığının
yönetimindeydi. Macar halkı din ve mezhep bakımından ikiye ayrılmıştı; bir
kısmı Katolik, büyük bir çoğunluğu da Protestandı.
Koyu
bir Katolik olan Kutsal Roma-Germen İmparatoru I. Leopold, Protestan
olan çoğunluğu Katolik yapmak ve kendine bağlamak kararındaydı. Protestan Macar
halkı onun bu kararından sonra ayaklanarak Osmanlı Devletine korunmaları için
başvurduğunda Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Macarların bu isteklerini
kabul etmişti. Böylece başkaldıranlann ele başısı Tökeli Emre’ye Osmanlı
devleti krallık sam verdi. Aym tarihlerde Fransa’da kral XIV. Lui Avrupa'nın en
kudretli hükümdarıydı. En büyük rakibi Habsburg Hanedanı
olduğundan Lui, Avusturya’nın doğusunda bir harbe girmesini kendi menfaati için
faydalı buluyordu. Kara Mustafa Paşa’yı Avusturya’ya karşı harbe girmeye
özendiren iki dış kuvvet Macar soylusu Tökeli ve Fransa Kralıydı. Sadrazam da
Osmanh Sultanını sefere ikna etmişti. Ama Fransızların, Macarların ve Sultanın
yönü aslında Viyana değildi. Yanıkkale ve
Kornom
Kalesi’nin alınması için 31 Mart 1683 tarihinde Osmanlı ordusu sefere çıktı.
Kara Mustafa Paşa serdar tayin edilmişti. Ordu 25 Haziran’da İstolnibelgrad
sahrasına geldiği zaman gerçek niyetini şöyle açıklıyordu: “Gerçi kasdımız
feth-i Yanıkkalesiyle Kornom Kalesidir. Allah’ın yardımı ile alınması mümkün.
Lâkin kale almış oluruz, memleket değil. Muradım inşallah Beç’e gitmektir”
İkinci
Viyana Kuşatmasından önce Habsburg topraklan
iç kanşıklıklarla çalkalanıyordu. “Berlin, Dresden ve
Münih kentlerindeki Brandenburg, Saksonya ve Bavyera
elektörleri; Ren nehri bölgesindeki dört elektör; Hannover,
Celle ve
Wolfenbüttel’in
Brunswick prensleri ve büyük emeller peşinde koşan Würzburg ve
Bamberg Piskopozlan
arasında anlaşmazlıklar yaşanmaktaydı”. Devlet idaresindeki iç sorunlar ve Otuz Yıl
Savaşlan (1618-1648) ancak Vestefalya Banş Antlaşmasıyla (1648) ile sona
erebilmişti. “Otuz Yıl Savaşlan, Fransız Devrimi Savaşlan öncesinin en büyük
Avrupa savaşıydı ve Protestanlann zaferi sonucu Vestefalya Banş Antlaşmasıyla
bitmişti” .
Yalnızca
Habsburg Hanedanlığı
için değil, Osmanlı İmparatorluğu açısından da önem taşıyan bir antlaşma da
Vasvar Antlaşması’dır (1664). Avusturya'nın Erdel (Transilvanya) üzerindeki
baskısı artınca Osmanlı Devleti Avusturya’ya bir sefer düzenlemeye karar verdi.
St.
Gotthard’daki savaşın Osmanlılann yenilgisiyle sona ermesi
üzerine Vasvar Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma her iki taraf için de
tatminkâr olmamakla birlikte Macaristan’da daha güvenli bir durum yaratacak bir
antlaşma özelliği taşımıyordu. Zinkeisen’in
belirttiğine göre, sınırlar üzerindeki hak ihlalleri yüzünden her yıl
İstanbul’da görüşmeler yapılmaktaydı. Yine sınırlardaki anlaşmazlıklar nedeniyle her
üç veya dört yılda bir yeni bir sefer düzenlenmesi gerekiyordu, hattâ bu bazen
her yıl olabiliyordu. Bu
durum Osmanlı İmparatorluğunun önce Macaristan’a ve nihayet Viyana’ya sefer
düzenlemesine yol açmıştır.
Viyana
Seferinden önce Viyana halkı için Türklerden de daha kötü bir düşman mevcuttu:
Bu düşman korkunç bir şekilde yayılmış olan veba hastalığıydı. 1678 yazında
Macaristan’da başlayan veba salgınından 1679-1680 yıllarında Tuna kıyısı
ülkelerinde ve özellikle bütün Viyana Ormanları bölgesinde binlerce kişi öldü.
İmparatorluk ailesi bu nedenle Viyana’yı terk etti; Saksonya harabeye döndü. Bu
hastalığın tahribatı çok büyük oldu. Cesetler, gömülemedikleri için günlerce
sokaklarda duruyordu. Mezarcılar ölüleri kaldırmaya yanaşmadığından
hapishanelerdeki tutuklular serbest bırakılıp bu iş için görevlendirilmişti.
Hastalar da günlerce hasta toplama arabalarının içinde beklemek zorunda
kalıyordu. 1679 yılının sonlarında veba salgım ortaya çıktığı hızla kayboldu.
Veba kurbanlarının tam sayısı bilinmemektedir. Bu salgın hastalığın ortaya çıkmasından
sonra yazılmış bazı eserler, ölü sayısını 140 bin olarak vermektedir. Obermaier
bu sayının çok abartıldığı görüşündedir; gerçekte ölü sayısının 10 bin
civarında olduğunu belirtir.
yüzyıl, yalnızca Habsburg halkı
için değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu için “karışıklıklar ve dertler
dönemi” olmuştur. IV. Murat
tahta çıktığında devletin her yerinde karışıklıklar vardı. Anadolu
ayaklanmalarla çalkalanıyor, İran Bağdat’ı ve Erivan’ı ele geçiriyor, Mısır
valileri sadakatsizlik örnekleri veriyor, Kırım Tatarları ayaklanıyordu. IV.
Murat öncelikle yönetimi
düzenbaz
vezirlerden kurtarıp yeniçerilere ve sipahilere bağlılık yemini ettirdi.
Anadolu’daki ayaklanmaları bastırdıktan sonra 1638’de Bağdat’ı geri aldı. IV.
Murat 1640’ta devlet işlerini tam yoluna koyamadan öldü. IV. Murat’ın yerine
geçen I. İbrahim döneminde imparatorluğun çürümüşlüğü artmış ve 1648’te tahttan
indirilen İbrahim’in yerine IV. Mehmet geçirilmişti.
IV.
Mehmet’in dönemi Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonuna denk gelir. Çeşitli Avrupa
ülkeleri arasında, din ve hanedan kavgaları gibi farklı nedenlerle çıkan Otuz
Yıl Savaşları, Avrupa’nın hemen her yerinde büyük bir yıkıma yol açmış ve
savaşın sonunda imzalanan Vestefalya Barış Antlaşmasıyla Avrupa’nın haritası
büyük bir değişikliğe uğramıştı. Bu antlaşmanın imzalanmasıyla bağımsız
devletlerden oluşan modem Avrupa'nın temelleri atılmış oldu.
Pamuk’un
belirttiğine göre, 16. yüzyılda Batı Avrupa’nın feodal üretim tarzı geriliyor,
kapitalist üretim ilişkileri ise güçleniyordu. Ancak bu İktisadî genişleme,
yerini 17. yüzyılda bir bunalıma terk etti. 16. yüzyıl boyunca tarımsal malların fiyatları
diğer fiyatlardan daha hızlı artmıştı. Buna karşılık 17. yüzyılda tarımsal
fiyatların gerilemesi sonucu gelir düzeyini korumak isteyen toprak sahipleri,
köylüler üzerindeki baskılarım artırmaya başlamışlar ve köylüler de artan
baskılar sonucu sık sık ayaklanmışlardı.
Benzer
bir şekilde Osmanlı İmparatorluğunda da 16. yüzyıl sonlarında İktisadî, siyasî
ve toplumsal bunalım artmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun merkezî bir yönetime
sahip olması nedeniyle hem kentlerde, hem de taşrada yaptırım gücü önemli
ölçüde azalmıştı. Merkezi yönetim sürekli zayıflarken, gittikçe daha çok
köylünün katıldığı Celali çeteleri imparatorluğun çeşitli yerlerini ele geçirmişler,
bütün vergi gelirlerini alıkoymaya, hatta kentlerin ve sınırlardaki Osmanlı
ordularının ikmal yollarını kesmeye başlamışlardı. Bu koşullar altında
ordularda da dağılma eğilimi baş gösterdi. Ayrıca “uzun ve yorucu savaşlar malî
bunalımları beraberinde getiriyor, devlet yeniçerilerin maaşlarını ödemekte
güçlük çekiyordu”.
Kapitalizme
geçemeyen Osmanlı toplumu Batı karşısında güçsüzleşiyordu. Bu nedenle 17.
yüzyıl boyunca II. Osman (1618-22), IV. Murad (1623-1640)
ve IV. Mehmed’e sadrazamlık eden Köprülü Mehmed ve Köprülü Fazıl Ahmed Paşalar
zaman zaman reform girişiminde bulunmuşlardı. Bu reformlar geçici ve sınırlı
denemelerdi; Osmanlı Devletinin gerileme sürecini köklü biçimde ortadan
kaldırabilmeleri mümkün değildi. Reformcular karşılarındaki Avrupa’nın,
geçmişin büyük sultanlarının yendiği Avrupa’dan çok daha güçlü olduğunun
farkına varamamışlardı.
Avusturya
Ordusu ve Osmanlı Ordusu
Genel
bir yargıya göre Avusturya ordusunun ve müttefiklerinin asker sayısı toplam
135.000’dir. Başka bir kaynaktan öğrendiğimize göre muharebeye 11.300 Bavyeralı
asker, Lehistan’dan 21.000 kişilik bir kuvvet, Mukaddes Roma-Germen
İmparatorluğunun her tarafindan gelen toplam 65.000 kişilik bir kuvvet
katılmıştır .
Aynı
zamanda halk da teşkilatlandırılmıştı. Kuşatmanın Viyana’nın lehine
sonuçlanmasında halkın büyük bir etkisi oldu.
Osmanlı
ordusunun büyüklüğü konusunda batılı ve doğulu kaynaklar farklı sayılar
vermektedir. Genelkurmay Başkanlığının Askeri Tarih yayınlarında asker sayısını
347.000 olarak verilmektedir. Yine aynı eserin başka kaynaklardan elde
ettiği sayılar farklıdır: Cevat Üstün’ün
“1683 Viyana Seferi” adlı eserinde belirttiğine göre, 7 Eylül 1683 günü Viyana
önünde Sadrazam tarafından gönderilen Türk kuvvetlerinin sayısı 173.400,
Hammer’e göre 200.000, Avusturya Silahlı Kuvvetleri’nin yan resmi yayın organı “Illustrierte”’de
ise bu sayı yaklaşık 100.000 asker olarak verilmektedir. John Stoye’nin eseri
ise Genelkurmay Başkanlığının kaynağıyla benzerlik gösterir: Viyana Kuşatmasına
giden Türk ordusunun muharip kısmı 350.000 kadardı.
Daha
önce de belirtildiği gibi, Otuz Yıl Savaşlarıyla Hıristiyan orduları reform
geçirerek modem zamana ayak uydurabilmişlerdi. “Bu dönemde ateşli silahlar
giderek önem kazanmış olsa da eski bir savaşma aracı olan kargı hâlâ 1683
yılında Hıristiyan ordularının önemli bir parçasıydı”. Asker sayısının azlığı nedeniyle ordular top,
fitilli tüfek gibi güçlü silahlarla donatılırdı. “Özellikle demir ve bakırdan
yapılmış, yani daha hafif ve daha hızlı silahlara sahip olan ve esnek bir savaş
hattını tercih eden İsveçlilerin etkisiyle orduların hareket kabiliyeti daha da
artmıştı”. İkinci Viyana Kuşatmasından yüz yıl önce de
olduğu gibi, her piyade birliğinde barutlu fitil kullanılmaktaydı. Daha küçük
birlikler kullanımı daha kolay olan yeni bir tür silahla donatılmıştı; bu
silahın özelliği çakmakla harekete geçmesiydi. 1683 yılında çok önem kazanan
bir başka silah ise yumruk büyüklüğündeki el bombasıydı.
İkinci
Viyana Kuşatmasına denk gelen dönemde Osmanlı ordusunun merkezinde artık
savaşma güçlerini yitirmeye başlamış olan yeniçeriler bulunuyordu. Onların uzak
mesafeler için kullandıkları silah genellikle maşalı tüfekti. Uzak mesafe için
kullanılan bir başka silah da atışlar için önceden gerilmiş olan yaydı (Reflexbogeri).41 Piyade
ve süvari birlikleri yakın çarpışmalarda kılıç veya pala kullanıyorlardı.
Kuşatma
boyunca Türkler hiçbir zaman düşmanı aldatmak için sahte saldın yapmak veya
planlarım gizlemek yoluna gitmemişlerdi. Sadrazam Kara Mustafa Paşa kendine güvenen
ve hiçbir surette hayale yer vermeyen bir komutandı. Kara Mustafa Paşa’nın karargâhı etrafında
İdarî, adlî ve malî işlerin yürütüldüğü merkezler vardı. Fakat en önemli yer
onun Trautson bahçesindeki ileri tabyasıydı. Bahçe duvarının arkasında kerestelik
ağaçlardan yapılmış olan bu tabya, kum torbalarıyla sağlamlaştırılmıştı.
Sadrazam bu bahçe duvannda açılan bir kapıdan doğrudan doğruya siperlere
gidebiliyor, belirli zamanlarda buradan çıkarak siperlerini teftiş
edebiliyordu. Daha sonraları bu bölgede inceleme yapan Hıristiyan uzmanlar,
kuşatma siperlerinin tertip ve yapımını açıkça övmüşlerdi; hayret edilecek
derecede özenle yapılmış olan yaklaşma yollarıyla birbirine paralel siperlerin
takdire değer bir şekilde araziye uydurulmuş olduğunu tespit ettiler.
İkinci
Viyana Kuşatmasında ve daha sonraları da AvusturyalIların Osmanlı’ya karşı
yaptığı bütün savaşlara general olarak katılan Kont Marsigli, Osmanlı askerî
teşkilatı üzerine yazdığı eserinde Türk ordusu hakkında şu bilgileri verir:
“Türk ordusu yürüyüşte fazlasıyla dikkatli ve uzun mesafeler almakta bizden
daha tecrübeli ve kudretlidir”. Osmanlı ordusunun her iki kuşatma öncesinde
çok uzun mesafeler kat ettiği bilinmektedir. Avrupa’da modem askerliğin
kurucularından olan ve St. Gotthard’da ordunun başkumandanı olarak çarpışan
Mareşal Kont Montecucculi, Türk ordusu gibi Avrupa’da da daimî bir meslek
ordusu kurulmadıkça, Türklerin yenilemeyeceğini, kurulursa, Türkleri yenmemek
için hiçbir sebep olmadığım belirtir. Fakat onun bu sözleri Viyana bozgunundan
(1683) önce yazılmıştır. Osmanlı devletinin 17. yüzyılda Habsburg İmparatorluğuna
ilk yenilgisi, 1664 yılında St. Gotthard’da olmuştu. Bu savaş, 17. yüzyılda Osmanlı
ordusu ve askerî bilgisinin döneminin gerisinde kaldığım açık bir şekilde
göstermiştir. Artık daimî ordu eskisi kadar güçlü değildi. Stoye’nin
belirttiğine göre disiplini ve eğitimi bozulmuş, padişaha bağlılığı kalmamış,
başıbozuk bir kuvvet haline gelmişti. Otuz Yıl Savaşları sonunda Avrupa orduları
örgütlenme, eğitim, taktik ve malzeme yönünden çok büyük gelişmeler kazandığı
halde Osmanlı ordusunun geleneksel yöntemleriyle çağın gerisinde kaldığı ortaya
çıkmıştı.
Birinci
Viyana Kuşatmasında olduğu gibi, bu seferde de Osmanlı ordusunun büyük toplan
yoktu. Havan toplanyla yapılan atışlarda şehir içinde yangın çıktı.
Barut
depolan ateş alacağı sırada ateş söndürüldü. Artık Osmanlı ordusunda yiyecek
sıkıntısı başlamıştı. Yemsizlik yüzünden ordudaki hayvanlar da ölüyordu. Jan Sobieski
kumandasındaki yardım kuvvetleri Tuna’ya ulaşınca Tuna köprüsünün güvenliğiyle
görevlendirilen Kırım ham Murad Giray
Kara Mustafa Paşa’ya duyduğu kin yüzünden düşmanın nehri geçmesine göz yumdu. Budin beylerbeyi
İbrahim Paşa'nın Jan Sobieski’ye
yenilmesi, vezir San Hüseyin Paşa kuvvetlerinin dağılması ve Kırım
kuvvetlerinin yardıma gelmemeleri yüzünden Osmanlı ordusu büyük bir bozguna
uğradı. Bütün bu olumsuz şartlann bir araya gelmesiyle Osmanlılar İkinci Viyana
Kuşatmasından yenilgiyle çıkmış, bu durum da Osmanlı Devletini adım adım
parçalayacak olan Karlofça Antlaşmasının (1699) imzalanmasına yol açmıştı.
Alman Halk Şarkıları
Tarihî
halk şarkıları, bizlere en eski tarihi aktarırlar. Kuşaktan kuşağa geçer,
arşivlerde tozlanıp küflenmezler. Zamanla tarihsel gerçekliklerini yitirip saf
nazıma dönüşmüşlerdir. Ancak bu her zaman böyle olmamıştır: Homerus’un
destanları veya Almanların kahramanlık destanı Nibelungenlied bizlere
değerli bilgiler aktarır.
Alman
şarkı geleneğinin tarihsel gelişimi, Erken Ortaçağ dönemine rastlar; edebî
gelişimi ise 1150’lerde başlar ve basit toplumsal olayları ele alır. Şarkılarda
işlenen konular, dans, iş, ölüm ve aşktır.
Almancadaki
“Volkslied” kavramı
Herder’e
aittir; Herder, İngilizce’deki
“popular song” kavramına dayanarak 1771’de önce “Populârlied”i, 1773’te ise
onun yerine “Volkslied” kavramım
kullanmıştır. Herder’e göre, halk
şarkılarının gruplandınlmasında esas alınması gereken, şarkıların halktan
gelmelerinden ve anonim olmalarından çok, onların doğrudan duygunun ve ruhun
gerçek ifadesi olmalarıdır. Romantizm döneminde ise Herder’in
düşüncesinden farklı olarak halkın kendisi ozan olarak görülür.
“Tarihî
Halk Şarkısı” {Historisches Volkslied) kavramım
Helene Patrias
çok doğru bulmaz, çünkü “tarihî” bir olay şarkıyı oluşturmaz, tersine güncel
olaylar üzerine şarkılar söylenir. Irma Hift
de Hartmann'ın kullandığı “zaman şiiri” {Zeitgedicht') kavramım
daha doğru bulur.
Tarihî
kaynaklar, belgeler, kronikler, paralar ve buna benzer “ürünler” bize tam
olarak o renkli tabloyu veremez. Buna karşın halk şarkısının tüm sözlerinde
“halkın akıcı yaşamı” dile getirilir. Tarihî halk şarkısı özellikle bir tanık
tarafından aktarıldığı zaman doğrudan anlatımı nedeniyle önem taşır. Yalnız bu
“olayların merkezinde bulunma” özelliği aynı zamanda olumsuz bir özelliği de
beraberinde getirir: Gerçek dışı olaylar, eksiklikler ve bazen de hatalar
bulunur. Patrias’a göre şarkıların tarihsel doğruluklarına eleştiriyle
yaklaşılmalıdır.
Irma Hift’e
göre, halk şarkıları “nesnel, taraflı (parteiisch), güvenilmez”dirler
ve olayları aksettirmelerinde bir keyfiyet söz konusudur; ama aynı zamanda
olayların ruhunu yansıtırlar. Tarihî halk şarkılarının tarih açısından
değeri, olayların gerçeğe uygun bir şekilde ifade edilmesiyle değil, aksine
halka yansıması, halkın düşüncesi ve ruh haliyle ölçülür.
Tarihî
halk şarkıları, halkı etkilemeye ve yeni olayları aktarmaya yarar ve haberlerin
yayılmasında etkili bir türdür. Tarihte halk şarkısının üstlendiği görevi
günümüzde basm ve radyo üstlenmiş durumdadır. Tarihî halk şarkısı, halk için bir haber
kaynağıydı. Bir örnek verecek olursak, Osmanlılarla Avrupa’nın çeşitli
devletleri arasında süre gelen savaşlar hakkında en son haberler bu yolla halka
aktarılıyordu. Böylece halk yönlendiriliyordu. Halkın yönlendirilmesi politik
amaç taşımaktaydı. Bu konuya çalışmada yer yer değineceğiz.
Tarihî
halk şarkıları zamana bağlıdır (zeitgebunden); halk
şarkıları gibi halkın belleğinde yer ederler. Farkları ise, hemen hemen hiçbir
nazımsal değer taşımamalarıdır. Bizler için onların yararı kültürel ve tarihî
yöndendir; bir aynadan bakar gibi geçmişe göz atmayı mümkün kılarlar. Bazı şarkılarda hâlâ olaylarla dolu yılların
nabzı atmaktadır; örneğin “Prinz Eugen” adlı
şarkıda olduğu gibi.
Halk
şarkılarının kuşaktan kuşağa aktarılması üç türlü olmuştur: Sözlü, yazılı ve
basılı olarak. Sözlü aktarım en dolaysız ve canlı olanı olduğu halde
araştırılması oldukça da zordur. Zaman içinde halkın belleği zayıflar, “olayı
yaşayanlar” artık hayatta değildir. Daha sonra gelen nesiller aktarılan
hâzinenin yalnızca bir bölümünü bilirler. Bu nedenle araştırmacının çok sabırlı
olması gerekmektedir. Yazılı kaynaklar ise çoğunlukla gayretli kişilerin
birlikte yazması sonucunda oluşur; zevk ve olayları hatırlama amacıyla
yazılmışlardır. Şarkı el yazmaları içerik bakımından sözlü ve basılı
kaynaklardan farklılık gösterir. Bunun nedeni ya katibin (Schreiber) belleğinin
zayıflamış olmasından ya da kaynakların çeşitlilik göstermesinden ileri
gelmektedir. En zengin materyali eski baskılar, yani propaganda amaçlı el
ilanları oluşturur. El ilanları gravürlü veya tahta oymalıdır ve iddialı
başlıklarıyla dikkat çekerler.
Eskiden
meydana gelen günlük olaylar toplumsal bir ortam içerisinde paylaşılıyordu.
Nitekim meyhanelerde, konaklarda, esnaf loncalarında, pazar ve sokaklarda her
tabakadan insan bir araya geliyor ve “haber” veya “baş yazı”lardan oluşan bu
şarkılar okunup söyleniyordu. Söz konusu “haberi” duymamış olanlar, onu gün
boyu ezberleyip daha sonra komşusuna aktarıyordu. Bilgiye karşı açlık ve merak
bu şarkıların yayılmasına katkıda bulunuyordu.
Tarihî
halk şarkılarının ortaya çıktığı döneme göz atacak olursak onların gezgin
ozanlar (fahrende Sänger) tarafından
söylendiğini görürüz. Bir de askerlerin (Landsknecht) başlarından
geçen olayları o günlerde bilinen bir melodi eşliğinde uygun kafiyeyle yeniden
dile getirdiklerini bilmekteyiz. Şarkının sonunda bu ozanların ya adlan, ya da “freier
landsknechf' ve
“reuter” (atlı) tabirleri lakap olarak geçiyordu. Tarihî halk şarkılan
satıcılar ve atlılar tarafindan ülkenin her yanma taşmıyordu. Aynca şarkılan
kaleme alanlar din adamlanydı. Şarkılardaki dinî sözler, birden fazla olay,
yabancı (özellikle Latince) ifadeler, Gelehrtendichtung türünün
özelliklerini gösterir.
Tarihî
halk şarkılarında genel olarak doğa tasvirleri, prenslere ve kahramanlara
hayranlık duyma, derin bir dindarlık ve Türklerle Fransızlara karşı yok edici
bir nefret hakimdir. Genel
olarak bu şarkıların amacı, politik bir etki sağlamaktan çok, büyük
kahramanlardan ve onlarm yaptıklarından söz etmektir. Gerçeklerle ilintisi pek
azdır, çünkü olaylar tek yönlü ele alınmıştır. Tarihî halk şarkılarına baktığımızda yaygınlık
kazanmalarım sağlayan ve dinleyicileri harekete geçiren özelliklerini görürüz.
Bu özellikler bugün de geçerlidir ve şu kriterlere dayanırlar: İfade edilendeki
anlam açıklığı, basitleştirme, genelleştirme, tekrarlama ve tezat {Antithetik).
Dinleyicileri motive etmek ve onlarm ilgisini çekmek için amacıyla ozan, o
günlerde yaygm olarak bilinen bir giriş yapardı: “Neşeyle şarkı söylerim”... {Frölich so
will ich singen ...), “Dinleyin sevgili Hıristiyanlar”
“Hört zu ihr lieben Christen..).”
Tarihî
halk şarkıları 16. yüzyılın başlarında etkisini
yitirmeye başlarken onun yerine güncel olayları işleyen ve haber şarkısı {Zeitungslied) adını
verdiğimiz şarkı türü yaygınlık kazanır. Bu şarkılarda söz yazarı {Liedermacher) “en
güncel” bulduğu ama, kendisinin yaşamadığı bir olayı anlatır. Bu şarkıların
giriş kısımları tarihî halk şarkılarındaki gibidir? “Şimdi dinleyin ey
Hıristiyanlar” {Nun hört ihr Christen all gar}, “Siz
seçilmiş Hıristiyanlar” {İr Christen außerwelef}, Birbirine
eşit olan siz Hıristiyanlar” {Ihr Christen all geleiche},
“Dinleyin ey Hıristiyanlar, korkmadan” {Hort zu ir
Christen nicht erschreckt}, “Dinleyin
ey değerli Hıristiyan halkı” {Vernembt ir werden ehr istenieut}.
16. yüzyılın
ortalarında manzum rapor biçiminde olan haber şarkısı, “güncel-doğal” {frisch-natürlich} halk
şarkısının yerini almaya başladı.
17.
yüzyılda periyodik gazetelerin ortaya çıkmasıyla haber şarkısının değişmesi
zorunlu hale gelir ve güncelliğini koruyamayınca, bu defa siyasi olayları rapor
etmekten vazgeçip dehşet içeren olayları anlatmakla yetinir. Haber şarkıları değişik başlıklarla
yayınlanmaktaydılar: “Yeni Haber” {newe Zeitung}, “Korkunç
Hikaye” {Erschreckliche Geschieht}, “Güzel
ve Yeni Tarih Şarkıları” {schöne neue Geschichtlieder}
“Gerçek ve Korkunç Yeni Haber” {wahr hofft ige
sehröekliehe newe Zeitung}.
Her
iki Viyana Kuşatması döneminde kamuoyunun Türklere bakışının çıkış noktası,
giderek artan bilgi edinme ihtiyacıydı. Bu ihtiyaç, öncelikle Türk-Macar
sınırındaki askerî ilişkilere, Türk veya Hıristiyan ordularının önemli kaleleri
fethetmelerine, Türkler tarafından fethedilen şehir halkının kaderine ve Türk
komutanlarının muharebelerde esir düşmesine kadar’ uzanmaktaydı. Kutsal Roma
Alman İmparatorluğunda büyük ilgi uyandırdığı için bu tür haberler “Yeni Haber”
(Newe Zeytung) biçiminde
yayılmaktaydı. “Yeni Haber”
olarak adlandırılan tür, anonim kişilerin gözlemlerine göre kaleme alman
yazılardır; Zeytung sözcüğü, “haber, rapor” anlamına gelmektedir.
Tarihî
halk şarkısını ve haber şarkısını birbirinden ayırt etmek oldukça güçtür. Bunun
nedeni onların kapsam, biçim, başlık ve dil yönünden büyük benzerlikler
göstermeleridir. Her iki tür de bilinen melodilere göre bestelenmiş ve hemen
hemen aynı konulara sahiptir. Farklılıkları, haber şarkısının daha öznel ve
genellikle bir partinin organı olmasıdır. Tarihî halk şarkısı ise daha nesnel
bir anlatıma sahiptir. İç özelliklerine bakınca tarihî halk şarkısının bir “baş
makale, baş yazı” (Leitartikel) niteliğinde, haber
şarkısının ise “günün en son haberi” niteliğinde olduğunu görürüz.
Brednich’e
göre haber şarkıları ve tarihî şarkılar “olay şarkıları”dır. Aralarındaki
farklar şunlardır: Tarihî şarkılarda olay gerçektir, haber şarkılarında ise
olay kurgudur. Haber şarkısı üslûp açısından uzun ve ayrıntılı, tarihî şarkılar
kısa ve özlüdür. Brednich
çalışmasında tarihî şarkılardan “tarihî olay şarkıları” (Historische
Ereignislieder)
olarak bahseder ve bu şarkıların diğer politik içerikli eserler gibi etkilemek amacı
taşıdığını belirtir: Politik manzum eserler, dünyayı etkileyip onu değiştirmek
isterler ve var olanı göstermekle veya açıklamakla yetinmezler. Politik
eserleri estetik ölçütlere göre değerlendirmek bir yanılgıdır. Bu eserlere
baktığımızda “güzel” olmaları önem taşımaz, onlar günle hatta saatle işbirliği
içindedirler.
Otuz
Yıl Savaşları (1618-1648), şarkıları melodi ve söz bakımından etkilemiştir.
Yeni melodiler oluşmuş, Otuz Yıl Savaşlarından sonra halk şarkılarında
melodiden çok metinde değişiklikler olmuştur. Şarkılarda farklı bir vurgu da
vardır. Yaşanılan olayların uzun yıllar boyunca süregelmesi nedeniyle, bu
olaylar Alman halkının karakterinde bir değişime yol açmıştır: Duyduğu derin
güvensizlik insanda güçlü dünyevî hevesler uyandırıyor, çevresindeki korkunç
olaylar onu yüksek değerlere karşı duyarsızlaştırıyordu. Bu nedenle bir çok
şarkı katı ve hatta kaba duygular uyandıran özellikler gösteriyordu. Diğer
yandan da şarkılarda derin bir dindarlık söz konusuydu. O zamanki insanın çift
kutuplu ruh hali, öbür dünyaya özlemin yanı sıra, bu dünyada güven bulma ve
ayaklarının üzerinde durabilmeyi gerektiriyordu. Ortaçağ ve Geç Ortaçağ
döneminin şarkılarından farklı olarak Barok döneminin şarkıları coşkulu ritme,
kulağa hoş gelen kafiyelere ve dil kıvraklığına sahipti. Otuz Yıl Savaşlarından
önce halk şarkıları bütün sosyal tabakalara hitap etmekteydi; örneğin, Hans Sachs
herkesin anlayabileceği şarkılar bestelemekteydi. Buna karşılık Barok şarkısı
“bilgili insan’ia (Gebildete) “sıradan
insan” (gemeine Mann) arasında
bir uçurum yarattı. Bunun nedeni de bazı ozanların metinlerinde çok sayıda
yabancı sözcük, Kutsal Kitap’tan alıntılar ve antik Mitolojiden
karşılaştırmalar kullanmalarında yatmaktadır. Eski ile yeni şarkı arasındaki
fark, bu şarkıların başlıklarından da anlaşılmaktadır: 16. yüzyılın şarkısında
kısa bir başlıkla (“Ein new lied vorn Tür
eken') yetinilirken, Barok şarkısının başlığı bütün
olayı etkili bir şekilde vermeliydi. Ekteki yirmi dokuz numaralı şarkı buna örnek
teşkil eder:
Türckische Prügel-Suppe,
dem verlogenen GOTT MAHOMET, Welche ihme
der Tyrannische Gross-Vezier, wegen emphangener
Teutscher tichter Ohrfeigen, seines Bernheuterischen Grosssprechens, und
flüchtigen Verlusts, hat kochen und anrichten lassen, Mit bedrohung ihme auf
ferneres Missrathen, aussbleibenden Sieges, vollend gar todt zu schlagen; Allen
tapfferen und grossmüthigen Teutschen, vorgestellet Zu einem Gelächter, einer
so armseligen und ohnmächtigen Gottheit
Şarkıların
başlıkları 17. yüzyılın sonunda daha uzun ve
kelime yönünden daha zengin hale geldiler. Türkler karşısında zafer
kazanılması, sayısız zafer ve nida, övgü şarkılarının oluşmasına yol açmıştı.
Barok insanı görselliği, tiyatroyu severdi. Şarkılarda da resimli bir anlatım
kullandılar; bu durum da şarkıların başlıklarından anlaşılmaktadır: “Türk
Hamamı” (Türkische Badstube), “Kalp
ve Mide Rahatlatıcısı” (Hertz-und Magenvomitiv) gibi.
Bu başlıklar bize Barok insanının betimsel ve aynı zamanda hicivsel özelliğini
göstermektedir. Hiciv
şarkılarında üç ezeli düşman işlenir: Türk, Fransız ve Macar kralı Tökeli.
15.
yüzyılda matbaanın bulunmasıyla haberlerin çabuk yayılması imkanı doğdu. Haber
ulaştırmaya yarayan yazılara Flugblätter, Flugschriften,
New e Zeytungen ve Relationen denmekteydi.
Flugblatt kavramı
“tek sayfalık el ilam” için kullanılıyordu. Buchmann’a
göre Flugblatt (fliegendes Blatt) tek
bir sayfadan oluşan bir “el ilanTdır, genellikle folyo boydadır ;
1480-1530 yıllan arasında basılan şarkılarda ağırlıkla kullanılmıştır. Bu
kavram Almancaya Fransızca feuille volante sözcüklerinden geçmiştir; feuille
“sayfa”, “kağıt yaprağı” anlamına gelir, feuille volante “bir tarafı
veya önü ve arkası basılı tek sayfadan oluşan yaprak” anlamım taşır. Lessing 1754
yılında fliegende Bogen, 1773’te
flüchtige Blätter kavramlanm kullanır.
Romantikler, fliegendes Blatt ve
Flugblatt kavramlarım
tanıtarak bu kavranılan halk şarkılarıyla ilişkilendirirler. “Daha uzun olan ilanlar” (Flugschrift) ise
iki veya daha fazla sayfadan oluşur, genellikle oktav (sekizli)
boydadır;
bu ilanlar 1500’lerden beri derlemelerden oluşan şarkı baskılarında yer
almıştır
ve özellikle 1530’lardan 19. yüzyıla kadar etkisini sürdürmüştür.
El
ilanlarının satılmasından elde edilen kazanç, şarkıların basılmasında önemli
bir rol oynamaktaydı; şarkılar pazarlarda, sokaklarda ve kapı önlerinde el
ilanları olarak satılıyordu. El ilanları elden ele dolaşıyor, okunuyor ve not
ediliyordu. Herkes okuma yazma bilmediği için gravürler konunun anlaşılmasında
yardımcı oluyordu. Kaba anlatım tarzı, Türk korkusunu arttırmaya yarıyordu.
Halkın büyük ilgisi, bu ilanları iyi bir ticaret aracı haline getirmişti.
Besteci ve matbaacı bu işten kazançlı çıkıyordu. Halk tarafindan sevilen
şarkıların yeni baskılan da yapılmaktaydı. Bunlar biriktiriliyor ve zaman
içinde şarkı dergileri olarak çıkıyordu. Şarkı söylemenin yanı sıra el ilanlan
da halk şarkılarının yayılmasında etkili oldu. Böylece halk şarkılan önce sözel
olarak, sonra da el ilanlan aracılığıyla yaygın (volksläufig) hale
geldiler.
El
ilanlan, 16. yüzyılın dinsel tartışmalannda İngiltere, Fransa ve Almanya’da
yaygın olarak kullanıldı. İlk ve en etkili el ilam yazarlanndan biri Martin
Luther’di. Onun yazılannda savunduğu düşüncelere sırası geldikçe yer verilecektir.
Türkleri Konu Alan Halk Şarkıları
Alman
yazınında “Türk Şarkılan” (Türkenlieder') kavramı
ile ifade edilen edebî türün konusu Türklerdir. Bu tür şarkıları bir araya
getiren çalışmaların başında,
Liliencron’un
Die historischen Volkslieder der Deutschen vom 13. bis
16. Jahrhundert (13. Yüzyıldan 16. Yüzyıla
Kadar Almanların Tarihî Halk Şarkıları) (1865) adlı oldukça kapsamlı derlemesi
gelmektedir. Bu çalışmayı, kronolojik sırayla Irma Hift’in
Historische Volkslieder Flugblätter aus der Zeit der
Türkenkriege (Türk Savaşlarına Ait Tarihî Halk
Şarkıları ve El İlanları) (1914), Helene Patrias'ın
Türkenkriege im Volkslied (Tarihî
Halk Şarkılarında Türk Savaşları) (1947), Schmidt’in Historische
Volkslieder aus Österreich vom 15. bis zum 19. Jahrhundert (1971), Şenol
Özyurt’un Die
Türkenlieder und das Türkenbild in der deutschen Volksüberlieferung vom 16. bis
zum 20. Jahrhundert (16. Yüzyıldan 20.Yüzyıla
Kadar Alman Halk Kaynaklarında Türk Şarkıları Ve Türk İmajı) (1974), ve Bertrand
Michael Buchmann’ın Türkenlieder
zu den Türkenkriegen und besonders zur zweiten Wiener Türkenbelagerung (Türk
Savaşları ve Özellikle Türklerin İkinci Viyana
Kuşatması Üzerine Türk Şarkıları) (1983) adlı eserler takip etmektedir.
Türkleri
konu alan halk şarkılarında, coğrafi bir sınırlama söz konusu değildir; bunlar
İsviçre hariç, Almanca konuşulan bütün bölgelere yayılmıştır. Buchmann’a göre
bu şarkılar, dinleyici üzerinde “dolaylı anlatım” özelliğiyle bir epik metinden
daha fazla etki sağlayabiliyorlardı. Tarihî halk şarkıları Nürnberg,
Augsburg, Regensburg’da, 16. yüzyılın sonunda da özellikle
Prag ve Viyana’da basılmıştır. Bir çok şarkının
basım tarihi ve yeri belirtilmemiştir.
yüzyıl tarihî halk şarkısı ağırlıklı
olarak şu konuları işlemiştir: Reformasyon, Fransız savaşları ve Türk
savaşları. Türkleri konu alan şarkılar, ilk önemli çıkışlarını Mohaç Meydan
Muhaberesi (1526) ile Birinci Viyana Kuşatması (1529) arasındaki yıllarda
yapmıştır. Bu şarkılarda karakteristik özellik, belirgin bir dost-düşman
karşılaştırmasının olmasıdır: “Uysal Hıristiyan” karşısında kadını, erkeği,
ayrıca da “ana kamındaki bebeği” bıçaklayan, onları kazığa oturtan “Türk tipi”
bulunmaktadır. “Türk
despotluğu” (türkische Tyrannei) ve
“Türk tehlikesi” (Türkengefahr) şarkı
ve efsanelerde (Sagen) bir
“leitmotiv” haline gelmiştir. Önceleri “Türk tehlikesi” küçümsenmişse de daha
sonraları Türklerin yapmış olduğu zalimliklere dair haberler abartılı bir
şekilde yorumlanmıştır.
Birinci ve İkinci Viyana Kuşatması Üzerine
Yazılmış Alman Halk Şarkıları
Osmanlmın
Avrupa’da fetih hareketine girmesi nedeniyle 16. yüzyılın ikinci yansında
kaleme alman şarkılar, tarihî-siyasî içerikli şarkılardır (historische- politische
Lieder)™ ve propaganda amacı taşırlar, bu
nedenle tarihî halk şarkılannı incelerken onların da propaganda amaçlı
yazıldıklarım göz önünde tutmak gerekir. Şarkılarda dost-düşman karşıtlığı çok
belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu karşıtlıklar sözcüklerin sık sık
tekrarlanmasıyla pekiştirilir. Daha sonra değineceğimiz gibi Alman
İmparatorluğunu simgeleyen “Kartal” (Adler) ve
Türkleri aşağılamak amacıyla “Katil it” (Mörderhund) şarkılarda
sık sık kullanılır.
Ekte
yer alan bazı Birinci Viyana Kuşatması şarkılann ozanları bilinmektedir, zira
ozan şarkıda kendi adını anmaktadır. Bunların içinde Hans Sachs,
Christoffel Zell ve Jorg Daypach'ın adlarına rastlamaktayız. İkinci Viyana
Kuşatmasını ele alan şarkıların ozanlarından da sadece bazıları bilinmektedir;
bu ozanlar değişik statülere sahiptirler, örneğin protestan soylu, katolik din
adamı, zanaatkâr vb. Dinleyicileri de farklı sosyal kesimlerdendir.
Birinci Viyana Kuşatması Üzerine Yazılmış Alman
Tarihî Halk Şarkıları
Birinci
Viyana Kuşatmasının tarihi olan 1529’dan Macaristan siyasetinin dönüm noktası
olan 1542 yılına kadar Türkleri konu alan (Türkenlieder) çok
sayıda şarkı kaleme alınmıştır.
1529
yılından önce yazılan şarkılarda konular daha genel olarak işlenirken 1529
yılında ve sonrasında kaleme alman şarkılar detaylı birer rapor şeklindedir.
Birinci Viyana Kuşatmasıyla ilgili şarkılar, detaylı ve dolaysız anlatımları
nedeniyle uzun ve geniş kapsamlıdırlar. Diğer dikkati çeken bir özellik ise propaganda
amaçlı yazıldıklarından bir çok tarihî halk şarkısında Türklerden ağır hakaret
içeren sözcüklerle bahsedilmesidir. Bazı şarkılarda farklı konulara değinildiğinden
gruplandırmanın konusunda aynı şarkının farklı kategorilerde ele alınabilmesi
imkanı doğmaktadır.
Birinci
Viyana Kuşatması döneminde yazılmış kuşatma şarkılarım dört başlık altında
toplamak mümkündür: Dinî şarkı, çağrı şarkısı, asker şarkısı ve övgü şarkısı.
Bu konuda araştırmacılar farklı düşünceleri paylaşmaktadır. Örneğin Özyurt bu
şarkılara bir de dünyevî şarkılar başlığı altında savaş ve kuşatma şarkılarını
da ekleyerek farklı bir sınıflandırmaya gider, oysa söz konusu şarkıların hepsi
Türklerle yapılan savaşlar ve bunun bir sonucu olan kuşatma nedeniyle
yazıldıkları için ayrı bir kategoriye sokulmalarına gerek yoktur. Buchmann ise
“Türkleri konu alan şarkıları” sekiz başlık altında toplar: Dinî şarkı, çağrı
şarkısı, asker şarkısı, haber şarkısı, övgü şarkısı, nida şarkısı, hiciv
şarkısı ve diyalekt özelliği taşıyan şarkı. Buchmann, tek
tek türleri sınırlandırmanın oldukça zor olduğuna, taşıdıkları özelliklerin tek
bir kategori altında toplamanın zorluğuna işaret eder. Buchmann'ın yaptığı gruplandırma içinde haber
şarkısının tek bir kategori oluşturmayacağı inancındayız, çünkü diğer şarkı
gruplan da aynı zamanda haber özelliği taşımaktadır. Benzer bir şekilde diğer
türlere ait şarkılar aynı zamanda diyalekt özelliği gösterebildikleri için diyalekt
özelliği taşıyan şarkıyı da ayn bir kategori olarak ele almak gerekli
değildir.
Birinci
Viyana Kuşatmasını ele alan Alman tarihî halk şarkıları arasında dinî şarkılar
önemli bir yer tutmaktadır. Bunun nedenlerinden en önemlisi, düşmanları olarak Osmanlıların
farklı bir dine mensup olması ve bu yüzden Hıristiyanların kendilerini sürekli
tehlikede hissetmeleridir. Aslında 16. yüzyılda Orta Avrupa’da yaşayan insanlar
pek çok nedenden ötürü kendilerini tehlikede ve tehdit altında hissetmekteydiler:
“Sosyal yaşamda değişiklikler, ayaklanmalar ve kilisedeki ayrı fikirlerin
çarpışması, salgın hastalıklar, açlık sorunu, doğal felaketler ve nihayet
Türklerin Avrupa önlerine gelmesi” . Farklı bir dine ve kültüre
mensup Türklerin Hıristiyan topraklarını tehdit etmeleri, zamanla “Türk
korkusu”nun yayılmasına neden olmuştu. Gerber’e göre, 16. yüzyıldaki “Türk
korkusu”nun bu denli yoğun olmasının farklı nedenleri vardır. Birincisi, Osmanlınm
izlediği genişleme politikasının Batıyı tehdit etmesi ve bunun Kanuni Sultan
Süleyman döneminde doruk noktasına ulaşmasıdır. İkincisi, Kilise ve devletin,
anti-İslam propagandasıyla bilinçli bir şekilde Türk düşmanlığını
şekillendirmesi ve bunu kendi çıkarları için kullanmasıdır. Üçüncüsü ise,
matbaa makinasmın, haberlerin yayılmasını sağlayan el ilanlarının basımım
kolaylaştırması ve böylece haberlerin ve savaş korkusunun yaygınlaşmasının
hızlanmasıdır.
“Türk
tehlikesi” Alınanlarda her zaman korkuyu çağrıştırmaktaydı. Türklerin Alman
topraklarına saldırması o dönemde bütün hükümdarların kafasını meşgul
etmekteydi. Hakim olan düşünce şuydu: Eğer insanlar birlik içinde olurlarsa
Hıristiyanlık yenilmez olacaktır. Bu nedenle halka sürekli olarak “Türk
tehlikesf’ni hatırlatmak ve bu tehlikeyi abartmak, duyguları “kamçılamak”
gerekmekteydi. Bireyin ya asker olarak, ya para, ya da mal yardımlarıyla
kendini feda etmesi amaçlanmaktaydı. 12. yüzyıldan beri Türk olgusuyla karşı
karşıya kalan Avrupa dünyası, zaman içerisinde kendini tehdit altında
bıraktığım düşündüğü Türklere karşı belli bir tavır geliştirmiş ve bu tavrını
şarkılarda söze dökmüştü.
Özyurt’un
da belirttiği gibi Hıristiyan savaşçıları, Türkleri “zalim ve kana susamış,
gaddar ve şeytanî” (grausam und blutdürstig, tyrannisch und teuflisch)
olarak
görmüşlerdir. Şarkılarda ise sıkça karşımıza çıkan yakıştırmalar “kanlı it” (Bluthund), “kana
susamış it” (blutdürstiger Hund), “Türk
iti” (türkischer Hund), “ezelî düşman”
(Erbfeind), “despof’tur (Tyrann). Türklerin
Birinci Viyana Kuşatmasında (1529) yenilgiye uğramaları dahi “Türk korkusu”nun
azalmasında etkili olamamıştır. Çünkü Avusturya, daha doğrusu Habsburg Hanedanlığı,
diğer Hıristiyan Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türklerle en fazla
temasta bulunan ülkedir.
Habsburg Hanedanlığı
evlilikler yoluyla topraklarım genişletmesi sonucunda 16. yüzyılın sonunda
gücünün doruğuna çıkarak Osmanlı İmparatorluğu için bir tehdit haline gelmişti.
Habsburg İmparatorluğu
ülke dışmda batıda Fransa Krallığı ile sınırlanmışken doğuda Osmanlı
İmparatorluğu ile arasında bir tampon bölge oluşturan Macaristan topraklarına
kadar dayanmıştı. Bu durum ise Habsburg- Osmanlı siyasetini sürekli sıcak
tutuyordu. Habsburg Hanedanlığı ülke
içinde doğal olarak Osmanlı karşıtı bir siyasî ve askerî propaganda
sürdürüyordu. “Birinci Viyana Kuşatması öncesi yapılan siyasî-askerî
propagandanın dinî yönden de desteklenmesi gerekiyordu”. Özyurt’un da vurguladığı gibi Türklerle olan
bu ilişkiler sonucunda pek çok dinî içerikli kavram Avusturya’da günlük hayatta
kullanılır olmuştu: “Türk çanları” (Türkenglockeri), “Türk vergisi” (Türkensteuer), “Türk
sadakası” (Türkenalmoseri), “Türk duası” (Türkengebete), “Türk
kardeşliği” (Türkenbruderschaff) vb.
Bu
kavramlardan “Türk çanları”nın kullanılma hikayesi şöyle bir yol izlemiştir:
Türk tehlikesine karşı çanlar ilk defa Mora Yarımadası Türklerin eline
geçtiğinde kullanılmıştır (1456). Öğle arasında bütün kiliselerde çanlar her
yarım saate bir üçer kez çalımyordu. Bu çan çalma işlemi sırasında, Türkleri
uzaklaştırmak amacıyla Hıristiyan dindarlar dizlerinin üstüne çöküp Paternoster ve
Ava Maria dualarını
okuyorlardı. “Türk korkusu” ile başlayan bu uygulama,
zamanla alışkanlığa dönüşmüş ve doğal olarak daha sonraki yüzyıllarda çanların
her çalmışı, ister Katolik, ister Protestan olsun, Hıristiyanlar tarafından
“Türk tehlikesi” kavramıyla bağdaştınlmıştı".
“Türk
korkusu”nun yol açtığı bir başka kavram da “Türk vergisi”dir. “Türk vergisi”
olarak toplanan paranın Roma’daki kardinallerin cebine girdiğine dair yaygın
bir kanı vardı ve halk arasında alay konusu olmuştu. Bu durum hem dindarlan
huzursuz ediyor, hem de din adamlarının bu tavnyla alay etmelerine yol
açıyordu. Böylece “Türk korkusu” Hıristiyan din adamlarına inançlı kişilerin
güvensizlik duygusu beslenmelerine neden oluyordu. Diğer yandan “Türk vergisi”nin
çok yüksek olması büyük bir hoşnutsuzluğa da yol açıyordu. Sadece ahali değil,
şehir ve prenslikler de bu vergiye şiddetle karşı çıkıyorlardı.
Habsburglular
ile Oşmanlılar arasında devam eden sürtüşmeler sonucunda pek çok Habsburg askeri
Osmanlı topraklannda esaret altında bulunuyordu. Bu askerlerin durumu Kilisenin
gayretleriyle halkta bir merhamet duygusunun ön plana çıkmasına yol açmıştı.
Merhamet duygusu ise “Türk sadakası” (Türkenalmosen) adlı
bir kavramı da beraberinde getirdi. Kilise tarafından yürütülen propaganda da
hem sımr ülkelerden Osmanlı İmparatorluğu topraklarına götürülen, hem de Osmanlı
tebaası olarak yaşayan Hıristiyanların “çektikleri acılar”m hafifletilmesi için
“para toplanması”nın gerekliliği vurgulanıyordu. “Türk sadakası” kavramı ile “Türk duası”
kavramı iç içeydi. Türkleri yenebilmek için günah çıkarmanın gerekli olduğu
konusunda Protestanlar da, Katolikler de hem fikirdi. 1571 yılında Papa IV.
Pius
Türkler
aleyhine dua edilmesi konusunda bir genelge yayınladı. Aynı yıldan kalan bir
dua metninde, “günahkar yaşam biçimleri” ve “dua etmeyi ihmal etmeleri”nden
dolayı Hıristiyanlığın Tanrı'nın gazabına uğradığı dile getiriliyordu.
Siyasî
ve dinî açılardan Habsburg Hanedanlığının ülke
içinde kendini güçlendirmek amacıyla kullandığı başka bir kavram ise “Türk
kardeşliğiydi. Bu kavram, aslında Türklere duyulan bir kardeşlik hissi değildi;
Almanlar için kullanılıyordu. Osmanlılara esir düşüp zor şartlar altında
yaşayan Almanları esaretten kurtarmak amacıyla ortaya çıkmıştı. İlk defa Rhedener
Bruderschaftsbuch'fa kullanılmıştı:
“Hıristiyanlar, esir düşmüş din kardeşlerini dualarla ve destekle
hapishanelerden ve esaretten kurtarmaya gayret etmeli[ydi]ler”. Dünyevî ve
ruhanî yönetimin bu uyarısı altında yatan asıl amaç, “Osmanlı İmparatorluğunda
yaşayan Hıristiyanların durumlarının abartmak suretiyle Alman topraklarından
göçü önlemekti”. Siyasî
tehdidin din ile bağdaştırıldığı bir başka nokta ise Incil’de geçen Kıyamet
Gününe dair açıklamalardı. Bu açıklamalarla “siyasi tehdit metafizik bir düzleme
çıkarılıyordu”.
Birinci
Viyana Kuşatmasını ele alan dinî şarkıların hemen hemen hepsinde,
‘Hıristiyanların Tanrı'ınn buyruklarını yerine getirmedikleri için Tanrı
tarafından cezalandırıldıkları’ düşüncesi vurgulanır. Reformasyon-Karşı
Reformasyon döneminin bir sonucu olarak ortaya çıkan Protestan ve Katolik
mezheplerinin her ikisi de farklı nedenlerden de olsa, Türklerden korkmaları
gerektiğini kendi üyelerine aşılamaya çabalıyordu. Rönesans, Hümanizm ve Re
formasyonun iç içe geçmiş akımlar olduğu göz önünde bulundurulacak olursa
Luther’in politik yazılarıyla döneminin edebî eserleri karşılaştırıldığında,
Luther’in yazılarının, daha doğrusu Protestanlannın düşüncelerinin “daha geniş
bir kesimi etkilediği görülür”.
Protestan Reform hareketine
öncülük eden Martin Luther (1483-1546),
Türkler
hakkmdaki düşüncelerini üç yazısında dile getirmiştir: “Vom Kriege
wider den Türken” (1528), ‘‘Heerpredigt
wider den Türken" (1531), “Vermanung zum Gebet wider den Türken” (1541). Bu
yazılardan, özellikle de Birinci Viyana Kuşatmasından bir yıl önce kaleme
alınan "Vom Kriege wider den
Türken” adlı çalışması, halk şarkılarının üzerinde etkili
olmuştur.
“Türklere Karşı Savaşa İlişkin” (“vom Kriege
wider den Türken') yazışım
neden kaleme aldığım Luther şöyle
açıklar:
“Türklere
karşı savaş konusunda yazmamı, insanlarımızı uyarmamı ve cesaretlendirmemi
isteyen dostlarımın ve Almanların sayısı çok fazla. Duyduğuma göre, çok sayıda
Alman din adamı, halka Türklere karşı savaşılamayacağım, savaşılmaması
gerektiğini söylüyormuş. Hatta bu tür insanlar, Almanların sıradan vahşi bir
topluluk, yan insan yan şeytan olduğunu söylüyorlar, Türklerin gelmelerini ve
bize egemen olmalarım arzuluyorlar. Her türlü kötülüğün benim düşüncelerimden
kaynaklandığım söyleyerek günah işliyorlar. Bütün bu karalayıcı ve günahkar
savlara karşı, halkın da daha fazla kandırılmasını önlemek ve Türklere karşı
savaşılamayacağı savını çürütmek için yazmak zorunlu hale geldi”.
Luther bu
yazısının devamında kısaca beş nokta üzerinde durur:
Savaş esrarengiz değil,
kaçınılmaz bir yazgıdır.
Savaş tarihin temel
yasalarından biridir.
İnanan kişiler dua
etmeye çağnlmahdır.
Bütün Hıristiyanlar
Hıristiyanlığın temel doğrularını özümsemelidir.
Türk savaşları
Kıyamet Gününe ve İsa’nın yeryüzüne geri gelmesine işaret eder.
■Luther ve Luther’e
özgü düşünceler Almanya topraklarında hızla yayılmaya başlar. Bu durum halk
arasında olumlu bir etki yaratır ve zamanla kendini dinî içerikli halk
şarkılarında göstermeye başlar.
Özyurt, dinî şarkıları
içeriklerine göre şu şekilde gruplandırır:
Türkleri ve Papa’yı
Hıristiyanlığı tehdit ettikleri için ezeli düşman olarak betimleyen şarkılar
Halkta nefret
duygulan uyandırmak için Türklerin “ahlaksızlığım” betimleyen şarkılar
Türklerin Tanrı
tarafından bir ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılar
Hıristiyanlık
inancım tehdit eden “Türk despotluğu”nu {Türkische
Tyrannei) vurgulayan şarkılar
Türk’ü alay edilen
bir figür olarak betimleyen ve bu şekilde Hıristiyanlık inancının düşmanı olan
Türklerin başarısızlığını vurgulayan şarkılar
Kraliçe Maria'ınn
Mohaç’ta kaybettiği eşi için yaktığı ağıt şarkıları
Hıristiyanlığın
birliği için yapılan çağrı
Tanrı’ya ve
Meryem Ana’ya yapılan yardım çağrısı
Kutsal Kitap’tan
motiflere yer veren şarkılar .
Özyurt yaptığı genel
sınıflandırmada çağrı şarkısı için ayrı bir bölüm oluşturmamıştır. Bu nedenle
yukarıdaki dinî şarkı sınıflandırmasındaki 7. ve 8. maddelerin çağrı şarkısı
bağlamında ele alınmalıdır.
Dinî şarkıları içeriklerine göre
üç başlık altında toplamak yerinde olacaktır: “Türklerin Tanrı tarafından bir
ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılar” “Türklerin ahlaksızlığım ve
despotluğunu vurgulayan şarkılar” “Türkleri ve Paya’yı Hıristiyanlığı tehdit
ettikleri için ezeli düşman olarak betimleyen şarkılar
“Türklerin Tanrı
Tarafından Bir Ceza Üzerine Gönderildiğini Vurgulayan Şarkılar”:
Bu kategoriye giren şarkıları
incelerken sadece “Türklerin Tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmesi”
düşüncesini ele almak yeterli değildir. Bu düşüncenin arka planında
Hıristiyanların inançlarına sıkı sıkıya bağlı olmamaları, Türklerin Deccal ile
eş değer tutulmaları ve ayrıca Hıristiyanların günahları yüzünden Kıyamet
Gününün yaklaştığı düşüncesi yer almaktadır.
Luther’in
“Vom Kriege wider den Türken” adlı eserinde Hıristiyanların
Hıristiyan dininin temel doğrularını özümsemelerini bir görev olarak
benimsemeleri gerektiği kanısında olduğu yukarıda belirtilmişti. Nitekim
Luther’e göre Türkler “açlık, hastalık ve deprem”den daha beterdirler ve onların yaptıkları
Hıristiyanlık dinine sıkı sıkıya bağlanma noktasında bir “nimet olarak” görülmelidir, bu nedenle Hıristiyan olarak
istiğfar ederek sabretmeyi öğrenmek gerekir. Ona göre rahipler, krallar ve
prensler Incil’i inkâr etmişler, çok kan akıtmışlar ve bu nedenle Türkler
onlara Tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmiştir; Türklerin yaptığı
zorbalık ve soygunculuk yüzünden Tanrı dünyayı cezalandırmaktadır; Tanrı bazen
iyiyi, kötüyü kullanarak cezalandırır.
Luther, dolayısıyla
Protestan Kilisesinin din adanılan, Türkleri Deccal ve şeytan olarak görüyorlar
ve bu nedenle “Kıyamet Günü”nün yaklaştığım ve bununla ilgili ipuçların Kutsal
Kitap’ta geçtiğini iddia ediyorlardı. Gerber’in de belirttiği gibi Türk
tehdidi, Kutsal Kitap’ta yer alan “dördüncü hayvan” ile ilgili kehanetle
ilişkilendiriliyor ve buna bağlı olarak onlann imparatorluğu dördüncü ve nihai
imparatorluk olarak yorumlanıyordu.
“Dördüncü
Hayvan” veya “Dördüncü Canavar” kavramı Tevrat’taki “Danyal'ın Kitabı”nın 7.
Babında geçer. Burada Babil Kralı Belşatsar’ın birinci yılında Danyal Peygamber
bir rüya görür. Bu rüyada “göklerin dört yeli büyük denize saldırırlar. Ve
denizden, birbirinden farklı dört büyük canavar [çıkar]” (Danyal 7/1-3).
Hayvanlardan ilki “aslan”a benzer, ama “kartal kanatlıdır”, İkincisi “ayı”ya
benzer, üçüncüsü ise “kaplan”a ve sırtında “dört kuş kanadı” ve “dört
başı”vardır. “Dördüncü hayvan korkunç ve ürkünç [...] bir canavar[dır]; ve
büyük demir dişleri vardır; yutfar] ve parçal[ar] ve arta kalanı ayaklan ile
çiğn[er]; ve kendisinden önceki canavarların hepsinden farklı[dır]” (Danyal
7,7). “Danyal’ın Kitabf'ınn aym Babında bu hayvanlann dört büyük kralı ve
onların yönetimindeki dünya krallığını simgelediğine değinilir. Dördüncü
krallık “yer üzerinde, bütün krallıklardan farklı olarak bütün yeri yutacak, ve
onu çiğneyip parçalayan bir dördüncü krallık olacaktır” (Danyal 7,23). Aynı
zamanda bu “dördüncü hayvan”m başındaki on boynuzun arasında “ufak” ve “farklı”
bir boynuzun ortaya çıkması ve bu arada üç boynuzun kopması Türklerin Yunan
krallığının (Danyal 8/21) hudutları içinde olan Mısır, Yunanistan ve Asya
topraklarını ele geçirmesine yorumlayan Luther bu
konudaki diğer düşüncelerini şöyle belirtir: “O (Türk) üç boynuzu aldı ve
Danyal ona bir başka boynuz vermeyecek. Bu nedenle Türk, Roma İmparatorluğunun
hiçbir toprağım kazanmayacaktır. Onun Macaristan ve Avusturya topraklarında
yaptıkları en son gürültü ve patırtısı olacaktır”.111
Lamparter’e
göre Luther’in Türklerin gökten gelen bir
ateş tarafından yok edileceğini söylemesi “onun hayal gücünün bir ürünü”
olamaz, çünkü Danyal Peygamber dördüncü canavarın Tanrı'ınn büyük mahkeme
gününde bütün boynuzlarıyla öldürüleceğini ve ateşe atılacağını söylemektedir
ve bu görüş Kıyamet Gününün
tasvirinde de görülür:
“Ve
bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir; ve yerin dört köşesinde
olan devletleri Yecüc ve Mecüc’ü, saptırmak ve onları cenk için bir araya
toplamak üzre çıkacaktır; onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin
genişliği üzerine çıktılar ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri
kuşattılar; ve gökten ateş inip onları yedi. Ve onları saptıran İblis,
canavarlarla yalancı Peygamberin içinde bulundukları ateş ve kükürt gölüne
atıldı” (Yuhanna’nın Vahyi/20/7-10).
Luther’e
göre Danyal Peygamberin
kehanetinde başka bir “boynuz”dan, yani diğer bir başka devletten söz edilmez.
Bu da Türklerin Roma İmparatorluğunun hiçbir ülkesini ele geçiremeyecekleri
anlamında yorumlanmıştır. Aslında Türkler ile Kıyamet Gününün aym bağlamda ele
alınması Türk Savaşlarıyla ilgili hemen her yazıda karşılaşılan bir konudur.
Ekte
sunulan dokuz, on ve on bir numaralı şarkılar Türklerin Tanrı tarafından bir
ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılardır.
Dokuz
numaralı şarkının ozanı halk şarkılarında pek alışılageldik bir tavır
olmamasına rağmen, adından bahseder ve kendini Christoffel Zell olarak tanıtır.
Zell şarkısının 32. kıtasında, Hıristiyanların Tanrı’nın sözünü dinlemedikleri,
Tanrı’nın buyruklarına göre yaşamadıkları ve kimsenin birbirini sevmediğini bu
nedenle de Tanrı tarafından Türkler yoluyla cezalandırıldığım söylemektedir:
Doch kan
ichs anders nit verstan, got wil uns mit
gestrafet han, dann wir sein wort verschmehen; wir leben nit nach
seiner ler, keiner liebet den andren mer, wie wir dann teglich sehen.
(“Bunu başka türlü anlamak mümkün
değil, Tanrı, sözünü küçümsediğimiz için bizi cezalandırdı;
Her gün tanık olduğumuz gibi,
Tanrı ’nın buyruklarına göre
yaşamıyoruz, artık kimse birbirini sevmiyor”).
Ozanı
belli olmayan on numaralı şarkının “o zaman şehrimizi Türk itinden koruduk”
dizesinden Birinci Viyana Kuşatmasından sonra yazıldığı anlaşılmaktadır.
kıtasında ozan işledikleri “hatalı
davranışlar” nedeniyle Tanrının Türkleri kendilerine bir “ceza” olarak
yolladığım vurgular:
Wir haben die Stat
zu dyser stund
Behalten vor den Türckischen
hiind
Das hab Got lob und eere
Der uns die straff gesendet
hart
Von -wegen unser missethat
Herr thu unns den glauben
meren.
(“O zaman şehrimizi Türk itinden
koruduk
Tanrı’ya şükürler olsun ki.
Hatalı davranışımız yüzünden
Bize bu cezayı yollayan
Tanrım, inancımızı arttır”.)
On bir numaralı şarkı da on
numaralı şarkıyla benzerlik gösterir. Şarkının ilk üç kıtasında Hıristiyanların
işledikleri günahlar yüzünden cezalandırıldıkları dile getirilir. Şarkının
birinci kıtasında ozan, Tanrı'ınn onlara “kollarını ucunda keskin bir bıçak ile
uzattığım” belirtir. Tanrı onlara öfkelenmiştir, bundan böyle Tanrı'ınn sözünün
dinlenmesi zamanı gelmiştir:
Hort zu jr
Christen nicht erschreckt, was ich euch news will
singen.
Gott hat sein arm
außgestreckt, mit einer scharpffen Idingen. Sein zorn erscheint an manchem ort,
mit angst sein wirymbgeben, Achlast vnns hören Gottes wort, Allzeyt auch
darnach leben.
(“Korkmadan dinleyin ey
Hıristiyanlar, size yeni bir şarkı söylemek isterim. Tanrı kolunu uzatmıştır,
keskin bir bıçak ile.
Öfkesini bazı yerde göstermiştir,
biz korku içindeyiz, Artık Tanrı'ınn sözünü işitelim, Bundan böyle ona göre
yaşayalım”).
İkinci kıtada ozan kendilerini
Hıristiyan diye adlandırdıklarım, ama ne zamandır “içki içmenin ve ahlaksızlık
etmenin” dikkate alınmadığını, hatta günah olmaktan çıktığı belirtir:
Mit namen seind wir
Christen allein, des thuen wir vnns nicht achten. Was macht Gott meer wider
sein, seim willen nicht nach trachten. Kein besserung ist das sicht man frey,
wer helt sein standt vnnd orden, Got lesterung sauffen vnd buberey. ist yetz
kein sündt mer worden.
(“Adımız başlı başına
Hıristiyandır, ama bunu hiç dikkate almayız. Tanrı daha fazla neye karşıdır,
Onun isteğine göre yaşamamaktan başka. Hiçbir iyileşmenin olmadığı apaçıktır,
mevkisini ve mezhebini koruyanın, Dine yaptığı küfür, içki ve ahlaksızlık,
artık günah olarak kabul edilmez”).
Şarkının
üçüncü kıtasında “kırbaç”tan söz edilir. “Tanrı’nın kırbacı” kavramı sık sık Luther'ın
yazılarında da geçer. Luther “vom kriege wider den
Türken” adlı yazısmda, Türklerin Tanrı tarafından
Hıristiyanlığa bir “kırbaç” olarak gönderildiğine inandığım belirtmektedir.
Ozan belli ki bu kavramı Luther’den
almıştır ve “kırbaç” bundan böyle Hıristiyanların kendi kendilerine zarar
vermesini önlemek içindir:
Man hat lang gepredigt,
gesungen, gsagt, vergeblich vns vermanet.
Gott auch uns vil vnnd offt
geplaget, doch vnser seer verschonet.
Nichts weniger für wir vnnsern
bracht, drumb ist die rut schon punden, Der Türck kumbtyetzt mit grosser macht,
sambt seinen wuettenden hunden.
(“Uzun zaman vaaz verildi, şarkı
söylendi, konuşuldu, boşuna uyarıldık.
Tanrı bize fazlaca elem verdi,
ama aym zamanda bizi korudu. Kendimiz için bir şey yapamadığımız için kırbaç
artık hazır, Türk büyük gücüyle geliyor, bütün öfkeli itleriyle”).
Bir
numaralı şarkının son dizelerinde adı geçen kral, Asur kralı Sanherib’dir
(705-680). Sanherib’in ordusu, Babil’i istila eden Elam Kralına ve Araplara
karşı savaşmıştır. Fakat Sanherib Mısır ordusundan yardım gören düşmanın
karşısında gerilemek zorunda kalmıştır. Babil’de ayaklanmalar baş gösterince
şehir ateşe verilmiş ve bataklık haline sokulmuştur. 687’de Sanherib oğlu
Asarhaddon’u Babil’e vali yaparak şehri yeniden kurmuştur, ama Asur ayaklanmış
ve Sanherib 680’de öldürülmüştür.
als dem
könig Senacherib,
den dein hand
von deim volk abtrib
(“İnayetini
halkından esirgemene neden olan Kral Sanherib”)
Ninova
veya Ninive olarak bilinen yer, Asur
krallığının başkentiydi. On bir numaralı şarkıdaki der Kunig zu
Niniue
Ninova’nın kralıyla birinci şarkıda anılan kral Sanherib aynı kişilerdir.
Ninova şehri, Sanherib’in bir saray, surlar ve kanallar inşa ettirmesinden
sonra en parlak dönemini yaşamıştır. MÖ 612’de Asur hakimiyetinin çökmesi
sırasındaki yıkılışı, İsrail peygamberleri tarafından sevinçle karşılanmıştır.
Önceki şarkıda da belirttiğimiz gibi Babil’de ayaklanmalar baş gösterince şehir
yakılmış, bu nedenle Ninova kralı Sanherib, şehrin “küllerinin içinde
kalakalmıştır.”
der Kunig zu Niniue
ist selbs in aschen gesessen
(“Ninova kralı
küllerin içinde kalakalmıştır”).
Luther bir
duanın girişinde Tanrı’ya şöyle seslenir:
“Yüce
Tanrım, sen şeytana, Papa’ya ve Türk’e karşı günah işlemediğimizi bilirsin. Bu
yüzden onların bizi cezalandırmaya da ne hakkı, ne de gücü vardır. Onlar sana
karşı günah işlediğimizi, sana karşı geldiğimizi, yanlış öğretiyle hareket
ettiğimizi, yalan söylediğimizi, zina, cinayet, hırsızlık, büyü ve tüm
kötülükleri sana karşı işleyip işlemediğimizi sormazlar. Şeytan senin yerine
geçip Tanrı olmak ister,
Türk
senin sevgili oğlun İsa yerine Muhammed’i getirmek ister. Bu yüzden aziz
Tanrım, zarar vermek istedikleri yüce adını koru ...”11Ğ
Yukarıda
da belirtildiği gibi Türklerden “şeytan” olarak söz edilmesi yalnız dönemin
dinî metinlerinde değil, aynı zamanda dinî halk şarkılarında da sıkça rastlanan
bir olgu olarak karşımıza çıkar. On bir numaralı şarkının Birinci Viyana
Kuşatmasından sırasında kaleme alındığını “Şimdi Türk üçüncü kez gel”
dizesinden anlaşılmaktadır. Çünkü Viyana’ya Osmanlı ordusu üç kez saldırıya
geçmiştir; ilki 11 Ekim 1529, İkincisi 12 Ekim 1529’da, fakat her iki saldın da
başansızhkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine 13 ve 14 Ekim tarihlerinde de üçüncü
saldın gerçekleşir. Şarkının altıncı kıtasında Türklere hitap eden ozan çoğul
kişi yerine tekil kişiyi kullanarak aynı “şeytan” sözünün tekil kullanımı gibi
bir yöntem uygulamıştır: “Türk, içinde şeytan var”.
Nun Türck nun kumb
zum drittnmall her, wir wollen dich empfahen.
Vnd wenn der Teuffel inn dir
wer, noch soltu vnns
verschmähen.
Der Statt soltu nicht gweltig
sein, jm landt auch nicht bleyben.
Schiest, stecht vn schlacht
mit freuden dreyn, die schelmen zu vertreyben.
(“Şimdi Türk üçüncü kez gel, seni
karşılamak isteriz.
Eğer içinde şeytan varsa, daha
bizi hor görürsün. Şehre hakim olmayıp ülkede de kalmayacaksın. Neşe içinde
vurur, deler ve kılıçtan geçiririz, yerin dibine batası çalan kovmak için”).
Türklerin,
dinin icaplannı yerine getirmeyen Hıristiyanların üzerine Tanrı’nın bir cezası
olarak gönderildiği belirtilen dinî şarkılarda ozanların üzerinde özellikle
116
Lamparter, s.58-60. durdukları
ve Türklerle eş anlamlı olarak kullandıkları kavramlar “şeytan”, “Deccal”ve
“kırbaç”tır.
“Türklerin
Ahlaksızlığını ve Despotluğunu Vurgulayan Şarkılar”:
El
ilam olarak basılan ve başlığı, “Viyana şehrinde her iki tarafta geçenlerin
kısaca anlatılması” (Der türkischen belägerung der
stat Wien mit handlung beider teil auf das kürzest
ordentlich begriffen.') olan
bir numaralı şarkının ozanı Hans Sachs’tır.
Hans Sachs
yazmış olduğu halk şarkılarında genel olarak Türklerin işlediği cinayet, zulüm,
ırza geçme, kaçırılma gibi cürüm konularını ele alır. Bu şarkı çok ayrıntılı
bir şekilde Birinci Viyana Kuşatmasının seyrinin yanı sıra Türk ve Alman
ordularının savaş sırasında halka nasıl davrandıkları konusunda bilgi verir. Osmanlı
süvarilerinin acımasızlığı, yollan üzerinde yerleşim alanlarım nasıl tahrip
ettikleri ve kadınlan kirletip öldürdükleri belirtilerek vurgulanır:
Da haben die Hussern
arg all fleck durchstreift, verwüst, verbrent, weiber
undjungfrawen geschendt, wie man noch findet die toten leiber. Auch schnittens
auf die schwängern weiber, die kinder auf die spieß sie steckten und sie auf
gen dem himmel reckten, darob eim christenmenschen grauset.
(“O zaman süvariler acımasızca
geçtikleri yerleri yıkıp yakarak kadınlan ve genç kızlan kirlettiler, ölü
bedenleri de bulmak mümkündü”). Aynı zamanda hamile kadınların karmlannı
yardılar, çocuklan kazıklara oturtup havaya diktiler, öyle ki bir Hıristiyan
dehşete kapılır”).
Çocukların vahşi bir şekilde
öldürülmeleri önceki kıtada işlendiği gibi aynı şarkının aşağıdaki dizelerinde
tekrar benzer bir şekilde sunulmaktadır. Ozanın amacı, Türklerin sadece
askerleri değil, masum çocukları dahi öldürecek kadar “zalim” oldukları fikrini
pekiştirmektir:
Die kind
sindt man an zäunen stecken, darob einfrom herz möcht
erschrecken; die toten knecht sindt man zerschnitten
(“Çocuklar kazıklara
geçirilmişti, öyle ki inançlı bir yürek korkuyla irkilir; ölü askerler
parçalara ayrılmıştı”).
Başlığı “Türklerin Viyana
önlerinde giriştikleri despotça eylem” (Ein
tyrannische that der Türken vor Wien begangen) olan
iki numaralı şarkı, başlığından da anlaşılacağı üzere, Türklerin olumsuz
davranışlarından bahseder. Şarkının ilk kıtasında Türklerin “zalim”
davranışları anlatılmaktadır:
Vernembt ein tyrannische that,
so der arg Türk hat, märk und dörfer grausam durch
streiften, weib, man und kind zu tod gestochen.
(“Kötü Türk’ün despotça eylemini
duyun. Pazar ve köyleri ezip geçerek kadın, erkek ve çocukları kılıçtan
geçirdiler”)
İki numaralı şarkıdan bir başka
örnekse:
Alsdenn wöll er seinen gewalt
erzeigen scharpf an jung und alt und beid erwürgen man und weib und auch die
kind im muterleib, die stat zu lauterm
aschen brennen und schleifen gleich einem dreschtennen, das land verbergen und
verderben, vich unde leut am schwert ersterben.
(“Şiddetini
genç ve yaşlı üzerinde sertçe uygulamak, hem erkek, hem kadını, hatta ana karnındaki
bebeği de boğmak ister; şehri kül oluncaya kadar yakıp bir harman yerine
çevirmek, ülkeyi yıkmak, mahvetmek, insan ve hayvanlan kılıçtan geçirmek
ister”.)
Ekteki
altı numaralı şarkının otuz ikinci kıtasında da yukandaki el ilanında
anlatılanlara paralel konulara rastlanmaktadır. Türklerin savaşın on dördüncü
gününde Hıristiyan kadınlara yaptıkları zulmü anlatılır:
Was er den selben abend
weibsbild zu wegen bracht, mit den selben sie habent schendlich gethon die
nacht, darnach die armen frawen hat die thirannisch schar all lebendig zuhawen,
der doch ob tausent war.
(“Aynı akşam getirttikleri
kadınların gece boyunca ırzına geçtiler, sonra da bu zavallı kadınları despot
topluluk vura vura öldürdü, sayıları bini buluyordu”).
Dinî şarkıların pek çoğunda Osmanlı
askerleri kadınlara tecavüz eden, despot ve ahlaksız dolayısıyla da acımasız
olarak tasvir edilir.
“Türkleri ve Papa’yı
Hıristiyanlığı Tehdit Ettikleri İçin Ezeli Düşman
Olarak
Betimleyen Şarkılar”:
On
iki numaralı şarkı Luther’in Türk Savaşları
nedeniyle kaleme aldığı dinî bir şarkıdır ve “İsa’nın ve onun kutsal
kilisesinin ezelî iki düşmanı Papa’ya ve Türk’e karşı yazılmış bir çocuk
şarkısı” (Ein Kinderlied, zu singen, wider die zween
Ertzfeinde Christi und seiner
heiligen Kirchen, den Bapst un Türcke etc.) başlığını
taşır.
Luther bu
şarkısında, Türklere ilişkin yazılarından
yola çıkarak Papa’nın ve Türklerin Hıristiyanlığın ezelî düşmanlan olduğunu
vurgular. Türkleri Hıristiyanlığın ezelî düşmanlan olarak görmesinin
nedenlerini ise şöyle açıklar: Türkler esir düşenleri yalmzca memleketlerine
sürüklemekle yetinmezler, aynı zamanda onları Hıristiyanlann gerçek inancından
koparmaya çalışırlar. Papalık ve Türk egemenliğinin benzerliğini göstermek için
Luther şu
örneği verir: “Papa, Deccal’ın ruhu (der Geist), Türk
ise onun vücududur (der Leib, das Fleisch). Bir
insanın ruhu ve vücudu nasıl ayrı düşünülemezse doğru inancın ve ‘saf încil’in
bu iki düşmanı da ayn düşünülemez. Türkler, Hıristiyanlığa karşı kılıçlarıyla
savaşırken Papa manevî silahlarıyla, diğer bir deyişle, yalan öğretisiyle
savaşır”. Luther’in “Papa yalan öğretisiyle savaşır” düşüncesini şarkının h
kısmının yedinci kıtasında “Bak Efendim, bu Deccaldir, aklı ve yanlış
kurnazlığıyla bir çok dikkatsiz inşam kandırır” sözlerinde ifade bulur:
Gleich -wie der
Bapst in der Natur wil etwas haben gut und pur, Das an jm
selbst sey keine Sund, also auch diese Leute thuend.
Sich, Herr, das ist der
Antichrist, der mit vernunfft und falscher list Viel unachtsamer Leut bethoert
und deine arme Kirch zerstoert.
(“Papa doğada bulunduğu gibi iyi
ve saf bir şey ister, Kendisinin günah işlediğini düşünmez, aynı zamanda bu
kişilerin de yaptıkları günah değildir. Bak Efendim, bu Deccaldir, aklı ve
yanlış kurnazlığıyla bir çok dikkatsiz insanı kandırır ve senin bedbaht
Kiliseni yıkar”).
Ekte
yer alan ve bir el ilanı olarak basılan yedi numaralı şarkının başlığı
şöyledir:
“Ein Lied gemacht/wie es im Osterlandt ergangen ist/Als
man schreybt 1529.Jar/Und ist in dem thon. Es gehet ein fi’ischer sumer
daher" (“1529 yılında Avusturya’da
geçen olaylar üzerine yazılmış bir şarkı. Güzel bir yaz yaşanmakta”). El
ilânında şarkının yanı sıra bir de gravür vardır ve duygu yüklü bir şekilde
kadın ve çocuklara yapılan zulümler anlatılmaktadır. Türklerin bol kıyafetleri
türban, sakal ve hançeri vardır. Öldürülmüş olan Hıristiyan kadın ve çocuklar
çıplak bir şekilde resmedilmiştir. Resmin arka planında bir Türk, elinde
hançeriyle bir çocuğu kesmek üzeredir; bu motif “Beytlehem çocuk
cinayetleri”nden alınıp Türkleri konu alan el ilanlarına aktarılmıştır. “Beytlehem’in çocuk cinayetleri” ifadesi
Matta’nın Kitabının ikinci Babında geçer. Yeruşalim’e gelen müneccimler Yahudi
'kralı Hirodes’e “[...] doğan zat nerededir? Çünkü onun yıldızım şarkta gördük,
ve ona secde kılmaya geldik” derler. Bunun üzerine telaşa düşen kral
görevlendirdiği müneccimlerin onun çocuğu bulma isteğini yerine getirmemeleri
üzerine Beytlehem’de ve bütün sınırları içinde, müneccimlerden iyice
öğrendiğine göre, iki yaşındaki ve daha aşağı bütün erkek çocukları öldür
[tür]” (Matta, 2/1-16).
Metnin
üçüncü kıtasında Birinci Viyana Kuşatması öncesi gerçekleşen Macaristan seferi
ve Budin’in ele geçirilmesi konusuna
değinilir. Şarkıda dindar askerlerden (frumen lantzknechte) “yılmaz” (unverzagt) olmaları
istenmektedir. Diğer yandan yine Türklerin acımasızlığı söz konusu
edilmektedir:
Das Ungarnland hat er genummen
ein, den Christen thet er große pein, er hat man und weib erstochen, dazu das
kindlein in muterleib, Got lest es nicht ungerochen, ja gerochen.
(“Macaristan’ı kuşattı,
Hıristiyanlara büyük elem verdi.
Kadım ve erkeği kılıcıyla
öldürdü, aym zamanda ana kamındaki bebeği de.
Tanrı bunu cezasız bırakmaz, evet
bırakmaz”)
Aynı
şarkının sekizinci kıtasında ozan “Avusturya topraklarında büyük bir tehlikenin
baş gösterdiğini vurgular ve kadınların ne şekilde öldürüldüğünü anlatır:
Im Wiener Land hubs sich groß
not. davon lag manches weibspild tot. zerstochen und zerhawen.
etliche warn geschnyten auf,
großer jamer must mir schawen
(“Viyana topraklarında büyük bir
tehlike baş gösterdi.
Bazı kadınlar deşilmiş veya
parçalanmıştı, bazısı da ortadan yarılmıştı.
Bu büyük eleme tanık oldum”).
Dokuz numaralı şarkının 29. ve
30. kıtalarında Viyana halkına, çoluk çocuk denilmeden zulmedildiği anlatılır:
Vil leut sie
auch erwürget han, die zal
ich euch nit nennen kan, sie waren im eilende, stet,
markt, dürfer wurden verbrent, manch fraw undjungfraw ward geschendt so gar an
manchem ende.
Da ward geweinet und geklagt,
das frumme volk ward gar verjaget, die kinder auch zerryßen, und was ihn nicht
entfliehen kund, das würgten sie do zu der stund, des hand sie sich geflßen.
(“Size sayılarını
söyleyemeyeceğim kadar çok kişiyi boğdular, insanlar sefalet içindeydi.
Şehir, köyler ve pazarlar yakıldı.
Bazı kadınlar ve genç kızlar
kirletildi, hatta bazısı da katledildi.
İnsanlar ağlaşıp yakındılar,
dindar halk kovuldu.
Çocukları da parçaladılar.
Kaçamayanları anında boğdular
Böylece yayıldılar”).
Robertson, “Geschichte
Karls P” adlı eserinde araştırmacı Barth'ın
Türklerin zalimliklerinin her ne kadar abartılı bir şekilde anlatıldığım
belirtse de, Hıristiyan dünyasının İslam dünyasına göre çok daha zalim
olduğunun altım çizdiğinden bahseder. Koyu bir Katolik olan Habsburg İmparatoru V. Kari, Tunus şehrini ateşe verdirmiştir,
otuz bin inşam öldürtmüş ve on binini de esir aldırtmıştır. “Hıristiyan
imparatoru”unun fethedilen Müslüman Tunus’ta uyguladığı zulüm ile, içinde
Hıristiyanların da yaşadığı Bağdat’ın Osmanlı veziri İbrahim Paşa tarafından
insanca yönetimi karşılaştırılır ve Hıristiyanların Osmanlılardan daha zalim
olduğu vurgulanır.
Luther’e
göre, hor görme, küfür ve zulüm, İncil’e karşı işlenen suçların başında
gelmektedir. Açgözlülük ve cimrilik, vurgunculuk ve kazanma hırsı, halkı
zehirlemektedir. Uşaklar, hizmetçiler ve işçiler, işverenlerine karşı
sadakatsizlik içindedir ve hırsızlık yapmaktadır. Luther, Alman
topraklarında Incil’i (Evangelium) hor
görenlerin ve ayaklarının altına alanların mevcut olduğunu ve bu kişilerin
yaptıklarının Türklerin düşmanlıklarından daha beter olduğunu şu şekilde dile
getirir:
“Wir sind wol zornig und böse auff den Türcken, als das
er Erbfeind der Christlichen Kirche sey und wollen die Kirche Christi wider in
schützen und verfechten. Und sehen nicht, das wir viel ergere, grimmigere
Feinde des Herrn Christi sind, denn die Türcken, denn wir heutigs tages
Christum auch creutzigen, speien im ins angesicht, treten seine Sacrament mit
füßen und besuddeln unsere hende mit der Christen blute’’.
(“Bizler
Türklere karşı çok kızgınız, çünkü onlar kilisenin ezeli
düşmanıdır ve biz kiliseyi Türklere karşı korumak isteriz. Fakat İsa'nın
düşmanı olan Türklerden daha kötü düşmanlar olduğunu görmemekteyiz, çünkü biz
bugün İsa’yı haça gerip onun suretine tükürüp dinî ayinlerini ayaklar altına
alıyor ve ellerimizi Hıristiyan kanıyla kirletiyoruz”).
Daha
önceki yüzyıllarda olduğu gibi, Türk savaşları boyunca da “propaganda şairleri”
{Auftragsdichter} yapıtlarını
‘sanat’ yapmak amacıyla değil, halkı etkilemek, “savaşma ve kendini feda etme
duygulan” uyandırmak amacıyla yazarlardı. “Edebiyat çevresinden olmayan
kişiler”, örneğin prensler veya maarifperverler, bu ozanlan yazmakla
görevlendirirlerdi ve maddi desteği vermeleriyle eser ortaya çıkardı.
Özyurt
çalışmasında çağn şarkısını din içerikli şarkılann içinde ele alır ve daha önce
değinildiği gibi “Hıristiyanlığın birliği için yapılan çağn şarkısı” (7.
numaralı din içerikli şarkı) ve “Tanrı’ya ve Meryem Ana’ya yapılan yardım
çağrısı şarkısı” olmak üzere iki ayrı türden söz eder. Oysa halk şarkılan
içinde yer alan çağn şarkıları hem dinî, hem de dünyevî özellikler taşır, çünkü
çağn yalmz dindarlara değil, aynı zamanda asker ile yöneticilere de yöneliktir.
Bu nedenle çağn şarkısını, “dünya içerikli çağrı şarkısı” ve “din içerikli çağn
şarkısı” diye ayırmamız daha uygundur.
“Dünya İçerikli Çağrı Şarkısı'
Bu
şarkılar, bir yandan halka, bir yandan askerlere, diğer yandan da yönetici
mevkilerdeki soylulara yöneliktir.
Üç
numaralı şarkı, hem çağrı, hem de dinî şarkıya bir örnektir. Ozan, şarkının
hemen başında soylulara seslenir: Wacht auf, wacht auf, ir
fürsten gut (“Uyanın,
uyanın ey prensler”). Prenslerin, Hıristiyanlığın ezelî düşmanı Türklerden
“Hıristiyan kanını kurtari'ınalannı ister:
Wacht auf, wacht auf, ir
fürsten gut, thut frölich zamen springen, auf daß ir
rett das christlich blut, euch wirt nit misselingen wyder den feind der
Christenheit, den Türken ich da meine, sein hochmut wirt im werden leid, sein
gwalt wirt im auch kleine.
(“Uyanın, uyanın, siz iyi
prensler, neşe içinde harekete geçin, öyle ki Hıristiyan kanını kurtarırsınız
başarısızlığa uğramazsınız Hıristiyanların düşmanına karşı, Türk’ü kastederim,
Kibiri yüzünden pişmanlık duyacak, gücü azalacak”).
Bu
şarkının beşinci kıtasında da ozan, imparatora yardım çağrısında bulunur: “ Wach auf
wach auf du edle kron"
(“Uyan, uyan ey asil taç”). Bu şarkıda Kutsal Roma-Germen İmparatoru V. Karl’a
seslenen ozan, imparatorun Macaristan kralı olan kardeşi I. Ferdinand’a yardım
etmesini diler, çünkü Macaristan’ın büyük bölümü Osmanlı İmparatorluğunun
yönetimi altındadır.
Karle du keiser werde, mit
deiner hilfsoltu beiston in
sorg und großer bschwerde deim bruder könig Ferdinand, daheim soltu
nit bleiben, der Türk der ligt im in dem land, den
hilf im dannen treiben.
(“Sen değerli kayzerimiz
Karl, yardımlarınla
kardeşin kral Ferdinanden, ki o umutsuzluk ve
çaresizlik içindedir, yanında olacaksın, kendi memleketinde kalmayasın, Türk o
ülkededir, onu oradan kovmaksın”).
Şarkının devamında ozan asıl
görevi ülkenin yönetimi ve Kutsal Roma İmparatoru olarak V. Karl’a aslında
“esas görevi”nin Hıristiyanlığı Türklerden koruması olduğunu hatırlatır ve onun
bu görevi yerine getirmesini ister:
Auch ist dir sonderlich bevolhn
die Christenheit gemeine, derhalb daß du bist
unverholn römischer heiser reine, darumb soltu zu aller stund mit macht, sinn
und auch witzen vor dem schnöden türkischen hund die Christenheit bschützen.
(“Aynı zamanda Hıristiyan halkını
korumak esas görevindir, çünkü sen açıkça Roma Kayserisin, bu nedenle her an,
gücün, akim ve zekânla Hıristiyanlığı kibirli Türk itinden korumalısın”).
On numaralı şarkı da
yukandakilerle benzerlik gösterir. Şarkımn 28. kıtasında kuşatmayı başından
sonuna kadar yaşayan ozan, dünyevi yöneticilere, yani krala ve prenslere
seslenir; onlardan “cesaretlerini toplamalarını” ister:
Ir Künig und
Fürsten nemet zu mut
Un wie der Türck das Christen plutt Tyrannisch thut
vergiessen Ermordet hat er weyb unnd kind Und die gleich sein gefangen seind
Die thut zu leben verdryssen.
[•••]
Der uns das Lyed vorn newem
sang
Er was beym endt und anfang
Er hatts sol wol gesungen
Im tat geschehen noch kain
laydt
Des danckt er Gott in ewigkait
Dz im ist gelungen.
Wer Got vertrawt/üsst wol
gepawt.
(“Siz kral ve prensler
cesaretinizi toplayın, Türk’ün, Hıristiyanların kanını nasıl despotça döktüğünü
görün.kadın ve çocukları öldürdüve esaretine aldıklarının hayatını kararttı”).
[...]
(“Bu şarkıyı bize yeniden
söyleyen baştan sona kadar vardı o bunu çok iyi söyledi ona hiçbir zarar
gelmedi bu nedenle Tanrı’ya
ebediyen müteşekkir bunun üstesinden geldi.
Tanrı’ya güvenen/güvendedir”).
On bir numaralı şarkının beşinci
kıtasında ozan bu kez soyluları değil, halkı savaşmaya çağırır. Kuşatmanın
kendileri için iyi sonuçlanacağı umudu içinde olan ozan tahkimat ve silahlanma
yönünden iyi hazırlanmış olduklarım düşünmektedir:
Her her jr
Burger drauff vnd dran, mit puchssen
vnnd
Helleparten.
Wir haben noch manchen künnen
man, des Türcken woll wir warten.
Der grabn ist weyt vnnd hoch
der wal, polwerck vnd gutte mauren, Groß gschütz haben wir on zal o Wien du
solst nit trauren.
(“Haydi, haydi vatandaşlar,
tüfekler ve silahlarla.
Hâlâ bazı cesur adamımız var,
Türk’ü bekleyelim.
Hendek geniş ve sur yüksektir,
burç ve sağlam duvarlar, sayısız büyük silahımız var, ey Viyana yas tutma”).
Dünya
İçerikli Çağrı Şarkılarında ozanlar halka, askerler ve yönetici asiller ile
düşmana, yani Türklere karşı savaşmaları için çağrıda bulunur. Ozanlar
açısından burada halka büyük görev düşer, çünkü onlar çok önemlidir; bu
nedenden dolayı da askerlere destek olmalıdırlar.
“Din içerikli çağrı şarkısı”m
“Hıristiyanlara yakarış içerikli çağrı şarkısı” ve “Tanrı’ya yakarış içerikli
çağrı şarkısı” diye ikiye ayırmamız yerinde olacaktır:
“Hıristiyanlara Yakarış İçerikli Çağrı Şarkısı”
Bu şarkılarda bütün
Hıristiyanlara çağrıda bulunulur. Çağımın amacı halk, asil gözetmeksizin
Hıristiyanların birliği ve bütünlüğüdür.
Ekteki
üç numaralı şarkının on ikinci kıtası Hıristiyanlara yakarış içeriklidir. Şarkı
Birinci Viyana Kuşatmasından önce Türk tehlikesi baş gösterince kaleme
alınmıştır. Ozan bu şarkıda Hıristiyanları “gerçek Tanrı aşkına” birbirlerini
hor görmeden “bir” olmaya davet etmektedir. Bu dertten kurtuluşun birlikten
doğan güç ile Türklere saldırmaktan geçtiği kanısındadır:
Und wo ir
nit wert einig sein in warer gottesliebe und auch sein
klares wort so rein halten in steter uebe, eins das ander verachten thon, wie
mag euch dann gelingen? darum ruft got einhellig an, thut auf den Türken
tringen.
(“Gerçek Tanrı aşkı
ve
Onun açık sözlerini daima yerine
getirme konulannda birlik içinde olamazsanız, birbirinizi hor görürseniz, o
zaman nasıl başarılı olursunuz? Bu nedenle Tanrı’ya
yakarın, Türk’e saldırın”)
Ozan şarkının on altıncı
kıtasında “iyi” ve “dindar” diye nitelediği Avusturya askerlerine çağrıda
bulunur. Onlara “küfür”, “kötülük”, “ahlaksızlık” ve “düzenbazhk”tan uzak
durdukları takdirde Tanrı'nın merhametli olacağı söylenir:
Last euch, ir
frumen lanzknecht gut, von fluchen und von schweren,
so helt euch got in seiner hüt, das glück wirt er euch meren, der hurerei thut
müßig stan, das spil laß unterwegen, so wirt es euch ganz wol ergan, got wirt
selbs ewer pflegen.
(“Siz iyi ve dindar askerler,
küfürden ve kötülükten uzak durun, o zaman Tanrı sizi korur, şansınızı
arttırır, ahlaksızlıktan ve oyundan uzak durun, böylece işleriniz iyi gidecek
Tanrı size kol kanat gerecek”).
Dört numaralı şarkı da Birinci
Viyana Kuşatması öncesi kaleme alınmıştır.
Osmanlı
ordusunun ne denli güçlü olduğu, “üç yüz bin”i aşan bir asker sayısıyla yola
çıktığı ozan tarafından bilinmektedir. Bu nedenle ozan, Hıristiyanların
Türklerin Viyana kapılarına dayanmasına az kaldığı konusunda uyanıp bu gerçek
karşısında bütün kalpleriyle üzülmelerini ister:
Ir Christen
laßts euch zu herzen gan, wie sich der Türk hat understan, es ist war und nicht
erlogen: er ist drei hundertmal tausend stark für Wien ins veld gezogen.
(“Ey Hiristiyanlar kalbinizle
üzülün, Türk’ün işe kalkışmasına,
bu gerçektir ve yalan değil:
üç yüz binden daha fazla bir
kuvvetle Viyana’ya sefere çıktı”).
Beş numaralı şarkının ilk
kıtasında ozan bütün Hıristiyan din kardeşlerine seslenir. Artık kuşatmanın
sona erdiğini, “biz Hıristiyanları yenmesi mümkün olmadı” sözlerinden
anlaşılmaktadır.
Ihr Christen all geleiche,
merkt auf mit sunderm vleiß, wie es in
Österreiche geschechen in scheller weis vom Türken, als er zoche für Wien wohl
für die stat; iedoch hat
er nit mügen uns Christen übersigen: lob sei dem höchsten got.
(“Ey eşit olan bütün
Hıristiyanlar, büyük gayretle dinleyin, Avusturya’da olayların nasıl hızlı bir
şekilde geçtiğini, Türk, Viyana şehrine ilerlediğinde; ama biz Hıristiyanları
yenmesi mümkün olmadı:
En yüce Efendimiz Tanrı’ya
şükürler olsun”).
Hans Sachs
tarafından kaleme alman ve “Viyana şehrinin Türklerce kuşatılması” (Die duerckisch
pelagerung der stat Wien) başlığım
taşıyan altı numaralı şarkı, AvusturyalIlar açısından başarıyla sonuçlanmış
kuşatmanın merhaleleri Hıristiyanların dinlemesi için bir çağrıdır :
Ir Christen
außerwelet nun höret alt und jung wie euch hie wirt erzelet die schwer belegerung
stat
Wien in Österreiche Von dem türkischen hund, all stück
gar ordenleiche von tag zu tag und stund.
(“Seçilmiş genç ve yaşlı
Hıristiyanlar,
Türk iti tarafından,
Avusturya’daki Viyana şehrinin ağır kuşatması her olayın usulüne uygun günü
gününe ve saati saatine size burada nasıl anlatıldığını şimdi dinleyin”).
Dokuz numaralı şarkı da
kuşatmadan sonraya tarihlidir. Burada ozan bütün
Hıristiyanlara seslenir ve
onların kazanılan başarılar nedeniyle Tanrı’ya şükretmelerini ister:
Nun hört, ir
Christen alle gar, was ich euch
sing, des nemet war, mit danksagung zu gotte, der uns liebet zu aller stund,
bschützt uns vor dem türkischen hund, hilft uns auß aller note.
(“Dinleyin, ey bütün
Hıristiyanlar, size söylediğimi duyumsayın, Tanrı’ya şükranla, O ki bizi daima
sevmiştir, bizi Türk itinden korumuş ve her dertten kurtarmıştır”)..
Hıristiyanlara yakanş içerikli
çağrı şarkılarında ozanlar, ister kuşatma öncesi, ister
kuşatma sonrası olsun Hıristiyanlara çağrıda bulunulur. Kuşatma öncesi
şarkılarda Hıristiyanların birliği söz konusuyken, kuşatma sonrası şarkılarda
Hıristiyanların kendi başarılan ve bu başanlann kutlanması söz konusudur.
“Tanrı’ya Yakarış
İçerikli Çağrı Şarkısı”
Hıristiyanlar baba (Tanrı)-
Ruhülkudüs- Oğlu (İsa) Tanrı ’nın üç ayrı görünümü, belirimi (hipostas)
sayarlar ve üçlükte teklik’e inanırlar. Hıristiyanlığın baba-oğul özbirliği
dogması (baba Tanrı’yla oğul İsa’nın aynı özü taşıdığı inancı) bu anlayışın
ürünüdür. Bu nedenle
şarkılarda bazen Tanrı’ya, bazen de İsa’ya, dolayısıyla yine Tanrı’ya yakarış
vardır.
İki
numaralı şarkı İsa’nın Tanrı bağlamında kullandığı şarkılara örnek oluşturur.
Şarkının son dizelerinde İsa’ya yakaran ozan Onun halkım Türklerden korumasını
istemektedir:
Vor dem behüt uns Jesu Christ,
der seines volks ein heiland ist, von dem uns hülfund schütz erwachs!
(“Ondan bizi koru İsa Efendimiz,
İsa ki halkı için bir Mesihtir, O bizi yardım ve koruma altma alır!”).
Yedi
numaralı şarkının on dördüncü kıtasında ozan Tanrı’ya hem Hıristiyanların
yanında olması, hem de onların “neşe içinde” savaşmalarına yardımcı olması için
seslenir:
Nun helft mir got
trewlich ryfen an, daß er
uns Christen bei wöll stan, daß mir frölich mügen fechten;
(“Şimdi Tanrı’ya sadakat
ile yakarmamız için yardımcı olun, biz Hıristiyanlann yanında olması için, neşe
içinde savaşmamız için”).
On numaralı şarkının girişinde
ozan, Türklerle savaşırken daima yanlannda olması için Tanrı’dan yardım
dilemektedir:
Gott wollen wir erstlich
ruffen an Er wöll uns allzeit beystand thon So wir mit feynden handlen
Nitt lassen das Christlich
plut zergon Als sich der Türck thut und ston den glauben zuuerwandien.
(“Öncelikle Tanrı’ya seslenelim
daima yanımızda olması için, Türk, kendi dinine geçilmesi için uğraştığında
düşmanla dövüşürken onun Hıristiyan kam akıtılmasına izin vermeyelim”.)
Tanrı’ya yakarış içerikli çağrı
şarkılarında ozanlar Hıristiyanların birlik içinde hareket edebilmeleri ve
başarılı olabilmeleri için Tanrı’ya, dolayısıyla İsa’ya yakarışta bulunurlar.
Asker
şarkılan seferlerde veya başka vesilelerle askerler tarafından söylenen neşeli
ve çoğunlukla da duygusal şarkılardır. Bu şarkılann bir kısmı halk şarkısı, bir
kısmı da sanat şarkısı olarak yazılmıştır. Almanca’da bunlara Soldatenlied (“asker
şarkısı” veya Landsknechtlied (“paralı
asker şarkısı”) denmekteydi. Aslında asker şarkısı kavramı bir üst kavramdır ve
paralı asker şarkısını da kapsar. Almanya’da paralı askerlik kavramı, 15.
yüzyıl sonunda İmparator I. Maximilian'ın son
döneminde ortaya çıkmıştır. 15.-17. yüzyıllar arasında varlığını gösteren
paralı asker şarkısı, askerlerin sevinç ve hüzünlerini ele alır. Askerlerin
içinde bulunduğu duygusallık, anlık zevklere düşkünlük ve askerlerin
azimlerinin övülmesi, konuları oluşturur. Ele alman diğer konular ise vatan sevgisi,
özlem, askerlerin hayadan, tarihî olaylar ve kişisel deneyimlerin yan yana
olmasıdır. Tarihî olaylarla kişisel deneyimlerin yan yana verildiği bir örnek
ekteki dört numaralı şarkıdır. Bu şarkının ikinci kıtasında paralı askerlerin
Alman İmparatorluğuna Viyana'ınn kurtuluşu için ant içtikleri anlatılır.
Şarkının devamında Birinci Viyana Kuşatmasında Alman ordusunu yöneten
komutan Kont von Salm anılır. Sekizinci
şarkıda da olduğu gibi şarkılarda sık sık Salm’in cesaretinden söz edilir. Salm
(1459-1530) savaş meydanında aldığı yara sonucu aynı yıl içinde ölür. Kont Salm'ın
askerî yaşamı boyunca karşılaştığı en kayda değer olay, Fransa kralı I.
Fransuva’yla Pavia’daki çarpışmadır (1525). Bu
çarpışma sırasmda Salm, kralın atmı öldürmeyi başarıp Fransuva’nın
yakalanmasına ve Ispanya’da göz altında tutulmasına neden oldu. Salm,
Macaristan’ın Buda şehrinde kral Ferdinand'ın ordusunun başmda başkumandan
olarak savaştı. Bunu takip eden Birinci Viyana Kuşatması süresince de yine
başkumandan olarak ordunun başında bulunup Viyana şehrine büyük yaran oldu.
Bu şarkıda aynca Palatin kontu
Phillip von Rhein’in
ve askerlerin cesaretinden söz edilir. “Kutsal Roma İmparatorluğu Savaş Gücünün
Viyana Şehrindeki Baş Kumandam” (Obrister in der Stadt
Wien des Kriegsvolkes des Heiligen Römischen Reiches) olan
Palatin Kontu
Philipp, ilk
ve aynı zamanda da çok azimli bir lider olarak
yardımcı birlikleriyle kral Ferdinand'ın huzuruna çıkmıştır. Şarkının altıncı kıtasında şu sözler
geçer:
Die landsknecht schworen dem
reiche ein eid: “solt wir uns
geben, es wer uns leid!” es sprung ein itzlicher zu seiner hellenparten.
“Wolher, wolher, ir
frommen lands- knecht, der Türken wollen wir warten!”
(“Paralı askerler imparatorluğun
huzurunda ant içtiler:
“Teslim olmak bize ağır gelir!”
Herkes silahına koştu.
“Haydi, haydi, dindar askerler,
Türk’ü bekleyelim!”)
Yedi numaralı şarkının on birinci
kıtasında Kont von Salm ile Palatin Kontu
Phillip’in cesaretinden söz
edilir:
Graf von Salm was auch im
spil, pfalzgraf Philip ich euch nennen wil, gar ritterlich thetens fechten, allzeit
waren am vordersten dran mit den frummen lanzknechten ja knechten.
(“Kont Salm da işin
içindeydi, Kont Phillip’i anmak isterim.
Cesurca savaştılar, dindar askerleriyle her zaman ön saflardaydılar”).
Aslında şarkılar genellikle
anonimdir. Dört numaralı şarkıda ozan her ne kadar adından bahsetmese de
kendini “hür paralı asker” olarak betimler, böylece bu şarkıyı kulaktan duyma
bilgilerle değil, savaşı bizzat yaşamış bir asker olarak yazdığını belirtmiş
olur:
Der uns disen
reien sang, ein freier landsknecht ist ers
genant, er hat sol wol
gesungen, er ist sich bei den siben veldschlacht gewest, es hat im nicht
mißsgelungen.
(“Bu şarkıyı söyleyenin lakabı
hür paralı askerdir, şarkıyı çok uygun bir şekilde söylemiştir, yedi muharebeye
de katılmış, başarıyla savaşmıştır”).
Ekteki bir numaralı şarkının
ozanı olan Hans Sachs, komutanların ve asillerin
adlarından söz ederek onların Viyana’yı sonuna kadar savunmaya hazır olduğunu
söyler:
Zuhand do
hielten einen rat herren
und hauptleut in der
stat, herzog Phillipspfalzgraf vom Rein, herr Niclas graf
von Salm fein und auch herr Hans graf von Hardeck, ein ritter von Reischach
herr Eck und ander herren ungenant, entschlossen sich einig allsant, die stat
mit nichten aufzugeben, sonder drinn wagen leib und
leben.
(“O anda şehrin ileri gelenleri
ve komutanları bir toplantı yaptılar, Palatin kontu
Philip von Rhein, saygıdeğer kont Niclas von
Salm ve
saygıdeğer kont Hans von Hardeck ve adlan burada anılmayan başka
saygıdeğer beyler, hepsi birleşip şehirlerini teslim etmemeye, aksine kalıp
hayadan pahasına onu savunmaya karar verdiler”)
Dördüncü
bölümün sonunda Türklerin kırk bini atlı (bei vierzig
tausent
pferden) olmak üzere, toplam üç yüz bin askeri (Auf dremal
hundert tausent man) olduğundan,
ve Alman ordusunun Türklere karşı ne tür silahlar kullandığından söz edilir:
“Büyük toplar, sahra topu, namlusu çok uzun toplar” (mit karthaun, falkonet und
schlangen). Türklerin ateş etmede çok hızlı
ve iyi olduğu ifade edilir: “Ateş etmede çok hızlı ve çeviktiler” (mit
schießen warens geschwind und rund). Almanların asker
sayısı Türklerin asker sayısından çok daha azdır: bei zweinzig
tausent
landsknecht werd, und zwei tausent
gerüster pferd.
Dört numaralı şarkının dokuzuncu
kıtasında savaşmanın yanı sıra bu askerlerin zevklerine de düşkün olduğu, savaş
sırasında içki de içtikleri belirtilir. Bunu fırsat bilen “düşman” tarafı
içkilerine zehir katarak onları öldürme yoluna gider:
Guns, Grams sein uns die stet
genant,
so zieh wir in das Ungarland,
darin thun wir uns tapfer wer en; man mischt uns den kalk wol under den wein,
das muß der landsknecht trinken sein.
Damit thun sie uns vergeben,
also kumpt mancher landsknecht in Ungerland wol umb sein leben.
(“Bize adlan “Guns,
Grams” olarak
verilen şehirlere, Macaristan’a sefere çıkıyoruz, buralarda cesurca
savaşıyoruz;
şarabımıza zehir kanştınlır, bunu
askerler de içer, bu nedenle bazı asker
Macaristan’da hayatım kaybeder”).
Yedi numaralı şarkının ozanı ise
kendinden adıyla Jorg Daypach olarak söz eder ve o da Birinci Viyana
Kuşatmasında bizzat yer almıştır. Şakının beşinci kıtasında savaş sırasındaki
duygularım “huzursuzluk” olarak betimlemektedir:
Tag und nacht hat ’ mir kein
ru.
der Türk der setzt uns heftig
zu. gut polber thet mir machen, alle, die in der stad gelegen sind, des
schympfs möchtens nicht lachen.
(“Gece gündüz huzur bulamam,
Türkler bize şiddetle saldırır. Sağlam burçlarımız var.
Şehir önlerinde pusu kuranların,
beddua yüzünden gülecek halleri
kalmadı).
Ozan kendisinin ve asker
arkadaşlarının neşeli bir birlik beraberlik içinde olması için duacıdır:
Nun helft mir got
trewlich ryfen an, daß er
uns Christen bei wöll stan, daß mir frölich mügen fechten;
ein guter gesell soll bei dem
andern stan, das türkisch heer zu brechen, ja brechen.
(“Şimdi Tanrı’ya yakarmamız için
yardımcı olun, biz Hıristiyanların yanında olması için, neşe içinde savaşmamız
için;
iyi bir asker diğerinin yanında
olmalı,
Türk ordusunu kırabilmek için,
kırabilmek için”)
Dokuzuncu
şarkının on sekizinci kıtasında da Türklerin savaşmada kullandıkları silahlar
hakkında bilgi verilir: mit langen spießen richten an
(“uzun mızraklarla zarar verdiler), mit değen gut und partusan
(kılıçlar ve kargılarla), mit gschütz und hällenparten (“tüfek
ve baltah mızraklarla”).
Birinci
Viyana Kuşatması asker şarkılarında görüldüğü üzere tarihî olaylar aktarılırken
askerlerin kişisel deneyimlerine, beraber hareket etmeleri gerekliliğine,
zevklerine düşkün olmalarına yer verilmektedir.
Övgü
şarkısı aslında Alman edebiyatına Germen geleneğinden gelen bir türdür ve bir
kahramanın yaptıklarını övmek amacıyla doğaçlama olarak söylenir.128 “4.
yüzyıldan beri halk şarkılarının yanı sıra sanat şarkıları olarak da”
bkz. Best, s.396.
mevcutturlar.
Kahramanlık şarkıları ile övgü
şarkıları arasındaki en önemli fark, kahramanlık şarkılarının belli bir kişinin
başarılarını genel anlamda anlatması, övgü şarkısının belli bir kişinin belli
bir zaman diliminde kazandığı başarılan övmesidir. Bu şarkı türünün değişmez
kahramanlan, krallar, kontlar, prensler ve generallerdir. Söz konusu kişilerin
“övgüye layık davranışları ve erdemlerini” anlatır. Her ne kadar övgü dolu sözler, yalmz bu
şarkılarda değil, aynı zamanda asker ve hiciv şarkılarında söz konusuysa da
şarkılarda övgü unsuru ikincil bir rol oynar. Sekiz numaralı şarkıda da övgü
unsuru ön planda değildir; bu şarkının yalnızca on ikinci kıtasında “tüfekli
asker”ler (Büchsenmeister) övülür:
Die püchsenmaister ich doch
preis, wer das nit thut, der ist nit weis, ir geschütz thet allzeit treffen; ob
in hielt die götlich hand, theten sich an den Türken rechen ja rechen.
(“Tüfekli askerleri överim, bunu
yapmayan bilge değildir, onların silahlan daima isabetliydi, sanki Tanrı elini
uzatmıştır, Türk’ten öç almak için, almak için”)
Birinci
Viyana Kuşatmasını ele alan Alman tarihî halk şarkılannda övgü şarkısı
örneklerine nadiren rastlanmaktadır. Bu şarkılarda övgüye layık görülen kişiler
Alman yöneticileri ve kahramanlardır.
İkinci Viyana Kuşatması Üzerine Yazılmış Alman
Tarihî Halk Şarkıları
Birinci
Viyana Kuşatmasıyla karşılaştırıldığında İkinci Viyana Kuşatması üzerine
yazılmış halk şarkılarının sayıca daha fazla olduğu ortaya çıkar. Bunun başlıca
nedenlerinden biri matbaanın artık 17. yüzyılda iyice yaygınlaşması sonucu
insanların okuma ve bilgi edinme ihtiyaçlarının daha önceki yüzyıllara kıyasla
oldukça fazla olmasıydı.
İkinci
Viyana Kuşatması, Barok dönemine denk geldiği için Türklerle ilgili Alman
Tarihî Halk Şarkılarının yanı sıra “Türkleri konu alan barok şarkısı” kavramına da rastlanır. Bu şarkılar, Osmanlılann
1663-64 yıllarında Avusturya’yla yaptığı savaşlarla başlar ve İkinci Viyana
Kuşatmasının gerçekleştiği 1683 yılında doruk noktasına ulaşır.
İkinci
Viyana Kuşatmasını konu alan halk şarkılarında Hift adlan sıkça geçen kişilerin
Karl von
Lothringen , Max Emanuel von Bayern , Johann Georg von
Sachsen ve Ludwig von Baden
olduğunu iddia
eder . Oysa şarkılarda çok daha fazla isme sıkça rastlanmaktadır.
Doğal olarak bunlann başında Osmanh Sultam (IV.
Mehmet)136
ve Habsburg Kayseri
(I. Leopold) ve Osmanlı baş
vezirinin (Kara Mustafa Paşa) adlan gelir. Şarkılarda en yüksek siyasî
yöneticilere -Sultan ve Kayser- karşı tutum beklenenden oldukça farklıdır:
Kayser I. Leopold için ‘şükran
duygulan’ dile getirildiği, ondan “övgüyle bahsedildiği” ve ‘Hıristiyanlığın
başı’ olarak söz edildiği halde, halfa ona soğuk bakar. Hift’in de belirttiği
gibi “Leopold savaşlara bizzat katılmamış,
hattâ ilk tehlike belirdiğinde başkent Viyana’yi kaderiyle baş başa bırakmıştı.
Bu nedenlerden dolayı kendisiyle Viyana halfa arasında bir bağ oluşamamıştı”
Osmanlı Sultanından ise baş
vezirinin arkasında, ikinci planda yer alan bir yöneticiymiş gibi neredeyse
‘acıma duygusu uyandıran bir alay’la söz edilir. Bizzat muharebe alanına ayak
basmadan komutanlarının “alet”i (Werkzeug) olarak
görülür.
Fransa
kralı XIV. Lui ise savaşın ve aynı zamanda da şarkıların merkezinde bulunur,
çünkü savaşın itici gücü olarak görülüp bütün talihsizliklerden o sorumlu
tutulur. Bu nedenle de dinî bütün kişilerin beddualarına maruz kalır. Bu önemli siyasî kişiliklerin yam sıra Hift’in
değinmediği diğer kişiler komutan Starhemberg ve Jan Sobiesfa’dir.
Viyana'nın cesur savunucularının başında gelen ve Türklerle savaşta deneyim
sahibi olan ve Viyana şehri kumandanı olan (1680) komutan Starhemberg ,
muharebe alanım günde dört kez dolaşarak büyük bir tehlike içinde olan halkın
cesaretini de ayakta tutmaya çalıştı. Hasta ve başında kurşun yarası olmasına
rağmen bütün dikkatini savunma için alman tedbirlere topladı. Onun cesareti ve
disiplini sayesinde Viyana 61 gün süren kuşatmanın üstesinden geldi. İkinci
Viyana Kuşatmasının diğer önemli bir ismi olan Jan Sobieski
Osmanlı tarihinde önceden hiç de yabancı olunmayan bir kişiliktir. 1673’te Osmanlı
ordusunu Hotin’de yenilgiye uğratmış ve Avrupa’da büyük saygınlık kazanmıştı.
1674’te Habsburglulann desteklediği adaya karşın Polonya kralı seçilen Sobieski
önceleri Fransa yanlısı bir tutum izlediği halde çıkarlarına ters düşünce
Fransa’yla ittifakını bozdu ve Kutsal Roma-Germen İmparatoru I. Leopold’la
Osmanlılara karşı bir antlaşma imzaladı (1 Nisan 1683). Antlaşma gereğince iki
müttefikten birinin başkenti kuşatılacak olursa, öbürü onu bütün gücüyle
desteklemek zorundaydı. Osmanlı orduları Viyana’yı kuşattığında, Sobieski
yaklaşık 25 bin kişilik ordusunun başında yardıma koştu. Viyana’yı kurtarmak için
toplanan komutanların içinde en yüksek rütbeli olduğu için yaklaşık 75 bin
kişilik müttefik kuvvetlerinin komutasını üstlendi. Onun bu katılımıyla savaşın
gidişatı değişti ve Osmanlı ordusu beklediği başarıyı elde edemedi. O dönemin
yazılarında Sobieski , Viyana’nın kurtarıcısı olarak epeyce
övülürken halk şarkısı daha ihtiyatlı davranır. Bunun üç nedeni olduğu
konusunda tartışmalar vardır. Bunlardan ilki Kayser I. Leopold büyük
bir ihtimalle Polonya krallık seçimi sırasında Habsburglularm adayı olmayan
Sobieski’yi kuşatmadan sonra soğuk karşılamıştır. Hatta Sobieski mektuplarında
Leopold’un “nankörlük”ünden şikayet eder. İkinci neden Avusturya halkının bir tür
milliyetçi tutumudur. Sobieski’ye kendi prenslerine duydukları şükran
duygusunun bir benzerini bir “yabancf’ya duymak istememeleridir. Üçüncü neden
kuşatmaya sayısı en büyük orduyla katılan Sobieski’nin askerlerinin kuşatma
kalktıktan sonra terk edilmiş Osmanlı karargahına hücum ederek “aslan payı”nı
almış olmalarıdır. Bu durum Viyana, dolayısıyla Avusturya halkının
kıskançlığının körüklenmesine ve Lehlere duydukları saygının azalmasına yol
açmıştır.
“Aslan”
lakaplı Bavyera prensi Max Emanuel’in cesur kişiliği,
Sobieski ve Ludwig von Baden’in
mektuplarında doğrulanmaktadır. Emanuel’e bu kadar çok övgü şarkısının ithaf
edilmesinin nedeni, hemşehrilerinin Patriotizm’i amaçlamalarından ileri
gelmektedir; çünkü bir çok övgü şarkısı Bavyera’da oluşmuştu. Şarkılarda lakabı “Türkenlois” olan Ludwig von Baden,
askerlerini sadece zaferden zafere koşturmamış, aynı zamanda da onları kendine
bağlamayı bilmişti.
Birinci
Viyana Kuşatmasını konu alan Alman tarihî halk şarkılarında “Türk korkusu” ve
“Türk tehlikesi”nin halk üzerinde bıraktıkları etkinin izlerini Birinci Viyana
Kuşatması üzerine yazılmış dinî şarkılarda görüldüğünden daha önce söz
etmiştik. Birinci Viyana Kuşatmasının Türkler için başarısızlıkla sonuçlanması,
İkinci Viyana Kuşatmasına kadar geçen yüz elli dört yıllık sürede Avusturya halkının
savaşlarla, veba salgım gibi felaketlerle mücadele etmesi sonucu dikkatler
farklı alanlara kaymış ve doğal olarak “Türk korkusu”nda bir azalma olmuştur.
Yine de bu korkunun tümüyle ortadan kalkmadığının en çarpıcı örneklerine
Türklerin zalimliğini vurgulayan “uydurulmuş” dua metinlerinde rastlamak mümkündür.
“1664 yılında ‘Oygiersche Türkengebete’ olarak
çıkan kitapta yer alan bir “Türk dua”sı Hıristiyanlara sunulmuştu. Bu duayı
Türklerin her gün bir kaç kez tekrarladığı ifade edilmekteydi” . Bu
“kurgulanmış” Türk duası, alçak gönüllülükten çok uzaktaydı. Bu duaya göre
Hıristiyanlan yok etmek, kanlarını içmek ve hattâ onları yemek için yemin
edilmekteydi. ‘Zalim Türk savaşçıları’ imajına uygun olarak ‘zalim Türklerin
zalim duaları’ uydurulmuştu. “Duaları derleyen Johann
Schmidt von Nörtlingen 89 Alman şehrinde toplam 117 ‘Türk
duası’na rastlamıştı”. Dinî
şarkılarda bu duaların etkisine rastlamak mümkündür.
Dinî
şarkıları içeriklerine göre üç başlık altında toplamamak yerinde olacaktır:
Bunlar “Kutsal Kitaptan motiflere yer veren şarkılar”, “Türklerin Tanrı
tarafından bir ceza üzerine gönderildiğini vurgulayan şarkılar”, “Türklerin
ahlaksızlığını ve despotluğunu vurgulayan şarkılar”.
“Kutsal Kitaptan Motiflere Yer Veren Şarkılar”
İkinci
Viyana Kuşatmasını konu alan dinî şarkıların çoğunda, Kutsal Kitaptan örnekler
verilerek eski tarihlerdeki olaylarla Türklerin Viyana’yı kuşatmaları
karşılaştırılmakta ve benzerlikler ortaya konmaktadır.
“Güzel
ve yeni bir ilahi, bir Hıristiyanlık şarkısı: Kızgın, hiddetli ve korkunç
ordusu ve efsanevî gücü olan, tüm Hıristiyanlığın takipçisi, ezelî düşman
Türkler üzerine/ gönülden ve neşeyle şarkı söyleme” (Ein schön
News Gaistlich und
Christenlichs Lied: Wider den Ertz und Erbfeind den Türcken/mit seim
wüttenden/tobenden un grausamen hoer/und grossen unerhoerlichen gewalt/ welcher
ist ein verfolgter Christlichs namens und aller Christenhait/ gar herzlich und
lustig zu singen) başlığım taşıyan on beş numaralı
şarkının dizelerinde ozanın Kutsal Kitaptan oldukça etkilendiği görülür.
Şarkının beşinci kıtasında geçen Phariseer'in Türkçe’deki karşılığı
“Ferisi”, Hıristiyanlığın başlangıç yıllarında ortaya çıkan bir Yahudi tarikatı
üyesi anlamına gelir. Ferîsiler, Hasidim diye adlandırılan radikal
Yahudi tarikatının ardıllarıdır ve Hıristiyanlığın ortaya çıkışından önce
Yahudi topluluğunda çok önemli bir rol oynamış üç Yahudi tarikatından biridir.
Ferîsilerle
ilgili olarak bu konuda Matta’da (Bab 18) şu sözler geçer: Ferîsiler İsa’ya
“Göklerin melekutunda en büyük kimdir?” diye sorunca İsa onlara şöyle yanıt
verir: “Siz dönmez, ve küçük çocuklar gibi olmazsanız, göklerin melekutuna asla
girmeyeceksiniz. Bundan dolayı kim bu küçük çocuk gibi kendini alçaltırsa,
göklerin melekutunda en büyük odur”. Bu sözlerle İsa Peygamber, Ferîsileri
Hıristiyanlığa davet etmektedir. Aynı konuya şarkıda şöyle değinilir:
Im Matthes geschriben stat/
als Christus der Herre gesaget hat/ da jn Phariseer
fi‘agten:
Welchs der groest wer im
Himelreich/ da antwort er jhn zugeleich/ mit haellen klaren wortten.
Lasst mir die liebe Kind
hergehn/ die seind groß in dem Himel/
(“Bu husus Matta’da yer
almaktadır:
Ferisiler,
gökyüzünde kimin en yüce olduğunu
Isa’ya sorduklarında, O açık sözlerle yanıt verdi.
Bana sevgili çocukları getirin,
onlar gökyüzünde yücedir”).
Aynı
şarkının dokuzuncu kıtasında Danyal Peygamberin “aslanlar çukuru”na
atılmasından bahsedilir. Danyal'ın Kitabında (Bab 6,1) Danyal Peygamberin
vezirlerden ve satraplardan üstün olması nedeniyle kralın onu kendisinden sonra
en üst yönetici yapmayı tasarlamasından söz edilir. O zaman vezirler ve
satraplar Danyal Peygamberi şikayet etmeye çalışırlar, ama ne şikayete fırsat
verecek bir durum, ne de suç delili bulabilirler. Krala şunları söylerler:
“Kral Darius ebediyen yaşa. Bir ilahtan, veya
insandan, senden başkasından, ey kral, kim otuz güne kadar bir dilekte
bulunursa, aslanlar çukuruna atılsın. Şimdi ey kral, yasağı koy,
Medlerin ve Parsların değişmez kanununa göre yazıyı imza et de değişmesin”.
Bunun üzerine kral Darius yazıyı ve yasağı
imzalar. Danyal yazının imza olunduğunu öğrenince evine gider ve önceleri
yaptığı gibi, günde üç defa diz çöküp dua eder ve Allah’a şükreder. Adamlar
Danyal’ı dua edip ve yalvarırken görürler. Krala gidip durumu anlatırlar:
“Danyal, seni, ey kral, ve imza ettiğin yasağı saymıyor ve günde üç defa
duasını ediyor”. O zaman kral Danyal’ı getirip aslanlar çukuruna atmalarını
emreder. Bir taş getirilip çukurun ağzına konulur. Kral sabahleyin çukura
yaklaşınca Danyal hâlâ hayattadır ve krala şöyle der: “Allahım kendi meleğini
gönderdi ve aslanların ağzım kapadı ve bana dokunmadılar; çünkü onun önünde
bende suç bulunamadı ve senin önünde de, ey kral, zararlı bir iş yapmadım”. O
zaman kral çok sevinir ve Danyal’ı çukurdan çıkartmalarını emreder.
Ozan, Danyal Peygamber’e, Tanrı’ya
olan inancı sayesinde zarar gelmediğini belirtir ve bu durumun
Hıristiyanlar için bir örnek olacağım, onların da Danyal
Peygamber gibi inançları
sayesinde kurtulabileceklerine işaret eder:
Erhoer Herr unser bitten
schnell/ all des Propheten Daniel/ zuo Babel in der
gruoben:
Das jhm kain
Loew weder haut noch har/ an seinem leib verletzet
gar/ ala er sein Hertz erhuebe.
Mit hertzlichen bett gen Himel
hoch/ thest jm bald scheinbar huelffe/ erhoer das klaeglich bitten noch/ das
hertzlich seüffzen unnd gilffen/ verschon der Kindlen an muetterliche bruest/
auch dem in muetter leibs/ durch dein son Jesum Christ
(“Tanrım, dileğimize hemen kulak
ver,
Danyal Peygamber Babil’de
aslanlar hendeğinde, sana sığındığında, kılma bile zarar gelmemişti. İçten
gelen duaları sonucunda ona hemen yardım ettin. Bizim yalvarışımızı duy,
haykırışlarımızı, oğlun Hazreti İsa uğruna, ana göğsündeki bebeği koru, ana
kammdakini de”).
Aynı şarkının onuncu kıtasında
ozan Danyal'ın kitabından (Bab 3, 1-27) şu hadiseye yer verir: Kral
Nebukadnezar boyu altmış arşın ve eni altı arşın olan büyük bir altın heykel
yapar. Babil vilayetindeki Dura Ovasında onu diker. Yüksek kademedeki memurları
Nebukadnetsar'ın dikmiş olduğu heykelin önünde dururlar ve “bütün kavimler,
milletler ve diller yere kapan[ır]lar” ve kral Nebukadnetsar'ın dikmiş olduğu
altın heykele taparlar.
Yahudi
dininden olan Şadrak, Meşak ve Abed-Nego’nun altın heykele tapmadığını öğrenen
kral, onları getirsinler diye öfke ve kızgınlıkla emredip şunları söyler: “Ey
Şadrak, Meşak ve Abed-Nego, bilerek mi ilahıma kulluk etmiyorsunuz ve dikmiş
olduğum altın heykele tapınmıyorsunuz? Yapmış olduğum heykele tapınmaya
hazırsanız âlâ, ve eğer tapınmazsanız hemen o saat ateşi alevli fırının içine
atılacaksınız; ve benim elimden sizi kurtaracak ilah kimdir?” Şadrak, Meşak ve
Abed-Nego krala cevap verirler: “Ey Nebukadnetsar, bunun üzerine cevap vermek
bize gerekli değil. Öyle olursa kendisine kulluk ettiğimiz Allahımız ateşi
alevli fırından bizi kurtarabilir; ve senin elinden bizi kurtaracaktır”. Bu
sözler üzerine Nebukadnetsar, öfkelenip fırını âdet olandan yedi kat daha fazla
kızdırmalarını diye emretti. Bu üç adamı, şalvarları, sarıkları ve kaftanları
ve diğer esvapları üzerlerindeyken bağladılar ve ateşi alevli fırının içine
atıldılar. Şadrak, Meşak ve Abed-Nego’yu alıp götüren adamları ateşin alevi
öldürdü. Bu arada Şadrak, Meşak ve Abed-Nego bağlı olarak ateşi alevli fırının
içine düştüler. O zaman Nebukadnetsar şaşırıp şunları söyledi: “Biz ateşin
içine bağlı üç kişi atmadık mı? işte, ben çözülmüş dört kişi görüyorum, ateşin
içinde yürümekteler ve kendilerine bir zarar olmamış; dördüncüsünün görünüşü de
bir ilah oğluna benziyor.” O zaman Nebukadnetsar ateşi alevli fırının kapısına
yaklaştı ve şöyle dedi: “Ey yüce Allahın kullan, Şadrak, Meşak ve Abed-Nego,
dışarı çıkın ve buraya gelin”. O zaman her üçü ateşin içinden çıktılar. O
sırada satraplar, kaymakamlar ve valiler ve kralın öğütçüleri bir araya
toplanmışlardı ve onları gördüler; “bedenleri üzerinde ateşin kudreti yoktu, ve
başlarının saçı yanmamış, ve şalvarlannm hali değişmemiş, ateşin kokusu da
onlara sinmemişti”. Dördüncü kişi de büyük bir ihtimalle onlara Tanrı’ya
yakarışlarında yardım eden dönemin peygamberi Danyal Peygamber’di. Ozan şarkıda
“Babil’de üç adam fırındaki ateşe atıldıklannda/hiçbiri yanmamıştı” dizeleriyle
Danyal'ın Kitabına göndermede bulunur ve Tanrı’ya onları ateşten nasıl
koruduysa kendilerini de Türklerden koruması konusunda yakarır:
Herr Gott hilffkom uns zuo
stewr/ gleich -wie die drey Maenner im fewr/ zuo Babel im ofen giengen:
Unnerbrenndt blieben sie
allsand/
Jr haut und har auch all ihr
ge-wand/ da sy dein tröst empfiengen.
Mit ernstlichem gbett
erlangtens sy/
bey dir Herr Gott allaine/
eroeffne dein gnad und guete
hye/ vor deiner armen gmaine/
laß uns den Türcken kain
schaden thuon/
■wie Daniel und die drey Maenner/
Stürtz jn zuo boden nun.
(“Ulu Tanrım, bize
yardıma gel.
Babil’de üç adam finndaki ateşe
atıldıklarında hiçbiri yanmamıştı, ne saçları ne de giysileri.
Senin merhametin sayende.
Sıkı dualarıyla bunu
başarmışlardı.
Aciz topluluğundan
merhametini ve iyiliğini
esirgeme.
Türklerin bize zarar vermesine
izin verme.
Danyal Peygamberin ve üç adamın
yaptığı gibi onları yenilgiye uğrat”).
Şarkının
devamında, on birinci kıtada ozan, Yeşu Peygamber’den bahseder. Yeşu Peygamber
dört büyük Yahudi peygamberlerinden biri sayılır. Musa Peygamber öldükten sonra
onun yerine geçmiştir. Musa’nın Mısır’dan çıkardığı îsrailoğullarını Kenan
iline (vaadedilmiş topraklar) götüren ve yerli halklara boyun eğdiren odur. Bir
çok mucizesi vardır: Şeria nehrini ayaklan ıslanmadan geçmesi; Gabaon Savaşında
günü uzatması (bkz. şarkının dördüncü dizesi) ve Eria surlannı bakışıyla
yıkması.
Ozanın arzusu Tanrı’nın savaş
sırasında Musa Peygamber’in duaları aracılığıyla Yeşu Peygamber’e yardım etmesi
gibi Türklerle yaptıkları savaşta inançlarını kuvvetlendirmesi ve dualarımn
eksilmemesidir.
. AvusturyalIların Türklerle
yaptığı savaş Kutsal Kitapta İsrailoğullarımn Mısır Firavunu ile yaptığı savaşa
benzetilir. İsrailoğullan Tanrı’nın yardımıyla Musa Peygamber’in Kızıldeniz’i
yarması sayesinde nasıl onları Kızıldeniz’e dökmek için takip eden Firavun’dan
kurtulmuşsa Viyanalılar, dolayısıyla Hıristiyanlar da Tanrı’nın kudreti
sayesinde Türklerden kurtulacaktır:
Verleih uns Syg
in aller zeit/ Als Josua gieng soll in den streyt/ und
Moses thet hertzlich betten: Das er trib ein tag one end/ und Josua in dem
streyt erkennt/ -wann er obligen thete.
Sterck unser Hertz im Glauben
gar/ das mir also hertzlich bitten/ bharlich im Gebet sein immerdar/ so wirdt
der Türck bestritten/ und gestürtzt mit deiner gwaltige hand/ als dem Koenig
Pharaone/ im roten Mer allsand.
(“Bize her zaman
zafer bahşet.
Yeşu Peygamberin savaşa gitmesi
gerektiğinde, Musa Peygamber yürekten dua etti, sonu gelmeyen o günde mücadele
etmesini ve ederken de senin isteğini yerine getirdiğini idrak etmesini diledi.
Yalvarırız, kalplerimizdeki
inancı kuvvetlendir, dualarımız eksilmesin.
Ancak böyle alt edilir Türk ve
kudretin sayesinde yenik düşer. Kızıldenizde Firavunun başına geldiği gibi”).
Şarkının
on ikinci kıtasında kral Davud ve
Natan Peygamber arasında geçenler konu edilmektedir. Güzelliğiyle ünlü bir Yahudi
kadın olan Batşeba, Davud’un subayı Uriya’nın karısıdır; daha sonra Davud’un
sevgilisi olur. Tevrat’taki İkinci Samuel’in Kitabında (Bab 11,26) kral
Davud’un Batşeba’yla evlenebilmesi için Uriya’yı öldürttüğü anlatılır: “Ve
Uriya’nın karısı, kocası Uriya’nın öldüğünü işitti, ve kocası için dövündü. Ve
yası geçince Davud [...] onu evine aldı, ve onun
karısı oldu, ve ona bir oğul doğurdu. Fakat Davudun yaptığı şey Rabbin önünde
kötü idi”.
Kral
Davud zamanında
yaşamış olan Musevi peygamber Natan, onun bu suçunu kral Davud’un yüzüne karşı
söyleme cesaretini gösterir ve ona şunları söyler: “Bir şehirde biri zengin,
biri fakir iki adam vardı. Zengin adamın pek çok koyunlan ve sığırları vardı;
ve fakir adamın satın almış ve beslemiş olduğu küçük bir dişi kuzudan başka bir
şeyi yoktu; ve kuzu onun yanında kendisiyle ve çocukları ile beraber büyümüştü;
ve lokmasından yer, tasından içerdi, ve koynunda yatardı, ve kendi kızı gibi
idi. Ve zengin adama bir yolcu geldi, ve kendisine gelen yolcuya hazırlamak
için kendi koyunlanndan ve sığırlarından almağa kıyamadı, fakat fakir adamın
kuzusunu aldı ve yanına gelen adam için onu hazırladı”. Bunun üzerine Davud öfkelenir
ve Natan Peygamber’e bunu yapan adamın “ölüm oğlu” olduğunu söyler. Natan onun
bu tepkisi üzerine Davud’a “bu adam sensin” diye cevap verir, “[...] efendinin
kanlarım koynuna verdim, ve îsraille Yahuda evini sana verdim; ve eğer bu az
gelse idi, sana daha neler verirdim. Niçin Rabbin gözü önünde kötü olanı
yaparak onun sözünü hor gördün?”. Bu olayın üzerinden çok zaman geçmeden kral
Davud’un Batşeba’dan olan çocuğu öldü.
Natan Peygamber’in Kral Davud’a
biri zengin, diğeri fakir adamlarla ilgili hikayeyi anlatmasının nedeni,
zenginin fakir adamın ‘kendi kızı gibi sevdiği’ kuzusuna kıyması gibi, Davud’un
da askeri Uriya’nın canına kıymasını ve karısına sahip olduğunu hatırlatarak
işlediği bu günahın farkına varmasını sağlamaktır. Ozan tarafından Davud’un
işlediği günah sonucunda oğlu ölüm döşeğine düştüğünde Tanrı’ya yakarmasına
rağmen cezalandırılması, Hıristiyanların Tanrı'ınn yolundan ayrılmaları, Tanrı
sözünü dinlememeleri yüzünden cezalandırılmasıyla eşdeğer tutulmaktadır.
Luther’in de yazılarında hep dile getirdiği gibi, Hıristiyanlar günah
işledikleri için onlara Türkler Tanrı tarafından bir ceza olarak gönderilmiştir:
Erhoer Herr unser rueffen
schon/
als koenig David hat gethon/
in seiner groesten nothe:
Als jm sein Sund war zaiget
an/
wol durch den Propheten
Nathan/ als er unrecht thon hatte.
Auß tieffer noth schrey er mit
macht/
mit hertzlichem gebete/
erhoer uns Gott/ gib sterck un
krafft/
in disen grossen noethen/
als disen lieben Propheten
dein/
da er erkant sein Sünde/ thest
du jm gnedig sein.
(“Sesimize kulak ver Tanrım,
Kral Davud’un en zor zamanında
yaptığı gibi, ki günah işlediği ona
Natan Peygamber aracılığıyla
bildirilmişti.
Çaresizliğinin derinliğinden var
gücüyle en içten yakarışlarla sığınmıştı sana.
Sen de Tanrım, bizi işit, bize bu
zor anlarımızda güç ver.
Günah işlediğini idrak ettiği
zaman bu aziz Peygamberine verdiğin gibi.”)
Aynı
şarkının on dördüncü kıtasında Yahuda kralı Yehoşafat Tanrı’ya kendisine yardım
etmesi için yakarır. Tevrat’ın İkinci Tarihler Kitabında (20/1-13) Yehoşatla
savaşmak için düşmanları denizin öte tarafından, Suriye’den gelirler. Bu zor
anında Yehoşafat Tanrı’ya yakarırken bütün Yahuda halkı da tapınakta, onun
yanında bulunur: “Ve Yehoşafat yüz üstü yere kapandı, ve bütün Yahuda ve
Yeruşalim’de oturanlar, Rabbe tapınmak için Rabbin önünde yere kapandılar”.
Kral Yehoşafat halkına şöyle seslenir: “Ey Yahuda, ve Yeruşalimde oturanlar,
[...], Allahınız Rabbe inanın, ve emniyette olursunuz [...]”. Dua etmeye
başladıkları zaman Yahuda’ya gelmekte olan düşmana “Rabb pusu kurdu; ve
vuruldular”.
Ozan,
Yahuda kralı Yehoşafat ve halkının Tanrı’ya inanmaları ve ona yakarmaları sonucunda
Tanrı’nın da onlara karşı merhametli olmasım örnek olarak göstererek
Hıristiyanların da Tanrı’ya benzer bir şekilde inanarak ve dua ederek Tanrı’nın
onların üzerinden merhametini esirgemeyeceğine işaret eder:
Ach Herr sterck uns rhertz
im Gebett/
als Josaphat im
Tempel thet/
zuo Jerusalem mit seim volcke:
Als er vom Feind belaegert
war/ wurd von jederman verlassen gar/ in seiner groesten nothe.
Kain ander mittel suochen
thet/
dann mit hertzlichem gebette/
zuo Gott rueffi er frue unnd
spaet/
solt jhn vorm Feind erretten/
da erhoert jn gleich der
guetig Gott/ unnd ward jhm tröst verkündet/ wol durchs Propheten wort.
(“Ulu Tanrım, biz sana
dualarımızla sığınırken
sen de kalplerimize iman ver.
Yeruşalim’de Yehoşafat
ve halkı tapmakta dua ederken
yaptığın gibi.
Etrafı düşmanla sarıldığında,
en ümitsiz anında onu herkes terk
ettiğinde o, tek çareyi sana dualarla sığınmakta gördü. Gece gündüz Tanrı’ya
yakardı onu düşmandan kurtarması için.
Merhametli Tanrı onu çok geçmeden
işitti, ve ona Peygamberin sözü aracılığıyla teselli bildirildi.”).
Firavun
konusu, “Hıristiyanların Türkler karşısındaki mükemmel zaferi” (Herrliche Victoria
der Christen wider die Türken
...) başlığım taşıyan on altı numaralı şarkının ilk kıtasında da on beş
numaralı şarkıda olduğu gibi aynı bağlamda geçer:
Soll Israel siegen, Und Pharao
liegen, So teilt sich das wasser, macht Israel Bahn; Will Pharao näher sich
machen hinan, So müssen die Wellen Ein Urtheil ihm fällen Und muß er, sammt
seiner verstockten Armee, Austrinken die rothe schifftragende See.
(“İsrail yenince ve Firavun alt
edilince su yarılır ve İsrail harekete geçer;
Firavun yaklaşmak isterse
dalgalar bir hüküm vermek zorunda
kalır
Ve onun başı dertte olan
ordusuyla
kızıl olan ve gemiler taşıyan
denizin tüm suyunu içmesi gerekir”).
On
dokuz numaralı şarkının üçüncü kıtasında ozan Viyana’yı “Sodom”a benzetir. Sodom ve
Gomorra Eski
Ahit’in Tekvin Kitabında (Bab 19/24, 25) sözü edilen günahkâr kentlerdir: “Rab Sodom üzerine
ve Gomorra üzerine [...] göklerden kükürt ve
ateş yağdırdı, ve o şehirleri, ve bütün Havzayı, ve şehirlerde oturanların
hepsini, ve toprağın nebatım altüst etti”. Tekvin’de işledikleri günahlardan
ötürü gökyüzünden yağan “kükürt ve ateşle” yok edildiği anlatılır. Büyük bir
olasılıkla ozanın Viyana şehrini “Sodom”a benzetmesinin nedeni, günahkar Sodom halkı
gibi Viyana şehrinin halkının da Tanrı’ya olan inançlarında bir azalma olması
yüzündendir:
Gewiß, du wärest schon dem
Tode in dem Rachen, Und schien, ob wolte Gott ein Sodom auß Wien machen. Es
hatte Angst und Rucht dich nunmehr so umbgeben, Daß nichts als Sterben war dein
etwa übrigs Leben.
(“Ölüme çok yakın olduğun
kesindi, Sanki Tanrı Viyana’yı bir Sodom’a dönüştürmek istiyordu. Seni korku ve
dert çevrelemişti,
Geri kalan yaşamın ölümle eş
değerdi.”)
Yirmi
dokuz numaralı şarkının ikinci kıtasında ozan, Muhammed’e “güvercin satanın
oğlu” (Taubenkramers Sohn) olarak
hitap eder. “Güvercin satanlar” sözü Matta'nın Kitabında (Bab 21, 12)
geçmektedir: İsa Peygamber “Allahın mabedine” girer ve orada alış veriş
edenleri dışarı atar. Sarrafların masalarını ve güvercin satanların
iskemlelerini devirir. Orada bulunanlara şunları söyler: “’Benim evime dua evi
denilecek’ diye yazılıdır; fakat siz onu haydut ini yapıyorsunuz”.
Ozan,
kutsal sayılan yerlerde ticaretle uğraşılmasının dine yapılmış bir saygısızlık
olduğuna işaret eder ve büyük bir olasılıkla Muhammed’in gençlik yıllarında
ticaretle uğraştığım bildiği için ondan “güvercin satanın oğlu” diye bahsederek
onun bir peygamber olarak peygamberliğinden önce de olsa ‘kirli bir iş’ olarak
görülen bir uğraşla meşgul olmasını kınar:
Wir glaubten fest an dich, und
gleichwohl liest du uns im Stich, erlogen ist dein Thun, wir sehens alle nun,
du hast uns Sieg versprochen, du Tauben-Cramers Sohn?
(“Sana olan
inancımız büyüktü, ama sen bizi ortada bıraktın, yaptıkların yalandır, bunu
hepimiz gördük, oysa sen bize zafer sözü vermiştin, sen güvercin satanın
oğlu”).
“Türklerin Tanrı Tarafından Bir Ceza Üzerine
Gönderildiğini
Vurgulayan
Şarkılar”:
“Türk’e karşı dinî bir şarkı:
Büyük çaresizlik içinde sana yakarırım” (Ein
Gaystlichs Lied, wider den Türcken, Im Thon: Auß tieffer not schrey ich zu
dir") başlıklı on yedi numaralı şarkıda
ozanın, Luther’in istiğfar etmeyle ilgili düşüncelerinden oldukça etkilendiği
görülür. Luther’e göre istiğfar
etmenin ön şartı, Incil’e yapılan haksızlıkların sona ermesi ve Tanrı sözünün
tekrar kulak ve kalplere ulaşmasıdır. Tanrı’nın adım kötüye kullanmak yerine
Hıristiyanlar yeniden dua etmesini öğrenmeli ve Tanrı 'ınn sözünü
duymalıdırlar.
Luther halkın
istiğfar etmesiyle orantılı olarak Tanrı’nın öfkesinin azalacağım
söylemektedir. Şarkının
dördüncü kıtasında Hıristiyan halkının çektikleri, günahlanmn nedeni olarak
vurgulanmaktadır:
Wir haben ja mit unser Sünd
disen Feynd wol verdienet, wir sind ungehorsame Kind, dein Wort haben wir
verhoenet, Kein Buß bißher geschehen ist, du aber schaw an Jesum Christ, der
für uns hat bezalet.
(“Biz günahlarımızla bu düşmanı hak ettik
söz dinlemeyen çocuklar gibiyiz, senin sözlerini alaya aldık, şimdiye kadar
istiğfar edilmedi, bizim yerimize ödeyen Hazreti İsa’ya bak”).
Ozan
aynı şarkının altıncı kıtasında Tanrı’nın öfkesi dinmediği sürece “hiçbir
kılıcın, okun ve kalkanın” savaşın kazanılması için yeterli olmadığım ve ancak Tanrı’nın
yardımıyla düşmanı yenmenin mümkün olduğunu dile getirir. Luther yazılarında
“Türklere karşı ordunun gücüyle savaşmanın neredeyse imkansız olduğu”nu
belirttiğinden ozanın Luther’in düşüncelerinden etkilenmiş olduğunu söylemek
mümkündür:
All unser sterck hierin nichts
gilt, es ist damit verloren,
Es hiljft kein schwerd, kein
Spieß, kein Schildt, wo sich nicht legt dein zoren, Es ligt an deiner hüllfund
krafft, wer die nicht hat gar nichts nicht schafft, ob er auch wer der
sterckste.
(“Bütün gücümüz fayda etmiyor,
kaybediyoruz.
Öfken dinmediği sürece hiçbir
kılıç, ok ve kalkan yarar sağlamaz.
Her şey senin inayetine ve
kudretine bağlı.
Onlara sahip olmayanın, en yavuz
insanın bile, elinden asla bir şey gelmez.”)
Yirmi
altı numaralı şarkının elli altıncı kıtasında mucizelerin yanı sıra ozan Viyana
şehrinde geçen ve adı “demirdeki sopa” (Der Stock im
Eisen) olan
bir efsaneye yer verir. Efsanenin kahramanı Martin Mux, Viyana’da yaşayan bir
çıraktır. İstemeden şeytanla bir antlaşma yapar. Bu antlaşma ona olağanüstü bir
yetenek kazandıracaktır, o da karşılığında her Pazar kilisedeki ayine
katılacaktır. Yeteneği Martin’e kısa sürede ün kazandım, o artık tanınmış bir
çilingir ustası olmuştur. Onun bu yeteneği kendini efsaneye “demirdeki sopa”
adının verilmesinde gösterir: Bir ağaç kütüğünün çevresine kimsenin açamadığı
bir kilit takılmıştır ve onu ancak Martin’in yaptığı anahtar açabilir.
Yıllarca
hiç aksatmadan her Pazar ayine katılan Martin, bir defa ayini kaçırması
yüzünden şeytan, onu antlaşmayı bozduğu için ölüme mahkum eder. Ozanın
“şeytan”la işbirliği yapan bir kişinin başarısızlığa uğramasını anlatan
efsaneyi örnek olarak vermesinin nedeni, “DecaP’le, diğer bir deyişle
“şeytan”la eş değer tutulan Türklerle Hıristiyanların bir antlaşma yapmış
olması ve bu günahın cezasını çekmeleridir. 1606 yılında Osmanlılar Avusturya
ile olan savaşlara Zitvatorok antlaşmasıyla son vermişti. Osmanlı padişahları
Avusturya imparatorlarını kendilerine eşit kabul etmişlerdi; Kanuni Sultan
Süleyman’dan beri Avusturya'nın Osmanlı devletine ödediği vergi kaldırılmıştı.
Bu durum da AvusturyalIların kendilerini güvende hissetmelerine yol açmıştı.
Ozan, AvusturyalIların bu davranışlarını hatalı bulduğu için “şeytan”la
işbirliği yaptıklarını bu efsaneyle açıklamış olur:
Was weiters noch für
Wunder-Ding Zu Wienn zu sehen her und hin Der Stock im Eysen allbereit Weis
jedermann was er bedeut (“Viyana ve çevresinde görülen
başka mucizevî olayların, ki “demirdeki sopa” efsanesi bunlardan biri, ne
anlama geldiğini herkes bilir”)
Yirmi
yedi numaralı şarkının onuncu kıtasında artık kuşatmanın sona erdiği, ozanın Tanrı’ya
şükran duymak gerektiğini söylemesinden anlaşılır. Tanrı’nın yardımıyla zafer
kazanıldığım anlatan ozan bunun Tanrı'nın merhameti sayesinde olduğunu
vurgular:
Drum dancket Gott vor diese
Gnad, der uns den Sieg geschencket, und auch errett die schöne Stadt, die so
hart war gekränket: Er halte ferner gnädig Schutz der Christenheit, dem Feind
zu Trutz, um seines Namens willen.
(“Bu yüzden Tanrı'nın sizi
bağışlamasına şükredin,
ki O bize zaferi bahşetmiş ve bu
kadar büyük hakarete uğramış bu güzel şehri kurtarmıştır:
Niyaz edelim ki, hem düşmana
ibret olsun diye, hem de kendi namı uğruna korumaya devam etsin Hıristiyan
âlemini.”)
Otuz
iki numaralı şarkının ikinci kıtasında ozan, düşmanın, yani Türklerin öfke
içinde “kovala”dıklannı söyledikten sonra şarkıda sayıları iki yüz olarak
verilen yeniçerilerin ve bütün ordunun birliklerinin yakıp yıktıklarını, çalıp
Öldürdüklerini anlatır. Ozanın Türklerin bu yaptıklarından “gerçek Deccalin
yaptığı gibi” diye söz etmesi, Luther’in sözlerinin döneminden yüz elli yıl
sonrasını da etkilediğini gösterir:
Dann der Feind sehr wüthig
bircht
Schon herfür mit seinen
Schaaren, Und mit zwiemal- wie man spricht- Hunderttausend Janitscharen.
Seine Horden, aller Orden
Sengen, brennen, rauben
morden,
Als der wahre Antichrist,
Daß es ganz erschrecklich ist.
(“Sonra düşman büyük öfke içinde
kovalayarak sürüsüyle ileri atıldı, ve -denildiği gibi-
iki defa yüz bin yeniçerisiyle.
Bütün birlikleriyle
korkunç bir şekilde
yıktı, yaktı, soyarak öldürdü
Gerçek Deccal’in yaptığı gibi”).
“Türklerin
Ahlaksızlığını Ve Despotluğunu Vurgulayan Şarkılar”:
Birinci Viyana Kuşatmasını ele
alan tarihî halk şarkılarında olduğu gibi, İkinci
Viyana Kuşatması şarkılarında
“Türklerin ahlaksızlığı ve despotluğu” en çok işlenen
konulardan biridir.
On dört numaralı şarkının üçüncü kıtasında ozan, Türklerin Hıristiyanları
esaret altına alıp kendi memleketlerine götürerek onları “keyiflerine göre”
acımasızca dövdüklerini, hatta Tanrı’ya sadakat gösterenleri “korkunç
işkencelerle, aşağılayarak ve alay ederek” öldürdüklerini anlatır:
Er schleppet in die
Dienstbarkeit viel tausend arme Christen, da werden dann die armen Leut ’ von
ihme, nach Gelüsten, geprügelt täglich jämmerlich, kein Mensch ist, der erbarme
sich: Ja, er pflegt gar zu tödten mit grosser Marter, Hohn und Spott die, Gott
treu bleibend bis in die Tod nicht wollen zu ihm treten.
(“O, binlerce biçare Hıristiyanı
köle olarak kullanmak için kaçırır, bu zavallı insanlara keyfi nasıl isterse,
her gün acımasızca dayak atılır.
Bir insanoğlu yoktur ki merhamet
göstersin:
Hattâ, Tanrı’ya ölüme kadar
sadakatle bağlı kalanları, onun tarafına geçmeyi reddedenleri, korkunç
işkencelerle, aşağılayarak ve alay ederek katleder.”).
On dokuz numaralı şarkının ikinci kıtasında ozan, “ölüm döşeğinde
yatan” Viyanahlann çocuklarının da “az kalsın Türk pençeleri tarafından
parçalandığından bahsederken Türklerin zalimliğini vurgulamayı amaçlamaktadır:
Da du lagst jämmerlich schon
in den letzten Zügen,
Da deine Kinderlein in ihren
Mütter=Wiegen Bald wären grausamlich erwürgt von Türcken-Klauen.
Ach, wem solt doch wohl nicht
vor solchem Elend grauen?
(“Artık acınacak bir halde ölüm
döşeğinde yatar ve çocukların da beşiklerinde az kalsın Türk pençeleri
tarafından parçalanırken kim o anda böyle bir felaket karşısında irkilmez ki?”)
Yirmi
numaralı şarkının 21. kıtasından itibaren rahip Kollonitsch’in ana- babası
öldürülen Hıristiyan çocukları için yaptıkları anlatılır. Macar asıllı olan
Kollonitsch Viyana’yı veba salgını sardığında, 1679 yılında oraya kurtarıcı bir
melek gibi gelir. Daha sonraları Viyana kuşatıldığında hem sözleriyle halkı
teselli eder, hem de mal varlığım halka bağışlar.156 Viyana
Kuşatması sırasında Türkler kentin içme sularını kesmişti. Hasta ve yaralı
sayısının giderek artması nedeniyle eczacılar, hastalara bakan rahibeler ve
şehir hastanesi yaralanan ve hastalanan kimselerle yeterince ilgilenemiyordu.
Rahip Kollonitsch bu konuda elinden gelen yardımı yapmaktan kaçınmadı: Hastane
ve diğer sağlık kurumlannda hastaların tedavi edilmesi için öncü veya yardımcı
olduğu düzenlemeleri engellemeye çalışan rahipleri dinlemedi. Kollonitsch hasta
veya yaralı askerlerle hasta veya yaralı sivil halk için kiliselere ait evleri
tahsis etti. Viyana’da bulabildiği bütün sivil doktorları, askeri doktorlara
yardıma çağırdı.157 Kollonitsch Türklerin çadır kurduğu yerde
perişan bir şekilde bulunan, kiminin ana-babası öldürülmüş veya Türkler
tarafından esir alınmış olan 500 çocuğa kol-kanat gerdi.158
Aşağıdaki dizelerde bu merhametli rahibin çocuklar için yaptıkları ve Türklerin
Viyana halkına yaptıkları zulüm anlatılmaktadır:
Indeß die Großen siegesfroh
Sich sonnen in des Glückes Pracht, Weilt Bischof Kolonitsch, allwo
Vernichtung herrscht und Todesnacht Den Kindern, die
verlassen schmachten, Zu helfen, geht sein frommes Trachten.
Und wie er suchend zieht
dahin, Erfaßt ihn Weh, erfaßt ihn Grau ’n. Der Gottesmann mit mildem Sinn, Muß
Bilder des Entsetzens schau 'n So weit als seine Blicke reichen: Des Krieges
Fluch, ein Berg von Leichen. Ja rechts und links und ringsherum, So weit als
ihm zu schau ’n gewährt, Vernichtet Alles, todt und stumml- Vernichtet Mensch,
Kameel und Pferd- Auf Schritt und Tritt, auf allen Wegen Strömt ihm
Verwesungshauch entgegen.
Hier liegt ein Weib in Staub
und Sand, An kalter Brust ein Säugling bebt; Die Mutter ward von Heidenhand
Erwürgt, allein das Kindlein lebt.
Der Bischof nimmt’s in seine
Arme:
"Du Würmlein, Gott sich
dein erbarme!”
So wandelt Kolonitsch umher
Ein Engel, wie von Gott
bestimmt;
Und immer werden ’s mehr und
mehr
Der Kleinen, die in Schutz er
nimmt Der Mann, deß Herz so warm und rege, Gibt Hunderten getreue Pflege.
(“Büyükler zafer sarhoşluğu
içinde talihlerinin onlara verdiği ihtişamla güneşlenirlerken Rahip Kolonitsch
yokoluşun ve ölüm gecesinin hakim olduğu yerleri dolaşıp tek başlarına kalmanın
acısını çeken çocuklara müşfik bir şekilde yardım eder.
Ve aramayı sürdürürken içini
keder kaplar, tüyleri ürperir merhametli bir yaradılışı olan bu Tanrı adamı
dehşet verici görüntülere maruz kalır gözü alabildiğince savaşın laneti,
cesetler yığını, sağda, solda, çepeçevre görmesi nasip olduğunca her adımda,
her yerde ona yokoluşun nefesi akın eder Kan toprağa işlemiştir her yerde
bitmemecesine kan dağınık, vücudundan kopmuş kaskatı kesilmiş ayaklar ve eller
Tatar kafaları, dağınık bir şekilde topraktan çömlekler gibi durmaktadır.
[...]
Orada bir kadm tozun ve kumun
içinde yatmaktadır soğuk göğsünde bir bebek kımıldar
Annesini kafirin eli boğmuştu,
çocuk tek başına hayatta kalmıştır
Rahip onu kollarına alır:
“Sen zavallı yavrucak, Tanrı sana
acısın!” Tanrının lütfü bir melek gibi dolaşır Kolonitsch, Ve giderek artar
Koruması altına aldığı küçüklerin
sayısı Kalbi iyi ve cıvıl cıvıl olan adam yüzlercesine doğru bakımı verir.”)
Ozan, otuz iki numaralı şarkının
dördüncü kıtasında, Türklerin Hıristiyanlan “zincire” vurup zorla yanlarında
götürmelerinden, “kadınlari kirletmeleri”nden ve hatta onların “karinlarinı
yarmalari”ndan söz eden ozan, bütün bunlar “şeytanî bir fatanetle” yaptıklarını
vurgular:
Was ermord’t
nicht ist und todt, Schleppen sie hinweg in Ketten,
Schonen nicht das letzte Gut, Darvor kann sie nichts erretten. Diese Räuber
schänden Weiber, Schneiden ihnen auf die Leiber, Schlachten Greis und Kinder
hin, Mit boshaftem Teufelssinn.
(“Öldürmediklerini zincirlere
vurup yanlarında sürüklerler.
Mal, mülkü de onlardan kurtarmak
mümkün değildir.
Bu hırsızlar şeytanî akıllaryla
kadınları kirletirler, vücutlannı yararlar, ihtiyar ve çocukları keserler).
“Türklerin
ahlaksızlığını ve despotluğunu vurgulayan şarkılar”da Birinci Viyana Kuşatmasını
ele alan şarkılardakine benzer şekilde Türklerin Hıristiyanlara yaptıkları
zulüm anlatılır.
İkinci
Viyana Kuşatması üzerine yazılmış çağn şarkılannda Barok şarkısına kıyasla daha
yalın bir ifade mevcuttur. Barok şarkısı, Hümanizm döneminin eğitim anlayışı
üzerine kurulu “estetik” bir değer taşır. “Bu nedenle çağn şarkısının tipik
Barok şarkısından farklı olarak halka daha yakın olduğunu” söylemek mümkündür.
Birinci
Viyana Kuşatması çağn şarkısında yaptığımız gruplandırmanın benzeri bu bölümde
de yapılacak ve çağn şarkısı “Dünya İçerikli Çağn Şarkısı” ile “Din İçerikli
Çağn Şarkısı” olmak üzere iki genel kategoriye yer verilecektir:
On
dört numaralı şarkının beşinci kıtasında ozan, “asil” olarak betimlediği “cesur
şövalyeleri’e ve asillere seslenir.
Şövalyelik, Ortaçağ Avrupasmda
feodal yükümlülüğün toprağa bağlı olmayan özgür vasallarca askerî hizmet
biçiminde ödenmesine dayalı tarihsel bir kurumdur. 14. ve 15. yüzyıllarda
şövalyelik askerî işlevini yitirmişti ve 16. yüzyıla gelinceye değin
hükümdarların diledikleri gibi dağıttıkları onursal bir ünvana dönüşmüştür.
Ortaçağdan sonra artık hükümdarların soylular ve devlet görevlileri arasındaki
en seçkin kişileri onurlandırmak için kullandığı birer nişan niteliğindeydi.
Ozan, şarkısında bu soylulara ve seçkin kişilere işaret ederek “cesur
şövalyelerin “asil” olduklarım vurgulama ihtiyacım duymaktadır:
Ihr, tapfre Ritter, setzt Euch
auf, von hohem Stamm geboren, Ihr auch, Ihr Edle, hemmt den Lauf, des Feinds,
der sich verschworen uns aufzureiben gantz und gar, es scheue keiner die
Gefahr, thut Euch zum Streit bereiten und greift den Feind recht tapfer an,
bringt ihn zur Flucht, dass Ross und Mann ausreiss auf allen Seiten.
(“Siz cesur şövalyeler, yüksek
soydan gelen, doğrulun, siz de siz asiller, bizi harap etmek için pusuya yatmış
olan düşmanın koşusuna engel olun, kimse bu tehlikeden çekinmesin, kavga etmeye
hazırlanın ve düşmana cesurca saldırın, onun kaçmasını sağlayın ki adamlar ve
atlan sıvışsın”).
Zafer ve yenilgi sık sık “yemek”
ve “yiyecekierle ilgili kavramlarla açıklanır. On sekiz numaralı şarkıda
askerlere seslenen ozan, Türklerin kaybeden taraf olmasım ister ve bunu “kanlı
yemekie {blutige Mahl) ifade
eder. “Barut ve ateşten oluşan yemeğe” (Mahlzeit
mit Pulver und Flammen) çağnlan
askerlerin “kurşundan oluşan şekerlemeye” (Kugelconfecf) gelmeleri
beklenir:
Auf, muthige
Helden, seyd munter zum
Streiten,
Zum Fechten und Kämpfen, zum
Siegen und Beuten,
Seyd alle geladen zum blutigen
Mahl, Und kommet zu Haufen, in ziemlicher Zahl! Es wüthet und tobet der
Türkenhund wieder, Er schnaubet und raubet und säblet darnieder, Und trotzet
aufs neue das christliche Heer; Wie sollten wir solches erdulden noch mehr? Auf
Leopold rufet und mahnet zusammen, Kommt Helden zur Mahlzeit mit Pulver Und
Flammen,
Und helfet zurichten das Kugelconfect,
Und jaget die grimmige Hundsköpf hinweck!
(“Haydi cesur kahramanlar,
savaşmaya hazır olun, çarpışmaya ve savaşmaya, yenmeye ve yağmalamaya, hepiniz
kanlı yemeğe hazırlanın, toplu halde gelin, çok sayıda!
Türk iti yine kızıyor ve
kuduruyor,
Burnundan soluyor ve soyuyor ve
kılıçtan geçiriyor, ve yeniden Hıristiyan ordusuna kafa tutuyor;
Buna daha ne kadar tahammül
ederiz?
Haydi, Leopold sesleniyor
ve uyarıyor, Gelin kahramanlar yemeğe barut ve ateş ile Ve kurşun şekerlemesini
hazırlamaya yardım edin, ve vahşi Türk başlarını kovun!”).
Yirmi
dört numaralı şarkının ozanı, kendini Johann Albrecht Poyssl
olarak tanıtır. Possyl memleketinden uzaklarda olsa da, sesini Türklere ve
Fransızlara karşı yükseltmesini bilmiş, Türklerin Viyana’ya sahip olabilmek için
ödedikleri yüksek bedeli hatırlatmıştır. Poyssl (Poysel) 55 yaşında şiir
yazmaya başlamış ve onları el yazısı olarak iki cilt halinde toplamıştır. 1683
yılından itibaren meydana gelen olaylarla ilgilenmiş, yazılarını Latince de
kaleme almıştır. Bavyerah
Poyssl
çoğunlukla politik içerikli
şarkılar yazmıştır. Ozan, barok kelime oyunuyla halk şarkısının özelliklerini
uygun bir şekilde bağdaştım. Ozanın kullanmış olduğu “Ay” simgesi Türkleri
simgelemektedir; buna Üslup Özellikleri bölümünde değinilecektir. Şarkının
üçüncü kıtasından:
Nachbarn, eilt zu euren
Nutzen, Helft dem Man die Hörner stutzen, Laßt ihn nit mehr voll werden
(“Komşular, kendi çıkarınız için
koşun, Ay’ın boynuzlarım köreltin, tekrar dolunay olmasına izin vermeyin”)
“Komşu”larla Hıristiyan ülkeler
kastedilmektedir. Bilindiği gibi ay da Osmanlılan temsil eder. ‘“Ay”ın
“boynuz”ları köreltilmeli” uyarısında bulunan ozan, Osmanlı İmparatorluğunun
gücünün köreltilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Otuz iki numaralı şarkının çağrı
şarkısına örnek oluşturduğu daha başlığından anlaşılır: “Türklere Karşı Yapılan
Çağrı” {Aufruf Gegen Die Türken).
Bu şarkının ilk kıtasında ozan,
Kayser I. Leopold’un imparatorluğa bağlı olan bütün memleketleri harekete
geçirmesini bekler:
Großer Kaiser Leopold,
Weil der Türk sich thut so
rühren,
Laß anitzo mit Gewalt
Alle Völker auch armieren!
Laß erschallen, laut erhallen
Trummel und Trompeten
schallen,
Daß zum Kampfe sey bereit, Was
nur dienlich ist zum Streit!
(“Büyük Kayser
Lepold,
Türkler böyle
varlığını gösterdiği için şimdi bütün gücünle tüm halkları harp haline getir!
Çınlat, yüksek sesle yankılat
savaşa hizmet edeceklerin çarpışmaya hazır olduğunu
davul ve trompetlerinle
yankılat!”)
Aynı şarkının altıncı kıtasında
ozan askerlere “Alman kahramanlar” diye seslenerek “güzel imparatorluk şehri”ni
kurtarmaları için “acele” etmelerini ve Alman İmparatorluğunu “Sultan'ın
pençelerinden” korumalarını ister:
ihr deutsche Helden werth,
Könnet ihr das Elend schauen? Eilet, eilet, nehmt das Schwert, Auf den Bluthund
einzuhauen! Ehvor er das Wien ereilet, Und die schöne Kaiserstadt Schrecklich
auch verberget hat.
Auf, und schützt das deutsche
Reich,
Vor des Soldans Tigerhänden!
Helfet alle itzt zugleich,
Sonsten kann es übel enden!
(“Ey değerli Alman kahramanlar,
bu sefaleti görebiliyor musunuz?
Acele edin, kılıçlarınızı alın,
kanlı iti vurmak için!
Güzel imparatorluk şehrini
Viyana’ya ulaşıp zarar
vermeden”).
(“Haydi, Alman İmparatorluğunu
Sultanın kaplan pençelerinden
koruyun!
Hepiniz hemen yardıma gelin,
yoksa her şey kötü bitebilir!”)
Dünya içerikli çağrı şarkılarında
ozanlar en yüksek yönetici olan kaysere, şövalyelere ve askerlere düşmanı alt
etmeleri için çağrıda bulunurlar.
“Din İçerikli
Çağrı Şarkısı" “Hıristiyanlara
Yakarış İçerikli Çağrı Şarkısı”
On beş numaralı şarkının ilk
kıtasında ozan Hıristiyanlara seslenerek, “zor” ve “hüzün veren” olarak
nitelendirdiği kuşatma ile ilgili söyleyeceklerine kulak vermelerini ister:
Nun merckt jr
lieben Christenleütt in der
schweren betruebten zeit/ was ich jetzund wil singen:
(“Şimdi duyun siz sevgili
Hıristiyanlar zor ve hüzün veren zamanda, size şimdi söylemek istediğimi”).
Şarkının devamında, yirminci
kıtada ozan yine Hıristiyan halkına seslenerek “kalpten gelen dualar”la
donanmalarını ve Hazreti İsa’ya saygı duymalarını ister:
Ihr underthonen send geruest/
halt euch allzeit an jesum
Christ/
mit hertzlichem gebette
(“Vatandaşlar donanın daima Hazreti İsa’yı
tanıyın kalpten gelen dualarla”)
Hıristiyanlara yakarış içerikli
çağrı şarkısında ozan Hıristiyan halka dua etmeleri için seslenir.
“Tanrı’yaYakarış
İçerikli Çağrı Şarkısı’
İkinci Viyana Kuşatması döneminde
kaleme alınan din içerikli çağrı şarkılarında “Tanrı’ya yakarış” özelliği
gösteren şarkılar önemli bir yer tutar. On dört numaralı şarkının yedinci
kıtasında ozan, Birinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış “çağrı şarkılarından
farklı olarak, Tanrı’ya düşmanın “küçük düşürülmesi” ve onunla “alay edilmesi”
için yakanr. Tanrı’dan bir de “kendi kahramanlan”na “cesaret” vermesini
ve böylece bayatlan pahasına “zafer” elde etmelerini ister:
Drum, höchster Herr und
grösster Gott, lass Dich doch jetzt erbitten, mach Du den Feind zu Schänd und
Spott, Du kannst uns leicht behüten: Gib unsern Helden tapfern Muth, dass sie
frisch -wagen Leib und Blut, hilf ihnen glücklich siegen, dass auch das grosse
Türcken-Heer (gleich Pharao im rothen Meer) gesammt mög’ unten liegen.
(“Bu nedenle, ey en yüce
efendimiz ve ulu Tanrım, yakarışlarımıza kulak ver.
Rezil rüsva et düşmanı, himayende
kalalım hep: Kahramanlarımıza cesaret ver ki canlarını ve kanlarını vermeye
hazır olsunlar, yenmelerine yardım et ki büyük Türk ordusu (Kızıldeniz’deki
firavun gibi) yere batsın topyekün.”).
Bu şarkının altıncı kıtasında
ozan, kendinden ve hastalığından söz eder.
Düşmana
karşı savaşmak istediğini, ama zayıf ve hasta olduğu için ancak duayla katkıda
bulunabileceğini söyler. Bu şarkıyı kaleme alan kişi Otto Gall
von Stubenberg’dir. Buchmann, Otto Gall’in bir çok din
içerikli halk şarkısının ozanı olduğunu ve şarkılarını. “ Himmelsdurchdringende
Herzens Seufzer oder Neue Geistliche Lieder Nürnberg 1686" adını
taşıyan bir kitapta toplu halde yayınladığını belirtir . Gall’in Gut
hastalığı nedeniyle yataklara
düştüğü şu dizelerden anlaşılır:
Doch weil ich nun bin kranck
und schwach, kann ich in meinem Ungemach nur mit Gebet jetzt kämpfen.
(“Ama şimdi hasta ve güçsüzüm, bu
dertten muzdaripken şimdi sadece duayla savaşabilirim”)
On
beş numaralı şarkının ozanı dördüncü kıtada Tanrı’ya “biz acizleri teselli et”
diyerek halkım ve Kilise’yi “Türk’ün şiddetinden” kurtarması için yakarır.
Türklerin Hıristiyan dininden olmamaları nedeniyle ozan onlara karşı hoşgörülü
değildir, çünkü Türklerden “Tanrısız ırk” diye bahseder:
Troest Herr uns armen unnd
erhalt/ dein Kirche vor des Türcken gwalt/ der reyne Christliche lehre:
Und beschürm die trewen Diener
dein/ in dieser gfar un grossen pein/ deß frommen bitt erhoere.
Laß uns O Herr entgelten
nicht/ des Gottlosen geschlecht/ erhoer deß arms klegliche bitt/ verschon ach
Herr der rechten/ Laß dir mein Gott empfolhen sein/ die Witwen und die waysen/
die lieben Kinder klein.
(“Efendimiz biz acizleri teselli
et ve saf Hıristiyanlık öğretisi olan Kiliseni Türk’ün gücünden koru
Ve tehlike ile büyük keder
içindeki sadık hizmetkarlarını kolla onların ilahi yakarışlarını işit
Ulu Tanrım bu Tanrısız ırkın
günahını çektirme, bu zavallının hazin yakarışlarını işit ey doğruların
Efendisi, Tanrım, Sana emanet edilsin dullar ve yetimler, sevgili küçük
çocuklar”).
On yedi numaralı şarkının ilk
kıtasında ozan, Viyana halkının tehlike içinde olduğunu ve “tehlike içindeyken”
kendisinin ve halkının Tanrı’ya yakardığıni belirtir. Arzularının Tanrı'nın
onlara yardım etmesi olduğunu da sözlerine ekler:
Herr, wir schreyen all zu dir,
jetzund in unsern noeten, Nach deiner hülff steht unser gyr, du kanst uns wol
erretten, Dann du bist allein Herr und Gott, der helffen kan auß aller not
denen die dir vertrawen.
(“Ulu Tanrıin, hepimiz
sana yakarırız, şimdi zor
durumdayken, arzumuz senin yardımındır, Sen bizi kurtarabilirsin, Çünkü Sen
Efendi ve Tanrısin, Öyle ki tüm zor durumlarda sana güvenenlerden yardımlannı
esirgemezsin”).
Yirmi yedi numaralı şarkının on
birinci kıtasında ozan Tanrı’ya, sık sık zor durumda kalan Alman ve Leh
halklarım koruması ve Kayserin de Türklerin karşısında zafer elde etmesi için
yakarır:
Ich bitt ’
noch mehr, o grosser
Gott, Lass Dir doch sein befohlen das Teutsche Reich, so oft in Noth gestecket,
samt den Pohlen: Gib unserm Kaiser immer Sieg, fürnemlich in dem Türcken-Krieg
und segne seine Waffen.
(“Ey Ulu Tanrı, daha
çok yalvarıyorum, himayende kalsın Leh halkıyla beraber, böylesine cefa ve
zorluklar yaşamış olan Alman Devleti: Kayserimize daima zafer bahşet,
özellikle Türklere karşı savaşta,
ve kutsa silahlarını.”).
Otuz
iki numaralı şarkının son kıtasında ozan, Meryem Ana’nın kendilerini korumasını
ve destek vermesini ister. Meryem Ana, kucaklayan, sevgi dolu, koruyucu
özellikleriyle Viyana Kuşatmasının ‘sıkıntılı günler’inde bir anne imajı
yaratıyordu. Diğer yandan Meryem betimlemeleri aynı zamanda Türk korkusu ve
Türk tehlikesi ile ilişkilendiriliyordu. Örneğin Meryem hilalle sembolize
ediliyordu. Onun hilali, “Türk hilalini kırmalı”ydı, yani İslamiyet’in gücü ve
kudreti zayıflatılmahydı. İkinci Viyana Kuşatmasından sonra Meryem Ana
figürü görsel bir değişim geçirerek “Türk Meryem Ana”sı (Türkenmadonna)
haline gelmişti. Bunun en iyi örneklerinden biri, Kirchsahr Kilisesinde
bulunmaktadır: “Meryem Ana hilalin üstünde durmakta, sağ elinde bir kılıç,
solunda İsa’yı tutmakta, onun da sol elinde bir Türkün kesilmiş kafası
bulunmaktadır”. Kilisenin Meryem Ana’yı “Türk Meryem Ana”sma dönüştürmesiyle
“Türk korkusu”nun dindarlar üzerindeki etkisi sürekli hale gelmiş ve Türklerin
yok edilmesinin Tanrı tarafindan istendiği düşüncesi uyandırılmıştı. Aşağıdaki dizelerde ozan, Meryem Ana’nın
Hıristiyan Viyana halkım koruyacağını vurgular:
Uns beschützen, mächtig
nützen, Wird Maria, und uns stützen. Auf, erhebet Schwert und Hand, Seyd dem
Erbfeind itzt bastantl- (“Bizi koruyup,
yararlı olmamızı sağlayacak, Meryem Ana bizi destekleyecek, Haydi, kılıçlan ve
ellerinizi kaldırın, ezeli düşmandan baskın çıkın!”)
“Tanrı’ya
yakarış içerikli çağrı şarkılarında ozanlar ancak Tanrı’nın yardımıyla düşmanın
yenilebileceğine olan inançlarını dile getirirler. Ayrıca Tanrı’dan
Hıristiyanlığın ezelî düşmanı olan Türklerin küçük düşürülmesini isterler.
Asker,
din ve çağrı konularım ele alan Barok dönemi şarkılarında nida ve hiciv
şarkılarına kıyasla halk ürünü olma özellikleri daha ağır basar. Fakat nida ve
hiciv şarkılarına göre onlardan daha az bilgi içerir, daha kısa ve
ritmiktirler. Bazı asker
şarkıları aynı zamanda askerlere yapılan savaşa çağrıyı da içerdiğinden bu
şarkılar daha önce çağrı şarkıları kapsamında ele alınmıştı.
Yirmi
üç numaralı şarkının yedinci ve on sekizinci kıtalarında ozan, Alman
birliklerinin kuşatma sırasında kullandıkları değişik silahların
özelliklerinden ve cesur askerlerin hiç aldırmaksızm ve teslim olmaksızın
savaştığından söz eder. Burada silahlar konusunda detaylarla karşılaşılır:
Tüfek, dinamit, bomba, ateş topu, obüs gibi dönemin ateşli silahlan şarkıda
yerini almıştır:
Sehr man mit Stücken schoß, Es
regnet gleichsam Feuer ein, Man gab sich doch nicht bloß; Granaten, Bomben groß
und klein, Viel Feuerballen insgemein, Man achtet es nicht groß.
(“Tüfeklerle çok kez ateş edildi,
aynı zamanda ateş yağdı, ama hiç teslim olunmadı;
Dinamitler, bombalar, büyük ve
küçük, bunlarla birlikte çok sayıda ateş topu, Buna pek dikkat edilmedi”).
Carthaunen gross und klein,
Haubitzen auch dergleichen, hier Dreyssig gezehlet seyn;
Sammt acht und zwanzig Pollern
mehr Viel Feuer-Bomben hin und her;
Man setzte tapffer dreis.
(“ Büyük
ve küçük toplarla, obüsler de aynı boyutlarda, burada sayıları otuz kadardır;
yirmi sekiz burç var, çok sayıda ateş bombası, bunlar cesurca kullanıldı”)
Yirmi beş numaralı şarkının
sekizinci kıtasında yirmi dört numaralı şarkıda olduğu gibi silahlar hakkında
bilgi veren ozan silahların ne şekilde kullanıldığıyla
değil, bunların görünüşleriyle
ilgilidir :
Mit Gold gestückt decken die Säbel mit Stein Ritt mancher Polack in Wienn-Stadt hinein:
Pistolen besetzet mit Türckes so schön Wer tapffer thut streiten der kan
nicht lähr gehn.
(“Kimi Leh asker altınla işlenmiş
örtüler ve değerli taşlarla bezenmiş silahlarla Viyana şehrine at üstünde
girdi: Silahlar turkuvaz taşıyla çok güzel şekilde işlenmiş Kim cesurca
savaşırsa eli boş dönemez”).
On sekiz numaralı şarkıda pek çok
Alman elektörü, kuşatma için asker yollayacakları sözünü verirler. Bunlardan Köln elektörü,
savaş gücünün toplam on iki bin askerden oluştuğunu ve kuşatmaya katılanlann
“en cesur savaşçılarf’olduğunu belirtir:
Türckes: “turkuaz”
Ich bringe zwölftausend der
dapfersten Streiter, Herzhafter Soldaten, Fußgänger und Reuter; Die sollten der
Mahlzeit auch wohnen mit bei, Und machen das Ungarn der Türkeng 'walt frei. (“En
cesur askerlerimden on iki binini getiriyorum, yaya ve atlıdan oluşan yürekli askerler,
onlar yemeğe de katılacaklar, ve Macaristan’ı Türk egemenliğinden
kurtaracaklar”).
Ozan yirmi yedi numaralı şarkının
yedinci kıtasında Alman ve Leh askerlerinin “aslanlar gibi vahşice” düşmana
saldırdıklarım belirtir ve halkın da yardımlarını esirgemediğini “savaşacak
durumda olan herkes kavga eder” sözlerinden anlaşılır:
Die Teutschen, Pohlen fallen
an gantz grimmig wie die Löwen, es streit und kämpft, wer fechten kann und thut
nach Ehren streben, viel Fürsten, ja ein König gar, die scheuten keine
Kriegs-Gefahr, sie wollten Ehr ’ einlegen.
(“Almanlar ve Lehler aslanlar
gibi vahşice saldırıya geçerler, savaşacak durumda olan herkes kavga eder ve
şeref için çabalar, bir çok prens, hatta kral bile, savaş tehlikesinden
ürkmediler, onlar iftihara layık olmak istediler”).
Birinci
Viyana Kuşatması üzerine yazılmış asker şarkılarında daha çok tarihî olaylarla
kişisel deneyimler aktarılırken İkinci Viyana Kuşatması asker şarkısında daha
çok kuşatmada kullanılan silahlar ve askerlerin güçleri hakkında bilgi verilmektedir.
Ayrıca dikkat çeken bir özellik, İkinci Viyana Kuşatmasını ele alan asker
şarkılarının Birinci Kuşatmaya göre daha az olmasıdır.
Ekteki
on dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki, yirmi dört, yirmi yedi ve otuz dört
numaralı şarkılar övgü şarkısına örnek oluşturmaktadırlar. Bu şarkılarda
genellikle Alman tarafına övgü yağdırılırken Türklerden nefretle söz edilir.
On
dokuz numaralı şarkı hem övgü şarkısına, hem de dinî şarkıya örnek oluşturur.
Ozan bu şarkının on ikinci kıtasında, diğer şarkılardan farklı olarak komutan
ve askerleri değil, sayesinde zafer kazanıldığına inandığı İsa Peygamberi
övmektedir. Şarkıda, Hazreti Muhammed’in inananları yerilirken iki din arasında
bir karşıtlık da kurulur. Burada Müslümanlar “kibirli”, “gururlu” olarak
gösterilirken, İsa’nın cemaatinin bulunduğu Viyana şehri “cennet” olarak
yorumlanır. İsa'ınn yardımıyla öldürülen Müslüman askerler mezarlarında kurtlar
tarafından yenilmiştir:
Nur Christi Lob, der da den
stoltzen Mahmets-Leuten
Ein schimpflich Grab gemacht in -wenig Tages=Zeiten, Daß
die, so Hochmut voll, den Himmel wolten stürmen, Schon mehrentheils nun sein
gefressen von den Würmen.
(“Yalnızca
İsa’yı övelim, o, kısa bir süre içinde
Muhammed’in
gururlu cemaatine kahrolası bir mezar yaptı. Oysa onlar kibirli halleriyle
cennete saldırmak istemişlerdi. Artık çoğu kurtlar tarafından yendi”)
Yirmi
numaralı şarkının on dokuzuncu kıtasında kuşatmayı yöneten prensler övülür.
Trompet ve davullar onların başarılarını müjdelemektedir:
Die Fürsten, all'
an Ehren reich, Sie kommen aus dem heißen Krieg;
Trompetenschall und Paukenstreich Verkünden feierlich den Sieg; Den Sieg, den
sie erfochten haben Vereint, die Polen und die Schwaben.
(“Şereflerin tümüne layık
prensler, sıcak savaştan çıktılar;
Trompet ve davul sesleri zaferi
müjdeliyor;
elde ettikleri zaferi, Lehlerle
Suabların birlikte”)
Ama esas övgüye bütün bu
prenslerin içinde Kont Starhemberg’in layık olduğu yirminci kıtada vurgulanır.
Öylesine başarılı olmuştur ki Kayserin takdimi ile karşılaşır ve hediyelerle
ödüllendirilir:
Dem Starhembergjedoch
gebührt
Das größte Lob, ihm wird's
gebracht:
Der Kaiser selbst dankt
tiefgerührt
Dem Mann, der über Wien
gewacht;
Läßt einen Ring und and’re
Zeichen Der großen Huld, dem Helden reichen.
(“Fakat Starhemberg,
en
büyük övgüyü hak eder:
İmparator, Viyana’yı koruyan
adama, duygulu bir şekilde teşekkür eder.
Büyük bir lütuf olan kahramana
bir yüzük ve başka nesneler takdim eder”)
Yirmi bir numaralı şarkıda
Bavyera prensi (bayrischer Kurfürst) Max
Emanuel’den
bahsedilir. Max Emanuel şarkılarda cesur ve
hayatı pahasına çabuk harekete geçen bir kişi olarak karşımıza çıkar. Emanuel’e
övgü yağdırılırken düşman küçümsenir; ozan propaganda amacı güder:
Vivat Max Emanuele
Der dem Türk sein
Drachenhöhle
Hat gesäubert in dem Feld!
(“Yaşa Max Emanuel,
o
Türk’ün ejderha inini savaş meydanında temizlemişti”)
Yukarıdaki dizelerde ozan,
Hıristiyanları yüceltirken Türkleri ejderha simgesiyle anlatır. Ejderha
mitolojide güçlü ve yenilmez olanı ifade etmesine rağmen rağmen Max Emanuel tarafından
savaş meydanında yenilgiye uğratılmıştır. “Ejderha” simgesine Üslup
Özellikleri’nde yer verilecektir.
Yirmi dört numaralı şarkıda ozan,
öncelikle Kayser Leopold’un övgüye layık
olduğunu belirtir. Alman gücünü simgeleyen kartal, imparator Leopold’un gücüyle
özdeşleştirilir. Leopold Tanrı'nın yardımıyla
başarıya ulaşır. Şarkının devamında ülkenin korunması kartal simgesiyle ifade
edilir. Bu simgeye Üslup Özellikleri bölümünde değinilecektir.
Himmel, -wollest immer segnen
All’s -was mit dem Adler fliegt, Auf die Feind mit Unglück regnen, Gott für
Leopoldum kriegt.
Dem sey erster Preis gegeben,
Ihm wir danken um das Leben,
Wolle des Adlers Sachen Noch mehr glückselich machenl- (“Gökyüzü daima
kartalla uçan her şeyi kutsamak ister, düşmanın
üzerine felaket gibi yağar.
Tanrı bunu Leopold için
yapar.
esas övgüyü hak eder.
Ona hayatımızı borçluyuz,
kartalın davası bizi daha da mutlu etsin!”)
Yirmi
yedi numaralı şarkının başlığı “Övgü ve Teşekkür Şarkısf’dır (Lob-und Danck Lied). Bu
şarkıda komutanlara veya askerlere değil, doğrudan Tanrı’ya şükran ve övgü
sözleri sarf edildiği için şarkı aynı zamanda dinî özellikleri de içerir. Bu
şarkıda da yirmi bir numaralı şarkıda olduğu gibi ozan elde edilen başarının
sonucunda “trompet” ve “davullarla” Tanrı’ya şükredilmesi gerektiğini
belirtir:
Man lobe, dancke Gott mit
Paucken und Trompeten, weil er den Feind gemacht zu Spott, ala wir um Hülff
gebeten:
Der Türcken-Heer ist ganz
zerstreut,
das Christen-Volck
macht gute Beut und preiset Gott den Herren.
(“Tanrı’ya şükredip
dua edelim, trompetler ve davullarla, ondan yardım dilediğimizde düşmanı alay
konusu yaptığı için: Türk ordusu tamamen dağıldı, Hıristiyan halkı iyi bir
ganimet aldı ve Tanrı’ya şükranlarını sundu”)
“Övgü ve Şeref Şarkısı” (Lob und Ehren=Gedichf)
başlığını taşıyan otuz dört
numaralı şarkının girişi “Avrupa
sevin!” (Europa, freue dich!') sözleriyle
başlar. Bu
şarkının dördüncü kıtasında
savaşa “güçlü silahlar”la destek veren Bavyera prensi
Max Emanuel’in
yardımlanndan övgüyle söz edilir:
Kurfürst Emanuel
Erhub sich also schnell Mit
starken Waffen Und kome an zugleich, Hulf dem Haus Österreich Die Feind’ zu
strafen.
(“Prens Emanuel güçlü
silahlarla derhal harekete geçip Avusturya’ya yardıma geldi, düşmanı
cezalandırmak için”).
Şarkılarda Alman tarafının
kahramanları övülürken aynı zamanda çoğunlukla
düşman tarafı olan Osmanlı
hakkında küçük düşürücü sözlere yer verilir.
Bu tür şarkılar Alman yazımnda Jubellieder olarak
geçmektedir. İkinci Viyana
Kuşatması, Hıristiyanların
zaferiyle sonuçlanmış; bu da yeni bir şarkı türünün doğmasına neden olmuştur.
Bu şarkılarda Barok döneminin karakteristik özellikleri görülür: Bilgilendirici
ve yabancı sözcük kullanımı, vezin ve kıta yapısının biçim ağırlıklı olması vb.
Gerçi Barok döneminde dil
cemiyetleri aracılığıyla Alman dilinin yabancı sözcüklerden arındırılması
yönünde yoğun bir çaba gösterilmişse de toplumun üst katmanları tarafından
yabancı sözcüklerin kullanılması ve eğitimli kişilerin Latince ve Fransızca
kullanmalarının önüne geçmek mümkün olamamıştır.
Yirmi
iki numaralı şarkı bu bağlamda değerlendirilebilir. Barok döneminde yaygın
olarak kullanılan yabancı sözcüklerin yaygın bir şekilde kullanıldığına dair bu
şarkıda geçen Fransızca kökenli şu sözcükler örnek olarak gösterilebilir: resolvieren,
recognisciren. Bu ve benzeri kelimelere Üslup Özellikleri bölümünde
genişçe yer verilecektir. Bu şarkının “ne mutlu size cesur askerler” ile “sevin
Alman kahramanlığı” dizelerinden bunun bir nida şarkısı olduğu anlaşılır. Ozan,
Türklerin yenilgisini onların “tümüyle yerin dibine geçtiği” sözleriyle
anlatmaktadır:
Wohl ihr Tapfere Soldaten,
Freu dich teutscher Heldenmuth, Wohl der Streich hat dir gerathen, Jetzund gibt
es Wein für Blut, Jetzund muss es sein getrunken Weil die Türckenhund vor dir,
Voll und Toll zur Erde gesunken, Durch die starcken Trinck-Geschirr.
(“Ne mutlu size cesur askerler,
sevin Alman kahramanlığı, Sen oyuna geldin, Şimdi kan yerine şarap var, Şimdi
içilmeli
Çünkü Türk itleri senin önünde,
tümüyle yerin dibine geçtiler, güçlü şarap kadehleri sayesinde”).
Yine aynı şarkının devamında
zafer elde eden Viyanahlarm Türklerin geri çekilmesi sonucu geride bıraktıkları
değerli eşyalara sahip olmaları “şekerleme” {Konfekt) sözcüğü
ile ifade edilir:
Füllt die Toffel mit den
Speisen Schreyet: Lebe LEOPOLD, Die Gericht sind nicht mehr Eisen Das Confect
ist Beut und Gold, Also wann die Feinde pochen Muss man nach dem Kriegsgebrauch
Ihnen nichts als Wunden kochen Bey dem starcken Pulver-Rauch.
(“Sofraları yemeklerle donatıp Leopold yaşa
diye bağırın, Yemek artık demirden değil şekerleme ganimet ve altından oluşur,
düşmanlar vurduklarında savaş usulüne göre yoğun barut dumanında sadece yaralar
açılmalı”).
On dokuz numaralı şarkının on
yedinci kıtasında ozan AvusturyalIlara seslenerek onların Alman topraklarında
“zafer” nidaları söylemelerini ve bu zaferden dolayı Tanrı’ya bir şükran
şarkısı söylemelerini ister:
Drumb singet nun Triumpf.
Triumpf. in Teutschen Landen, Nachdem der Türcke ist gemacht zu Spott und
Schanden. Last uns nun Gott da vor ein hertzlich Danck=Lied singen Und in der
That auch nun die Christen=Opffer bringen.
(“Bu nedenle şimdi Alman
memleketlerinde zafer! Zafer diye şarkı söyleyin, Türk alay konusu olduktan
sonra.
Tanrı’ya içten bir şükran şarkısı
söyleyelim Ve artık Hıristiyan kurbanlarını getirelim”).
Yirmi üç numaralı şarkının
girişinin oldukça uzun olması bunun tipik bir Barok şarkısı olduğuna işaret
eder. “Yaşa! Starenberg yaşa! Starenberg şeref
içinde yüz!”
dizeleri ile bir nida şarkısı
olduğu anlaşılmaktadır. Bu şarkıda da Starhemberg’in hayatı pahasına savaşmayı
göze aldığı ve Habsburg Kayseri Leopold’un
tahtını ona borçlu olduğu belirtilir:
Vivat! Starenberg lebe! Starenberg in Ehren
schwebe! Starenberg der tapfre Held,
Starenberg der kommt gegangen Seinen Kayser zu
empfangen Welcher rühmet seine Treu;
Der -weil Wien der Türck geplaget, Gönst-Gnädig
sich erzeiget
Leib und Leben frich gewaget, Daß es rühmet alle
Welt.
Wien, Der Käyser-Sitz sich freuet, Als von GOTT
gebenedeyet173, Weil der Grosse LEOPOLD
Ist dort wieder eingezogen, (Leid und Trauren sind
entflogen) Bleibet seinen Wienern hold
Bleibt Ihm allzeit Huld geneiget Weil sein Sitz
nun wieder frey.
(“Yaşa! Starenberg yaşa! Starenberg şeref içinde
yüz!
Türkler Viyana’ya eziyet ettiğinde o hayatım
kaybetmeyi göze aldı, bunu tüm dünya över.
İmparator tahtı olan Viyana sevinir,
Tanrı tarafından kutsanmış şekilde, çünkü büyük
LEOPOLD oraya tekrar geldi, (keder ve üzüntü yok oldu) Viyana halkına bağlı
kaldı.
Starenberg imparatorunu karşılamak için geldi
imparator onun sadakatim över: İnayetli ve lütufkâr davrandı Daima ona saygı
borçlu çünkü tahtı yeniden özgür.
Bu
şarkı bir nida şarkısı olmaya daha sonraki dizelerde devam eder: Freu dich du
Edles Wien! Dass du nun wieder worden frey! (“Sevin,
ey soylu Viyana! Şimdi yeniden özgürsün!”).
Şarkının
son kıtasında artık Viyana şehrinin düşman elinden kurtulmuş olmasının sevinç
verici bir olay olduğunu ozan “Ey Viyana neşe şehri” sözleriyle açıklar:
Wien du Freuden-Stadt!
Dein Starnberg allzeit früh und spat
Für dich gesorget hat;
Dass nicht der Römer-Adler
Nest
Zerstöret wurde durch
Räuber-Gäst;
tapfre Helden-That!
(“Ey Viyana neşe şehri!
Senin Stamberg’in
eninde sonunda
senin için çabaladı;
ki Romalı-kartal yuvası
Hırsız-misafirler tarafından
bozulmasın;
Ey cesur kahramanlık!)
Über den abermahligen mit GOTT
herrlichen und jüngsthin zu Anfang deß Monats Julij erhaltenen Doppel=Sieg... (“Temmuz
ayı başında Tanrı'ınn yardımıyla tekrar elde edilen çifte zafer üzerine”)
başlığım taşıyan otuz üç numaralı şarkı, nida şarkısıdır. İlk kıtada
Hıristiyanların zafer elde etmesi sonucu ozanın mutlu bir ruh hali içinde
olduğu anlaşılır. Alman kardeşlerine “neşeli” olmayı önerir, çünkü savaş sona
ermiş ve Tanrı'ınn yardımıyla zafer kazanılmıştır:
Lustig wieder, deutsche
Brüder!
Laßt uns danken Gott aufs neu,
Der die Türkenhund’ legt nieder, Steht dem Christenhäuflein bei! Lauter Sieg
In dem Krieg
Gibet er nach Herzvergnügt.
(“Tekrar neşelenin Alman
kardeşlerim!
Yeniden Tanrı’ya şükredelim,
Türk itlerini tekrar alt ettiği
için,
Hıristiyan halkının yanında olun.
Tanrı bize bu savaşta gönlümüze göre bir zafer verdi”).
Otuz
dört numaralı şarkı övgü şarkısına örnek oluşturduğu gibi aynı zamanda bir nida
olduğu daha ilk kıtasından anlaşılmaktadır. Bu şarkıda ozan, zafere yalnızca
Viyana'nın, dolayısıyla Avusturya’nın değil, aynı zamanda Avrupa'nın da
sevinmesi gerektiğini belirtir:
Europa, freue dich!
Empfange sanftiglich
Den jungen Helden!
Laß durch Trompetenschall
Sein Lob durch Berg und Tal
Alsbald vermelden!
(“Sevin Avrupa!
Usulca genç kahramanını karşıla!
Trompet sesi eşliğinde onun
övgüsünü dağ ve bayırda hemen haber ver!”).
Nida şarkılarında ortak olan bir
özellik ozanların Viyana ve tüm Hıristiyan halkını “neşe” ve “sevinç”e
davet etmesidir.
Alman
tarihî halk şarkıları içinde önemli bir yer tutan hiciv şarkıları (Spottlied), Hıristiyanlığın
ezelî düşmanı olarak kabul edilen Türkleri yermek amacıyla kaleme alınmış
şarkılardır. 17. yüzyılın ikinci yansına tarihlenen bu şarkılarda Macaristan
Savaşlan ve Viyana Kuşatmalannda Osmanlılann yenilgileri, “alaycı bir
küçümseme” ile anlatılmaktadır. Birinci Viyana Kuşatmasını ele alan şarkılarda
düşmanın zalimliği konusu ağır basarken, İkinci Viyana Kuşatması şarkılannda
düşmanın acizliği, Hıristiyanların ise üstünlüğünü vurgulayan “hiciv şarkısı”
ağırlıktadır.
“Şarkılarda
betimlenen kişiler, çoğunlukla [Osmanlıların] yöneten tabakasından gelmektedir”
. Örneğin otuz numaralı şarkıda “Sultan'ın hastalığı"ndan söz
edilirken yirmi birinci şarkının merkezinde Kara Mustafa Paşa bulunur, ikinci
Viyana Kuşatması üzerine yazılmış hiciv şarkılarının neredeyse hemen hepsi Kara
Mustafa Paşa’yı yermektedir.
“Türk iti” (Türkenhund), şarkılarda Türkleri aşağılamak söz konusu olduğunda
karşımıza en çok çıkan tabirdir. Aynı bağlamdaki başka tabirler ise “vahşi it
başlan” (grimmige
Hundsköpf), “günahkâr Türk iti ağzı” (sündlich
türckenhündisch Maul), "Barbarlar” (die Barbaren), “despot sürüsü” (die thirannisch schaf), “vahşi güruhlar” (wilden Horden), “düşman ve canavar” (Feind und Wütherich), “ezelî düşman” (Erbfeind), “palavracf’dır (Lügenträumer). Buna karşılık Hıristiyanlar kendilerini, kendi
savaşçıları ve kumandanlarını şarkılarda hep yüceltmişlerdir:
“Cesur
komutanın, Kont Stahrenberg, Alman kahramanı” (Dein
tapfrer Kommandant Graf Stahrenberg, der teutsche Held), “cesur
kahramanlar” (muthige Helden), seçici
prensimiz, cesur kahramanımız” (unser Chur Fürst der tapjfere
Held), “Dük von Lothring’in cesur ordusu” (Herzog von
Lothrings muth 'ges Heer). Yirmi
sekiz, yirmi dokuz, otuz, otuz bir, otuz üç ve otuz altı numaralı şarkılarda bu
örneklere rastlanır.
“Türk
hastadır” (Der Türk ist krank)
başlığını taşıyan otuz numaralı şarkının birinci kıtasında ozan, “yenilmiş it” (geschlagener
Hund) sözüyle Türkleri
kastederek onların hem ikinci Viyana Kuşatmasında yenilgiye uğradıklarına, hem
de Macaristan’da sürdürdükleri hakimiyetin de sonuna geldiklerine işaret eder:
Ich g ’schlagner Hund, von
Herzen Grund Heule an meinen Banden; Wein mich schier blind, daß ich mehr find
Kein Stall im Ungarnlanden.
(“Ben yenilmiş it, zincirime
vurulmuş, yürekten ağlarım. Kör olana kadar ağlarım, Macaristan’da kendime
artık bir ahır bile bulamam.”).
Yine
aynı şarkının onuncu kıtasında Tökeli ve Kara Mustafa Paşa nefret ve alayla
anılır. Bu şarkıda konuşturulan kişi Kara Mustafa Paşa, Osmanlı taraftan Macar
kralı Tökeli’ye yenilgisi yüzünden sitem etmektedir. Tökeli, Fransa kralı 14.
Lui ile Kara Mustafa Paşa'ınn işbirlikçisi, yani Alman İmparatorluğuna ihanet
eden kişi olarak görülür.
All mein Unglück der
Galgenstrick Tökly hat angesponnen; Der will noch nit hören vom Fried, So mit
dem Krieg nichts g 'wonnen.
(“Bütün talihsizliğimi dar ağacının
ipiyle Tökeli bağladı. O banşı duymak istemezken savaşla da bir şey
kazanmadı”).
Toplam
yirmi kıtadan oluşan yirmi sekiz numaralı şarkının ilk sekiz kıtasında ozan
Türklerle alay eder. Birinci kıtada Sadrazam Kara Mustafa Paşa alay konusudur.
Şarkılarda kahraman olarak anılan Kayserin ve prenslerin tam karşıtı olarak
Kara Mustafa’nın “zavallı” kişiliği konulmuştur. Onun hırslı aynı zamanda
tembel (bärenhäuterisch) yapısı,
zalimliği ve keyfe düşkünlüğü keskin bir alayla ifade edilir. Hitit’in
belirttiğine göre, AvusturyalIlar tarihteki bir çok baş vezire karşı nefret
beslemezken Kara Mustafa’ya karşı halkın tutumu oldukça farklıdır; bunda Kara
Mustafa'ınn gücünün sona ermesinin de büyük bir etkisi vardır. Yirmi sekiz numaralı şarkının ilk dizelerinde
Kara Mustafa’dan “baş vezir” (Primo-Vezier) olarak
söz eden ozan, onun “evine dönmesi”ni ister ve ona “sen Muhammed’in hayvanı”
diye hitap ederek yalnızca bir yönetici olan Kara Mustafa Paşa’yı alay konusu
yapmaz, aynı zamanda da İslam dünyasının ve dolayısıyla Türklerin Peygamberi
olan Muhammed’i de küçük düşürmeye çalışır:
Packe dich Bluthund, du
PRIMO-VEZIER
Nichts verfanget dein hündisches Pochen!
Laufe nach Hause, du
Mahomets-Thier
An deme
die Christen sich rühmlich gerochen!
Frage den Mahomet, deinen
Propheten
Warumb Er lasse Sein Ebenbild
tödten?
[...]
Trolle dich, Bluthund, du
Mörder der Deinen, Dieser Spott schallet in Mahomets-Hainen.
(“Kendine gel kanlı it, ey baş
vezir, hiçbir şey senin itçe dövüşlerine aldırmıyor.
Evine koş, Hıristiyanların öç
aldığı Muhammed’in hayvanı. Peygamberin olan Muhammed’e bir sor, neden kendi
benzerini öldürttüğünü.”).
[•■•]
(“Kanlı it, hemcinslerinin
katili, sıvışıp git, Muhammed’in ormanlarında bu alay, yankılanacak.”)
Ozan
dördüncü kıtada geçen “Mısır Ayısı” yakıştırmasıyla, Osmanlılann Mısır üzerinde
uzun yıllar boyunca hakimiyet kurmalarına gönderme yapar. Son dizede
“Muhammed’in kedisi” ve “Sultan'ın faresi” ifadeleri Kara Mustafa Paşa ile alay
edilmek amacıyla kullanılmıştır. Burada Muhammed Peygamberin uyurken
uyandırmaya kıyamadığı için eteğini kestiği sevgili kedisine atıf
yapılmaktadır. Ozan, Kara Mustafa Paşa'ınn Viyana’yı kuşatmaya niyetlenmekle
kendisini Muhammed’in sadık ve sevgili kedisine benzetmek isterken, uğradığı
yenilgi nedeniyle küçük ve korkak olan fare, daha doğrusu Padişah'ın faresi
haline geldiğini vurgulamaktadır:
Ist es nicht besser,
Aegyptischer Bähr, Daß du am Seidenen Stricke solst hangen, Als daß die Christen nach deinem Begehr
Bleiben von Türcken und Tartarn Gefangen? Packe dich, Mordhund, und eile nach
Hause Mahomets-Katze, Sultanische Mause!
(“Mısır ayısı,
senin ipek ipte sallanman,
keyfin
için, Hıristiyanların,
Türklerle Tatarların esiri
olmasından daha iyi değil mi?
Kendine gel, katil it ve evine
koş, Muhammed’in kedisi, Sultan'ın faresi!”).
Başlığı
“Despot sadrazamın, Almanların sert tokadı yüzünden ve Türklerin büyük
konuşmaları ve kayıplan yüzünden yalancı Tanrı Muhammed için pişirtip
hazırlattığı ‘Türk dayağı çorbası’. Daha sonraki bir başansızhğı,
gerçekleşmemiş bir zaferi tamamen ortadan kaldırma tehdidiyle hazırlanmış bir
çorba. Bütün cesur ve asil Alınanlara bu kadar zavallı ve güçsüz bir Tanrı’ya
gülmeleri için sunulur. 1683 yılında basılmıştır” (Türckische Prügel-Suppe,
dem verlogenen GOTT MAHOMET, Welche ihme
der Tyrannische Gross-Vezier, wegen emphangener
Teutscher tichter Ohrfeigen, seines Bernheuterischen Grosssprechens, und
flüchtigen Verlusts, hat kochen und anrichten lassen, Mit bedrohung ihme auf
ferneres Missrathen, aussbleibenden Sieges, vollend gar todt zuschlagen; Allen
tapfferen und grossmüthigen Teutschen, vorgestellet Zu einem Gelächter, einer
so armseligen und ohnmächtigen Gottheit, Gedruckt im Jahr 1683) olan
yirmi dokuz numaralı şarkıda ozanın Muhammed’i “Tanrı” olarak adlandırması onun
İslam dini hakkındaki bilgisizliğini gösterir. Bunun nedeni ise ozanın kendi
dini olan Hıristiyanlığın İsa Peygamberi tanrılaştırmasında yatar.
Şarkının
başlığında Kara Mustafa Paşa’yı betimleyen “tembel” {Bärenhäuterisch) tabiri,
aslında 16. yüzyıldaki Hümanist çevrelerde Romalı yazar Tacitus’un “Germania” adlı
eserinde Germenlerin yaşam biçimini ifade etmekte kullanılıyordu. Aslmda
Habsburglularm ataları için kullanılan olumsuz anlamlı bu ifade ozan tarafından
Türkler, daha doğrusu Kara Mustafa Paşa için kullanılmıştır.
Bir
çok şarkı “kuru savaş raporları” tarzında yazıldığı halde, bu şarkıda Hift’in
iddia ettiği üzere “parlak fikirler” mevcuttur ; bu daha şarkının
başlığından anlaşılmaktadır: “Türk dayağı çorbası” {Türkische
Prügelsuppe). Ozan bu başlıkta bir çok olumsuz
unsuru bir arada kullanır: Başarısızlıkla sonuçlanan İkinci Viyana Kuşatması
“çorba” sözcüğüyle nitelendirilir. “Despot büyük vezir”, yani Kara Mustafa Paşa
burada ozan tarafından “sahte” Tanrı olarak adlandırılan Hazreti Muhammed için
bu savaşı başlatmıştır. “Çorbayı” hazırlatan ve aynı zamanda yenilginin sahibi
komutan Kara Mustafa’dır. “Dayak” ve “tokat” sözcükleri Türklerin yenilgisini
anlatmaktadır. Ozan Türklerden söz ederken onların büyük bir işe
kalkıştıklarından, ancak beklenen zaferin gerçekleşmediğinden ve bunun
gelecekte bir daha tekrarlanmayacağından söz edilmektedir. Ozana göre
kuşatmanın başarısızlıkla sonuçlanması aynı zamanda Müslümanların Tanrısının,
ozanın ifadesiyle zavallılığını ve Muhammed Peygamberin güçsüzlüğünü de ortaya
koymaktadır. Bu şarkının üçüncü kıtasında açıkça dile getirilir. Kara Mustafa
Paşa’nın ağzından Muhammed’e
şöyle seslenilmektedir:
Schau wie der Teutschen Macht,
zu unsrer
Schänd undflüchtig Lauffen
lacht, kanst du dann nicht es mehr? du Lügen-Träumer hör, wirst du uns Sieg
versagen, ich lass dich prügeln sehr.
(“Bak, Alman gücü nasıl da utancımıza
karşın gizlice koşup gülüyor, senin artık elinden bir şey gelmiyor mu? Sen
palavracı dinle, bizden zaferi esirgersen, seni çok döverim”).
Otuz
numaralı şarkıda yalnızca Türkler değil, aynı zamanda Habsburglularm düşmanı ve
Osmanlıların dostu olan Fransızlar ve Macarlar da alay konusudur. Şarkının
yirmi beşinci kıtasında Fransa kralı 14. Lui ile Macar kralı Tökeli’nin
başarısızlıklarından söz edilir:
Ludwig und Tökly seyd verflucht,
Wollt, ihr wärt längst gestorben!
Wer bei euch Rath und suchet
Gnad, Ist hie und dort verdorben.
(“Lui ve
Tökeli size
lanet olsun,
Sizin çoktan ölmüş olmanızı
isterdik!
Sizden
öğüt isteyen ve merhamet dileyen, burda orda mahvolmuştur”).
Otuz
bir numaralı şarkı, İkinci Viyana Kuşatmasımn sona erdiğini anlatmaktadır.
Sultanın hastalığından söz edilmesi, Türklerin kuşatmadan yenilgiyle çıktığına
işaret etmektedir. Şarkıda sırasıyla adı geçen kişiler Sultan, müftü ve
doktorlar (Medicus'yâır. “Doktorlar” diye adlandırılan kişiler komutan Lothringen, Kont
Notgeri von Ötting,
Bavyera elektörü, Saksonya elektörü, Brandenburg elektörü,
Köln elektörü,
Badenli, Frankonyalı, Venedikli ve nihayet DanimarkalI’dır.
Ozana
göre hasta Türkleri “iyileştirebilecek” kişiler ancak Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğunu yönetenler olabilir. Bu şarkıda “hasta” olan Sultan’a
düşmanları ilaç yazsa da hastalığı iyileşmez olarak açıklanır. “DanimarkalI
doktor” daha da ileri giderek onun vasiyetini hazırlar.
Otuz
üç numaralı şarkı hem nida, hem hiciv şarkısının özelliklerini taşır. Bu
şarkıda ozan Türklerden “karga” diye söz ederek onları küçük düşürmeye çalışır.
Karganın leşçil bir hayvan olması ve başka yırtıcı hayvanların ele
geçirdiklerine konmasıyla Osmanlılann başka bir ülkeye ait olan topraklara
saldırması arasında bir benzerlik kurulur:
Ob das Heer der Türkenhunde,
Wie glaubwürdig es bericht ’t, Bis hin an ’s Gebirg gleich stunde, Schadet ’ es
doch gleichwohl nicht. Alles war Fertig gar
Bei der Türkenrabenschar.
(“Her ne
kadar Türk itlerinin ordusunun dağlara kadar dayandığı
haberi inandırıcı olmasa da,
onlardan bir zarar da gelmez.
Türk
karga sürüsü için her şey sona erdi”).
Otuz
altı numaralı şarkının birinci kısmında ozan Kara Mustafa Paşa’yı konuşturur.
Aşağıdaki dizelerde Kara Mustafa kendine acımaktadır ve geride bıraktığı
değerli eşyalar için üzülmektedir:
Der tapffre Stahrenberg/hat mir
den Stahren gstochen/ Nun hab ichs übersehn/daß
Machomet erbarm!
Daß ich alls ließ im Stich/ich
brachte kaum zu decken/ Den Kotzen noch darvon/ach weh mir Alten Gecken/ Wienn
lachet mich jetzt auß/welchs ich vor mein gschätzt/ Daß es so tapffer mich hat
auff den Esel gsetzt.
(“Cesur Stahrenberg/bana oklarını
sapladı/
Şimdi anladım ki/Muhammed
merhametlidir/
Her şeyi olduğu gibi ortada
bıraktım/ neredeyse hiç örtünmediğim/ Battaniyeyi götürebildim/ eyvahlar olsun
ben yaşlı soytarıya/ Viyana şimdi benimle alay eder/ ona benimkilerin önünde
değer vermiştim/
Oysa o beni aptal yerine koydu”).
Alman
tarihî halk şarkıları arasında yer alan hiciv şarkılarında genellikle Kara
Mustafa Paşa yerilirken Sultan, Fransa kralı ve Macar kralı da alay konusu
edilmektedir. Hiciv şarkısının belirgin bir özelliği Osmanh İmparatorluğu
yöneticilerinin konuşturulmasıdır. Şarkılarda en çok konuşturulan Kara Mustafa
Paşa öylesi kendine “acıyan” ve yaptıklarından pişmanlık duyan bir ruh hali
içindedir ki Muhammed Peygamber’e bile hakaret etmektedir.
Üslup
Özellikleri
Özellikle
İkinci Viyana Kuşatması üzerine yazılmış tarihî halk şarkıları üslup
özellikleri yönünden oldukça zengindir.
Şarkılarda
genel olarak şu retorik unsurlardan yaralanılmıştır:
İkinci
Viyana Kuşatması Halk Şarkılarında karşımıza sık sık çıkan simgeleri şöyle
sıralayabiliriz: Prensler ve eyaletler armalarıyla anılır; Avusturya muzaffer
“kartal”, Bavyera “aslan”dır. Fransızlar sürekli öterek barışı bozan
“horoz”dur. Türklerin simgesi
olarak “ay”, onun karşısında Hıristiyanların simgesi olarak “güneş” bulunur.
Genel
olarak “güneş” ışığı, aydınlığı temsil ederken “ay” daha çok gizliliği, gizemi
sembolize eder. On altı numaralı şarkıda “güneş” ve “ay” simgeleri birlikte
kullanılmıştır. “Güneş” Hıristiyan dünyasını ve Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğunu, “ay” ise Osmanlı İmparatorluğunu ve Osmanlı bayrağındaki
“hilal”i temsil eder. Güneş gökyüzündeki en güçlü kütledir. Ay ise ancak onun
sayesinde ondan aldığı ışıkla mevcudiyetini ortaya koyar. Bu nedenle güneş
aydan üstündür. Şarkılarda güneş ve ay simgeleri zaten bu bağlamda
kullanılmaktadır.
Türkler
ilkin Asurluların İ.Ö. 9. yüzyılda kullandıkları kutsal simgeyi 1250 yılında
kullanmaya başladılar. O tarihten sonra kimi zaman yanında bir veya daha çok
yıldız olan hilal İslamlığın resmi simgesi haline geldi. Osmanlı
İmparatorluğunda çeşitli renklerde bayraklar kullanılmıştı. Kanuni Sultan
Süleyman zamanında ordunun bayrak rengi beyaz, donanmanmki kırmızıydı. Bu
şarkıda “kan kırmızısı” (blutroth) sözcüğü hem bayrağın rengi, hem de
yenilen Osmanlı ordusunun kaybettiği kanın rengini betimlemek için
kullanılmıştır:
Der Himmel beglückte das
christliche Heer, Daß selber die Sonne Noch sähe mit Wonne, Die Christen
erhalten die herrliche Schlacht, Die gleichsam den Mondschein hat blutroth
gemacht.
(“Gökyüzü Hıristiyan ordusunu
kutsadı, bunu güneş de memnuniyetle izledi, Hıristiyanlar mükemmel bir muharebe
aldılar, bu ay ışığım kan kırmızısına boyadı”).
On
beş numaralı şarkıda olduğu gibi, yirmi dört numaralı şarkıda da “ay” ve
“güneş” simgeleri kullanılır. “Güneş”, yani Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu,
Asya’ya, “ay”a, yani Osmanlı İmparatorluğuna karşı gelmelidir. Karanlıklar
içinde duran “ay”, yenilgiye uğramak üzere olan Osmanlı ordusudur ve Batıya
doğru “koştuğu” için, ozan komşulara, yani Almanlarla ittifak yapmış ülkelerden
yardım talebinde bulunmaktadır. “Ay’ın boynuzlan köreltilmelidir” sözleriyle Osmanlı
İmparatorluğunun gücüne artık son verilmesi gerektiği kastedilmektedir. Boynuz
genel anlamda hayvanlann kendilerini korumaları için kullandıkları bir silahtır.
Bu nedenle hem fiziksel, hem de insan üstü gücü sembolize etmektedir. Daha önce
de değindiğimiz gibi “boynuz”, Osmanlı İmparatorluğunu ve onun hakimiyetini
simgeler:
Adler, dein Glücksonn aufgehet,
Wend dich gegen Orient,
Mon in Finsternissen stehet
Laufet gegen Occident,
Nachbarn, eilt zu euren Nutzen, Helft dem Mon die Hörner stutzen, Laßt ihn nit
mehr voll werden, So lang besteht die Erden.
(“Ey kartal, senin uğur güneşin
yükseliyor. Şarka karşı dur, Karanlıklar içindeki ay, batıya koşuyor
Komşular kendi çıkarınız için
acele edin ay'ın boynuzlarını köreltin Dünya var olduğu sürece bir daha
dolmasına izin vermeyin ”)
Otuz
numaralı şarkıda ozan, Fransa’nın ulusal simgesi olan “horoz”u, Fransızlar ve
Fransa kralı XIV. Lui için kullanır. ‘“İslam hilali gece gökyüzünde yükselir,
Galya horozu uyumaz” sözü, o zamanlar bir Alman atasözü haline gelmişti.” “Büyük Lui” ve “güneş kralı” lakaplı
Avrupa’nın ilk ve en büyük mutlak kralı olan XIV. Lui, Avrupa’nın ilk düzenli
ordusunu kurmuş ve bu nedenle, Avrupa’da Fransız ordusu en büyük kara gücü
haline gelmişti. Bunun üzerine yayılmacı bir politika izlemeye başlayan XIV.
Lui’nin orduları Almanya, İtalya ve Flanders’e saldırmış, Freiburg kenti
ile Ren nehrinin doğusundaki Breisgau bölgesini
almıştı. Bu dönemde Avrupa’daki yöneticiler büyük emeller peşinde koşan Fransa
kralının Osmanlı padişahı Sultan IV. Mehmet’ten daha tehlikeli olduğuna
inanıyorlardı. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun Macaristan ve Viyana
nedeniyle Osmanlılarla savaşmasından yararlanmak isteyen XIV. Lui, 1680’lerde
Alman prensleri üzerinde nüfuz kurmaya yönelik bir politika izlemiştir. Bu
durum kendisini yüzyıllardır Osmanlı İmparatorluğu ve Fransız Krallığı arasında
sıkışmış hisseden Habsburg Hanedanlığı için
büyük bir askeri ve siyasi tehlike oluşturmakla kalmamış aynı zamanda
imparatorluğu psikolojik açıdan da yıpratmıştı. Bu nedenle yukarıda sözünü
ettiğimiz atasözü ile gece gökyüzünde hilal yükselirken normalde gece uyuması
gereken horozun uyumadığından söz edilmektedir. Aşağıdaki şarkıda Kara Mustafa
Paşa Padişah’a seslenip ondan yardım bekliyor ve Fransa’nın bu zor dönemde
devreye girmesini umut ediyor. Oysa ozan darda, yani karda kalmış
horozun panik içinde gittiğini ve muhtemelen onu bir Alman rüzgarının Ren
nehrinin ötesine savurduğunu dile getirmektedir:
Weh mir Soldan!
Was thut der Hahn?
Im Schnee wie laut er krähet.
Kann gar wohl seyn,
Daß ihn vom Rhein
Ein teutscher Wind verwehet.
(“Bana
acı Sultan!
Horoz
ne yapar?
Karda
nasıl da öter.
Onu
Ren’den
bir
Alman rüzgarının uçurduğu mümkündür”).
Yirmi
bir numaralı şarkıda Türkler “ejderha”yla özdeşleştirilir. Ejderha mitolojik
bir yaratıktır ve yılan, kertenkele, kuş ve bazen de arslanın karışımından
oluştuğu kabul edilir. Genelde yılan görünümlü olan ejderha, tarih boyunca bir
çok toplumun gözünde kötülüğün simgesi olmuştur. Yunanlılar ve Romalılar
yılanın genellikle kötü güçleri temsil ettiğine inanmakla birlikte, zaman zaman
da yeryüzünün derinliklerinde yaşayan bu yaratıkları iyilik güçleri olarak da
kabul ederlerdi. Hıristiyanlık dini ise, eskinin hem iyi, hem de kötü yılan
tanrılarını lanetlemiştir. Incil’de, karanlığı ve gizemliliği simgeleyen bu
yaratığın îsa Peygamber tarafından kükürt denizine atıldığı yer almaktadır.
Tanrı'ınn erdemlerini simgeleyen bir kahraman, yani İsa Peygamber tarafından
yok edilir. Aşağıda alıntılanan şarkıda da bir kahramandan söz edilmektedir:
Bavyera prensi Max
Emanuel. O
“ejderha”yı, karanlığı, gizemi ve kötülüğü, yani Türkleri savaş meydanında
yenilgiye uğratmıştır:
Vivat Max Emanuele
Unser starker Kriegsheld,
Der dem Türk sein Drachenhöhle
Hat gesäubert in dem Feld!
(“Yaşa Max Emanuel,
bizim
güçlü savaş kahramanımız, o Türk’ün ejderha inini savaş meydanında
temizlemişti”)
Yirmi
iki numaralı şarkı simgeler yönünden oldukça zengindir. Sık sık kullanılan
kartal (Adler) simgesi,
öncelikle gökyüzünü, güneşi ve tanrısal yönetimi simgeler. Bu şarkıda kartal,
özellikle Alman İmparatorluğu ve dolayısıyla onun gücünü temsil eder. Aynı
şarkıda bir başka hayvan imparatorluk gücünün simgesi olarak kullanılmıştır:
Hayvanlar aleminin en güçlüsü olarak kabul edilen arslan. “Genç arslan” (junge Löw), “Yuda
arslanı” olarak da bilinen Yuda soyunu temsil eder. Hazreti İsa da Yuda
soyundan geldiği için arslanın İsa’yı sembolize ettiği söylenebilir. Arslan aynı zamanda ölümü çağrıştırır şarkıda.
Arslanla karşı karşıya gelmek, ölümle yüz yüze gelmek anlamım taşımaktadır:
Bayren war auch
nicht der letzte
So an diesen Sieges-Tag
Tapffer in die Feind setzte
Das manns nicht beschreiben
mag
Wie der junge Löw gebissen In
die stoltze Türcken-Hund Wird die spathe Nach-Welt wissen Auff dem gantzen
Erden rund.
(“Bavyera da sonuncu
değildi
Bu zafer gününde
cesurca düşmanı alt etti
Bunu tarif etmek oldukça güç genç
aslanın
kibirli Türk köpeğini nasıl
ısırdığını
bütün yeryüzündeki
genç nesiller de öğrenecek”)
Yirmi
dört numaralı şarkının beşinci kıtasında Sultan Süleyman’ın “Stephan Kilisesinin
üstüne hilal ve ay koydurması” (bkz. s. 139-140) ile ilgili efsaneye paralel
olarak bu şarkıda, Viyana Kuşatmasının Hıristiyanlar lehine sonuçlanmasıyla yetinmeyen
ozan, bir zamanlar Bizans İmparatorluğunun simgesi olan Aya Sofya’nın da tekrar
Hıristiyan aleminin merkezi olmasını ister ve bu isteğini “Aya Sofya’ya
Almanlar haç koysun” sözleriyle ifade eder:
Noch mehr von dem Sieg zu
singen
Gebe unser Christengott,
Daß der Teutschen dapfre
Klingen,
So von Blut der Türken roth,
Ihre Spitz an ’s Meer
erstrecken,
Das Kreuz auf Sophia stecken,
Die Sonn den Adler liebe,
Des Monscheins Glanz betrübe!
(“Bu zafer üzerine daha çok şarkı
söylememize
izin versin Hıristiyan Tanrımız,
Öyle
ki Almanların cesur kılıçlan,
Türklerin
kanıyla kızıla boyansın, ucu denize uzansın, Sofya’ya haç koysun, güneş kartalı
sevsin, ay ışığının parlaklığı sönsün!”).
Yirmi
dört numaralı şarkıda Türkes sözcüğü
“turkuvaz, firuze taşı” anlamına gelir. Bu sözcük “Türk” kelimesinden
türemiştir. Şarkıda bu sözcükle Türkler kastedilerek kelime oyunu yapılmıştır. Türkes,
Türkis sözcüğünün “Türk” sözcüğünden
türeme nedeni, bu taşın Avrupa’ya ilk olarak Türkler yoluyla gelmesidir. Ozan,
düşman olarak ifade edilen Türkler tarafından aşılamayan Viyana şehrini
muzaffer Hıristiyan aleminin koruyucu şeddi olarak görüyor. Bu şeddin değerli
taşlarla ve özellikle turkuvaz taşı ile bezenmiş olması şehrin kapılarına kadar
gelen ve buradaki savaşlarda ölen Turklerin ölü bedenlerinin bu şeddi değerli
bir taş gibi süslediğinin simgesi olarak kullanılıyor:
Wien, siegreiche
Christenmauer,
Auferbaut von Edelg’stein,
Kommst der Porten ziemlich
sauer,
So dich g’faßt mit Türkes ein.
(“Değerli
taşlarla inşa edilmiş,
Muzaffer Hıristiyanların şeddi
Viyana, limanına uğrayanları oldukça zorluyorsun, kendini “turkuvaz” ile
süslüyorsun”).
Yirmi
beş numaralı şarkının sekizinci kıtasında “turkuvaz” kelimesi kullanılarak
Türklere gönderme yapılır:
Pistolen besetzet mit Türckes
(“Turkuvaz taşıyla bezenmiş
silahlar”)
Yirmi
altı numaralı şarkının ellinci kıtasında “yıldız ve ay” kavramları geçer. Bu
kavramlar bir yandan Türk bayrağım temsil eden iki şekli ifade ederken, diğer
yandan Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği Sultan Süleyman’ın Stefan Kulesinin
üzerine bir altın top ve onun üzerine bir altın ay ve gümüşten bir güneş koyma
emelini dile getirmektedir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Beç (Viyana)
kalesini Kızıl Elma olarak adlandırır.
Kutsal
Roma-Germen İmparatorluğu’nun, diğer bir deyişle Habsburg İmparatorluğunun
başkenti olarak Hıristiyanlık dünyasının bir simgesi olan Viyana, yalnızca
Hıristiyan dünyası için değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu ve İslam
dünyası için de büyük önem taşımaktaydı. Viyana şehrine yakıştırılan Kızıl elma
kavramı, Osmanlılarla ortaya çıkar ve cihan hakimiyeti ülküsüne bağlı olarak
halk kitlelerine ve askerlere, adı ve efsanesiyle yayılır. Ayasofya’nın önünde
dikili bir sütun üzerinde, at üstünde bulunan Justinianus heykelinin elinde
kızıl bir küre veya
Ayasofya'ınn
kubbesi ile birlikte kızıl elmanın Hz. Muhammed’in doğumunda düştüğünü iddia
eder. Kızıl elma zamanla Türklerin İstanbul’u ele geçirme ülküsü haline geldi.
Kızıl elma kavramı daha sonra Roma’da kullanılmaya başlandı. Vatikan’daki St. Pierre Kilisesinin
kubbesine, yani katolik dünyasının merkezine kondu. Kanuni Sultan Süleyman
döneminde V. Kari ile yapılan savaşlarda Beç (Viyana) kızıl elması kavramı
ortaya çıktı. Viyana şehri ve kalesi Alman Kızılelması veya Alman
Kızılelma Şeddi adım aldı. Evliya Çelebi’ye göre “Bütün Macar, Nemçe
(Avusturya), Latin ve Yunan tarihlerinde bu Beç Kızılelmasını ve rim papa
(Roma) Kızılelmasını Osmanlıların alacağı açıklanmıştır”.
Yeniçerilerin
kışlalarını ziyaret eden Kanuni buradan ayrılırken bu durumu ifade etmek için
“Kızılelma’da buluşuruz” diyerek askerlerinin ülkülerini canlı tutardı. Bu
gelenek Yeniçeri ocağı yıkılana kadar sürdürülmüştür.
“Tarih
ve Toplum” dergisinde çıkan “Kızılelma Üzerine” adlı yazıda bu simgeye ilk kez
İngiliz hekim ve tabiat bilgini Edward'ın seyahatnamesinde
rastlandığına değinilmektedir. Bu konuda diğer bir kaynak ise Brown’un
efsanesidir (1672). Bu efsaneye göre Kanuni Sultan Süleyman, Stefan Kulesini
gelecekte minare
olarak
kullanmak için korumak ister. Şartı, imparatorluğunu simgeleyecek bir “altın
küre”nin Stefan kulesine konmasıdır.
Kanuni altın küreyi yaptırıp onu Viyana şehrine gönderir. Kral Ferdinand, Türkler
çekildikten sonra Sultan Süleyman’ın alameti olan kürenin üzerine “altm ay” ve
“güneş” oturtur. O zamandan itibaren Viyana, “Almanların Kızıl Elması” olarak
adlandırılmaktadır.
Damals ließ der Türckische
Kayser Solyman
Auff den Thurn setzen Stern
und Mond Und schwur dabey daß künfftiger Zeit Der Thurn von allem Schuß
befreit.
(“O zamanlar Sultan
Süleyman kuleye hilal ve yıldız koydurdu ve gelecekte
kuleye zarar gelmeyeceğine dair söz verdi”)
Hiciv
şarkısı başlığı altında da değinilen yirmi sekiz numaralı şarkının dördüncü
kıtasında “Mısır Ayısı” yakıştırmasıyla Kara Mustafa Paşa’ya atıf
yapılmaktadır. Hayvanlarla ilgili Hıristiyanlık sembolizminde “ayı”, şeytanı,
şehveti, iffetsizliği, tembelliği ve öfkeyi sembolize eder. Ozanın, Osmanlı
sadrazamım betimlemek için bütün olumsuz özellikleri barındıran bu hayvanı
seçmesinin nedeni, Almanları Türklere karşı kışkırtmaktır. Aynı kıtanın
devamında yine yukarıda sözü edilen (bkz. s.126-127) “Muhammed’in kedisi” (Mahomets-Katze)
ve “Sultan'ın faresi” (Sultanische Mause) sözleri
yer almaktadır. Buna karşılık, Hıristiyanlardan ve Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğundan bahsedilirken sık sık “arslan” simgesi kullanılmıştır.
Arslan, İsa’yı dolayısıyla da Hıristiyanlığı simgeler. “Muhammed’in kedisi”nin
ise İslam dinini temsil ettiği söylenebilir. Bu iki hayvandan arslan, hayvanlar
aleminin kralı, kedi ise onun türevidir. Arslan kedigiller ailesinin en büyüğü
ve en güçlüsüdür. “Kedi” ise arslanla karşılaştırılınca fazlasıyla küçük ve
çelimsizdir. Ozan bu iki simgeyi kullanarak Hıristiyanlık ve İslam dinini kendi
gözüyle değerlendirmiştir. Ozanın ve diğer Hıristiyanların gözünde Hıristiyanlık,
İslam dininden üstündür. Ozan sözlerini bu kadar açık ifade etmese de dolaylı
olarak dinî propaganda amaçlamıştır.
Birinci
Viyana Kuşatması üzerine yazılmış halk şarkılarında “kişileştirme”ye hemen
hemen hiç rastlanmasa da on bir numaralı şarkının beşinci kıtasının son
dizesinde Viyana şehri kişileştirilmiştir:
Wien du solst nit trauren.
(“Ey
Viyana yas tutmamalısın”).
İkinci
Viyana Kuşatması halk şarkılarında “kişileştirme” (Personifikation)
yaygın
olarak kullanılmıştır. Bu şarkılarda çoğunlukla Viyana şehrinin
kişileştirilmesi söz konusudur. Ozan Viyana’da geçen olayları bir insanın
başından geçer gibi aktararak olaylara canlılık ve görsellik katar.
On
üç numaralı şarkının onuncu kıtasında ozan, kişileştirdiği Viyana şehrine
tutsak düşmüş bir kadına seslenir gibi “güzel Viyana, sana neler oldu?” diye
soru sorar:
Jetzt will ich weiter gehn
Und frag dich, schönes Wien,
Wie ’s dir ergangen?
Die du ein lange Zeit,
In einem harten Streit, Lägest gefangen.
(“Şimdi yoluma devam etmek
isterim ve sana sorarım, güzel Viyana, sana neler oldu?
Uzun bir zaman, sert bir kavgada,
tutsaktın”)
On
dokuz numaralı şarkının beşinci kıtasında Viyana şehrinin bir insan gibi yara
almasından bahsedilir. Ozan için Türklerin Viyana şehrini kuşatması onun yara
alması anlamına gelmektedir: O Wien,...wie unheilbar schien
doch schier deine tiefe Wunde (“Ey
Viyana,..., derin yaran ne kadar iyileşmez görünüyordu”).
Şarkının
son kıtasında artık Viyana şehri yas içinde bunalmış, eziyet çekmiş, günah
çekmiş bir insan gibi huzura kavuşmuş, elde edilen başarılardan dolayı neşeye
boğulmuştur:
Nun, liebstes Wien, leb wohl,
in Seel-vergnügten Freuden Nach diesem Trauer=Stand, nach diesem schweren
Leyden Und bring fortan in Buß und Glauben zu die Jahre, Damit dir künjftig
nicht was ärgers widerfahre.
(“Artık sevgili Viyana, huzur ve
neşe içinde yaşa, yas ve eziyetten sonra, günahlarından arınmış bir şekilde,
gelecekte seni tekrar bir bela bulmasın”).
Yirmi numaralı şarkının ikinci
kıtasında ozan, Viyana şehrine bir insana sesleniyormuş gibi olası tehlikelerle
ilgili sorular sormasıyla endişesini dile getirir:
Wien, wirst du auch widersteh
’n
Dem Anprall der gewalt 'gen
Fluth?
Wirst du nicht schrecklich
untergeh ’n
Im Kampf’ mit Raserei und
Muth?
Sind stark genug auch deine
Maurern,
Um solchen Sturm zu
überdauern?-
(“Ey Viyana,
bu şiddetli selin çarpmasına dayanabilir misin?
Öfke ve cesaretle olan kavgada
korkunç bir şekilde yok olmaz mısın? Surların böyle bir fırtınayı atlatmak için
yeterince sağlam mı?”).
Aynı
şarkının on sekizinci kıtasında artık Viyana şehri kurtulmuştur. “Sadakat”ı ve
sağlamlığı sayesinde tekrar “nefes” alabilmektedir. Diğer ifadeyle şehir insani
özellikler sergilemektedir:
Wien ist gerettet, ist
befreit!
Es athmet wieder leicht undfrei!
Dank seiner Treu ’ und
Festigkeit Fiel 's nicht in Joch und Sklaverei. Zurückgescheucht sind die
Barbaren Wie einst, vor dreimal fünfzig Jahren. (“Viyana
kurtuldu, serbest bırakıldı!
Yine zorlanmadan ve özgür bir
şekilde nefes alıyor!
Sadakati
ve sağlamlığı sayesinde
Boyunduruk ve esaret altına
girmedi.
Barbarlar kışkışlandı
Bir zamanlar, üç kere elli yıl
önce olduğu gibi”).
Yirmi
iki numaralı şarkıda da tipik bir kişileştirmeyle karşılaşılmaktadır. Burada
Viyana şehri, “Alman topraklarının prensesi” (Wien du
Fürstin teutscher Landen) olarak
tasvir edilir. Roma, Paris ve Viyana şehirlerinin tarihî önemlerini kavramak
için öncelikle Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun imparatorluk düşüncesine
bakmak gerekir. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu üç temel öğeden oluşur: İlki,
dinî otoriteyi temsil eden Roma şehridir, bu Christentum ile
özdeştir; İkincisi, bilim ve sanat alanlarındaki otoriteyi temsil eden Fransa,
dolayısıyla Paris şehridir, bunu Antike ile
ifade edebiliriz; üçüncüsü ise Imperium yani
siyasî otorite, Almanya dolayısıyla Viyana şehriyle özdeştir, buradan Germanentum ifade
bulur. Şarkıda imparatorluk şehri, siyasî otoritenin merkezi Viyana şehrinden
kıymetli, zarif bir prenses gibi söz edilmektedir. Yukarıda sözü edilen Roma,
Paris ve Viyana şehirlerinin tarihî önemi, Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın
emelleriyle de örtüşmektedir. Kara Mustafa Paşa'nın tarihî kaynaklardan
bilindiğine göre çok hırslı bir kişiliği vardı. Bu konuda Sander şu
açıklamaları yapar: “Bağnaz bir Hıristiyan düşmanı olarak, 1. Bayezid’in
tehdidini yenilediği, yani bir gün Roma'nın St. Peter meydanında
atla dolaşacağını söylediği rivayet edilir. Viyana’yı ele geçirdikten sonra
Ren’e doğru yürüyüp Fransa Kralı 14. Louis ile
savaşacağını da söylemekteydi”.
Yirmi
üç numaralı şarkının ilk kıtasında ozan “asil” diye hitap ettiği Viyana'ınn
yine özgür olduğu için sevinmesini ister. Aynı zamanda Viyana'nın Türk
despotluğundan kurtulup yeniden özgür ve korkusuz olarak yaşamayı nasıl
bulduğunu sorar ozan :
Freu dich du Edles Wien!
Dass du nun -wieder worden frey!
Wie ist dir doch zu Sinn?
Dass du der Tiircken Tyranney
Befreyet, gleichsam lebst aufs Neu!
All Furcht ist nun dahin.
(“Sevin
ey Viyana!
Tekrar
özgür olduğun için!
Türk
despotluğundan
Kurtulup
yeniden yaşamaya başladığın için
Ne
hissediyorsun?
Artık
tüm korkular yok olmuştur”)
Yirmi
beş numaralı şarkının ilk kıtasında diğer şarkılardan farklı olarak Avusturya
kişileştirilmiştir:
Oesterreich spitze die Ohren (“Avusturya,
kulaklarını iyice aç”).
Yirmi
dokuz numaralı şarkının yirmi birinci kıtasında 1663’te Osmanlılar tarafından
ele geçirilen Uyvar kalesinin tekrar Almanların ele geçeceği kuşkusunu ozan
Kara Mustafa’nın ağzından aktarır. Uyvar'ın kaybedileceği endişesi, Uyvar “ölüm
döşeğinde” ve “son nefesini vermek üzere” sözleriyle kişileştirilerek ifade
edilir:
Neuhäusel ist todtkranck, in
Zügen schon, das haben wir zum Danck, es geht auff Ofen loss, ach welch ein
Hertzens-Stoss, wir sind fast auff- geschrieben, der Schaden ist gross.
(“Uyvar ölüm
döşeğinde, son nefesini vermek üzere, yaptıklarımıza karşılık, şimdi Budin tehlikede,
ah bu ne kalp yarası, neredeyse sonumuz geldi, zarar büyüktür”)
Otuz dört numaralı şarkıda bu kez
Avrupa’yı kişileştiren ozan Avrupa’nın sevinmesini ister:
Europa, freue dich!
Empfange sanftiglich
Den jungen Helden!
Laß durch Trompetenschall
Sein Lob durch Berg und Tal
Alsbald vermelden!
(“Avrupa sevin!
Usulca genç kahramanım
karşıla!
Trompet sesi eşliğinde
onun övgüsünü dağ ve bayırda
hemen haber ver!”).
“Kişileştirme”
özellikle İkinci Viyana Kuşatması şarkılarında kullanılmıştır; başta Viyana şehri
olmak üzere Avusturya’nın kuşatmadan zaferle çıkması sonucu Avusturya, hattâ
Avrupa da kişileştirilerek Avrupa devletlerinin bu zafere sevinmeleri
gerektiğine işaret edilmektedir.
Retorik soru, ozanın yanıtını
beklemeden hedef kitleye soru sormasıdır;
söylediklerinin zaten onaylanmış
olması söz konusudur. Bu yöntemin kullanılmasının nedeni, anlatılanı daha canlı
hale getirmek ve dinleyicileri düşünceye sevk etmektir.
Olayların
boyutunu gözler önüne sermek ve dinleyicileri/okurlan etkilemek amacıyla ozan,
on üç numaralı şarkıda sorular yöneltmektedir:
Bedrängtes Oesterreich,
Was für ein schwerer Streich
Hat dich geschlagen?
Was Elend, Angst und Pein,
Drung da mit Haufen ein, Was Schmerz und Plagen!
(“Baskı
altındaki Avusturya, nasıl bir oyuna geldin?
Ne
kadar çok keder, korku ve acı seni aştı, ne kadar çok acı ve felaket?”)
On
dokuz numaralı şarkıda ozan sorulan aracılığıyla Viyana şehri için neredeyse
kurtuluş umudu kalmadığım, ama sonunda bu kötü durumdan kurtulduğunu belirtir:
Wie nah bistu, mein Wien,
dem Untergang gewesen:
Wie kommts dann, daß du nun so schleunig bist genesen?
(“Viyana'ın,
sona
ne kadar da yakındın:
Nasıl
oluyor da bu kadar çabuk iyileştin?”).
Yirmi
sekiz numaralı şarkının üçüncü kıtasında ozan önceki örneklerden farklı olarak
Viyana şehrine değil, Kara Mustafa’ya sorular yöneltir. Ozanın burada amacı
sorular aracılığıyla kuşatmadan yenilgiyle çıkan Türklerle alay etmektir:
Sage, wie schmecket der Wiener Confect? Sind dir die
Bohnen im Mage verrostet?
(“Söyle
Viyana şekerlemesinin tadı nasıl? Kurşunlar midende paslandı mı?”).
Yirmi
dokuz numaralı şarkının on sekizinci ve yirminci kıtalarında da Türklerle alay
etmek ve yaptıklarının Hıristiyanlarca onaylanmadığını belirtmek amacıyla Kara
Mustafa Paşa'nın ağzından Muhammed’e sorular yöneltilir:
Was bistu nutz im
Krieg?
(“Savaşta
ne işe yararsın?”)
Ich liesse mich auf dich, schau doch wie schön, wie schön
beschützt du mich?
(“Sana güvenmiştim,
bir bak nasıl da güzel güzel korursun beni?”).
Alman
tarihî halk şarkılarında Retorik soru, okurlar veya dinleyiciler üzerinde daha
büyük bir etki sağlamak, ayrıca da Türklerin “acizliği”ni gözler önüne sermek
amacıyla kullanılmıştır.
« Prev Post
Next Post »