KİERKEGAARD’DA İMAN’IN PARADOKS OLUŞU MESELESİ
| |
T.C.
KİERKEGAARD’DA İMAN’IN PARADOKS OLUŞU MESELESİ
(YÜKSEK LİSANS TEZİ)
Ahmet BAYINDIR
Danışman
Prof. Dr. Zeki ÖZCAN
ÖNSÖZ
Kierkegaard,
yalnız din görüşleri bakımından değil, hayat felsefesi açısından da
derinlemesine incelenmelidir. Çünkü modem zamanların çoğul yalnızlığına bürünen
insanoğlu giderek benliğini kaybetmiştir. Oysa Kierkegaardın, bireysel
kategoriyi öne alan bir yaşam felsefesi ortaya koyması ve bunu da üstün bir
anlatım tekniğiyle dillendirmesi, onu önemsememizi gerektirmektedir. Yaşamı ve
onu kuran bütün enstrümanları bir varoluşsal kurgu içerisinde algılayıp,
bireyin “ben olma” bilincini ve bu bilinci mümkün kılan şartları, varoluşsal
bir muhtevaya sokan ve insan yaşamının değerini ortaya koyan filozofumuz,
kuşkusuz çağının bir adım önündedir. Ondan sonra yaşanan olaylar da
göstermiştir ki, salt spekülatif bilgi ile uğraşmak ve nesnelerin bütününün
işleyişinin genel ve evrensel kurallarını keşfetmek ve her şeyi bir rasyonel
mantık dizgesi içerisinde algılamak, bireyi ve onun benlik bilincini dumura
uğratmaktadır. İşte tam da bu noktada Kierkegaard, “gerçek, öznelliktir”
diyerek, ilgileri dağılmış insanın bizzat kendisi üzerine tefekkürünü sağlayacak
tezler geliştirmiştir.
İsa’nın
tecessümü, ilk günah gibi dini meselelerden hareketle insan akimın sınırlarını
ortaya koyarken din ya da Tanrı’nın bilgi nesnesi yapılamayacağını, hatta
Tanrının ahlak kurallarından bağımsız olduğu görüşüyle Kierkegaard, neredeyse
tartışmalarında iman konularının mahiyetini değil, değerini ele alan bir
yaklaşımı benimsemiştir. Temel hareket noktası bireyi öne alan bir yaklaşım
olunca, doğal olarak sistem kaygısından uzak, yaşamın somut gerçekliğini
önemseyen bir felsefe ortaya koyduğunu söylemeliyiz. Gerek imanın paradoks
olduğunu, gerekse Tanrının bilgi nesnesi olamayacağını söylerken kalkış
noktasında teolojik tartışmalara yenilerini eklemek için değil, içerisinde
yaşadığımız dünyaya düşürülmekle uğradığımız dramatik durumla ilgilenmiştir.
Kendinden sonraki filozoflara bu bağlamda ışık tutan Kierkegaard, esasen
günümüzün yaşayan filozofudur. Çünkü insanı anlamak için onun en uzağından
değil; ona en yakından bakmasını bilmiştir.
Bizim
Kierkegaard’ı tezimize konu etmemizin temel nedeni Kierkegaard'ın yaşam
felsefesi ya da insan felsefesi olarak kurduğu paradigmasının insanın ruh
dünyasının imarına yönelik oluşudur. Modem yaşamın içtenlikten uzak, bireye
sırf gösteriş ve estetik yaşam biçimini salık veren yönünün farkına varan
Kierkegaard, insan varoluşuna, bu keşmekeşten kurtuluşunun adresi olarak dini
alanın kurtarıcılığını, yani iman alanını göstermiştir.
Tanrıya
iman konusunda tarih boyunca çeşitli yönelişler olmuştur. Rasyonel teolojilerin
yanında salt dogmatik teolojiler de hayat bulmuştur. Ilımlı fideist
yönelişlerin yanında akla hiçbir rol biçmeyen katı fideist anlayışlar da
olmuştur. Katı fideist gelenek içerisinde kabul edeceğimiz Kierkegaard ise
inancı, var oluşsal bir zaviyeden ele alarak soyut teoloji tartışmalarının
içinde fazlaca rol almaz. Onun için önemli olan, birey ve onun Tanrıya karşı
inancını değerli kılan şeydir. İnsanın bu dünyaya geliş biçimi ve Tanrısal
olana dönüş özlemi çekmesi, korku içerisinde, umutsuzca, hayal kırıklığı
yaşayan, kısaca var olma mücadelesi veren tekil birey için sonsuz kurtuluşa
duyduğu özlemdir.
İnsanı ve
bütün varlığı bir bütünün içinde algılanabilir bir dizge olarak bireysel
yanımızı hiçe sayan görüşlere karşılık bireyin bizzat kendisini ele alan
Kierkegaard, evrenin tümel bilgisinin ancak Tanrı tarafından bilinebileceğini
söylemiştir.
Ülkemizde
yeni yeni tanınmaya başlayan Kierkegaard, din felsefesi açısında varoluşçu
görüşleriyle ön plana çıkmıştır. Fideist bakış açısından hareketle dini
dogmaların saçma ya da paradoks oluşunu akıl tartışmalarına malzeme yapmak
yerine, inancın taşıdığı değer üzerinde durmuştur. Günümüzde teknolojik
medeniyetin genel ve tümel kavramları içerisinde bireysel benliğini unutan,
formalite bir yaşam içerisinde içtenlikten ve özden mahrum olan modem bireyin,
Kierkegaard'ın yaşam felsefesinden öğreneceği çok şey vardır. Kierkegaard'ın
din ve iman görüşleri, onun yaşam felsefesinin bütünlüğü içerisinde bir anlam
taşımaktadır. Kierkegaard için merkezi bir kavram olan “Ya... Ya da...”
seçmelerimizin yaşamda oynadığı roller üzerine oluşturulmuş bir kurgudur. Bu,
iradenin sürekli sınanması anlamında dini yaşantıyı mı yoksa insan nefsini
okşayan zevk hayatını mı tercih edip
etmediğinin
göstergesi sayılır. Bireysel sorumluluğumuzu, toplumsal ödev anlayışına katmamız
da yeterli olmaz. Kısaca insana düşen vazife, bu dünyada özgür bir atılımla
iman alanına kendini akıl-dışı yollarla bırakmaktır.
Bizim
burada imanın paradoks oluşunu ele alırken hareket noktamız, soyut teoloji
tartışmalarına yenilerini eklemek değil, inancın insan hayatı açısından değeri
üzerine yoğunlaşmak ve insanın da iman için yaratıldığı görüşünü anlamaya
çalışmak olmuştur. Tanrı-insan ikilemini mutlak paradoksal varoluşçu bir ayrıma
tabi tutan Kierkegaard, yerleşik inançları, ön yargıları ve genel kabulleri
tartışma alanına sokarak onların tıpkı Sokrates gibi sorgulanmasını
sağlamıştır. Her çağın bir Sokrates’i olması gerekiyorsa, yaşadığı yüzyılın
Sokrates’i de mutlaka Kierkegaard olmalıdır. Gündelik yaşantımız içerisinde
akıp giden hayata kendimizi kaptırıp değer ve manevi dünyadan uzaklaşan
benliğimizi uyaran ve bir inanç refleksi aşılayan Kierkegaard, felsefesiyle
aramızda sürekli yaşayacağa benziyor. Renkli ve iğneci üslubuyla Sokrates gibi
sorular sorarak yerleşik düşünce dünyamızı sürekli teyakkuz halinde tutan
Kierkegaard, yaşadığımız yüzyılın canlı filozofudur.
Yazım
ve düzeltmelerde emeği geçen Yunus AKYÜREK’e ve Emin Yayınlarına da teşekkür
etmeden geçemem. Böyle renkli bir şahsiyetin felsefesini tez konusu edinmeme
vesile olan, tez danışmanım ve hocam Prof. Dr. Zeki ÖZCAN’a, geniş hoş görüsü
ve yönlendirmelerinden dolayı sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum.
Ahmet
BAYINDIR
Eylül-2006
GİRİŞ
Biz bu
çalışmamızda Kierkegaard'ın iman konusundaki görüşlerini ele almak istiyoruz.
Ancak bunun için önce filozofun dine ilişkin düşüncelerinin belirlenmesi
gerektiğini düşünüyoruz. Bu görüşlerin de imanla bütünlük taşıyacak bir tarzda
incelenmesinin doğru olacağı kanısını taşıyoruz. Öncelikle şunu belirtelim ki,
Kierkegaard'ın din ve iman konularındaki düşünceleri, gerçekten de dikkate
değerdir. O, kendisinden sonraki bazı filozoflara, özellikle var oluşçu
felsefelere ilham kaynağı olmuştur. îleride göreceğimiz gibi, varoluşçu
felsefelerin başlangıcını bazıları her ne kadar Sokrates’e kadar geri götürse de
aslında bu, doğru değildir. Çağdaş düşüncenin antopo-sentrik diyebileceğimiz
bir akımı olan varoluşçuluk, gerçek anlamda var oluşçuluk, Kierkegaard’la
birlikte başlamıştır. Kierkegaard'ın genel olarak din ve özel olarak iman
konularında ortaya koyduğu fikirler belli kavramlar etrafında örgütlenir. O
nedenle söz konusu temel kavramları iyi anlamamız gerekmektedir. Bu anahtar
kavramlar şunlardır: îç daralması, kaygı, estetik, etik, kesinlik (Certainity),
seçme(ikilem), öznellik(subjektivite) ve nihayet paradoks. Bunlar sadece
Kierkegaard’da değil; daha sonraki var oluşçu filozoflarda da taşıyıcı
kavramlardır. Kierkegaard düşüncesinin kuramsal çerçevesini (paradigma) bu
kavramlar oluşturur. Onlar sadece Kierkegaard'ın metafizik düşüncesini ifade
etmeye yaramazlar; ayrıca dine ilişkin görüşlerinin de sınırlarını çizip yönünü
belirlerler. Bu yüzden tezimizde onların ağırlıklı bir yeri olacaktır. Adı
geçen kavramlara baktığımızda şunu görürüz: Bireyin var oluşunun dramatik ve
gizemli bir yapısı vardır. Filozofumuz bu yapıyı renkli kişiliğiyle ve ironik
belagatiyle ortaya koymuştur; son derece zengin bir retorikle anlatmıştır.
Bireyin varoluş gizemine kendini kaptıran, sistem karşıtı bu filozof,
metafiziğin bütün konularıyla ilgilenmek yerine sadece yaşam ve değer
kavramlarıyla ilgilenmiştir ve bunu yaparken de renkli ve iğneleyici üslup
kullanmıştır.
Kierkegaard,
Tanrıbilim problemleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Ona göre insan, evrende sıkıntı
çekmekte ve umutsuzluk içinde yalnız kalmaktadır. Tanrı, insan, evren, zaman,
sonsuzluk gibi kavramların anlamları üzerinde bir uzlaşma yoktur. Bu durum,
ortaya
belirsizlik çıkarmaktadır. Bu belirsizlik de kişiyi bunalıma sokmaktadır;
hayatı bir kargaşaya dönüştürmektedir; sonuçta kişide bir iç daralması meydana
getirmektedir, îç daralmasının sonunda ortaya çıkan sıkıntı, ruhsal anlamda
kaygıya dönüşmektedir. Bireyi kaygıya düşüren bir diğer ve bize göre daha da
önemli bir nokta ise Tanrı’nın ve inanca konu olan şeylerin bir öğretiye
dönüştürülmek istenmesidir. Diğer bir deyişle inancı nesnel ve akla uygun hale
getirme girişimleri şiddeti kişiden kişiye değişen kaygıya nedeni
olabilmektedir. Kolayca görüleceği gibi Kierkegaard, sistem karşıtı bir
filozoftur. Onun sistem karşıtlığı sadece William James gibi deyim yerindeyse
a- teolojik bir tutum takınmakla sınırlı değildir. O aynı zamanda metafizik
konularda da sistemci düşüncenin karşısındadır. Bu özelliğiyle de biraz Kant’ı
andırmaktadır. Ancak onun eleştirel düşüncesinden ayrıdır. Deyim yerindeyse,
Kierkegaard, Kant'ın evrensel ahlak yasasının yerine yeni bir yasa, varoluş
yasasını koymuştur. Bu özelliğiyle entelektüalist bir düşünümden çok psikolojik
bir tutumu temel almıştır. Ona göre evrenin tümünün bir akli izahını yapmak
mümkün değildir. Bunu Kierkegaard temel bir ilke olarak kabul eder. Böyle bir
ilke kabul edilince, kabul edilen doktrin zorunlu olarak bir sistem özelliği
taşımamalıdır. Yukarıda dile getirdiğimiz iç daralması, ölümcül bir hastalığın
verdiği acıyla, ölmek isteyip de ölemeyen kişinin durumuna benzetilmiştir. Birey,
fizyolojik olarak ölmese de psikolojik olarak her an ölür.
Devlet
dininin (Hristiyanlıgın), ortaya koyduğu çözümler sıkıntı ve kaygıyı ortadan
kaldırmaz. Çünkü onlar sahtedir ve özden mahrumdur. Kurumsal din, karikatürize
bir içeriğe bürünmüş, topluca yapılan bir aldatmaca oyununa ve Tanrıyla gerçek
bir dalga geçmeye dönüşmüştür. İçerisinde tutkulu duygulanımların olmadığı,
yüzeysel, içebakıştan yoksun her türlü ritüel, kişiyi kurtuluşa götürmez.
Aksine bunalıma ve umutsuzluğa sevk eder. îç daralmasından kurtulmak için,
devlet dinlerinin ya da kurumsal dinin istediği dindarlık tiplemesinin dışına
çıkmak gerekir. Çünkü bu dinler; bireyin özgür katılımının yerine, nesnel ve
sıradan bir bağlanmayı istemektedirler. Bu durumdaki birey ise sıkıntıdan ve iç
daralmasından kendini kurtaramaz. İçerisinde özgür öznel bir atılımın olmadığı,
nesnel katılım süreçleri, sıkıntıyı gidermez, giderek sıkıntının kaynağı olur.
Sıkıntı derinleştikçe umutsuzluk baş gösterir. “Umutsuzluk ise
günahkârlıktır”. Mümin, hem mümin kalarak ve hem de umutsuzluk içinde
yaşayamaz. Bu umutsuzluk ve sıkıntılardan günümüzün bilimsel
argümanlarıyla
da kurtulmamız söz konusu değildir. Kurtuluş, varoluşu eline alabilen mümin
bireyin hakkıdır. “Ben“ olma cesaretini gösteremeyen, yani Tanrı karşısına
çıkma cesaretini gösteremeyen mümin olamaz. Umutsuzluğa sürüklenen, benliğini
kaybediyor demektir. Benliğini kazanmak için her şeyini kaybetmeyi göze
alamayan, imanı da kazanamaz. Bıçağı çekemeyen İbrahim, İshak’a da
kavuşamayacaktır.* İshak’a kavuşabilmenin ön şartı mümin olmanın şartlarını
yerine getirmekten geçer. İbrahim, umutsuzluğa düşseydi, imanın atası olamazdı.
İnsan, umutsuzlukla umudun sentezidir. İşte bu, diyalektiktir. Zıtların
diyalektiği. Kendi kurtuluşunu, sonluluğunun karşısında Tanrının sonsuzluğunda
aramanın diyalektiğidir. Umudunu aşkın olandan (Transandantal) kesen bireyin,
Tanrısal olandan uzaklaştıkça bunalıma sürüklenmesi doğal bir sonuçtur. Kendi
kurtuluşunu, Tanrının sonsuzluğu karşısında, kendi sonluluğunda aramalıdır.
Diğer
merkezi kavram olan estetik durum, insan hayatının iptidai bir evresini teşkil
eder. Birey, kendisi ve zevkleri için yaşamaktadır. Kierkegaard, estetiği
farklı bir şekilde anlamaktadır. Onda estetik olan, güzel olan (aisthetikos)
bir ideanm temaşasından çok, duyusal hazzı (hedone) harekete geçirir. Sanki bir
tür Epikurosçu özellik taşır. Kuralsız, bencilce ve hazzın duygulanımlarına
hitabeden estetik durum, tehlikelidir de. însam bencillik ve hazzın pençesine
düşüren bu saf estetik düşünceler, temelden mahrumdur. Estetik evre; iptidai
zevklerin kişiyi kıskacına aldığı, bayağı bir noktadır. Tıpkı Faust’un
serüveni, Don Juan'ın aşk destanı gibi. Kierkegaard, gençliğinin umursamaz
dönemlerini estetik dönem olarak görür. Bireyi umutsuzluğa ya da iç daralması
olarak ifade ettiği duruma, estetik durum sokar. Birey bunun farkına vardığında
bu haller kendisinde tezahür eder. Estetik, insanın geçici bir oyalanma süreci
olmalıdır. Çünkü hazzın ve kuralsızlığın egemen olduğu estetik durumun
deymumeti, insan hayatının sarsıntılı ve sallantıda oluşuna işaret eder.
Estetik, günaha yakınlık anlamı taşır. İnsan hayatında umutsuzluğun var olduğu,
hem de ölümcül olarak daimi bir ıstırabın yaşandığı evre, estetik evredir.
Bilinçli her seçimden mahrumiyettir. Aşkın(muteal) bir gayeye adanmış seçmeler
değil, günahın ve erdem-dışılığm yoluna hizmet etmektir. İnsan
hayatının daima bilinç içeren seçmelerden uzak kalmaya mahkûm olması, bunalımın
tam da yer etmesi demektir. Bu durum uzadıkça ızdırap derinleşir ve umutsuzluk,
ölümcül hastalık halini alır.
Estetik
hazlar, bir çeşit maskeler olarak da kabul edilebilir. Hayatın gerçek acılarını
maskeleyen bazlardır. İnsan, bu kuralsızlığın egemen olduğu estetik içinde
gerçek acılara ve hayatın gerçeğine şahit olamayacaktır. însan hayatı Tanrıya
adanmasıyla mutlak manada kurtulmuş olur. Yegâne hakikat de budur. Gerçekten de
Tanrıya adanmış hayatlar mutlak şahitlerdir. Hakikatin şahitleri onlardır.
Çünkü onlar Tanrıya karşı mutlak vazifeyi tam manasıyla yerine getirmişlerdir.
İnsan ruhu ait olduğu mevkie kavuşmakla ancak sükûn bulabilir. Ruhumuz, haz
maskesi altında gerçek acıyı kapatan bu sahtelik karşısında, Tanrıya kavuşmakla
huzur bulur. Artık Tanrı katında işleyen nizam, yaşarken akıllarımıza hitap
eden şekilde değil de mutlak kudretin adaletiyle hüküm sürer. Kısaca estetik
hayat, kişiyi dünyevi yetersizliğin ve bağımlılığın kıskacına alarak,
gerçekleri görmesini engeller. Gerçeğin özü de Tanrıya adanmışlıktır. Tanrıya
kendini adayan şehit de hakikate şahitlik yapmış bir iman eridir. îman şövalyesidir.
İman gücü, estetik hayata müsaade etmez ve sıkıntıya, kaygıya yol açan
maskeleri ortadan kaldırır. Bunu da akli olmayan unsurlardan örülü Tanrısal
alanın gücüyle gerçekleştirir.
Etik evre
ise iyi ve kötünün netleştiği, yani kuralların egemen olduğu evredir. Birey,
burada normların tanımına dâhil olmuş bireydir. Bu ahlaki kurallar, evrensel ve
nesnel bir içerik taşımaktadırlar. Kişi bunlara uymakla yükümlüdür. Nedensiz
bir bağlanışın gerçekleştiği evredir. Ödev ve sorumluluk taşıyan birey, etik kuralların
mutlak uygulayıcısı durumundadır. Bu durum bireyin üstünde ve onu aşan
niteliktedir. Bireyin seçimine bırakılmış tercih imkânları(seçmeler) yoktur ve
fakat toplumun veya tarihin dikte ettiği ilkeler vardır. Bu ilkeler dünyasının
ötesine uzanarak Kierkegaard'ın gizli gündeminde “dini alanın” mutlak gerçek
alan oluşunu söylemek istediğini hissetmekteyiz. O, gerek estetik ve gerekse
etikle ilgili düşüncelerini, hep “dini alanın” mutlak kesinlik taşıyan yegâne
gerçeklik alanı oluşunu ifadelendirmek için bu fikirleri ortaya koyduğunu
düşünmekteyiz. Onun gayesi, dini olanın kurtarıcı özelliğini vurgulamaktı.
Bireysel seçimin estetik ve etik yargılarla çelişmesinden kalkarak tutarlı bir
din görüşüne sıçramayı denemiştir. Temel sorun neye karşı sorumlu olduğumuzdur.
Etik yargılar, toplumun, tarihin ve devletin bireylerden uymalarını beklediği
mevzuları içerir. Devlet de toplum da bireyden hep itaat bekler, böylece uyumlu
itaatkâr kişi kurtulduğunu zanneder. Zamanla bu durumun hiç de böyle olmadığını
anlayan bireyin, bundan sonraki hikâyesini Kierkegaard; kendi yaşamından izler
taşıyan örneklemelerle bize anlatmaktadır. Kısaca, saf ahlaksal görüşler,
nesnel ve evrensel içerikli bağlanış biçimleri ya da sisteme uygunluk adına
yapılan içtenlikten uzak roller, temelsizdir. Bireyi, diğerine karşı bağlayan
bağın etiksel yönü yoktur. Bu bağ, ancak Tanrısal bağdır. Ve birey kendi var
oluş endişelerinden hareketle “etik olan” la ilişki içindedir. Dolayısıyla
birey, evrensel olanın üzerindedir, ondan yücedir. Bireyin kendi yaşamını
anlamlandırma girişimi, onun etik dünyasını da meydana getirmiş olmaktadır.
Seçmeler, etiğin içerikleri olarak bireyin kontrolüne bırakılmaktadır.
İnsanın
içinde bir sürü cevap arayan nokta vardır, fakat bunların içerisinde en fazla
“kesinlik” arayışı vardır ki bu çok can alıcı ve sahici bir durumdur. Çok temel
bir noktadır. Düşüncelerinin temellerini inşa ederken Kierkegaard, seçme
kavramına büyük vurgu yapmaktadır. Bütün mesele sorumluluğu üstlenip varoluşu
yakalamaktan geçiyor. İbrahim in tam olarak yaptığı da budur. Kierkegaard'ın
önümüze sunduğu şey, hep bir ikilem formunda sunulmaktadır. Ya/ya da şeklinde
formüle ettiği şey, hep insanın yazgısının kalkış noktasıdır. Ya şu ya da budur
seçmenin alternatifi. Daha da somutlaştırmak gerekirse demektedir ki
Kierkegaard; ya estetik ya da etik bir hayatı seçebilirsin. Ama ne estetik ne
de etik seni hakikate ulaştırmaz. Gerçek seçim tutkuyla Tanrıya adanmışlık
yönündeki seçimdir. Bu bazen ahlak kurallarıyla çatışan bir noktada durmayı
zorunlu kılsa da tanrısal olanın inayetiyle birey her türlü prensipten
üstündür. Bu ancak bilinçli bir seçimle olmalı ve sorumluluk duygusuyla hareket
edilmelidir. Burada varoluşun yakalanabilir bir şey olması varoluşçuluğun
temellerinin Kierkegaard tarafından ortaya konulduğuna işaret etmektedir.
Bilinçli bir seçimle nasıl bir kurtuluş sağlanabilir ve bu seçim, kişiye nasıl
bir sorumluluk yüklemektedir. Seçme ediminin boyutları, dünyevi ve hazsal
duygulanımlarla ahlaki normlar ekseninde cereyan eder. Ama yukarıda da söylediğimiz
gibi ne estetik ne de etik bireyi bunalımdan kurtarmayacaktır. Dini evreye
sıçrayamamışsa bir seçme edimi, kendi üzerine kıvrılmakla kalır ve kesinlikten
uzaklaşır. Bu ise sıkıntıya, kaygılı korkuya, iç daralmasına ve nihayet
umutsuzluğa davetiye çıkarmaktır.
îç
sıkılması ve kaygılı korku, insanın kendini Tanrı önünde hissetmesine ve var
oluşunun uyanmasına vesile olacak bir kaynak şeklinde karşımıza çıkar. Her
insanda yerleşik olan iç sıkıntısı, bu iç sıkıntısıyla yüzleşebilen kimselerin,
varoluşlarının uyanık bir bilincinde olmalarını sağlar.[2]
İnsanın çıkmazdan, bunalımdan, iç sıkıntısından kurtulması için tek çözüm,
inanç sıçraması yani iman hareketini gerçekleştirmesidir. Bu gerçek bir
özgürlük edimidir. Özgür edim de “özgür atılmaya, bilinmeyenin içinde ileri
doğru bir sıçramaya benzer”. Bu ise düşünceyle bağlantılı bir şey olmayıp,
bizzat düşünceye aykırılıktır. Düşüncenin olduğu yerde inanç olmaz. Ona göre
dinlerin(Hıristiyanlık) öne sürdüğü kanıtlar geçersiz ve gereksizdir. Tanrı,
tutkuyla yaşanılan bir varlık olduğu için bizim kanıtlarımız dayanaksızdır.
Kesinliği, başka her şeyden daha kesin olan bir şeye inanç, kanıtlanabilir bir
şey olamaz. Çünkü Tanrı kanıtlanmaya ihtiyaç duymayacak kadar kesindir. Tanrı
düşüncesi, insanı bütün kesinsizliklerden kurtarır ve tinsel bir doyuma
ulaştırır. Bu, kilise ve devlet gibi kuramların ortaya koyduğu bir çeşit
karikatürize din anlayışlarıyla olacak şey değildir. Din ve devlet, yani resmi
kilise ve telakkiler, bireye toplu bir katılımın şuursuzluk gücüyle hareket
etme ve sahte doyum sağlama peşindedirler. Tekil var oluşu atlayarak dini
hayatı kotarmak için bir tümel bütünlüğe yönelmek, beyhude bir çaba ve
istihzaya konu olacak bir şeydir. Birey, sübjektif yönüyle değerlidir. İnsan
hayatı biriciktir ve Tanrı’ya adanması gerekir. Çünkü içerisinde kesinlik
barındıran yegâne dinginlik yeri tanrısal alandır. Bu ise kişisel çabaları
önemsemeyi gerekli kılar. Birey, tekil birey olarak önemlidir. Ama Tanrıya
adanmış olmak ise onu bilinmeyenin içindeki bir sıçramayla kurtuluşa ermesi
anlamına gelir.
Kierkegaard’ı
önemli kılan şey; dini düşünceler bakımından ortaya attığı fikirlerin özgün ve
çağcıl oluşudur. İnsan için dini kategorinin esas oluşunu çok ironik bir dille
anlatmıştır. Belki de Kierkegaard'ın çağları aşarak sesini günümüze kadar
duyurabilmesindeki başarı, ironik üslubunun etkili ve büyüleyici oluşudur. O,
gerçek ironinin, Hıristiyanlığın verdiği dini eğitimin bizzat kendisi olduğunu
fark eder. Ona göre yürürlükteki Hıristiyan öğreti tam da idillik bir mitolojidir(mythologie
idyllique). Sadeleştirerek söyleyecek olursak “kutsalla masumane dalga geçilen
bir oyun”dur. İçtenlikten ve bireyi esas almaktan uzak klasik Hıristiyan
ayinlerinin bir çeşit kutsalla alay etme olduğunu ilan etmesi ve adını koymadığı
var oluşçu düşünceleri, bir bakıma onu Protestan varoluşçu ilahiyatçı kabul
etmemizi gerektirmektedir.
Kierkegaard,
bir sistemci filozof ya da rasyonel teoloji savunucusu değildir. Aksine Tanrı
düşüncesinin akılla izah edilebilecek bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.
Akıl dizgesi başka, inanç evreni başka türlü işler. Düşünce ve gerçeklik
birbirine karşıttır. Düşüncenin mantığında birbirini izleyen sebep sonuç
bağlantıları ve bir tutarlık var olsa bile bu, yaşamla sürekli bir uyum
göstermez. İnanç, gerçeğin ta kendisidir. İnanç gerçeği, akla aykırı unsurlar
ihtiva edebilir. Hatta bu akla aykırılık olmasa inanç da olmaz. Gerçeklik
karşısında akli sistemler kurmak beyhudedir. Çünkü yaşadığımız sürece, evrimsel
süreçlerden geçeriz, bu da sürekli bir kesinsizlik yaşadığımız anlamına gelir.
Akıl, insanın iç sıkıntılarının kaynağını çözebilecek çareler üretmek bir yana
insanı daha da sıkıntılar içerisine sürükler. İç sıkıntılarımızın kaynağında
kesinlikten yoksunluk vardır. Bu ise bizi kesinliğin mutlak olduğu kaynağa yani
Tanrıya götürmeli ve tutkuyla ona bağlanmalıdır. Bu kesinlik arzusu bireyin
Tanrıya doğru yönelmesini ve mutlak teslimiyeti gerekli kılar. Ancak hakikatin
şahidi o zaman olabilir. Dramatik öğelerden ve tutkudan yoksun burjuva
Hıristiyanlığı, hakikatin yanından bile geçirmez insanı. Korku ve titremeyi,
günaha eğilimi (tentation), ruhsal çöküntüleri ve ahlaksal yıkıntıları yaşamış,
fakir, sefalet yaşayan, hor görülen, dalga geçilmiş, aşağılanmış insan,
hakikate şahitlik yapmıştır.
Bizim
burada Kierkegaard'ın imanı bir paradoksal problem olarak ele almasını tez
konusu yapmamızın bir nedeni, insan tekini direk ilgilendiren çok sahici ve
temel bir problem olan, iman konusu olmasıdır. Ona göre İman, içinde özgür bir
hamlenin gerçekleşmesiyle var olur. İçtenlikten uzak, topluca katılımların
sağlandığı törensel edimler, imana layık olabilecek bir nitelik taşımazlar.
Ayrıca dış dünyanın (toplumun) beklentilerinin determine ettiği belirlenimler,
sahici ve tutkuyla yoğrulmuş bir mümini tatmin edecek şeyler değildir. O halde
insan varlığını tanrısal olandan uzaklaştıran birçok gereksiz şey vardır. Bu
şeylerden, ruhumuzu Tanrısal dünyadan uzaklaştırmayı hedef edinmiş, bu
faniliklerden kurtarıp, iman yoluna adanmak gerektir. Bu iman yolu, zahmet ve
bedel yoludur. Tıpkı imanın atası olan İbrahim’in serüveninde gördüğümüz gibi.
İman yoluna girmiş birey için artık sonsuzluğun, kesinliğin ve mutlaklığm
özgüveni telkin olmuştur. Dış dünyanın kayıtsızlık kanununa karşı Tanrısal
âlemin güven ve adalet duygusu ilham eden ilahi evrenine yaklaşmıştır. Tanrısal
olana ait olmak isteyişin verdiği duygu(iman), tinsel olanın kurtarıcılığını da
belgitler. “Orada artık sonu olmayan bir ilahi düzen hüküm sürer. Yağmur, hem
haklının hem haksızın üzerine yağmaz, burada güneş hem hayır sahibinin hem de
günahkârın üzerinde parıldamaz. Burada her şey yerli yerine oturur: Yalnızca
çalışan ekmek kazanır, yalnızca muzdarip olan dinginlik bulur, yalnızca soyunu
ruhlar diyarında sürdüren sevgilisinin imdadına yetişir, yalnızca bıçağı çeken,
İshak’a kavuşur”.[3]
Öte yandan
Kierkegaard, Tanrı-insan ikilemi konusunda kendi düşüncesinin bütünlüğü
içerisinde bir anlamlandırmaya gitmiştir. Paradoks kelimesi onun için
vazgeçilmezdir. Çünkü Tanrısal varlık alanıyla insani varlık alanın irtibatını
sağlayacak zemin basit bir düzlem değildir. Dolayısıyla bu ikilemi ortaya
koyabilecek olan kavram, paradoks kavramıdır. Bu kavrama ontolojik bir anlam
yükleyerek paradoks kelimesinin manasına bir genişleme getirmiştir. Tanrı-insan
ikilemi bir bakıma paradoksal kabul edilerek meselenin girift yanı
sadeleştirilmek istenmiştir. Kısaca burada “anlama”ya ve Tanrısal olana
katılmaya yönelik bir çabayı görüyoruz. Bireyin ansal varlığı ile Tanrının
sonsuz oluşu gerçeği, paradoksal bir düzlemde ele alınmadığında ortaya daha
başka meselelerin çıkması aşikârdır. Bu sebepten dolayı “paradoks”, bir can
simidi gibi Kierkegaard'ın imdadına yetişmiştir.
Kierkegaard’ı
iman görüşleri dolayısıyla ele almamızın yanında onun modem zamanların meşhur
problemlerini de ele alması bizi böyle bir konuyu incelemeye sevk etmiştir. Var
oluşçuluğa ilham veren, bireyin benliği yaratma ve kendini gerçekleştirme
durumunda oluşunu yıllarca önce dile getirmesi, onun incelenmeye değer orijinal
bir düşünür olmasını sağlamıştır. Kierkegaard, insanın özgürlük ya da kurtuluş
aracı olarak gördüğü üçlü evreyi diyalektik bir süreç şeklinde ortaya
koymaktadır.
Estetik
evre; iptidai zevklerin kişiyi kıskacına aldığı, bayağı bir nokta; tıpkı
Faust’un serüveni, Don Juan'ın aşk destanı gibi, etik evre ise iyi ve kötünün
netleştiği yani kuralların egemen olduğu evre; üçüncü ve son evre ise Tanrısal
bir deneyimi içerir. Bu evre insanı etik prensiplerin ötesine götürür. Böylece
İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etme hikâyesinde sembolleşen iman ediminin
dehşetengiz görüntüsü, bize imanın bir bedelle beraber kazanıldığını gösterir.
Kierkegaard, "öznellik gerçektir, gerçeklik özneldir” derken varoluşun
gerçekleşmesinin, insan bilincinin kendinden başlayarak yarattığını söylemesi,
iman tecrübesinin bireyde nihai gerçekliğin kendisi olduğunu göstermesi
bakımından çarpıcıdır. Burada öznel gerçeklik tecrübesinin gerçekleşmesinde
rasyonel bir edimin yeri yoktur. Çünkü özgür edim "bilinmeyen içinde bir
sıçramayla” gerçekleşir. Hegel’in gerçeği bütünü ile akılsal ilan etmesine karşılık
Kierkegaard, gerçeğin irrasyonel oluşunu ilan eder. Ona göre inanç akla sığan
bir olgusal gerçeklik değildir. Nesnel bir incelemeye tabi tutulamaz. Çünkü
akıl dışı unsurların akılla uzlaşması çabası beyhude bir çabadır. İnancın
nesnesi, bizzat akla aykırılıktır. İnanç, akli düzleme indirgenemez. İnancın
paradoksal oluşu Tanrısal olanla fani oluşun paradoksudur. Paradoks,
Tanrı-insan ekseninde var olmaktadır.
İnanç,
ahlaki yargılarla da çatışabilir. Hâlbuki ahlaki prensipler, genel geçerdir ve
tartışmaya konu olması dahi sakıncalıdır. Etik, evrenseldir ve birey ona tabi
olmakla kurtulur. Fakat Kierkegaard bu noktada inancın gücünün, evrensel olanı
rafa kaldıracak denli güçlü olduğunu ilan eder. Etik olan Teolojik olarak
askıya alınabilir. Sürekli bir prensip olarak değil, geçici bir sürecin
yaşanabilmesi için. Tıpkı FIz. İbrahim’in İshak’ı Tanrı adına bizzat Tanrı’nm
emriyle kurban etme noktasında oluşu gibi. Bu dramatik olay, İbrahim’e imanın
atası olma makamını bahşetmiştir. Çetin bir süreç ve varolma mücadelesi, insanı
sonunda kurtuluşa götürmektedir. İman, paradoksal bir kalıpta ulaşılması
gereken bir kutlu sondur. Ancak o zaman değer kazanır. Bıçağı çeken İbrahim
İshak’a kavuşabiliyor. Her ne kadar insanın yeryüzündeki tarihi varoluş
biçimine aykırılık teşkil ediyor görünse de iman, paradoksal bir içerik
taşımaktadır.
Bütün
hikâye’nin dayandığı temel; paradoks kavramında düğümlenir. Kierkegaard'ın
paradoksu’nun özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Paradoks,
iki karşıt var oluşsal varlık arasındaki ortak ilişkiye gönderme yapan bir
kategorik kavramdır.
Paradoks,
göreliden ziyade mutlaktır.
Paradoks,
geleneksel mantık anlamındaki akıl kavrayışının ötesindedir.
Paradoks,
akim nesnesinden çok inancın nesnesidir.[4]
İnsanın var
oluş noktasında pasif oluşunu ve buna karşılık Tanrının belirleyici konumu
karşısında uzlaşımsal bir noktanın var olup olmadığını anlamamıza yardımcı
olacak kavram, paradoks kavramıdır. Bu çetin mesele başka herhangi bir kavramın
içeriğine sığmazdı.
İnsanın
bireysel varlığı çok önemlidir. Bireysel var oluşu yakalayabilmek ya da kendini
gerçekleştirebilmek zor bir iştir. Hayat, daima ikilemleriyle bizi zora sokar.
Bir sistem; sonsuza kadar bizi tatmin etmez. Gerçeklik önünde düşünce sistemi
cılız çözümler üretir. Birey, daima evrimsel olarak değişir ve gelişir. Hayatı
ileri doğru yaşarız. Akıl yeni durumlara karşı bize garanti veremez. İnanç,
Tanrıyla mutlak bir ilişkiyi mümkün kılan özelliğiyle aklı, saf dışı tutar.
Kierkegaard
için “yaşayan” filozof tabirini kullanmak hiç de abartı değildir. Fikirleri
canlı ve günümüze ışık tutar niteliktedir. Akla karşı tezler üretmesi bir yana,
yaşamın, bireyin ve dini alanın değerini ortaya koyması halamından çok
önemlidir. Onun Din Felsefesine olan katkısı bu bakımdan çok dikkate değerdir.
Nesnellik ve evrensellik kaygılarıyla toplundan, belli dini klişeler
çerçevesine hapseden, gösteriş içerikli resmi din anlayışları, samimi ve
sahicilikten uzak, bireyin seçmelerinin dikkate değer oluşunu atlayarak, onun
“kendilik bilgisine” ve diğer tabirle söyleyecek olursak kendini
gerçekleştirmesine karşı durmaktadırlar. Boş inançlarla halk, belli bir hizaya
getirilerek gerçek dini duyguları yaşamak yerine, karikatürize olmuş, bir toplu
bilinç kaybına uğratılmaktadır. Bunu dile getirirken kullandığı iğneleyici, heyecan
veren, sezgi dolu, deruni ve geveze üslubu, tepkileri üzerine çekmiştir. Fakat
bize göre Kierkegaard'ın bu iğneli üslubu, onu renkli bir şahsiyet yapmış ve
düşünce tarihinde orijinal bir kişilik olarak kalmasını sağlamıştır. Dini
düşüncelerinde Tanrı-insan birliğini anımsatan, mistik öğeler ve dehşet
anlarını tasvir etmede kullandığı üslup ile Kierkegaard, izlenmeye layık
biridir.
Kierkegaard,
ne on dokuzuncu yüzyılın idealizmine ne de materyalizmine yakın duruyordu,
kendine özgü var oluşsal söylemiyle sanki yaşadığı yüzyıla ait değildi. Zaten
sonraki dönem var oluşçu felsefelere olan etkisi göz önüne alınınca çağını
aşmış bir yaşam felsefesi geliştirdiğini iddia edebiliriz.O adeta anlaşılmamak
üzere yazmaktadır. Böylece kaçınılmaz olan yanlış anlaşılma riskini ortadan
kaldırdığını düşünür. Buna uygun olarak anlatımında net önermeler ve söylemleri
değil, paradoksları kullanmıştır.[5]
BİRİNCİ
BÖLÜM
KİERKEGAARD
VE VAROLUŞÇULUK
Varoluşçuluğun
genel karakteri, tanımlanamayan bir var oluş, herhangi bir spekülatif bilginin
konusu haline getirilemeyen, tekil, bireysel kategorinin öne alınması olarak
görülebilir. Bunun yanında bireyin tanımlanmasında soyut, nesnel, bilimci
yaklaşımlar yerine varoluşsal bir yaklaşım sergilemek olarak da özetlenebilir.
Yaşamı, şunu değil de bunu seçmekle baş başa bırakıldığımız bir ikilemler
dünyası olarak yahut seçmeye bağlı olarak Özneden hareketle öznel değerlerin
ehemmiyetini ortaya koymak olarak alırsak, varoluşçuluğun öne çıkardığı şeyleri
daha iyi kavrarız. Hatta evrenin akıl verileriyle anlaşılır bir şey olmadığı,
saçma bir içerik taşıdığı da söylenebilir. Aynı zamanda varoluşçuluğu bireyin
ahlak kurallarından bile bağımsız kalabileceği gibi bir kuramsal düzlemde ele
aldığımızı, Kierkegaard’ı varoluşçu felsefenin ilk nüvesini oluşturan kişi
olarak kabul etmek durumundayız. Sistem karşıtı oluşu ve varoluşçuluğun temel
argümanlarını daha önceden dile getirmiş olması onu, var oluşçu felsefenin
fikir babası olarak kabul etmemizi zorunlu kılmaktadır
Sistem
karşıtı oluşu ve var oluşçuluğun temel argümanlarım daha önceden dile getirmiş
olması onu, var oluşçu felsefenin fikir babası olarak kabul etmemizi zorunlu
kılmaktadır. Kierkegaard'ın varoluşsal dediği inancının temelinde, kendi
kişisel tecrübelerinin tutku ve duygulanımlarının yattığını söyleyebiliriz. Ona
göre, paradoks, hayatın diyalektiği ve aşkın halleri, iç âlemimizde ve insanın
derinliklerinde yatan şeylerdir.[6]
Kierkegaard,
varoluşu; tam da insanın varoluşu olarak algılar. Taşın ya da bir ağacın var
oluşundan ayrı tutmaz. Ama ikinci anlamıyla varoluş; hayat ve hayatın anlamı
demektir. Bir amaç olarak bu var oluş; “uğrunda yaşamam ve ölmem gereken bir
hakikat bulma” gerekliliğinden ayrılmaz. Kendini anlamak ve tanımak için “ne
yapmam gerek” ? diye soran bir kişinin yönelimidir bu var oluş.[7]
Hegel’in
varoluşu, bir akli sistem bütünlüğü içerisinde, bir kavram olarak ele almasına
karşılık Kierkegaard, varoluşun doğal mecrasını bulmasını sağlamak istemiştir.
Varoluşu, spekülatif bilgi bütününün salt bir kavramı olmaktan kurtarmak istemiştir.
Şöyle demektedir: "Spekülatif düşünce, var oluşu bilmez; onun için ‘var
olmak’, ‘var olmuş olmaktır. Varoluş, sonsuzun salt varlığında (püre being)
yiten ve yok olan bir şeydir. Spekülasyon, soyutlama olarak hiçbir zaman
varoluşla eşanlamlı değildir, bu nedenle varoluşu asla varoluş olarak
kavrayamaz, yalnızca geride kalmış bir şey olarak kavrayabilir. Spekülasyon
için varoluş beyhude bir şeydir, onun için yalnız salt varlık vardır.[8]
Kierkegaard'ın
din görüşlerinin de temel yaklaşımını belgitleyen bu görüşüne göre var oluş,
bir bilgi konusu değil, varoluş; canlı, dinamik doğasıyla mantık örgülerine
sığmayan, bilimsel tanımlamaların ötesinde bir şeydir. Bu yönüyle varoluş,
bünyesinde çelişkiler, garibelikler(paradoks), akla karşı tezler barındırır. Nesnellik
ve evresellik özelliği sergilemez. Varoluş, geriye doğru okunan bir şey değil,
ileriye doğru yaşanan bir gerçekliktir. ‘Şimdi ve şurada’, karşımda duran, yüz
yüze geldiğim somut gerçeklik, ancak ‘ben’den kalkarak ele alınabilen bir
gerçekliktir. Böylece varoluşun bir evrensel bilgiye dâhil edilemeyeceğinin de
kanıtıdır.
Kierkegaard'ın
özgün ve çağını aşan kişi olduğunu gösterir. Çünkü yaşadığı çağda yaygın
sistemci görüşlere aykırı biçimde varoluşu sistem dışına çıkarmıştır. Buna
benzer, varoluşun; çeşitli, birbirine benzemeyen ve her insan tekini ayrı ayrı
ilgilendiren gerçekliklere sahip oluşundan anlıyoruz ki varoluş, belli bir
düzenin kavramlaştırılmış, statik bir parçası olamaz. Ancak varoluş, kendi
olanakları içerisinde anlaşılabilen bireysel kategoriye dâhil olması gereken
bir gerçekliktir. Bir bilgi nesnesi değil bir uygulama alanıdır.
Varoluş,
evrensel bir muhtevaya sahip olmamakla, bilimsel bilgi alanının da dışında
tutulmuş olmaktadır. Bu, Kierkegaard'ın yürürlükteki Hegelyan telakkilere karşı
geliştirdiği bir tepkidir. Yalnızca felsefi kaygılarla oluşturulmuş bir tepki
değil, ileride de işaret edeceğimiz gibi dini alanın insan hayatında işgal
ettiği yer bakımından da yürürlükteki resmi din telakkilerine ve kurumsal
otoriteye karşı bir duruştur. İçtenlik ve doğruluk değerlerinin öne
çıkarılmasını kendine bir vazife kabul eden Kierkegaard, Hıristiyanlık dininin
ya da Tanrı’nm bir spekülatif felsefe konusu olmasına ciddi eleştiriler
getirmiştir. Onun bu tepkisi, sadece otoriteye ve onun dikte ettiği paradigmaya
değil, aynı zamanda kendi var olma tutkusunu yitirme aşamasına gelmiş, nesnel
düşüncenin veya evrensel akim bir parçası kabul edilmiş, kamusallaştırılmış ve
kitleselleştirilmiş modem insan tipinedir. Bu tepkilerin toplamından, Kierkegaard
felsefesinin temelini oluşturan var oluş düşüncesini ve bu düşünce etrafında
ortaya çıkan bireysellik, içsellik ve öznellik gibi kavramları elde ederiz.[9]
Kierkegaard,
var oluş alanları arasına kesin çizgiler koymak suretiyle hep bir “seçme”
edimini karşımıza çıkarır. Ya/ ya da şeklinde kategorize ettiği varlık
alanlarına bakış tarzı ile bir indirgemeciliğe de düştüğünü söyleyebiliriz. Ona
göre birey ya estetik karşısında etik; ya da etik’e karşı dini hayat
yaşıyordur. Bu kategorilerin sınırları kesin çizgilerle ayrılır. Bir varlık
alanında bulunan insan, diğer varlık alanına kolayca girip çıkamaz. Bu
indirgemecilik, onda bilmenin, anlamanın, farkına varmanın, düşünmenin değerini
alçaltır, onların yerine usdışını, absürdü ve paradoksu koyar. Bu çok da gerçekçi
görünmüyor. Absürd ve paradoks ne kadar hayatın gerçeği ise, akıl ve mantık da
o kadar gerçeğidir.[10] Buradan
anlaşılıyor ki bireyi öne almak için ortaya konan uç görüş, toplum ve
nesnelliğin alanı olan dışsal dünyayı hiçe saymaktadır. Bu da Kierkegaard için
bir nakısa sayılabilir. İçsellik ve bireysellik adına dışsal olanı hesaba
katmama ve nesnelliğe karşı duruş sergilemedir. Bu bir indirgemeciliktir.
Hayatı idame ettiren temel unsurlar içerisinde aklı aşan, akıl-dışı şeyler
olabileceği gibi, akıl dizgesi içerisinde anlamlandırılabilen, nesnel,
objektif, evrensel doğrular da vardır. Esasen akıl alanı, akıl-dışına
baskındır. Akıl-dışılık, arızi, ferdi ve geçici bir süreç olmalıdır. Hayatı
kuran bütün unsurların akıl-dışı bir temel üzerine kurulu olduğu görüşü pek de
isabetli görünmüyor.
Kierkegaard’ı
bu denli içsel maceraya sürükleyen şey, yaşadığı çağda her alanda olduğu gibi
dini alanda da geçerli olan Hegel Felsefesine karşı ortaya koyduğu tepki
olabilir. Çünkü İbrahim’in imtihan serüveninde gördüğümüz gerçek şu ki; söz
konusu Tanrı olunca akıldışı, absürt veya paradoks gibi görünen şeyler dini
form içinde aklı aşan bir seviyeye yükselmektedir. Hegel dizgesinin veya
Kilisenin, Tanrı ’nın akli ispat ve bilgi konusu yapılmasına karşı Kierkegaard,
var olmayı ya da varoluşu öne çıkarmayı istemiştir. O, şöyle demektedir:
“Bilgiyle uğraşmak yüzünden, var olmak nedir unuttuk.”[11]
Kierkegaard, bilgi karşısına varoluşu ve son tahlilde imanı koymaktadır. Çünkü
o, varoluşun en derin hakikatini, Dünya ile Tanrı, geçek ile ideal, anlık olan
ile yaşam bütünü, zaman ile sonsuzluk, inanç ile bilgi karşıtlıklarının
uzlaşmaz geriliminde bulmaktadır. [12]
Hâlbuki Hegel dizgesinde her şey belli bir akli tanımlamaya dâhil edilmişti.
Kierkegaard’a göre “varoluş dizgesi” var olamaz.[13]
Varoluş biricik yanıyla öznel, bireysel kategoriye dâhil olan bir
gerçekliktir. Bir dizgenin kavramsal bir parçası sayılamaz. Varoluş’un kendisi
akli dizgelere karşı akıldışı özelliğiyle bir alternatif gibi gözüküyor.
Fakat
Kierkegaard, sırf bir Hegel karşıtı söylem geliştirmek ve alternatif bir
spekülatif felsefe sistemi ortaya koymak gibi bir amaç için değil, dini alanın
belirleyiciliğini ortaya koyabilmek için usavurma(reasoning) yerine, paradoks
mantığını öne çıkarmaktadır. Çünkü inanç, içerisinde absürd ya da paradoks arz
eden unsurlar barındırmış olsa da bu, akli olanın kavrayışını aşan şeylerdir.
Varoluş, akılla kavranamayacak karakter içerir. Bir dizgeye varoluşu
sıkıştıranlayız. Esasen Kierkegaard'ın gündeminde gizli olan şey dini kategori
olarak oluşturmaya çalıştığı diyalektik evrenin son aşaması olan ve nihai
kurtuluşun yeri olarak gördüğü, dini evre’nin bir insan için ne kadar önem
taşıdığıdır. Bu dini evre de birey, akla sığmayan ve etik kurallara uymayan
durumlarla karşılaşsa da dini olanın kurtarıcılığına ya da sonsuzluğun yeri
olan Tanrısal olana yapacağı inanç sıçraması sayesinde gerçek bir varoluş
sergileyebilecektir. Kierkegaard, spekülatif bir bilgi teorisi geliştirmek
amacını taşımamaktadır. Onun amacı, tutkulardan örülü varoluşsal süreçlerden
geçirdiği yaşam felsefesine ulaşmaktır. Bu da bilinmezin içinde ileriye doğru
bir “inanç sıçraması” ile başarılabilir. Böylece Kierkegaard'ın
varoluşçuluğuna, inancın değerini ortaya koyan, hatta inanca varoluşsal bir
muhteva katan özgün bir hayat felsefesi kurucusu gözüyle bakabiliriz.
Kierkegaard’da
daima paradoksal bir şekilde ele alman varoluşçuluk, hastalıklı bir özellik
taşır. Bu hastalıklı yapı, varoluşun temelinde yer alır. Hem de ölümcül bir
hastalıktır: Incil’de anlatıldığına göre, “Lazar adlı bir adam hasta idi”.
(Yuhanna, 11) İsa’ya bu haberi verdiklerinde o, “Bu hastalık ölüm için değil.”
demişti. Ama Lazar öldü. Demek ki İsa’nın sözünün aksine hastalık ölümcüldü.
Fakat sonra İsa onu mezardan çağırdı ve Lazar dirildi. Şimdi bu hastalık ölümcül
mü idi? Özetle; Kierkegaard'ın varoluşçuluğu hayatın çelişkilerinin gergin
noktasında yer alır. Bu zıtlıkların bileşkesinden bir hayat felsefesi
kurmuştur. Varoluşun en derin hakikat noktası bu paradoksal yapının uç
noktalarıdır. Ona göre dünya ve Tanrı, gerçeklik ve ideal, anlık olan ile yaşam
bütünü, zaman ve sonsuzluk, inanç ile bilgi’nin uzlaşmaz geriliminde varoluşun
ta kendisi yer alır. Ona göre varlığın anlamı, bir çıfıt çarşısı dediği bu
dünyada değil, iç yaşamda yer alır. İç yaşamda ise korku, iç daralması ve
umutsuzluk bulunmaktadır.[14]
Ya/ ya da
formatmda sunulan bu varoluş olanakları, biri diğerinin alternatifi olan var
oluş kürelerinin zıtlığında ancak varoluş gerçekleşir. Seçme özgürlüğünü
bilinçli bir tercihten yana kullanma mecalini gösteren tekil birey, varoluşun
paradoksal yapısından bir diyalektiğe gidebilir. Daha doğrusu varoluşunu
gerçekleştirip onu eline alabilmesi için bilinçli özgür seçimi yapabileceği
atılımı gerçekleştirmesi gerekir. O, özgür atılımı, “bilinmezin içindeki bir sıçramaya”
benzeterek akıl dışı unsurların hayatta belirleyici konumuna işaret etmiştir.
Burada Kierkegaard'ın şüpheci yönü ortaya çıkmaktadır. Çünkü ona göre yaşam,
ileriye doğru gerçekleşir ve her zaman kesin sonuçlar doğurmaz. Bu kesinsizlik
içinde birey absürd olarak ifadelendirilebilecek psikolojik haller içinde biri
diğerine alternatif olan tercihlerden birini seçerek kendi varoluşunu kurar.
Eğer Hegel sistemleri ya da herhangi bir spekülatif dizgeye kulak verecek
olsak, bireye bırakılmış ne bir özgürlük alanı ne de herhangi akıldışı bir
sürprizle karşılaşmayız. Sonuçları ve sebepleri biri diğerini oluşturan,
kesinlik içeren rasyonel çıkarımlar, Kierkegaard felsefesinde yer almamaktadır.
Dolayısıyla Kierkegaad’ı bu sistem karşıtı yaklaşımından kalkarak, hayatı kuran
unsurların ayrıntı yönünü ve kişiyi direkt olarak ilgilendiren bireysel
kısımlarını önemsediği için, varoluşçu filozofların ilk örneği olduğunu
söylüyoruz.
Kierkegaard’a
göre dizgenin göz ardı ettiği en önemli şey, benim seçim yapma ihtiyacımdır.
Hegelin dizgesinde seçime yer yoktur. Çünkü her şey diyalektik-kurgusal olarak
belirlenir. Hegel’in mantık bilimi her şeyi açıklıyor gibi görünür, ancak kendi
yaşamım, yaşam-formunu seçen varoluşçu birey dizgenin dışında kalır. Bu durum
Kierkegaard’a göre şaşılacak bir durum değildir, dizge ve varoluş bağdaşmaz.[15]
Kierkegaard
felsefesinde varoluş tecrübesinden hareketle birey kendi yaşamının efendisidir.
Kendisini anlama konusunda bir sanatçı gibidir. Bilim adamından farklı olarak,
“varoluştan ve çelişkiden kendisini soyutlayamaz, onların içindedir.”[16] Var
oluştan soyutlamak, zorluğu ortadan kaldırmaktır, fakat varoluşun içerisinde
bir anda bir şeyi anlayacak şekilde kalmak, kendini anlamak değildir. Ancak uç
karşıtları bir arada anlamak ve kendini onlar içerisinde anlamak için var olmak
zordur. [17] Yani bir
dizge içerisinde kavramlaştırılmış bir şey, çözümü kendi mantıksal örgüsüyle
oluşturulan sebep sonuç ilişkileri, gündelik yaşamda yüz yüze geldiğimiz bir
ikilem söz konusu olunca, çelişki dizgeyi ortadan kaldırmaktadır. Varoluşun
derin sancılarını yaşayan birey, kıvrandırıcı seçmelerle karşı karşıya
kalmıştır. Ne bir dizge ne de herhangi bir akli çıkarım ona yardımcı
olamamaktadır. Hatta toplumsal, ahlaksal bir yargı, kurtarıcı yönü ne kadar
güçlü olursa olsun bireyin düşebileceği bir seçim zorluğunda onu yalnız
bırakabilmektedir. Buradan şu yargıya rahatlıkla ulaşabiliriz; estetik ya da
etik değerler varoluşu bütün olarak kucaklayamazlar ya da varoluşun bireysel
kategoriye dâhil oluşundan hareketle içsel, ruhsal olana dışarıdan önereceğimiz
çözüm kalıpları yetersizdir.
İnsan
denilen varlık, ancak varoluşun çelişkili dünyasında bir anlamlandırmaya
gidilebilir. Bu, kurgusal bir akli çıkarımla olamaz, düşünce alanındaki
paradokslar, kurgusal olarak çözülebilirler ancak bunlar pratik hayatın
paradoksları gibi mutlak değildirler. Hegel dizgesinde ele alınacak bir
paradoks geçmiş bir olay olarak incelenip yanıtlanabilir fakat ‘şimdi ve
şurada’ karşımda duran bir mutlak seçmeye karşı bana bir şey söyleyemez. Temel
problem, varoluşunu eline almak isteyen bireyin karşılaştığı paradokslar
karşısında ortaya koyabileceği pratik bilgeliğe nasıl ulaşabileceğidir. Yoksa
Kierkegaard'ın bir nesnel ya da evrensel bilgiye ulaşma ve buradan bir
spekülatif bilgi teorisi geliştirme amacı yoktur.
Kierkegaard,
soyut düşünme ile varoluşçu düşüncenin kesin bir karşıtlığını ortaya koyar:
Soyut düşünme, mantıksal teknikler aracılığı ile olanaklılık bölgesini keşfeder
ve yalnızca varsayımsal bilgilerle ilerler, varoluşçu düşünme ise gerçek, somut
birey üzerine ilerler.[18] Bu
varoluşçu doğruluk düşüncesi, giderek Tanrı düşüncesinin tek gerçek düşünce
oluşuna ulaşacaktır. Çünkü varoluş kavramı, hayatın bütün seçmelerini
kapsamaktadır. Dini ya da dünyevi olan ayrımı yapılmadan hayatı, bütüncül bir
varoluşsal paradoksal problem olarak kabul ettiğini görüyoruz. Dini ya da
imanla ilgili olan problematik, yaşam serüveninde dünyevi olandan bağımsız ele
alınmamaktadır. En azında Kierkegaard'ın kendi kişisel tecrübesi açısından
böyledir. O, Kendi çocuğunu kurban etme paradoksuna düşen İbrahim gibi büyük
aşkla bağlandığı nişanlısını kurban ederek ona kavuşmayı denemiştir.
Kierkegaard’ı varoluşçu felsefenin babası sayılmasını sağlayan şey spekülatif
akılcı ilkelerin karşısına paradoksal varoluşçu ilkeleri koymasıdır. Varoluş,
her bireyde ayrı ayrı tezahür eder ve hiçbir sistem onu kurgusal hale
getiremez. Varoluş akli süzgeçlerden akıp dökülmektedir sanki. Geçek olan da
varoluşsal olana koşuttur. Tanrının kendisi ve inanca konu olan her
öğe(Hıristiyanlık açısmdan) paradoksal haliyle anlaşılmalıdır. Onu bir
spekülatif dizgenin aklileştirilmiş bir parçası saymak ona yapılmış en büyük
yanlışlık olur. Gerek İsa’nın Tanrılığı ya da Tanrının varoluşunun ispatı veya
herhangi bir dini ritüel, rasyonel bir izahın sınırlarına dahil olamaz. Bu
ispat değil küfürdür. Çünkü akıl bizzat onu anlamamak üzere yaratılmıştır. Akla
düşen, inanca tabi olmak ve sürüklediği serencama tutkuyla koşmaktır. İnanç
gibi varoluşun bütün evreleri, akıl dışı talepleriyle bireyin karşısına çıkabilir,
onu anlamaya değil ona tutkuyla bağlanmaya çalışılmalıdır. Tanrısal bir ödev,
başka bütün ödevleri iptal eder. Varoluşun Tanrıdan aşağıya doğru birbirini
takip eden silsilesi, bireysel kategorinin sınırlarında gerçekleşir. Tam bir
özgür seçim yapabilen birey, varoluşunu da eline almış bireydir.
“Tanrı
ahlak ulamlarınıntcu/ego/'/ev) üstündedir” diyen Kierkegaard herkese benzemeyen
bireyler için de durum aynıdır, ahlakın genel kuralları onlar için geçerli
olamaz. İşte burada Sartre var oluşçuluğunun temel bir savının ilk taslağını
buluyoruz. Herkes kendi olmak zorundadır, ona kendini zorlayabilecek genel bir
öz ya da düzgün ıomey) yoktur.[19]
A-KİERKEGAARD’IN
TEOLOJİK DÜŞÜNCELERİNİN SEYRİ
Kierkegaard'ın
teolojik düşüncelerini daha ilk çocukluk yıllarında aldığı karanlık ve acı
Hıristiyanlık eğitimiyle başlatabiliriz. Daha sonraları alay konusu edeceği bu
acı ve karanlık eğitim, onda derin düşünce değişikliklerine sebep olacaktır.
Gençlik yıllarında umursamaz bir hayat yaşamış, vaktini kahvelerde israf ederek
geçirmiş ve ilginç fiziği ve kıyafetiyle hep alay konusu olmuş ve ahlak
tartışmalarıyla kendisi alay etmiştir. Sorumsuzluk içinde geçirdiği yıllardan
sonra Kierkegaard, “derin deprem” olarak niteleyeceği kısa süren nişanlılık
döneminin etkilerini bütün hayatı boyunca hissetmiştir. 1840 yılında Regine
Olsen adlı sade bir kızla nişanlanmış ve derhal ayrılmıştır. Bu olay hayatında
yaşadığı en şiddetli sarsıntıdır. Hayatının dönüm noktası bu ayrılık olmuştur
ve bundan sonra kendini felsefe çalışmalarına adamış ve ruhsal âlemde hep uç
noktalarda dolaşmış fakat bu kısa süreli nişanlılığın etkileri, Kierkegaard’a
göre en büyük yaşam çelişkisi, felsefesinin ve dolayısıyla teolojik
düşüncelerinin de temelini oluşturmuştur.
Öncelikle
Kierkegaard, babasından kendisine tevarüs eden dini düşüncelerin etkisini
çocukluk döneminde yaşamıştır. Hıristiyan inançlarına dayalı bir eğitim
görmüştür. Fakat düzenli bir şekilde eğitim ve öğretim ilkelerine bağlı bir
öğrenci olmamıştır. Ruhsal bakımdan inanç bağlantılı bunalımlar yaşamıştır.
Babasının bir sebepten Tanrı’ya lanet okumasının cezası olarak telakki ettiği,
sırayla beş çocuğunu ve eşini kaybetmesinin derin ruhsal etkileri
Kierkegaard’da görülmektedir.
Daha sonra
”Kutsalla masumane alay edilen bir oyun” (mythologie idillique) olarak
tanımladığı Hıristiyanlık, ona göre sıkı bir Hıristiyanlık değildir.
Hıristiyanlığın sevimli yüzünü değil, insanın günahlarına şefaat edecek olan,
haç üstünde can veren İsa’nın Hıristiyanlığını tanımıştır. Karanlık imgelerden
oluşan sırlarla dolu dramatik, esrarengiz gizlerle örülü bir Hıristiyanlığa
tanıklık etmiştir. Beş çocuğunu ve eşini kaybetmiş bir baba’nın hırçın, asi ve
doğaya olan bağlılığı hesaba katıldığında, Kierkegaard'ın nasıl bir duygu ve
düşünce atmosferinde kişiliğini oluşturduğu daha iyi anlaşılabilir. İlerde de
göreceğimiz gibi Kendini İshak’ın yerine, kısa sürede ayrıldığı nişanlısı
Regine Olseni de kendisine doğru yine İshak’ın yerine koyacaktır. Kazanmak için
bir kurban gerekir. Babası Kierkegaard’ı oğlu ise nişanlısını kurban etmek
istemiştir.
Onun modem
tabirle söyleyecek olursak bohem içinde geçirdiği, umursamaz, gençlik
yaşantısını kesintiye uğratan şey, geçirdiği bir nişanlılık deneyimidir.
Nişanlılığının ertesinde ayrılması kendi yaşamında yüz yüze geldiği en büyük
çelişki ya da paradokstur. İleride ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi,
yaşadığı bu evlilik paradoksu; İbrahim’i imanın atası kılan serüvenle, kendisi
arasında bir benzerlik kurduğu paradokstur. Tanrı’nm ahlak prensiplerinden
üstün oluşunu belgitleyen kurban hadisesi ile evlilik tecrübesinin ona verdiği
duygu ve düşünceler arasında kurduğu bağ,
hayatında
keşfettiği en derin paradokstur. Bu paradoks; tıpkı evlat sevgisiyle, Tanrının
tartışmaya izin vermeyen emirleri arşındaki çelişik noktada kalan İbrahim ile etik
açıdan evlenmenin doğru bir davranış oluşunu ve zorunluluk içeren bir temel
yasa olarak dikte eden toplumsal, evrensel kanuna karşı gelmeyi içermektedir.
KierkegaardT İbrahim yerine koyan şey; toplumun bireyden beklediği şey evlilik
yaşamı olmasına karşılık o sevdiği genç kızı bu uğurda feda etme ikilemiyle
karşı karşıya bulmuştur. Bu vazgeçme(sacrifıce) sayesinde ona kavuşmayı arzu
etmiştir. Bu eylemi bir Tanrı ayartması olarak algılamış ve kendisi için
sevgilisini kurban etmiştir. Talihsiz olan şu ki; sade ve sıradan bir genç kız
olan Regine Olsen olanlardan hiçbir şey anlamamış ve kendisi üzerinden
gerçekleşen metafizik tartışmalara bir anlam verememiştir.
Delikanlılığında,
bir din bilim öğrencisiyken pek çalışkan sayılmazdı; garip bir yaratıktı, insanlarla
birlikte yaşamak için yaratılmışa benzemiyordu. Bedeni çarpık çurpuktu, cırtlak
sesi ve çirkinliği ile kendisi bile alay ederdi. Ruhsal bakımdan ise üstün
olduğunun farkına varması onu alaycı, iğneleyici biri yapmıştı, eleştirileri
hoş görmez ve saldırganlıkla karşılık verirdi. Zengin bir öğrencilik hayatı
yaşamasının yanında bohem diyebileceğimiz bir yaşantıyı “kayboluş yolu” diye
tanımladığı bu yolu bıraktı ve yep yeni bir kişiliğe büründü. Aşırılığı
yaratılışının dengesizliğinden ileri geliyordu. Bundan sonra neden ileri
geldiği bilinmeyen bir sebeple nişanlısından ayrılmaya karar verdi. Bu noktada
Tanrı buyruğuna uyup oğlu İshak’ı kurban eden İbrahim’e benzetti kendini.
Vicdan hesaplaşmaları hiç dinmeden devam etti.19
Bireyin
genel ya da evrensel olarak niteleyebileceğimiz kurallara karşı paradoksal olan
mutlak bir tercih yapmak zorunda oluşu onu paradoksa sürüklemektedir.
Kierkegaard Felsefesinin en önemli kavramı belki de “seçme” kavramıdır.
Kierkegaard, düşünce aşamalarının ilki olarak seçme kavramına vurgu
yapmaktadır. Seçme’nin bireysel kategoriye ait bir şey oluşu yani mutlak manada
bireyi ilgilendirdiği için, bireyin evrensel yasalara olan üstünlüğünü
doğuracaktır. Seçme’nin bireyi karşı karşıya bırakacağı ikilemler, genel ve
evrensel olana karşı paradoksal bir algılamayı zorunlu kılmaktadır. Bu
paradoks, sıradan bir pratik seçme olabileceği gibi dini bir paradoks da
olabilir.
Bu sebepten
dolayı Kierkegaard'ın teolojik ya da genel olarak din konusundaki görüşleri,
“paradoks” kavramıyla çözülebilmektedir. Zaten onun bilgi kuramından da bunu
rahatlıkla çıkarabiliyoruz: ”Düşünce ve gerçeklik derin bir zıtlık
içerisindedir”. Birbiriyle uyum içinde görünen düşünce sıralaması, gerçeklik
söz konusu olunca, hayatta bunu destekleyen argümanların olmadığını bir çırpıda
söylemektedir. Bu aşılması güç zıtlık, ancak paradoks’un yardımıyla aşılabilir.
Teolojik düşüncelerinin ve hatta Kierkegaard felsefesinin mihveri paradokstur.
Onun paradoksal görmediği husus hemen hemen yok gibidir. İnsan dünyaya gelişiyle,
dünyadaki duruşuyla ve tekrar dünyadan gidişiyle tam bir paradoksal varlıktır.
Paradoks, bireyin bütünüyle yaşamına arız olan bir niteliktedir. Bu, dinsel ya
da dindışı ikilemi olmaksızın karşılaşılan bir mutlak hakikattir. Paradoks’u
kendi olanakları içinde kavrayabilir ve saçma unsurlar içerse de ona mutlak
bağlılık göstererek çıkış yolu bulabiliriz. Karşılaşacağımız dini ya da dinsel
olmayan hayal kırıklıkları, beklentiyi boşa çıkarıcı unsurlar dogmatik inancın
gereği olarak olduğu gibi kabul edilecektir. Onun için akli kılıflar yersizdir.
Kierkegaard, daha çok ünlü, Tetullianus’a atfedilen “inanıyorum, çünkü saçma”
dogmatik klişesine yakındır. Burada saçma olan şey gerçeklik dışı değil, akıl
sınırlarına sığmayıştır. Kabul edilen düşünce gerçeğin akıl dışı oluşundan
kaynaklanmaktadır. Buradan hareketle şöyle bir formülasyona gidebiliriz:
Düşünce ve gerçeklik biri diğerini her zaman belirleyemez, düşüncenin ötesinde
gerçekliği olan paradokslar vardır. Bu paradokslar da bireyin karşısına ani,
şahsi, mutlak kalıplar içerisinde seçme formatmda sunulmaktadır.
Seçme
kavramıyla ulaştığı nokta’da Kierkegaard, yaşam kürelerinin birbiriyle olan
bağlantısını keşfetmiştir. Estetik, etik ve dini evre; Kierkegaard'ın düşünsel
filtresi bu üç aşamalı yaşam kavrayışının açıklamasından ibaret gözüküyor.
Evrilen bir sistemci kavrayış yerine birbirinden mutlak manada ayrılan yaşam
kürelerini karşımıza çıkarmaktadır. Bunlar arasında bireye bırakılan tercih
özgürlüğü ona göre dikkatle ele alınması gereken bir şeydir. Buradan “seçmenin”
özünde özgür ve mutlak oluş ve bireysel öznellik bulunur.
Öte yandan
Kierkegaard, akli olana itibar etmez. İlerde ayrıntılı olarak ele alacağımız
gibi akılla inancın uzlaştırılması çabasını Kierkegaard’da göremeyiz. Tam
tersine akılla inanç arasındaki yarığın önemine dikkat çeker. Kierkegaard’da;
Tanrının mutlak oluşu karşısında kendi günahkârlığı ve sınırlı varlık oluşu
itibariyle insan Tanrı’yı bilemez. Dini inancın insan akima indirgenmesinin,
inancı zayıflatacağını dile getiren teolojik ‘fıdeizm’ geleneğini canlandırır.
Akim ulaşabileceği en üst nokta, kendi sınırlarının bilincinde olmaktır. [20]
Dolayısıyla insana yaraşan inancın sığmağına dâhil olmaktır. Hayat bütün
birimleriyle paradoksal olduğu için paradokstan iman ya da dini inanç konuları
da nasibini almıştır. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki var oluş; Tanrı
dâhil varoluşun bütün cüzleri bir paradoksal ilişki ile maluldür. O yüzden
Tanrının ispatı da başka herhangi bir varoluş gibi ispata konu olamaz. Onu
inkâr etmek ne kadar küfür ise ispat etmek de o kadar küfür mesabesinde
algılanmıştır.
O, ispat
edilen kavramsal bir ilke değil “tutkuyla yaşanan bir varlıktır.” Buradan
kalkarak Kierkegaard'ın Tanrı-insan birliğini savunan bir mistik olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü varoluşu bütüncül bir bakışla ele almaktadır. Tanrı
mutlaklığıyla tartışmaların ötesinde ve mutlak olarak vardır. Bilginin nesnesi
değil, “şimdi ve şurada” olanın öznesidir. Ona başka herhangi bir aracıya
ihtiyaç duymadan, yaşayarak inanırım. Kurtuluşum, (çünkü Kierkegaard, yeryüzüne
fırlatılmışlığı ve yalnızlığı dile getiren bir filozoftur) ait olduğum şeye
olan dogmatik bağlılığımla gerçekleşir. Bu ”saçma olsa da inanıyorum”
formülasyonunu doğurur. Böylece Kierkegaard, gerçek müminin nasıl bir Tanrısal
olanda yol alan bir iman yolcusu olduğunu ortaya koymak istemektedir.
1-Kişisel
Görüşlerinin Din Görüşlerine Olan Etkisi
Protestanlık
içinde yetişen Kierkegaard bunu daha da derinleştirdi. Ona göre; çocuk,
Hıristiyanlığın “sadece tatlılığına, sevimliliğine ve göksel yanma gereksinim
duyar. Çocuk İsa ve meleklerle birlikte yaşar; karanlık gecede yıldızlar görür,
Beytülhalm’de uzun yolculuklar yapar. Ancak bunlar ne kadar duygusal olursa
olsun asıl Hıristiyanlık olamaz; temiz ve katışıksız bir mitoloji, kutsal ile
kötülük düşünülmeden yapılmış, bir şakalaşma bir oyundur.” Kierkegaard, bu
sevimli dini tanımadan doğrudan doğruya, asıl Hıristiyanlık adını verdiği şeye
giriverdi. Bu, insanı günahlardan kurtarmak için çarmıha gerilmiş olan İsa’nın
Hıristiyanlığı idi.[21]
Kierkegaard,
uygunsuz görülen fiziğiyle, gençlik yaşantısının umursamaz yönü itibariyle,
toplumsal ahlaki kurallara karşı kayıtsızlığıyla ve hatta bu kurallarla alay
ederek geçirdiği anarşist denebilecek kadar sarsıntılı ve protest ruhsal
yapısıyla, tam bir sistem karşıtı idi. Özellikle de “sistem” diye
eleştirilerini yönelttiği kişi Hegel idi. Hegel sisteminin soyut bir idealizm
oluşu ve gerçeğin bütününe cevap bulma girişimi olması, Kierkegaard'ın hedef
tahtası olmasına yetmiştir. Ona göre gerçek, hiç de sistemin zorunluluğuna tabi
olmayacak karakteriyle bireysel, anlık, mutlak ve pratik bir mülahazaya yönelik
özellikler içerir. Tanrının varlığının ve dini dogmaların akılsal el ele
vermişliği, onun hiçbir zaman kabul etmeyeceği bir şeydir. Sistem bütünlüğüne
uydurabilmek için eğilip bükülen inanç konulan sonunda bir spekülatif birliğin
kavramsal bir parçası haline getirilerek, gülünç olunmaktadır.
Onun temel
görüşü yaşamda doğru olan bilgiye erişebilmektir. Bu doğruluk “ben” den
bağımsız, benim dışımda, soyut ve başkası tarafından tanımlanmış bir şey
olamaz. Dolayısıyla birey, Tanrı ve evrene karşı bir duruş sergileyeceği zaman,
bu duruşta bireye bırakılmış alan, Kierkegaard’da bir hayli geniştir. Seçme
özgürlüğü, temel bir noktadır ve bireyin mutlak manada ihtiyarına bırakılmıştır.
Böylece kendi benliğini önemseyen yönü itibariyle Kierkegaard, insan
merkezli(antropo-sentrik) bir dünya görüşüne yönelmiştir Hegel ise, mantıksal
idealizmiyle bireyin seçmelerine ve varoluşsal kaygılarına önem vermeden
kavramsal bir insan tanımlamasına gitmekteydi. Varoluşu da sisteme
bağlamaktaydı. Bireyi saf dışı tutan bu görüş tarzı, Kierkegaard için pek
inandırıcı görülmemektedir. O, şöyle der: “Kişi birey olarak evrenselden
yücedir ve evrensel ile mutlak ilişkidedir.”[22]
Kierkegaard'ın
bir diğer karşı çıktığı nokta ise Kant'ın ortaya koyduğu zorunlu ahlak
yasasıdır. Ona göre varoluşsal kaygı, ahlaksal ödevi geride bırakır. Kant’ta
akli bir zorunluluk olarak teşekkül eden ahlaksal yasa, Kierkegaard’da akli bir
zorunluluk değil varoluşsal, kaygısal bir içerik taşır. Kierkegaard, bireyi
genel ve evrensel olan bütün kategorilerin üzerinde görmekle Kant’tan ayrılır.
Burada da birey kategorisinin öne alındığını görmekteyiz. Birey, estetik ya da
etik prensiplerin sürekli önünde yer alır. Bireysel(sübjektif) kaygılar, genel
ve evrensel olana baskındır.
Kierkegaard,
İbrahim örneğine sarılarak kendinden bazı şeylerle bu ilahi ders arasında çıkış
noktaları yakalayan benzeşimler bulmuştur. Tanrı söz konusu olunca, estetik ve
etik olan değerli değildir. Eğer temelini kişinin birey olarak evrenselden yüce
olmasından alan bir gizlilik yoksa İbrahim’in tavrı savunulamaz. Çünkü o, etik
belirleyicilere önem vermez. Diğer yandan, böyle bir gizlilik durumunda,
uzlaştınlamaz paradoksla yüz yüze geliriz, hele de bu uzlaştırmanın, kişinin
birey olarak evrenselden yüce olduğu düşüncesine dayandığı, fakat evrenselin de
uzlaşmanın ta kendisi olduğu düşüncesine dayandığı göz önüne alınırsa. Hegelci
felsefe, mazur görülebilecek hiçbir gizliliğin, hiçbir ölçülemezliğin
olamayacağını ileri sürer. Böylece İbrahim’i imanın atası olarak kabul etmeye
yetkili değildir.[23]
İbrahim’in kurban olayı ile yaşadığı paradoksun bir çeşidini kendi hayatıyla
karşılaştırır. İbrahim’e bir bedelle verilen imanın sembolü oluşuyla kendisi
arasında Kierkegaard, büyük aşkla bağlandığı nişanlısını kurban
ederek(sacrifıce)o, iman eri olmak istemektedir. Çünkü ahlaksal ödev, ona
evlenmeyi telkin ederken o bunun yerine Tanrısal ödevi koymak istemektedir.
Kendisi için nişanlısından vaz geçmek(sacrifice), işte paradoksal kıvrandırıcı
seçim budur. Tanrısal imtihan sürecinden başarıyla çıkabilmesi için(tıpkı
İbrahim gibijiman hamlesini yapacağı bir imkâna kavuşmuştur. Tıpkı nasıl bir
şeyin kendisini ilgilendirdiğini bilmeyen İshak gibi nişanlısı olan Regine
Olsen ona bu iman hamlesini yapma imkânı verecektir. Sıradan bir DanimarkalI
olan Regine Olsen, ise olup bitenleri hiçbir zaman bilememiş ve kendisi
üzerinden gerçekleşen teolojik fırtınalara hayatı boyunca bir anlam
verememiştir. Kierkegaard ise tamamen gençlik yaşantısından sıyrılıp iç
âlemindeki iman yolculuğuna devam etmiştir.
Onun nişanı
bozma kararı, kendince namuslu bir insanın kararıdır ve haklıdır da. Büyük
ihtimalle, Regine gibi saf bir çocuğu, kendisi gibi üzüntü verici acayip bir
varlığın arkadaşlığına zorlamak istemiyordu. Regine’nin masum ruhunun ondaki
derin ızdırapları paylaşacak güçte olmadığını fark etmişti. İki tarafa da
oldukça zor gelen bu ayrılık, Kierkegaard’ı yeni acılarla karşı karşıya
getirmiş ve derinden sarsmıştır.[24] Kierkegaard
hep derin zıtlıkları yaşamıştır. Kierkegaard'ın bütün yazıları, gerek
felsefeyle ilgili olan diyalektik çözümlemeleri, gerekse sanatla ilgili olan iç
çöküşleri, onun kendi içindeki zıtlıkların ve karşıtlıkların bir belirtisidir.[25]
Bundan
böyle görevini yerine getirmek üzere Tanrısıyla baş başa kalan Kierkegaard,
ölümüne kadar sürecek olan yoğun bir döneme girmiştir. Önce 1841 yılında bir
buçuk yıl kalacağı Almanya’ya gitti. Berlin’de başta Shelling olmak üzere
filozofları dinledi. Sonra tekrar Kopenag’a geri dönen Kierkegaard, felsefe
çalışmalarına hız verdi.[26]
Bizim
burada iddia ettiğimiz temel tez şudur: Kierkegaard, Varoluşsal görüşlerini
paradoksal ağlarla örerken dini alanın paradoksuyla dünyevi alanın
paradokslarının bir ve aynı kaynaktan neşet ettiğini söylemektedir. Dolayısıyla
Tanrı’nın varlığı ya da evrensel bir yasa, bireyin karşı karşıya geldiği bir
somut tercih konusudur. Birinin diğerinden düzlem bağlamında bir farkı yoktur.
Bireyin varoluşu, onun özüne tegaddüm eder. Etik ya da estetik öğeler ne kadar
da belirleyici olsalar, bireyin dinsel seçimi özgürlüğü söz konusu olunca bu
varoluş kürelerinin birey için belirleyiciliği kalmaz. Her tür ahlaksal yargı
ya da genel görüş kolayca askıya alınabilir. Bu ilahi olanın mutlak
belirleyiciliğidir. En üst mahkemenin yerel bütün mahkemelerin kararını yeri
geldiğinde askıya almasıdır. Bu şu demektir; askıya alman ahlaki yasa tekrar
yürürlüğe girer ve evrensel olmaklığından da bir şey yitirmez. Tanrı
karşısındaki varoluş, Tanrının emirlerinin dışındaki her türlü belirlenimi
adeta iptal eder. İnsan benliği ait olduğu mutlak olana tam teslim olmayı
gerektirir. Böylece bir tür Tanrı-insan birliğine doğru giden bir düşünce
silsilesi var olur.
2-Kierkegaard’ın
Klasik Teoloji ve Dini Kuramlarla İlişkileri
Kierkegaad'ın
klasik teoloji sistemine bir tepki olduğunu peşinen söylemeliyiz. Teolojiye ve
dini kuramlara bakışını ele alırken daha işin başında onun görüşlerinin Hegel
sistemine bir tepki olduğunu peşinen söylemeliyiz. Çünkü Hegel sisteminde başka
her şey gibi Tanrı da dizge içerisinde belli bir mantıksal, rasyonel temele
oturtulmuştu. Dini kurumlar da dini semboller de rasyonel bir şekilde izah
edilebilen konulardı. Hegel felsefesinde rasyonel bakış tarzı esas olduğu için
kilise öğretileri de bu rasyonel açıklamalardan hareketle teolojinin
ideolojisini(muhtevasini) kurmuşlardı. Dini inanç ve Tanrı’nm varoluşu, özü ve
kanıtlanması meseleleri insan aklının kabul edeceği şekilde bir “öğreti” ye
dönüştürülmüştü. Hegel’e göre “gerçek olan akli, akli olan ise gerçekti”.[27] Dinin
paradoksları da akıl süzgecinden geçirilerek bir açıklamaya tabi tutulmakta ve
kesin, tartışmasız tarihi belgelerle doktrin halini almaktaydı.
Kierkegaard
ise Dinin(Hristiyanhğm) rasyonalize edilerek ya da birtakım tarihi verilere
dayandırılarak doktrin haline getirilmesine karşı çıkmaktadır. Bu itirazda
kalkış noktası “bireysel seçim” e verdiği önem ve “kesinsizlik” gerçeğidir.
Gerek İsa’nın Tanrılığı ve yeryüzüne inişi ve çarmıha gerilişi gerekse
kilisenin otoritesinin meşruiyeti, kısaca dinin(Hristiyanlığm) hakikat oluşu,
onun için akim izah edeceği bir mesele değildir. Gerçek Hıristiyan(mümin),
Hegel’in de objektif, doktrinel hale getirdiği, herkes için bir ve aynı şeyi
ifade eden bu nesnel, rasyonel öğretiyi kabul etmiş kişi değildir. Hıristiyan
olabilmek için kendini karanlığa atarak tehlikeyi göze alması gerekir.[28]
Kiierkegaard
eski inanç ve öğretilerin put haline geldiklerinde ısrar ediyor ve bunlar
kendileri için bir amaç olup Tanrı’nm kutsal gerçekliğinin yerine geçiyorlardı.
Gerçek Hıristiyan inancı bilinmeyenin içine, bu fosilleştirilmiş insan
inançları ve modası geçmiş davranışlardan uzağa, dünyanın bir ucuna
fırlatılmıştı.[29] “İnanç
sıçraması”, bilinmeyen içinde, karanlığa doğru yapılan bir hamledir.
Kierkegaard’da karşılaştığımız Tanrı; objektif, doğrulanabilen, nesnel,
rasyonel kavramsal Tanrı değil, dehşete ya da endişe yüklü psikolojik hallere
düşüren, tutku yüklü Tanrıdır. Birey, yalnızlığının derin dehlizlerinde bu
tutkuyu yaşar. Din, benliğimizde yaşadığımız bu tutkudur. Bu kaygı ya da ilk
günahın verdiği korku içeren tutku ya da duygulanım, aynı zamanda gerçek mümin
olabilme imkânını sağlayan şeydir de. Dinde yaşanan ruhsal, psikolojik haller,
varoluşun bir gereğidir. Bize göre bütün olarak varoluş gerçeğinin bir parçası
kabul edilen Tanrı, Kierkegaard için gerçek bir kaygı ve korku noktasıdır.
Yoğun ruhsal evrelerin, bireyi karşı karşıya bıraktığı endişe yüklü, ölümcül
umutsuzluk içeren hastalıklı ruhsal haller akim alacağı şeyler değildir.
Kierkegaard'ın
belki de inanç birliğini bozabilecek içerikteki bu aşırı düşünceleri
devlet(resmi), dini kurumlanın kabul edeceği cinsten şeyler değildir. O,
inancın canlı, duygu dolu, dinamik, sorgulayan, bilinçli, ihlâs dolu,
özelliklerini öne çıkarmak ve fakat bunun karşısında pasif, edilgen, duygusuz,
bilinçsiz, samimiyet içermeyen, tutkulardan arınmış, hayatın bütününe muhalif,
ihtiyarlamış, donuk inanç sistemlerine karşı çıkmaktadır. Bize göre
Kierkegaard’a ilham veren şey; gündelik yaşantımızın bizi yüz yüze bıraktığı
gerçekliğin, bütün olarak insan hayatını hiçe sayan, umutsuzluk dolu, sıkıntı
üreten, kaygı yüklü, şuursuz katılımlar içeren tavrına karşılık; bilinci,
benliği, refleksleri teyakkuz halinde tutacak bir dinamik inanca ulaşma
arzusudur. İçerisinde yaşadığı, dindarlıktan uzak Danimarka halkının şuursuzca,
salt törensel içerikli, din adına alışılagelmiş geleneksel alışkanlıklarına
karşı bir tepki geliştirmek istemiştir. Ona göre inanç, bir çırpıda
kazanılabilecek, değersiz, sıradan bir edim olmayıp, bir bedelle ancak
sunulabilen ya da kazanılabilen bir temel tercih meselesidir. Böylece imanın
değerini ortaya çıkarması bakımından Kierkegaard'ın bu görüşleri kıymetlidir.
Fakat insanlık tarihi ya da dinlerin tarihsel süreç içerisinde geçirdiği
evreleri göz önüne aldığımızda görüyoruz ki dinler, dogma ve amentü esaslarıyla
ayakta kalabilmektedirler. Rasyonel bir biçimde amentü esasları çerçevesine
dâhil edilmeyen, insan aklının kavrayabileceği bir şekilde izah edilmeyen inanç
içerikleri, kısaca dini ayakta tutan temel direkler, eğer belli bir
biçimde(mezhepler gibi) sistemleşemezse, varlığını idame ettirmekten endişe
edecektir. Kişilerin bireysel tecrübelerinin kaygan zeminine bırakılan din,
birleştirici bir din olmaktan uzaklaşır. Bireysel tecrübenin belirsiz
rotasındaki din, kavram ve inanç karmaşası yaşar. Kuşkusuz Kierkegaard'ın inanç
konularına yaklaşımı inanca karşı yıkıcı bir taarruz olmaktan da uzaktır. O,
inancın sahte boyutuna saldırır. Kandırmacaya tahammül edemez. Hristiyanlığm(ya
da o zaman ki kilisenin) din adına yaptığı suistimaller, inancın toplu bir
aldatmaca ürünü olmasını istemeyen Kierkegaard’ı karşı saldırıya zorlamıştır.
Onun gerçekten de saldırdığı din; kurtarıcı, İbrahim’in, İshak'ın ve dini
temsil makamında olan peygamberlerin getirdiği din olamazdı.
Klasik
Teoloji Tanrı’nın ezeli, şuurlu, âlemi bilen ve onun yaratıcısı, varlık veren,
irade sahibi varlık olduğunu söyler. Kierkegaard'ın Tanrı anlayışında içerik
olarak Tanrı bir başka sıfatlarla yüklü değildir. Kierkegaard'ın konu ettiği
meseleler hayatımıza giren Tanrıyla Kutsal Kitaplarda bize anlatılan Tanrı
arasındaki uyumsuzluklardır. Kilisede başka Kilise dışında başka algılanan
Tanrı anlayışının sahteliğine dikkat çekmektedir. O ezeli, ebedi her şeyi bilen
Tanrı’nın gösteriş seremonilerine konu olacak biçimde topluca bir kandırmacanm
içine çekilmesine karşı, gerçek dinin bireysel yönüne dikkat çekmek istemiştir.
Bireysel açıdan, dinin insanı çekip çeviren ve tutkulardan örülü dehşetengiz
seçeneklerle baş başa bırakan anlık varoluşsal kaygılar içeren ikilemleri,
dinin özüne dair bize ipuçları vermektedir. Din, paradokslarıyla dindir.
B-KİERKEGAARD-SOKRATES
BENZERLİKLERİ
Kierkegaard
felsefesinin düşünce sacayağı; doğruluk, seçenek ve Tanrı’dır. Kierkegaard'ın
felsefi doğruluk doğası düşüncesi Sokrates’ten izler taşımaktadır. Doğruluk, bireyden
kopuk bir şekilde değerlendirilemez, onunla birlikte ele alınması
gerekmektedir. Varoluşçu düşünme, somut birey üzerine doğruluk konusunda
ilerler. Varoluşçu doğruluk, nesnel ve kuramsal olarak belirsiz bir şeyin içsel
bir önsezisidir, varolan bir birey tarafından kazanılabilen en yüksek
doğruluktur. Kierkegaard'ın doğruluğu, kendi tanımlamasına göre, inanca
eşittir.[30]
Kierkegaard,
Sokratesi Hegelci tarzda ele alır: Sokrates dünya tarihinde, dünyevi ruhun daha
yüksek bir gelişmişlik aşamasına doğru ilerlediği bir dönüm noktasını ifade
eder. Kierkegaard’a göre de zaten böylesine bir atılım, bireyin feda edilmesini
gerektirir. Bilinen şu ki; Sokrates’in vazifesi, Yunan ahlakını daha yüksek bir
ahlaki gelişmişlik aşamasına kavuşturmaktı. Kierkegaard’ta özgün olan şey; onun
ironiyi bu ahlaki dönüşümü yaratacak bir araç olarak saptamasıydı. Sokrates’in
de kullandığı araç; ironidir. İroni düşsellik kışkırtmasının ta kendisiydi ve
Sokrates’te bu gerçek bir tarih tutkusuna dönüşür.[31]
Kierkegaard,
ironi ile cahillik iddiasını veya başkalarına karşı duyarsız olunmasını
kastetmez. “îroni”ye, Hegel’den alman “sonsuz, mutlak olumsuzluk” biçimindeki
teknik bir anlam verilmiştir. Bunun anlamı ise, diyalektik süreçteki geri
aşamanın, daha yüksek bir aşama lehine aşılmasıdır. Bunun kusursuz
gerçekleşebilmesi için öznenin de kendi ironisinin bilincinde olması, verili
gerçek durum hakkında söz sarf ederken ya da yargılamada bulunurken kendisini
olumsuz olarak özgür hissetmesi gerekmektedir. Burada ironiyi öznelliğin ilk ve
en soyut niteliği olarak görmekteyiz. Bu ise öznelliğin ilk defa ortaya çıktığı
ilk tarihsel dönüm noktasına işaret eder ki bu da Sokrates’e işaret etmektedir.[32]
Sokrates’in
ahlakın gelişimine sağladığı katkı, daha önceki tüm ahlaki normların
otoritesini bilinçli olarak reddetmek ve kendi özgürlüğünün farkına varmaktır.
Bu normların varsayılan otoritelerinin yerini, onların birey tarafından öznel
olarak kabul edilişi almıştır. Böylece ahlaki nihilizme değil, ahlaki öznelliğe
tekabül etmektedir.[33] Sokrates’te
daha yüce ahlaki gelişim yaşatmak istediği Yunan toplumu için geliştirmek
istediği ironik ahlaki anlayış, halkı boş inançlardan kurtarmaya yönelikti.
Kierkegaard’da
ise ahlakın ironik ele almış gayesinde inanca karşılık olarak ahlakın
irdelendiğini görmekteyiz. Kierkegaard, kendi benliğini mutlak karşısında
ironik olarak özgür hissederken varoluşunu ya da imanını kurtarmanın
peşindedir. Sokrates’te ise Halkların boş inançlarından sıyrılmalarını, eskiyen
ahlak anlayışlarını terk etmeyi salık veren ahlakçı kişiliğiyle özgür
varoluşçuluğa ulaşmayı diliyordu. Yöntem ironik olunca, süjenin özgürlüğü hem
Sokrates için hem de Kierkegaard için esastır. Daha yüce bir ahlaki erdemliliğe
ulaşmak ve boş inançlardan sıyrılmak, bir özgürlük alanını ve ironik bakış
açısını gerektirir.
Sokrates
ile Kierkegaard benzeşmesinin bir yönü olarak “insani işlerle ve insanlar
arasındaki olaylarla” uğraşmalarıdır. Hatırlanacağı gibi Sokrates’in
“filozofların babası” oluşu doğa araştırmalarını bir yana bırakıp, felsefi
düşünce üzerine yoğunlaşmasmdandır. O zamanlar mesele edilen konular: sayılar,
hareketler ya da gök cisimlerinin hareketleri, büyüklükleri, yörüngeleri idi.
Genel olarak göksel olgularla ilgilenirlerdi. Sokrates, felsefeyi gökten yere,
şehirlere indirmeye çağıran; felsefeyi evlerin içine kadar sokup doğrudan
yaşamla, örf ve adetlerle, neyin iyi neyin kötü olduğuyla ilişkilendiren ilk
kişidir. Kendisinden öncekiler vakitlerinin neredeyse tamamını doğa
araştırmaları alanında derinleşmeye harcarlarken, Sokrates’in kendi bütünlüğü
içerisinde ahlakın kurulup yerleştirilmesine yönlendirdiği hususunda herkes
hemfikirdir.[34] Buna
benzer olarak, Kierkegaard da bireyin bizzat kendisinden kalkarak bir yaşam
felsefesini kurmayı hedef edinmişti. İnsandan uzaklaşan, sistemci ve şabloncu
kavrayış biçimlerine karşılık; bireysel kategoriyi öne alan, bizzat insan
yaşamının psikolojik, dramatik, biricik, kısaca varoluşsal yönlerini
önemsemiştir. Sahici ve değerli olanın bireye yakın olan ve birebir onunla
ilişkili olan şey oluşunu, dürüst ve doğru olanın önemini vurgulamış olması
Kierkegaard ve Sokrates’i birbirlerine yaklaştırmaktadır.
Platon
felsefesi, düşünce ve varlığın dolaysız birliği ile başlamış ve bunda ısrar
etmiştir. İdealizm’de yansımanın yansıması olarak kendisini gösteren eğilim, Sokrates’in
soruşturmalarında da ortaya çıkmıştır. Sonunda nesnel ile öznel arasındaki
soyut ilişkiyi sorgulamak onun en başta gelen amacı olmuştur.[35]
Sokrates
tıpkı Kierkegaard gibi Tanrının var olduğunu varsayar ve bu varsayıma dayanarak
doğaya yerindelik ve amaçlılık fikrini sokmaya çalışır. Bunu, arkasında
Tanrının var olduğunun teminatı olmadan işe koyulmanın cesaretini kendisinde
bulamamış olmasına bağlayabiliriz. Sokrates, deyim yerindeyse, yerindelik ve
amaçlılık fikrini yakalamak için ağını Tanrının isteğiyle atar; zira doğanın
kendisi, karışıklık çıkarmak üzere, birçok bahaneyle ve birçok korkunç araçla
çıkıp gelir.[36]
Kierkegaard insan tecessüsünün Tanrıyı bilmek istemekten, bu paradoksal
tutkudan vazgeçmeyeceğini de söyler. Bunu gerçekleştirirken cevaplardan çok
sorular bulunur. Tıpkı Sokrates gibi şüpheci ve doğru bilgiye ulaşmak isteyen
bir Kierkegaard görmekteyiz. Sokrates de sokakta halkın içinde felsefe yapan
bir filozof olarak Kierkegaard gibi şüpheci metotlar kullanmıştır.”Sorular
bazen cevapsız bırakılmıştır.
İKİNCİ
BÖLÜM
ÜÇLÜ
DİYALEKTİK KATEGORİ
“Allah,
İbrahim’i deneyip ona dedi: Ey İbrahim ve o; işte ben dedi. Ben dedi: Şimdi
oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshak’ı al ve Moriya diyarına git, ve orada
sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde onu yakılan bir kurban olarak takdim
et.” [37]
“Sakin bir
akşamdı. İbrahim tek başına yol aldı ve Moriya dağına vardı.Ve yüzüstü yere
kapandı . Günahım affetmesi için Tanrıya yalvardı. Çünkü İshak’ı sunmaya
razıydı. Çünkü baba oğula karşı görevini unutmuştu. Bu yolu sık sık yalnız
başına katetti ama dinginlik bulamadı. Sahip olduğu en değerli şeyi uğruna
birçok kez kendi hayatını verebileceği şeyi Tanrıya sunmaya razı olmasının bir
günah olduğunu kavrayamazdı. Ve bu bir günahsa, gerçeğin aksine İshak’ı sevmemiş
olsa, bu günahın affedileceğini anlayamazdı. Hangi günah bundan daha dehşetli
olabilirdi ki?” [38]
Kierkegaard'ın
varoluş alanları doktrininde hatadan hakikate doğru bir sıra takip ettiğini
görüyoruz. Fakat bu alanların ard arda gelişi onların zamandaki sırası olarak
anlaşılmamalıdır. Bunlar daha çok “birlikte hazır olan sübjektif keyfiyetler”
manasına anlaşılmalıdır.[39] Bu
aşamalar ya da varoluş alanları kendiliğinden gelişecek, yumuşak geçişlerle
atlanacak aşamalar değildir. Kierkegaard’a göre bir varoluşsal tarzdan diğerine
geçiş; dolaysız, ani, beklenmedik ve hatta sarsıcıdır. Birey yaşamın çelişkili
kutuplarının, sonlu ve sonsuzun duygusal olarak farkına varınca somut varoluşa
ulaşır.[40]
Kierkegaard'ın
varoluş aşamaları Hegelin soyut düşünce yoluyla zıtların birleştirilmesi
şeklindeki diyalektiğinin aksine, seçeneklerden ya da alternatiflerden birinin
seçilmesi yoluyla yapılan bir sıçrama olarak, ani ve akıldışı olarak
gerçekleşir. Bunun yanında varoluş alanları arasında vasıta olmamasının yanında
estetikten etiğe, etikten dini alana sıçramanın bir hazırlık süresi de vardır.
Bu bir çeşit varoluşsal diyalektiktir.[41]
Evre fikri, sürekli ve genel anlamda bir yol almayı ifade eder; yalnızca geçici
anlamı var görünen varoluşsal bir konumdan çok, yola vurgu yapar. Yaşamın bir
yol olduğu fikri, varoluşun, ilişkinin doğru yönelimi sayesinde oluşabilecek
şekilde düzenlenmiş bir sentez biçiminde kavranışında temel bulur. Ama amacı
var olduğu şeyi edimselleştirmek olan bir sentez, kendi olasılıklarının sürekli
gelişimine gerekçe sağlamaz. Hiçbir evrenin içkin bir gelişim içinde bir başka
evreye doğru kendini aşmasının içsel nedenini içermiyor olmasının nedeni,
öncelikle Kierkegaard'ın Felsefi Kırıntılar ’ da söylediği gibi, her
oluşumun “özgürlük yoluyla gerçekleşmesi ve geçişte bir zorunluluğun
olmamasıdır. Bu üç alana iki sınır denk düşer: Estetik ve etiğin sınırında
ironi; etik ile dinselin sınırında mizah bulunur.[42]
A - ESTETİK KATEGORİ
Üçlü
diyalektik kategori ya da üçlü varlık alanı olarak ele alacağımız bu bakış
açısı aynı zamanda Kierkegaard'ın belki de zamanının modasına uyum göstererek,
fikirlerini ortaya koyduğu temel kategorilerdir. Bu üçlünün ilk ayağı Estetik
Kategoridir.
Estetiğin
görkemi ve kutsallığı şudur: sadece güzel olanla ilişkiye girer. Edebiyat ve
kadınlar dışında hiçbir şeyle ilişkisi yoktur.[43]
Estetik
Kategori, kendisi için ve zevklerine dayalı bir hayatı yaşayan bireylerin
içinde bulunduğu evre olarak kabul edilebilir. Bunun, bizim için sığ bir evre
olması da gerekmez. Aksine, kendine acı veren bir hastalığın pençesine düşmüş
birisinin bile bu hastalığın tedavisi için kendini adaması ve bu meyanda
verdiği bilimsel uğraşlar bile estetik kategoriye dâhildir. Estetik Kategori
içinde olan bireyin var oluşu kendi kontrolünde değildir. Anlık yaşar ve zevk için
harekete geçer. Hayatı, düzen hatta kesinlik eksikliği çekerken çelişki halinde
olabilir. Daha planlı seviyede bile, Estetik Hayat deneysel olarak kalır.
Estetik Kategori, insan hayatını kapsama bakımından yetersizdir. Çünkü dış
dünyaya dayalıdır. Her şeyi dışardan bekler. Bu yüzden edilgen ve özgürlükten
mahrumdur. [44]
Estetik
Kategori üçlü diyalektiğin iptidai ve neredeyse geçici bir sürecidir ya da öyle
olmalıdır. Kesinlik ve anlam onda sözkonusu değildir. Henüz işin kabuk kısmı,
öze dahil olmayan tesadüfi yönüdür. İşi daha da yoğunlaştırmak için diyebiliriz
ki, estetik kategori etik ve dini kategorilere geçişin bir ön hazırlık
evresidir. Fakat bu evre kendinden sonraki evreye bir temel teşkil etmez.
Evirilen bir kategorinin ilk aşaması sayamayız. Birey bütün hayatı boyunca
estetik hayat yaşayabilir. Yani sonunda herkes bir yaşam diyalektiğine sahip
olamadan sürekli bulunduğu mevkide saplanıp kalabilir. Zevklerin ve
konformizmin insan nefsini okşayan ve sürekli günaha davetiye çıkaran estetik
yaşam bir üst aşamaya sıçrayabileceği gibi kendi üzerine kıvrılıp kalabilir de.
Estetik evreyi bireyin yaşamının çözümlemesini yapmaya kalkıştığımız zaman
önemsiz saymalıyız; çünkü kesinlik ve anlamdan yoksundur. Şu da bir gerçek ki
insan kendini salt bir ahlaki edim ve de salt dini yaşantı içinde bulmaz. İnsan
hayatında daima tesadüfi öğelere rastlamak olasıdır. Ama geçici bir süre için
bile olsa estetik evre, dini ve ahlaki olandan tam olarak sıyrılmış değildir.
Fakat estetik evre insanı ruhsal manada doyuma ulaştırmaz. İnsanın ruhsal
karmaşası ve düşünsel tecessüsü, estetik evreyi yetersiz hatta gereksiz bile
kabul edebilir. Çünkü bu evreyi yaşaşan birey, kendini tam bir özgürlük içinde
varolmuş kabul edemez. Kısaca dışsal olana bağımlıdır. Tinsel açıdan
Kierkegaard’a göre kurtarıcı olan dini evreyi başarıyla kazanmış olandır.
Estetik hayatın çelişkilerinden bir yaşam diyalektiğine kavuşabiliriz. Ona göre
bu evrelerin çelişkilerinden bir diyalektik kurulabilir. Bu anlamda geçici de
olsa birey için estetik kategori değer taşır. Çünkü dini kategorinin ya da etik
alanın manasını kavrayabilmek için bir diyalektik zıtlık taşıyan estetik
kategori önem taşımaktadır. Birey kendini estetik yaşama göre
kıyaslayabilecektir.
Estetik
hayatı yaşayan birey, hafifmeşrep bir hayatın yani zevk ve sefanın içindedir.
Böylece hayatında seçme sözkonusu değildir. Çünkü zevk ve hazzın nesnesi
duyulardır. Estetik birey yani estet, duyularının peşinde koşan bir zavallıdır.
Bu düzeydeki bir insanın evrensel ahlaki standartlara ilişkin ilgisi yoktur.
Onun, özüne ve Tanrıya yabancılaşmılığı en üst düzeydedir. [45]
Tinin
edimleri onda yoktur. Çünkü ahlaki, dini içerikli eylemler
gerçekleştirmek
aşkın kaygılar taşımayı öngörür. Daha açıkçası bağlanmayı ve iman hareketini
gerçekleşirebilecek ruhsal yetkinliği gerekli kılar. Birey için bu dünyada
yaşam gerçeğini kavramayı bilmek Kierkegaard için asıl olandır. Yaşamda varolan
şeyler birey için birer veri kabul edilmelidir. Kader gibi ölüm gibi
kavramların çözüme kavuşması için sorulması gereken soruları sormayı engelleyen
estetik yaşamın cazibesine kapılmış birey için estetik haytan kurtulması
ödevidir. Yaşamda çok temel sorular cevap beklerken estetik hayatın
belirleyiciliği kişiyi bunalıma girmekten koruyamaz.
Estetik
bireyin dini inancı da yoktur. [46] Çünkü kendini
tanrı karşısında hissetmeyen bir bireyin estetik aşamadaki yaşantısı varoluşsal
olarak hiçbir değer taşımaz. Bir hristiyan için estetik yaşam günahtır. Olmak
yerine hayal kurmanın günahkarlığıdır, gerçek bir ilişkinin yerine, yaşamıyla
bir ilişkiyi yaratmanın çabası yerine, iyi ve doğru ile bir estetik imgelem
dışında bir bağlantısı olmamasının günahkarlığıdır. [47]
Estetik
yaşantının kendi içinde de üst düzeyi ve alt düzeyi vardır. Tabi ki en alt
düzeyinde hazzın boyunduruğunda kişiliğini yitirmiş insan dururken; en üst
düzeyde ise bu yaşantının boşluğunu anlamasına rağmen bunda direnen kişi
bulunur. Fazla geçmeden bu durum bireyde bir iç sıkıntısına yol açacaktır.
Gerçeklik bilincin olmadığı yerde barınamaz. Estetik birey bilinçten yoksundur.
Bilinçli seçimle kendini yaratmak genellikle umutsuzluğa karşı tek alternatif
gibi gözüküyor. Kierkegaard'ın da dediği gibi dipsiz kuyudan çıkış yolu,
derinden ve içtenlikle dilemektir. [48]
Özetle
söyleyecek olursak, estetik birey sonsuzluk ile yani Tanrısal olan ile bağını
kesmiş bireydir. Umutsuzluğunun kaynağı buradadır. însan sonsuzluk ile
sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir.
Sonsuzluk karşısında estetiğin ağlarından kurtulamayan bireyin yaşayacağı
durum, iç sıkıntısı ve sonuçta umutsuzluktur. Bu ölümcül hastalıktır. O, ölmeyi
istemektedir fakat ölememektedir. Umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey
olmamasıdır. Estetik bireyin içinde bulunduğu durum da budur. [49] Haz
duygusu estetik bireyi tam olarak ifade eder. Etik yaşamın bir gereği olan
evlilik hayatını estet seçmez. Derinlikten yoksun, anı yaşamayı seçer ve bu
gerçek bir seçim değildir. Hazzın duygulanımlarına kendini bırakmış birisi için
seçim değil hazzı tercihtir. Hele özgür seçim hiç değildir. Gerçek bir özgür
seçimden kaçıştır. Estetik kategori hazzı önerirken gerçek bir evlilik yaşamını
öngörmez. Yani estet sever ama evlenmez. Bu da gerçek bir özgür seçim manası
taşımaz. Bağlanma duygusu, estet için söz konusu olmaz. Bundan sürekli kaçar.
İçtenlik, tutkuyla bağlanma ve samimiyet yoktur. Kierkegaard, bu durumu söyle
dile getirir: “ İnsanlar en yüksek olana yirmi yaşlarında zaten ulaşmış
oluyorlarsa var oluş sadece gülünecek bir şey midir”?[50]
“Estetik bütün ilimlerin en hayırsız olanıdır, onu derinden seven herkes bir
şekilde mutsuz olur”.[51]
Kierkegaard,
gerçek varoluş amacı taşımayan soyut felsefi kurgulara kaptıran Hegelci
ussalcıyı da bu sınıfa sokar. Bu tarz soyut düşünür mümkün olan her şeyi
düşünmekte fakat var olamamaktadır. Gerçek olaylardan ve varoluştan uzak olarak
kendi fildişi kulesinde yaşamaktadır. Onun düşüncesi sadece evrensel ve
kuramsal bir dünyayı kurma gayretindedir. Nesnel ve eşyayı algılar gibi gözlem
yapmaktadır. Dolayısıyla bu soyut düşünürün ortaya koyduğu sistem, Kierkegaard
felsefesiyle karşılaştırıldığında “düşünürü olmayan bir düşünce”[52] gibi
görünmektedir.
Bize göre
dini varoluşun belirleyiciliğini ve tek gerçek oluşunu ortaya koymak isteyen
Kierkegaard, bu durumu umutsuzluk olarak nitelemekte ve şöyle dile
getirmektedir: “Kendini zihin olarak tanıyamayan veya Tanrı karşısında zihin
olarak kendi bilincinde olmayan her insan, böylece saydam bir biçimde Tanrı’nm
içine dalamayan ama bulanık bir şekilde herhangi bir evrensel
soyutlamaya(devlet, ulus, vs.)dayanan ve ona indirgenen veya kendi hakkında
bilgisiz olarak, yetileri içinde yalnızca açıklanamayan kaynaklara dayanan
enerjileri görülebilen ve benliğini içebakışa düşman bir bilmece gibi kabul
eden her insansal varlık, şaşırtıcı şeyler gerçekleştirse de, hatta evreni
açıklasa bile, estet olarak yaşamdan ne kadar yoğun zevk alsa da, bu tür her
varlık, bu haliyle bile umutsuzluktur.”[53]
Dini yaşam
alanından uzak olmayı simgeleyen estetik yaşam, umutsuzluğu ve iç sıkıntısını
körükleyen özelliğiyle Tanrıya yabancılaşmayı doğurur. Estet, Tanrıya
yabancılaşmışlığı nedeniyle de var oluşsal anlamda bir ben’e sahip değildir.
Kierkegaard, tinsel olarak benleri; her şeyi tehlikeye atacak benleri, Tanrı
karşısında mutlak olarak benleri yoktu... Ne kadar bencil olsalar da benleri
yoktu.[54] Varoluş
serüveni eğer ahlaki yaşam düzeyine erişemeden ya da etik kategoriye sıçrama
yapamadan kendi içinde kaldığı sürece birey varoluşunu yakalayamayacaktır.
Gerçek kurtuluşun yeri olan dini hayata da ulaşamayacaktır.
B - ETİK KATEGORİ
Etik olan
evrensel olandır ve evrensel olması nedeniyle herkes için geçerlidir. Kendi
ereği (telos) kendisi olmaksızın hiçbir şeydir. Dışındaki her şey için kendisi
erektir. Birey evrensel olanın karşısına kendisini tikel olarak öne sürdüğü
anda günah işler. Ve ancak bunu kabul ederek evrensel olanla yeniden
uzlaşabilir. [55] Evrensel
olanı kabul eden birey bu noktada estetik duygulanımlarına ve haz merkezli
davranış kalıplarına bir düzen getirmiş olur. Etik sınırlandırmalar ve düzenli
bir yaşam seçilmiş olur. Örnekleme yapmak gerekirse evlenmeyi istemeyen estet
etik kategoride artık evlenmeyi seçmiş bireydir. Duygularına bir genel ve
evrensel form bulmuştur. Evlilikte mutluluğu iş ya da meslekte başarıyı arar.[56]
Etik evre
bir seçmeye bağlı olarak gerçekleşir. Bu özgür bir seçimdir. Toplumsal
yaşantımızla ilişkilendirebileceğimiz etik kategori “varoluşun toplumsal
boyutuna tekabül eder.”[57] “ Ahlaki
alan tam olarak vazifenin gerçekleşmesine adanmış, ciddi bir hayattır. Bu plan
üzerinde yaşayan ahlakçı, Kierkegaard'ın korkunç kelimesine göre bir bakıma
Kantçı ahlakın Kant insanının kişileşmesidir. O normal evlidir. Her halükarda
namuslu ve doğrudur. îyi davranır, ölümünü davranışının doğruluğunda bulur. İç
barış, iyi vicdanın sevinci(...) O gerçek bir şekilde var oluyor zira
vazifesini gerçekleştirerek, vazifesine sahip çıkarak, şahsi olarak üstlenerek,
özel durumunu benimseyerek ortak mecburiyetleri seçiyor. O halde birey bir
anlamda orta yolu seçiyor ve genel içerisine yerleşiyor. Ama aynı zamanda birey
oluşunu ortaya koyuyor ve doğruluyor.[58]
İnsan, etik
hayatın içinde olmayı kabullendiği anda estetik zafiyetlerden de kendini
kurtarmış olur. Yalnız dış dünya değil; iç âlemin değeri kavranılmış olur. Kişi
zevk hayatından prensipler dünyasına adım atmıştır. Bu adım, ona bir dinginlik
ve evrensel olanda yoğrulma imkânı verir. Hayatının dominant unsurları doyum ve
tutarlılık olarak özetlenebilir. Evrensel olanın genelliği içinde kendisine
ayrılan yeri kabullenmiştir. Her hareketinin özle uyumu dikkat çekicidir.
Prensipler birincil nedenlerdir. Etik evrede insan, ahlaki olarak kendine
yeter. O, vazifeyi ilk sıraya koyan, olmazsa olmaz kabul eden Kantçı ahlak
öğretisinin sanki somut bir numunesidir. Böylece kişi genelin içinde özel
oluşunu kabullenmektedir.
Etik yaşam
kategorisi varoluş hareketine katılan bireyin bulunduğu evreyi sembolize eder.
Kişi hem bir aktör hem de bir kostüm vazifesi görür. Genel içerisinde özel
yerinin bilincini taşır. Çünkü ilişkili olduğu prensipler tartışma
yaratmaksızın, saf kategorik temellere dayanır. İnsanlığın ortak kabulü olan
kıymetler kişinin de içinde bulunduğu topluca yapılan bir seremoniye dönüşür.
Bu, varoluşun kesinlik kazanması anlamına gelmektedir. Yani inanç noktasına
ulaşmayı hedeflemiş kişinin sıçrama yapabileceği bir noktadır. Adeta bu inanç
noktasına gelebilmek için kişi ahlaki evrede toplumsal sorumluluklarını
içselleştirir. Bu anlamda etik kategori törel kategoridir.
Estetik
birey kendisini olduğu gibi kabul ederken, etik birey kendisini bilmeye ve
kendi seçimiyle yaratmaya çalışır. [59]
Etik birey ideal kendisi olmayı amaçlar. Bağımlı, tutarsız ve tesadüfi
değildir.[60]
Ya/ya da
ikilemi Kierkegaard'ın bütün felsefesinin temelinde yer almaktadır. Bunun
tanımlanmasını yapmak da zordur. Öğrenilmesi için denenmesi gerekmektedir.
Seçeneğin yapısı, bireysel, öznel, anlık, mutlak, özgür, geri alınamaz
olgularla anlaşılabilir.[61] Ya
estetik hayatın vurdumduymazlığını seçmek ya da etiğin evrenselliğinde varoluşu
bilinç düzeyine çıkarmak, yani varoluşu evrenselin ya da genelin kontrolüne
bırakmaktır; etik hayatın kişiye kazandırdığı işte budur. Böylece kişi bilinçli
seçimle huzur ve güvende olmayı dolayısıyla toplumsal genellemede bireysel
konumu tanımlamayı gerçekleştirmiş olur. Toplumun beklentilerine kendini
uydurarak bir emniyet noktası keşfetmiş olmaktadır. Artık estet’in
vurdumduymazlığı ve sorumsuzca yaşamasının karşısında dilediği gibi yaşayan bir
kimse değildir. Kuralların ve de toplumun beklentilerinin belirleyiciliği
esastır.
Ahlaki
alanda birey mutlak ve somut olarak kendini seçip var etmeye daha doğrusu var
olmaya başlar. Estettin yaşamı imkânlar ve çeşitlilikler arasında temelde
değişmeden kalıyordu. Çünkü onun dünya ile bağlantısı yalnızca soyut düzlemde
olup aslında o dünyanın içinde yer almıyordu. Dili de aynı şekilde estetik,
yani sanatsal bir oyuncak gibi şeylerin kendisine zarar veremeyecek bir
olabilirlik düzeyinde kullanıyordu. Buna karşılık ahlaki bireyin yaptığı,
sanatı ve duyarlılığı yaşama dönüştürmek olmuştur. Ahlaki bireyin kendisi ve
dünyayla ciddi olarak ilgilenmesini sağlayan şey, onun kendi içine dönmesi,
kendi kendisini tanıması olmuştur.[62]
Etik
kategori kişiler için değişiklik arz edebilir. Kimi ahlaklı olmaya ve içtenliğe
bağlanır. Bu dünyada idealini ahlaklı olmaya adar ve bu idrak ile kalır. Kimi
de ahlak idealini bu dünyada başaramayacağını anlamıştır. Çünkü bu dünyanın
kendisine en uygun alan olmadığını anlamıştır. [63]
[64]
Ahlaki
basamağın en alt basamağındaki insan sonrasızlık isteklerini bu dünyada
gerçekleştirebileceğine inanır. Ahlaklı davranışa ve doruluğa sarılır. En üst
basamağındaki insan ise bu dünyada ahlak idealini gerçekleştirmeyi
başaramayacağının idrakine varmış olan kimsedir. Artık bu aşamada birey bir üst
basamağa(dini varoluş alanına) atlayabilmek için yeterli olgunluğa ulaşmış
demektir. Ciddi, prensipli, ahlaklı yaşantısına rağmen ahlaki insan, bu alanın
kendisine uygun alan olmadığını anlayacaktır.
C - DİNİ KATEGORİ
Dini
varoluş alanı, sıkıntı ve umutsuzluk dolu ruhsal hallerden imana sıçrayışın
gerçekleştiği alandır. Ahlaki yaşamın dinginliği bireyi mutlu ve başarılı kılsa
da gerçek dinginlik ve emniyet alanı, iman(dini) alanıdır. Dini kategoride
muhkem bir varoluş zemini sağlanmıştır. Çünkü Tanrının mutlak oluşu ona yakın
olmaya ve mutlak itaat etmeye ulaşmış birey için gerçek bir emniyet alanıdır.
Etik alanda bireyin sığmağı toplumsal yasalar iken dini alanda ise artık toplum
kavramının da ötesinde her şeyin düzenleyicisi olan Tanrısal alanın telkin
ettiği güven yatmaktadır. însan doğasında var olan sonsuzluk düşüncesinin bir
dışavurumu olarak kabul edilebilen bağlanma ya da iman, dini alanın sembolüdür.
Tersinden ele alacak olursak iman sıçrayışını gerçekleştiremeyen estet için
geçerli olan sıkıntı, endişe, umutsuzluk gibi ruhsal tehditler imana ulaşmış
birey için geçerliliğini kaybetmiştir. Ruhsal dinginlik yeri olan iman alanı,
birey için aydınlık yeridir. Bireyin kendisini sıkıntı, endişe ve umutsuzluk
gibi sarsıntı yapan şeylerin ayırtma vardığı noktada yani şuur düzeyine
ulaşmışsa eğer o zaman imanın doğacağı belirtiler ortaya çıkmaya başlamış
demektir. Talihsiz olan bu sıkıntı veren şeylerin şuur düzeyinde algılanamadığı
estetik hayatın konforuna kapılıp gitmektir
Burada
ahlaki alandan inanç sıçraması yapan bireyin ediminin taşıdığı anlamların
ortaya çıkardığı ses, hiç de umursanacak gibi değildir. Çünkü birey, ahlakın
erdemlerinden tatmin olamamaktadır. O, kendinden aşkın olanla mutlak manada
hemhal olmayı dilemektedir. Aşkın olana doğru yönelmektedir. îman hareketini
zorunlu kılan şey, Tanrıyı dilemektir. Burada kişinin kararını kendisinin
vermesi gerekir. Tanrının var oluşuyla ilgili kanıt gösterilmesini isterse,
inanmıyor demektir. Önemli olan kanıtlamaya ihtiyaç duymadan inançtır ve Tanrı,
bireyin gönlünde, ondaki inanç sayesinde ortaya çıkar.[65]
Estetik
haz, etik kategoride, ödeve saygı belirleyici ilke iken, dini kategoride bu,
yerini Tanrıya boyun eğme ve bağlılığa bırakır. [66]
Bu da insanın yabancılaşmayı aştığı noktayı işaret eder. Yabancılaşma serüveni
iman ve içtenlikle boyun eğme noktasında son bulur. Çünkü inanç, birey üzerinde
hâkimiyetini kurmuştur. Bu süreçte bireyin inancına kanıt aramasına ihtiyacı
yoktur. İman sıçrayışını gerekli gördüğü an; onu tutan bağlardan kurtulduğu
andır. Atlayış, sıçrama bir kurtuluş için olabilir, yok oluş için değil.
Dini
kategorinin paradigması, acı ve ıstırap, buna bağlı olarak aşktır. Tanrı inancı
acı ve ısdırabm temelleri üzerinde yükselir. Aşk eylemi ve ibadet eylemi
özdeştirler. Ve her ikisi de dünyadan el etek çekme de özdeştirler. Hıristiyan
nefsini kaybederek ancak Tanrısını kazanır. Rölatif amaçlardan, zevk ve
saadetten ve hatta ilimden el çekmesi nedeniyle onun hayatı zorunlu olarak
ıstırap ve acıyla doludur. [67] Tanrıya
iman sıçrayışı sayesinde benliğin onda yok oluşu, insanın kendi aslına
dönüşüdür. Bu aslına dönüş insanın bütün varoluş “tarihiliğini” açıklar.[68]
Dini
kategori diğer kategorilerin sıradan erdemlerine karşılık nihai bir kurtuluş
reçetesi vaat ettiği için estetik ve ahlaki kategorilerin üzerinde yer alır.
Bir bakıma birey dini kategoriye ulaşabilmek için diğer evreleri atlayarak
gelir. Bu evrede düşünce yer almaz. Hiçbir toplumsal determinizme burada yer
yoktur. Çünkü dinin insandan öncelikle talep ettiği şey imandır. Bu iman
sorgusuz ve akıl yürütme yöntemlerine başvurmaksızın gerçekleşmelidir ve özünde
absürt de olsa hiçbir karmaşık akıl yürütmeye meydan vermez. Acı ve umutsuzluk
içinde iç sıkıntısıyla kıvranan kişi, iman sıçrayışıyla savaşımını kazanabilir.
İçinde taşıdığı sonsuzluk olmasa umutsuzluğa düşmeyecek olan birey, estetik ve
etik kaygılardan sıyrılarak iman sıçrayışı sayesinde belini doğrultabilir.
Estetik
hayat, bireyi umutsuzluğa, etik hayat ise iman ile noktalanmadığı sürece
yabancılaşmaya götürüyordu. Buradaki yabancılaşma insan varlığının
derinliklerinde var olan gerçek şeye Tanrısal öze yabancı olma halidir. Bunun
nedeni giderek başkalarının isteklerine göre eylemesi, toplumsal kurumlarm
baskısından kurtulamamasıdır. Kierkegaard’a göre yabancılaşmanın temel
problemi, anlamsızlık ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada insanın kendi
benine anlam yükleyebilmesi, kendi özüne uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi
problemidir. Yabancılaşmayı aşma ancak ve ancak inanç sıçramasıyla, Tanrıya
yönelmek suretiyle olabilir.[69] Kısaca
dini alanın kurtarıcı özelliği ortaya çıkmaktadır. Estetik kategoride haz ön
planda iken etik olanda ise bu yerini ödeve saygıya bırakmış iken dini alanda
ise içtenlikle boyun eğme ve mutlak bağlanma söz konusudur.
Dini
Kategori estetik ve etik olanın diyalektik bir sentezi olarak kabul edilebilir.
Estetik olan kesinlikten yoksun idi. Etik ise kendi içinde kesinliğe kavuşmuş
ve fakat son tahlilde kişiyi doyurmuyordu. Bu nedenle dini olanın
kabullenişiyle birlikte birey, bütün kesinliğin ötesine uzanmaktadır. Bu, ancak
bir sıçrayışla gerçekleşebilir. îman sıçrayışı seçenekler arasında ikileme
meydan vermeyen bir kesin kabullenişin görüntüsüdür.
Bu, dini
bir ızdırabı da gerekli kılar: Kierkegaard, acı ve ızdırabı insan için bir
kazanç olarak görür. Zira dini aşamadaki insan kendini Tanrıya karşı sorumlu
hissederek acı ve günahın gerçek anlamını öğrenir. Acı ve günahın bulunmadığı
yalancı bir güven hissi, insanı Tann’dan uzak tutan bir aldatmacadır. Çünkü acı
ve ızdırap, Tanrı sevgisini tanımaya yol açacak bir araçtır.[70]
Roger
Vemeaux, Kierkegaard'ın dini alanı için şunları söylemektedir: “Dini alan, iman
onu tek ve günahkâr olarak Tanrı huzuruna koyduğu için daha yüksek noktada
insanın var olduğu alandır(...) ‘sevmek ve tanımak bir ve aynı şeydir’. Tanrı
kendisi hakkında taşıdıkları ve sadece eseri ile değil fakat hazır olduğu ile
mevcut olan aşkla kendini sevenlere görünür. Aksine insanın Tanrıya benzer hale
dönüşü, O’nun tarafından eritilişi yine aşk iledir. İbadet etme, ruhun bu
emilmesi ve Tanrıda erimesinden başka bir şey değildir. İbadet Tann’yı bizim
isteğimize dikkatli kılmaktan ibaret değil, fakat bizi Tanrı’ya dikkatli
kılmaktan ibarettir. İbadet, sessizlikte ve tapınmada Tann’yı dinleme akdidir.
Böylece aşk aktı ile ibadet aktı özdeştirler ve her ikisi de dünyadan el etek
çekme de özdeştirler. Hıristiyan, nefsini kaybederek ancak Tanrısını
kazanabilir. Şüphesiz O, ‘benimki’ ile ‘seninki’ arasında her fark yıkılınca
veya yine bütün ‘benimkileri’, ‘seninkiler’ haline dönüştürünce, Tanrıda bulur
ruhunu. Mutlak amacıyla kendini tehlikeye atmak için her relatif amaçtan,
zevkten, saadetten, ilimden el çekmesi nedeniyle, bu dünyada onun hayatı
zorunlu olarak ızdıraphdır”.[71]
Dini
kategorinin özünde Tanrıya tereddütsüz inanma ve bağlanma yatar. İnsan için
ulaşılabilecek en üst seviye dini seviyedir. İman; insan olma noktasıdır.
Burada Kierkegaard, imanın değerini ortaya koymaktadır. Varoluşsal diyalektik
doktrin’in son halkası olan dini alan, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’tan kendi
kurtuluşu için feragat etmeyi isteyerek ortaya koymaktadır. Bu dehşet,
İbrahim’de yeni bir ikilem’e meydan vermeden kararlı bir biçimde iman hamlesini
yapmasını gerektirir. Ne tür bir yargıyla çatışırsa çatışsın İbrahim,
sonsuzluğun mutlakhğına karşı mutlak basamakta imam tercih eder. Böylece dini
kategorinin sembolü olur. Onun imam o kadar nettir. Dini Kategori paradoksal
olana sonsuz bağlanışın yeridir.
Dini
kategori akıldışı olanın akılla girdiği tartışmayı keser, saçmanın inayetini
belgelemeye çalışır. Hz. İbrahim’in kurban olayı bunu ortaya koyan en güzel
örnektir. İbrahim örneğinde dini olanla ahlaki olanın paradoksal durumu ele
alınmıştır. Bir cinayeti Tanrıyı memnun eden bir kutsal eyleme dönüştürebilen
imanın ne müthiş bir paradoks olduğunu ortaya koyması bakımından dikkatle
incelemeye değer. Hiçbir entelektüel çaba, Tann’nın İbrahim’den talebini makul
gerekçelere dayandıramaz. Çünkü imanın başladığı noktada düşünceye yer yoktur.
İbrahim de akla sığmayan bir emre karşı mutlak surette inanıyordu. İnancını
ispatlaması için yani dini olana sıçrayabilmesi için iman hareketini yapması da
gerekiyordu. Bir babadan istenebilecek en zor şeyle sınandığının farkında
olarak yapması gereken hamleden bir an olsun tereddüt etmedi. İman hareketi
onun kurtuluşu için ön şarttı. Bu sıkıntı veren çelişkinin akılsal izahı,
Kierkegaard için pek mümkün görünmüyor. Aksine bu çelişkide imanın espirisini
buluyor: “İmanın olduğu yerde düşünceye yer yoktur”.
Dini
hayatın özünde akılla çatışan unsurlar mevcuttur; Enkamasyon gibi. Rasyonel
teoloji Kierkegaard’ı tatmin etmemektedir. O, varoluşçu teolojiyi savunur.
Varoluş elde edilebilen bir şey olmakla, kazanç anlamında bir büyük değerdir.
Kierkagaard'ın ortaya koyduğu da budur. İmana gerçek değerini vermektir.
Kierkegaard,
anlamsız(saçma) olsa da, hatta bilakis saçma olduğu için imanın gereğini ortaya
koyuyor. İnancın doğasında saçmalık yatar bu da onun akıldışı oluşunu ortaya
koyduğu gibi akla üstün olduğunu da belgitler. Böylece insanın varoluş macerası
Tanrıya adanan bir kurban olur. Dini varoluş alanını saçma gibi görünen
talepler içerse bile bu, Tanrısal olanın mucizevî ve mutlak kurtarıcı oluşuyla
masum bir hale dönüşür. Dini olan estetik olanı ortadan kaldırabildiği gibi
etik olanı da askıya alabilir.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
İMANIN
PARADOKS OLUŞU
A - İMAN VE PARADOKS
KAVRAMI
Paradoks;
görünüşte mantıksız ve çelişik, fakat çok defa gerçeğe uygun söz [72] ya da
yanlışlığı açık olduğu halde mantıksal olarak doğrulanabilen, yaygın düşünceye
aykırı görüşü ifade eden bir özellik taşır. Mantıksal ya da fiziksel olsun,
paradoksun temelinde bir yanlış koyum, ya da bir bilgi yoksunluğu, genellikle
de diyalektik bilgiden yoksunluk yatar.[73]
İman;
duyan, düşünen, bilen ve irade eden süje ile düşünülen, şuurun kendisine
yöneldiği, tasavvur edilen, düşünme konusu olan ve “ideal” olan bir şey olduğu
gibi, şuurdan bağımsız olarak dış dünyanın bir parçası da olabilir.[74] [75] Demek ki
iman kavramını oluşturan unsurların tümünün bir arada bulunması gerekir. İman
ne sadece bir ideal, ne de sadece bir irade. İmanın geçekleşebilmesi için
yukarıda sayılan özelliklerin uyum sağlamalarım gerektirmektedir. Kierkegaard,
imanı kuran unsurlar içerisinde irade ve süje’ye geniş bir yer vermektedir.
Hatta kişisel olarak yaşanan iman tecrübesi, bireysel iradi bir eylem olacağı
için o, özellikle süjenin iman tecrübesini ve irade sergilemesini
önemsemektedir. O halde süje ve obje arasında cereyan eden bu iman eylemini
paradoks kılan nedir?
îman şu
paradokstur: Tikel olan, evrensel olandan yücedir. Evrensel olanın içinde yer
aldıktan sonra, tikel olarak kendini evrensel olandan daha yukarı koyar. Eğer
iman buna yol açmıyorsa, İbrahim yitirilmiş, iman dünyada hiç var olmamış
demektir. 75 Tekil olarak bireyin evrenselden daha yüce olması, ast
değil üst olması, evrensele rağmen haklı çıkar. Tikel olarak evrenselin altına
girdikten sonra, evrensel aracılığıyla, tikel olarak evrenselden daha üstün
birey olan, tikel bireydir çünkü tikel konumdaki birey mutlak ile mutlak bir
ilişki içindedir. Bütün ebediyet boyunca bir paradoks olarak, düşünceye
erişilmez olarak kalacaktır.[76]
îman,
bireyin yalnızca birey olduğu gerçeği üzerine kurulmuştur. Birey, mutlak
görevini evrenselde ifade etmek istediği anda meydan okumakta olduğunun farkına
varır. Birey, evrensel olandan yücedir; birey evrenselle ilişkisini mutlak olan
ile ilişkisine göre belirler, mutlakla ilişkisini evrenselle ilişkisine göre
değil. Paradoks, Tanrıya karşı mutlak görevin var olduğu söylenerek de ifade
edilebilir. Çünkü bu görev ilişkisinde kişi birey olarak mutlakla, mutlak
olarak ilişkidedir.[77]
Birey
mutlak olana iştirak ve itaatle görevini yerine getirir. Ama bu, genel ve
evrensel olan toplumsal ahlak ve evrensel olana karşı gelmek anlamınadır.
Tereddüt noktasında ise birey günah işliyordur ve kaybedilmiştir. Ancak
Tanrının insandan istediği şey; estetik, etik, her türden yasaları boşa
çıkardığında ortaya çıkan şey, dehşettir, paradokstur. Paradoks; her türden
dünyevi kuralı alt üst eden ilahi bir emirdir. Bireyin kurtuluşunun tek çaresi
olunca, cesareti olup bu hamleyi yapabilen kişi ancak imanı da kuşanmış olur.
Nesnel bir akıl yürütme ve geriye doğru sağlama yapma girişimi batıl bir eylem
olmaktan öteye gitmez. îman, bir doğrulama ameliyesinin malzemesi değildir.
Tikel
birey, tikel olarak mutlak olanla mutlak ilişki içindedir. Bu durum
uzlaştırılamaz; çünkü tüm uzlaştırmalar evrensel olanın yetkisindedir. [78] Buradan
anlaşılan şey, Tanrı insan ikileminin uzlaştırılamayan iki ayrı varoluş
gerçeğini anlatıyor olmasıdır. Birey imanın gerçekleşmesi noktasında mutlakla
mutlak bir ilişki içinde olduğuna göre insansal her türden kural bu ilişkide
askıya alınabilir. Bu da imanın değerini anlamak bakımından önemli bir veridir.
Çünkü Tanrı bizzat evrensel kaide olan ahlak kuralını belli bir sınamanın
gerçekleşmesi için askıya almaktadır.
Bir
varlığın özüyle ilgili dinsel bildirim, paradoksta ortaya çıkar. Bu
kanıtlanabilir bir iddia olmayıp (böyle iddiada bulunan Teoloji daha çok
şüpheli bir felsefe türüdür), kendisini dinleyen insanın var oluşunun gizli
bölgesine ve orada, yalnız orada tecrübe edilebilen şeye doğru bir işaret
etmedir. [79] Bu
paradoksal kabul edilen iman anlayışına göre, kişinin kendi tecrübe ve
tanıklığı büyük önem kazanmaktadır. Burada süje inanç objesiyle
dolaylı(indirekt) olarak değil, doğrudan(direkt) ilişki kurmaktadır. Yani
inanan ile inanılan arasında başka herhangi bir vasıta bulunmamaktadır. Burada
duyulan güven kişinin kendine olan güvenidir. Kesin tanıklık da denilebilir.[80]
Kierkegaard'ın
paradoks kavramına yüklediği mana esas alınmak istenirse, tikel bireyin içine
düştüğü mantıksal çelişki olarak görülen şey paradoks değildir. Kierkegaard,
paradoks kavramının çağrıştırdığı anlamdan faydalanarak onu yeni bir şekle
sokmaktadır. Eğer paradoks, mantıksal çıkarımlara ya da genel kabul görmüş
yargılara aykırı gibi gözüken ve fakat içerisinde doğruluk payı taşıyan
gerçekler ise Kierkegaard paradoks kavramına bir genişlik katmış gözüküyor.
Çünkü paradoks akli çıkarımlar dizgesinin bir terimidir. Kierkegaard,
Tanrı-insan ikileminin çelişkisini paradoksun kavrayıcı mana genişliğine sokmak
istemiştir, iman zihin faaliyetlerimizin doğal sürecinde gerçekleşen basit bir
akıl işlemi değildir, aksine varoluşsal, ruhsal ve insan iradesinin sınanması
olarak kabul edilebilecek bir büyük somut gerçeklikti. Birey iman süreci içinde
aktiftir. Belirleyicidir. Böylesi bir inanç yolu iradeci bir iman anlayışının
eseridir. Buna göre iradenin, insanı bir güven noktasına getirdiğini,
dolayısıyla inancın, iradenin bir eseri olduğunu ileri sürer. İnsan sadece
inanmayı istediği için inanabilir. Bu da iman sürecinde irade faktörünün
önemine işaret eder.[81]
Kierkegaard’a
göre iman, doğasında akıl ile yan yana gelemez. Tanrıyı bulmak için akla
ihtiyacımız yoktur. Tanrı irrasyonel olarak kabul edilir. Kierkegaard daha da
ileri giderek Tanrı bizzat irrasyonel olduğu için kabul edilir demektedir. Ona
göre imanın paradoks oluşu diğer paradokslar gibi değildir; paradoks ya da
absürd(saçma), hem öğretici ve heyecan verici bir özellik taşır. Düşünce
dünyamıza gerçek dokunaklı duygular aşılar ve bütün düşüncemizi kucaklayan
şeyden daha büyük bir özellik taşır. Kierkegaard, paradoks kavramına varoluşsal
bir içerik katmıştır.
Nesnel
sorgulamaya izin vermeyen bir kabul, yani itaat noktasında durur. Hatta tam
tamına düşünmenin iflas ettiği yerde inanç, paradoks olarak kendini gösterir.[82]
Bütün
bunlar gösteriyor ki insan için önünde seçenek gibi duran varoluş alanlarından
ne estetik ne de etik doyurucu bir varoluş imkânı sunamıyor. Gerçek varoluş,
paradoksun (absürdün) öngördüğü varoluştur, bu da imanın kişi için son ve
gerçek kurtuluş alanı olduğunu göstermektedir. Hatta burada Kierkegaard'ın
gizli gündemi: Gerçek birey imana ulaşmış bireydir ve gerçek şey de imanın
kendisidir.
B - KİERKAGAARD’DA
PARADOKS KAVRAMI
Şu bir
gerçek ki Kierkegaard'ın dine(Hıristiyanlığa) bakış açısının temelinde
paradoksal bakış açısı vardır. Yani Kierkegaard, Hıristiyanlığı paradoksal
kabul eder. Yazılarında sık sık paradoks kavramına başvurur. Kierkegaard için
paradoks, pozitif anlamlarla yüklüdür. “Paradoks hakkında kötü düşünmemek
gerekir; zira o düşüncenin tutkusudur, paradoksuz düşünür ise tutkusuz aşığa
benzer. Düşünce için bu kaçınılmazdır. Öyleyse bütün düşüncenin nihai
paradoksu(çatışkı), düşüncenin kendinin düşünemeyeceği bir şeyi keşfetmeyi dilemesidir.
Bu, düşüncenin tutkusu olarak her zaman vardır. Birey düşünürken sırf kendi
olmadığı ölçüde bireyin düşüncesinde de vardır. Ama alışkanlık yüzünden bunu
fark etmeyiz.”[83] Erotik
aşk paradoksunda da aynı şey olur. Kişi kendi içinde sakince yaşar, sonra
kendisine duyduğu aşk bir başkasına duyulan, yokluğu hissedilen birine duyulan
aşk olarak uyanır. Her sevgide kendinin sevgisi temeldir ya da temele oturur:
“Komşunu kendin gibi sev” derken de aynı paradoks vardır.[84]
Kierkegaard'ın
paradoks anlayışı: iki zıt var oluşsal varlık arasındaki ilişkiye gönderme
yapan kategorik kavramdır. Buradaki bakış açısına yön veren şey; mutlak olarak
Tanrısal varoluş ile insani var oluşun uzlaştırılamaz oluşu yatmaktadır. Bu
zıtlık ontolojik bir zıtlıktır. Paradoks; saf bir düşünsel kavram değil,
Tanrı-insan ikilemini tanımlayan ontolojik, varoluşsal bir tanımlamadır.
Örneğin Enkamasyon, ona göre mutlak bir paradokstur. Burada paradoksa konu olan
Tanrının ve insanın paradoks oluşu değil bu iki varlık arasındaki ilişkidir.[85]
Bireyi
paradoksa sürükleyen şey, Tanrı’nın bilinmeyen olmasıdır. Bu bilinmeyenin
(Tanrının) var olduğunu ispat etmeyi istemek, anlayışa uygun değildir. Diyelim
ki Tanrı yoksa bunu ispat etmek mümkün değildir elbette. Ama eğer varsa, var
olduğunu ispat etmeyi istemek aptallıktır; zira ispat başladığı anda, bunu
kuşkulu diye değil kesin diye var sayarım, çünkü aksi halde, tanrı var
olmasaydı bütün bunların olanaksız olacağını hemen fark edip ispata
başlamazdım. Ama “Tanrının var olduğunu ispat etmek” ifadesini bilinmeyenin -ki
vardır- Tanrı olduğunu ispat etmeyi istediğim anlamında yorumlarsam, kendimi
pek isabetli ifade etmiş olmam, bir kavramın tanımını geliştirmekte olurum.
Araştırma nesnesinin var olduğunu varsayarak elde ettiğim sonuç tamamen başka bir
şey olur. Akıl yürütme varoluşla sonuçlanmaz, ancak varoluştan yola çıkar.
Mesela bir taşın varolduğunu değil, varolan bir şeyin taş olduğunu ispat
ederim. Varoluşa ister bir accessorium (ek) ister ebedi prius
(varsayım) denmek istensin, o asla ispat edilemez. İspata kalkan kişi de
gizliden gizliye riyakârca Tanrını kendi özünde var olduğu bilgisini
taşımaktadır. Napolyon’un var olduğu yaptıklarından yola çıkılarak ispatlanmak
istenseydi, bu çok tuhaf olmaz mıydı? Eğer bu yapılanlara Napolyon’un yaptıkları
dersem, o zaman ispat fazlalıktır, zira Napolyon’un adı zaten kullanılmıştır.
Bunu göz ardı edersem, yapılanlardan kalkarak bunları Napolyon’un yaptığını
asla ispat edemem ancak bu yapılanların büyük bir general tarafından
yapıldığını ispat edebilirim.[86]
Oysa Tanrı
ile yaptıkları arasında mutlak bir ilişki vardır. Tanrı bir ad değil bir
kavramdır; belki bu yüzden, onun essentia involvit existentiam (özü var
oluşu içerir). Burada dehşet veren sınavlar karşımıza çıkmaktadır. Şeylerin
düzeninden yola çıkarak Tanrının varlığını ispatlamıyorum; buna başlasaydım da
asla sonunu getiremezdim. Bunu ancak ideal olarak düşünülen, doğrudan doğruya
ve hemen görünür olmadıkları haliyle düşünülen olarak yapabilirdim. Ama bu
durumda da Tanrının varlığını yaptıklarından kalkarak ispatlamakta olmazdım,
varsaydığım idealliği geliştirmekte olurdum yalnızca. Ama bu Tanrının var
olduğunu varsaymaktan ve fiilen ona güvenerek işe başlamaktan başka nedir ki?
Burada serbest bırakır bırakmaz tepesi üzere dönen bir hacıyatmazla karşı karşıyayız.
İspatlama sürecindeyken de ispatlamayı bıraktığım anda da varlık oradadır. Bu
bir an meselesidir. Bir sıçramadır. Ne kadar kısa bir zaman dilimi de olsa
hesaba katılmalıdır.[87]
Tanrı
bilinemeyen olunca nesnel bilgiye konu edilmesi de söz konusu olamaz. Onu
bilebilsek de ifade edemeyiz. Bu ise insan tutkusunu tatmin etmez. Aradaki
sınır(bilinmeyen) tutkunun işkencesidir ve ödülüdür aynı zaman da. İster
olumsuzlama yoluyla ister idealleştirme yoluyla olsun bu bilinemezliği yarma
harekâtı daha öteye gidemeyecektir. Bu bilinmeyen şey gelip gelip dayanılan
sınırdır. O, mutlak olarak farklıdır. İnsan anlayışı mutlak olarak farklı olanı
düşünemez. Yoksa anlayış kendi kendisini aldatma yoluyla en korkunç aldatıcı
haline gelmiştir. Anlayış Tanrıya mümkün olduğunca yakındır, ama bir o kadar da
uzaktır.[88]
Bize göre
Kierkegaard, varoluşçu düşüncelerinin bütünlüğü içerisinde hareket ederek ele
aldığı meselelerde hep varoluşçu temelden hareket ettiğini görmekteyiz. Hareket
noktasında sürekli bireyi ön plana çıkarmayı hedef edindiği için bireyden
kalkıp yine bireyde yoğunlaştığını görüyoruz. Sistemciliğin karşısına akıl
dişiliği, nesnel olana karşı öznelliği, dışsal olana karşı içsel olanı karşı
karşıya getirmektedir. Hegelin Hıristiyanlık teolojisine ait Tanrının varlığı,
günah, saçma, paradoks, masumiyet ve ölümsüzlük gibi konuları sistemin
ussallaştırılmış zihinsel ya da kavramsal parçaları haline getirip mantığın
kategorilerine dâhil etmesine, dolayısıyla bireyi hesaba katmadan kurgulanan
rasyonel teolojilere karşı varoluşçu, bireysel bakış açısını koymaktadır.
İnsanın bizzat kendisi var oluşun ihmal edilemeyen olmazsa olmaz mihveridir.
İman meselesi de gerek imana konu olan şeyler bakımından gerekse iman
kavramının bizzat kendisi, bireyden bağımsız ele alınamaz. Kuramlaştınlmış bir
ilahiyat, tahrif edilmiştir. İnancın içtenliğini yok etmiştir. Kısaca din
akılsal bir sisteme sıkıştırılamaz. Bir doktrin(öğreti) şekline sokulan
Hıristiyanlık, puta tapıcılıkla eş değer hale getirilmektedir. Böylece
Hıristiyanlığın da Hıristiyan olmanın da anlamı ortadan kalkmaktadır. Hegel
felsefesi bu işe yaramaktadır. O, Hıristiyanlığın özünü kaybetmesine yarayan
bir spekülatif bilgi konusu olan doktrinel bir teoloji geliştirmiştir.[89]
Buradan
şunu çıkarabiliriz: Dine dâhil olan meselelerle nesnel bilginin ya da
spekülatif bilgi olarak ele alman bilimsel bilginin kendisi, incelenme
gerekçesi ne olursa olsun kategorik olarak bir birinden taban tabana zıttır.
Tanrı bir kere doğrulayıcı nesnel bilgi konusu olunca artık inancın yerini rasyon(akıl)
almıştır. Dini hakikatlerin akla sığmayan konularının aklileştirilmesi çabası,
aklı memnun etse de imanın yeri olan kalbi dolduramamaktadır. Kierkegaardm
‘imanı bilinmeyene doğru veya bilinmeyen içinde bir sıçrama’ olarak
tanımlamasından da anlıyoruz ki bu hareket ani ve paradoksaldır. Çünkü bilinmez
olan Tanrıya ancak iman hareketiyle ve şüphe götürmeyen özelliğiyle bir sıçrama
yapılabilir. Bu ani bir harekettir. Paradoksal ve varoluş sancısı içerir.
Birey, iman noktasına kavramların akılsal incelemesinden yola çıkarak değil,
sarsıcı ve dehşetengiz sınavlardan geçerek varır. İbrahim örneğinden çıkan
sonuç da budur. O, Tanrının sınamalarını başarıyla kazanmış bir iman
sembolüdür. Bunu kazanması için öz varlığı olan İshak’ı kurban etmesinin
kendisinden istenmesi, imanın basit bir temelinin olmadığı sonucunu doğurur.
Nesnel
şüphecinin tereddüt dolu akılsal tetkiki iman hareketini gerçekleştirmeyi
ortadan kaldırır. Bir an için tereddüt mümini kâfir kılabilir. İnsan düşüncesi
mutlak başkası olan Tanrıyı bilemez Paradoksun can alıcı noktası burasıdır.
Gerçekten de sonsuz Tanrının sonlu değişebilen kavramlarla açıklanması imkânsız
gibi görünüyor. En azından sır kavramının içeriğine zıtlık teşkil eden her
akılsal çaba öğretiye dönüşmektedir. Ya da Jolivet’in deyimiyle böylesi
aklileştirilme çabası “Hıristiyanlığı, Hıristiyanlık değil, Hıristiyanlığın
karikatürüdür”[90] noktasına
getirmektedir. Hıristiyanlıktaki Tanrının cisimleşmesi ve var oluşa dâhil
olması aklın izah edeceği bir konu olamaz. O zaman bu Kierkegaarda göre absürd
ve paradokstur. Bilimsel bir kavramlaştırmaya konu olamaz.
Kierkegaard'ın
absürd, paradoks, dogmanın bilinmezliği ve anlaşılamazlığı konularını
varoluşsal görüşlerinin bütünlüğü içerisinde akıl dişiliği ön plana
çıkarmasıyla felsefi olmayan(non-flosofıcal) bir söylem geliştirdiğini de
söyleyebiliriz. Bu da onu bir ‘istisna’ kılmaktadır. Kierkegaard'ın bu tutumu
kendisinden sonra da felsefenin daima felsefi olmayanla ilişki içinde olmasını
doğurmuştur. Varoluş alanlarında, felsefi söylemin içerik açısından “varoluş”,
biçimsel açıdan da “felsefi dilin sanatsal kuruluşu” olarak ortaya çıkması, bu
“felsefı-olmayanm özünü oluşturur. Dolayısıyla o, kaynakları felsefe dışında
olan bir filozof olarak “istisna” dır.[91]
Paradoks,
varoluşsal bir varlık ile dil ya da düşünce arasındaki ilişkiye dayanmaz.
Tanrının “doğrudan” bilineceğini savunmak putperestlerin yaptığı gibi
düşünmektir. Tanrı sözcüğü insan düşüncesi ve konuşmasının yetersiz ortamında
şekillendiğinden o çelişki içinde kaçınılmaz olarak yönünü değiştir.[92]
Dolayısıyla Kierkegaard'ın paradoksu sonsuz Tanrı ile sonlu insan düşüncesi ve
dili arasındaki ilişkiye dayanır.
Kierkegaard
için paradoks, göreliden ziyade mutlaktır. Paradoks, geleneksel mantık
anlamında aklın kavrayışının ötesindedir. Çünkü geleneksel mantık sadece saf
kavramlarla uğraşır, varoluşsal varlıklarla değil. Bu yüzden Kierkegaard ifade
eder ki, “mantık gerçek anlamda varoluştan farklıdır”. O, paradoksa saf bir
kavram olarak değil, paradoksu bir gerçeklik olarak ele alır. Onun inşa ettiği
şey; düşünce sistemi değil, varoluşsal gerçeği inşa etme çabasıdır. Çünkü
düşünce alanında olasılık, zorunluluk, soyutluk, değişmezlik, evrensellik ve
kesinlik vardır, dolayısıyla akim nesnesidir; varoluş alanında ise gerçeklik,
özgürlük, somutluk, belirlilik ve değişebilirlik vardır, bu ise inancın
nesnesidir. O, paradoksun insan aklı tarafından çözülemeyeceğini savunur. Saçma
öyle bir yolda inşa edilmiştir ki; aslında akıl onu kendi gücüyle anlamsıza
indirgeyemez ve onun boş olduğunu gösteremez. Akıl sadece bir muamma ile karşı
karşıya olduğunu söyleyebilir. Akıl için paradoks anlaşılır değildir.[93]
Tanrı somut
olarak bireyin karşısına çıkar. Tanrıyla somut haliyle karşı karşıya gelen
birey için soyut çözümlemeler, varoluşsal paradoksun çözümüne katkı sağlamaz.
Ontolojik olarak iki ayrı alanın karşılaşmasında aklın kılavuzluğu geçersizdir.
Bireye düşen anlamak değil katılmaktır. Kendini bilinmez olanın isteğine
salıvermektir. Akla aykırı olarak görülen şeyler birey için sır kategorisi
içerisinde kabul edilmelidir. Birey için iman noktasına ulaşmak esas olandır.
Bunun için de akla düşen bilinmezin (Tanrının) düşünülemez oluşunu kabul etmek
ve sonsuz teslimiyeti gerçekleştirmektir. Eğer bir insan bilinmeyen hakkında
gerçekten bir şey bilecekse, önce onun (Tanrının) kendisinden farklı olduğunu,
mutlak olarak farklı olduğunu bilmelidir. Anlayış bunu kendi başına bilemez, bu
bir çatışkıdır (paradoks). Akıl mutlak olarak farklı olanı nasıl anlayabilsin?
Tanrının bir insandan mutlak olarak farklı oluşu insanın Tanrıya borçlu olduğu
şeyde değil, insanın kendine borçlu olduğu şeydir. Öyleyse bu farklılık nedir?
Günahtan başka ne olabilir? Bu mutlak farklılığa birey kendisi neden olmuş
olabilir. Birey, kendi kusuru yüzünden mutlak başkası olarak kalmaya mahkûm olmuştur.[94]
Böylece ilk
günah yüzünden insanoğlu Tanrıyla mutlak bir ayrılığa düşmüştür. Ademin suç
işlemesiyle dünyaya düşmesi ve âdemoğlunun da bu suçu dünyada var olmakla
devralmış olması biçimindeki Hıristiyan inancı varoluşun suç kabul edildiği bir
düşünceye dayanır. Kierkegaard bu suçu yalnız insana değil, tüm doğaya da
yüklemiştir. Doğa da tıpkı Âdemin düşüşü gibi Tanrıdan düşmüş olmakla suçludur.
İşte bu suçlu oluş korkuyu doğurur. Korku varoluşun en temel en ilksel ortaya
çıkış yeridir. İnsanın zamanda varolmaya devam etmesi-tanrı kendisini ilk
günahını insandan almak için kendini İsa olarak kurban etse de- bu günahın
sürekliğini ortadan kaldırmamıştır. Günah insanda, onun varoluşunun, zamandaki
varlığının bedeli olarak süregelmektedir.[95]
Tanrı-insan
birliğinden mutlak bir kopuş yaşandığının ifadesinde Tanrı-insan birliğinin
yeniden inşasının ancak mutlak iman sıçrayışıyla olacağı ortaya çıkar. Bu
mistik bir bakış açısıdır. Asıl paradoks da budur. Özünde Tanrısal varoluşu
içeren insan, kendi kusuru yüzünden Tanrıyla mutlak başkası olma noktasına
gelmiştir. Bu kopuşun yeniden birleşmesi için bireyin ait olduğu yere dönüş
yapması gerekir. Bu kayıtsız şartsız iman hareketini gerekli kılar. Akılsal
olmayan bu hareket, içtenlikle ve tutkuyla bağlanmayı gerekli kılar. Bize göre
bu Tanrı-insan birliğinin mistik bir şeklidir. Özünde Tanrıyla bir ve aynı şey
olan insan, kendi kusuru yüzünden mutlak bir başkası olmuş ve Tanrıya
yabancılaşmıştır. İşte bu yabancılaşma onda ölümcül bir umutsuzluğa, sıkıntı ve
iç daralmasına neden olmaktadır. Dini alanda yaşamayan birey Tanrıya
yabancılaşmanın sıkıntısını, korku ve yalnızlığını yaşar. Kierkegaard'ın
Tanrısal alanın kurtarıcı oluşunu söylemesi, bir bakıma bu varoluşsal öze dönüş
projesinin doğal bir sonucudur. İman hareketini gerçekleştirmek için bilmeye
gerek yok. Aklı aşan, aklın üzerinde bir konum teşkil eden iman alanı, bilgi
alanı değildir. Tanrıya olan yabancılaşma, ancak tutkuyla ve içtenlikle yine
ona dönmeyi arzu etmeyle gerçekleşir. Tabi ki bu eylem sıradan bir şey
değildir. Ani ve sarsıcıdır. Bir sıçramanın neticesinde gerçekleşebilir.
Akılsal öngörülerle ya da sistemci nesnel çıkarımlarla değil. Böylece
anlaşılıyor ki, imanı kazanmak, bu öze dönüş macerasını kazanabilmektir. Tanrı
insan ikileminde bireyin anlayışına bırakılmış bir alan mevcut değil. îman
alanı tutkulu duygulanımların, korku ve titremenin, dehşet veren ruhsal
evrelerin bulunduğu alandır.
C - ETİK OLANIN
TEOLOJİK ASKIYA ALINIŞI
Etik
kategoriyi ortaya koyarken Kierkegaard, etik kategorinin kesinlik (Certainty),
ve insan için evrensel geçerlilik taşıdığını söylemişti. Etik kendi ereği
(telos) yine bizzat kendisi olan idi. Bireyin görevi, kendisini durmaksızın
evrensel olanda ifade etmek, evrensel olmak için tikelliğini ortadan
kaldırmaktır. Birey buna karşı çıkarsa günah işler ve meydan okuyor demektir.
Sadece pişmanlıkla evrensel olanın içine kendini bırakarak belini
doğrultabilir. Bu, onun sonsuza dek ereğidir. Bunun terk edileceğini söylemek,
yani “teolojik olarak askıdadır.” demek bir çelişkidir (paradoks). [96] Evrensele
girdikten sonra, tekil birey ne zaman kendisini öne çıkarmak için bir dürtü
hissetse, kendisini pişmanlık içinde ancak evrensele teslim ederek
kurtarabileceği bir ayartma (temptation) sınavıyla karşı karşıya demektir. Eğer
bu en yüksek sınama ise, o zaman insanla varoluşu arasındadır. Bu durumda
kişinin telos"unu teolojik olarak askıya aldığını söylemesi bir
çelişkidir. Askıya almakla telos kaybedilmiş olacaktır. Ama etik olanın
askıya almışı daha yüksek bir hedefe varmak için olursa bu bir kayıp mıdır? Bu
durumda İbrahim bir evlat katili olarak yargılanmak yerine imanın atası olarak
şan ve şeref kazanmasını nasıl izah edebiliriz.
îmanın
taşıdığı birinci paradoks, tikel olanın evrensel olandan yüce olmasıdır. Bu da
iman sınavıyla doğrulanır. İbrahim’in öyküsü imanın doğasında var olan
paradoksu (saçma) ortaya koyar. Burada etik olanın teolojik olarak askıya
almışını içeren ve imanın atası olan İbrahim’in saçmanın inayetiyle kurtuluşunu
görmekteyiz.[97]
“Şimdi
oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu İshak’ı al ve Moriya diyarına git, ve orada
sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde onu yakılan kurban olarak takdim et.” [98] Etik
yargılarımıza tamamen ters düşen bu talep (Tanrının Talebi), mantığın emrettiği
dizgeleri altüst etmektedir. Hâlbuki Etik Kategori, varoluşun toplumsal
uzlaşmayla sonuçlanan erdemlerini barındıran, bünyesinde şaşırtıcı seçeneklere
yer vermeyen özellikler taşımaktadır. Etik olan evrensel olandır ve kişilerden
üstündür. Birey ona tabi olmak durumundadır. Aksi halde birey günah işliyor
demektir.
Kierkegaard'ın
öne sürdüğü şey; Kesinsizlik içinde yaşayan bireyin yaşantısına anlam
verebilmesi iman atlayışım yapmasına bağlıdır. Bu sıçrama ya da atlama olarak
tanımlanan şey mutlak itaati içinde barındırır. Öyle ki birey muhatap olduğu
emrin ne olduğuyla ilgilenmeden derhal ona uymayı tercih ederek bunu
gerçekleştirmelidir. Tereddüt ve nesnel sorgulama burada geçerli değildir.
Böyle bir taleple karşı karşıya kalan İbrahim, çekinmeden oğlu İshak'ın
boğazına bıçağı dayadı. Ama aynı İbrahim Tanrının yine onu kendisine
bağışlayacağını da biliyordu. Fakat iman hareketini yapması gerektiğinin de
bilincinde olarak ilahi emre iştirak etti. Böylece birey, tikel olarak
evrenselin üstüne çıkmış olmaktadır. Burada ödev, Tanrıya karşı üstlenilen
ödevdir. Ereği yine kendisi olan etik, evrensel yönü itibariyle tikel bireyin
bu sıçrayışıyla askıya alınmış olur. Görev tamamlandıktan sonra etik tekrar
yürürlüktedir.
Bu askıya
almış etiğin genelliğine ve kesinliğine bir şey kaybettirmez. Bireyi varoluşsal
doyuma ulaştıracak bir hamle gerektirir. Bu iman hamlesi ya da iman sıçrayışı,
kendini gerçekleştirmek isteyen kişinin Tanrıyla mutlak olarak yüz yüze
gelmesini doğurur. Tanrıya olan mutlak bağlılık, etik yargıları nakzeden,
onunla taban tabana zıt olan bir eylemi gerçekleştirerek, evrensel ve genel
olanın üstüne çıkarak, bir cinayeti masum bir seremoniye çevirebilir.
İbrahim
örneğinde kendisinden istenen kurban kendi öz oğludur. Ama bu sınav sonsuza dek
sürmez. Bıçak çekilir ve dehşet biter. Çünkü İbrahim kurtulmuştur. Askıya alman
şey ya da rafa kaldırılanlar tekrar yürürlüktedir. Burada askıya almış yine
Tanrı'ınn istediği bir şey olduğu için masumdur. Akim kavrayamayacağı nokta,
paradoksun can alıcı noktası, buradadır. Mutlağın sorgulanamaz oluşu, talep ne
olursa olsun yerine getirilmesini gerekli kılar. Fakat bıçağın kesmemesi de
yine paradokstur. O halde Tanrı yalnızca İbrahim’den bir hamle beklemektedir.
Sonuçta etik olana aykırı olan bir şey fiilen gerçekleşmiş olmuyor. Bir bakıma
sınamanın kısmi yönü ve can alıcı noktası hesaba katılıyor ki, o da bıçağı
çekebilme cesaretinin sınanmasıdır. Tanrının iradesi en derin ahlaki
kanaatlerimize aykırı düşebilir. Dini küre ahlakın bir alternatifi olmaz onunla
taban tabana zıt noktalarda durabilir. Burada bir babanın doğal evlat sevgisine
ve insan toplumunun temel ahlaki ilkelerine ters düşer.[99]
Ahlak,
birey için bir değerdir. Öyle ki toplumsal uzlaşmanın terk edilmez hususlarını
içinde taşır. Değişik milletlerin bazı ortak hukuksal zeminini teşkil eder.
Dünya değerini uzlaşımsal vazgeçilmezlerinden biridir. Bazen ortak dil, kültür
ve inanç malzemesi dahi olabilir. Büyük ölçüde evrenseldir. Dini temelleri
olduğu gibi tarihin bir ürünü olduğu da gerçektir. Hülasa genel ve evrenseldir.
Terk edilmesi çelişkidir.
Fakat iş, teolojik
bir gayeye matuf bir yol teşkil ediyorsa, o zaman masumlaşır ve hükmü geçici
bir süre için ortadan kalkar. Kierkegaard, kendisini İbrahim ile
özdeşleştirerek kişisel yaşantısında ortak noktalar tespit etmiş ve iman
sınavında nişanlandığı Regine Olsen’i, tıpkı İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban
etmesi gibi, kurban etmiştir. Etik yaşam bireyden düzenli, topluma uyum
sağlamayı öğütleyen, kurallara saygı duyan bir insan tipinin yaşamını öngörür.
Bu toplumsal düzene uymamayı da günah sayar. Evlilik yaşantısıyla erotik aşk
nesnel bir dizginlemeye uyarlanmıştır. Çok sevdiği nişanlısı Regine Olsen’den
vazgeçmesinin Tanrının bir isteği, bir kurban (sacrifıce) olduğunu
düşünmesindendir. O nişanlısına kavuşabilmek için Tanrının onu sınadığını
düşünmüştür. Ve onu kurban etmiştir. Toplumun ya da etik prensiplerin bireyden
beklediği şey düzenli bir evlilik hayatıdır. O bu toplumsal prensibi, Tanrı
sınamasını geçebilmek için askıya almış ve daha yüce saydığı erek için ondan
vazgeçmiştir. Bunu bir tanrısal talep sayıp iman sınavının bir ödevi kabul
etmiştir.
Tikel
birey, evrensel ve genel olana niçin üstün kılmıyor? Kierkegaard öznelliğe
büyük vurgu yapmaktadır. îman konusu dahi olsa bu bireyden bağımsız ele
alınamaz. Varoluşu ele geçirmek zordur. Bu zorluğu aşmak dini kategorinin
gerekleriyle yüz yüze gelmeye bağlıdır. Sarsıcı sınamaları geçmek gerekir.
İbrahim; mutlakla mutlak olarak yüz yüze geldiği imtihanı kazanmıştır.
D - İMANIN DOĞASI VE
ÖZNELLİK
Kierkegaard’a
göre, doğru (y erite) özneldir: “Öznellik doğruluktur” diye tekrarlar.
Ama sadece “Ben doğruyu ancak bende yaşam haline geldiği zaman bilirim”
anlamında değil, aynı zamanda görelci (relativiste) anlamda da böyledir.
“Bilinç, kendinden işe koyularak doğru olanı yaratır”; “Doğru özgürlük
edimidir.” Ancak Sartre için olduğu gibi Kierkegaard için de özgür edim,
geleneksel felsefenin akla dayalı seçimi değildir; daha çok bilinmeyene doğru
bir atlamaya, bir kör atılıma benzer: “Özgürlüğün özü, kesin olarak sonsuzluk
tutkusu ile nesnel kesinsizliği seçen bir ataklık işidir.” “Düşüncenin bir
tutkusu olan, o aykırı düşünceyi” aşırılığa doğru iterek “tutkunun vardığı
sonuçlar inanılmaya değer tek buluşlardır, tek onlardır doğru” diye diretir.[100]
Kierkegaard düşüncesinin kalbinde yatan ünlü veciz halini almış ve eserlerinde çok
sık tekrar edilen bir cümle vardır. “ truth is subjectivity” yani gerçek
öznelliktir. Buradan hareketle bireyin tutunduğu ve Tanrı olarak kabul ettiği
“Allah” veya “God” ya da bir ateistin tavrı olan tanrı tanımazlığı, bireyin
kendi seçimi olmasından dolayı doğrudur.[101]
Ona göre
iki çeşit gerçeklik vardır. Biri dış dünyanın (Tarih ve Bilim) gerçekleri ki
bunlar dış kriterlere başvurarak doğrulanabilirler. Nesnellik, gerçek ne?
Sorusunun cevabını ararken; öznellik ise nasıl sorusunun cevabını arar. Ve öznel
gerçekliğin nesnel kriterleri de yoktur. Kierkgaard, dua eden iki adam örneği
verir. Biri “Tanrı’nın doğru algılanışına” (Kierkegaard için Hıristiyan olan)
dua etmektedir; ama yanlış bir ruhla, ikinci adam ilkel idoline, “sonsuz için
tam bir tutkuyla” dua eden bir pagandır. Kierkegaard için en büyük öznel
gerçeğin sahibi ikinci adamdır. Çünkü Kierkegaard için önemli olan
varoluşumuzla temelden bağlantılı olan öznel gerçeklerdir. [102]
Ancak
Kierkegaard yukarıdaki sözleriyle yirminci yüzyılın varoluşçuluğuna ışık
tutarken öznel gerçekliğe dini bir boyut eklemekle, kendisinden sonra gelip
ondan ilham alanların bir adım önünde yürüdüğünü göstermektedir. Çünkü insan
varoluşunu kuran bütün elemanlar benliği kuşatan bütün gerçeklikleri de içine
almaktadır. Din de inkâr edilmesi mümkün olmayan bir insan gerçeğidir. Bireyin
öznel yanının önemine vurgu yapan Kierkegaard, sistem kaygısıyla oluşturulmuş
her türlü genellemeci görüşe de karşı çıkar. Ona göre varoluşu sistem
düşüncesiyle ele almak, bütün Danimarka’yı çok küçük ölçekli bir Avrupa
haritasıyla dolaşmaya benzer.[103] Ya da
“bir devlet teorisi geliştirip bütün ayrıntıları tek bir bütünde toplamak ama
içinde olmamak gibi bir duruma benzer”.[104]
İmanın
doğasında anlaşılmazlık yatar. İmanın nesnesi olan temelde Tanrının varlığı,
Enkamasyon, İlk günah gibi konuları akıl vasıtasıyla anlayamayız. İman doğası
itibariyle güçlü bir iradeyle aktif bir seçimi gerektirir. Süje(inanan), iman
sürecinde iradesiyle süreç içindedir. İman, varoluşsal olarak uzlaştırılması
mümkün olmayan iki farklı varoluş küresinin birbiriyle olan münasebetiyle
gerçekleşir. Bireyden beklenen şey tam bir teslimiyet hareketidir. Daha önce de
dile getirildiği gibi İbrahim’in örneği etik olanın askıya almışıydı. Öyleyse
imanın doğasında yatan özellik ne idi ki bireyi böyle ulvi bir gayeye
ulaştıracak olanın sınır tanımazlığını gerekli kılsın. Kierkegaard bunu imanın
paradoks oluşuna dayandırmaktadır.
Ahlak
ilkesi yücedir ama iman noktası daha yücedir. Daha ileri bir gaye için hali
hazırda önümüze konan gaye askıya alınabilir. İbrahim önüne konan seçeneğin
neyi nakzettiğine bakmaksızın hareketi gerçekleştirdi. Çünkü ondan bunu isteyen
mutlak olanın kendisiydi yani tanrı’ydı. Bir babanın çocuğunu sevmesinin
doğallığı İbrahim’in handikaplarından biri olmasının yanında kendi kurtuluşu
için kurbanın oğlu olması ayrı bir handikaptı. Fakat iman gerçeği anlatılmaz
bir düzlemde yer aldığı için paradokstur. Tanrı istediği hareketi yaptırdığı
anda bu dehşete son verir. Bu da ikinci paradokstur. İbrahim’i imanın atası
kılan şey; paradoks temeline dayanan öznel, tikel bir eylemdir. Öznelliğin
“nesnel kriteri yoktur” sözü burada kendini gösterir. Böylece iman nesnel
yargılarımızın ötesinde irrasyonel düzlemde yer alır.
Ona göre,
insan varoluşunun olduğu yerde doğa bilimlerindeki gibi nesnel, evrensel,
zorunlu doğruların yoktur, buna karşın hakikatin, öznel, tikel ve kısmi yönleri
vardır?05
Kierkegaard'ın
eserlerinde özellikle Korku ve Titreme’de gizli bir gündemi vardır. Onun gizli
gündemi, İbrahim’in hikâyesi arkasına sığınarak fısıldadığı şey, tek gerçek
olan imandır. Tek gerçek kişi de iman sahibi mümindir. Fakat o bunu uluorta
söylemektense Tanrının, bir cinayeti masum bir seremoniye çevirişiyle
dillendirir. Çünkü kesin olanla olmayan, evrensel olanla olmayanın sınırında
İbrahim durur. O ise bıçağı çeken ve İshak’a kavuşandır. Yani imanını, dehşete
rağmen ortaya koyabilmiştir. Bu nedenle tek gerçekliğe ulaşmıştır. İman
sahibidir çünkü bunun bedelini ödeyerek kazanmıştır.
“Teoloji,
akıl ve sağduyudan öteye geçmeseydi, öğretileri kolay ve bildik görünürdü.” [105] [106] Diyen
Hume, Tanrıyı bu dünyanın olgusal gerçeklerine dayanarak ispatlamanın
yanlışlığını ortaya koyarken; Kierkegaard da imanın irrasyonel, paradoksal
(absürd) ve nihayet var oluşsal oluşunu iddia eder ve iman ilkelerinin nesnel
dünyaya olan üstünlüğünü dile getirmiş olmaktadırlar.
Kierkegaard,
öznel gerçekliği birebir varoluşumuzla ilişkilendirir. Bir kere daha
“öznelliğin nesnel kriteri yoktur”. Bu yüzden öznel gerçek değerlerimizin
temeliyle ilgilidir, bu değerlerin doğru olup olmamasıyla değil, yani onlara
olan bağlılığımızın doğasıyla ilgilidir. Hume da bilgilerimizin kaynağını
deneyimde (ampirizm) arıyordu. Böylece Kierkegaard ve Hume’un buluştuğu ortak
bir nokta ortaya çıkıvermektedir. Fakat Kierkegaard'ın öznel gerçekliğin nesnel
gerçekliğe üstünlüğüne olan inancı, Hume’un olgunun önceliği ile ilgili
görüşünden şüphe duymasına yol açtı.[107]
İçerisinde
yaşadığımız sonlu varlık dünyasında sonsuz olan mutlak âlem ile bireyin edimi,
tinsel bir edimdir. İman şövalyesi ancak bunu gerçekleştirebilir. Etik
kategoride birey ‘trajik kahraman’ iken iman hamlesini gerçekleştiren birey
artık bir iman eridir. Çünkü o, en sevdiği şeyden feragat edecek kadar
cesurdur. Dünyevi olarak sınanabileceği en korkunç ödevle karşı karşıyadır. ‘Korku
ve titremedir’.
İnancın
doğasında varolan şey, umutsuzluğa karşıt oluşudur, bir tür sadakat ya da
istikrardır; umutsuzluk bütünüyle sökülüp atıldığında benliğin durumunu
betimleyen şey, benliğin iradesidir.[108]
Kierkegaard'ın
iman şövalyesi olarak tanımlamasında bir anlam bütünlüğü vardır. Şövalye
cesareti çağrıştırır. İman adamı da tıpkı şövalye gibi cesurdur. Varlığını
mutlak karşısında derhal feda etmeye hazırdır. Sonuçta kazanacağı ödülün
kıymetinin farkında olan bir bilgeliğe sahiptir. İman hamlesini yapan kişi
için, bunu yaptığı andan itibaren prenses onun için kaybolmuştur. Çünkü onu
ebedi anlamda hatırlamaktadır. [109] Tanrısal
talep akıl dışı içerik taşısa da gerçekten Tanrıya ait bir istek olunca
masumlaşır. Ahlaki ya da toplumsal kalıplarla çelişik bir durum olsa da tam bir
masumiyet ifade eder. Çünkü Tanrı bütün kategorilerimizden üstündür.
Dedik ki,
imanın doğasında merkezi yeri teşkil eden kavram paradokstur. Bu paradoksun
ortaya çıkış noktasında iki ayrı varoluş alanının kesişme ya da buluşma noktası
bulunur. Aynı zamanda bu, çatışma noktasıdır da. Bu bir ikilem doğurur; sonlu-
sonsuz ikilemi. Sonsuzun müstağni oluşu, sonlunun bağımlı oluşu bu paradoksu
doğuran yegâne saiktır.
Kierkegaard'ın
ortaya attığı paradoks meselesi negatif değil pozitiftir. O, imanın nesnel
çözümlemeler dünyasından farklı bir dünyaya ait bir gerçeklik olduğunu ve fakat
bu dünyadayken bu fırsatın verildiğini söyler. Fırsat zıtlarıyla birlikte
verildiği için birey onu zıtlar arasından çekip çıkarır. O, iman hamlesini
gerçekleştirerek bunu yapar. Bu hamleyi yapan gerçek kişiliğe ulaşır.
Seçenekler arasındaki gidip-gelmeler, bu hareketle son bulur.
Kesinlik
varoluşun merkezine oturur. Samimiyet ve doğruluktan uzak olan her edim iman
hamlesini yapmaya zarar verir. Kierkegaard, zamanının kiliselerinin yürüttüğü
din politikalarına karşı çıkmış ve özden mahrum dinsel törenlere, dini
faaliyette bulunup kazanç sağlamaya karşı savaş açmıştır. Bu yüzden David WEST
şöyle demektedir: “Aynı zamanda o, dini yaşamın önce içselliğini ve yerleşik kilisenin,
sadece dışsal törenlerin beyhudeliğini ortaya koyan güçlü ve ateşli bir argüman
sunar. Onun tarihsel delilleri yerleşik kiliseyi ve zahit Hıristiyanları ihtiva
eden(Nesnel Hıristiyanlık) dediği şey tümüyle uygunsuz bir mahiyettedir.”
E - KİERKEGAARD’IN
PARADOKSU BİR FİDEİZM
MİDİR?
Tanrı
hakkında ileri sürülen kanıtların veya rasyonel-felsefi araştırmaların sonuç
verici olmaması olgusu, din konusunda imancılık(fıdeizm)olarak adlandırılan bir
tutuma sürüklemiştir. Buna göre dini bilgilerimizin, akılsal veya doğal bilgiye
değil, yalnızca imana dayanması gerektiğini söyleyen görüştür. Böylece din
akılsal olmaktan çıkmaktadır. Bu akımın batıda en meşhurları başta Pascal ve
ardından da KierkegaardT sayabiliriz. Buradaki kalkış noktası dinin özgün vasıfları
ve bireyin de katılım sağladığı özgür irade ve ruh hallerinin de içinde
bulunduğu iman etme eylemidir.[110]
Fideizmin gerekçeleri bu temel üzerine kuruludur.
Fideizm’in
iki türü vardır: “Saçma olduğu için inanıyorum.” Tezinden hareketle dini
doğruların akla karşıt olduğunu, bu tür doğrulara rasyonel yollarla
ulaşılamayacağını savunan görüştür ki, aşırı bir fideist anlayışı temsil eder.
Buna göre dini doğruların bilgisine inanç tecrübesi ya da dini tecrübe yoluyla
ulaşılabileceği savunan bu aşırı görüşe göre aklın hiçbir kesin doğruya
ulaşamayacağını iddia ederler. Kierkegaard’da olduğu gibi akla aykırı ve saçma
görünen unsurların inanç yoluyla kabul edilmesini isterler. İkinci ve ılımlı
fideist anlayışa göre; dini doğruların ifadesi ve kabulü açısından inancı temel
alıp akla karşı önceliğini belirtmesinin yanında akıl yürütmenin ve deneysel
bilginin, dini bilgilerin anlaşılması ve ifade edilmesi noktasında işe
yararlılığına inanır. Akla düşen aydınlatma ve açıklama girişimidir.[111]
Kierkegaard,
paradoks kavramının anlamına bir genişleme getirmiş ve paradoksu göreli olandan
ziyade mutlak olan olarak, saf düşünsel bir kavram değil, var oluşsal bir
geçeği ifade eden ontolojik bir kavram olarak görüyordu. Paradoks,
uzlaştırılması imkânsın iki varoluşsal varlığın (Tanrı ve insan) kategorik
olarak işgal ettikleri varlık alanlarının başkalığını ve bu iki alan arasındaki
ortak ilişkiyi ifade eden merkezi bir kavramdır.
Paradoks,
düşüncenin bir bakıma motoru ya da düşünceye dinamizm sağlayan güçtür. Ona göre
paradoks düşüncenin tutkusu ve bireyin bütün düşüncesinde var olan bir şeydir.
Birey alışkanlık yüzünden bunu fark edemez. Paradoksuz düşünür tutkusuz aşığa
benzer. Anlayış ya da düşüncenin tutkusu paradoksla devamlı çatışmayı arzu
etmektir. Bu çatışma şu ya da bu şekilde, kaçınılmaz olarak,
anlayışın(düşüncenin) çöküşünü getirecektir. Bütün düşüncenin en yüksek
çatışkısı; düşüncenin kendisinin düşünemeyeceği bir şeyi keşfetmeyi
dilemesidir. Anlayışın paradokslu tutkusu içinde çatıştığı, insanı ve onun
kendi hakkındaki bilgisini altüst eden bilinemeyen şey; Tanrıdır.[112] Tanrı
‘bilinmez olan’ olunca, onun var olduğunu ispat etmeye kalkmak
absürd(saçmadır). İmanın paradoksal oluşu budur. Yani Tanrı yoksa bunu ispat
etmem mümkün değildir, ama eğer varsa ispata kalkışmam aptallıktır. Bilinmeyen
bir şeyin var olduğunu ispat etmek için “Tanrının var olduğunu ispat” şeklinde
ele alırsam, bilinmeyenin var oluşunu ispat etmiş olmam ancak bir kavramın
tanımını geliştirmiş olurum. Bütün ispat işlemi, sürekli olarak, tamamen farklı
bir şey haline gelir. Dolayısıyla akıl yürütmem, varoluşla sonuçlanmaz ancak
varoluştan yola çıkar. Örneğin mahkemede bir suçlunun var olduğunu değil; var
olan sanığın suçlu olduğunu ispat ederim. [113]
Tanrının varoluşunu ispat, bir kavramın tanımlanması girişimidir. Bir varoluşun
ispatı değildir. Tanrının varlığını ispat etmek için tanrının yaptıklarından
yola çıkamayacaksam onun varlığını nasıl ortaya koyabilirim? Bunu ancak var
saydığım idealliği geliştirerek. Bu idealliğe güvenerek, bütün itirazları,
henüz ortaya atılmamış itirazları dahi reddederim. Demek ki, ispata başlarken,
idealliği ve ispatı tamamlamakta başarılı olacağımı varsaymışımdır, ama
tanrının var olduğunu var saymaktan ve fiilen ona güvenerek işe başlamaktan
başka nedir bu? İşte burada doğrudan doğruya bir hacıyatmaz durumuyla karşı
karşıyayız. Serbest bırakır bırakmaz tepesi üstüne dönen hacıyatmaz. O halde
onu serbest bırakmalıyım. Bu ispat bile -ispatı sürdürdüğüm sürece- sırf ispat
sürecinde olmam yüzünden dahi olsa tanrının varlığı ortaya çıkmaz, ama ispatı
bıraktığım zaman varlık oradadır. Bu serbest bırakma eylemi bir iman
sıçramasıdır. Kısa bir zaman dilimi içinde de olsa.[114]
İnsan
düşüncesinin içinden atamadığı paradoksal ispat tutkusu, bilinmeyenle sürekli
çatışır. Bu bilinmeyen (Tanrı) kesinlikle vardır ama aynı zamanda bilinmeyen
olarak vardır. O bilinmeyenin tanrı olması onu bilemeyeceğimizin de kanıtıdır.
Böylece Tanrının bir sır olarak tasavvur edildiğini görüyoruz. Buradan şu
sonucu çıkarabiliriz: İnsan düşüncesi bütün zorlamalarına rağmen mutlak olanı
bilemez. Böylece Tanrı insan ikilemi Kierkegaard’a göre uzlaştırılamaz ve
uzlaştırma gayretleri de düşüncenin içinden atamadığı bir bitmeyen tutku olsa
da bir şeyi ortaya koymuş değildir. Çünkü Tanrı zaten ortadadır.
İnsan
düşüncesi mütlak olanı kavrayamayacağına göre iman hareketi; akılsal, düşünsel
ya da kavramsal bir zihin işlemi değil; fiili, varoluşsa!, ani, sarsıcı bir
eylemi zorunlu kılar. İbrahim örneğinden de bunu anlıyoruz. Orada dehşet verici
bir iman sınanmasıyla karşı karşıya kalmış bir insanın varoluşsal iman
hareketini görüyoruz. Zihinsel bir akıl yürütme neticesinde ulaşılmış bir akli
tanrı yerine, sarsıcı kararlardan geçerek bir sınanma sonucu kazanılmış bir
iman serüveni söz konusudur. İbrahim’i imanın atası kılan gerçeklik bu açıdan
ele alınınca imanın nasıl bir içerik taşıdığı da ortaya çıkmaktadır.
Kierkegaard’a
göre inanç bir tutkudur, tutulmadır. Tutku, bütün insanlar için ortaktır. O
halde hiçbir insan inanca kapalı değildir. Ama inanç, düşünmenin sona erdiği
yerde başlar. Düşünme ve felsefe ise şüpheyle başlar. Şüphe düşünmenin iç
hareketidir. Şüphe inanç yoluyla aşılır. Şüpheyi meydana getiren de inançtır.
İnsan bu ikisi arasında, şüphe ile inanç arasındaki gerilimdedir.[115]
Kierkegaard’a
göre paradoks varoluşun temelinde yer alır. Lazar örneğinde de anlatılamak
istenen bu şeydi. Paradoks bütün varoluşun temel özelliğiydi. Paradoksun
çözülmesi için kesin, sağlam bilgi diye bir şey yoktur. Amaç akim kılı kırk
yararcasına bilgi edinmek değildir. “Bilgiyle uğraşmak yüzünden var olmak nedir
unuttuk.” Kierkegaard, varlığa parmak atan bir filozoftur.” Nasıl bir toprakta
olunduğunu, kokusundan almak için parmak yere sokulur. Ben parmağımı varoluşa
sokuyorum. Hiçbir koku gelmiyor. Ben neredeyim? Ben kimim? Kim beni bu bütünün
içine bıraktı. Niçin ilkin bana sorulmadı? Niçin bir uzva sokuldum? Yahu niçin
ilginç olmam gerekiyor.[116]
Dolayısıyla her şey Kierkegaard için paradoksal bir nüve taşır. İman meselesi
de imanın paradoks oluşu da varoluşsaldır. Fideizmi eğer inancını kanıtlayamama
olarak yani “inanıyorum ama kanıtlayamıyorum”[117]
şeklinde özetlersek Kierkegaard'ın savını fıdeizmin de ötesinde kabul etmek
durumundayız. Çünkü Kierkegaard kanıtlamanın gereğine inanmaz. Çünkü zaten
ortalıkta olan bir varlığın kanıtlanmaya ihtiyacı olmadığını söyler. O zaten
Tanrıya inanmış mümin olmalı. Tanrının varlığına inanıyorsa ispat gereksiz,
eğer inanmıyorsa, Tanrının varlığını ispat etmek mümkün değil. Çünkü ispat bir
varoluşla sonuçlanmayacaktır. Bir kavramın genişletilmesinden başka. Kierkegaard’ı
fideist geleneğe sokan bu düşüncelerdir.
Ancak
Kierkegaard'ın fideizmi sistematik bir yapıya sahip değildir. O bireysel
yaşamın öne alınmasını sağlayacak argümanlar geliştirmiştir. Birey son derece
önemlidir. İman sürecinde birey aktiftir. İmanını kazanır; hazır bulmaz. Çünkü
mutlak olarak insandan farklı olan bir varlık ile yüz yüze gelmek ve içinde
yaşadığımız dünyanın kıstaslarına aykırı istenen bir talebe tutkuyla boyun
eğmek, basit bir zihin işlemi değildir. Dedik ki sistematik bir fideist olmamakla
birlikte Kiekegaard, fideist gelenek içinde yer alır. Kierkegaard akli
çıkarımlarla ispatlanmış dini inançların gereğine inanmaz. Tanrı akli
çıkarımlarla varlığı kabul edilen Tanrı değildir. O “inanıyorum çünkü saçmadır”
(akla mantığa sımaz) görüşünü savunur. Bu şu demektir: akla saçma olarak
görünmesi beni ilgilendirmiyor. Akıl sistemleri her şeyi akla mantığa uydurmak
için zorlamaktadırlar. Sistem anlayışında bireyin özgür seçmelerinin değeri
hesaba katılmaz. Sistem devamlı aynı sebeplerin aynı sonuçları olacağı
öngörüsüyle bireysel, öznel tecrübelerin önemini atlamaktadırlar.
Kierkegaard,
düşünceden daha çok gerçeğe önem vermiştir. O, düşünce sıralamasının belli bir
düzende işliyor olmasına bakarak hayat üzerinde sistemler kurmanın
faydasızlığma işaret eder. Ona göre “geriye doğru düşünür, fakat ileriye doğru
yaşarız”. Gelecek şey daima kesinsizliktir. Elimizde geleceğin de geçmişe
benzeyeceğini söyleyen deliller yoktur. Kierkegaard’a göre Hegel sistemleri
veya herhangi bir sistem içinde birey, varoluşunun bütün haklarını bulamaz.
Çünkü bütün gerçeklik öznelliktir. Öznel bireyin hesap dışı tutulduğu bütün
spekülatif felsefeler bize gerçeğin hiçbir kriterini vermez. Burada insanı her
şeyin ölçüsü sayan sofistlerin görüşüne benzer bir görüş bulunmaktadır. Başka
her şey gibi inanç konuları da ölçü olarak insan tekini esas almaktadır.
Fideist
anlayışa göre dini dünya görüşünün şu veya bu derecede içinde olmadığımız
sürece onun ne mana ifade ettiğini kavrayamayız. Fideizmde dinin rasyonelliği
konusuna da bu içinde olma açısından bakılır. Teorik deliller bunu başarmada
zafiyet göstermektedirler.[118]
Maneviyatın yapısı, ne betimlenebilir bir olgu ve ne de fikirler ya da kişiler
(özneler, gruplar v.b) arasında tefsir edilebilir ve yorumlanabilir bir
ilişkidir; ama başarısı ve bağlamsal icapları sürekli olarak karanlıkta kalan
paradoksal performatif bir edimdir.[119]
Hâlbuki
delil ve ispat çabalarının dini inanç ve düşüncelerin temelde makul
olduklarının gösterilmesine matuftur. Bir düşüncenin rasyonelliğini göstermek
bazen açıklanması çok zor olan meseleler olduğunda onda bir hikmetin olduğunu
ortaya koymak demektir. Zihnimizde yer alan kavramların yahut düşünce
objelerinin mantıki bir sıralama içinde olması gerekir. İnsan zihni daima böyle
bir sıralamaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyacı gidermek için metodolojik bir takım
tedbirlere başvururuz.[120] Tanrı,
bir felsefe konusu olduğu zaman, problematik tarzda ele alınması gerekir.
Fideistlerin, Tanrı kavramının özüne uymadığını söylemeleri isabetsizdir. Çünkü
herhangi bir tasdik, ne kadar soyut olursa olsun, en sonunda anlamını,
dünyadaki varlığa ve oradaki varoluş şartlarına başvurarak kazanır. Kısaca
söylemek gerekirse, somutlaştırma Tanrı insan ilişkisinin kurulabilmesi için
kaçınılmazdır. Bu ise iman içeriklerinin aklileştirilmesi diyebileceğimiz bir
çabadır. Akim en değerli çabalarından biri olan metafizik sayesinde Tanrıyı
bilme konusunda olabildiğince mesafe kazanmamıza imkân verir.[121]
Gerçekten de aklı tamamen devre dışı bırakmak suretiyle dini salt ‘esrarengiz’
ve ‘sır’ kategorisi altında değerlendirmenin sakıncaları daha çok gibi
görünüyor. İnsanoğlunun kavrayış ve anlama süreçlerini aklileştirmeye ve
dolayısıyla tahkike ihtiyacı vardır. Ama Kierkegaard'ın önümüze paradoks olarak
çıkardığı problem, tartışmaya izin vermemektedir. Tanrı salt irademizle
seçtiğimiz ya da bireysel tecrübemize konu olan, ancak yaşanan bir Tanrı olması
onun, dil’in imkânlarına da sığmayacağı anlamına gelmektedir. Bu bir çeşit
lengüistik imancılığa benziyor. Yalnız burada özel bir din dili yok fakat sadece
yaşanan bir inanç tecrübesi var. Ve bu tecrübe bireysel özelliğiyle dini olanla
özdeş sayılmaktadır. Her dini tecrübe bir bakıma kişiselleştirilmiş din
anlamına gelmektedir. Bu anlayışın Tanrısının dinler tarihinin Tanrısı kabul
edilip edilemeyeceği şüpheli.
Kierkegaard’ı
akıldışı’nm üstünlüğü noktasına götüren şey biraz da sosyal ve siyasal toplu
durum (konjonktür) olabilir. Genel ve evrensel bütünlüğü savunan sistem
çarkları içerisinde kendi benliğini kaybetme noktasına gelmiş modem insana
yeniden öznelliğini ve sistem içinde kaybettiği özgürlüğünü yeniden
kazandırmayı istemesine bağlayabiliriz.
“Ben tüm
yaşadıklarımı, çelişme içinde yaşarım; çünkü yaşam çelişkiden başka bir şey
değildir.” Sığınılacak tek yer vardır, o da “inan”dır (foı). Ne var ki
Kierkegaard'ın inanı, fideizmin en mutlağıdır: Tanrı tanıtlanan bir fikir
değildir; kendisiyle ilişki kurularak yaşanılan bir varlıktır. Tanıt aramaya
hiç gerek yoktur; çünkü Tanrıyı yadsımak küfür ise, burnumuzun dibinde duran
varoluşunu tanıtlamadan, aslında bize kendisi hakkında bir şey öğretmeyen
tarihle, İsa’nın tanrısallığını tanıtlamaya yeltenmek de gene küfürdür. Çünkü
“İsa konusunda hiçbir şey bilinemez; o, inancın aykırı konularındandır; salt
inan için vardır.” Hıristiyanlığı doğrulamaya çalışmak... Hıristiyanlığı yıkmak
olur.”[122]
F - HZ. İBRAHİM’İN
KURBAN TECRÜBESİNDEN HAREKETLE PARADOKS MESELESİ
Kierkegaard
için imanın paradoksal oluşunun somut örneği İbrahim’in oğlu İshak ile
sınanmasında görülür. Dini olanın kurtarıcılığını esas kabul eden Kierkegaard için
bireyin iman sürecindeki rolünü önemser. Ona göre iman, varoluş meselesinin bir
parçasıdır. Kendini sürekli estetik hazzın konforuna kaptırmış birey, kendi
varoluşunu gerçekleştirmede umutsuzdur. Kendisini toplumun genel ve evrensel
beklentilerine uydurmuş trajik kahraman olan etik birey ise, iç sıkıntılarından
ve umutsuzluktan yine de payını alıyor demektir. Burada söz konusu olan
Tanrısal emrin kutsal zırhı altında dünyevi kurallarımızın gerektiğinde rafa
kaldırılacağı meselesidir. İbrahim tecrübesinin temsil ettiği şey de bu askıya
alma işidir. İlahi bir gaye, dünyevi bir ereği rafa kaldırmaktadır. Bir üst
mahkeme ya da nihai mahkeme olarak etik olanı askıya alabilmektedir.
Birey bütün
belirlenmişliklerin, beden hazzının, ahlak kurallarının ötesine geçip,
varlıkla, Tanrıyla karşı karşıya geldiğinde imana ulaşır. Bu ise büyük
çabaları, derin ızdırapları gerekli kılar. “İnanç, her şeyi kaybetmeyi göze
almak demektir. Varoluş ancak paradoksun, akıl dişiliğin tepe noktasında,
inancın derin gelişimini hissedebilir. İnanç, varoluş deviniminin sonsuza
vurmasıdır. [123]
Umutsuzluğun
bilincinde olmak yine de kendini gerçekleştirebilmek için gereklidir.
Benliğinin farkında olmak ise ancak tanrıya ulaşmakla sağlanabilir.
“Umutsuzluk, ben bilincinin oranı ölçüsünde yoğunlaşır; ama ben, kendi ölçüsü
oranında ve ölçü Tanrı olduğunda, sınırsız bir biçimde yoğunlaşır. “Ben” Tanrı
fikriyle büyür, Tanrı fikri de “ben”le büyür. Somut bireysel benimizin, sonsuz
bir “ben”e dönüşebilmesi ancak Tanrı karşısında olma bilinciyle mümkündür. Aksi
halde “sonsuzluk eksikliği umutsuzca sıkmakta ve sınırlamakta” olup bireyin
gerçek bir varoluşa erişemediğinde ise ölümcül bir hastalık noktasında bulunur.[124]
Mutlak
yaratıcı karşısında, zavallı bir insanın eyleminin, onu, yaratıcısıyla doğrudan
aracısız bir ilişkiye girdirmesi, işte akıl almaz olan budur ve birey buna
inanmalıdır. “Tanrıyı kazanmak için aklı yitirmek”, inanç budur.[125]
Kierkegaard
Korku ve Titreme adlı eserinde İbrahim’in öyküsünü bir cinayeti, Tanrıyı memnun
eden kutsal bir eyleme dönüştürebilen imanın ne müthiş bir paradoks olduğunu
anlatır ve der ki: Öyle bir paradoks ki, hiçbir düşünce onu alt edemiyor. Çünkü
imanın başladığı yer, düşünmenin terk ettiği yerdir. Çünkü İbrahim inanmıştı ve
şüphe etmiyordu, o akıl almaz olana inanmıştı.[126]
Bu onu keskin uçta tutan paradokstu. Bu ancak tikel birey olana dayanarak
doğrulanabilir, evrensel olana dayanarak değil.[127]
Böylesine
çetin bir sınavla karşılaşan birey için mesajın doğru algılandığını bilerek bu
Tanrısal talebi kabullenmek ve gereğini tereddütsüz yerine getirmek büyük bir
ruhsal teslimiyeti gerçekleştirmeyi gerekli kılmaktadır. İbrahim’in büyüklüğü
buradan gelmektedir. Onu imanın atası yapan da bu yüceliktir. İbrahim’in, oğlu
İshak’ı kurban girişimi hem estetik hem de etik açıdan kabul edilemez.
Estetik
açıdan ele alınınca bu estetiğe bir saldırıdır. Çünkü estetik gayet iyi
anlayabilir ki, kendimi kurban edebilirim kendi uğruma başkasını kurban edemem.[128] Geçekten
de estetik açıdan ne tür bir gayeye matuf olursa olsun bir cinayeti hiçbir şey masum
gösteremez. Normal insan hayatı ile inanç hayatı arasındaki yarığın klasik
örneği, İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye hazır oluşudur ki, burada insan
hayatının en kutsal etik kesinliği, inancın belirsizliğine boyun eğmektedir;
nefret uyandırıcı ve kişiyi acımasızca yaralayan ve akim tamamıyla lanetlediği
şey, onun doğru olduğunun kesinliğiyle değil, karar yoluyla yerine getirilir.
Böylesi bir Hıristiyanlık, akıl hayatına bir müdahaledir. Toplumu, her şeyden
önce kurulu bir Hıristiyan toplumunu aksatmadır.[129]
Etik açıdan
ise “baba oğla karşı vazifesini unutmuştur.”[130]
İbrahim’in İshak’a bağlılığı, etik açıdan bir babanın oğlunu kendisinden çok
sevmesi gerektiği söylenerek ifade edilebilir kolayca[131]
Görülüyor ki İbrahim ahlaksal açıdan bu prensibi çiğnemiştir. Eğer etik
içerisinde daha yüce bir erek olarak kabul etseydi bu etik olanın askıya almışı
olmazdı. Kierkegaard böylesi için ‘trajik kahraman’ ifadesini kullanır. Çünkü
etikçi toplumsal benliğe sahiptir. Onun başlıca ödevi, ahlaksal olanı seçmek ve
toplumsal yükümlülüklerini yerine getirmektir. İbrahim’in durumu ise başkadır.
O kişisel olarak erdemliliğe ulaşırken trajik kahraman (mesela Agamemnon) ise
etik olanda ısrar ettiği için ahlaklı olanın erdemliliğini taşır. İbrahim’in
varoluş koşulu ve yasası trajik kahramanınki gibi evrensel genel yasalar
değildir, tekil ve bireysel kategoridir. Dehşet salan bir suskunluktur. Çünkü
dehşetin sözle ifadesi mümkün değildir. Bu Tanrısal olana mutlak güvenin bir
sonucudur. Bu durumu Kierkegaard, Korku ve Titremede şöyle dile getirir: Burada
sonu olmayan bir ilahi düzen hüküm sürer. Burada yağmur hem haklının hem
haksızın üzerine yağmaz, burada güneş hem haklının hem hayır sahibinin hem de
günahkârın üzerine parıldamaz, Burada her şey yerli yerine oturur. Yalnızca çalışan
ekmek kazanır, yalnızca muzdarip olan dinginlik bulur, yalnızca soyunu ruhlar
âleminde sürdüren sevgilisinin imdadına yetişir, yalnızca bıçağı çeken İshak’a
kavuşur.[132]
İbrahim
herkes için geçerli olan etik prensipleri ihlal etmiştir. Ama yine de imanın
atası olmakla ödüllendirilmesi bir çelişkidir. İman, bu çelişik noktada
hakikatini sergiler. İbrahim için dehşet veren şey, bu emrin sorgulanamaz
oluşudur. Tanrı emri olunca ahlaki prensipler değerini yitirmektedir. O
evladına karşı sorumluluklarını biliyordu ve onu kendisi için kurban etmesi
akıl almaz bir şeydi. Fakat Tanrı emirleri her şeyin üstünde olmalıydı.
“İbrahim bu noktada iki hareket yapar, önce teslimiyet hareketini yapar ve
İshak’tan vazgeçer. Sonra durmaksızın iman hareketini yapar. Bu onun
tesellisidir.[133] “İman
sayesinde hiçbir şeyden feragat etmem, tam tersine her şeye sahip olurum; tıpkı
‘biber tohumu kadar imanı olan, dağları yerinden oynatabilir’ sözünde olduğu
gibi.[134]
SONUÇ
Esasen
Kierkegaard, zamanın şekilci din anlayışlarına karşı çıkan bir ironik şair, bir
edebiyatçıdır. O ne sistematik bir filozof ne de bir sistemin yorumcusudur. Bu
yüzden bazı Felsefe Tarihi kitaplarında adına rastlayanlayız. Ama zaman
göstermiştir ki Kierkegaard, kendi dönemini aşıp sonraki yüzyılları etkilemiş özgün
bir düşünürdür. O, insanın umutsuzluk, iç daralması, kaygı gibi
kesinsizliğinden kurtuluşunun adresini göstermek için, dehşet örnekler vererek
ve hor görülmeyi göze alarak yoğun tartışmalar ve yıpratıcı polemiklere
girmiştir. Kurumsal kavramalara karşı adeta savaş açmıştır. Tek tek insan
varlığının mutlak olan Tanrı’da birleştiğinde kurtuluşun gerçekleşeceğini ileri
sürmüştür. Bireysel, öznelliğiyle kişinin bizzat benliğinin bilincinde
olmasının önemini vurgular. Bu vurgu bireyi hiçe sayan kurum ve sistemci
yapılanmaların tümüne karşı duruştur. Velev ki dini kurumsal yapılanmaların da
bu anlamda bir farkı yoktur. Tanrı, özü gereği tutku ve sonsuz sevginin
içtenlikle coşması sayesinde kazanılan bir iman alanıdır. Bunu hesaba katmayan
düşünce ya da sistem görüşleri, dinsel kılıf içinde dahi olsa, aynı makûs kader
içindedir.
Ona göre
değişken ve tutarsızlık sergileyen aklî kuramlar ve kanıtlamalarla Tanrı’ya
ulaşılamaz. îman söz konusu olunca rasyonel bilginin ya da her türden
spekülatif doktrinin gereksiz ve yetersiz oluşuna işaret eder. Tanrıya imanı,
yürürlükteki din telakkilerinden bağımsız ele almaktadır. İman, bireysel
kategoriye ait bir problem olarak ele alınmıştır. Dini kuramların empoze
ettikleri rasyonel açıklamalı din anlayışlarını reddederek inancın özündeki
paradoksun belirleyiciliğine işaret etmiştir. Tanrı’nm bir bilgi nesnesi
olamayacağını, aksine Tanrı-insan ikilemi konusunda aradaki yarığın önemine
vurgu yapmıştır. Bizim akli çıkarımlarımızla Tanrıyı bilgi konusu yapmamız
düşünülemez. Sonsuzun mutlak paradoksal içeriği, bizim onu, bilgi konusu
yapamayacağımızın kanıtıdır. Onun inanç formülasyonu; “anladığım için
inanıyorum” değil; “saçma olduğu için inanıyorumdur”.
O, paradoks
kavramının anlamını genişleterek; mutlakla tikel birey, sonsuzla sonlu
arasındaki ikilemi uzlaştırılamayan dogmatik bir düzlemde ele almıştır. Bunu da
akla karşı tezler üretmek suretiyle yapar. Çünkü akim yer aldığı düzlemde
inancın yeri yoktur. Bütün temel görüş aslında Tanrı’nın bilgi konusu ya da
aidi kategorilerin malzemesi olmasına karşı duruşa dayanmaktadır. Böylece
yaşanılan Tanrı yerine; ele alman, belirlenen, sırlardan arınmış, yalın halde
kavrayışa müsait hale sokulmuş, tutkulardan arınmış, akli melekelerimize
uydurulmuş bir tarihi Tanrı’yla karşı karşıya bırakılmaktayız. Kierkegaard'ın
tepkisini çeken de bu türlü bir Tanrı anlayışı olmuştur. Çünkü birey bir defa
Tanrıyı akli melekelere uydurulmuş olarak kavrama alanına soktu mu, bundan
sonra dini hayatını da tamamen akıl çerçevesinde algılayacaktır. Ama gerçek Dinin(Hıristiyanlık)
hiç de bu kadar akli olmadığı görülmektedir.
Böylece
Kierkegaard'ın karşımıza paradoks olarak çıkardığı dini sembol ve
inançlann(dogma), akli olanın kavrayamayacağı şeyler olduğunu da
göstermektedir. Din; spekülatif bir bilgi nesnesi değil, yaşanılan bir iman
objesidir. İman, özü gereği bilinmeyen alanla ilgili olduğu için nesnel bilgi
yollarıyla elde edeceğimiz sonuçlar, nesnel dünyayı ve onun geçici şartlarını
aşamaz. Çünkü mutlak olanla mutlak manada karşılıklı ilişkiye girmek, dinin en
büyük paradoksudur. İman gerçeği, bu paradoksal noktada gerçekleşir. Ona göre” düşüncenin
en büyük çatışkısı yine düşüncenin kendisinin düşünemeyeceği bir şeyi arzu etme
çabasıdır”. İnsan düşüncesi bu sınıra sürekli saldırır. Bu paradoksal tutum
hiçbir zaman durdurulamaz. Bilinmezin sınırı aslında imanın da sınırıdır.
Bilinmeyen Tanrı bizim nesnel alanımıza hiçbir zaman sokulamaz. Kategorik
olarak mutlağın alanına ancak iman sıçrayışıyla dâhil olunabilir. Aslında
Kierkegaard'ın gizli gündeminde dini alanın kurtarıcılığı ve insan tekinin ait
olduğu tanrısal alana dönüş macerası vardır. O bize göre Tanrı-insan ikilemini
Tanrımsan birliğiyle çözmüştür. Gerçek hakikat erinin “şehit” olduğunu
söylemesinin nedeni de budur. Şehit, iman noktasında en aşırı şekliyle Tanrısal
olanda kendini feda etmiştir. Umutsuzluğun baş gösterdiği noktada çare olacak
şey iman edimidir. îman kurtuluş yeri ve sığmaktır. Kierkegaard’a göre iman,
çağın sistem kaygıları ile ve bütünü kucaklamak isteyen ve bu arada bireysel
benliğimizin değerini ortadan kaldıran özellikleriyle gerçek tutku ve
içtenlikle yaşamamız gereken dini alana doğru bir hamle yapmaktır. Bu içeriğine
uygun olarak tam bir teslimiyet içermelidir. Çünkü ona göre Adem’in hatası
yüzünden dünyaya düşen insan, yalnızlığını ve terkedilmişliğini ancak düştüğü
yere doğru bir hamle ile sıçrayabilir. Bu hamle akılsal değil; akıl-dışı ancak
ani ve sarsıcı bir kararla gerçekleşebilir. Bu kararı verip sorumluluğu eline
alan birey kurtuluşu hak etmiştir. Çünkü bireysel benliğimizin sübjektif kararı
ancak bireysel yönümüzün biricik kararıyla gerçekleşir. Bu karar sarsıcı
içerikte olabilir. Çünkü iman, özü gereği aklımıza uymaz. Akıl-dışının akılla
izahı bizi komik duruma düşürmektedir. Şehitlik özlemi iman noktasında en aşırı
sınırda bu gerçeğe yönelme hamlesidir. Mutlak olarak ait olduğu noktaya hızla
dönmek istemenin bir dışavurumudur.
Kierkegaard,
İbrahim’in muhatap olduğu kurban olayındaki dehşeti fark ederek kendi
gerçekleriyle onun arasında bir benzerlik kurmuştur. Hikâyede dile getirilen
şeyin, kendi öznelliğiyle benzeşmesi onun “bireyselliğin gerçekliği” fikrini
benimsemesine neden olmuştur. “Öznellik gerçektir ve gerçek, öznelliktir.”
Böylece öznel gerçeklik, hayatımızı ileriye doğru yaşadığımız gerçeğinden
hareketle, kesinsizlikle dolu oluşu karşısında ancak inanç bize bir sığmak
olabilir, akıl değil. Aksi halde varoluşu gerçekleştirmek zordur. Yaşam sürekli
değişkenliğiyle bize devamlı aynı sonuçları vermeyebilir. Bu kesinsizlikten
kurtuluşun yolu da mutlak'ın içine kendini bırakmaktır.
Hayat, dini
olanda karar kıldıktan sonra yani iman hareketini seçmesi sayesinde ancak var
olur. Kişi ancak bu sayede varoluşunu ele alabilir. Dini alan kurtarıcının
alanıdır. Bizim gündelik gerçeklerimize ya da genel yargılarımıza aykırılık
içerse de dini gerçeklerin dogmatikliği esastır. Bizim akli melekelerimiz bir
dinin hakikatini ifade edemez. Kategorik olarak insan aklı mutlağı ve ona dâhil
olan sır dolu esrarengiz hakikatleri anlayamaz.
Kierkegaard,
dogmatik teoloji’yi savunurken inancı, hem Tertillianus gibi “akıl dışı”(saçma)
hem de Agustinus gibi “aklı aşan[135]”
olduğunu belirtmektedir. Bütün olarak düşünüldüğü zaman negatif bir söylem gibi
gelse de müminin şüphelerle kıvranması ihtimalim ortadan kaldıran formüller
geliştirmiştir. Bunların en meşhuru imanın paradoks oluşu, diğeri de öznelliğe
yaptığı vurgudur. Mümin, ancak bu sayede durduğu yerin muhkem ve “kurtuluşu hak
eden” olduğunu görür.
[2]
AKARSU Bedia, Felsefe Terimleri sözlüğü, 7. b. İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, 1997, s.194.
KİERKEGAARD, Soren, Korku ve
Titreme Diyalektik Lirik, çev. N.Ekrem Düzen, Ara Yayınevi, Gülen
Ofset, s. 13.
TİAN MİN-LİN Timothy, “Kierkegaard’m
Yaşamı ve Düşüncesi”, Kaygı Felsefe Dergisi, çev. Metin Becermen,
Görsel Medya, Mayıs, 2000, s.48.
[5] MOUNÎER Emmanuel, Varoluş
Felsefelerine Giriş, çev. Rıfat KIRKOGLU, Alan yay, İstanbul, 1986,
s.183.
[6] PEARCE-CHANİNG Melville, Modern
Chırıstıan Revolutıonerıes Soren Kierkegaard, A Study London, 1945,
s.29.
[7] CAULY Olıvıer, Kierkegaard,
çev. Işık ERGÜDEN, Dost Kültür Kitaplığı, Pelin Ofset, Ankara, 2006, s.55.
[8]
KİERKEGAARD Soren, Concluding Unscientifîc Postcript to Philosophical
Fragments, Volüme I, Princeton, New Jersey, 1992, s.571.
[11]
WHALL, Jean, Var oluşçuluğun Tarihçesi, çev, Murtaza KORLAELÇİ,
Erciyes Üni. Basımevi, Kayseri, 1994, s.9.
[12]
SOYKAN, Ömer Naci, “Var oluş Yolunun Ana Kavşağında: Korku ve Kaygı Kierkegaard
ve Heidegger’de Bir Araştırma”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, sayı,
6, 1999, s. 35.
[13]
KİERKEGAARD Soren, Concluding Unscientific Postcript to Philosophical
Fragments, Volüme I, s.112.
[14]
Soykan, s. 36,37.
[15] KİERKEGAARD Soren, Concluding
Unscientifîc Postcript to Philosophical Fragments, s.3 51.
[16]
Tom Rockmore, Before&After Hegel. A Historical İntroduction to
Hegel’s Thought, Los Angeles, 1993 s.147.
[17]
a.g.e. s.354.
[18]
THÎLLY Frank, Felsefenin öyküsü, çev. İbrahim ŞENER, cilt II,
İzdüşüm yay, Kurtiş Matbaacılık, İstanbul, 2000, s.421.
[19]
FOULQUÎE Paul, Varoluşçunun Varoluşu, çev, Yakup ŞAHAN, Toplumsal
Dönüşüm yay. îst.
1998,
s.102.
[20] West, David, Kıta
Avrupast Felsefesine Giriş, çev. Ahmet CEVİZCİ, Paradigma yayınları,
Engin Yayıncılık, İstanbul, 1998, s.164.
[21]
Foulquie, s. 101.
[22] KİERKEGAARD, Soren, Korku
ve Titreme, s.71.
[24]
Foulquie, s. 101.
[25]
BÎRAND, Karman, Egzistansiyalizm Üzerine Dersler, A. Ü. İlahiyat
Fak. Dergisi, e. 10, 1962, s. 43.
[26] BAHADIRLI, Ayşe Serpil, Soren
Aabye Kierkegaard’m Felsefesinde Estetik Varoluşun Anlamı, İstanbul
Üniv.Edeb. Fak. Basılmamış Doktora tezi, s.35,36.
[27]
DURANT, Will, Felsefe’nin Öyküsü, çev. Ender GÜROL, İz
yayıncılık, Umut Matbaası, İstanbul, 2003, s.468.
[28]
a.g.e., s.469.
[30]
77iz7/y, cilt II s.421.
[31]
TAYLOR, C.C.W, Sokrates, çev. Cemal ATÎLA, Altın Kitaplar,
İstanbul, 2002, s. 109.
[32]
a.g.e. s. 110.
[33]
a.y.
DORİON, Louis-Andre, Sokrates, çev. M.
Nedim DEMİRTAŞ, Dost Yayınları, Pelin Ofset, Ankara, 2005. s.8.
[35] KİERKEGAARD, Soren, İroni
Kavramı, çev. Sıla OKUR, İş Bankası Kültür yay. İstanbul, 2004, s.40.
[36]
KİERKEGAARD, Soren, Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe,
çev. Doğan ŞAHİNER. İş Bankası Kültür yayınları, Mart Matbaacılık, İstanbul,
2005, s. 42.
[37] TEKVİN, Bâb, 22, s.22.
[38]
KİERKEGAARD, Soren, Korku ve Titreme, s. 13.
[39] MAGİLL, Frank, Egzistansiyalizmin
Beş Klasiği, Çev. Vahap MUTAL, 2.b., İstanbul, Dergah Yay. 1997,8.43.
[40] DEREN, Seçil, “Angst ve
Ölümlülük”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 6. sayı, 1999, s. 108.
[41]
VERNEAUX, Roger, Egzistansiyalizm Üzerine Dersler, çev. Murtaza
Korlaelçi, Kayseri, Erciyes Ünv. Basımevi, 1994, s.20.
[42]
Cauly, s. 104.
4o KİERKEGAARD, Soren, Baştan
Çıkarıcının Günlüğü, çev. Süha SERTABÎBOĞLU, Ayrıntı yay. Ankara, 2002,
s. 134.
[44] STRATHERN, Paul, 90Dakika’da
Kierkegaard, çev. Murat LU, Gendaş Yay. İstanbul, 1999, s. 34.
[45]
CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, 2.b. Ekin Yay. Ankara, 1996,
s.700.
[46]
a-y-
[47]
KİERKEGAARD, Soren, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, çev. M. Mukadder
Yakuboğlu, Ayrıntı Yay. Mart matbaacılık, İstanbul, 1997, s.48.
[48]
Starthern, s.38.
[49] KİERKEGAARD, Soren, Ölümcül
Hastalık Umutsuzluk, s. 10.
[50] KİERKEGAARD, Soren, Korku
ve Titreme, s.87.
[51]
a.g.e. s. 112.
[52] SAHAKIAN, William, Felsefe
Tarihi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yay. İstanbul, 1997, s.3O8.
[53] KİERKEGAARD Soren, Ölümcül
Hastalık Umutsuzluk, s.60.
[54]
a.g.e. s.48.
[55]
KİERKEGAARD, Soren, Korku ve Titreme, s. 48.
[56]
Cevizci s.700.
[57] WEST, David, Kıta
Avrupası Felsefesine Giriş, çev. Ahmet CEVİZCİ, Paradigma Yayınları,
Engin Matbaacılık, İstanbul, 1998. s.173.
[58]
Verneaux s. 19.
[59]
Starthern, s.38.
[60]
Starthern, s.3 9.
[61]
Thılly, s.422.
[62]
Deren, s. 104.
[63] HIZIR Nusret, Felsefe
Yazılan, Çağdaş yay, İstanbul, 1976, s.71.
[64]
a.y.
[65]
Cevizci, s.700.
[66]
Sahakıan s.310.
[67]
Vemeaux, s. 19.
[68] ÜLKEN, Hilmi Ziya, Eski
Yunandan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi Kaynakları Etkileri,
Ülken, Yayınları, İstanbul, 1998, s.186.
[69]
Cevizci, s.711.
[70] SHÎNN, Roger L, Egzistansiyalizm’in
Durumu, Çev: Şehnaz TİNER, Amerikan Bord Neşriyat Dairesi, İstanbul,
1963, s.37, 38.
[71]
Vemeaux, s. 19.
[72] FAHİR İz and H.C.HONY, The
Oxford Dictionary, çev. Fahir İz, “P”maddesi. İnkılap yay. 1978,
7j HANÇERLİOĞLU,
Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, c. V Remzi Kitabevi, Evrim
Matbaacılık, İstanbul, 1978, s.147.
[74]
ÖZCAN, Hanifı, Epistemolojik Açıdan İman, Mar. Ünv. İlahiyat Fak.
Vakfı yay. No: 59, İstanbul, 1997, s.65.
[75] KİERKEGAARD, Soren, Korku
ve Titreme, s.49.
[76] KİERKEGAARD, Soren, Kahkaha
Benden Yana, Ayrıntı Yay. Mart matbaacılık, İstanbul, 2000, s.179.
[77]
KİERKEGAARD, Soren, Korku ve Titreme, s.61, 62.
[78]
a.g.e., s.50.
[79]
BUBER, Martin, Tanrı Tutulması,^. Abdüllatif TÜZER, Lotus,
Ankara, 2000, s.57.
[80] ÖZCAN Hanifi, Epistemolojik
Açıdan İman, s.65.
[81]
a.g.e. s.62.
[82] tPes/s.174.
[83] KİERKEGAARD, Soren, Felsefe
Parçalan ya da Bir Parça Felsefe, s.42.
[84]
a.g.e., s.44.
[85]
Tian-Min Lin, s.46.
[86]
KİERKEGAARD, Soren, Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe,
s.45, 46.
[89]
Taşdelen, s.32.
[90] JOLİVET, R, İntroduction
to Kierkegaard, Trans. W.H Barber, M.A. Oxon, E.P.Dutton&Co.Inc
NewYork, 1952, s.36.
[91] RİCOEUR, P, “Philosophy After
Kierkegaard”, Kierkegaard: A Critical Reader, Blackwell
Publishers. Oxford,1998, s. 12.
[92] MAKHİNTOSH, Hugh Ross, Modern
Teknoloji Örnekleri, 1937, s.235.
[93]
Tian Min-Lin, s.47.
[94] KİERKEGAARD, Soren, Felsefe
Parçalan ya da Bir Parça Felsefe, s.52.
[97] KİERKEGAARD Soren, Korku
ve Titreme, s.49, 50.
[98] TEKVİN, Bb. 22, s.22.
[100]
Foulquie, s. 103.
[101]
RUDD, Anthony, Kierkegaard and The Limits of the Ethical,
Clarendon Press, Oxfort, 1993, s. 54.
[102]
Starthern, s.47, 48.
[103]
ALPYAĞIL, Recep, Wittgenstein ve Kierkegaard’dan Hareketle Din Felsefesi
Yapmak, Anka Yay. İstanbul, 2002, s.71.
[104] KİERKEGAARD, Soren, Kahkaha
Benden Yana, s. 167.
[105] CEVÎZCİ, Ahmet, Etiğe
Giriş, Paradigma yay. İstanbul. 2002, s. T16.
[106] HUME, David, Din
Üstüne, çev. Mete Tunçay, İmge Kitabevi, Zirve Ofset, Ankara, 1995,
s.70.
[107]
Starthern, s.37.
[108]
DEMÎRHAN, Ahmet, Kierkegaard ve Din, Gelenek yay, İstanbul, 2003,
s. 276.
[109] KİERKEGAARD, Soren, Kahkaha
Benden Yana, s. 190.
[111]
Cevizci, s. 214.
[112] KİERKEGAARD, Soren, Felsefe
Parçaları ya da bir parça Felsefe, s.42.
[114]
a.g.e. s.41, 48.
[115]
Soykan s.36.
[116]
a-y-
[120]
Aydın s.25.
[121] ÖZCAN Zeki, Agustinus’ta
Tanrı ve Yaratma, Alfa yay. İstanbul, 1999, s. 13.
[134] A.g.e. s. 43.
[135] ÖZCAN, Zeki, Agustinus’ta Tanrı ve
Yaratma, s. 120.
« Prev Post
Next Post »