Print Friendly and PDF

Translate

LAZLARIN TARİHİ

|

 


Yazanlar:

Muhammed VANÎLÎŞÎ-Ali TANDÎLAVA

 

Gürcüce'den Çeviri:
Hayri HAYRİOĞLU

 

Kitabın Gürcüstan'da basımı: 1964

Özgün Adı: Lazistan (Tarih, Coğrafya, Etnografya araştırmaları)   Çevirmenin kısa biyografisi

HAYRI HAYRIOĞLU

1936 yılında İnegöl'ün Hayriye köyünde doğdıı. ilko­kuldan sonra Bursa Erkek Sanat Enstitüsüne bağlı yapıcılık kursunu bitirdi. 1960da İstanbul Yıldız Polis Okulu'na gir­di. 1982 yılında emekli oldu..                                                            '

Hayrioğlu, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonucu yurtlarını terkedip Osmanlı ülkesine, İnegöl'ün Hayriye köyüne gelip yerleşmek zorunda kalan Gürcüstan'm Acara bölgesi insanlarının üçüncü kuşak torunlarındandır. Gürcü   dilini aile arasında öğrendi. Çocuk yaşta Gürcü halk de­yişlerini, manilerini kaleme atmaya çalıştı. 1951 yılında bu dilin kendine özgü bir ABC'si olduğunu raslantı sonucu öğrendi. Kısa zamanda bu alfabeyi kendi kendine söküp, okuma yazmayı geliştirdi. Bundan sonra Kafkas halklarının geçmişi ve bu gününe ilgi duymaya başladı. Bu dillerle yayı­nlanmış Kafkas literatürünü araştırıp inceledi. Zamanİabilgisi akademik düzeye çıktı. Yurt içinde ve dışında çeşitli yazıları yayınlandı. Gürcü Çocuk Masalları adlı iki kitabı Milli Eğitim Gençlik Ve Spor Bakanlığı'nca'tüm ilkokullara' tavsiye edildi.

Hayrioğlu'nun başarılı çalışmaları Gürcüstan kültür çevrelerinin ilgisini çekti. Gürcüstan'a üç kez davet edilip kendisine araştırma inceleme olanağı sağlandı. Ulusal ede­biyat sempozyumuna, İllia Çavçavadze, Akaki Tsereteli jübilelerine konuşmacı olarak katıldı. Kültür Bakanlığınca kendisine Yunus Emreden seçmeler yapıp Gürcüce'ye çe­virme görevi verildi. Gürcücü'den Türkçe'ye kazandırdığı Köprü adlı tiyatro oyunu Trabzon Devlet Tiyatrosu ta­rafından sahneye kondu.

Hayrioğlu'nunyayına hazır bir kaç eseri vardır. 

 ÎÇÎNDEKÎLER

ÖNSÖZ Prof. Sergi MAKALATÎA     7

LAZİSTAN TARİHİ   10

LAZÎKA KRALLIĞI   32

LAZÎSTAN BÎZANS İDARESİNDE   35

LAZİSTAN OSMANLI YÖNETİMİNDE..... 42

LAZİSTAN ETNOGRAFYASI                       75

LAZLARDA MADDİ KÜLTÜR         111

ŞARKILAR, ŞİİRLER  145

OYUNLAR, DANSLAR         146

LAZLARDA BATIL İNANÇLAR      151

BİLMECELER 163  

LAZİSTAN TARİHÎ VE ETNOGRAFİSİ ÖZETİ

Önsöz

Değerli M. Vanilişi ve A. Tandilava’nın “Lazistan” adlı tarih ve etnografya incelemeleri okuyucularına Laz Ulusunun taııhi ve etnografyasının ana hatları hakkında az çok bilgi ver­meyi amaçlamaktadır. Bu eser Gürcü literatüründe Laz ulusuna yönelik çalışmaların ufak ve anlamlı bir örneğini teşkil eder. Bu eserin önemli özelliklerinden biri yazarlarının Laz oluşlarıdır. Bunun anlamını açıklamak çok kolay. Artık Lazistan evlatları kendi tarihi yurt ve uluslarının yüzyıllar boyunca terkedil­mişliğine son verip maddi ve manevi değerlerine sahip çıkmak­tadırlar.

Her iki yazar da Sarp köyündendir. îkisi de bugün Gürcüstan devlet idari organlarında yüksek düzeyde bilim ve saygınlık kazanmış olmalarıyla ünlüdürler.

Bu tarihi araştırma eserinde Laz ulusunun geçmişte göster­diği güçlü devlet olma yeteneği, başarılı politik yaşamı, kahra­manlık ve yurtseverlikleri dile getirilmektedir.

Bu eserin Etnografya bölümünde dikkati çeken diğer bir hu­sus da şu: Yüzyıllardır işgalci yabancıların bölücü entrikaları nedeniyle her konuda ayrı düşürülmüş kardeş Laz ve Megrel kabilelelerin ahşkı ve geleneklerindeki güçlü benzerlikler açıkça ortaya konmaktadır.                                                                      '

Eserde Laz halk deyişlerinden, folklöründen verilen örnek­lerin karşılarında Gürcüce açıklamalar bulunmaktadır. Bu du­rum, bu bilgilerden daha yaygın çevrelerin yararlanmasını sağlıyacaktır.                  -

Kutlu olsun...

Prof. Sergi Makalatia

LaZİSTAN TARİHİ
YAZARLARINDAN OKUYUCUYA

Gürcüstan tarihi, yaşanmış kahramanlık hikayeleriyle do­ludur. Gürcü yurdunun korunması için toplaşan savaşçı yurtse­verler arasında daima Lazlar da seçkin yerlerini almışlar, özgürlük ve bağımsızlık uğruna seve seve canlarını vermişler­dir. Gürcü yurdunu her fırsatta ateş ve kana boğan düşmanlar bir iki ya da üçden ibaret değildi. Çok çeşitli idi. Ancak bunlar arasında en zalimi Osmanlı idi. O, Küçük Asya’da yurt tutup yerleştikten sonra Gürcüstan’ın bir çok yerlerini parça parça bölüp yutmaya ve halkını zorla Müslümanlaştırıp asimile etme­ye çalıştı.

Ne yazık ki bugüne kadar Laz olmayan yazarlar bize Lazlar hakkında sağlam bilgi vermekten yoksun kaldılar. Çünkü onlar Laz ulusunun dilini, geleneğini, yöresel kaynaklardan saptaya­cak kertede bilgi sahibi olamamışlardı. Bu yüzden bize bıraktıkları bilgiler uydurma ve hatalıdır.

Biz Laz yazarlar bu eserde sunduğumuz kendi tarihimizi ve hayat-mematımızı araştırmaya çalışırken Gürcüstan’ın başka bölgelerinde de bize yakından ilgilendiren ilginç belgelere rasItjdık. Bu belgeler özellikle Samegrelo bölgesindeki Zugdidi, Tshakaia, Gali ve başka bölgelerinde yaşıyan Megrel halkının bugün bile Laz diyeleğine tıpatıp benzer dil konuştuklarını orta­ya koydu. Okuyucu bu benzerlikleri eserin sonlarındaki karşılaştırmalarda görecektir.

Redaksiyon işinde bize büyük yardımları dokunan değerli Profesör Sergi Makalatia’ya şükranlarımızı sunarız.

Ayrıca ellerindeki değerli kaynaklardan yararlanmamızı sağlayan Acara A.S.S.C. çevre inceleme enstitüsü direktörü merhum A.O. Halvaş’ı da burada rahmetle anarız.

Muhammed VANİLİŞİ Ali TANDİLAVA  

Lazistan tarihî

LAZİSTAN KRALLIĞININ KURULUŞU:

Laz ya da Tçani kavminin tarihi eski Kolheti kavmi ile yakından ilişkilidir. Bilindiği gibi Kolheti Krallığının nüfusunu esas Gürcü boylarından olan LAZ-TÇANLAR ile MANRALMEGRELLER (Egrisliler) teşkil ediyordu. Bunların kullandığı lisanın ortak adı ZANCA idi.                                                           x

Tçtınlar Gürcü ırk gurubunun bir üyesidir. Tçani adı zaman­la LAZ deyimi ile yer değiştirdi ancak günümüze kadar hiçbir zaman tümüyle unutulup kaybolmadı. Gürcü yazar Simon Canaşia bu konuda derki:

“Gürcü literatürü bu orijinal adı hiçbir zaman dilinden düşürmeyip sürekli kullandı. Bu kavme daima TÇANÎ, ülkele­rine de TÇANETÎ diye hitap etti.” der...

Helenistik çağda (M.Ö. V.-I. yy.) Lazlar ve onların akraba­ları Megreller Trabzon ile Abazgi (Abhazya) arasındaki Kara­deniz sahil şeridini ellerinde bulunduruyorlardı. Dil benzer­liğine rağmen Lazlar ve Megreller iki ayrı özerk bölgeye bölünmüşlerdi. Lazlar Çoruh vadisini, Megreller ise Rion vadi­sini kapsıyorlardı. Bu iki kardeş kavmi birbirinden ayıran sınır bugünkü Guria sırtlarından geçmekte idi.

. Manral-Megreller kardeşleri Lazlar’ a nazaran başlangıçtan beri daha büyük gelişme gösterdiler. Güçlü bir krallık kurdular. Elenler ve Romalılar bu krallığa KOLHÎDA adı veriyorlardı.

Eski Kolhida Krallığının sınırı batıda Trabzon’a kadar da­yanıyordu. Bu noktaya kadar olan sahadaki tüm Lazlar bu krallığın uyruğunda bulunuyordu. Ancak ülkenin kralları ve diğer yöneticileri daima Manral-Megrel bölgesinden seçilmek­te idi.

Kolheti krallığı M.Ö. I. yüzyıldaki Roma işgallerine kadar yaşadı. Bu talihten sonra ülke Roma hegemonyasına girip yöne­tim Romalılarca Megreller’den alındı, Lazlar’a verildi. Roma hegemonyası süresince Laz kral ve yöneticileri çok başarılı po­litika izleyip ülkeyi geliştirmeye, kalkındırmaya çalıştılar.

Yönetimin Megreller’den Lazlar’a geçişi ülkenin ulusal adına da değişiklik getirdi. Bu tarihten sonra tarihi Kolheti’ye Romalılarca LAZİKA veya LAZÎKE denmeye başlandı.

Lazika Krallığının yönetim merkezi ARKEOPOLÎS kenti idi. Bu kent, Tehuri vadisinde, bugünkü Tshakaia Bölgesinin Ahalsenaki yakınında NAKALAKEVİ noktasında bulunuyor­du. Arkeopolis kenti çok mükemmel kale ve surlarla tahkim edilmiş bulunuyordu. Romalı tarihçi Prokopi Kesariel bu kent hakkında şöyle yazar:

“Arkeopolis kenti Lazika’da en yüksek kültür, sanat ve tica­ret olanaklarna ulaşmış kalabalık nüfuslu bir şirin kenttir.” der.

Lazika kralları Monarşik krallar değillerdi, seçimle iş başına getirilirlerdi. Ancak bu kralların nişan ve mühürleri Bi­zans imparatorları (Keizarlar)ın onayıyla sahiplerine verilirdi. Buradaki BİZANS sözünün anlamı o tarihte Romahlar'ın bazende BİZANS adıyla anılmalarındandır. Lazika kralları Bi­zans’a ne vergi, ne de asker verirdi. Bizans’a karşı o bir tek görev üstlenmişti o da: Sınır bekçiliği yapıp Bizans’a kuzeyden saldıracak olan barbar kavimlerin önüne geçmekti.

Lazika kralları Bizans’la olan politik ilişkilerini sağlam­laştırmak maksadıyla onlarla kız alış verişi yapıyorlardı. Özel­likle Keizar kızlan Laz kralları ile evlendiriliyorlardı. Tarihçi profesör Kesariel bu konuda da şunları yazmaktadır.

“Laz kralları Bizans’a elçi gönderip saraydan kız istetiyor, onlarla akrabalık kurmaya çalışıyorlardı” diyor. Bu konuda Bi­zans tarihinde epeyce kabarık bilgi bulunmaktadır.

Lazika Krallığının elinde bulunan toprakların çok büyük bir stratejik önemi vardı. Bunun yanı sıra Avrupa’yı Îberya-Albanya (Gürcüstan-Azerbaycan) üzerinden îran ve Hindistan’a bağlayan karayolu da bu topraklardan geçmekte idi. Lazika sınırlarını tehdit eden pek çok düşmanlar vardı. Bunlar Doğu Roma uyruğundaki Bunlar ile bir çok kuzeyli kavimler ve Persler idi. Persler bu düşmanların en aman vermezi, en tehlikelisi idiler. Zira bu ulus Roıııalılar’ın Kafkaslar’daki nüfuzunu haz­medemiyor, Küçükasya’da onların varlığına tahammül edemi­yordu. Lazlar İran tehlikesine karşı Doğu Roma sınırlarını tah­kim maksadıyla bir çok kale ve surlar inşa ettiler. Çağdaş tarihçi Prokopi Kesariel Laz kale ve surları hakkında da şunları yaz­maktadır;

“Laz kralı Justinyen hiçbir zaman meşktin bulunmayan bir sahada çok mamur PETRA kenti ile kalesini inşa etti” diyor. Batumi yakınında bulunan bu kentin yerinde bugün TSİHİSDZİRÎ kent kalıntıları ile kale bulunmaktadır.

Sasaniler’in Persler’in boyunduruğuna düşmelerinden son­ra Romalılarda Persler’in arası açıldı. O sırada ilk Dinasti şahı bulunan Ardeşir ülkesinde büyük reformlar yapmakla meşgul­dü. örneğin, güçlü bir savunma sistemi kurdu, ticaret yaşamını geliştirdi v.s. Güçlenen Pers Krallığı Küçükasya’da ve Kafkas­ya’da insiyatifı elinde bulunduran Romalılarla aktif bir politika sürdürmeye başladı. Bu sırada Sasani kralları da Lazika’da Ro­ma varlığına son verip Karadeniz sahiline sarkmaya gayret edi­yor, bu maksatla Roma ile daha aktif mücadele yollarını araştırıyordu.

Lazların Perslerle olan politik mücadelelerine sonradan bir yenisi daha eklendi. Bu, din ve mezhep mücadelesi idi. Lazika Krallığı sahasında Persiya çıkışlı Mazdeizm ile Hıristiyanlık akımları kıyasıya çarpışmaya başladılar. Bu defa da Persler Lazika’yı din inancı yoluyla elde etmeye çalışıyorlardı. Persler’in başarısı ancak Lazika’da Mazdeizmin yayılması oryantasyonu ölçüsüne bağlı idi.

Buna karşın Roma diğer adıyla Bizanslılar Lazika ve îberya’da Hıristiyanlığın iyice yerleşmesi için gayret sarfediyorlardı. Zira o batıl Mazdeizme karşı güçlü bir kitaplı göksel dine gereksinme duyuluyordu. Bu mücadeleyi Romalılar kazandı. M.S. 337 yılında îberya’da Hıristiyanlık dini devlet dini olarak kabul ve ilan edildi. Bu durum Romalıların îberya ve Lazika’daki politik başarılarına işaretti.

Persler îberya ve Lazika’da îsa dininin engellenip Mazde­izmin yayılması için türlü yollar araştırmaya başladılar. Romahlarca onaylanan yerel kralların tahttan indirilip kendilerin seçeceği krallam) yönetimi ele almalarını çarelerden biri olarak görüyordu. Fakat bu arzulan bir türlü yerine gelmiyordu.

Son çare olarak Persler bu iş için kuvvete başvurmaya karar verdiler. Zamanın Pers Şahı Yezdigerd II. (438-457) büyük bir ordu ile saldırıp önce Ermenistan’ı zaptetti. Sonrada îberya Kralı Vahtang Gorgasalı (446-499) yenilgiye uğratıp îberya’yı da işgal etti.

Bu tarihten sonra Pers Şahları Lazika krallarının kendileri ile ittifak kurmaları için çeşitli fesatlıklara fırsat buldular. Lazlarla gizli görüşmeler yaparak Romalılara karşı başkaldırıp on­ların otoritesini yıkıp yurttan atmak, Mazdeizmi benimsemek vb. gibi tavsiye ve kışkırtmalarda bulundular. Zamanla Pers­ler’in propagandaları meyve vermeye başladı. O sırada Pers kralı olan Kovadi (488-531) Roma baskısı altında Lazika’mn yönetim yetkileri konusunda mücadeleye girişti. Ortaya çıkan bu problemin çözümü için Roma-Persiya görüşmelerine olanak doğdu. Tarihçi Porokopi Kesariel’e göre bu görüşmeler sırasında Pers diplomatı Seos Romalılara:

“Yeni adı Lazika olan eski Kolheti Krallığı eskiden beri îran’a bağlı bulunuyordu. Romalılar O'nu haksız olarak işgal edip ellerinde tutuyorlar.” dedi. Persiyalı diplomatın bu gülünç sözlerini Lazlar ve Romalılar hayretle dinliyorlardı.

Lazika toprakları V. yüzyıl içinde böylece yoğun politik oyunlara sahne oldu. Perslerle Romalılar gibi iki saldırgan, sömürücü düşman karşısında Laz krallarının çok dikkatli, ileri görüşlü, cesur politika izlemeleri zorunlu idi. Laz kralları daima bunun bilincinde olarak etkinliklerini kanıtlamaya çalıştılar.

Lazlarla son müttefikleri Persler’in anlaşmalarına göre: Ölen ya da herhangi bir nedenle tahttan indirilen Laz kralının yerine geçecek olan yeni kral mutlaka Persler’in onayı ile taç gi­yebilecekti. Laz Kralı Damnaze ölüp tahtı boş kaldığında oğlu Tsate bu anlaşmaya uymayarak hemen tahta çıktı, kendini kral ilan etti. Ne var ki bunu Persler’in tepki ile karşılayacaklarını bildiğinden 515 yılında Bizans’a giderek Keizar Justinyen’den himaye, ve krallığının onaylanması dileğinde bulundu. Buna karşılık da Hıristiyanlığı kabul edeceğini açıkladı. Bu tarihlerde Pers tahtında Kovadi hüküm sürüyordu ve Lazika yönetiminde söz sahibi bulunuyordu. Keizar Justinyen Tsate’nin dileklerini memnüniyetle kabul edip yeni dinini kutsadı (takdis etti), Roma nişanlan ile donatılmış taç giydirdi. înci, yakut, zümrüt, altın gi­bi ziynetlerle süslü ince, beyaz ipekli kumaşlarla bezeyip Ro­malı Patrik Nomen’in güzel kızı Valeriane ile de evlendirip oğlu ile birlikte onu Lazika tahtına uğurladı.

Yohanne Malala’ya göre:

“Laz kralı Tsate I geçmişteki krallar gibi, koruyucu rolündeki iki can düşmanı ülkeye karşı esnek bir politika izle­meye başladı. Kâh birine, kâh diğerine meyledip hiç bir tarafa sadakatle bağlanmadı. Sonuçta Perslerle arayı bozup Romalı­larla anlaştı. 515 yılında tacını Keizar Justinyen’e onaylattı, ülkesine döndü”...

Ne var ki Tsate I barbar Perslerden çekindiği için bazı gele­neksel Pers direktif ve isteklerine de uyup onları kızdırmamaya, gururlarını incitmemeye özen göstermek zorunda kaldı.

Pers hükümdarı Kovadi Justinyen’in, Laz krallarını çeşitli' hilelerle elde ettiğini iddia ederek ağır suçlamalara başladı. Justinyen bu suçlamalara karşı Kovadi’ye elçi göndererek şu yanıtı verdi:

“Biz sizin hiçbir tebanızı görmüş, kandırıp sizden uzak­laştırmış değiliz. Ancak sarayımıza Tsate adlı bir Laz başvura­rak Hıristiyan olmak istediğini bildirdi. İsteği üzerine onu takdis edip yurduna gönderdik”, dedi.İki ülke arasında bundan sonra yoğun diplomatik görüşmeler sürüp gitti. Pers diplomatları Ro­malılar’a “Tarihi İran tebası Lazika’yı kaba kuvvetle elde tut­makla” suçluyorlardı. Bu suçlama eski ağızların tıpatıp aynısı idi. Romalılar isebunun tam aksine “Lazika’nın eskiden beri Bizans uyluğunda bulunduğunu” iddia ediyorlardı.

Görüşme yoluyla çözüm sağlayamayan Persler 520 yılında güçlü bir ordu ile Lazika’ya saldırıp Tsate I’i düşürmeye ve ce­zalandırmaya giriştiler. Bizanslılar vakit kaybetmeden Tsa­te’nin imdadına koşup İranlılarla savaşa giriştiler. Kısa zaman içinde Birleşik Roma-Laz orduları Persleri püskürtüp yenilgi­ye uğrattılar.

531 yılında Pers Hükümdarı Kovadi öldü. Yerine geçen Hüsrev I (531-539) ile Keizar Justinyen Lazika konusunu an­laşma yoluyla çözümlemeyi yeniden denediler. Ve nihayet 532 yılında tarihi anlaşla imza edildi.

Bu anlaşmaya göre: Lazika Romalılara, İberya da Perslere bırakıldı. İlk iş olarak İranlılar tarihi İberya krallığını lağvedip doğu Gürcüstan’ı doğrudan doğruya Pers topraklarına kattılar. Sınırlarını da pekiştirmeyi ihmal etmediler. Romalılar Lazi­ka’da Laz kalelerini kendi askerleriyle doldurdular. Lazika sınırları boyunca kendi arzularınca önlemler aldılar. Bu durum­dan Kral Tsate çok tedirgin oldu. Yakın gelecekte krallığının tümüyle ortadan kaldırılacağından endişeye düştü. Kısa zaman sonra Romalı asker ve subaylar Laz halkı üzerinde çekilmez zulümlere başladılar. Bitmez, tükenmez angarya ve isteklerle halkı huzursuz edip bezdirdiler.

Bu zalim subaylardan biri halka yaptığı çeşitli hakaretlerle pek ünlü oldu. Adı Yohanne Tsibe olan bu eşkiya general hakkında çağdaş Romalı tarihçi Prokopi Kesariel şöyle yaz­maktadır:

“Justinyen Lazika’ya bir çok yönetici rütbeli asker gönder­mişti. Bunlar arasında asaletsiz, avamdan bir Yohanne Tsibe vardı ki Laz halkını soyup çıkar sağlamak için akıl almaz düzen­bazlıklardan başka bir yaptığı yoktu. Bu adam giderek Romalı­larla Lazlar’ın aralarının gerginleşmesine, tüm işlerin altüst ol­masına neden oldu. Tüccarlar Kolhida’dan dışarıya ticaret eşya­larını çıkaramaz oldular, tuz ve diğer eşyaları ülkeye getiremez oldular. Yohannes Tsibe bütün bu işleri kendi monopolüne (te­keline) alıp soygunculuğu sürdürdü. Her çeşit eşyayı Kolhida’ya kendisi sokar, istediği fiyata satar, her çeşit eşyayı Kolhi­da’dan çıkarır batıya görderirdi...”

Bu sırada Lazika tahtına çok yürekli ve sağlam kişiliği bulu­nan Laz, Gubaz oturtulmuştu. Ne var ki şımarık Romalı Komu­tan Yohanne’nin baskılan nedeniyle Gubaz’ın krallığı sadece Unvandan ibaret kalıyordu. Yohanne gidere Lazika’nın her türlü iç ve dış işlerine de el atmaya başladı. Prokopi Kesariel’e göre:

“Krallık görevlerinin dışında Yohanne Pazisi, Biçvinta (Pitunti), Sevastopoli ve başka önemli ticaret merkezlerini de eline geçirip ölçüsüz servet sahibi olmak için gayretler sarfediyordu. Her çeşit malı kendisi ahyor, tüccarlara birkaç misli fiyatla satı-

yor, tüccarlar da bu fahiş fiyata kendi kar payını ekleyip halka satmak zorunda kalıyorlardı. Yohanne bu türlü kontrolsüz, ka­nunsuz davranışlarla zenain olup Lazika’nın mutlak hakimi ke­sildi.”...         "

Romalılar’m kan emici, çekilmez davranışları halkın canı­na tak dedi. Dayanma gücünü yok etti. Yeni kral Gubaz Yohanne’yi bir çok defalar Keizara şikayet ettiyse de hiçbir olumlu so­nuç elde edemedi. Aksine daha da kuduran Yohanne zulüm re­zaletini daha da şiddetlendirdi. Dolaylı baskılar had sayfasına vardığı halde, Lazlar için Doğu Roma gibi sayılı asker gücüne sahip bir devlete başkaldırmak ya da halk ayaklanmasına gi­rişmek sonucu karanlık büyük rizikoyu göze almak demekti. Roma’ya kıyasla küçücük bir ülke olan Lazika’nın böyle bir so­rumluluk altına girmesi gözü kapalı ölüme gitmek olacaktı. Bu olanaksızlıklar karşısında Lazika’nın Roma düşmanı Persiya ile anlaşmaya girmesi, Romalılar’ı bu şekilde yurttan çıkarması zorunlu oldu. Kral Gubaz îran Hükümdarı Hüsrev’e elçi gönde­rerek bu konuda gizlice görüşüp anlaşmak istediğini bildirdi. Prokopi Kesariel’e göre: Hüsrev’in huzuruna çıkan Laz elçiler şunları anlattılar:

“Kolhlar’ın Perslerle tarihi dostlukları vardır. îki ülkenin birbirine karşı sayısız hizmetleri olmuştur. Elimizde buna ait bir hayli belge vardır. Elbette sizin elinizde de buna dair belgeler vardır. Ne var ki geçmişte gerek bizim krallığımızın isabetsiz görüşleri ve gerekse sizin başarısız politikanız Kolhlar’ın Ro­malılarla ilişki kurmasına zemin hazırlamıştır. Şimdi kralımız ve halkımız îranlılarla kardeşçe, dostça anlaşarak yaklaşmak ar­zusundadırlar. Romalılar kralımızın yetkilerini gaspettiler. Sa­dece üzerindeki üniformasısını bıraktılar. Yakında bunu da çıkarıp köle durumuna getireceklerinden korkarız. Ülkemize sayısız “Romalı asker soktular. Laz halkının karşısına diktiler. Bunun adına da “Lazika’yı dış düşmandan korumak” dediler. Bizim dış düşmanlarımız yoktur. Tek düşmanımız Romalı­lar’dır. Onların tek düşüncesi yurdumuzu korumak değil soy­gunculuk yapmaktır. Laz zenginliklerini güvenlik içinde Roma’ya aktarmaktır. Şu örneğe bakıp baskının derecesini an­layınız: Laz halkının günlük ihtiyacı olan her türlü maddeyi el­lerinden yok pahasına, zorla alıyorlar, halkın istemediği bir takım eşyayı da onlara zorla bir kaç misli fiyatla satıyorlar. Halkın elindeki altın, gümüş ve başka kıymetli eşyaları zorla satın alıyorlar. Bu işe de “Ticaretin incelikleri” adını veriyorlar. Ülkemizde her türlü iş tutma hakkı öncelikle Romalılar’ındır. Lazlar’ın tek serbest uğraşılan çobanlıktır.

Lazlarla anlaşmaktan ne karımız olacak, diye düşünürseniz buna bir kaç örnek verebiliriz. Gücünüze bir dost ülkenin, Lazi­ka’nın gücünü de katmış olursunuz, egemenlik çerçeveniz ge­nişlemiş olur, Lazika sayesinde Karadeniz’e iner batıya açılma fırsatı bulabilirsiniz. Karadeniz’de gemi inşa eder deniz ticareti­nizi geliştirebilirsiniz, Bizans’ı kolayca sindirme gücüne ka­vuşursunuz. En önemlisi ise Lazika’nın Kafkas silsilesi önünde bekçilik edip sizi kuzeyli saldırganlardan koruması hizmeti ola­caktır. Bütün bunlara karşı arzumuz zorba Romalılar’ın yurdu­muzdan çıkarılıp cezalandırılmasında bize yardımcı ol­manızdır..”... 

. Laz elçilerinin bu sözlerinden kolayca anlaşılacağı gibi ülke Romalılar elinde can çekişme durumuna getirilmişti. Bu sözlerden yine kolayca anlaşılıryor ki, Laz toprakları îranlılar için paha biçilmez stratejik-politik öneme haizdi. Zira Karade­niz’e inecek olan îranlılar batıya doğru tüm sahil şeridini kolay­ca elde etmeye olanak bulabileceklerdi.      ,

Pers hükümdarı Lazlar’ın önerilerini zevkle dinledi, hiç te­reddüt etmeden memnuniyetle onlara yardım sözü verdi. Elçiler hükümdara:

“Yol güvenliğini merak ekmeyiniz. Biz önlemler alır, ordu­nuza rehberlik ederiz. Onları en kestirme yoldan, esenlikle Lazi­ka’ya ulaştırırız”., diye açıklamalarda bulundular.

Hüsrev Laz elçilerinden ricada bulunup:

“Bu anlaşmamız gizli tutulmalı, ne dost, ne düşman duyma­malıdır.” diye tembihte bulundu. Hüsrev yedek askerlerini hiz­mete çağırdı, ordusunu güçlendirmeye başladı. Bir yandan da:

“Kartli’de (Doğu Gürcüstan’da)işler karışık, orayı düzeltip döneceğiz” diye uydurma haberler yaydı. .

542 yılında Hüsrev’in ordusu sefere çıktı. Kartli yolu ile La­zika-’ya doğru harekete geçti. Laz elçileri de Pers ordularına reh­berlik ediyorlardı. Çetin ve yorucu yolculuktan sonra Hüsrev Lazika’ya indiğinde Kral Gubaz tarafından merasimle karşılandı.

Pers kuvvetleri önce önemli bir kale-şehir olan Petra’yı çember içine aldılar. Romalılar şiddetle karşı koydularsa da büyük can kaybı ile şehir Persler tarafından elde edildi. Bu kale­de komutan olan Romalı zalim Yohanne Tsibe yaralanıp öldürüldü. Kaleye girmek için dıştan tünel kazılmaya başlandı. Komutansız kalan kaledeki Roma kuvvetleri Hüsrev’den barış istediler. Hüsrev bu öneriyi kabul ederek Romalılar’a can ve mal güvenliklerinin korunacağına söz verdi. Kale kapıları açıldı, Hüsrev kuvvetleri Yohanne’nin bütün hâzinelerini ele geçirdi.

Petra kalesi zaferinden dolayı Hüsrev çok sevinçliydi. Altık batıdan gelecek her türlü tehlikelerin önüne geçilmiş oluyordu. Tüm sahil boylarını Romalılar’dan koparma olanağı doğmuştu. Ticaret güçlenecekti, Avrupa ile kısa yoldan ilişki kurması ko­laylaşacaktı. En önemlisi de Lazika’nın işgali ile Doğu Gürcis­tan (Kartli) çember içine alınmış oluyordu. Orada meydana ge­lecek ayaklanmaların önüne geçmek kolaylaşacaktı. Zira Lazi­ka toprakları öteden beri asi Kartililer’in ilk sığınak yeri duru­munda idi. Üstelik her fırsatta Lazlar kardeş îberya’nın yardı­mına bu yönden koşmakta idiler.   Doğrusunu söylemek gerekirse bu davetli Pers işgali Lazlar’a çok pahalıya mal olmuştu. Ülkeye çok zararlar açmakta idi. Örneğin: Ülkenin bağımsızlığını tehlikeye düşürmüş, tica­ret hayatını kısırlaştırmış Lazika-İberya hattı üzerinden geç­mekte olan Hindistan transit ticaret yolunu Lazlar’a ka­pamıştı.

Lazika’nın ekonomik hayatı büyük oranda ticarete dayalı bulunuyordu. Bu unsurun zayıflaması Lazlar için son demekti. Bunun yanı sıra işler umulduğu gibi çıkmadı. Persler’in Lazlar’a karşı tutumları Roma mezalimini gölgede bırakmaya başladı. Persler de Kral Gubaz’m iç işlerine el atıyorlar, Laz halkının sırtına ağır vergi yükü yüklüyorlar, kale kuvvetleri halkın içine dalıp günlük yiyeceklerini bile ellerinden zorla alı­yorlar, Hıristiyan Lazları Mazdeizme zorluyorlardı. Kısa­cası Hıristiyan Laz halkı Mazdeist İranlıların baskısı altında inim inim inlemeye başladı. Velhasıl Lazlar’ın Persler’in yardı­mı ile huzura kavuşma ümidi hüsrana uğradı. Kral Gubaz’ın ye­ni endişesi artık çilekeş ülkesini şu İranlı hırsızlardan kurtarma çarelerini aramaya dönüştü.

Hüsrev bütün bunları pekala biliyordu. Bu nedenle Kral Gubaz’ı ihtiyatla karşılıyordu. Ve karar verdi: Lazika Krallığını kaldırıp ülkeyi İran’a katacak, iç ayaklanmalara fırsat vermeyip kanla-ateşle bastıracaktı. Bunun için de hemen Gubaz’ı öldürtmesi, Laz halkının ileri gelenlerini İran’a sürmesi, İran’dan getirilecek Persler’i de Lazika’ya yerleştirmesi gerek­ti. Bu konudaki satırları yine Prokopi Kesariel’den dinleye­lim:

“Persler’in batıya karşı varlıklarını koruyabilmeleri ve sa­hil boyunca yayılmaları ancak Lazika’yı İran toprağına kat­makla mümkün olabilirdi. Çünkü Laz toprağı Bizans’a karşı hem karadan, hem denizden çok önemli saldın hattı durumun­daydı. Romalıların bu ülkeyi terketmeleriyle İran’ın burada ayağını pekiştirmesi başanlamadı. Lazlar’a karşı güvensizlik ve her an için isyan olasılığı mevcuttu. Zira Laz halkı eskiye kıyas­la daha da kötü sosyo-ekonomik uçurumun başına getirilmişti. Koydukları kaideler özgürlüksever Lazlarca çekilesi değildi. İki müttefik ülke arasındaki din ve dünya görüşü birbirinden çok farklıydı. îranlılar putperest Mazdeist, Lazlar ise kitaplı din sahibi Hıristiyandılar.

Lazika’da tuz ve tahıl üretimi yeterli değildi. Bu maddeler Romalılar’ca batıdan getirilip satılırdı. Karşılığında paradan çok deri, esir ve başka türlü takas eşyaları alınırdı. Bu olanakları yitiren halk sıkıntılara düştü. Hüsrev bu durumun ayaklanmala­ra neden olacağından endişe duyuyordu. Bunu önlemenin ilk şartı Gubaz’ın öldürülmesi, Lazların İran’a sürülmesi, Laz top­raklarının başka göçmenlerle ve İranlılarla doldurulması idi...”                                

Hüsrev, bu düşüncesini güvenilir adamlarından Fevriz’e açtı. Kendisine 3000 savaşçı vererek Lazika’ya gönderdi. Fevriz Lazika’ya varınca orada Gubaz’ın muhaliflerini de toplayıp birleştirdi. Onlara Gubaz’ın kellesini almak gerektiğini anlattı. Bunu işiten Gubaz ve Laz büyükleri infial durumuna geldiler.

Ülke bağımsızlığını yitirmekten başka milli nüfusunu, halkını da yitirme tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu. Kur­tuluş için gerçekten büyük gayret gerekti. Ama nasıl? Bu küçücük ülke zayıf gücü ile güçlü düşmanına nasıl başedebilirdi? Gubaz bu kötü durumdan kurtulmak için yine eski duruma dönmek gerektiğini, eski durumun daha ehvenişer olduğunu düşünüp Romalılarla barış görüşmelerine karar verdi. Jüstinyen’in sarayına giden Laz elçileri îran mezalimini bir bir anlatıp “Romalılar'a karşı düştükleri hataların bağışlanmasını, Lazi­ka’ya yardım eli uzatılmasını” rica ettiler. Perslerden kurtu­luşun ancak bu şekilde mümkün olabileceğini söylediler.

Vatan sevgisi, ulus sevgisi çaresiz Laz Kralı Gubaz’ı böyle namerde bile boyun eğdirmek zorunda bırakmıştı.

Keizar Justinyen zaten işin buraya varacağını tahmin et  mişti. Müsait fırsat kollayıp Lazika’dan işgalci İranlılar’ı kov­mayı tasarlamakta idi. İşte beklediği fırsat ayağına gelmişti. Derhal 7.000 kadar Romalı ve 1.000 kadar da Laz askeri kuvveti hazırlayıp Komutan Dagiste yönetiminde Lazika üzerine gönderdi. Bunu işiten Hüsrev yardımcı güç olarak acele bir mik­tar asker toplayıp Mermerose komutasında cepheye şevketti. İki taraf çarpışmaya girdiler. Laz toprağı ateşe-kana boyandı. Yoğun çarpışmalar özellikle kale şehri Petra çevresinde top­lanıyordu. 549 yılında sonuçlanan savaş Romalılar’ın zaferiyle bitti. Pers kuvvetleri Lazika’dan çıkarılmış oldu.

İran şahı bu yenilgiyi bir türlü hazmedemeyip silahlan elin­den bırakmıyordu. 550 yılinda Huriane komutasında güçlü bir ordu toplayarak Lazika üzerine gönderdi. Ordu “Tshenistskali” suyu başına gelip karargâh kurdu. Burada girişilen çarpışmalar­da İranlılar tekrar yenilgiye uğrayıp dağıldılar. Karargâhları Lazlar’la bağlaşıkları Romalılar’ın eline geçti.

Bu son savaşta Romalı komutan Dagiste’nin tutumunu beğenmeyen Lazlar Keizara adam göndererek şikayette bulun­dular ve:

“Komutanınız Dagiste’yi İranlılar satın aldı. O Persler’;n çıkarına çalışıyor. Ordumuzu büyük kayıplara uğrattı...” dediler. Keizar Degiste’yi derhal Konstantinepolis’e getirerek zindana attırdı. Onun yerine komutan Besa’yı gönder­di.

Lazika’nın îranh güçlerden tamamen arındırılması için ka­le şehir Petra’ya tekrar hakim olan düşmandan kurtarılması ge­rekiyordu. 551 yılında Komutan Besa Petra’yı sardı. Fakat ken­dilerine çok pahalıya mal olan bu kaleyi İranlılar kolay kolay terketmiyorlardı. Yoğun çarpışmalar sonunda Petra Besa ta­rafından kurtarıldı. Kale duvarları yerle bir edildi.

Bu kötü haberi işiten Pers Komutanı Mermerose çok daha güçlü bir ordu ile başkent Arkeopolis’e (Nakalakevi) yüklendi. Fakat kısa zaman sonra püskürtüldü. Çareyi kaçıp Kutaisci varındaki Muhurisi’ye sığınmakta buldu.

Bir kısım Laz halkı ve idarecileri kısa zaman sonra Romalılar’dan yine dert yanmaya başladılar. Hiçbir müttefik Laz halkının yararına değil de kendi çıkarına çalışıyordu. Güya bağlaşık olan Romalılar yine eskisi gibi halkı bizar edip soygun­lara girişiyorlar, ağır vergilerle onları eziyorlardı. Bundan do­layı Laz ileri gelenleri Kutais’teki İranlılarla gizli ilişkiler sürdürüp bir gece çok önemli stratejik değeri olan Lazika’ya ait Ukimeriano kalesinin anahtarlarını Persler’e teslim ettiler.

Kral Gubaz bu düşüncedeki yurttaşlarına karşı çıkıyordu. O, Romalılarla iyi ilişkiler içinde olmaktan başka çıkar yol göremiyordu. Yöredeki İranlılar’ın tamamen temizlenip sınırların sağlamlaştırılmasına gayret ediyordu.

551 yılı ilkbaharında İran-Roma çarpışmaları yine patlak verdi.

Arkeopolis’de daha bir kaç cephede İranlılar başarı sağladılar. Mermerose bir kaç Bizans karargâhını ele geçirdi. Kurtardığı kalelere kendi askerini yerleştirdi. Bu tarihten kısa bir zaman sonra 554 yılında Mermerose öldü. Yerine Nahoregan adlı ko­mutan tayin edildi.

Kral Gubaz, son durumu değerlendirerek bu başarısızlığı Bizans komutanlarının gönülsüz çalışmalarına ve ehliyetsizlik­lerine yorumladı. Komutanlar Martine, Besa ve Rustike’nin La­zika’nın korunmasına gereği kadar önem vermedikleri kanısına vardı. Bu nedenle artık bu komutanlara güveni kalmadığını açıkça söyleyip Keizar Justinyen’e şu haberi gönderdi.

“Komutanlarınız işleri halletmeye değil, daha da kötüleştir­meye gayret ediyorlar..” dedi. Bu şikayete önem veren Keizar derhal Besa’ yı geri çağırdı, diğer iki komutanı da çeşitli cezalar­la cezalandırdı. Romalı yazar Agatia Skolastikos bu konuda şunları yazmaktadır:

“İranlılar’a karşı yenilgiye uğrayan Romalılar şahsi eşya­larını bile toparlıyamadan cepheden kaçtılar. Bu utanç verici durumdan endişelenen Laz Kralı Gubaz bunun ardından daha da çirkin olayların meydana gelmesinden çekiniyordu. Gubaz Ro­malı stratejistlerin bilgisiz kişiler ve komutanlar Besa, Martine ve Rustike’nin de hain kişiler olduğunu söyledi..” demekte­dir.

Bu suçlamalar Bizanslı komutanları çileden çıkardı. Gu­baz’ı ortadan kaldırmak için fırsat gözlemeye başladılar. Bir yandan da Keizara şikayetçi göndererek:

“Gubaz’ın İranlılarla gizli anlaşmaları var. Keizarımıza ihanet içindedir.” iddiasını ileri sürdüler. Komutan Rusti­ke’nin kardeşi Yohanne’yi Konstantinopolis’e gönderip Keizarı inandırmaya çalıştılar. Gubaz’ın öldürülmesi için ferman dilediler. Agatia Skolastikos ifadesine göre:

“Yohanne Keizarın huzuruna çıkıp saygılar sundu ve Gubaz’ın kusurlarını saymaya başladı. Gubaz Roma ordularına en­geller çıkarıyor, îranlılar’a rehberlik edip yol gösteriyor, yardımlarda bulunuyor, işgali kolaylaştırıyor. Yakında ülkeyi tamamen düşmana teslim edebilir. Bunun önüne geçilmezse kendi ülkemiz de tehlikeye girebilir.” dedi. Keizar bu inanılmaz haberlere hayret edip emretti:

“Öyleyse Gubaz’ı acele İstanbul’a getirmenin çaresine bakınız” dedi. Yohanne kendi beceriksizliklerinin ortaya çıkmasından korkup bu tekliften hoşlanmadı. Keizara:

“Güç kullanarak Gubaz’ı İstanbul’a getirmek çok zordur Keizarım.”

“O teb’amız sayılır, gücünüzü kullanın, yakalayın bana ge­tirin” diye çıkıştı Keizar. Yohanne lafı Keizardan kaparak:

“Kuvvete başvururuz ancak karşı koyması halinde ne yap­mamızı önerirsiniz” dedi. Keizar da:

“Bir şey yapmanız gerekmez. O ağır biçimde cezalandırıla­cak, ihanetinin cezasını canıyla ödeyecek.”

“Onu öldürmek zorunda kalırsak vicdan azabı çekmemeli­yiz desenize.”

“Evet. Emirlerime uymaz, karşı koyarsa onu bir düşman gi­bi öldürünüz.” dedi Keizar. Zaten Keizann ağzından bu lafı ko­parmaya çalışan komutanlar artık Gubaz’ı rahatlıkla öldürme­nin yollarını araştırmaya başladılar. Gubaz bu hain komutan­ların kendisi için düşündüklerini pekala hissediyordu, ancak korkunun ecele faydası olmadığını düşünerek pısırıklık, çekin­genlik etmeyi gururuna yediremiyordu. Hain komutanlar Onoguri’den İran kuvvetlerini atmak bahanesiyle Gubaz’ı kararg­âha davet ettiler. Maksatları onu orada öldürmekti. Gubaz tek başına ve üstelik silahsız olarak bunu kabul etti ve komutanları Hobistskali yakınında karşıladı. Taraflar süvari idiler. Söze Rustike girdi:

“Buyurun sayın Gubaz, Persler’i Onoguri’den kovmaya gi­diyoruz, sizde kuvvetinizi alıp bize katılınız.”

ben: “Bu görev anlaşmalara göre Laz askerinin değil sizlerin görevidir. Sizin baştan beri tutumunuz bu derecede gevşek ol­masaydı, işe canıgönülden sarılsaydınız önümüzde bugün bu Pers belası kalmayacaktı. Bu kaleler düşmanla dolu olmayıp siz de insan içinde yüzü kara dolaşmayacağınız. Eşyalarınızı bile düşmana hediye edip maskara olmayacaktınız. Eğer rütbelerini­zin şerefini kurtarmak istiyorsanız hatalarınızı düzeltmelisiniz. Ben askerimle size kanlamam, alt üst ettiğiniz tüm işleri yoluna koyamam dedi. Gubaz sözünü bitirir bitirmez hainlerin elçisi bulunan Yohanne gizlice hançerini kınından sıyırıp var gücü ile Gubaz’ın kalbine sapladı. At üstünde bağdaş kurmuş olan Gu­baz soluksuz yere yıkıldı. Yerde bir ara ayağa kalkmak için ça­balarken Rustike can alıcı darbeyi indirdi, silahsız Gubaz’ı oracıkta öldürdüler.

Zavallı ülkesinin bağımsızlığı için çırpınan kahraman Kral Gubaz’ın öldürülmesi Lazika’da çok şiddetli tepkilere yol açtı. Her an için ülkede kanlı olayların başlaması artık işten değildi.

Agatia Skolastikosun ifadesine göre: '

“Bu olay Laz ordularında şiddetli üzüntü ve tepkilere yol açtı. Laz askerleri karar verip bundan sonra Romalılarda askeri dayanışma yapılmayacağı gibi Romalı istekleri doğrultusunda savaşa girmeyeceklerdi. Gubaz’m cenazesi gömüldükten sonra ülkede yas ilan edilip savaş durduruldu.”

Bundan sonra Lazlar vakit kaybetmeden Romalılar’dan ha­in katilleri teslim etmelerini istediler. Yargılayacaklarını bildir­diler. Aksi halde intikam alınacağını ve çok kanlı olaylar mey­dana geleceğini haber verdiler. Laz halkının bir kısmı derhal Romalılarda dostluğu bozup İran tarafına geçmeyi, katilleri saklayan Romalılar’dan intikam almayi. onları ülkeden kov­mayı ve tüm bu olaylardan da Keizan sorumlu tutmayı savundu­lar. Bu fikri savunan gurubun başına bilgi ve becerisiyle ün yapmış Laz kahramanı Ayet geçmişti. Agatia Skolastikos’ un eserinde genişçe yer verilen Ayet’in sözlerinden bazılarını bu­rada açıklayalım:

“Ölümü ile bizi eleme boğan kahraman Gubaz’unızın ruhu­na burada hep birlikte dua edelim. Onu rahmetle, saygıyla analım. Ne yazık ki Kolhida’da Lazlar’ın güneşi bugün söndü. Eski itibarımızı yeniden kazanmamız artık güç. Başkalarını kendimize özendirmek olanaksız oldu. Kafa kafaya verip düşünelim: Dostumuz kim, düşmanımız kim? Toprağımızda dolaşmakta olan'bu adamlar dostumuz mu? Bağrımıza hançer sokan eller dost eli mi? Şunu bilmeliyiz ki Bizanslılar’ın hakaret ve zararları bu kadarlıkla bitmecektir. Keizar denilen adam eşi bulunmayan sinsilerdendir. Ülkemizdeki karışıklıklardan o çıkar hesaplamaktadır. Yaptıkları ihanetlerin, işledikleri cina­yetlerin adına “Kardeşlik, koruyuculuk” diyorlar. Persler hiç bir zaman böyle davranmadılar, buna tenezzül etmediler. Onlar dosta dost, düşmana düşmanca davranmayı bilirler. Oynak ka­rakterli değiller. Benim düşüncem şu: İranlılarTa birleşelim. Kaderimizi onların eline terkedelim. İranlılar iyi niyetli ve dost için özverili insanlardır...”

Ayet’in sözleri dinleyicilerce coşku ile karşılandı. Ancak bu konuşmadan hemen sonra ayağa kalkan başka bir lider Partaze, Ayet’in düşüncelerine katılamayacaklarını açıklayarak halka şöyle seslendi:

“Sevgili yurttaşlar. Öyle bir gün yaşıyoruz ki duygularımızı kontrolden aciziz. Akılla, izanla hareket etmek elimizden gel­miyor. Bizi kedere garkeden bu alçakça cinayetten Keizar Jüstinyen’i sorumlu tutmak haksızlık olur. Justinyen’den önce açıklama isteyelim. 'S

yargılayalım. Herhalde o buna hayır diyemez. Uğursuz canileri koruyup saklayamaz. Ama bu işten dolayı Romalılar’a sırt çevi­rip îranlılar’la birleşmek bence doğru değildir. îranlılar bencil insanlardır. Hıristiyanlıktan bizi soyutlayıp başımıza Mazdeizmi, putperestliği dolarlar. Elbette bizim için bundan büyük fela­ket düşünülemez. Canımız alındıktan sonra, kendi benliğimizi kaybettikten sonra tüm Persiya’yı bize bağıslasalar ne ka­zanırız? Aksine, Persler’in bizden alınacak intikamları vardır. Bu teslimiyetten ne umulur? Açık düşmandan korunmak dost kisveli düşmandan korunnraktan kolaydır. Roma Keizan suçlu­ları teslim edip bize reva görüleni telin ederse anlaşmaları boz­maya gerek görmüyorum..” dedi.'...

Uzun süre Sürüp giden bu karşılıklı münakaşalarda Parteze’nin düşüncesi başarılı oldu. Lazlar bir elçiler heyeti oluştura­rak Konstaıitinepolis’e Justinyen’e gönderdiler. Elçiler Keizardan, suçluların cezalandırılmasını, Lazika Krallığına da Gu­baz’in kardeşi Tsate Il’nin getirilmesini istediler. Keizar bu is­tekleri ikiletmeden kabul edip yerine getirdi. Tsate Il’ye Krallık nişanlan taktı, paha biçilmez hediyelerle tahtına gönderdi. Tsa­te Il’ye Romalı senatör Atanase'yi de katarak cinayet olayını araştırmaya memur etti. Atanase, Yohanne ve Rustike’yi suçlu bulup ölümle cezalandırdı. İnfaz Lazika başkenti Arkeopolis’de Laz büyüklerinin gözü önünde yerine getirildi. Duruşma olayını da detayıyla kaleme alan Agatia Skolastikos’un satırlarından bir kısmını burada veriyoruz:

“Rustike ile Yohanne hücreden çıkartılıp duruşma salonununu suçlulara ait sol kısmına dikildiler. Sağ tarafta da Laz savcılar oturdular. Savcılara iddiaları soruldu. Onlar uzun uzun suçlamaları okuyup deliller gösterdikten sonra dedilerki: Biz burada her şeyi tam tamına anlatabilmiş değiliz. Anlattıklarımız bu suçluların ölüm cezaları giymelerine yeterlidir, dediler. Se­natör Atanase bu iddia ve delilleri yeterli görüp her iki suçluyu ölümle cezalandırdı.”

Ülkede durum sakinleşip elverişli ortam yaratıldığında Kral Tsate II Romalılarla birlikte İran’a karşı yeni savunma hazırlıklarına başladı. Bir kaç gün içinde de savaş başlatıldı. İlk anlarda İranlılar Pazisi (Poti) ve Arkeopolis yakınlarında iki önemli noktada yenilgiye uğradılar. Az sonra da Rodopolis’i (Vardtsihe) mıntıkasını terke zorunlu kaldılar. İran Hükümdarı Hüsrev Lazika’daki savaşı kaybettiğini kabul ederek anlaşma isteğinde bulunmak zorunda kaldı. Bu kötü yenilgiye neden olan öğeleri de:

1.              Savaş bölgesinin İran’dan uzak olması.

2.               Yolların kötü, elverişsiz olması.

3.               îberya ile Lazika’yı ayıran Surami boğazının kolay geçit vermemesi.

4.               Vahşi, ulu ormanlık alanların ordunun yürüyüşüne engel olması.

5.               Köprü yokluğu ve inşaat meşakkatinin ağır olması. _

6.               Orduya erzak yetiştirme zorlusu vb. gibi nedenler göste­rildi.        -           -           -

. 562 yılında Lazika’da savaşa son verilip 50 yıl süreli barış anlaşması imzalandı. Anlaşma gereğince Hüsrev, güçleri Lazika’yı boşalttılar, ülke özgürlüğüne kavuştu. Ne var ki bu an­laşma taraftan Transkafkasya’nın diğer bölgelerindeki ve Ana­dolu’nun bir çok bölgelerindeki karşı güçlere saldırmama konu­sunda bağlayıcı değildi. Bu boşluktan yararlanmak isteyen Bi­zanslılar İran nüfuzu altında bulunan Hıristiyan dindaşlan İberya (Doğu Gürcüstan) krallığına saldırıp elde etme işini planlıyorlardı. Esasen İberya devlet büyükleri de bunu arzu­layıp kardeş Lazika’nın Roma nüfuzuna girmiş olmasını kendi­leri için batıya yaklaşma yolu olarak göi'üyorlardı. Çünkü ülke Mazdeist İranlılar’ın çok ağır din, kültür, sosyal ve politik baskılan altında ezilmekte idi.

572 yılında İberya İran’a karşı ayaklanarak tüm ilişkilerini kesti. Bizanslılarla birleşti. Bu ayaklanmayı yeni Roma Keizan Herakle memnuniyetle karşılayıp kendi.askeri güçleriyle İber­ya’nın yardımına koştu. İran karşı saldırıya geçti. Herakle’nin güçlerini Lazlar, Abasgiler (Abhazlar), ve bir kısım İberyalılar takviye ediyorlardı. Bundan başka yine Herakle’nin çağnsı üze­rine başlarında bizzat Hakanlan Cibgu olduğu halde Hazarlarda Bizans’ın yardımına koştular. Herakle kuvvetleri İran kuvvetle­riyle donatılmış bulunan İberya başkenti Tbilisi çembere aldı. 626 yılına değin süren bu muhasara başarıya ulaştı. Tbilisi’den ve tüm İberya’dan İranlılar çıkarılıp temizlendi.

Lazika böylece Roma (Bizans) ile Pers (İran) gibi iki büyük düşman arasında 7. yüzyıla kadar çekişme sahası ol­du. Bu çekişme Romalılar’ın zaferi ile son erdi. Bu kadersiz sa­vaşlarda Laz halkı ve ülkesi sayısız çileler çekti, hesapsız zarar­lar gördü. İki düşman, çıkarcı ülkenin iki yönden saldırması fe­laketini Laz halkı daima acılarla sinesine çekmek zorunda bırakıldı. Ülkelerini savunmak için, cennet yurtlarını korumak için halk elinden geleni esirgemedi. Ancak iki büyük canavara yetecek gücü kendinde bulamadı. İşte onun içindir ki Laz lider­leri sürekli ikili, esnek politika izlemek zorunda kaldılar. Tu­tumlarını, davranışlarını düşman gücüne bakarak yönlendir­mek zorunda kaldılar. Bu nedenle Roma Keizarlan ile Pers Şah­ları LazlarTn samimiyetine güvenemez oldular. Lazlarla yaptıktan anlaşmaları mümkün mertebe sağlama bağlamak için yeni bir hileli, bağlayıcı yol buldular. Her anlaşmanın sonunda imzanın yanısıra Laz sarayından, kral ailesinden bazı kişileri güvence olarak alıp ülkelerine götürdüler. Onlara kendi ülkele­rinin kültürlerini aşılamaya çalıştılar. Her iki düşman ikinci zor­layıcı unsur olarak da dini kullandı. Anlaşmaların sonlarında İranlılar Mazdeizmi, Romalılar Hıristiyanlığı ülke çapında yay­mak hakkı kopardılar. Buna rağmen Lazlar kültür ve coğrafi ko­num itibarlarıyla Romalılar’a daha yakın bulunuyorlardı. İran ülkesi ise uzak ve ters düşüyordu. Bunun sonucu olarak Lazika’da Hıristiyanlık akımı daha revaç buldu, daha etkin ol­du.

Lazika din işleri görevlileri kendi ülke sınırlan dışında ka­lan Lazların da din uluları sayılırlardı. Onların her türlü din eğitim ve problemleri Laz ulularının görevleri arasına girerdi. Prokopi Kesariel’in verdiği bilgiye göre:

“Ne Roma ve ne de Laz tebası olmayan sınır dışındaki Lazlar dini bağlarla Lazika’ya bağlı bulunurlardı. Din eğitimini Laz papazlardan alır, kilise organizasyonları La­zika Patrikliğince yürütülürdü.”...

Başlangıçtan beri Laz ulusal sınırları dışında, birçok ülkede de Laz kilise ve kültür evleri inşa edilmişti. Bunlardan en ünlüsü Filistin’de Jerusalem’de bulunuyordu. Lazlar, ana dillerinden başka Elenice’yi de iyi bilir, konuşurlardı. Agatia Skolastikos’un yazdığına göre:

“Kolhlar(Lazlar) Elen lisanını öğrenmeye çok erken çağlarda merak sarmışlardı. Çünkü bu lisan hem din hem ticaret hayatında önemli yer tutmakta idi..”

Bu iddiayı doğrulayan Elen yazarı Temist (317-338) de şöyle yazmaktadır:

“Kolheti’de Elen kültürü çok yaygındı. Kolhlar tüm Elen bayramlanna, dini günlerine, ayinlere katılır sempati gösterir-

lerdi. Bir çok Kolh’un bayramlarda iyi, güzel söz söyleme (hita­bet) yeteneğini kanıtlamış, ayinlerdeki rolleriyle kendilerini sevdirmişlerdir..”

Bu sözlerden anlıyoruz ki IV. yüzyıl ortalarında Kolheti’de(Lazika) Poti yakınlarında mükemmel bir RİTORİKİ (Din kültür merkezi) faaliyette bulunuyordu. Bu okulda bazlar­dan başka Bizansh öğrenciler de ders görüyorlardı. Yazar Tsemist’in de bu okulda okuduğu şu satırlarından anlaşılmak­tadır:                         >

“Şairlerimizin dizelerinden okuyup öğrendiğimiz gibi, Teselya’dan çıkan Argon gemisinin gelip yanaştığı o yerde.... Pa• zisi yakınındaki o büyük okulda ben de din öğrenimi gördüm, feyz aldım...”

Lazların Elen kültürü ilişkileri yanısıra kuşkusuz kardeş İberya (Kartlİ) küültürü ile de çok sıkı ilişkileri vardı. Özellikle Lazlar’ın Hıristiyanlaşmasından sonra soydaşlan Gürcü boyu­nun kullandığı “Kartça” diyeleğinin önemi bir kaç kat daha büyüdü. Giderek bu diyelek tüm Gürcü boyları için biricik ulu­sal diyelek halini almaya başladı. Çünkü bu diyeleğin herkesçe öğrenilip okunması-yazılması diğer diyeleklere bakınca daha kolay idi. Kart diyeleği zenginleşip yaygınlaştıkça tüm kardeş Gürcü boyları arasında yakınlaşma, kaynaşma, birleşme ola­nağı doğdu. Ortak edebiyatın meydana getirilmesi kolaylaştı. Bu ortak kültür evreninde Laz din ve düşün adamları Gürcü kültür ve kilisesine, bilimine paha biçilmez yapıtlar kazandır­dılar.

Gürcü bilim adamı N. Mar’ın ifadesine göre:

“Lazlar çağdaş Elen kültüründen Gürcü kültürüne çok değerli yapıtları çeviri yoluyla kazandırdılar. Bunun tanığı ola­rak eski Gürcüce metinlerde çok sıkı raslanan Lazca kelimeler gösterilebilir. Biz bunu “Tçanizm” adıyla adlandırabiliriz..”

Prokopi Kesariele göre ise:

“Laz kralları her nevi diplomatik yazışmalarla önemli diğer belgelerin kopyalarını daima saklarlardı. Örneğin: Kral Gubaz’ın elçileri İran sarayına gittiklerinde çok eski Laz-îran an­laşma belgelerini yanlarına götürüp ortaya koydular, iki ülke arasındaki politik ilişkileri gözler önüne serdiler.”

V.-VI. yüzyıllarda Lazika’da yönetim biçimi krallıktı. Krallık hiyerarşisi babadan oğula değil, ailenin içindeki kraldan sonra en yaşlı kişiye geçerdi. Örneğin: Kraİ Tsate I’den sonra yönetim oğlu’Gubaz’a verilmeyip Tsate’nin küçük kardeşi Opsite’ye verilmişti.

Bizans egemenliği yıllarında Laz krallarına Bizans nişan­lan takılıp Keizar onayıyla tahta çıkmalarına rağmen yönetim işlerinde bu krallar tamamen özgürdüler....

LAZİKA KRALLIĞININ YIKILIŞI

Tiflis’in kurtarılması ve Lazika-İberya topraklarından Persler’in çıkarılmasından sonra Keizar Herakle her iki ülkeyi kesin olarak ele geçirme planları düşünmeye koyuldu. Bu sıra­larda güneyden başlayan güçlü Arap akınlan karşısında bu önle­mi almakta yarar görüyordu. Arap akıncıları Güney Kafkasya sınırlarına yaklaşmakta, tehlike büyümekteydi. Bu durumda tek çıkar yol Kartli ve Lazika sınırlarını güçlendirip tehlikeye karşı direnç kurulmalıydı. Bunun yanısıra Bizans hesapları Lazika toprak bütünlüğünü parçalayıp minik idari bölgelere ayırmak, Laz milli gücünü daha kolay zapturapt altında tutmayı kolay­laştırmaktı. Zira bizzat Herakle Laz krallarının ve Laz ulusunun aktif savunma azmini tecrübeleriyle görmüş, öğrenmişti. Ayrıca Laz krallarını kendi milli topraklan dışında, Bizans yaranna savaşmaya da yanaşmıyorlar, Keizar Herakle’ yi bu konu­da reddediyordu. Bizanslı tarihçi Teofane’nin kayıtlarına göre: “Bir yıl sonra Keizar Herakle Persiya’ya saldırmak istedi. An­cak Gürcü ordusu ve özellikle Lazlar buna karşı çıktılar ve cep­heyi terkedip evlerine döndüler. “Bu türlü nedenler Keizarın Lazika Krallığını tümüyle ortadan kaldırıp İberya’daki gibi ülkeyi küçük beyliklere bölmeye bahane hazırlıyordu. Sonunda iş oraya kadar dayandı. Lazika krallığı ortadan kaldırıldı. Ancak buna ait kesin bulgi materyaline henüz sahip değiliz. Şurası bir gerçekki tarihçi Teofane’ye göre: Tarih 689’u gösterdiği yıl artık Lazika Krallığı ortada görünmüyordu. Ülke Laz pat­riği Eristav Serğe Bamukisdze eliyle yönetiliyordi. Fakat Patrik Serge de Bizans’a bağlılığını göstermeyip kısa süre sonra ayak­landı. Ülkeyi araplara teslim etti. Keizar meşum planlarını 7. yüzyılın sonunda ancak gerçekleştirmeye muvaffak oldu. Tek­rar Lazika toprağına hakim olup ülkeyi Eristavlıklara (Beylik­ler) böldü. Serge Banukisdzeye ise Bizans Patrikliğinin Lazika temsilcisi Unvanı verildi.

Bunca çarpışmalar, savunma savaşları Lazika Krallığının tüm güç kaynaklarını tüketmişti.

Kapıya dayalı Arap işgalcilerinin yarattığı buhran ve bazı dış problemler ülkenin yenilgisinde yegane etken oldu. 643 yılında Doğu Gürcüstan Arap işgaline uğradı. Lazika’ya saldırı fikri bundan sonra daha da güç kazandı. Araplar güya bu yolla Lazika’da, Karadeniz sahil boyunda ve hatta tüm Güney Kaf­kasya’da Bizans politik ve ekonomik etkinliğine gem vurmayı düşünüyorlardı. Bizans Keizarı Araplar’ın kendisi için ne türlü tehlikeler planladıklarını pek iyi anlıyordu. 730 yılında Murvan komutasındaki Arap güçleri tekrar Gürcüstan’a karşı saldırıya geçti. Önce Kartli işgal edildi. Ardından 735’de Samtshe.. Samtshe’den hareketle Murvan orduları Lazika’ya (Eğrisi) sarktı.

Murvan Lazika ülkesinin sahil şeridinin tamamına yakın bölümünü işgal altına aldı. Bu durum Lazlar için çok büyük po­litik dikkat ve beceri gerektiyordu. Lazika ve Samshe sınırlarında güvenilir önlemler almaktan başka Laz Eristavhklanna iyi niyetli Bizans temsilcilerininde yerleştirilmeleri gerekiyordu. Kuşkusuz Bizans açısından iplerin Patrik Serge Barnukisdze’nin elinde kalması asla elverişli bir iş olamazdı. Zira o geçmişte ülkeyi Bizans aleyhinde Araplar’a teslime kalkışmıştı. Bu nedenle de gözden düşmüştü. Eristavlıklarda gözlemci bulundurmakla hedefe ulaşılamayacağı aşikardı Kei­zar için. Laz Eristavlanna karşı tavrını göstermekte gecikmedi. Bu kez çareyi Abhâzya Eristavını ön safha geçirmekte aradı. Bu Eristav Bizans’a karşı bir dereceye kadar bağlılık hissi veriyor­du. Bu kişi Abhazya Eristavı Leon I idi. Leon I’in ülkesi Kelasur’dan başlıyor Küçük Hazareti suyuna kadar uzanıyordu. Fa­kat kuşkusuz Bizans arzusuna göre Leon I kısa zamanda Lazika topraklarına kadar genişleyecek, insiyatifi elde etmeye çalışacaktı. Böylece hem Laz birliği dağıtılmış olacak, hem de Laz-Abhaz birleşik güç oluşturulmuş olacaktı. Bu düşüncenin yanısıra Abhazya’da Araplara karşı güçlü savunma tesisleri, ka­leler, surlar inşa edilmeye hız verildi. Abhazlar yaratılmış olan bu fırsattan yararlanmayı bildiler. Bizans-Abhaz yardı­mlaşması ile Laz topraklan kolayca kontrol altına alındı. Za­manla Lazistan (Eğrisi) coğrafi ve politik sahası Abhazya coğrafya ve politik sahası kapsamına girmiş oldu. Laz bağımsızlığına son verilmesi ancak VII.-VIII. yüzyıllar içeri­sinde gerçekleştirilebildi. VIII. yüzyıl sonunda artık bu top­raklarda Lazika yok, Abhazya vardı.

Bağımsızlığın elden gitmesiyle birlikte Lazika’da ülke bütünlüğü bozuldu. Toprak ikiye ayrıldı. Güneybatı kesimi Güneyli Gürcü kökenli Tçan-Lazlann yaşama sahası, Kuzey­batı kesimi ise Kuzeyli Gürcü kökenli Megreller’in yaşama sa­hası olarak belirdi. Bu iki Laz toprağının ortasındaki Çoruh ve Rion vadilerine zamanla Gürcücenin ana lehçesi (Kartça) ile ko­nuşan unsur hakim oldu.

Gürcülerin ana kolu olan Kartlar’ın Lazika’ya sarkıp ülke­nin orta kesimlerine yerleşmelerine kuşkusuz Arap işgalcileri neden oldu. Araplar ele geçirdikleri Gürcü(Kartli) ülkesine çe­kilmez zulümler yapıyorlar, halkı ekonomik, özgürlük ve inanç (ruhani) baskısı altında inletiyorlardı.

Abbasi soyunun halifeliği döneminde çok şiddetli İslami kaideler yüklendi Hıristiyan Gürcüler’in sırtına. Gürcü halkının İslama zorlanması Arap geleceğinin güvencesi açısından zo­runlu görülüyordu. İslama girmiyenleri güdüm altına alıyorlar, onları türlü sıkıntılara, müşküllere düşürüyorlardı. Zenginlerin malları, mülkleri ellerinden alınıyor rütbelilerin rütbeleri, Unvanlıların Unvanları gaspediliyordu. Daha bitmez tükenmez işkence ve haksızlıklarla Gürcü halkı Araplar’ ca bizar edildi. Gürcü halkının yaşama şansı İslamlığa bağlı gözüküyordu. Arap güdümü ve tazyiki altındaki halk kurtuluşu Lazika’ya kaç­makta arıyordu. Fırsat buldukça gruplar halinde Lazika’ya (Eğ­risi) sığınıyor, nisbeten hafif olan Bizans boyunduruğunu Arap boyunduruğuna tercih ediyordu. Örneğin Kartlı Eristavı Nerse Lazika’ya sığındığında beraberinde 300 kadar asker, asillerden bir çok aile, kendi ailesi ve saray erkanını da götürmüştü. Ardı­ndan diğer Kartlı Eristavları Arçil, Yoanne, Cuanşer ve daha bir çoklarında sığınmaları izledi Nerseyi.

Lazika’da Rion havzasının güney kesimi V-VI. yüzyıllarda sürekli İran-Roma savaşları nedeniyle nüfusunun tamamına yakınını yitirmişti. Bu yüzden bu arazi Kartliden sığınanlar için yerleşime ideal bir saha idi.

LAZİSTAN BİZANS İDARESİNDE

Bizanslılar, ikiye böldükleri Lazika’nın Tçan-Laz bölümünü Gürcüstan’dan tümüyle koparıp kendi topraklarına katmakta gecikmediler. Bu bölüm Çoruh'vadisinden başlıyor Trabzon sınırlarına kadar uzanıyordu. Bu da küçümsenemeye­cek kadar geniş bir arazi parçası sayılırdı. Lazika’nın küçük bir bölümü (Viçe, Hopa, Gonio) ise Gürcüstan sınırları içinde Samsthe Eristavhğıha bağlı kalmıştı. Dikkat edildiğinde kolay­ca anlaşılacağı gibi Gürcü milli topraklarından kopanlamayan bu küçücük mıntıka ahalisi ana dillerini, milli karakter ve değer­lerini koruyabilmiş, günümüze kadar yaşayabilmiştir. Lazika’nın Trabzon’u da içine alan batı sahası halkı ise zamanla ya­bancı unsurlar içinde eritilip orijinal milli yapılan değişime uğratılmıştır.

Karadeniz’in Lazlar’a ait sahil şeridinin çok önemli strate­jik ve ekonomik önemi vardı. Bunu göz önünde bulunduran Bi­zans Keizarı bu toprakları kendirie mal etmeye ve üzerinde yaşayan yerli Tçan-Laz Gürcülerinin yurtlanyla ilişkilerini kes­meye, onları asimile etmeye gayret gösteriyordu. Bunu başara­bilmek için de mıntıkayı çok sıkı kontrol altında tutmaya, Laz Gürcüleri arasında Yunan lisanını yaygınlaştırmaya özen göste­riyordu.

IX.-X. yüzyıllar içerisinde bölük pörçük Gürcü ülkesinin derlenip toparlanması, birleştirilip, güçlendirilmesi konusunda tüm Eristavlıklarının gösterdiği çaba ve mücadele arasında Laz Gürcüleri yer alamamıştı. Bundan başka, artık Laz Gürcülerinin ana Gürcüstanla politik ve kültürel ilişkileri de kesilmişti. Bi­zanslılar buna asla izin vermiyorlardı. Bu nedenle X.-XII. yüzyıllarının feodal Gürcüstan’ında girişilen büyük kültürel re­formlar, bayındırlık işleri vb. gibi olumlu sonuçlardan Laz Gürcüleri mahrum kalmış oluyordu. Giderek Laz yöresi Gürcü kültür merkezleriyle ilişkilerini kaybetti. Ağır bir Bizans kültür baskısı altına sokulmuş oldu.

Büyük Gürcü kültür adamımız Profesör Niko Maar’ın ifa­desine göre “Artık Laz Gürcülerinin kiliselerinde ibadetler Yunan geleneğine göre yapılmaya başlannnştı.’’ Diğer Gürcü tarihçi P. Acaria’nın ifadesine göre “Lazlar arasında, artık Laz lisanını terkedip Yunancayı benimseyen, kendilerini de Yunan olarak tanıtan bir zümre türemişti. Bu zümre kendi dini merkezleri olarak da İstanbul Rum Ortodoks Patrikliğini tanımıştı. Buna rağmen bu zümrenin Yunanlı olmadığı ko­nuşmalarındaki aksan farklılığı ile kolayca anlaşılmakta idi. Bu zümrenin işgal ettiği saha, Trabzon’dan batıya doğru Platana’ya kadar, güneye doğru Gümüşhane’ye kadar genişli­yordu. Bu saha içerisinde tasladığımız büyük yerleşim birimle­ri ise üç adetti Trabzon, Platana ve Gümüşhane.

Bizans boyunduruğu altına düşen Laz-Tçanlar milliyet, li­san ve diğer özelliklerini Rumca’ya karşı koruma gücünü bir türlü kendilerinde bulamıyorlardı. Dışarıdan böyle bir gücün kendilerine ulaştırılması da olanaksızdı. Aslında bu şartlarda Lazların kuzeyli kardeşleri Megreller de savaş ve işgaller nede­niyle çok güçsüz düşmüş, Laz kardeşlerine yardun ulaştıracak kudretleri kalmamıştı. Diğer Gürcü Eristavlıkları da kendi ara­larındaki çekişmelerden fırsat bulup ilgilerini Laz problemleri üzerine çevirememekte idiler. Üstelik Abhazya ve Tao-Klarçeti (Erzurum-Artvin) yöneticileri Bizans egemenliği altında bulu­nuyorlar, merkezi Gürcüstanla Lazlar arasındaki her türlü ilişki­ye engel teşkil ediyorlardı. Bizans ise Gürcü feodallannın birleşip tek güç halini almalarına mani oluyor, güney Gürcüstan’ı kesinkes kendi toprağına katmaya gayret gösteriyordu. Bu top­rağı korumak uğrunda müttefik Gürcü kralları Bagrat III Giorgi I ve özellikle Bagrat IV (1027-1072)’in Bizans’a karşı uzun ve zorlu savunma savaşları verme zor unluğu doğmuştu. Bu şartlar­da Laz-Tçan yurdunu kurtarmak, Ana Gürcüstan’a kavuştur­mak Gürcü Kralları için pek zor görüyordu. Beklemekten ve olumlu fırsat kollamaktan başka yapılacak bir iş görünmüyordu şimdilik.

Gürcü Kraliçesi Tamara iktidan işte bu döneme rastlar. Gürcüstan’a feodal monarşi sistemi Tamara döneminde epey bir ilerleme gösterdi. Bu dönemde Gürcü etki alanı Karade­niz’den Hazar denizine kadar genişledi. Artık bunca güce ulaşan bir Tamara döneminde hayati önemi olan yatan parçası Lazistan’ın milli sınırlar dışında, yabancı işgalinde kalması düşünülemezdi.

Tamara, haçlı seferleri ve Bizans sarayındaki iktidar kavga­ları kargaşasından yararlanmakta gecikmedi.

Tamara tarafından bazı Gürcü din adamlarına dağıtılan Altın ve diğer ihsanlara Bizans Keizarınca el konması olayı ba­hane edinilerek Keizarın hak ettiği cezaya çarptırılması karar­laştırıldı. 1204 tarihli Gürcü vakainamesi kayıtlarına göre: Ta­mara Bizans üzerine Lih ötesi kesimi kuvvetlerinden bir kısmını şevketti. Bu kuvvetler Lazika, Trabzon, Liman, Samsun, Sinop, Giresun, Kotiora (Ordu), Amastria, Eraklia ve tüm Pontusu kısa zamanda ele geçirdi. Bu saha üzerinde bağımsız bir Trabzon Krallığı kurulup tahtına da Gürcü sarayında büyütülüp yetiştiri­len Tamara’ nın yakın akrabası, güvenilir Rum prensi David Komnenon oturtuldu. Gürcü vakanüvistinin bu kaydını Bizans vakanüvisti Miheil Panaret de doğrulamaktadır. Panaret’e göre: 6 Nisan 1204 günü haçlı orduları İstanbul’u muhasaraya aldıklarında Komnenosların büyüğü Aleksi, teyzesi Tama­ra’dan yardım temin ederek Gürcü ordusunun desteğiyle Trab­zon’u işgal etti. Küçük kardeşi David de yine Laz ve Gürcü kuv­vetlerinin yardımıyla Bitinia’yı ele geçirdi.

Böylece Tamara Bizans’tan kurtardığı Laz-Tçan yurdunu Trabzon Krallığı adıyla himayesi altında almış oldu. Bu konuda bir başka tarihçi akademisyen Uspenski ise. şunları yazmak­tadır: Karadeniz sahillerinde Komnenosların zafere ulaşmaları kuşkusuz Kraliçe Tamara’nın hazırladığı bir pozisyondu. Bu durumda Aleksinin ancak Tamara himayesinde hüküm sürmesi mümkün olabilirdi. Doğu Karadeniz sahillerinde Gürcü-Bizans mücadelelerinin sonucu Komnenos Krallığının kurulmasına zemin oluşturdu.”

Tamara’ya ait menkibelerde onun Trabzon Komnenos ülkesinde oynadığı emsalsiz rol üzerine Lazlar arasına da yaygın tarihi öykülere bolca raslamak mümkündür. Bucaklı Laz Mehmet Ali Çeboğlu’nun anlattığı öykü şöyle: “Lazlar’ın eski asilleri Megrel’miş. Megreller Trabzon’a kadar uzanan sahada Gürcü Kraliçesi Tamara’nın yönetiminde yaşarlarmış. Bucakta bir pınara “Mapa Tskari” diyorlar. Bu, Kraliçe Pınarı demektir. Tamara’ya izafe edilmektedir. Bundan başka, Atina’dan ilerde, deniz içinde kocaman kaya üstünde iki katlı, dört cepheli bir ka­le vardır. Bu yapının adına “Kız Kulesi” diyorlar. İşte bu kuleyi yapan da Tamara olduğu için bu isim verilmiş. “Başka bir Laz halk deyişi de şöyle: “Lazistan’da birçok tarihi yapılar varmış. Bunlardan birinin tamiri gerekmiş. Lazlara para yetiştirememişlerbunu, dertlerini Tamara’ya iletmişler Tamara saçından bir tel koparıp Lazlara vermiş. Bu saç teli sayesinde Lazlar hazi­ne ya da altın madeni keşfetmişler. Zengin olup yıkık binayı ta­mir etmişler. Onarılan yapılan gören Tamara pek beğenmiş, se­vinmiş. Lazların becerikliliğini takdis etmiş. İşte o günden bu yana Lazlar yapıcılıklarıyla ün salmışlar yöreye.”

“Tamara’nın duası o kadar yaramış ki Lazlar’a her evden birkaç sanatkar yetişmiş. Gürcü ülkesini Laz ustalar doldurmuş. Evler, köprüler, köşkler, surlar, kiliseler vb. hep Laz ustalann eseri olarak yükselmiş.”

Trabzon Krallığı üzerindeki Gürcü etkinliği ve Lazların Bi­zans boyunduruğundan kurtanhnası olayını Bizanshlar asla hazmedemiyorlardı. Özellikle yönetici kadrolardaki aristokrat­lar mücadeleye hazır bekliyorlardı. Bu durum Trabzon Krallığı için yönetim aleyhtarı bir hizbin oluşmasına neden oldu. Gürcüstan taraftan Laz grubu ile Bizans sempatizmanı Laz ol­mayan diğer gruptu bu. Bu iki karşıt grup kendi politik düşünce paralelinde bir kişiyi yönetime getirmek için mücadeleye girdi. Gürcü Krallığının güçlü dönemi boyunca Trabzon tahtınde sürekli Gürcüstan sempatizmanı krallar iktidarda tutuldu, Laz çabalanyla. Bu krallar Gürcüstan sarayınım prensesleriyle ev­lendiriliyor, iki ülke arasında sıkı ve sıcak bağlar tesise çalışılıyordu. Ancak ne vakit ki Gürcüstan’da Moğol istilaları başlayıp ülke savaş nedeniyle zayıf düştü, işte o vakit Bizans ta­raflısı grup Gürcü taraftarı Lazlar’a karşı aktif harekete başladı­lar. Bu saldırgan grubun telkin ve zorlamasıyla Kral İoane II Bi­zanslI bir prensesle evlenip Bizans Keizarlığı koruyuculuğunu kabul ettiğini açıkladı. Bu demekti ki Doğu Karadeniz’deki Milli Laz ülkesi Gürcü etki alanından koparılıp tekrar Bizansın boyunduruğuna girecekti. Bu gelişmelere tabi ki Gürcüstan se­yirci kalamazdı. Laz Gürcülerinin bu hayat-memat sorunlarına ilgisiz kalınamazdı. Bu düşünceden hareketle 1282 yılı Nisan ayında Gürcüstan Kralı David VI (Narin) Trabzon’a karşı saldı­rıya geçti. Ancak bu seferden olumlu sonuç alamadan dönmek zorunda kaldı.

Gürcüstan’da evli olan Trabzon Kralı İoane H’nin kızkardeşi Teodara 1285 yılında birleşik Laz-Gürcü ordusuyla Trab­zon’a saldırarak ülkeyi ele geçirdi. Kardeşi Kral İoane’yi (11) tahttan indirerek kendisi oturdu. Bunun anlamı ise Gürcüstan yanlısı Laz grubunun zafere ulaşması demekti. Gürcü tarihçi İvane Cavahişvili’ye göre: Gürcüstan XIII. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak kendi emekleriyle kurulan ve nüfusunun çoğunluğu Gürcü soyundan Lazlarla meskun olan bu ülkeyi da­ha bir büyük ilgiyle izleyip gözetim altında tutmaya gayret etti. Zira soydaşları Lazların gelecekteki mukadderatıyla birinci de­recede ilgilenmek onun tabii hak ve göreviydi. Laz Gürcülerinin bu başarıları pek doğal olarak Bizanshlar’ı tedirgin ediyordu. Buna karşın Gürcü kesimi de hiçbir özveriden kaçınmayıp ülke mukadderatındaki rolünü terke yanaşmıyordu.

Gün olup Trabzon tahtına Aleksi II oturduğunda Gürcü devlet adamları ne edip ettiler, Aleksi’yi Meshet feodali Beka’nın prenses kızı ile başgöze muvaffak oldular. Gürcü vakai' namesindeki bilgiye göre de: Rum Kralı Kir Mihail Komnenos Gürcü Atabeği Beka’ya, prenses kızına karşılık ülkesi Lazistan’ı tümüyle bağışladı. Bu kayda bakılırsa Atabeg Beka Lazistanı damadı Aleksi H’den teslim almış gözükmektedir. Diğer bir anlamda da, Trabzon yönetiminde Gürcü yanlısı Laz grubu tek­rar etkinlik kazandı. Bu son gelişmeler Bizans sarayını çileden çıkarmaya yetti. Ancak Bizanslılar Kral Aleksi II hayatta kaldığı sürece hiçbir olumlu sonuca ulaşamadılar. 1330 yılında Aleksi’nin ölümünden sonra tahta oturan kardeşi Vasil, acele­den Bizans Keizarının kızı Prenses İrine ile başgöz edildi. Bu durum Keizar yanlılarına güç kazandırdı ve bunlar çok şiddetli saldırılarla Laz Gürcülerini boğazlamaya başladılar. Laz Gürcüleri bu boğuşmada yenik düştüler. Rum kesimi Laz kesi­minin çok değerli iki liderini ölümle cezalandırdı. Öldürülen Laz liderlerden biri Dukaleki Tçantçidze, diğeri Caba Domestikos’tu. Bunlardan Dukaleki Tçantçidze ayrılıkçı Laz güçleri li­deri, Caba Domestikos ise Trabzon ordusu başkomutanı icd. Bu yenilgi Laz hareketlerini sindirmeye yetmedi. Lazlar güçlerini toparlamaya çalışıyorlar, yeni mücadelelere hazırlanıyorlardı. Bu sıralarda Bizans’ın keyfini kaçıran olaylar gelişmeye başladı. Osmanlı Türkleri Başkent Konstantinople kapıları­na dayanmıştı. Osmanlılar tüm Küçükasya beyliklerini elde et­mişler, ordularını artık Bizansın başkenti üzerine yöneltmişler­di. İşte bu tehdit Bizans’ı çok tedirgin etmişti. Bu dönemde Gürcüstan tahtında güçlü Kral Giorgi V (Parlak) hüküm sürmekteydi. (1314-1346) Giorgi V (Parlak) Trabzon Laz Gürcülerinin de askeri ve siyasi lideri durumundaydı.

1341 yılında Türkler Trabzon Krallığını talan edip ateşe verdiler. Bu durumdan yararlanan Lazlar Kral Vasil l’in kızkardeşi Anna (Anna Kutlu) ile anlaşarak ona kraliçelik öne­risinde bulundular. Türklerin ülkeden çekilmesinden sonra An­na, Laz ordusunun gayretiyle BizanslI prensesi kraliçelik ma­kamından atıp kendisi oturdu. BizanslI İrine’nin tahtan indiril­mesi ve Anna Kutlunun tahta çıkması olayında Gürcü ordusu da büyük rol oynamıştı.

Bizans Keizan bu son duruma çok öfkelendi. Aynı yılın 30 Temmuzunda üç gemi dolusu askerle Trabzon limanına da­yandı. Askerle birlikte Komnenon Prenslerinden Miheil de geti­rilmişti, Konstantinepol’den. Niyet bu prensi Trabzon tahtına oturtmaktı. Lazlar ve Gürcü ordusu ilk zamanlarda taktik gereği ilgisiz ve hareketsiz gibi kaldılar. Fırsatı kaçmnayan Bizanslılar Komnenon Prensi Mihail’i saraya sokup tahta oturtulan Miheil bir gün sarayda sabahladıktan sonra ertesi sabah Lazlar ta­rafından yakalanıp kapıdışarı edildi. Bunun heyecanıyla coşan Laz kuvvetleri limanda bekleyen Bizans askerlerine saldırıp on­ları perişan ettiler. Gemilerini de ellerinden aldılar. Prens Miheil’i ve sabık kraliçe trine’yi ülkeden çıkarıp Konstantinepol’e gönderdiler. Böylece Trabzon da yine Laz başarılarıyla tekrar Gürcü sempatizanı idare kurulmuş oluyordu.

Laz Gürcülerinin Rumlarla sürekli mücadelesi 1453 yılında artık son buldu. Bu tarihte Osmanlılaı Konstantinepol’u işgal edip Bizans’a son vermişlerdi. Kenti de kendi topraklarına katmışlardı.

“ Kısa süre sonra Osmanlılar Trabzon’u işgal ettiler. Son Kral David Gürcüstan’dan imdat istedi. Fakat tüm istek ve sızlanma­ları sonuçsuz kaldı. 1461 yılında Sultan Mehmet II (Fatih) güçlü ordusuyla Trabzon kıyılarına dayandı. David bu ordu­ya karşı koyma cesareti gösteremedi. Nihayet ülkeyi savaşsız olarak Osmanlıya teslim etmek zorunda kaldı. Sultan Mehmet n, David ve 8 oğlunu boğdurup ortadan kaldırmakta gecik­medi.

LAZİSTAN OSMANLI YÖNETİMİNDE

Yukarıda belirtildiği gibi 1461 yılında Osmanlılar’ın Trab­zon’u işgalinden sonra Lazlar arasında yeni bir tedirginlik baş gösterdi. Ergeç Osmanlılar Lazlar’a karşı baskı ve terör uygula­yabilirlerdi. Gürcü tarihi kayıtlarından anlaşıldığına göre bu dönemde Lazistan’ın bir bölümü, Viçe-Hopa ile Gonio arasın­daki yerler Gürcü.feodali Kahaber Gurieli’nin elinde bulunu­yordu. Bu bölge Samsthe Gürcü Atabegliğine bağlı bulunduğu sıralar Atabeg Kvarkvare tarafından Kahaber Gurieli’ye hediye edilmişti. Bunun nedeni ise Samsthe Atabeği Kvarkvare Kartli Kralı Giorgi VIII (1446-1469) ile mücadeleye giriştiğinde Kahaber Gurieli’yi kendi safında tutma gayretinden idi. işte bunu temin için Lazistan’m bu kesimini Kahabere hediye edip onu hoşnut etmişti. Gürcü tarihi bu hususta şunları yazmaktadır: “Kvarkvare Atabeg Gior’i VIII ile savaşa giriştiğinde Gurieli Khaber’in Giorgi’yi desteklemesinden çekindi. Onu kendi ta­rafında tutmak için ona Acara’yı, Tçaneti bağışladı. Kahaber bundan memnun olup Kvarkvare’ye dostluk yemini verdi.”

1465 yılında vukubulan bu olayın öyküsü Lazlar arasında “Khaber’in Osmanlıya karşı gösterdiği kahramanhklar”la bir­likte günümüze kadar ulaşabilmiştir. Ayrıca Mamia Gurieli ta­rafından sonraları Tsitsianov’a verilen Guria sınırları hakkındaki yazılı bilgide bu konuyada değinilmektedir. Bu konuya aşağıda tekrar değinilecektir.

Osmanlılar çok geçmeden Bizanslılar’ın yaptıklarından farksız olarak Lazlar’ı tehdide başladılar. Bizanslılarla Osmanl­Iların Lazlar karşısındaki farkı sadece şuydu: Bizanslılar Laz­lar’ın dindaşları (Hıristiyan), Osmanlılar ise başka bir dinden (İslam) bulunuyorlardı. Bu din ayrılığı Lazlar’ın durumunu da­ha da güçleştiriyordu.       .

Lazlar’ın Bizanslılara karşı verdikleri mücadele milli ka­rakterlerini, dil ve kültürlerini koruma noktasında iken bu defa Osmanlılar’la yapmak zorunda kalacakları mücadele daha çok cepheli olacaktı. Zira aralarındaki din farkı yanısıra daha acı­masız, kültürel yönden geri kalmış bir toplum görünümdeydi Osmanlılar. Lazlar’ın korktukları çok geçmeden başlarına gel­meye başlamıştı. Türkler Lazlar’ı, onların soydaşları Gürcüler’den tümüyle koparmaya, Hıristiyan dininin kökünü kazıyıp İslamın yerleştirilmesi çabalarına girişmişlerdi. Bu işe girişildiği dönem Sultan Selim II (1512-1520) yıllarına raslar. Sultan Selim II acımasız ve fanatik bir karaktere sahipti. İslâmî yayma hususunda telkin ve ikna yolu yerine kaba güç kullanma düşüncesindeydi. 1503-1516 Samsthe Atabegliğine Mzeçabuki (Güneş Çocuk) geldiğinde Gurieli elinde bulunan Lazistan’ın kuzey bölümü problem olmaya başladı. Mzeçabuki’nin en­dişesine göre: Lazistan sahilleri Msheta Atabegliğinin dışa açı­lan deniz kapısı iken bu kapı Kvarkvare tarafından Gurieli’ye hediye edilmekte kapanmış oluyordu. Bu mıntıkanın Gurie­li’den geri alınması gerekiyordu. Çok geçmeden bu fırsat doğmuştu. Osmanlılar Gurieli’nin ülkesinin kuzey kesimi olan Guria’ya saldırdılar. Bunu fırsat bilen Mzeçabuki Osmanlılar’la Gurieli’ye karşı anlaşarak Lazistanın bu bölümünü işgal etti. Gürcü tarihi kayıtlarına göre: “Mzeçabuki Osmanlılar’la dost­luk anlaşması yaparak Gurieli’nin topraklarına saldırdı. Savaş sonunda Acara ile Tçaneti’yi işgal etti.” Bu dostluk anlaşmasına göre Mze-Çabuki Osmanlılar tmereti Gürcü topraklarını işgale kalktıklarında ordusuna erzak yetiştirmeyi ve yol gösterici reh­berler vermeyi kabul etmişti. Bu yüzden tmereti Kralı Bagrat III (1510-1548) Samsthe Atabeği Mze-Çabuki’ye karşı düşmanlık duyuyordu, tranlılar’ın Samsthe’ye saldırmasını fırsat bilen Bagrat III.Dadiani feodali Gurieli’yle de anlaşarak Samthe’ye saldırdı. Savaş alanı Murcahet arazisiydi. Bu savaşta Mze-Ça­buki (1516-1535) yi tutsak'düşürdüler, ülkesini işgal ettiler.

Bagrat III sözünde durarak Mze-Çabuki’den geri aldığı Acara, Tçaneti’yi Gurieli’ye iade etti. Samsthe’yi de kendisi il­hak etti. Selim II’nin saldırıları bu kezde kuzeydeki Gurieli Lazistanı üzerine yöneldi. İslam dininin Gürcüstan Lazlarına em­poze edilme işine girişilmeye başlandı. Gürcü tarihine göre: Sultan Selim (Süleyman) m bu saldırısı şu sözlerle ifade edil­mektedir: Osmanlı orduları yine Gürcüstan’a saldırıp Kral Bag­rat’m ülkesinde Spalıları, Gurieli’nin ülkesinden Tçaneti’yi ele geçirdiler. Batum’da kale inşaatına giriştiler. Gurieli bu duruma komşu Gürcü feodalları Levan Dadiani ile Bagrat’a bildirdi. Dedi ki: Osmanlılar benim işimi bitirdikten sonra sıra size gele­cektir. Böyle olmasını istemiyorsanız bana yardım ediniz.” Gu­rieli komşularından yardım beklemekle yetinmedi, tüm gücüyle Osmanlılarla savunma savaşlarına girişti. Karada geçen çarpışmalarda Osmanlı ordusu büyük zayiata uğradı. Os­manlılar Çoruh suyu ötelerine çekilmek zorunda kaldılar. Kayı­klara doluşup nehri geçtiler. Nehir bu mevsimde çok azgın ol­duğu için Gurieli’nin askerleri düşmanın peşinden gidemediler. Nehrin karşı yakasındaki Gonio’da Osmanlılar kale inşaatına başladılar. Gurieli boş ümitlerle yardım beklerken İmereti Kralı Bagrat III yardım şöyle dursun aksine Dadiani ile Gurieli’yi bir­birine takıştırma çabalarına girişti. Bu şartlarda Gurieli çok zayıf düştüğünden ülkesini Osmanlılar’a karşı koruyamazdı. Kısa zaman içinde Tçaneti Osmanlı istilasına uğramış oldu.

Yine Gürcü tarihi kayıtlarına göre: “Dadiani Çoruh ötesin­de üslenen (Gonioda) Osmanlı kuvvetlerine kayıklarla saldırıp düşmanı oradan söküp atma gücünü gösteremedi. OsmanlılarGonio kalesini inşa ettikten sonra kolayca Tçaneti ve Acara’ya akınlar düzenleyip Gurieli’nin topraklarını ve tüm zenginleri el­lerine geçirdiler.” Osmanlılar böylece XVI. yüzyıl içinde İme­reti Kralı Bagrat III ile Mamia Gurieli arasındaki çekişmelerden yararlanıp tüm Tçaneti’yi ellerine geçirmiş oldular.

Gürcü halk deyişlerine göre bu Osmanlı-Gürcü savaşı sırasında Laz ordusuna komutanlık eden Kahaber Gurieli çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Kahaber birçok kez düşman or­dularını Laz topraklarında yenilgiye uğratıp geri çekilmelerine mecbur etmişti. Ancak saldırganlar çok üstün kuvvetlerle Kahaberi mağlup edip öldürdükten sonra Lazistan’ı ele geçirmeye muvaffak olabilmişlerdi. Kahaberin öldürülmesinden sonra Laz halkı bu kahramanları için destanlar, menkibeler söyleme­ye başladı. Bu tür övgü sözlerini Osmanlılar şiddetle izleyip söyleyenleri cezalandırdılar. Fakat bugüne değin Kahaber yine de unutulmuş değildir. Onun hakkı ndaki kahramanlık öyküleri dillerden düşmüş değildir. Kahaberi için söylenenlerin birçoğu atasözü niteliği kazanmıştır Gürcüstan’da. Örneğin bunlardan birisi: “Her yiğidin adı yiğittir, Kahaber’in ki ise babayiğit­tir.”

Selim’in Lazistan seferleri üzerine söylenmiş önemli öyküler Lazlar arasında günümüze kadar söylenegelmiştir. Örneğin: “Padişah askerleriyle birlikte Trabzon’dan hareketle Melo’ya dayandı. Melo’dan savaşa savaşa Gonio kalesine indi. Kaleye üslenmekle Arhavi, Viçe, Atina, Hopa, Gonio, Batum, Çhala, Beğlevan, Noğedi (Makriali) Sarp kent ve köylerini ab­luka altına aldı. Savaş üç ay aralıksız sürdü. Lazların erzakı tükendi. Askerlerinin yüzde yetmişbeşi kırıldı. Nihayet Os­manlılar, Lazlarla barış görüşmelerine oturdular. Lazların tem­silcisi Petros söze başladı: “Savaşacak askerimiz kalmadı, yiye­cek erzakımız tükendi.” dedi. Osmanlı temsilcisi (Paşa) da: “Si­ze yiyecek verelim ama ölen askerlerinizin geri getirilmesi ola­naksız. Erkek çocuklarınız on yıl içinde birer asker olarak ye­tişir. Endişe etmeyiniz. Size bir önerimiz var. Sakın bizi reddemeyiniz.”

“Nedir öneriniz” diye sordu Petros.

“Müslümanlığı kabul ediniz.” dedi Paşa.

“Bizler Hıristiyanız. Bizi böylece kabul ediyorsanız edi­niz, asla Müslüman olamayız.” dedi Petros da.

“Peki -dedi Paşaistediğiniz gibi olsun”

Petros Osmanlı paşasına bir kağıt uzattı. Üzerindeki istek şuydu

“Ülkemiz Lazistan’da sığırlarımıza, davarlarımıza, tavuk­larımıza ve neyimiz varsa hiçbir şeye el uzatılmasın, zarar veril­mesin.”

Üç yıl boyunca Laz halkının yaşamında hiçbir değişik­lik olmadı. Kiliselerinde serbest ibadet edebiliyorlar, okul­larında kendi dillerini rahatça okuyabiliyorlardı. Ama bu uzun sürmedi. Üç yıl sonra Laz papazlar birer birer yaka­lanıp ikişer, üçer yıl süreyle hapse atılmaya başlandılar. Ülkede papazların sayısı azaldı. Bunların yerine 45 kişilik hoca grubu getirilerek Lazistan’da görevlendirildi. Türkçe medreseler açıldı. Her aileden çocuklarını bu okula gönder­mesi istendi. Çocuğu olanlar medreselere getirilip yazdı­rmak zorunda bırakıldı.

Sultan Selim’in bu işgal olayı üzerinden bir asır kadar za­man geçtiğinde, 1615 yılında misyoner Lui Grancerios ta­rafından kaleme alınan bilgilere göre: “Rize nahiyesi Trab­zon’la Gürcüstan arasındaki sahil boyunca uzanmaktadır. Bu nahiyenin Trabzon’a yakın kesimindeki ahali Yunanca, Gürcüstan’a yakın olan kesimindeki ahali de Megrelce ko­nuşmaktadır. Rize kenti Lazların kentidir. Lazlar Megrel ulusundandır. Zamanla İslama geçişler olmaktadır. İslâmî kabul etmeyenlere ağır vergiler yüklenmekte, ekonomik ve mo­ral baskısı yapılmaktadır. Bu baskılar Lazlar’ın Türklüğe boyun eğmelerinde büyük rol oynamaktadır. Bazı aileler yeni doğmuş erkek çocuklarını öldürüp yok etmektedirler. Zira böyle yap­makla evlatlarını ağır yaşam şartlarından ve İslama zorlanmaktan kurtarmış sayıyorlar. Yetişkin kızlarını Yeniçerilerle ev­lendirmeye özen gösteriyorlar. Bu yolla bir dereceye kadar rahat yaşama şansı elde etmeye çalışıyorlar. Lazlann isimle­rinde değişiklik yapılmaktadır. Hıristiyan isimleri müslüman isimleriyle değiştiriliyor. Çok az miktarda Laz, geleneksel Hıristiyan ve milli ad ve soyadlarını koruyabilmiştir.’’

Lui Grancerios’un bize ulaşan bu bilgilerinden anlıyoruz ki, Osmanlılar çok ağır şartlarla Laz halkını İslama ve itaate sok­maya çalışmışlardır.

Osmanlılar, Lazlar’ı Türkleştirme ve İslâmlaştırma çaba­larına sonraki yıllarda da ara vermiş değiller. XVII.-XVIII. yüzyıllarda Osmanlı vergi ve angaryalarına tahammül edeme­yen, diğer yandan Hıristiyanlık’tan da vazgeçemeyen bir çok in­san kurtuluşu Gürcüstan’a kaçmakta afadı. Bunu becereme­yen birçok insan da nisbeten kolay bulduğu kurtuluş yolunu se­çip batıya, Rum kesimine doğru çekilmeye başladı. Bir kısım Laz halkı da Latin (Katolik) kiliselerine sığınıp canını ve di­nini korumaya çalıştı. Osmanlı baskıları nedeniyle dağılan Laz halkında artık yavaş yavaş denasyonalizasyon görülmeye başlandı. Müslüman olanlar Türkler arasında, Hıristiyan kalanlar Rumlar arasında erime felaketine düçar oldular.

İslama giren Lazları ana Gürcüstan’dan iyice koparabilmek için Osmanlı mollaları çok yoğun propaganda yapıyorlardı. Sık sık Lazlar’a: Sîzler Gürcüler’e akraba değilsiniz, ayrı bir milletsiniz. Bunun için alfabeniz Gürcü alfabesi değil, Arap al­fabesi olmalı, çünkü Müslümansınız.” diyorlardı. Böylece Laz­lar arasında Gürcülüğe ait ne varsa kovuyor, iki kardeş halkın arası iyice açılıyordu. Güçlü Osmanlı ülkesi Gürcüstan’m kalan topraklarına da göz koyup zaptetmekle tehdit ettiğinden artık Lazlar’a Gürcüstan’dan imdat yetişme ümidi de sönmüştü. 1545 yılında Pasinler yakınındaki Sohoista’da çıkan çarpışma­larda Osmanlılar Gürcü kuvvetleri yenilgiye uğrattılar. Bu sa­vaşta tüm Samsthe-Saatabago toprakları OsmanlI’nın eline geç­ti. Kaybedilen bu topraklarda da Türkleştirme, İslâmlaştırma hareketleri başladı. Bu tarihten sonra Türkler Gürcüstan’m bağrındaki topraklara da göz koymaya başladılar. Kartl Kahetiyi, İmereti-Odişiyi tehdide başladılar. Osmanlılar öte yandan da İranlılarla çarpışmalarını sürdürüyorlardı. Bu iki ülkenin çarpışmaları Güney Kafkasya’yı elde etme yarışından başka bir şey değildi. Bu nedenle Gürcüstan toprakları bu iki saldırgan komşu ülkenin savaş alanı haline gelmişti. İşte bu kötü durum Lazlar’ın kurtuluş ümidini tümüyle söndürmekte idi. Artık bu durumda Gürcüstan’ın kendilerine yardım ulaştırmasına olanak göremiyorlardı. Küçücük Laz ülkesi güçlü Osmanlı pençesi altında büyük bir milli trajedi oynamakta, gelecek günlere ümitsizce bakmaktan başka bir çare bulamamaktaydı.

Fakat, XVIII. yüzyıl politik yaşama bazı değişiklikler getir­di. Osmanlılar karşısında güçlü bir Rusya gölündü, sahnede. Rusya Kafkasya’da Osmanlı yayılmacılığına set çekip gem vur­makta gecikmedi.

1723 yılında Osmanlılar Tbilisi işgal ettiler. Sonrada tüm Kartli bölgesini ele geçirdiler. Kartli yöneticiliğine İslâmî kabul etmiş Bagratlı ailesinden Prens İese’yi (Mustafa Paşa) tayin etti­ler. Kartli yönetimi prensip olarak Ahaltsihe (Ahısha) paşası İsak’a bağlı hale getirildi. İsak Paşa Sultan tarafından Kartli’de İslamın yaygınlaştırılmasıyla da görevlendirilmişti. Ahaltsihe paşaları Lezgilere Kartl-Kaheti topraklarında soygunculuk ye esir ticareti gibi kanunsuzlukları yapma için her türlü olanak sağlıyorlardı.

XVIII. yüzyılda vukubulan bu türlü yüz kızartıcı olayları gemlemek için Kral Erekle II ile İmereti Kralı Solomon I çareler düşünmeye başladılar. Ahaltsihe paşalığının Gürcüstan’ın ge­leceği için ne komplolar hazırlamakta olduğu iyice aşikardı. Gürcüstan’ın Samsthe, Şavset, Klarcet, Acara ve Lazistan mıntıkaları artık İslamın çizdiği yola girmiş, yavaş yavaş milli benliğini yitirmeye yüz tutmuştu. Bu felaketi hazırlayan Os­manlıların Ahalsiheden acele çıkarılması gerekti. Erekle II bu­nu temin için 1768’de Rusya’dan yardım istedi. Bu sıralar esa­sen yayılmacı politika.izleyen Rusya da Akdeniz’e inebilmek için dikkatini Karadeniz’deki Bosfor-Dardanel üzerine çevir­mişti. Marks’ın düşüncesine göre: Bosforu-Dardaneli elinde bulunduran ülke Akdeniz’in anahtarına sahip demekti. İşte şim­di buna olanak verecek şartlar doğmuştu. Ruslar Gürcüstan’ın Karadeniz sahillerini ele geçirecekler, bu yolla Osmanlıları sıkıştırma fırsatı bulacaklardı. 1768 yılında Osmanlı-Rus savaşı patlak verdi. Gürcü Kralı Erekle II bunu fırsat bildi. Ahaltsihe paşalığını kurtarmak üzere Rus yardım kuvvetlerinin başındaki General Totleben’le birlikte 1770 yılında Osmanlılar karşı saldırıya geçti. Fakat Totleben’in yarattığı problemler nedeniy­le Rus yardım güçlerinden yararlanma olanağı bulunamadı. Erekle II bu savaşa tekbaşına girmek zorunda bırakılmış oluyor­du. İlk çarpışmalar 1770’de Aspinza yakınlarında başladı. Bu çarpışmalarda Erekle başarı gösterdiyse de kuvvetlerinin yeterli olmaması, onu geri çekilmeye zorunlu bıraktı. Silah zoruyla

başarıya ulaşamayacağını anlayan Erekle, Katerina II’ ye müra­caatla politik yardım ve destek dileğinde bulundu. 1771 yılının 30 Aralık tarihli mektubunda Erekle Katerina’ya şunları yaz­maktadır:                                 '

“Size mütevâzi saygılarımı sunarak yardım dileyen şu mek­tubu yazıyorum. Tarihi Gürcü topraklan olan ve sakinlerinin bir kısmı işgalcilerce müslümanlaştırılmış bulunan fakat lisanlan hâlâ Gürcüce olan Ahaltsihe topraklarını bu yaz kurtarmayı planladık. Osmanlı sultanı ile herhangi bir nedenle ya da barış akdi maksadıyla bir araya geldiğinizde Ahaltsihe’nin durumu­nun da gözönünde tutulmasını ve bu tarihi toprağımızın bize ia­desinin sağlanmasını istirham ederim.”

1773 yılının 27 Nisan tarihli mektubunda da Erekle Kateri­na H’ye şunları yazmaktadır:

“Atalarımın mirası olan Ahaltsihe’nin daha fazla yabancı işgali altında kalmasına tahammül edemeyiz. Zira yerli Hıristi­yan Gürcü halkı gitgide İslam’a zorlanıp sokulmaktadır. Türklerle anlaşma masasına oturulduğunda bu konunun da dile getirilmesini ve mutlaka bu topraklarımızın Türklerden kur­tarılmasının sağlanmasını dilerim.”

Kral Erekle Gürcüstan’ın bağımsızlığının korunabilmesi için Samsthe-Saatabago’nun ne derece önemli politik ve strate­jik konumu olduğunu pek iyi biliyordu. Fakat kral bu hedefe ulaşamadan öldü. Bu hayati önemi olan görevi gelecek kuşakla­ra vasiyet olarak bırakmak zorunda kaldı.

1801 yılında Kartl-Kaheti’nin Rusya’yla birleşmesinden sonra ilk iş olarak ülkenin Karadeniz sahil boyundan Os­manlıların kovulması işini ele almak geliyordu. Bu şunun için önemliydi ki: İmereti Kralı Solomon n Rusya ile anlaşmaya ya­naşmıyor, muhtemelen Osmanlı dostluk ve desteğini Rusya’ya yeğ tutuyordu. Bunu önlemek için önce Poti kalesini elde etmek ve Solomon’un Osmanlıya giden yolunu kapatmak gerekiyor­du.

1809 yılının 24 Kasım günü Rus ordusu Poti kalesini kuşatıp Osmanlıları oradan uzaklaştırdı. Ardından 1810 yılında da Solomon’un ülkesi olan îmreti’yi de ele geçirmeyi başardı. Son îmreti Kralı Solomon II saray erkanı ile birlikte Lazistan’a çekilmek zorunda kaldı. Müslümanlaşmış Gürcüler burada So­lomon ve adamlarına büyük sempati ile karşıladılar. O kadar ki, Selim Paşa Himşiaşvili İmeretinin Ruslardan kurtarılıp Solo­mon’un yeniden tahtına kavuşturulması hususunda yardım sözü bile verildi.

Solomon, ülkesinin kurtarılacağı ümidiyle Trabzon’da beş yıl bekledi. 1815 yılında orada hayata veda etti. Solomon’un ce­nazesi Aziz Grigol Kilisesi zeminindeki yerinde toprağa verildi. Mezarı bugüne kadar muhafaza edilmiştir. SolomonTa birlikte Trabzon’a gelen maiyetinin torunları bugün Trabzon’da “tverpulolar” adıyla anılmaktadırlar. Trabzon kenti o sıralar yurdun­dan kaçmak zorunda bırakılan sayısız Gürcü’nün sığınma yeri haline gelmişti.

Lazistan’da Osmanlı idaresinin kurulmasından sonra ülke onbir idari bölgeye ayrıldı. Onbir bölgenin her biri ayrı derebeyi tarafından yönetiliyordu. Osmanlı kanunlarına göre iş yürüten bu Laz derebeyleri padişaha asker ve vergi vermek gibi hizmetlerle yükümlü tutulmuştu. Bunun dışında kendilerine özgü, yarı bağımsız statülerini sürdürüyorlardı. Baştan ayağa silahla donanmış bu beyler arkalarında adamları ile vatandaşa diledikleri gibi davranmakta yetkili bulunuyorlardı. Halk bu beyler önünde birer köleden farklı değildi.

Lazistan derebeyleri daha geniş idari alana yayılabilmek için bazen birbirleriyle itişip kakışmaktan çekinmiyorlardı. Bu itişmenin faturası ise köylünün, çiftçinin sırtına yükleniyordu. Duruma uzun süre seyirci kalamayan saray, bu kargaşaya bir son verme gereğini duymuştu. 1820 yılında derebeylikleri orta­dan kaldırarak idareye doğrudan el koydu. Laz beylerinin cesa­ret ve enerjisini iyi bilen padişah Lazistan’daki davranışlarında çok dikkatli olmalıydı. Teyakkuzu asla elden bırakma­malıydı.

Korkulanın başa gelmesi gecikmedi. Sabık beyler arasında acımasız boğuşmalar baş gösterdi. Trabzon Paşası Osman bu • kargaşadan yararlanıp kendi idaresi altındaki diğer beyleri de ortadan kaldırmayı düşündü. Fakat bunu başarabilmesi için ge­rekli askeri gücü saraydan temin edemeyeceğini anlayınca Aca­ra Beyi Ahmet Beg Himşiaşvili’ne yardım için başvurdu. Ah­met Beg Himşiaşvili topladığı Acara askerleri ile Lazistan’a hücum etti. Bu saldırıda gerekli barut, kurşun ve erzak Osman Paşa’dan yetiştiriliyordu. Ahmet Beg Himşiaşvili kuvvetleri ile Osman Paşa kuvvetleri arasında, iki ateş arasında sıkışan Lazlar Kapistro civarında direnç göstermek istedilerse de tutunamadı­lar, çoğunluğu kadınlardan oluşan direnişçi Lazlar kısa zaman­da itaate alınmış oldu. Ahmet Beg Himşiaşvili kuvvetleri altı ay süresince Lazistan’dan ayrılmadı. Padişahın direktiflerini harfi harfine yerine getirip Lazlar arasında Osmanlı nizamının yer­leşmesine hizmet etti.

Ahmet Beg Himşiaşvili Acara ve Posof civarlarında çok büyük saygınlık kazanmıştı. Böyle bir kişinin cezbedilmesi Ahaltsihe’yi kurtarmaya çalışan Ruslar için paha biçilmez bir kazanç olacaktı. Rus Generali Bebutov Himşiaşvili ile diyaloga oturdu. Önceleri onu elde etmeyi başarır gibi olduysa da sonra Himşiaşvili böyle bir dostluğa yanaşmıyacağını Ruslara bildir­di.

1828-1829 yıllarında Ruslar Ahaltsihe’ye saldırma hazır­lığına başladılar. Ahaltsihe’nin savunma işinde Osmanlılar Laz savaşçılarını kullanmayı yeğlediler. Zira Lazlar gözünü budak­tan sakınmayan savaşçılar olarak ün yapmışlardı. General Paskeviç’e gelen raporlardan anlaşıldığına göre Lazlar gerçekten söylendiği gibi emsalsiz birer kahramanlık örneği göstermek­teydiler.

Müslümanlığa girmiş olan Lazların Hıristiyan Gürcü soy­daşları üzerine savaşa gönderilmesi pek kolay olmuyordu doğrusu. Kuşkusuz fanatik Osmanlı molla ve hocaları Lazlar’a telkinle: Karşılarında Gürcüler, değil Rıislar bulunduğunu, Rusların kendilerini Hıristiyan edeceğini inandırmaya gayret ediyorlardı. Aslında milli duygularından ve hasletlerinden epey uzaklaşmış bulunan Müslüman Lazlar bu sözlere inanmakta tereddüt göstermiyorlardı. Bu nedenle önce dinlerini, sonra da Osmanlı çıkarlarım korumak için hiç çekinmeden kendile­rini ateşe atıyorlardı.

1828 yılının 15 Ağustos günkü çarpışmalarda General Paskeviç Ahaltsihe yakınlarındaki Klde köyü civarında Os­manlılar’ı yenilgiye uğrattı. Böylece Ahaltsihe Paşalığı, ya da tarihi Gürcüce adıyla Samtshe Saatabago toprakları işgalciler­den temizlenmeye başlandı. 1829 yılında imzalanan Adrionopol anlaşması sonucu Osmanlılar Ahaltsihe’yi Ruslar’a terketmeyi kabule mecbur kaldılar. Bu anlaşma olayı Marks ve Engels’in kaleminden şu şekilde aktarılmaktadır:

“Rusya sebep yaratarak Osmanlılarla 1828-1829 savaşına girişti. Bu savaş Adrianopol anlaşmasıyla sonuçlandı. Bu an­laşma ile Ruslar Anapa ve Poti gibi önemli iki Karadeniz liman kentini Osmanlılardan geri aldılar. Ahaltsihe’yi kalesiyle ve Ahalkalaki (Ahilkelek) de kurtarmış oldular. Bu zafer, Osmanlı işgali altında bulunan Güney Gürcüstan toprakları, Acara, Şavşet, Klarcet ve Lazistan’ın teker teker kurtarılması olayının başlangıcı idi. Osmanlı-Rus savaşları sırasında, Kars çarpışma­larında laz birlikleri Ruslara karşı kullanılmakta idi. Bu savaşta da Lazların kahramanlıklarından Rus ordusu komutanı 1855 yılı 19 Ekimindeki yazışmalarında şöyle söz etmekteydi. “Laz­lar Kars’taki cephemizi yarma girişiminde bulundular. Kazak askerlerine gözlerini kırpmadan şiddetle saldırdılar. Bu yarma girişimi sırasında 23 Laz askerinin kahramanca can verdiğini gördük.” Aynı general raporunun sonunda şu sözlere de yer ver­miştir: “Lazlar o derece yiğit insanlar ki Osmanlı askerleri kolay kolay Laz köylerine girip icraat yapmaya cesaret göstere­mez.”

Karadeniz sahillerinde Rusya’nın güç kazanmış olması Av­rupa ülkeleri arasındaki güç dengesini bozmuştu. Bu nedenle İngiltere ve Fransa Osmanlılar’a yanaşarak 1854-1856 Kırım kampanyasını başlatmakta yarar gördüler.

Bu savaşta Ruslar Batum’u ele geçirmeyi planlıyorlardı. Zira bunu elde etmekle Çoruh boyundan Osmanhlar’ı çıkarıp Acara ve Lazistan’ı kurtarmak kolay olacaktı. Nikoloz I’in Başkomutan Vorontsov’a yazdığı şu satırlara göz atalım: “Arzu ve ümid ediyorum ki sadece Türkler’i Çoruh boyundan kov­makla kalmaz Kars üzerine ilerlemeye de muvaffak olursunuz. Batum’u kurtarmak Kars’tan sonra daha kolay olacaktır.”

Batum’un startejik önemi üzerindeki Kari Marks’ın düşüncesi şöyleydi: “Bu savaşta Türkler açısından hayati önemi haiz nokta Erzurum, Ruslar açısından ise Tbilisidir(Tiflis). Bu iki hayati noktayı elde tutabilmek için önce Batum’a sahip ol­mak gereklidir. Bundan başka Batum’un öteden beri ticari ha­yatta oynadığı önemli rol de unutulmamalıdır. îşte bu önemi iyi takdir eden Rus Çarları daima Batum’u elde etme çarelerini düşünmüşlerdir.”          '

Gerçekten Batum Türkler için de çok önemli bir coğrafi ko­numa sahipti. Anadolu’ya sahil yoluyla açılan kapının kilidi, tüm Türkiye pozisyonuna hakim bir nokta ve Erzurum’u sırtından vurabilecek bir üstü. Batum’a hakim olabilecek tarafın üstün deniz gücüne sahip olması gerekliydi.

1855 yılında Osmanlılar İngiliz ve Fransızların desteğiyle Ruslara karşı, karşıya saldnya geçtiler. Ordularını Sohum ve Zugdidi’ye indirdiler. Bu girişim Abhazya, Odişi ve Samegreyo’yu ele geçirmeye yönelikti. Fakat bunda başarı sağlayamayarak yenilgiye uğradılar. 1856 yılı Paris anlaşmasıyla Abhazya ve Odişi boşaltmak, sınır olarak yine Çoroki’yi tanımak zorun­da kaldılar. Osmanlıların Megrel yurdu Odişi elde edip burayı da kardeş Lazistan gibi İslama sokma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış oldu.

Bu son çarpışmalarda dikkat çeken bir husus da şu oldu: Os­manlıların Kars ve Bayburt savaşlarında kullandıkları Laz bir­likleri Odişi savaşında rol almamıştı. Bundan da anlaşıyor ki Osmanlılar tarafından Laz-Megrel kardeşliği iyi bilinmekte, bunun doğuracağı sakınca iyi anlaşılmaktaydı.

Rus işgali Laz bölgelerine kadar genişleyip Laz-Megrel arasındaki engel ortadan kalktığında Lazların kardeşleri Megrellere karşı ne derece sevgi ve yakınlık hissettiklerini çeşitli şekillerde göstermişlerdi. Bunun farkında olan Osmanlılar bu yakınlık hissinin ortadan kaldırılması için Lazlar arasında korunabilmiş Gürcülüğe ait ne varsa yok etmeye, Laz lisanını körel­tip Osmanhca’nm hakim kılınmasına ve Lazlan dejenerasyona uğratmaya çaba göstermeyi tek çıkar yol olarak görüyorlardı. Laz milli toprağına yabancı unsurların getirilip yerleştirilme­siyle bu işe fiilen başlanmış oldu. Gonio ve Kahaberi civarına Kürtler, Avşarlar, Hemşinliler (Müslüman Ermeniler) vb. halk­lar yerleştirilmeye başlandı. Rize ve Mapavri (Mepuri) civarına Müslümanlaşmış Rumlar vb. yerleştirildi. Buranın yerli Laz un­suru ise Anadolu’nun uzak semtlerine sürülmeye başlandı. Laz topraklarında Gürcülük izleri bırakmamak üzere ne bulurlarsa yıkıyor, kale, sur, kilise ve manastırları yerle bir ediyorlardı. Bazı yapılar ise cami ve medreselere çevriliyordu. Gürcü emeğiyle yapılan bu yapılarda Laz çocuklarına Gürcü düşmanlığı öğretilmeye başlanmıştı. Lazların soydaşlan, kar­deşleri olan Gürcüler “Gavurluk, dinsizlik” gibi sıfatlarla ka­ralanıyor, bu milletten uzak duran, nefret eden Müslüman Laz­lar’a cennet kapılannın açılacağı vaadediliyordu. İslam dinini paravan olarak kullanan hoca ve mollalar aslında Lazlar’ın Türkleştirilmesi işine hizmet etmekte idiler. Bu da Lazlar arasında kültürel yozlaşma ve yoksullaşmalara yol açıyordu. Engels’in fikrine göre: İslam ihtilali ve tüm diğer dini ihtilaller, eskiye dönüş (Gericilik) düşünce ve çabasından başka bir şey değildi. Bu düşüncenin doğruluğunu Lazistan’da bütün çıplaklığıyla gözlemek mümkündü. Yüksek kültürüyle ün yapmış eski Lazika İslamlık döneminde tarihi hasletlerin­den çok değer kaybetmiş olarak gözler önündeydi işte.

Berlin anlaşmasından önce, XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Rusya’nın eline geçen Lazika’nın bir bölümünün sosyal ve eko­nomik durumu bizlere çok ilginç bilgiler vermektedir. Bu dönem Lazistan’ı hakkındaki bilgi kaynakları pek bol olma­makla beraber bu kaynaklardan üçü bizim için çok önemlidir. Bu üç belgenin müellifleri: Osmanbey, G. Kazbegi ve V. Palgrev’dir.

Osmanbey 1864 yılında Lazistan’ı tetkike çıkmıştı. Gezi sonrası izlenimlerini bir kitapta toplayıp bize Lazistan’ın doğası, havası, yolları, sosyal yapısı vb. gibi bir hayli ilginç bilgi aktarmaktadır. Osmanbey’in kaleminden: Karadeniz kıyılarının Anadolu ile Kafkasya arasında kalan bir kısım top­raklara Lazistan adı verilmektedir. Lazistan adı, üzerinde yaşayan Gürcü boylarından “Lazlar”a izafe edildiği belirtil­mektedir.-. Sınırları: Kuzeyde Karadeniz, Kuzeybatıda ve doğuda Çoruh nehri, güney ve güneybatıda Samansu deresi ile çevrilmiştir. Bu sınırlar içinde arazi 7.000 kilometrekare ka­dardır. En büyük kenti Trabzon’dur.'Bu kent coğrafi önemi ne­deniyle başkenttir. Trabzon halkı karışık etnik gruplardan oluşmuştur. N üfusunun Müslüman kesimini Lazlar ve Rum dönmeleri oluşturur. Burada yaşayan değişik milletlerden ge­len Müslüman nüfus din, ortak lisan ve ortak çıkar hesaplarıyla kaynaşmış, bütünleşmiş görünmektedir.

Lazlar ayn bir dile sahiptirler. Bu dil Gürcü dilinin bir diyaleğidir. Lazlar fiziksel olarak da Gürcülerle tıpatıp benzerlik gösteriyorlar. Lazlar çalışkanlıklarıyla tanınırlar. Hemen çoğunluğu toprakla uğraşır. Yetiştirdikleri ürünler: Mısır, buğday, arpa, fındık ve tütün. Bolca bal ve deri de üretmektedir­ler. Lazistanın keteni de ünlüdür. Buranın keten dokumaları tüm doğu ülkelerinde tanınmıştır.

Lazlar toprak işlemekte usta insanlardır. Onlar vahşi or­manlıkları bağlık bahçelik hale çevirmekte maharet gösterirler. Denizcilikte ve ticarette bir çok uluslara rakiptirler. Karade­niz’in her köşesinde onların gemileriyle karşılaşmak olağandır. En büyük geçim kaynaklarını denizcilik ve ticaret oluuşturur. Lazlar birer usta gemi inşaatçılarıdır. Osmanlı deniz askerleri­nin dörtte üçünü Lazlar oluşturur. Lazlar ayrıca yedi yıl süreyle hizmet görmek üzere orduya usta denizciler gönder­mektedirler. Bakır ve pirinç kap kacak yapımında da usta insan­lardır bunlar. O kadar ki: Tüm Osmanlı ülkesinde bu sanat Lazların tekelinde sayılabilir. Deri ticaretinde pazarları Kafkas­ya’dır. Dokuma işlerinde Laz kadınlan söz sahibidirler. Lazlar arasında ticaret ve el sanatlarının gelişmesi onlann kahramanlık ruhlarına olumsuz etki yaratmıştır. 40 yıl kadar önce feodal sis­tem Lazistan’da tamamen son bulmuştu. Bu sistemin hüküm sürdüğü yıllarda, derebeyler arasında karada ve denizde sık sık çarpışmalar oluyordu. Bu çarpışmalar halkı çok tedirgin ediyor, zarara uğratıyordu. Derebeylerin saray ve kale kalıntılarına dağlarda ve sahillerde bolca raslamak mümkün. Eski kaba­dayılık çağı kapanmakla beraber omuzunda silahıyla gururlu gururlu dolaşan Lazlar’a bugün de raslamak olağandır. Lazlar’da silahsız dolaşmak hemen hemen mümkün değildir. Savaş yıllarında Lazlar daima ön safları yeğlerler. Adeta bay­raktardırlar. Banş zamanlarında ise üniformalı hizmetler onlara çok cazip gelmektedir. Bunu da bir çeşit savaş hali gibi görüp son derece haz duyarlar.”

Osmanbey yazılarının sonunda bize Lazlar’ın giyimleri hakkında da bilgiler vermektedir. Bu bilgilerden anlaşılacağı gibi Laz kıyafetinin Acara ve Guria kıyafetlerinden hiçbir farkı görülmemektedir:

“Laz giysilerinde savaş kıyafeti özelliği ilk bakışta göze çarpmaktadır. Bacakları sıkı sıkıya saran koyu renk, bir şalvar, aynı kumaştan kısa ve dar bir üstlük. Üstlüğün ön kısmında, omuzlara yakın yerde iki fişeklik. Belde ipek bir kuşak. Başta kabalak. Omuzda kundağı gümüş savatlı bir tüfek, belde sarkan bir kama (Çerkeş kaması pozisyonunda).”

Lazistan hakkında epeyce geniş bilgiler veren İngiliz Kon­solosu V. Ciford Palgrev’in yazdıkları da dikkate değer şeyler­dir. Palgrev’e göre: “Trabzon Vilayeti sınırları içerisinde yaşayanların toplam nüfusu 850.000 kadardır. Bu nüfusun 56.OÖO’ı Hıristiyandır. Müslüman kısmını oluşturalı unsurun büyük bölümü Lazlardır. Lazlar çok mütenasip insanlardır. On­lar usta birer toprak işleyicisi, anadan doğma birer denizcidirler. Arhavi’deki 51 köyde yaşayan 19.551 kişi geçimini balıkçı­lıkla sağlar. 19.551 kişiden 18.115 kişi Müslüman, 1.436 kişi Rumdur. Rum diye isimlendirilen bu insanlar aslında Yu­nanlı değil, eski Hıristiyan Lazlar’dır. Arhavi beldesi Türki­ye için iyi bir sahil savunma hattıdır. Arhavi’ye inen vadilerin girişleri sağlam kalelerle tahkim edilmiştir. Buranın derebeyleri bir çok yönleriyle Ortaçağ İngiliz feodal lordlarını anımsatmak­tadır. Bunlardan bazıları gösterdikleri yararlılık karşılığında Sultandan geniş mülkler edinebilmiştir. Çoğunun mülkü ise ata­larından tevarüs etmiştir. Laz derebeyleri çok geniş idari yargı yetkilerine sahiptirler. Te balarına toprak ya da herhangi bir mülkü bağışlamakta serbesttirler. Bu derebeyler Konstantinepol’e karşı iki esas görevle yükümlüdürler. Birincisi: Yıllık ver­gileri halktan toplayıp hâzineye göndermek, ikincis1': Gerek du­yulduğunda ve istenildiğinde masrafları kendilerine ait olmak üzere savaşçı asker gücü ulaştırmak. Bu savaşçıların komu­tanlığını derebeyi kendisi ya da en yakınlarından biri, üslenmekteydi. Bu komutanları sultanların sık sık ödüllendirdiği görülürdü. Bugün bu şartlar ortadan kalkmıştır. Derebeylerin mülkleri devlet tarfından ya kamulaştırılmış, ya da satınahnmıştır. Mülkiyetleriyle beraber bu kişiler Unvanlarını ve yetkilerini de yitirmişlerdir. Artık bunların yerini paşalar almıştır.”

1870 Ti yıllarda askeri sıfatla Lazistan’ı ziyaret eden G. Kazbegi de aşağı yukarı bu bilgilerin benzerlerini vermektedir. Kazbegi’nin izlenimlerine göre: “Lazistan topraklan, Kemer deresi (Demir palo) ile Makriel arasındaki dar Karadeniz kıyı şeridini kapsamaktadır. Bu ölçüler içerisindeki ülkenin pek ge­niş yer tuttuğu söylenemez. Tabiat Lazları dar kıyı şeridi içine hapsetmiş. Bu nedenle sakinlerinin dörtte biri geçimini teminde güçlüklere düşmüşler. Lazlar sonunda tabiat koşullarını yenme­yi de başarmışlar. Şanslannı denizde aramaya koyulmuşlar. Onların geçimleri ve bugünkü yaşantıları deniz dalgalarıyla içiçe, kucak kucağadır. Ekmeklerini balıkçılık ve ticaret yoluyla kazanmaktadırlar.      ; /

Laz lisanı, yakın akrabası olan Megrel lisanı yanında az çok farklılıklar göstermektedir. Günümüzde Lazcamn üç ayn şivesi vardır. Bunlar: Hopa, Arhavi ve Atina şiveleridir Hopa ağzı, Megrelcenin tıpatıp bir benzeridir. Abuderesi ağzi; olan Arhavi ağzı diğer iki ağzın ortak özelliklerini taşımaktadır^ Üçüncüsü olan Atina ağzı ise artık ağır bir Yunancanın yç Türkçenin etkisiyle aslından epeyce uzaklaşmıştır.

G. Kazbegi, Hopah Lazlar’ı şu şekilde tarif etmektedir:; “Bunlar asil insanlardır. Lisanlarını bırakmamışlardır. Giysileri; Acara ve Guria benzeridir. Hepsi Müslümanlaştınlmıştır. Hopa güzel bir beldedir. Özellikle Orta Hopa şirin bir yer. Sakinleri güzellikleriyle, kibar giyinileriyle göze çarparlar. Hele sahil bo­yu Lazlann güzellikleri insanı pek etkileyecek düzeydedir. Fizi-“ ki yapıları düzgün, temiz bu insanların hafızalarının da çok< güçlü olduğu görülüyor. Gözlemlerim beni şu kanaate götürdü ki: Sahil boyu Lazlarının gelenek, görenek ve düşünce kapasite­leri Türkiye’de yaşayan Gürcülere nazaran çok daha üst düzey­dedir.”                                            '

G. Kazbegi’nin Laz kadınları için söyledikleri de şunlar: “Çarşıda dolaşan kadınlarla karşılaşıyorduk. Alaca bayramlık giysileri içinde çok güzel görünüyorlardı. Eşyalarını sepetlerle taşıyorlar, güzel gözlerini peçelerle saklamaya çalışıyorlardı. Bazıları güya elinde olmayarak, kaza ile yüzünü hafifçe açıyor­du. Bir anlık da olsa başdöndürücü parlak tenli güzel yüzlerini görebiliyorduk. Hemen hepsi, boylu boslu, düzgün vücutlu, sarışın, mavi gözlüydüler. Laz kadınları görülmemiş eneıjileriyle, yüreklilikleriyle, sağlam seciyeleriyle diğerlerinden ga­yet kolay ayırt edilebiliyordu..

Lazistan, beş idari bölgeye ayrılmıştır: Hana, Gonio, Arhavi, Hemşin ve Atina. Lazistan önceleri bir vilayet olarak idare edilmekteydi. Bu vilayet Trabzon Eyaletine bağlı bulunuyordu. 1873 yılı istatistik kayıtlarına göre Lazistan'da 9.205 hane otur­makta idi. Genel nüfusu ise 55.350'ye ulaşıyordu.”

Uzun asırlar Osmanlı idaresinde kalmış olmalarına rağmen dikkate değer husustur ki: Lazların ileri gelen aydın kişileri ken­di ülkelerinin tarihlerini, coğrafyalarını ve Megrellerle olan dil ve soybirliğini hâlâ unutmamışlardır. Gürcü tarihçisi D. Bakradze ile yakın dostluğu bulunan aydın Lazlardan Haşan Ağa Muradoğlu bunlardan biri. D. Bakradze 1873 yılında arkeolojik araştırmalar maksadıyla Guria ve Acara'ya gitmişti. 1860'dan bu yana dostu bulunun Haşan Ağa Muradoğlu ile orada yine bu­luşmuştu. Haşan Ağa, D. Bakradze'ye bu karşılaşma sırasında pek enterasan bilgiler aktarmış Lazistan üzerine. Bu konuda D. Bakradze şunları yazmaktadır: “Haşan Ağa bana, özbeöz Laz ailesinden olduğunu, dedelerinin Gürcüstan içlerinden Hopa'ya (Ortahopa) gelip yerleştiklerini, esas eski Gürcü soyadlarının Mouravişvili olduğunu, ancak Osmanlılar'ın bu sözün fone­tiğine uygun Muratoğlu soyadını taktıklarını, bu soyadının da Lazistan'da itibarlı bir soyadı olduğunu anlattı. Haşan Ağa iyi Gürcüce konuşabiliyordu. Lazlar'ın geçmişini ve bugününü eni konu tetkik etmiş Lazistan sınırlarını bana şöyle tarif etti: Çoruh suyundan çıkarsınız, dağ silsilesi yoluyla Rize-Trabzon arasındaki Kemer bucağına inersiniz, işte bu çizginin denize ba­kan bölümü Lazistan topraklarıdır. Kemer köyünde elle oyul­muş kaya mağaralar bulunurmuş, bu köy eskiden Rum ülkesi ile Laz ülkesini birbirinden ayıran noktadaymış. Lazca, bu noktada başlar, doğuya doğru uzanırmış. Lazistamn Kuzeydoğu ucun­daki Gonio'da Türkçe, batı ucunda da Rumca dilimizi baskı altı­nda tutmaktadır. Laz lisanı köylerde daha kolay özelliğini koru­yabilmiştir. Kırsal kesim Lazcasının Megrelcedeırpek farkı yok gibidir. Bu iki lehçe kırsal kesimde daha çok yaklaşmaktadır birbirine. Eskilerimizin anlattığına göre: Lazlarla Megreller aynı ulusmuş. Yani Gürcü ulusunun bir kolu. Gürcüler'in bu ko­lu bir zamanlar Kemer köyünden başlar tüm sahil boyunca Biçvintaya (Abhazya) kadar uzanırmış. Gürcü krallarından biri ne­dense Lazlara saldırmış, ülkeyi orta yerinden ikiye ayırıp ara­larına esas Gürcü boylarından aileler yerleştirmiş.

Sakın öğündüğümüzü sanmayın, biz Lazlar bölgenin en kahraman insanlarıyız. Bizde herkes silahlıdır. îyi nişan vuru­ruz. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun ona sırtımızı dönme­yiz. Bu bizde kesinlikle ayıp ve yasaktır. Beylerimiz de ünlü ve adildirler. Önceleri onlar her yönleriyle daha da güçlü idiler:? Toprakları geniş, köleleri (köylü) sayısızdı. Her beyin idari bölgesi kalelerle, toplarla donatılmıştı. Gemileriyle Karadeniz-; de korkusuzca dolaşıyor, etrafa korku salıyorlardı. Çoğu zaman’ Batum ve Poti limanları bile bu beylerin etki alanı içinde’ kalmıştı. Padişah 30 yıl kadar önce bu beylerin mülklerini elle­rinden alıp devletleştirdi. Bu durum onları güçsüz düşürdü. Ünvanları ve yetkileri de geri alınıp basit birer yurttaş haline ge­tirildiler. Beylerimizin tümü Gürcüce bilir, konuşurlar. Beyleri­mizin hanımları Gürcüceyi hem daha kibar konuşur, hem de okuyup yazabilirler. Çünkü bu hanımların çoğu Çürüksu ve Samegrelo soylularının akrabalarındandır.

Bugün Laz beylerinin soyundan gelen aileler şunlardır: Makriola ve Liman köylerinde yaşayan Zumbaia'lar ve Manelişvili'ler. Bucakta, Ortahopa'da, Dimitret'de, Sundura'da. yaşayan Muradoğlu (Mouravişvililer), Sundura'da yaşayan Şaloğlu (Şalikaşvililer), Kilse'de, Pernoni'de, Arhavi'de yaşayan Jordanialar, Kapisar'da yaşayan Potiri'ler (Poturialar), Belev ve Atina dolaylarında yaşayan Baltaşvililer.

Lazistan'da.sayısız kilise ve manastırlar vardır. Bunlardan çoğu bugün yıkık durumda. Sarp ormanlarında yontma taşlar­dan yapılmış ilginç bir kilise vardır. Makriali'de Zumbaiaların evi yakınında iyi korunmuş kubbeli, büyük bir kilise, çevresi surlarla çevrili bu kilisede yazılar ve resimler sökülmüş, dökülmüş. Yanıbaşında iki katlı bir çan kulesi duruyor. Alt katı ahır olarak kullanılıyor. Abuislah köyünün yüksekçe bir yerin­de büyük bir kilise vardır. Lazca buna “Ohvame” diyoruz. Bu söz “ibadethane” anlamındadır. Eskiden kuraklık olduğu za­manlar Lazlar bu kilisenin önünde toplaşır, yağmur duası ya­parlarmış. Yakınında başka bir kilise daha vardı, yakın zamana kadar resimleri bile duruyordu duvarlarında. Bu kilise bakkal dükkanı olarak kullanılıyordu. Şimdi artık ortalarda görünmüyor bü kilisede. Peroniti köyünde Jordaniaların ar­sasında kubbesi çökük bir kilise daha vardır. İçinde cinler, peri­ler var diyorlar. Kimse korkusundan yanına yaklaşamıyor. Lazların atalarından kalma kiliselerin çoğunda üzüm şarabı çıkar­mak için yalaklar vardır. Hepsinde de toprağa gömülü çok iri şarap küpleri vardır. Bu kilise çevresinde geniş sahada yaygın Hıristiyan mezarları vardır. Bu mezarlar son yıllarda definecile­rin meraklannı uyandırdı. Bir bir açılıp soyuldu. Para,, kap, ka­cak ne varsa çalınıp götürüldü.”

Burada okuduğumuz: Osmanbey, G. Kazbegi ve Haşan Ağa Muradoğlu'nun açıklamaları Lazların geçmişteki sosyal, kültürel ve ekonomik durumlarını azda olsa anlatmaktadır.

1877 yılında Osmanlı-Rus savaşı patlak vermişti. Bu sa­vaşta Gürcü birlikleri olağanüstü çaba ile Osmanlı elindeki Gürcü topraklarını kurtarmaya gayret etti. Batum kenti savaş alanının önemli bir merkezi idi. Osmanlı işgal ordusu burada çok sağlam bir şekilde üslenmiş durumdaydı. Çok çetin müca­dele sonunda bu savaş Rusların zaferi ile sonuçlandı. 1878 Ber­lin anlaşması ile barış imzalanmış oldu. Anlaşmaya göre Ruslar Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlılar'dan geri aldılar. Böylece Müslümanlaşmış Gürcüstan'ın önemli bir kısmı yeniden ana­yurda katılmış oluyordu.

Bu anlaşma ile Lazistan'ın küçük bir bölümünü de Ruslar kurtarmış oluyorlardı. Bu toprak parçası Çoruh boyundaki Maradidi bucağının Çhala vadisiydi. Çhala vadisinde 16 köy bulu­nuyordu. Kıyıdaki Sarp köyü ile Kopmuş köyü (Liman) yakınlarına kadarki sahada idi bu 16 köy. Ruslar Lazistan'ın ta­mamını elde etmeye muvaffak olamadılar. Üstelik küçük bir bölümünü almakla Lazistan'ın etnik ve coğrafi bütünlüğünü bozmuş oldular. Lazlar bu kez iki ayrı ülke topraklarında bölünmüş oldular. Ne yazık ki Lazistan'ın Osmanlı kesiminde olduğu gibi çarlık Rusyası kesiminde de Lazlar’ın kaderi üzerin­de hiç bir olumlu çalışma göze çarpmıyordu. Aksine her iki işgalcinin niyeti de aynı istikamette görülüyordu. Tarihi Gürcü yurdu Lazistan'ın tümüyle ana yurttan koparılıp uzak­laştırılması istikametiydi bu.

Bu tarihten sonra Osmanlılar Rûs korkusu nedeniyle Lazis­tan 'ı Türkleştirme politikasına ağırlık vermeye başladılar. Oysa Ruslar işgal ettikleri Laz topraklarının küçücük bölümünde bile Türk lisanı ve gelenklerinin izlerini ortadan kaldırmayı akılları­na getirmiyorlardı.

V. Lozoni'nin ifadesine göre: Batum ve Artvin il sınırları içerisinde,. Türk sınırı boyunca Türkler'in Ruslar'a karşı yürüttükleri gizli İslam ajitasyonuna Ruslar hiçbir zaman kulak asmamaktaydılar, önem vermemekteydiler. Bu İslam ajitatörleri ise çirkin buldukları “Gavurluk” alemini sınırdan mümkün mertebe daha uzaklara kaydırmaya gayret gösteriyorlardı.

Ruslar'ın ikinci hataları da Rus kesimindeki Lazistan halkına kendi öz lisanları Gürcüce ile tedrisat göstermek yerine bunu yasaklayıp onları tamamen yabancı olan Rus lisanıyla okutmalarıydı. Bundan başka Rus işgalindeki Lazistan kesi­minde din adamlarının halka Türkçe ile din dersi vermelerine

müsaade ediliyordu ki bu çok tehlikeli bir ileriyi görmezlikti. Hocalar öğrencilerine herşeyden önce Rus nefreti duygusu aşılıyordu. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan görüntü şöyleydi. Bu bölgede Rus lisanı asla tutunamamıştı. Gürcücenin etkisi ge­rileyip azalmıştı. Bozuk ve hatalarla dolu bir Türkçe yerleşmeye başlamıştı. Bu dönemde Gürcü halkı ağır bir Rus baskısı altında ölüm-kalım savaşı vermekte olduğundan fırsat bulup kardeşleri Lazların biraz daha karışık problemlerine eğilemiyordu. Bu şartlardaki Gürcüstan, Lazistan'ı kendi kaderine terkedilmişlik içinde, İslam-Türk adabına göre yaşantısını sürdürmeye bırakı­yordu.

Türkleştirme korkusuyla uzun yıllardır titreyen Gürcü yurdunun bu Laz bölgesi bu kez de Ruslaştırma korkusu ile sarsılmaya başlamıştı. Şu vardı ki anayurt içine girmiş bulunan Lazlar’ın bu kesimi halkı artık Gürcüstan’ın iç kesimiyle ilişki olanağına kavuşmuşlardı. Sanat ve ticaret ilişkileri kardeş Lazlarla Gürcülerin birbirleriyle kaynaşmasına olanak sağlamıştı.

1890'11 yıllarda Gürcüstan'da yayınlanan Periyodik yayınlar arasında Lazlar hakkında epey bilgilere, haberlere te­sadüf ediliyordu. Bu bilgiler: Lazların etnografyası, iş dünya­ları, Lazistan'ın fiziki coğrafyası, tabii zenginlikleri vs. gibi bil­gilerdi. Bu tarihlerde Lazistan'ı ziyaret eden Zakaria Tçiçinadze'nin verdiği bilgiler de şöyle.

“Lazistan ülkesi Trabzon paşalığına bağlı bir ülkedir. Lazlar'ın tüm meselen bu kentte görüşülüp çözüm bulur. Onların çok az meseleleri İstanbul'a ulaştırılır. Türkiye Lazistan'ı ile Gürcüstan Lazistan'ının genel nüfusu 150.000 civarındadır. Laz lisanı kendi toprağında yeterince korunmuştur. Halk evle­rinde, aile arasında sürekli Lazca konuşmaktadır, özellikle kadınlar daha arı bir dille konuşmaktadırlar. Rus işgalindeki La­zistan Çhala vadisinden ibarettir. Buranın merkezi Livana yada Maradidi buçağıdır. Buradaki Laz köyleri şunlardır: Dakvara, köyü, 15 hanelik (Bu köy halkının büyük bölümü Rus işgali sırasında köylerini terkedip Osmanlı Lazistan'ına çekilmişler­dir) Ohardia köyü, 20 hanelik, Kortaneti 25 hanelik, Bağlevani 40 hanelik, Pançureti 25 hanelik, Sucuna 45 hanelik, Mamanati 30 hanelik, Skura 15 hanelik, Makrati 45 hanelik, Mağraveti 29 hanelik, Mtçati 20 hanelik, Gabriela 15 hanelik, Düzköy 60 ha­nelik, Şarpi 40 hanelik, Limani 30 hanelik, Makrialni (Noğedi) 80 hanelik ve nüfusu önemsiz düzeyde birkaç köy daha, burada saymadığımız.

Çhala vadisi Osmanlı Lazistan'ına mükemmel yollarla bağlı bulunmaktadır. Lazlar arasında bu yolla ticaret ilişkileri sürmektedir. Ticaret metaı: Limon, portakal, zeytin, incir vb. dir. Artık Lazlarda Gürcüce ya da Lazca soyadlarına Tas­lanmıyor. Bunların tümü Trükçeye çevrilmiş, öyle kullanılmak­tadır. Örneğin Kurdianiler (Kürdoğlu) yapılmış, Margianiler (Margoğlu) haline sokulmuş. Mariamidzeler ise (Miroğlu) biçi­mine sokulmuş vb.

Lazlar'dan bazı yarı aydınlar kulaktan kulağa aktarma yo­luyla kendi tarih öykülerini iyi kötü bilmektedirler. Yaşlı Laz hocaların Zakaria'ya Tçiçinadze'ye 1895'de anlattıkları şeyle­dir:

“Lazlarla Megreller tek ulusmuşuz. Bizim ulus Abhazya'dan başlar, batıya doğru tüm sahil boyunun doğusunu kap­sarmış. Bu topraklar üçe bölünükmüş. Bu üç bölümün ayrı ayn isimleri bulunurmuş. Birincisine Lazistan, İkincisine Tçaneti, üçüncüsüne de Samegrelo denirmiş. Bu üç bölgenin halkı tek bir dille, Lazca ya da Megrelce konuşurlarmış. O çağlarda dili­mizi Gürcüler bile bilir, kullanırlarmış. Lazlarla onların komşuları İmereti ve Kartli Gürcüleri anlaşmakta hiç zorluk çekmezlermiş. Sonra düşmanlar gelmiş, birliğimizi, dirliğimizi bozmuşlar. Yabancı boyunduruğu altına düşmüşüz. Aslımızdan, birbirimizden uzak kalmışız. Bu yüzden birbirimi­zin dilini anlamakta güçlük çekmeye başlamışız.

Lazlar sanatkar insanlarmış. Dülgerlik, yapıcılık, sarraflık, oymacılık, kabartmacılık vb., onların başarı gösterdikleri sanat dalları imiş. Laz ustaları çalışmaya genellikle Gürcüstan'ın iç bölgelerine giderlermiş. Samagrelo, İmereti, Guria, Acara, Mesheti-cevaheti vb. Lazlara sık raslanan yerlerdi. Bu iş ilişki­leri Lazlarla Gürcülerin birbirlerini tanımalarına, Lazların aydınlanmalarına büyük katkılarda bulunuyormuş. Bunun fark­ına varan Osm anlılar, Lazlar’ın Gürcüstanla olan ilişkilerini en­gellemeye başlamışlar. Zakaria Tçiçinadze'nin ifadesine göre: Osmanlılar Lazlar’ın artık Gürcüstan'a asla gitmemelerini, ken­di ülkelerinde daha bol iş ve iyi kazanç bulunduğunu anlatıp inandırmaya çalışmışlar. Bu öneriye uymak zorunda kalan Laz­lar, artık Anadolu'nun uzak bölgelerine doğru dağılmaya mec­bur kalmışlar. Böylelikle yurdundan uzaklaşan bir çok Laz, gur­bette Türk kadınlarla evlenip yurduna geri dönememiş. Ata­larının toprağından tümüyle kopup asimileye uğramış. İhtiyar Ahmet Efendinin (Halvaşi) sözleri bunun doğruluğunu kanıtla­maktadır.

“Lazlar’ın Gürcüstan'da iş tutmaları yasaklanınca ve Gürcüler'in Acara ve Livana'ya gelip gitmeleri seyrekleşince bizler, yani Lazlar Gürcü lisanını konuşmaktan mahrum kalmışız. Böylelikle de zamanla unutup gitmişiz.”

Bundan başka, Laz denizcilerin, gemi yapımcılarının Ana­dolu'nun uzak semtlerine dağılıp iş tutmaları ve oralarda yer­leşip kalmaları onların aslından uzaklaşmalarına etken ol­muştur. Yine Zakaria Tçiçinadze'ye göre:

“Denizcilik sanatı Lazların yurtlarından uzaklaşmalarına zemin hazırlıyordu. Ticaret işi de öyle. Lazların güzel fızikli ve iyi ahlaklı insanlar olmaları, Osmanlıların Lazlarla akrabalık kurma hevesleri, hatta Laz çocuklarını para ile satın almaya ka­dar işi ileriye götürmeleri Lazların asimile edilme işini hızlandıran faktörlerdendir.”

Lazlar aynı zamanda iyi birer toprak işçisi olmalarına rağmen bu vasıflarını Osmanh idaresi sırasında aşağı yukarı tümüyle yitirmişlerdir.

Zakaria Tçiçinadze bu konuda da şunları yazmaktadır:

“Lazlar, bağcılık, incircilik, zeytincilik dallarında pek başarılı idiler. Laz zeytinleri Artvin zeytininden epeyce üstündür. Arıcılıkta hele Lazların emsali bulunmaz. Lazistan balları sadece yurt içinde değil uzak ülkelerde de aranan me­tadır. Bu ülke çok eskilerden beri Bal Ülkesi olarak tanınmıştır. Balmumu üretiminde Lazistan hatırı sayılır bir ülkedir. Yuna­nistan, Gürcüstan, Rusya gibi ülkeler Laz balmumunun başta gelen müşterileridir. Lazlar balmumunu rakı üretiminde bile başarıyla kullanmışlardır. Guriahlar bu usulü Lazlardan öğren­mişlerdir. Şarapçılık işinde de Lazların saygın yeri vardır. Lazistan'ın dağı taşı üzüm bağlarıyla doludur. Burada şarabın be­yazı da, kırmızısı da üretilmektedir. Laz şaraplarının birinci müşterileri Yunanlılardır.                                   ,

Müslümanlığın Lazistan'a yerleşmesiyle şarapçılık önemini yitirmiş oldu. Osmanlı padişahının buyruğu ile tüm üzüm bağlan baltadan geçirildi, şarap üretmek ve kul­lanmak şiddetli cezalarla yasaklandı.

Yine padişah buyruğuyla Laz lisanı devlet dairelerinde olduğu gibi aile arasında da kullanılması yasaklandı. Lazlann her yerde ve aile arasında Türkçe kullanmaları zorunlu ha­le getirildi. Böylece Lazlığın sona erdirilip bu ulusun Türkleştirilmesi çabası en yoğun düzeye çıkarılmış oldu. Bunca ağır Os­manlI baskısı altında artık Laz ana dili ve kültürünü yaşatmak olanaksızdı. Geçmişteki parlak, şerefli Laz varlığı artık hatıra­larda kalmıştı. Başka hiç bir çıkar yol kalmamıştı.

Fakat, zaman Osmanlılar'ın Lazlar'a tarihlerini ve kültürle­rini unutturmanın pek kolay olmayacağını'göstermekte gecik­medi. Her şeye rağmen bazı köklü Laz aileler direnç gösterip ge­leneksel ana dillerini terke yanaşmıyorlardı. Zakaria Tçiçinadze'nin Grigol Gurieli'den aktardığı bilgiye göre: “Trabzon Bay­tar okulunda okuyan Laz öğrencilere Türkçenin yanı sıra Fransızca ve İngilizce de öğretiliyordu. Bu öğrencilerin eline her nasılsa iki kitap geçmiş. Bu kitaplar Mari Brose'nin “Gürcüstan Tarihi” ve Vahuşti Bagrationi'nin “Gürcüstan Coğrafyası” adlı eserlermiş. Bu kitapları inceleyen Laz öğrenci­ler, Lazistan'ın Gürcüstan’ın bir bölgesi olduğunu, Laz ulusu­nun da Gürcü ulusunun Megrel dalına bağlı bir aile olduğunu raslantı sonucu öğrenmişlerdi. Bu bilgi onların ilgisini çok çek­miş. Bu tarihten sonra bu öğrenciler Osmanlıların Lazistan’ı işgali ve Lazların Türkleştirilmeleri gayretlerini etraflıca araştırmaya koyulmuşlar.

1892 yılında iyi Fransızca konuşan 3 Laz Batum'a gelmiş. Mari Bnose'nin 1848 'de basılan “Gürcüstan Tarihi” ile Vahuştinin “Gürcüstan Coğrafyası” adlı eserleri ısrarla aramışlar. Kobuletli Gulo Ağa Kaikatsişvili gençleri Batum'da oturan Grigol Gurieli'ye göndermiş. Aradıkları bilgileri ancak onda bulabile­ceklerini söylemiş. Grigol Gurieli'yi ziyaret eden gençler onu heyecanla Fransızca selamlamışlar. Ardından da Türkçe sohbet olanağı olup olmadığını sormuşlar. Gurieli bir yazısında bu karşılaşmayı şöyle anlatmaktadır:

“Fransızcam yeterli değil dedim onlara. Lazcanında yardımıyla Fransızca anlaşabiliriz belki dedim. Fransızca ko­nuşmanız beni sevindirdi dedim konuklara. Bu şunu gösteriyor­du çünkü, asimilasyoncu Osmanlı zihniyeti henüz Lazların ge­leneksel batıyla ilişkin kültür bağlarını kökünden sökmeyi becerememiş. Sizler batı dilleriyle tarihi ülkeniz Lazistan'la, onun ana parçası Gürcüstan hakkında epey bilgi edinebilirsiniz. Tari­hinizi, coğrafyanızı, edebiyatınızı, folklorunuzu tetkik edebilir­siniz, dedim Ben bu sözleri söylerken gençlerden birinin gözle­ri yaşardı. Ağlamamaya gayret ederek konuşmaya çalıştı. Dedi ki: Evet generalim bizim de arzumuz bu. Vereceğiniz kitaplar, göstereceğiniz kaynaklar kendi milletimizin geçmişini tarafsız kalemlerden öğretecek bize. Ne yazık ki Gürcüce okumamız yazmamız yok. Türkiye'deki Gürcülerin ana dilleriyle okuyup yazma olanağr hazırlanmamış devletçe. Biz, Lazlar'ın durumu daha da kötü. Türkler sürekli olarak bizim ayn bir ulus değil de Türk kökenli bir kabile olduğumuzu, alfabemizin de Arap alfabesi olduğunu telkin ediyorlar, bizi buna inandır­maya çalışıyorlar. Oysa tetkik ettiğimiz Mari Brose'nin Fransı­zca Gürcüstan Tarihinde gördük ki biz Lazlann Türklükle uzaktan yakından hiç bir ilişkimiz olmayıp Gürcü boyun­dan olduğumuz, tarihi yurdumuz Lazistan'ın Türkiye'ye ait değil, Gürcüstan'a ait bir uzantı olduğunu öğrendik. Yal­varırız generalim bize bu hususta Fransızca kaynaklar temin ediniz. Bu iyiliği bizlerden esirgemeyiniz.”

Grigol Gurieli bu Laz gençlerine Brose'nin ve Vahişti'nin eserlerini hediye etmiş. Buna pek memnun kalan Laz gençleri Gurieli'nin boynuna dolanmışlar, teşekkür etmişler. Kendileri­ni de Lazistan hakkında kulaktan dolma bildiklerini General Gurieli'ye aktarmaya çalışmışlar. Gençler: Bu günkü Lazistan'ın genel durumunu, Laz lisanın hükümetçe nasıl yasaklanıp izlendiğini, 400.000'den fazla Laz'ın yurtlarından nasıl uzak­laştırıldığını vb. anlatmışlar. Sözlerini şöyle sürdürmüşler: “1810 yılında tüm Lazistan nüfusu 600.000'den fazla iken bunun 400.000'i yurtlarından uzaklaştırılmış, kalan 200.000'i halen eski yerlerinde yaşamaktadır. Bu istatistiki bilgiler Osmanlı devlet arşivinden alınmıştır. Sürgün nedeni Lazların daha kolay Türkleştirilip siindirilmesiyle ilgilidir.” Bu sözleri sıralayan arkadaşına dikkatle bakan diğer genç Laz artık dayanamamış, açıkça ağlamaya başlamış. Sonra ikisi birden Gurieli'nin gözleri içine anlamlı anlamlı bakarak ondan çare, yardım dilemişler. Bir kaç avutucu sözle teselli aramışlar.

îşte bu sohbet sırasında birkez daha anlaşılmış ki Os­manlılar Lazların geleneksel soyadlarını kaldırıp yerine uydur­ma Türk aile adları getirmişler.         

Zakaria Tçiçinadze'nin Lazlarla sohbetlerinden an­laşılmaktadır ki: Lazlar kendi tarihleriyle, milliyetleriyle pek yakından ilgilenmektedirler. Tçiçinadze başka bir yazısında diyorki: “Batum'da bir çok Lazla karşılaştım. Bunlardan biri gayet düzgün Gürcüce de konuşabiliyordu. Lazlar’ın Gürcülerle, Megrellerle olan yakınlığından söz edildi. Laz konuklar bu yakınlıktan pek sevinç duydular. Özellikle yalvardılar, dediler ki: Lazlar’ın Türklerle ve Kürtlerle hiçbir ortak yanı bulun­madığını, onların Gürcü kökenli, Megrel soyundan olduğunu Türkçe olarak kaleme alınız ve bunu Türkiye Lazları'nın oku­yup gerçekleri öğrenmelerine yardım ediniz. Bunun parasal yükünü bizler üstlenebiliriz. Yeterki halkımız tarihi gerçekleri okuyup öğrensin, aydınlansın. Osmanlıların bize anlattıkları gi­bi Türk olmadığımızı, dil ve alfabemizin de Türkçe ve Arapça olmadığını anlayalım. Laz konuklar şu noktaya ısrarla parmak bastılar: Dediler ki: Bize anlatın, kardeşlerimiz Megrellerle aramız coğrafi yönden neden böyle açıldı? Acaba biz Lazlar mı Samegrelodan batıya doğru kovulmuşuz, yoksa Megreller mi batıdan doğuya doğru kovulmuş? Bunu çok merak ediyoruz. Bunu lütfen bize izah ediniz.

Laz lisanını Lazlar arasında konuşarak öğrenmek dileğinde olan Gürcü bilim adamı Niko Maar 1910 yılında Osmanlı Lazistan'ına bir seyahat yapmıştı. Niko Maar'la tanışan Lazlar ondan birçok dilekte bulunmuşlar. Israrla istedikleri şey: Laz lisanına ait gramer. Aydın Lazlar buna pek ihtiyaç duyduklarını söyle­mişler. Lazcanın grameri yabancı dillerde de olsa onu Türkçeye çevirtebileceklerini ve yararlanma yoluna gideceklerini söyle­mişler.

Zakaria Tçiçinadze'ye göre: 1910'da Osmanlı Lazistan'ında bir grup Laz aydını kanaatlerini açıklamışlar. “Lazlar Gürcü kökenlidir ve alfabeleri Gürcü alfabesidir. Abu İslah köyünden Laz halkı bakanlığa çok imzalı bir dilekçe gönde­rerek “Bizim dilimiz Gürcücenin bir lehçesidir, izin veriniz okullarımızda çocuklarımıza Gürcüce okutulsûn” demişler. Bu grubun lideri Abdullah Aşık Hasanoğlu adında bir Laz'mış. Bakanlık Lazlar’ın dileklerini kabul etmiş. Gürcüstah'dan öğretmenler çağrılacağı sırada 1914 savaşı patlak vermiş. Bu iş de unutulmuş gitmiş.

Niko Maar bir yazısında şöyle söylemektedir: Hopa'da Faik Efendi adında bir zatla tanıştık. Bu zat Sultan Hamid döneminde bir Laz alfabesi vücuda getirilmesi için girişimde bulunmuş bu isteği pek hoş karşılamamışlar, yakalayıp zindana kapatmışlar. Evini, barkını didik didik anmışlar. Ailesini başka illere sürmüşler, buldukları belgeleri de ateşe vermişler.

İşte XIX. yüzyıl içersinde Lazlar'a ait bölük pörçük bilgiler bunlardan ibaret. Burada ise XX. yüzyıla ait Laz kültürel, eko­nomik meselelerini ele alalım ve kısaca gözden geçirmeye çalışalım:

Bu yüzyılda Lazistan'da ana dil konusunda uyanan ilgi dik­katleri çekecek düzeydedir. Politik ve kültürel önemi büyük’ olan bu sorun Lazların milli camiasını tayinde biricik faktör ola­caktı. îşte akademisyen Niko Maar'ın 1910 yılı Lazistan seya­hati bu maksada dayalı bulunuyordu. Niko Maar'ın Lazistan Coğrafya ve Etnografyası araştırmaları çok değerli belgeler ola­rak elimizde muhafaza edilmektedir.

Niko Maar'ın Lazistan'da Gürcülerle dil, soy, coğrafi birlik ’ gibi konularda yaptığı araştırmalar Osmanlıları tedirgin etmişti. < Osmanlı ajanları Maar'ın çalışma sahasını daraltmaya, işlerini güçleştirmeye, teşkil ettiği belgeleri incelemeye, şahşi eşya-i larını da karıştırmaya başladılar. Yazıların bir yerinde Niko' şöyle söylemektedir: “Benim Lazistan'da bulunmam herke­sin merakını çekmişti. Laz lisanını tetkik edip bunuıt; Gürcüceyle olan akrabalığını ortaya koymaya çalıştığıma, bir türlü inanmak istemiyorlardı. Benim özel bir askeri maksatla oraya gittiğimi sanıyorlardı. Bazıları da benim Lazları isyana hazırlamak maksadıyla orada bulun­duğumu düşünüyorlardı”

Oysa bilim adamımız Niko Maar'ın gayesi bu değildi. Onun çabalan mükemmel bir Laz Linguistik ve Etnografik tetkikler yapmak, bu bulguları belgelere dökmekti. Niko düşündüğü gibi yaptı. Derlediği değerli bilgileri mahallinde çektiği fotoğraflar­la zenginleştirdi. Niko'nun bu araştırmaları sırasında büyük yardımları dokunan Arhavili aydın Laz Fevzi Beyi de burada anmak bir vicdan borcudur. Fevzi Beyin açıklamalarına göre: Tçan milleti kendilerine Laz adı vermektedir. Konstantinepoli'deki halk Sinop 'un ötesindeki Karadenizlilerin tümüne Laz adı vermektedir. Sinoplular'a, Samsunlularda, Samsunlular Trabzonlular'a, Trabzonlular da Rizeliler'ebu adı mal etmekte­dirler. Rizeliler ise bu adı Hopa'ya doğru kalan mıntıkadaki biz Tçanilere yükleyip kendilerini bu isimden sıyırmaktadırlar. Tçanilerin güneyinde, dağ yamaçlarında Müslümanlaştırılmış Ermeniler (Hemşinliler) oturmaktadır. Güneybatı ve batı yönünde oturan Türkler'dir. Ancak bunların hakiki Türk ol­mayıp Türkleşmiş Lazlar olduğu şüphesizdir. Doğu ve Güney­doğu yönünde yaşayanlar Müslüman Gürcüler'dir. Bunlar arası­nda Gürcüleşmiş Lazlar da vardır. Türkiye Lazistan'ı iki vilayet­ten ibarettir. Kemer'le Gurup arasındaki Atina ili, -Gurup'tan Kopmuşa kadar uzanan Hopa ili. Bu iki vilayetin bağlı bulun­duğu merkez ise Trabzon'dur.

Atina (Pazar) ilinde Lazca konuşan köyler şunlardır: Kukülati, Dudathevi, Meliati, Sürmene, Larosi, Kalencuki, Kemeri, Cabati, Tordovati, Zeleki, Veneki, Hunari, Aranami, Cicivati, Kititi, Saçkuni, Nohalopsu, Suleti, Noğadiha, Hilisa, Huzika, Talvati, Apso, Zağnati, Başköy(Önceleri Petre-Nikolai idi), Bulepi, Hotri, İlastas, Papati, Sapu, Papilati, Cigetura, Dadevati, Mamakivati, Tsukita, Kostanevati, Hako, Eski Trapezoni, Kuençareri (Kua-Nçareri bir arada), Bakasi, Pilangivati, ToliKçeti, Mekaliskiriti, Apimho, Komilo, Artaşeni, Sipati, Amgvani, Ti-msivati, Guanti, Nana, Cibistas, Okordule, Tsiati, Salinkli, Yenivati, Şanguli, Dzğemi, Gere, Oce, Ortaköy, Mutapi, Duthe. Bu köylerden başka Atina toprağında birçok köy kalın­tılarına Taşlanmaktadır. Bunlardan akla gelenler: Ğeba, Katoi, Çaluğsirti, Velinairmaği, Deduvati, Kuakçe, Glohoni ve Kuaorontsinoni sayılabilir. Viçe ilçesinde Lazca konuşan köylerde şunlar: Ğavra, Manasturi, Tçurtçava, Pitshalasupla (Aşağı) Pitshalaulya(Yukarı), Tçanpeti, Hara, Zebeleti, Paçva, Yeniköy, Andravati, Mzuğesupla(Aşağı), Mzuğesulya(Yukarı), Abuskari vadisindeki Laz köyleri: Abuköysupla (Aşağı), Abuköyulya (Yukarı), Sumle, Hazare, Trevendi. Hopa vadisi Laz köyleri: Zurpici, Tskaristi, Peroniti, Kisa, Sundura, Kuledibi, Buçe, Ortahopa, Bucak, Mhigi, Azlağa. Hopa vadisinde bu­lunan köy kalıntıları: Nadirati, Kilise, Limititi, Duliati, Mgpatskari. Bu köylerin tümü Lazca konuşmakla beraber her köyün li­sanında ağız farkları görülmektedir. En temiz şive ise Arhavi vadisinde korunabilmiştir. Atina yöresi Lazcası ise Osmanlı ca etkisi altında kalmıştır.

Niko Maar'ın Laz ekonomisine ait söyledikleri de şunlar: “Lazlar yoksulluk görmüş halk değildir. Aralarında zenginler çoktur. Kadınları mülklerindeki işleri çevirirlerken erkekleri de para kazanma peşindedirler. Lazlar mısır ekimine çok önem vermektedirler. Ancak yetiştirdikleri mısır yine de ihtiyaca ye­terli değildir. Rusya'dan mısır satın alırlar. Laz pirincinin kendi­ne has esmer bir rengi ve hoş bir tadı vardır. Bu pirinç yüksek yerlerde ve susuz arazide yetiştirilmektedir. Lazların ihraç ürünleri arasında meyve ve fındık başta gelir. İhraç ettikleri işgücü ise taş yontucuları, inşaat ustaları, dülgerler, demirci us­taları ve bunlara benzer sanat erbablarıdır. Lazların ürettikleri bıçaklar pek ünlüdür. Bu bıçaklar her yerde aranan zarif sanat eserleridir. Lazlarda balıkçılık da pek gelişmiş uğraşlar arasındadır. Bu işte ünlüdürler. Donanımları iyidir. Elde ettikle­ri balık ürünü bereketlidir. Laz erkekleri para kazanmak için gurbete giderler. Laz bıçkıcılar Rusya kıyı boyunca da iyi tanınmaktadırlar. Atina (Pazar) Lazları genellikle fırıncılıkla uğraşırlar. Güney Rusya'da öyle bir kent yoktur ki Laz ekmekçi ustalarına Taslanmasın. Bu nedenle Pazar Lazları Rusça öğren­mişlerdir. Pazar sokaklarında Rusça konuşanlarla karşılaşmak mümkündür. Viçe Lazları tütüncülüğe önem vermektedirler. Sahilboyu kentlerinde tütün ticareti ile isim yapmışlardır. Osmanii bürokrasisinde büyük yerleri olanların çoğu Viçelilerdir. 300 kadar Laz çeşitli memuriyet hizmetlerinde iş görmektedir. Okur yazar Lazların çoğu adliye işlerinde ve posta-telgraf işle­rinde yer almaktadır. Viçe merkezi aydın insanların kenti sayılır. Bu kentten 50'den fazla öğrenci Konstantinepol'de yüksek tahsilde bulunmaktadırlar. Bu gençler ileri bilgi düze­yinde olmakla beraber kendi öz milli meselelerine değinemi­yorlar. Zira Laz patriotizmi (yurtseverlik) devletçe şiddetle izlenmektedir. Lazcayı kullanmanın yanısıra Laz ulusun­dan da sözetmek yasak ve tehlikelidir. Müslüman hocaların Lazlara anlattıkları uydurma hikayelerde: Lazların bu mıntıka­larda görünmeleri üçyüz yıllık bir meseledir. Çevredeki Hıristi­yanlık kalıntılarını ise bu hocalar Lazlar'a değil, Megrellere mal eti inektedirler. Bu şartlarda Laz halk edebiyatının korunup yaşatılması mümkün olmamıştır. Bundan dolayı da Lazlar sözlü ve yazılı edebiyatta zengin görünmemektedirler.

Lazlarda yerel grup oyunları sözlüdür. Lazca bu şarkılı oyunlara “Obiru” denmektedir. 5-6 kişilik iki grup oluşturulur. El ele tutuşmuş oyuncular seri ayak hareketleriyle birbirlerine doğru yaklaşıp uzaklaşırlar. Her grupta bir türkücü solist vardır. Bu kişi karşıki gruba türkülerle dokunmaktadır. Bu sözlerle karşıdakini mat etmek önemlidir. Kadınlar bu grup oyunlarında yer almazlar. Onlarda ayrı grup olarak oynamaktadırlar. Erkek­ler kız oyunlarını ve atışmalarını uzaktan izleyebilrler. Bu atışmalarda söylenen Lazca türküler birer edebi eser niteliğin­dedir. Niko Maar'a göre: “Lazlar başlarında kabalak giymekte­dirler. Önceleri kabalaktan başka, bir çeşit Gürcü şapkası da gi­yinirlerdi. Bunun Lazca adı Kudi'dir. Gürcüce'de de bu giysinin adı kudidir. Lazlar önceleri ahşap evlerde yaşarlardı. Şimdiler­de binalar taştan yapılmaya başlanmıştır. Odaları çok zarif ağaç oyma ve kabartmalarla süslüdür. Bu el sanatı Lazlara özgü bir iştir. Bu oymalar Gürcü oyma ornamentasyonuna çok benze­mektedir. Lazlar alçak ayaklı bir çeşit masalar kullanmaktadı­rlar. Buna da “Tepuri” adı verilmektedir. Evlerindeki eşyalar arasında örme sepetlere çok Taşlanmaktadır.   Lazistan etnografyasi   Maalesef bugüne kadar Lazistan etnografyası araştırma ve inceleme konusu olmamış. Akademisyen Niko Maar'ın “Coğrafya-Etnografya Tetkikleri” ve Zakaria Tçiçinadze'nin “Rusya Lazları” adlı eser dışında bugüne kadar Lazların yaşantıları, gelenek, görenekleri konusunda eksiksiz bilgi veren olmamıştır. Lazların yaşantılarını, örf ve akidelerini tetkik ve tespit etmek bize onların kardeşleri olan Megreİleri, îmeretlilerle, Kartilelerle, Kahlılarla olan soy ve gelenek bağlarının muka­yesesi ile öğrenmemize yardım edecektir. Bilginlerimiz bu nok­tadan hareketle önce Lazca öğrenmek ve bu dilin Gürcüce ile or­tak yanlarını saptamak çalışmalarına giriştiler. Niko Maar, Türkiye Lazistan'ına araştırma görevi ile giden ilk bilim adamımız olmuştur. İlk Laz lisanı gramerini düzenleyen de odur. Bu çalışmalara katılan başka bilim adamları da olmuştur sonraları. Profesör İ. Kipşidze, akademisyen Amold Çikobava ve Profesör S. Jğenti bunlardan bazdandır. Bu çalışmalar, LazGürcü yakınlığının tayininde çok büyük rol oynamıştır. Bu çalışmalar sonunda Laz edebiyatına ait çok değerli metinler yayınlanmıştır. Bu belgeler henüz Gürcüceye çevrilmemiştir. Bu bakımdan Lazca bilmeyen Gürcüler için bu halleriyle yararlı olmayabilirler. Bu metinleri Gürcücç karşılıklarıyla okuyucuya sunmak ilk görevimiz olacaktır. Laz ve Megrelce metinlerin karşılaştırılması bu iki lehçenin tek dilin öğeleri olduğunu orta­ya apaçık koymuştur. Bu iki kardeş halkın ortak yurtlarında kan ve kültür bağlarının araştırılması için yeterli gerekçe elde edil­miştir.

Laz ulusunun coğrafi yayılışı epeyce genişçe bir sahayı kapsar. Sarp köyü ile Kemer köyü arasında kalan sahil şeridi, güneydeki dağ silsilesi ve birçok vadiler bu sahanın kapsamı arasındadır. Vahuşti'ye göre bu topraklar: Baiburt ile Borç­ka'nın güneyi, Tçaneti dağları ardına kadar olan saha Tçaneti arazisidir. Artık bu sahaya Tçaneti değil, Lazistan diyorlar. Sa­hilden ise: Goniodan Trabzon'a kadar uzanan kıyıboyunu içine alır. Bu sınırlar içerisinde yaşayan halk Laz'dır, Lazca konuşur. Bazı yörelerde Osmanlı etkisi ile üslup bozulmuştur. Niko Maar'ın ifadesine göre: Tüm bölgelerde en temiz lisan kullananlar kadınlardır. Eski gelenekleri en güzel şekilde yaşatanlar da yine Laz kadınlarıdır. Köylü kesimi kentliye nazaran daha arı Lazca konuşmaktadır. Fortuna vadisinde konuşulan Lazca en bozul­mamış Lazcadır. Atina yöresine nazaran burada daha temiz Lazca kullanılmaktadır. Osmanlı Lisanı Lazca üzerinde ağır bir etki yapmıştır. Bugün Lazcayı Türkçenin yardımı ol­maksızın konuşabilmek hemen hemen olanaksızdır. Türk­çenin dışında Yunanca da Lazca üzerine etki yapmıştır. Bu nedenle Laz lisanı birçok ağızlara bölünmüştür. Yine bu neden­le Lazcanın edebi lehçesini tespitte güçlük çıkmaktadır. Laz­lar’m politik bağımsızlıktan yoksun olmaları edebi lehçe tespi­tinde başka bir engelliyici problemdir.

Lazcayı iki farklı lehçeye indirgemek mümkündür. Bu iki lehçe birbirinden o derece uzaklaşmıştır ki, neredeyse ko­nuşanlar birbirlerini anlayamaz duruma gelmişlerdir. Bu iki lehçenin coğrafi sınırları şöyledir: Doğuda, Sarp, Hopa, Viçe, batıda, Viçe'den Kemer'e kadar olan saha ve Atina batısı. Bu ağız farkları o derecede ayrılık göstermektedir ki bir ara Niko Maar'ı bile yanlış kanaate götürmekteydi. Niko bir yazısında: “Megrelce ile Lazca aynı kökene bağlı iki dil olmasına rağmen bu gün müstakil iki ayn dil görünümü vermektedir­ler” demişti. Niko'dan sonra yapılan Laz-Megrel dillerinin gramatik analizleri bizi kesin ve sağlam sonuca götürmüştür. Arnold Çikobava'ya göre: Lazca ile Megrelcenin aynı kökenli dil olduğu konusunda yeterli delil artık elde edilmiştir. Bu tek ulu­sun iki ayrı evladı tarihi kaderleri nedeniyle birbirlerinden ayrı düşmüşler, dilleri de zamanla başkalışıma uğramıştır. Onların başlangıç tarihlerine inildiğinde aynı ailenin fertleri olduğu açı­kça görülür. Zugdidi ve Gali dolaylarında yaşlı Laz ve Megrellerle yapılan görüşmeler bizim bu düşüncemizi doğrulamıştır. “Arnold Çikobava devamla Lazca ve Megrelce tek bir Zanca'nın iki ayrı lehçeleridir. Öyleki farkları Gürcücedeki Gur, Hevsur, Lenteh ve Bal-kvemo ile Svan lehçelerinin birbirieriyle olan farklar kadar bile değil. Gur ve Hevsur lehçesinin Kartli ana lehçesiyle uzaklığı, Lenteh ve Beço lehçelerinin birbirieriyle olan uzaklığı, Laz-Megrel uzaklığından daha fazladır. Fakat tüm bu lehçeler tek bir Gürcücenin lehçeleridir.

BugünLaz-Megrel lehçelerinin tek bir lisan olan Zancanın iki ayrı ağzı olduğu hususunda ihtilaf kalmamıştır. Zancanın da Gürcücenin ta kendisi olduğunu söylemeye gerek olduğunu sanmıyoruz.

Burada karşılaştırmalı bir kaç sözcük örneği verelim:

 

Tkebi

Tkebi

Tkavi

Deri(Gön)

Otskertu

Otskerdu

Utskerda

Bakıyordu

Mtskiri

Tskiri

Rtskili

Pire

Kvari

Kveri

Kveri

Çörek

Kona

Kvana

Kana

Tarla

Gza

Gza

Gza

Yol

Kineri

Kini

Kinuli

Dondurma

Tçkoni

Tçokoni

Muha

Meşe

Kurdzeni

Kurdzeni

Kurdzeni

Üzüm

Mu tku

Mu tku-

Ra tkva

Ne dedi?

Hoci

Hoci

Hari

Öküz

Kotumi

Kotumi

Katami

Tavuk

Puci

Puci

Puri

Düve

Cuma

Cima

Dzma

Kardeş(Erkek)

Dğa

Dğa

Dğe

Gün

Tçkinti

Tçkinti

Tçikinti

Süt mısır, fasülye

 

Daha sayısız benzerlikler bulunan Laz ve Megrel sözcükle­rinin cümle içinde kullanılışları görmek için bir fıkranın bu iki dilden anlatılışını gözden geçirelim burada.

Nanak Mu Tku? (Lazca)

Ar dğas, nanakala konaşi mendaptit. Ek kai Lazuti çantu. Ma Tçkintiş otohus kogevuçki do buliş kerkitenoşve tsantsas dolovobğabpi. Nanakti kalatite tçinti lobia tsiluptu. Jur saatişkule çkimi çuta cuma Alioşa kapineri şur dololaperi çkinda komohtu do mitsves:

-Pucik çereli geni kodorinuia.

-Hocii vana mozari? kithu nanak.

-Hocia.. utsu Alioşak,

-Pote kai dzira do pinpili dihaşa gegihtas. Mozari tukonna kai tuia. Ma gomakvirdu do nanas bkithi:

-Moro dadis kulani-na aku muyeni pati gatsonuma?

Nanak mu Tku? (Megrelcesi)

Arti dğas nanatskuma kvanaşa midabrdit. Tek eğiri laiti çandu. Ma tçinkintişi tahuva kidipçki do buliş kerkit natsua kalats dinmuvorğvandi. Nana kalatit tçkinti lebias tsilundu. Jiri saatiş ukuli çkimi çize cima Alioşak nılat şuladirki çkinda kumortu. Mitsues, puciak tçangagini kodabadua.

Hocire do pucire? kithu nanak,

-Hocire. utsu Alioşak

-İnmeri cgirik gağolu. Primuli dihaşah mordudas. Puci koopendukan eğiri ikuapudu.

Ma gamakvira do nanas vkithi:

-Aba bitsos (dzğabik) aşuni, muşeni getskinu?

Titskuma mutku nanak?

Annem Ne Dedi? (Türkçesi)

Bir gün annemle birlikte tarlaya gittik. Orada güzel mısırlar vardı. Süt mısırları kırmaya başladım. Kiraz kabuklarından örülmüş sepete doldurdum. Annemde eteğine taze (süt) fasulye dolduruyordu. İki saat geçmişti. Küçük kardeşim Alioşa soluk soluğa koşarak yanımıza geldi:

-İneğimiz alaca buzağı doğurdu, dedi.

-Erkek mi dişi mi? sordu annem,

-Tosun, dedi Alioşa.

-Allah iyiliğini versin. Sakalın yerlere kadar uzansın. Ama dişi olsaydı daha iyi olurdu.

Annemin bu sözüne hayret ettim. Sordum:

-Öyleyse yengem kız doğurduğunda niçin üzülmüştün?

Annem buna ne cevap verdi bilir misiniz?   Lazcanın üç lehçesi vardır: 1. Atinuri, 2. Vitsur-Arkabuli, 3. Hopuri. Atinuri lehçesi de (Bulepuri) (Artaşanuli) olarak ikiye ayrılmaktadır. Hopuri lehçesinin hareket noktası (Çhaluri)dir. Vitsur-Arkabuli lehçesinin oluşumu ise bu iki bölgenin karışımından meydana gelmişir.

Şimdi burada bu üç değişik laz lehçesinin karşılaştırmasını görelim:

Hopuri

Vitsur-Arkabuli Atinuri

Türkçesi

Tsakari

Tsari

Tsari

Su

Tkebi

Tebi

Tebi

Deri(Gön)

Kuci

Uci

Uci

Kulak

Çkoni

Mçokoni

Mçoni

Meşe

Matskunen

Matskunen

Matsunen

Darılırım

Tkobaşa

Tkobaşa

Tkobaşe

Gizlice

Kvaoci

Uaoci

Kvaoci

Karga

Kvali

Kvali

Kvali

Peynir

 

Bugün coğrafi ve politik engeller yüzünden Lazca ile Meg­relce gitgide birbirinden uzaklaşmaktadır. Megrelce Gürcüce­nin, Lazca ise Rumca ve Türkçenin etkisi altında kalmaktadır. Bunun sadece Gürcücüye ilişkin yönüne örnek olarak ba­kalım:

Lazca Megrelce                                      Gürcüce Türkçesi

Eskiden Bugün

Markvali Markvali Kvertshi Kvertshi Yumurta

Nana

Nana

Dida

Deda

Anne

Noğa

Noğa

Kalaki

Kalaki

Kent

Dzikva

Dzikva

Şarvali

Şarvali

Şalvar

 

Bu günkü Türkiye Lazistan'ının nüfusu bir türlü 240.000'i açamamaktadır. Bu nüfus içersinde Lazca ko­nuşanların sayısı da 160.000 geçmemektedir. Bu durumu şu şekilde açıklamak mümkündür: Kentsel yaşam koşullan Lazları ana dilde konuşma olanağı tanımamaktadır. Kentteki tüm ilişkiler Türkçe üzerine kurulmuştur. Anadolu'nun iç ve uzak kentlerine göçe zorunlu bırakılan Laz kesimi anadillerini kul­lanma olanağından yoksundur. Lazcanın ayakta tutulduğu yer­ler ise: Türkçe konuşmakta güçlük çeken kırsal kesim kadı­nlarının dünyasıdır.

Yukarıda belirtildiği gibi: Lazistan sahası, Çoruh vadisin­den Trabzon kentini içine alacak şekilde sınırlanmıştır. 1925 yılına gelene değin bu bölge Türkiye haritalarında Lazistan olarak gösterilmekteydi. Buna göre Karadeniz sahilboyunca Laz kentleri olarak kabul edebileceğimiz yerleşim birimleri şunlardır: Trabzon(Lazcası Tramtra), Rize (Rizini), Mapavre (Mepeuri), Pazar(Atina), Sürmene, Vitse, Hopa ve bunlara bağlı köyler. Tüm bu yerleşim birimlerinin adlan yakın tarihe değin Lazca-Gürcüce olarak kullanılmaktaydı.

Bugünkü Gürcüstan'da, Sarp köyü dışında daha bir hayli Laz nüfusu yaşamaktadır. Bunlar: Batum kent merkezinde, Go­nio bucağında, Thilnari, Maho ve Simoneti köylerinde otur­maktadırlar.

Bunun dışında Abhazya'da da bir miktar Laz nüfusü bulun­maktadır. Gudauta, Oçamçire, Sohum kentleri çevrelerinde dağınık olarak yaşayanların dışında topluca bulundukları ke­simler de vardır. Bu topluluk Gulripşi kenti yakınındadır. Top­lam nüfusu 2500'den fazladır. Son yılların getirdiği tarımsal ve sınai gelişmeler paralelinde Lazlann sosyo-ekonomik güçle­ri diğer bölgelerdeki Gürcülerle birlikte yükselmiştir. Gürcüstan'da en az lise tahsili görmemiş Lazla karşılaşmak mümkün değildir. Türkiye bazlarının % 98'i okuma, yazma bil­memektedir.

Lazlar işlek hafızaları ile tanınırlar. Türkiye devlet organ­larında çok sayıda aydın Laz hizmet görmektedir. Buna rağmen bunlar diğer Gürcülere uygulanan kısıtlama metodu yüzünden sonuna değin yükselme olanağından yoksundurlar.

Tarımcılık ve Kültür Çeşitleri

Çoruh vadisi ile Trabzon arasında uzanan Laz topraklarının güney sınırı geniş yaylak ve ormanlarla çevrilidir. Bunlardan: Liman, Azlağa, Hopa, Bucak ve Beğlevan-Cipoka arasındaki sıra dağlar pek güzel ve ünlüdürler. Lazistan'ın çok güzel sahil şeridi, iğneyapraklı ormanları, sağlam doğa havası ve buz gibi berrak sulan Gürcüstan’ın sayfiye yerlerini anımsatmaktadır.

Lazistan doğasının güzelliğineturunçgiller, portakal, li­mon, mandalina, narenciye bitkileri de ayn bir güzellik katmak­tadır. Buna incir, fındık ve çay bitkilerini de katabilirsiniz. Doğasının bunca zengin ve bereketli olmasına rağmen Lazis­tan, bu gün ekonomik yönden geri kalmış bir bölge olarak görülmektedir.

Lazların baş uğraşı hâlâ balıkçılık ve sanatkarlıktır. Sarp köyü arazisi dalgalı bir yerdedir. Bu köyde yaşayanlar arazileri­ni çapa ile(Bergi) işlemek zorunda olduklarından yetiştirdikleri ürün yıl içinde yeterli olmuyordu. Gürcüstan’da Cumhuriyet dönemine girildikten sonra Lazlar’ın geleneksel uğraşlarına (Balıkçılık, deniz taşımacılığı, toprak işleyiciliği, sanatkarlık) yeni boyutlar kazandırılmıştır. Bağcılık, bahçecilik uğraşıları ise daha cazip hale getirilmiştir. Laz balıkçıların avlanma sa­hası: Çoruh havzasından Liman önlerine değin uzanmaktadır.

Lazistan'da: Orça, Vitse, Talaketi ve daha birçok köy halkı tümüyle el sanatlanyla ekmeğini kazanmaktadır. Azlağa, Ortahopa, Arhavi ve daha birçok köy halkı ise ticaretle uğraşmayı yeğ tutmaktadır.

Laz balıkçılar (Peluki) dedikleri araçlarıyla kendi yörele­rinden çok uzaklara değin açılırlardı avlanmak için. Trabzon (Tamtra), Sinop, Poli (Konstantinepol) vb. birçok uzak sahiller onların uğrak yeri olmuştu. Gürcüstan'da Cuumhuriyet yöneti­mi kurulduktan sonra yeni olanaklarla Poti, Anaklia, Sohum, Oçamçire ve hatta Kerç sahillerine değin uzanıp bereketli ürün elde etmek daha kolaylaşmıştır.

Lazistan'da 15 Nisandan sonra pirinç ekimi başlar. Bu işin baş emekçileri kadınlardır. Pirinç ekimi için toprak güzden hazırlanmaktadır. Lazların başta gelen ekmeklik hububatları mısırdır. Mısıra Lazcada Lazuti denmektedir.

Bazı araştırmacılara göre: Anadolu'nun diğer bölgelerine mısır bitkisi Lazistan'dan götürülüp tanıtılmıştır. Mısır ek­meğine Türkler Laz ekmeği adı vermektedirler. Anadolu'da mısır ve diğer bazı tarımsal ürünlerin geliştirilip yaygın­laştırılmasında Lazların çok büyük hizmet payı vardır diyebili­riz.

Mayıs ayı başlarında mısır ekimi başlamaktadır. Bu mev­sim Laz gençliğinin iple çektiği mevsimdir. Bu mevsimde ime­celer oluşturulur, türlü çeşitli oyunlar oynanır, şarkılar söylenir hoşça günler yaşanır. Evlenme çağındaki gençler gelecekteki eşlerini böyle günlerde beğenip seçerler. Laz gençleri beğen­dikleri kimseye duygularını türkülerle anlatmaya çalışırlar. Bu türkülerden bir örnek (1937 yılında Saıp köyünden 62 yaşındaki Bayramali Hiraloğlu'ndan derlenmiştir): *

Yaz ekimlerine de Laz gençleri bu türlü şarkı ve eğlencelerle giriyorlar. Önce toprağın yüzünü otlardan arındırıyorlar, sonra beş santim kadar çukurlar açıyorlar. îçine tek tek mısır taneleri gömüyorlar. Topraklarını bilimsel biçimde işleyip ürünün artırılmasını bilmiyorlar. Ürünün artırmak için topraklarını 4-5 yıl kadar dinlenmeye bırakıyorlar. Bu dinlendirme işini de sıra ile yapıyorlar. Bir kısım arazi dinlenmeye bırakılırken diğer bir kısmı ekime ayrılıyor. Bu iş böylece sürüp gidiyor. 4-5 yıl bo­yunca dinlendirilen tarlaya Ağremi deniyor Lazcada. İki üç yıl süreyle ekilip biçilen tarlaya da Moduli deniyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi pirinç işçiliği kadınlara özeldir. Ağremi top­rağında pirinç ekmek doğru değildir. Önce iki yıl üst üste mısır ekmek gerek buraya. Üçüncü yıl pirinç ekimi için elverişli duru­ma gelecektir artık. Nisan ayı pirinç ekimi ayıdır. Önce erkekler toprağı temizlerler. Mayıs sonuna değin ekim işi bitirilmelidir. Ardından mısır ekim zamanı gelmektedir. Bu işi de kadın erkek imece usulü ile gerçekleştiriyorlar. Mısır ekimi tamamlanmış tarla tırmıkla düzeltilmektedir.

Mısır ekimi de bittikten sonra sıra pirinç tarlalarını otlardan arındırmaya geliyor. Bu işi de kadınlar yapıyor. Ardından mısır çapalama işi yetişiyor. Mısır ürünü (Psumari) denilen otuz ok­kalık ölçü birimiyle ölçülüyor. Bu ölçüyü ekim sırasında da kuli lanıyorlar. Laf arasında (Bu yıl yirmi psumarhk arazi ektim)’ derler.

Güz başlangıcında pirinç hasadı başlamaktadır. Saplar de­met yapılır. Demetler erkekler tarafından eve, tavan arasına taşınır. Eğer ürün bol olmuşsa, bunlar yığınlar halinde bir yere toplanır, kurutulur. Sonra da kelleleri sopalarla dövülür. Ürünün samandan ayrılması rüzgâra karşı yabalarla savurmakla oluyor. Bu savurma işine de Lazca Ohintsu denmektedir. Bazen de bu demetleri kış aylarında öküzlerle ya da beygirlerle düvenleyip ufalıyorlar.

Pirinç hasadından sonra iş sırası mısır toplamaya geliyor. Toplanan koçanlar evlere taşınıyor, ayıklanıyor, Bagen denilen özel ambarlarda muhafaza ediliyor. Mısır sapları ve koçanlar­dan çıkma kabuklar hayvan yaygisi olarak, değerlendiriliyor.

Mısır koçanlarını ayıklama işi de çoğu kez imece işidir. Bu işte çocuklarda büyük ölçüde yardımcı olurlar. Bagende kurutülmüş mısır koçanlarının dövülmesi kalın topuzlu sopalarla yapılmaktadır. Üçbeş erkek bagenin ızgaralı döşemesi üzerinde yığılı koçanları dövüyor, tanesi ızgaralardan aşağıya dökülüyor, boş somaklarise orta yerde kalıyor. Mısırın un hali­ne getirilmesi genellikle köy yakınında, bir ırmak üzerinde ku­rulu Mskibu denilen su değirmenlerinde olmaktadır. Aşağı yu­karı Lazlarda her aile grubu özel bir değirmene sahiptir. Bazen de bir kaç değişik aile ortak değirmen kurmakta, sıra ile bundan yararlanmaktadır.

Darı da biçildikten sonra tavan arasında depolanıyor. Başaklan kurutma işi Ovle adı verilen çubuk örme kaplarda, ba­ca içinde asılmakla yerine getiriliyor. Başaklar baca içinde iki günde ufalanmaya hazır hale gelmektedir. Darının harmanlan­ması Onçamure'de pirinçte olduğu gibi Onçhvare yapılmak­tadır. Ürünün bol olduğu yıllar harmanlama işi için su ile işleyen bir çeşit çarklı makine sisteminden de yararlanılmaktadır.

Toplumsal iş hayatında imecenin, karşılıklı yardım­laşmanın pek önemli yeri vardır Lazistan'da. Geniş arazilerdeki ekim (Otasu) ya da (Ohaçku), çapalama (Gomalu), ayıklama(Okinu) işleri hep bu tür dayanışmalarla yürütülmektedir, küçük arazilerdeki sebze, meyve yetiştirme işlerinde imeceye gerek duyulmamaktadır. Çalışma sırasında karşılıklı türküler söylemek, şiirler okumak Laz iş hayatında önemli yer tutmak­tadır. İş sırasında gençler iki gruba ayrılmakta, karşılıklı iğnele­yici şiirli, türkülü sözlerle atışmalar zincirini sürdürüp götürmektedirler. Bu atışmah türküler sık sık balıkçı ağı ipliği eğiren kızlar arasında da yapılmaktadır:

İmeceler sıra ile yapılmaktadır. Önce bir kaç imeceye gidi­lip gün kazanılmakta, 15-20 işgünü kazanılınca da imece top­lanmaktadır. Bazen de önceden imece çağrılmakta, sonraki günler bunun karşılıkları ödenmektedir. Buna adam kazanmak (Koçi mogaperi) ve adam borçlanmak (Koçiş gedvaleri) denir. İmece de borç savma işine (Gedvaleri), gün kazanma işine de (Ugedvalu) denmektedir. .

İmece çeşitlerini de şöyle sayabiliriz: Ekme imecesi (Ohaçkuşnoderi) Çapalama imecesi (Gomoluşnoderi), Mısır toplama imecesi (Otahuşnoderi), Ayıklama imecesi (Okinuşuoderi), Devşirme imecesi (Otsiluşnodeıi), vb. Bu imecelerde kadın er­kek birlikte çalışılır.

Yeni kurulmakta olan bir evin ağaçlarının taşınmasında, yeni inşa edilen bir deniz aracının suya indirilmesinde (Pelukaş gelançeşi), Ağ ipliğinin eğrilmesinde (Masaş nokapeş othu) borçlandırmadan, karşılık beklemeden imeceye katılmmaktadır. İnşaat araçlarının taşınması, av araçlannın suya indirilme­si işi erkeklere, iplik eğirme işi de kadınlara aittir. Burada kadın erkek işbirliği yoktur.

Bir köyde değişik birkaç imece aynı gün çağrılabilir. Bu köyün büyüklüğüne, yapılacak işin önemine göre değişir.

İmece günü ve adam sayısı imece sahibince önceden belir­lenir. Ona göre yemek hazırlığına girişilecektir. Sabah erken­den imece sahibi köy içinde yüksekçe bir yere çıkar, çevreye (Hayde, hayde) der, çalışma saatini bildirir. Kimi zaman nişanlı kız ile (Noğami) nişanlı erkek karşılıksız olarak birbirinin işine koşmaktadır.

Laz evleri genellikle meyilli arazide kurulduğundan temel yeıini kazımak büyük işgücünü gerektirmektedir. Bu tür işte de karşılıksız yardımlaşma görülmektedir. İmeceye katılanlar 8 sa­atten fazla işte tutulmazlar. Şarkı, türkü, şiir okumada geçen süre de buna dahildir.

İş araç gereçleri:

Bugün Türkiye Lazistan'ında yaşayan.halk ekonomik ve kültürel gerikalmışlık nedeniyle tarım araçlarını babadan, ata­dan kalma biçimleriyle kullanmaktadır. Bunlar arasında karasapan (Hocikokari) örnek gösterilebilir. Bu alet kambur bir ağaç­tan yapılmakta, ucuna demir susta takılmakta, çift öküz koşulup kullanılmaktadır. Mısır ekiminde kullanılan araçlardan dar ağızlı (Çapabergi) ile geniş ağızlı (Palabergi) de hâlâ tarihi karekteriyle yaşamını sürdürmektedir. Toprak kazıma işinde kul­lanılan araçlardan biri de (Obelusbari) denilen bel'dir. Bu araç demirden yapılmış, iki dişli bir nesnedir. Tezeklerin ufalan­masında kullanılan bir çeşit tırmık (Potshi) de ilkel haliyle yaşamaktadır. Hasat işinde kullanılan bıçkı ise bildiğimiz el orağıdır. Tüm bunlar, kuşaklar boyunca değişmemiş, geliştiril­memiştir.

Lazlar bahçecilikle de uğraşmaktadırlar. Yetiştirilen sebze türleri: Lahana, fasulye, pırasa, soğan, salatalık, nane, mayda­noz, reyhan, domates, biber, patlıcan gibi ürünlerdir. Tavuk­ların saldırısından korunabilmesi için bahçeler en az 500 metre kadar köy dışında olmalıdır. Patlıcan, taze fasulye salatalık, do7 mates gibi sebzeler kışa saklanmak üzere konserve edilir.

Lazların uğraşıları arasında meyvecilikten de söz edebili­riz. Şeftali, elma, armut, üzüm, erik, defne, fındık, nar,ayva, in­cir, dut, vb. meyveleri Lazistan'da bolca raslanan meyvelerdir. Kış için, elma, armut, erik, incir gibi meyveler güzden dilim lenip kurutulabilir. Üzümden pekmez, ekşimik ve sirke (Cumori) yapılmaktadır. Üzüm pekmezi şöyle çıkarılmaktadır: Olgun salkımlar devşirilip torbalara doldurulmakta, torbalar tahta sandıklara yerleştirilmekte, sandıklar masa gibi yüksekçe ve te­mizce bir yere oturtulmakta, sandığın altına geniş ağızlı bir ka­zan yerleştirilmekte, sabunla iyice yıkanıp temizlenmiş ayak­larla sandık içindeki üzüm torbalan çiğnenmektedir. Çıkan şıra kaynatılıp pekmez elde edilmektedir. Torbalarda kalan cibre ise bazen üzerine, su, tuz, ekmek hamuru ve bir miktar da demir çi­vi kaynatılarak sirke yapımında kullanılıyor. Demir çivinin .bu karışıma atılması “Çivi gibi sert olsun” biçiminde yorumlanı­yor. Tuz ilave edilmesinin anlamı da kaynatılan şeyin “Şaraba” benzetilmemesi ve kullanılmasının helal olması biçiminde açıklanıyor. Ekmek hamurunun karıştırılmasının anlamı da    çıkacak olan şeyin ekmekle ilişkili ve nimetten sayılmasındandır.

Kazanda biriken üzüm suyu sert ateşte kaynatılmaya bırakılıyor. Kaynama sırasında, üzerine bir miktar “Kül” katılıyor. Külün ekşiliği alacağı söylenir. Bu mayi koyulaşıp katılaşıncaya değin ateşten indirilmiyor, sık sık karıştırılıyor. Kıvamı yeter dereceye geldiğinde de ateşten indirilip soğumada bırakılıyor. Pekmez birkaç çeşit yemek yapımında kullanılabi­len bir maddedir. Bunlardan en ünlüsü ise Lazların özel yemeği olan “Termoni”dir. Termoni yemeği, pekmeze bulgur ve fasul­ye karıştırılarak macun haline getirilmekle elde edilmektedir. Pekmez uzun zaman korunması kolay olan yiyeceklerdendir.

Mart başlarında Lazistan’da narenciye bahçelerinde temiz­lik ve toprağı kabartma işi başlıyor. Bitkilerin kuru ve zayıf dal­ları ayıklanır, çevrelerindeki parazit bitkiler ortadan kaldırılır, ağaç dipleri gübrelenir. Seyrekte olsa kar yağdığı zamanlar na­renciye ağaçlarının kar yüklü dallarını silkelemek ihmal edil­mez bir iştir Lazlar için. Kışların ağır geçtiği yıllar taze narenci­ye fidanlarının sarılıp sarmalanması, soğuktan korunması gere­kir. Lazların portakal ağacı yetiştiriciliği ve aşı sistemi şöyledir:. Yaşlı portakal ağacı üzerinde genç bir dal seçilir, bu dala “Pilisi” denir Lazcada. Pilisinin dip kısmından 5 santim kadar genişlikte bir kabuk şeridi çizilip çıkarılır. Soyulan bu kabuksuz kısım çakı ile iyice kazınır. O kadar ki bu kısımda kabukaltı nemi, kay­ganlığı kalmamalı. Pilisiye kestane kabuklarından bir saksı yapılır, çevresi ince ve kuvvetli toprakla doldurulur. Mayısta yapılan bu operasyon, sonbaharda açılıp bakıldığında Pilisinin soyulan yerin üzerinden saksı içinde kök saldığı görülür. Köklü pilisi ana ağaçtan kesilerek toprağa dikilir. Bu sistem aşılara Lazcada “Dolukidu” denmektedir. Narenciyenin diğer türleri, ise normal kalem ya da göz aşısı sistemiyle yapılmaktadır.

Lazlar’ın baş uğraşıları balıkçılık ya da sanatkarlık sının çok geniştir. îş için evinden uzaklaşanlara “Gurbete gitti” denir.   Gurbetçi Lazlar arasında: Balıkçılar, gemi yapım ustaları, inşaat ustaları ilk sırayı almaktadır. İkinci sırayı tutanlar ise sahilboyu, liman işçiliği yapanlardır. Bunlar Poti'den başlayarak tüm Doğu Karadeniz yarımdairesi boyunca Kerç(Kırım) boğazına kadar yayılmaktadır. Bu arada Lazların bulunmadığı bir kent düşünülemez. Üçüncü sırayı alanlar, inşaat yapımcıları, dülgerler vb. dir. Bunların çoğunluğu Gürcüstan’ın değişik yörelerinde, Acar'da, Gurya'da, îmerite'de, Samegrelo'da iş tut­maktadırlar.

Yeni evli Laz gençlerinin ekmek parası peşinde gurbete gi­dip yıllarca yuvalarına geri dönmedikleri bilinen bir gerçektir. Gurbete gidip aile yaşamından yoksun kalan Lazların ağzından söylenmiş türkülere bu yüzden çokça raslanır. Bunlardan işte bir örnek:

Türkçesi

Her zaman gurbetteyim

Kefal tutuyorum ben

Yarimi görebilecekmiyim diye

Falcıya fal baktırıyorum *

Hafiften bir yel esti

Aldı yarimi Potiden(Kocamı)

Nasıl aklım başımda olsun

Yarimi hatırladıkça ben(kocamı) *

Tsana mot var gulukter

Yıllar, bitmek bilmiyorsun

Canım boğazıma dayandı

Gelin evde şaşkın şaşkın dönüyor

 Gözleri hep denizlere doğru

Ey yelkenli gemi (sandal)

Niçin bıı tarafa bakmıyorsun

Niçin sevgilimi getirmiyorsun

 Yürekler ıztırapta...

Uzun zaman evini dönemeyen Laz balıkçının eşi de ardından şunlan söylemektedir:

Türkçesi

Ey yelkenli gemi (sandal)

 Gel beni de al götür

Gurbete gidiyorsan

Yarimi de al getir (kocamı)

Eğer orada evlenmişse

Onun ölüsünü al gel bana

İkisine de ip bağla

Onları sürükleyerek getir.

Yaz bitimi, güz başlangıcında Laz balıkçılar ağlarını gözden geçirmektedirler. Gürcüstan Lazları Cumhuriyet döne­minden önce köhnemiş teknikle avlanmaktaydılar. 60 yıllık tecrübesiyle 75 yaşındaki Laz denizci Ali Reis Numanişi bize şunları anlattı:

“On yaşımda balıkçılığa başladım. Kullandığımız araçlar dededen kalma şeylerdi. Bugünkü modem teknik olanaklarımız yoktu. Sandallarımız “Nuşi” denilen bir çeşit araçlardı. Bunlar kalın bir kütüğün yontulup kayık biçimine sokulmuş ve içi oyul­muş ilkel şeylerdi. Ağlatımızda öyle. “Suakişmosa” dediğimiz serpme ağlardan ibaretti. Bunun yanısıra olta da kullanırdık. Her balıkçı evinde ağ örülebilirdi. Oltayı demirci ustalanndan satın alırdık. Gürcüce Nuşi denilen kayıklar zamanla gelişti, bi­çim değiştirdi. Yeni şekline de Tçimiği diyorduk. Daha da ge­liştirilen bu araçlara bugün Peluki diyoruz işte. Oltalar bugüne dek modadan kalkmadı, hâlâ işe yaramaktadırlar. Bugünkü ol­talar eskilerine göre çok daha güzel ve kullanışlı. Demircinin kaba elinde yapılanla fabrikada üretilen olta bir olur mu? Bugünküler fabrikasyon oltalar. “Suakiş mosati” dediğimiz başka bir çeşit çengel daha var. Buna da sadece “Suaki” de­diğimiz balık türünü yakalamakta kullanıyoruz. Bunların dört keskin çengellileri de var. Biz “Kamangi” diyoruz buna. Bunun­la da “Sparo” adı verdiğimiz türden balıklar avlıyoruz. Sarp köyü önünde deniz içinde kocaman kayalıklar var. Bunlardan birinin adı “Kvamoahzi”dir. Kvamoahzinin bir kenarına deniz­den avladığımız “Mantai” yani “Medüz”ü -bir tür sünger, bağlayıp balıkların buraya üşüşmesini beklerdik. Elimizde çen­gelli mızraklar olduğu halde. Çok geçmeden balıklar medüzün üzerine üşüşür emmeye başlarlardı. Bizde süratle elimizdeki çengelli mızraklarla saldırır, şişleyebildiğimizi çıkarırdık. Bu mızraklara da Lazca “Kamangi” diyorduk.

Bir tür aletimiz yine var. Bunu da Zargana balığı avında kul­lanıyoruz. Üç metre sopadan oluşur, basit bir şey. Üç adet sopayı ucuca birbirine bağlar, sargılarla sıkıca sarardık. Sopalar dipten uca doğru incelirdi. Bu aletin elde tutulan ilk bölümüne “Tudeni”, ikinci, ortadaki bölüme “Şkaşi”, üçüncü uç bölümüne de “Komurişi” diyorduk. Ucuna 12 metre kadar uzunlukta, renkli ipek bir ip bağlanırdı. Bu ipek ipin hazırlanışı da şöyle olurdu: İpekböceği kozalan kaynatılır, yumuşatılırdı. Sonrada bu şaplı suya yatırılırdı. Yaban elması (ahlat) ağacı kabuklan bakır bir kapta iyice haşlanır, renkli suyu çıkarılırdı. Sonra da ibrişim bu    suya yatırılırdı. Bundan açık kırmızı bir renk elde edilirdi. Bu renk iplikle yapılan av sezonun başlarında mümkündü. Bir ay kadar sonra ise artık renk değiştirilir, daha koyu sarıya boyan­ması gerekirdi. Koyu san rengi veren bir başka bitki vardır. Bu­na Lazcada Tskipili diyoruz. Bu bitki ince ince kıyılmakta, içine soğan kabukları karıştırılmaktaydı. Sonrada iyice karıştırılıp kaynatmak gerekti. Bundan koyu san bir renk boya elde edilirdi. İbrişimleri bunun içine yatırır boyarlardı. Bu iplikten hamsi benzeri taklit yemlik balıklar örülürdü. Bunlar 12 metre kadar halatlara bağlanır suya bırakılırdı. Halat çekilip sürüklendiğin­de hamsi sürüsünü andıran aldatmaca balıklar (Tkomili) zarga­naların saldırısına uğrar. Bu yalancı hamsilerin yüzeyi ipek ip­likçiklerle örülü olduğundan zarganalann dişleri bu iplikçiklere takılır, artık kurtulamazlardı. îyi bir av metodu olmasına rağmen bu usul çoktan terkedilmişti. Ancak bazı deneyimsiz genç balıkçılar bunu seyrekde olsa kullanmaktadırlar. Ciddi ve büyük çaptaki balıkçılık bugün modern teknolojilerle do­natılmış araçlarla yapılmaktadır.

Eskiden balıkçılık bugüne bakınca çok daha zordu. Bazen buz tutan sahillerde biz yalınayak dolaşmak, çalışmak zorun­daydık. Şimdiki balıkçılık, balıkçılık değil, eğlence. Ayakta balıkçı çizmeleri, sutta özel giysiler. Ne var böyle çalışmaya.” Ali Reis Numanişi sözlerini bitiriyor böylece.

Eskiden elde edilen balık ürünün bölüşülmesi de bir başka türlüydü: Örneğin: Tekne hakkı 2 pay, Ağ ve edevat hakkı 4 pay, bunların sahibi olan kişiye 1 pay. Etti 7 pay. Kalan ürün de ava katılan kişi başına bir pay olarak dağıtılırdı. Yani bu aşamada bir . kişiye düşen balık miktarının 7 misli araç gereç sahibine verilir­di. Şimdiki sistemde biraz değişiklik görülmektedir. Ava katı-, lan her kişiye aynı oranda pay verilmekte, bunlann başında du  ran, yönetici uzman kişilere de biraz farklı pay çıkarılmaktadır.i Eskilerde Yunus avı için Çakmaklı tüfeklerden yararlanılırdı.Ağır ağır seyreden tekne içinden saatte en çok beş atış yapılabi­lirdi. Bundan 4'ü isabet alırdı. Şimdilerde süratli motorlu araç-1   larla 25 kadar atış yapılıyor, bunun 23'ü isabet ettiriliyor. Şimdi­ki tüfekler eskiler gibi ağızdan dolma değil, modem, hartuçlu otomatik tüfeklerdir.

Lazistan'da dere balığı avcılığı da yapılır. Ancak bu tür avcılıkta henüz bir gelişme görülmemiştir. Eski usullerle ve ba­sit araç gereçlerle bu iş sürdürülmektedir. Bu işte Kalati örme çubuk sepet ve Helehı iki sopa arasında gerilmiş ağ geniş çapta kullanılmaktadır.

Lazcada Kopsia adı verilen hamsi balığı gırgır ve parapati usulü ile avlanmaktadır. Parapati denen ağın diğerlerinden değişik yanı: 150 metre kadar uzunluktaki tarama ağın bir ucu teknede, diğer' ucu karada sabit bir noktada bulunması, balıkların görüldüğü yönde tekne ile kovalanıp çevrilmesi ve ağa doldurulmasıdır. Dört kişilik ekip tarafından yürütülen bu tür avlanmada Çapala, Gorce, Portso, Kvaçhami, Labusi, Zar­gana, Gulari, Sparo, Levreki, Köteği ve Maraşkil türü balıklar avlanmaktadır.

Muruna ve Zuthi diye adlandırılan balıklar da olta ile elde edilmektedir. Yunuslara sıkılan gülle kurşun 12 milimetre çaplıdır. Tüfekle yunus avı kolay iş değildir. Hareket halindeki araçtan, hareket halindeki hedefe isabet kaydetmek ustalık iste­yen iştir.

Yunus balıklan sık sık suyun yüzüne, çıkıp nefes alırlar. Yavruları da su üstüne çıkarır soluklandırırlar. Yunus avcıları işte böyle anlarda onlara kurşun sıkarlar. Yaralanan yavru yu­nussa anne yunus asla yavrusunu bırakıp kaçmaz. Bu sırada an­ne yunusun da vurulması gayet kolay olur. Yaralı bir yunus yav­rusu tekneye alınıp karaya doğru hareket edildiğinde anne yu­nus teknenin peşinden gelmekten asla çekinmez. Yaralı yavru­nun anasını da vurmak Lazlarca çok günah sayılmaktadır. Yu­nuslar aslında insan canlı yaratıklardır. Bazı özellikleri de in­sanlarınkine benzer. Örneğin: Yarglı bir yunus yüksek sesle ağlama sesleri çıkarır, gözyaşları döker. Onun iniltileri insana ızdırap verir.

Lazistan sahillerinde Mutika diye bir balık vardır. Bu balık da yunusgillerdendir. Mutikaların yunustan farkı gagalarının biraz daha kısa oluşudur. Bu balık da yunus avlama sistemiyle avlanır. Ancak bunlar için gülle(misket) kurşun yerine iki adet iri saçma yeterli gelmektedir. Bu balık yunustan daha değerli tu­tulmaktadır. Mutikaların yağı yunuslannki kadar ağır kokmamakta, kullanımı daha hoş olmaktadır.

Mutikaların ve yunusların derileri 5-6 santim kalınlığında yağ tabakasıyla kaplıdır. Bunların derileri küçük küçük parçalar halinde doğranmakta kazanlarda kaynatılıp yağı deriden ayrılmaktadır. Yağı alınmış deri parçacıklarına Lazcada Thiçiki adı verilmektedir. Bunun dahi insan için yararlı bir besin ol­duğuna inanılmaktadır. Birçok ailelerde sıcak sıcak yenmekte­dir. Kara içlerinde yaşayan Lazlar sahilboyu Lazlarına Çihiki yemelerinden ötürü türküler yakmışlardır. Örneğin:

“Sarpeli ar tanape                            ‘'Sarp köylünün her biri

Çihikiş mçkomalepe ”                       Çihiki yiyicileri ”

Ya da

 

Yunus yağı bugün Türkiye'de yararlanıldığı gibi, eskiden Gürcüstan'da da aydınlanma işinde kullanılırdı. Yağ kandilleri çok tehlikeli aygıtlardır. Sık sık patlamakta, yangınlar çıkar­maktadır. Bugün Lazlar arasında artık bunun kullanılmadığı görülmektedir.

Eskiden Laz balıkçıları arasında batıl inançlara pek taş­lanırdı. Örneğin: Av sezonunun açılmasını cumartesiye taşlat­makta uğur, hayır umarlardı. Herkes teknesine bir muska yazdırmayı ihmal etmezdi. Bunu teknenin bir kıyısında saklar, artık koruyucu güçlerin kendisine kayıracağına inanılırdı. Bir­kaç gün avdan eli boş dönen avcı “Tüfeğim nazar olmuş” der onu hocaya (Cinciye) okutmaya götürürdü. Tüfeklere okunmuş bezler, kömür parçaları bağlanır bundan hayır umulurdu. Bugünkü Lazlarda artık bu tür çağdışı inanışlara raslanmamaktadır.

Her Laz evinde daima tuzlanıp salamura yapılmış bolca balık konservesi bulunur. Bu konservasyonu da şöyle yapıyor­lar Lazlar: Kelleleri alınmış, içleri temizlenmiş hamsileri tuzluyorlar. Bunları toprak içine gömülü küplere basıyorlar. Üzerine yine bolca tuz ekiyorlar, kapağını sıkıca kapatıyorlar. Zargana ve benzer balıklar da bu şekilde uzun süre saklanabilmektedir. Sudak türü denilen bir çeşit balık da daha ilginç yöntemlerle saklanmaktadır. Bunları temizleyip tuzladıktan sonra baca için­de bir çengele asıyorlar. Kurutuyorlar. Bunun da uzun süre bo­zulmadan kaldığı görülmektedir.

Sahilboyu Lazları arasında çulluk, turaç ve benzeri kuş çeşitlerinin avlanması da pek yaygındır. Bu av sonbahara doğru olmaktadır: Avlanma yöntemleri şöyle: 8-10 adet at kuyruğu kılı bükülüp kement yapılmakta, bir metre kadar uzunluktaki çomak üzerine sıkıca bağlanmaktadır. Bu çomak toprağa eğik biçimde çakılmakta, kementler arasında da canlı bir çekirge ya da böcek bağlanmaktadır. Çekirge çomak üzerinde çırpındıkça üzerine çulluk, turaç ve bu irilikteki başka kuşlar saldırmakta, ayakları kıl kementlere takılıp yakalanmaktadırlar.

Şahin, atmaca ve buna benzer avcı kuşların elde edilip eğitilmesi de Lazlar arasında bilinen bir iştir. Bu iş şöyle olmak­   tadır: Açık bir arazide çalı çırpıdan bir kulübe yapılmaktadır. Kulübenin içinde pusuda bekleyen kişi elindeki değnek ucuna bir ayağıyla bağlı bir kuş tutmaktadır. Kulübenin üstü tor (ağ) la örtülmektedir. Uzaktan bu yabani avcı kuşu görüldüğünde değnek ucunda bağlı kuş havada sallanmakta, avcı kuşun ilgisi çekilmektedir. Avcı kuş hızla avına çullandığında da tor üzerine kapanıp yakalanmaktadır. Tabii saldırgan yırtıcı kuşun avına çullanması sırasında değnek ucundaki kuş kulübenin içine doğru çekilmektedir.

Yakalanan avcı kuşların eğitilmesi:

Şahin türünden avcı kuşların ayağına ipekliden bir ip bağlanır. Omuzda oturtulup et, yumurta gibi yiyecekler verilir. Sonra kol üzerinde durması öğretilir. Bu arada kollar keskin pençelere karşı korunmalıdır. Tuzlu ete ve yumurtaya dadanan şahin artık sahibini kolay kolay terketmemektedir. Bunların av­lanmakta kullanılması da yavaş yavaş verimli olmaktadır. Önceleri 50 metre kadar uzunlukta bir ip ayağına bağlanır. Ha­vaların yağışlı gittiği üç gün süre ile hayvan aç bırakılır. Sonra ava çıkarılır. Avlanacak kuşlar bazen köpekler tarafından aranıp kaldırılmakta, bazen sopalarla çalı çırpı çırpıştırılıp ürkütülmektedir. Havalanan kuş üzerine şahin bırakılmaktadır. Bazen emniyet ipi saldırı mesafesi için yeterli olmamaktadır. Bu yüzden şahinin ardından koşturmak gerekmektedir. Bu tür bir avlanmada 15-20 kilometrelik bir alan tarandığında 150-200 kadar çulluk vb. elde edilebilmektedir. Bereketli bir av dönüşü “Şahine nazar değer” korkusu ile köye gece girilmektedir. Şahi­ne türlü çeşitli nazar boncukları da bağlanmaktadır. îyi bir avcı şahinlerin değerini gözlerine bakarak, göğüs yapısına ve rengi­ne bakarak anhyabilir.

Bazı kuş avlama yöntemleri:

Lazlarda kuş avlama yöntemleri çok çeşitlidir, burada kısa kısa bir kaç çeşidinden söz edeceğiz. Teferruata girmeyeceğiz. Sırasıyla bu yöntemler: 1. Neperi, 2. Okvinçe, 3. Ragi 4 Kap   dara vb. dir.

1.               Neperi: Bu araç ağdan yapılmıştır. Ormanda, yeşillik, ka­ranlıkça bir alanda yol biçiminde bir şerit ağaçlardan temizlenir. Akşam karanlığında aydınlık veren bu geçit yerini kuşlar uçuş yolu olarak kullanırlar. Bu geçidin iki yakasına ağ gerilir. Hızla gelen kuşlar bunun farkına varamazlar. Hızla ağa çarparak üze­rinde kalırlar. Gün batınımdan gün doğumuna değin bu yolla 200 kadar kuş avlayan avcılar görülmüştür.

2.               Okvinçe: Kış aylannda, karlı havalarda evin avlusunda üçgen biçiminde bir kulübe yapılır. Bu kulübeye bir kapı bir de pencere bırakılır. Pencereye dıştan torba gibi sarkan fakat altına ağaç konmakla şişkin gibi tutulan bir ağ torbası bağlanır. Kulü­beye bırakılan zahireye üşüşen kuşlar kapı yönünden ürkütülüp pencereden dışarıya kaçırılır. Pencere deliğine dalan kuşlar ağ torbanın içinde hapsolacaklardır.

3.               Ragi: Ragiler genellikle ayı, çakal, domuz ve diğer dört ayaklı memeli hayvanların avlanmasında kullanılır. Ancak sey­rekte olsa kuş türü içinde kullanılmaktadır. Burada kuş türü için kullanılan raginin sadece tarifini yapacağız. Karlı havalarda, genişçe bir alana bir miktar yem dökülür. Yemin üzerine büyükçe bir leğen kapatılır, leğenin bir kenarına 30 santim uzunluğunda bir çomak dikilir, bu çomağa uzunca bir ip bağlanıp pusuya yatılır. Kuşlar leğenin altına girdiğinde ip çeki­lir, kuşlar yakalanır. Memeli hayvanların avlanmasında kullanı­lan Ragiler bu sistemin geliştirilmişi ve de büyük boyutlusu­dur.

4.               Kandara: At kuyruğu kıllarından bükülmüş kementler yer yer kertilmiş bir sopa üzerine bağlanır. Kış aylannda armut vb. gibi ağaçlarda görülen parazit, yemişli bitkilerin arasına bu sopa yerleştirilir. Bu yemişleri yemeğe gelen kuşlar sopadaki kementli kısımlara basmak zorunda kalacaklardır. Böylece de kementlere takılıp yakalanacaklardır.

Bazı hayvan ve bitki isimleri

Lazca(Hopa ağzı) Lazca(Viçe-Arhavi ağzı)Türkçesi

 

Lazlarda Kıyafet:

Eskiden Laz yaşlı erkekleri başlarına “Başlık” sararlardı. Gençler ise Papak (Kalpak) kullanırlardı. 60-70 yıl kadar önce Lazlar arasında fes modası çıktı. Fakat bu moda burada fazla tu­tunamayıp ortadan kalktı. .

Bugün Türkiye Lazistan'ında geleneksel başlık ve kalpak kullanmak yasalarla yasaklanmıştır. Gürcüstan sınırlan içeri­sindeki Lazlar ise başlık, kalpak ve kabalak gibi başörtülerini kullanmakta serbestirler.

Lazlarda ayakkabı (Tsuga) burunlan yukanya kalkık bir çeşit postalı andınrdı. Pantolon yerine bir çeşit dar şalvar kul­lanılırdı. Adına da “Dzikvi” denirdi. Dzikvinin üst tarafı kıvnşık, bolca bırakılır, alt tarafı, bacaklan kavrar derecede dar bırakılırdı. Üst giysi ise bir çeşit yakasız montu andırırdı. Bu ya­kasız montun altına san ya da kırmızı renkte gömlek giyilirdi. Kırmızı renkler siyah altında daha bir çekici görünürdü. Siyah üst giysinin kol dirseklerine, yenlerine ve omuzbaşlanna ve meşin parçalanna şeritler dikilirdi. Bunlar hem giysiye güzellik katar hem de dayanıklılığını artırırdı. Belde, kalça üzerine kadar inen yün kumaştan dolak dolanırdı. Kama ve zincir gibi şeyler de bu dolama üzerine iliştirilirdi.

Laz kadın giysileri daha bir zengin görünüşlüydü. Çeşitli renklerden rahat giysilerdi bunlar. Bele, uçları aşağıya sarkıtılmış kumaştan bir bellik sarılırdı. İş zamanlan genellikle atlastan dikilen bu giysilerin etekleri yukarıya doğru toplanır, bellemeye iliştirilirdi. Bazen ibrişim bir kuşak da bele bağlandığı olurdu. Buna Lazcada “ortkapu” kemer denirdi. Kadınlar günlük yaşamlannda bazen basma entariler de giyer­lerdi.

Boyun ve kulaklara ilancuği ve boğa kisti denilen değerli takılar da takarlardı. Gümüş zincir üzerine dizilmiş altın lira­   lardı bunlar. Başlarına altın işlemeli bir tabla konur, ahn kısmına yine altın pullu bir gobğapule sarkıtıhrdı.

  Gürcüstan bölümünde yaşayan Lazların giysilerini bugün artık Gürcüstan'ın diğer bölgelerinde yaşayan soydaşlannkinden ayırtetmek güçtür. Türkiye kesimi Lazlan arasında bu eski tip giysileri koruyup bugüne değin yaşatabilen kimselere rasla­mak mümkündür. Orça, Çhala vb. köyler bunlar arasındadır, Gürcüstan'ın Sarp köyündeki Lazların sosyo-kültürel gelişme, değişme evrimi yanısıra giysilerinde de çağdaşlaşma kaçı­nılmaz olmuştu.

Lazlarda El Sanatları

Coğrafi zorunluluk nedeniyle Lazların baş uğraşıları deniz­le ilişkilidir. Karada gelişen el sanatlarının büyük bölümü de de­nizle bağlantılı işlerdir. Büyük Gürcü coğrafyacısı Vahuşti Bagrationi eserlerinde bunu açıkça belirtmiştir. Vahuştiye göre: “Laz-Tçani ulusu ağaç işlemeciliğinde pek ileri düzeyde us­talığa ulaşmıştır. İrili ufaklı gemi inşaatında bunlara rakip bu­lunmamaktadır.”

Gerçekten gemi yapımcılığında Lazlarla boy ölçüşebilecek ulus azdır. Gemi yapımcılığında iskelet(Ege) kurma işi çok önemli hesaplar gerektirmektedir. Kişi yaşamı da bu hesaba bağlı olacaktır kuşkusuz. Yapımı tamamlanan gemi son kez gözden geçirilir. Aralık, delik gibi yerler kendir lifleriyle doldu­rulur, kalafat edilir. Aracın kendisi ve donanımı çeşitli renklerde boyanır. Aracın koruyucu yan tahtaları (talazi), çapa (hope), ça­pa zinciri (skamemozi), dümen, vb. boyananlar arasındadır. Gemi aksesuarlarından, yelken, halatlar, direk vb. şeyler de Laz ustaların ellerinde biçimlenmektedir.         '

Ağ Örme sanatı:

Lazistan denizlerinde çok çeşitli boyutlarda balık avı yapılmaktadır. Her balık türü için değişik ağ ötmek gerekmek­tedir. Son yıllara değin Lazların ağ örmekte izlediği yol eski, köhnemiş yoldu. Bu işe iplik eğirmekle başlanırdı. Bu da imece­lerle yapılan işlerdendi. Örme işi erkeklere özgü işti. Her balıkçı Laz bunun ustası sayılırdı. Çünkü bununda ustalık gerektiren in­celikleri vardı. Ağın çevresinin sağlamlaştırılması için, daha canlı iple örülmüş eteklik dikilirdi. Etekliğin üzerine de sıra ile kurşun ya da taş sarkaçlar sıralanırdı. Üst eteğe de tahta ya da mantar takozlar bağlanır, ağın bir kenarının batmaması sağlanırdı.

Laz ağ çeşitlerinden bazıları şunlardır: Sviakişi, mezgitişi, sarganişi, molozma (Bu ağ küçük ve karışık cins balıklar içindi), tritsaşi (küçük boy balıklar için), apladi(Sahilboyu avlanmalar için), parapati, otkomiluşi, serpme vb...

Bunların dışında Lazlar kuş avında kullanılan çeşitli ağlar daha örmektedirler. Örneğin: Sipterişi, penerişi, torocişi, vb, gi­bi...

Mersinişi ve murunaşi tülündeki balıklar için olta yapımı da Laz ustalarca başarılı el sanatları arasında sayabiliriz.

Sepet Örmeciliği (Hentskeli, Kalati, Gideli)

Laz ustalarının elinden çıkmış sepetlerin zarafetini tarifte insan zorluk çeker. Bunların güzelliği yanısıra çeşitleri gayet boldur. El sepetleri, sırt sepetleri olarak önce iki gruba ayırmak mümkündür. Sepetler kullanılan malzeme (yontma çubuk)lerin inceliği, kalınlığı açısından ve sıklığı, seyrekliği açısından farklılık gösterirler. Ağır yük taşımacılığında kullanılan küfeler genellikle yuvarlak yaş çubuklardan örülmektedir. Bu çubuk­lar, kestane, defne, fındık ve sarmaşık gibi değişik bitkilerden seçilmektedir.

Yontma ya da yuvarlak çubuklardan örülmüş çubuk sepet­ler dışında, kiraz kabuğu (tsantsa) ve mısır koçanı kabuklarıyla örülmüş (hasır) sepet ve zembiller de vardır.

Erkek uğraşıları arasında kütükten oyma hamur tekneleri, sofralar, kaşık çeşitleri ve oturaklardanda (iskemle) söz etme­den geçmemeliyiz. Kadın el sanatları arasında, iğneotu ve be; ızeri ot çeşitlerinden zarif ve değişik kap-kacak ve kumaş örme işini de burada zikretmek gerekir.

Lazlarda genel olarak toprak sanayii (Çanak, çömlek, ser. mik vb.) gelişmemiştir.

Lazlarda Yapıcılık:

19. yüzyıl başlangıcına kadar Laz yapıları genellikle yon tulmamış, yuvarlak kereste ile yapılmıştır. Bina temeli taşla örülür (Dodvalu) toprak yüzeyinden gereği kadar yükseltildik­ten sonra üzerine, temizlenip yuvarlatılmış kereste ile duvarlar oluşturulurdu. Bu duvarlar üzerine, tam orta yerine boydan boya bir sağlam kalas atılırdı. Çatı bu kalasın iki yakasında oluşturu­lurdu. Yapıların üstünün örtülmesi sırasında konu komşunun yardımına başvurulurdu. El birlikle binanın üstü kapatılır, ye­mekler yenilirdi. Yapı ustaları iş bittiğinde keserlerini ağaçlara tıklatır bahşiş istediklerini sezdirirlerdi.

Yeni bitirilen bir evin ocağını ilk tutuşturma işi büyük an­lam ve önem taşırdı. İlk ateşi tutuştüranın annesi babası sağ bir kız çocuğu olması uğurlu sayılırdı.

Bugünkü Lazistan'daki kentsel yerleşim birimlerinde yapı­lar artık betondan, taştan demirden yapılmaktadır. Köy ünitele­rinde ise ağaç yapılara bugünde raslamak mümkündür.

Laz konutlarının boyutları: Yaklaşık olarak 42 karış uzun­luk, 36 karış genişlik, 12 karış da yüksekliktedir. Lazistan'a İslam dininin girmesiyle bazı değişik alışkılarda girmiştir. Örneğin: Yeni yapılan yuvaya yerleşecek aile Mevlid okutmalı, dua yaptırmalıdır. Bundan sonra oraya yerleşmelidir. Mevlid ve dua merasimi sırasında bolca şerbetler içilir, tatlılar yenilir.

Laz evleri çpk zarif, ince el oymacılığı örnekleriyle bezenirdi. Bunlar kabartma ve çukurtma biçiminde olurdu. İşlenen mo­tifler arasında üzüm çubuğu motifi çok tutulurdu. Taşlar üzerine bile çeşitli bitki ve hayvan motifleri işlemek Lazlar arasında binlerce yıllık gelenekti.

Laz ustalarınca bu tür oryantal el sanatlarıyla bezenmiş yapılara Gürcüstan'ın diğer bölgelerinde de raslamak güç değil­dir. Acara, Guria, Samegrelo, tmereti bu bölgeler arasındadır. Laz ustalar yaptıkları binaların bir duvarına tarih düşmeyi unut­mazlardı. îmereti'de bir köyde raslanan Laz yapısı bir evde Gürcüce ve Türkçe kitabeye Taşlanmıştır.

G. Çitaia (Laz ornamenti hayat ağacı motifi) adlı yazısında, Hanis-Tsakali vadisinde ün yapmış, Ömer, Ahmed ve Mustafa adlı üç Laz kardeşten söz etmektedir. Bunlar o denli tanınmış kişilermiş ki bu vadide yerel Gürcü ustalar bile onlardan çok şey bellemiş, yararlanmışlar. Sayısız ölümsüz eserlerin yapımında onların yolundan sapmamışlardır.

Laz Yemekleri

Lazlar genellikle mısır ekmeği yerler. Buğday ekmeğini ise pek seyrek kullanırlar. Mısır ekmeğinin pişirilmesi değişik bir yöntem gerektirmektedir. Ocak içinde, iki terek arasında çatıl­mış birkaç odun tutuşturulur. Üzerine de*“Ketsi” denen toprak güveç ya da Pileki konur, kızdırılır. Taze ypğurulmuş mısır unu hamuru bu pilekinin içine konarak, üzeri sacla kapatılır, bir mik­tar köz konur. Az sonra mısır ekmeği “Mçkidi” pişmiş ola­caktır. ,

Çirbuli (Çılbır)

Laz usulü çirbuli 5 yumurta ile yapılmaktadır. “Muhlama” adı verilen iki kulplu tavada önce tuzla yağ eritilir. Üzerine çal­kalanmamış, tüm halinde beş yumurta kırılır. Üstü sacla örtülüp köz konur. Yeteri kadar ateş üzerinde bekletildikten sonra üstü açılır. Bir kez daha üzerine yağ dökülür. Çirbuli yenmeye hazır hale gelmiştir.

Pilai (Pilav)

İyice yıkanan pirinç tencerede kaynatılır. Piştiğinde suyu giderilir. Üzerine tuzla yağ ilave edilir, bir süre daha ateşte bek­letilir. Ham koku böylelikle giderilmiş olur. Bir yandan yağın da tüm zerrelere ulaşması sağlanmış olur. Konuklara pilav ikram etmek Lazlarda kaçınılmaz bir adettir.

Makarina (Makarna)

Buğday unundan açılan yufkalar ince ince kıyılıp makama yapılır. Bu makarnalar tencerede tuzlu suda pişirildikten sonra suyu süzgeçle süzülür. Sonra üzerine yanık yağ gezdirilerek karıştırılır. Makama olmuştur.                                           '

Kveli Kaimağoni (Kaymaklı Peynir)

Laz yemekleri arasında saygın bir yeri bulunan kaymaklı peynirin yapılışı gayet basittir. Bir miktar peynir kaymak içine ufalanır, hamur haline getirilir. Bu yemek elle yenir. Konuklara da ikram edilebilir. Düğünlerde davetlilere verildiği de olur.

Luku (Kara Lahana)

İyice yıkanmış kara lahana yapraklan sıcak suda haşlanır. İnce ince doğranır. Suyu değiştirilerek kaynamaya bırakılır. Yeşil su salınca tekrar suyu değiştirilir. Pişme yeterli hale gelin­ce tahta kürekle bu lahanalar çiğnenir, macun haline getirilir. Lahana macununun üzerine bir miktar kuyruk yağı, tuz, un la­pası ilave edilerek karıştınlır. Bir süre daha ateşte tutulur. Kuy­ruk yağı bulunmadığı takdirde içyağı ve diğer yağlardan da ya­rarlanılabilir. “Luku” yemeği tüm Gürcü kökenli halklar için milli yemeklerden sayılır.

Ağani Lobio (Yeşil Fasulye)

Taze fasulyeler iyice yıkanıp temizlendikten sonra tencere içinde ateşe vurulur. Yeteri derecede piştikten sonra üzerine tuz ve un ilave edilerek karıştırılır. Bazende bu karışım yoğrulup macun durumuna getirilmektedir. En sonunda üzerine yağ dökülür. Birkez daha karıştırılıp yağ her zerreye ulaştırılır. “Ağani Lobio” yemeği hazırdır.

Kumhi Lobio (Kuru Fasulye)

iyice yıkanmış kuru fasulyeler tencerede pişirilir. Üzerine bir miktar pırasa doğranır. Yağ dökülür. Tuz ilave edilir. Bu yi­yecek kaşıkla yenmektedir.

Kotumeş Dolma (Tavuk Dolması)

Temizlenmiş tavuğun iç organları boşaltılır.

içine hafif haşlanmış, terbiyeli pirinç doldurulur. Kayna­maya bırakılır. Yeterince piştikten sonra ateşten indirilir, servis yapılır.

Bu yiyecek özellikle kaynanaların damatlarını ziyaret sırasında yapılıp götürülür. Bazen zengin düğün sofralarında da raslanır.

Brinconi (Pirinç Kavurması)

Bir miktar temizlenmiş, yıkanmış pirinç tavaya konup kav­rulur. Üzerine su ilave edilerek kaynatılır. Yeteri derecede piştikten sonra içine bir miktar pırasa ve haşlanmış tavuk eti ila­ve edilir. Tavuk eti bulunmadığı takdirde diğer etler de kullanı­labilir. Tuz ve yağ da konarak karıştırılabilir. “Brinconi” ye­meği olmuştur.

Papa (Kaçamak ya da Mamalika)

Laz usulü “Papa” su yerine sütle ya da pekmez şerbetiyle pişirilmektedir. Süt kaynatılır, içine şeker karıştırılmış buğday    unu azar azar karıştırılarak kaşıkla açılır. Eriyik iyice koyulaşıncaya kadar ateşte tutulur. Süt bulunmadığı hallerde şekerli şerbet, pekmez şerbeti ya da üzüm şırası da bu işte kullanılabi­lir.

Bureği (Börek)

îyi kaliteli buğday unundan hamur yapılır. Hamur çok ince şekilde oklava ile açılır. Bir tepsi üzerine çaputla yağ sıvanır. Beş kadar ince yufka üst üste tepsi içine dizilir. Üzerine yumur­talı lapa dökülür. “Bureğiş guri” Böreğin lezzeti yumurtanın çokluğuna bağlıdır. Bu yumurtalı lapa üzerine beş kat daha yuf­ka dizilir. Tepsi ateşe vurulup pişirilir.

Baklava

Laz baklavası da börek için hazırlandığı gibi kaliteli hamur­dan yapılır. Yağlı bir bakır tepsi üzerine 15 kadar yufka konur. Üzerine sıvı yağ dökülüp her tarafına ulaştırılır. Bunun üzerine de “Hoşmeri” kavrulmuş un serpilir. “Hoşmeriy’ceviz ezmesiyle birlikte serpilmelidir. Bu yufka kitlesi düzgün Biçimlerde bıçak­la kesilir, şekiller verdirilir. Baklava dilimlerine Lazcada “Daği” adı verilir. Bu haliyle tepsi ateşe vurulur. Yeteri derece­de pişince üzerine şerbet dökülerek yumuşamay.â bırakılır.

Baklava ve börek pişirme işi, genellikle yetişkin gelinlik kızların görevleri arasındadır. Kız bulunmayan evlerde bu işi komşu ya da akraba kızları yapmaktadır. Baklava ve börek çoğunlukla özel günlerde yani düğün, bayram, davet ve gurbet­ten dönen Laz erkeklerinin ziyareti sırasında yapılıp yenir. İkram edilir.           -

Patlicani Tağaneri (Patlıcan Kızartması)

Patlıcanlar iyice yıkanıp temizlendikten sonra ortalarından yarılır üzerine çalkalanmış yumurta lapası dökülerek tavada kızartılır. İşte “Patlicani Tağaneri” olmuştur.

Patlicaniş Dolma (Patlıcan Dolması)

Yıkanıp temizlenmiş patlıcanlar ortalarından bölünür. İçi oyulup çıkarılır, önceden hazırlanmış kıymalı pirinç, pırasa, soğan karışımı içine doldurulur. Tencerenin içine açık ağızlan yukanya gelecek şekilde dizilir. Kıymalı pirinç karışımına tuz ve yağda ilave edilir. Yeteri kada'r pişirilir.

Mtkui Patlicaniş Giai (Domates Yemeği)

Lazcada domatese “Mtkui Patlicani” yabani patlıcan adı verilmektedir. Bu domatesler iki cinstir. Bir çeşidi olgunlaşıp kızarmakta, diğeri ise sürekli gök kalmaktadır. Kırmızı doma­tesler yemeklerde, gök olanlarda turşularda kullanılmaktadır.

“Mtkui patlicaniş giai” yemeğini yapmak için: Pirinç, soğan, pırasa ve bazı baharat çeşitleri doğranmış ya da rendelen­miş olarak birbirleriyle kanştınlır. Bu karışım önce bir süre su­da haşlanır. Sonra üzerine tuz, yağ ve kırmızı domatesler de ila­ve edilerek pişmeye bırakılır. Yeteri derecede piştiğinde sıcak sıcak servis yapılır.

Süt Ürünü Yiyecekler

Lazlarda hayvancılık yaygın değildir. Bu nedenle süt ürünleri burada bolca görülmez. Bazı aileler bir iki sağımlı inek besleyebilirler. Azda olsa süt ürünlerinden yararlanılmaktadır. Bu ürünler: Süt, yoğurt, ayran, lor, çökelek, peynir ve tere­yağından ibarettir. Lazlarda ayran mekanik usullerle değil, yayıklarda yayılmaktadır. Mekanik yöntemle elde edilen ayra­na itibar edilmemektedir.

Meyvecilik

Lazlarda meyvecilik, tarım sektörünün ikinci önemli dalıdır. Laz bahçeciliğinde yetiştrilen meyve türleri: Portakal, limon, mandalina, vb.'dir. Mandalina kültürü Lazistan'a diğer­lerine nazaran daha geç girmiştir. Buda 20. yüzyılın ilk yarısına Taslamaktadır.   Her aile aşağı yukarı yılda 15-20 değişik türde meyve fidanı dikmektedir. Narenciye ağaçları yılda iki kez gübrelenmektedir. Gübre türü hayvansal artıklardır.

LAZLARDA MADDİ KÜLTÜR

Tarihi kaynakların bize verdiği bilgilere göre: Lazistan'da Hıristiyanlık dininin yayılmasından sonra (M.S. 320) yapıcılık alanında yeni bir tür gelişmeye başlamıştır. Bu, kilise, manastır ve korunma tesisleridir. Bunlar arasında en ünlülerinden biri Trabzon Sofia Manastırıdır. Bu yapı kompleksiTrabzon'un 10-15 kilometre kadar yakınındadır. Bu manastırdan mezhebi görüş itibarıyla Konstantinepolis'deki Ortodoks patrikhanesine bağlı bulunuyordu ve Ayasofya kilisesinin bir şubesiydi. Bu yapı ibadethane görevinden başka iyi bir savunma objesiydide.

1463 Türk-Selçuklu saldırıları sırasında bu yapı büyük za­rarlara uğratılmıştı. Bugün artık bunun yıkık duvarlarından bir bölümü ayakta kalabilmiştir. Trabzon ve çevresi halkı (Çoğun­luğu Laz kadınlar) bugün bile her yılın ilkbaharında bu yıkık yapının önünde toplaşır Tanrıya dua ederler. Hastalar için şifa, gelecek için iyi şans ve bereket dilerler. Bu , Hıristiyanlık çağı geleneğinin bir uzantısından başka bir şey değildir.

Sofia manastırı dışında Lazistan'da daha sayısız bina yıkıntılarına taslanır. Bunların çoğunun ibadethane olduğuna hiç kuşku yoktur.

Noğedi köyünde (Bu köyün adı Osmanlılarca 17. yüzyılda Makriali olarak değiştirilmişti. Bugün ise Kemalpaşa denmek­tedir) bulunan Laz Ortodoks Kilisesi ise Osmanlı saldırıları­ndan nisbeten az zararla kurtulan binalardan biridir. Bugün bile bu yapının sadece kümbet kısmı çökük bulunmaktadır. İç du­varlarındaki azizlere ait renkli resimler, freskler bugün sağlam   durmaktadır. 1931 yılında görüştüğümüz bu köy halkından 78 yaşındaki Mustafa Papaskir (Papaoğlu) bize şunlan anlattı:

“Biz Lazlar önceleri Megrelmişiz. (Hıristiyan Laz). Al­lah öyle buyurmuş, üzerimize Müslüman askerleri göndermiş. Bu askerler bizi gavurluktan (dinsizlikten) kurtarmış. Bu kilise­yi yıkmışlar, Kavakdibine cami yapmışlar. Bu hikayeyi babam kendi dedesinden dinlemiş. Babamın dedesi bu kilisede ibadet eden Hıristiyan Lazmış önceleri. Torununa bunu böyle an­latmış. Bu kilisenin formu tamamen sağlam kalmıştır. Çok kalın ve sağlam duvarlarını müslümanların yıkmaya gücü yetmemiş. Birde bu kilisenin yıkılışı sırasında köyün ileri gelen (Tavadi) beyi Zumbai buna engel olmuş. Zumbaianın torunları bugün Noğedi'de yaşamaktadırlar. (Lazlar hiçbir zaman Noğedi'nin değişik isimlerini kabul edip kullanmadılar.)

Azlağa köyü (Bu köyün adı 17. yüzyılda Osmanlılarca Abuislah olarak değiştirilmiştir. Arapçada ‘Temiz su” anlamına gelen bu ismi Lazlar hiç bir zaman kabul etmediler) yukarı­larında bulunan kilisel kalıntıları da kaydetmeye değer mater­yallerdendir. Bu yapıya Lazlar “Ohvame” adı vermektedirler. Laz kadınları her yılın baharında buraya toplaşmakta, Tanrıdan hastalara şifa, yoksullara rızık, kazançlarına bereket dilemekte­dirler.

Komşu köylerde yaşayan Lazlar bazen Azlağalılara takılırlar: (Azlağuri ohvame, ar şiras uur noğame) derler. Bunun anlamı (Azlağanın kilisesi, iki sevgilidir bir dulun hissesi) dir.

Bu kiliselerin aşağılarında, denize yakın “isina” mevkiinde kayalara işlenmiş insan figürleri bulunmaktadır. Bunlar arasında iki adet kadın figürü vardır. Halk deyişine göre bunlar azizelere aittir. Kadınlardan biri Hazreti Meyrem, diğeri Gürcüstan Kraliçesi Tamar Dedopali'dir.

Laz halk deyişleri arasında bir de “Kva Noğamisi” yani “Gelin Taşı, ya da “Taş Gelin” öyküsü vardır. Derler ki: Uzak 112   bir köyden Azlağaya gelin getiriliyormuş. Düğün alayı (isina) na yaklaştığında gelinkız atının dizginlerini kasmış, durdurmuş. Kaynanası olacak kadına haber göndermiş: Evimizin tüm anah­tarlarını buraya, bana gönder. Bunu yapmazsan yar olmam, geri dönerim demiş. Kaynana olacak kadın buna pek üzülmüş. De­miş ki: Daha evime ayak basmadan evimin tüm anahtarlarını is­teyen kızdan (gelinden) bana hayır gelmez. Böylesi gelin evime geleceğine oracıkta taş kesilsin daha iyi, demiş. Bu ilenme ile gelinkızla yanındakiler oracıkta taş kesilmişler. İşte bu kaya re­simleri onlarmış.

Ohvame’lere Lazistan’da daha yaygın çevrelerde de rasla­mak mümkün. Hopa'da, Arhavi'de, Mgihi’de, Sarp'ta vb.

Maddesel kültür kalıntıları arasında Lazistan’da “Kii Hin­ci” yani Kemerli Köprü’den söz etmeden geçemeyiz. Özellikle Noğedi'de, Koprici'de, Hendek’te ve daha başka köylerde bun­lar çok yaygın bulunmaktadır.

LAZ EVLERİ VE KAPI BACA

Laz konutlarının başkalarına benzemeyen farklı özellikleri vardır. Bu mimari tarz ancak sahilboyu Gürcistan’ında görülebi­lir. Laz evlerinin eklentileri hem tarımsal ürünlerin ve araç-gereçlerinin, hem de deniz ürünleriyle araç-gereçlerinin saklan­masına elverişli biçimde yapılmışlardır. Bu yapıların ana bat­larıyla tarifi şöylece mümkündür:

Ohorşkaguri:

Toprak zeminli mutfak odasıdır. Başlıca kısımları “Okrebule” ortayerde ateş yakılan yer. Kış aylarında çevresinde top­laşılır, yarım daire biçiminde oturulur. Bitmez tükenmez sürükleyici “Parameti” masallar burada anlatılır. “Odamçire” ocağın orta yeridir. Yani odunların tutuşturulduğu nokta. Bu­nun yambaşında “Omtunale” bulunur. Yanacak kalın kütükler bunun üzerine yaslatılmaktadır. Buna terek diyebiliriz. “Okitse”, ocağın sol yansıdır. Mısır ekmeği (Mçkudi) pişirmek için ısıtılan toprak kap, pileki ya da güveç buraya konup kızdırılmaktadır.

“Otskare” ya da “Oçhale”: Suluk

Mutfağa giriş yönünde sağ tarafa düşen kısım. Kapıdibi. Burada su güğümlerinin konması ve el yüz, bulaşık yıkanması için özel yer vardır. “Otskare”nin sözcük anlamı da suluk'dur.

“Haro” Un Sandığı:

Bu un sandığı “Ohorşkaguri”nin sol tarafına düşen kısma yerleştirilir. “Mçikidis Mkiri” yani mısır unu bunun içine kon­maktadır. Tahtadan yapılmıştır. Bazende bu sandığın üzerinde, duvara tutturulmuş bir raf bulunmaktadır. Kap-kacak buraya di­zilmektedir. Bu noktada haro bulunmasa bile ismi yine de “harokala”dır. Yani sandık yeri.

Okizale=Kaşıkh k:

İnce, zarif ağaç çubuklarından yapılmış, ocağın sol yüzünde, duvara çakılmış bir dörtköşeli kutudur. Bu kutunun üst tarafında tahta raf Bulunur. Buna da “otsude” denir. “Otsude”ye temiz yemek kaplan yüzükoyun dizilmektedir.

Ohuşkaguri yani mutfak odasının tavan tahtaları çakılmamaktadır. Tavan yerine, orta yerinden uzatılan ongore kiriş ağacı üzerine muntazam biçimde dizilmiş yuvarlak ağaçlardan tavan yapılmaktadır. Mazgal biçimindeki bu tavan üzerinde yaş mısır, ceviz, kabak, darı gibi tanmsal ürünler konup kurutul­maktadır. Ongore üzerine dizilmiş kol kalınlığındaki bu ağaçla­ra okromule denmektedir. Bunlardan sarkıtılan tel, zincir, ip gi­bi şeylere de kremuli denmektedir. Kancalı olan bu sarkıklara fındık çubuklarından örülmüş çeşitli kaplar, sepetler asılmak­tadır. Bunlara da ovle adı verilmektedir.

Gverdiş Oda=Yan Oda:

Bu oda evin evli çiftlerine aittir. Eğer eve yeni gelin gel­mişse burası yeni gelinle damada bırakılmıştır. Gverdiş Oda bazı evlerde iki tane yapılmaktadır. Birinin adı “mardzgvani” sağ yan oda, diğerine “kvazali” sol yan oda denmektedir.

Skaş Oda= Orta Oda:

Bu odaya giriş, yan odalarda olduğu gibi mutfaktan olmak­tadır.

Didi Oda= Büyük Oda:

Papuliş Oda da denen bu oda evin büyük babasının odasıdır.

Çita Oda= Küçük Oda:

Konuklara ayrılan odadır. Kapısı antre kısmından açılmak­tadır,,

İaziş Oda= Yazlık Oda:

Giriş kapısı salona açılan bir odadır.

Tudeni Oda=Alt Oda:

Bu oda, yamaçta kurulu evlerin yüksek yüzeyli temeli ta­rafında, toprakta oyulmuş bodrum odasıdır.

Haiati=Balkon:

Bu kısım, aynen bodrum oda (Tudeni)nın kullanıldığı gibi kullanılan yerdir. Tarım ve deniz ürünlerinin saklanmasında, kuru zahire, hububat, narenciye, diğer meyveler, sebzeler, deniz avcılığı aygıtlarından “hope” (Çapa), Talazi (deniz teknele­rinin yan yükselti tahtaları, gedabozi halatlar, ağlar, mantarlar, “mola” kurşunlar ve diğer ağırlıklar ve “karmaği” oltalar..

Stego ya da Ohor Şgagurişi:

Avluya giriş bölümü. “Oçatua” ana binadan uzanmış çatı altı, kuruluk dört köşe yontulmuş keresteden yapılmıştır.

Goci=Köşe:

Binanın temel köşelerine verilen.ad.

Jimoka:

Mutfak duvarına bitişik bir bölüm. Burada odun saklan­maktadır.

Op Ute

Avlunun sahası. Bu sahaya genellikle hiçbir ağaç dikilmez. Ancak çamaşır kurutmak için ipler gerilebilir, çubuklar geçici olarak uzatılabilir.

Çereme:

Meyve ağaçları ve sebze için ayrılmış bahçe bölümü. Avlu­nun hemen bitişiğinde yer almaktadır.

Bağu=Ambar:

Her türlü ürünlerin saklandığı meyvelerin korunduğu yer.

Bageni:

Dört direk üzerine dikilmiş, havada duran bir yapı. Tüm bölümleri, yan duvarlar, alt döşemesi vb. yuvarlak ağaçlardan yapılmış, havadar bir bina. Buraya sadece mısır ürünü konmak­tadır.

Okotumale=Kümes:

Tavuk ya da diğer kümes hayvanlarının konduğu yer. Kümes.

Msikibu=Değirmen:

Viçe ağzıyla buna “karmate” denmektedir. Su değirmeni  dir.

Oıiçamure:

Harman zamanı harman yeri olarak kullanılan alan.

Mosa= Balıkçı Ağı:

Mevsimlik ağ araçlarından biridir. Bölümleri şunlardır: “Parapati” ortalama uzunluk 45-50 .metre, genişlik kenarlarda 1.5-2 metre, ortalarda 5-6 metre. Orta kesimlerinde “kukuni” denilen balık hapsetme bölümleri bulunur. “Parapati” ile avlanabilen balıklar: Kapşia, kefal, sargana (yılan balığı türündendir) vs. Ağ türleri: Mezgitiş mosa, suakiş mosa vs.

“Didi Ocağı” Büyük Ev:

Sarp köyü civarında, bugünkü smıra yakın bir yerde eski bir köy kalıntısı vardır. Sarplı Lazlar buraya “Didi Ocaği” Büyük Ocak ya da büyük ev diyorlar. Bu yöreye ait epeyce bol halk de­yişleri bulunmaktadır. 78 yaşında Sarplı Ali Lumanişvili bize şu öyküyü anlattı:

“-Biz Lazlar eskilerde Hıristiyanmışız. Dedelerimiz şu “Di­di Ocaği” denen köyde yaşarlarmış. Köyün üst başında büyükçe bir kilise bulunuyormuş. Kalıntıları bugün mevcuttur. Bizim “Ohvame” ibadethanemiz bu imiş. Bu köyde yani şimdi­ki Sarpta Laz beyinin köleleri yaşarlarmış. Bu kölelerin bir kısmı balıkçılık yapar, bir kısmı da domuz yetiştirirmiş. Sonra birgün Türk askerleri çıkagelmiş. Laz beyi Gonio'ya kaçmış önce. Oradaki “Gonioş Ciha” Gonio kalesine sığınmış. Türk as­kerleri orayı da ele geçirmişler. Bu kez Bey kaleyi terkedip Samegrelo'ya (Hıristiyan Lazistan’ı) kaçmak zorunda kalmış. Onun köleleri olan bizler yerimizde kalmışız..Türk paşası Laz Beyi’nin tüm topraklarına el koymuş. “Ohvame”yi (kilise) yıktırmış, Laz halkına İslamiyeti kabul ettirmiş. Tüm bu toprak­lar önceleri Samegrelo sayılırmış. Onun için Lazlarla Megrellerin lisanı birdir. Dedelerimiz domuz etini pek değerli tutar­larmış.

Didi Ocağı denen yerde bugün köy kooperatifinin narenci­ye bahçeleri ve çay tarhlan bulunmaktadır. (Gürcüstan kesimi) Bu alanda geniş biçimde bina temel kalıntılarına, küp kırıkları­na, çanak çömlek parçalarına Taşlanmaktadır. Birde büyükçe bir Hıristiyan Laz mezarlığı bulunmaktadır. Bu mevkie bugün ayrıca “Nambkibeni” değirmenlik de denmektedir.

  LAZLAR DA SOSYAL İLİŞKİLER

Gürcüstan'daki Laz topluluğu Sarp köyünün Gürcüstan ke­siminde yaşamaktadır. Bunlara sağlam kültürel gelişme ortamı hazırlanmıştır. Kendi dilleriyle eğitim yapan okulları vardır. Köyde bir kulüp, bir kütüphane, bir hastahane bulunmak­tadır.

Lazlarda okuma, öğrenme merakı çok yüksektir. Bu küçücük Laz köyünde orta öğrenim görmüş 45 kişi, yüksek öğrenim görmüş 16 kişi bulunmaktadır. Bunlar arasında; öğret­menler, agrö-teknikerler, doktorlar, mühendisler, hukukçular bulunmaktadır. Okuma yazması bulunmayan tek kişi mevcut değildir.

Bu köyde yaşayan Lazlar arasında ilkel geleneklerden sayı­lan bir çok davranış biçimi ortadan kalkmıştır. Örneğin: Kan da­vası, kız ve kadın kaçırma, vb. gibi. Lazlarda, düşmanlık, öcalma işi mutlaka olumlu sonuca bağlanmaktadır. İki tarafında memnun olacağı şekilde barış yapılmakta, bunun sürekliliği, güvencesi için de bazen taraflar arasında kız alışverişi yapılmaktadır.

Laz aileler çok çocuklu aileler değildir. Evin kadınlararası reisi büyükannedir. Eğer büyükanne sağ değilse yerini büyük gelin almıştır. Bu, erkekler arasında da böyledir. Yaşlılara saygı moral yönünden çok önemlidir. Buna dair Laz atasözü (Su küçüğün, söz büyüğündür) demektedir.

Kadınlarla ilgili problemlerde evin yaşça küçük kadınları asla sözsahibi değillerdir. Örneğin; komşulardan biri gelip ema­neten bir eşya isterse evin gelini bunu başkadına danışmadan vermeye yetkili değildir. Evin ekonomik problemleri erkeklerin görevleri arasındadır. Kadınların kendilerine ait para bulundur­maları, saklamaları, biriktirmeleri caiz değildir. Ancak koca­larının ölümü halinde ona ait paraya el koyabilir, saklayabilirler. Yaşlı kadınların sadaka, kefen, cenaze masrafları gibi giderleri karşılayacak bir miktar parayı sağlıklarında saklamaları, bulun118   durmalarına göz yumulmakta, anlayış gösterilmektedir. Buna da “Kara gün harcı” denmektedir.

Bir köy biriminde bir kaç ayrı soyadı taşıyan (Geleneksel Lazca soyadı) aileler bir arada yaşayabilirler. Her soyun kendi adıyla anılan mahalleleri vardır. Bir kaç haneden bir “Soy gru­bu” oluşmaktadır. Her evde ortalama 10 nüfus yaşamaktadır. Nüfus sayısı 12'yi aştığında artık yeni bir ev açıp ayrı hane oluşturma zamanı gelmiştir. Ev içinde evli iki kardeş bulunduğu takdirde isteyen ayrı eve çıkabilir. Ancak henüz evlenmemiş üçüncü bir kardeş daha varsa onun da hep birlikte evlendirilip hane sahibi edilmesi gerekir. Ayrılma işi ondan sonra görüşülüp düşünülebilir. Ayrı eve çıkma gereği duyulduğunda baba evini ilk terkeden büyük kardeş olmalıdır. Ayrılma sırasında tüm varlıklar kardeşler arasında eşit payda bölüşülür. Baba evinde kalan en küçük kardeştir. Evin yaşlıları (Anne-Baba, Dede-Nine) en küçük kardeşin gözetimindedir. Bölüşülen mallar arası­nda, büyüklerin hissesi de en küçük kardeşin yönetimine veril­miş olur. Lazlarda anne-babalar en küçük evlatlarına daha çok bağlılık göstermektedirler.

Kadınların baba malından haklan olmalarına rağmen bun­lara bir şey verilmemektedir. Çeyiz eşyalarına yapılan masraf bu haklarına karşı hesaplanmaktadır. Eğer kızkardeşler ısrarla mal talep ederlerse bunlara da birer hisse verme zorunluğu vardır. Bu durum özellikle kız ve erkek kardeşler arasında iyi ilişkilerin sürdürülememesi ve kırgınlıklar olması halinde görülmektedir.

“Ahti Ohvenu” Kız Nişanlama:

Laz çocukları 12-13 yaşlarına vardıklannda büyüklerin yanıbaşında işe güce sarılmak zorundalar.Sürme, ekme, biçme işlerinde, balıkçılık vb. gibi işlerde akranlarıyla imecelere katılmak artık onların görevleri arasındadır. Bu iş 17-18 yaşlanna değin sürmektedir. Bu çağ nişanlanma çağıdır. Eğer erkek çocuk evinin tek oğluysa onu daha 13 yaşlarındayken evlen  dirmek caizdir. Evlenmeler ekonomik pozisyonlarla yakından ilişkilidir. Evde erkek çocuktan bir kaç yaş büyük kız bulunu­yorsa evlenme sırası kîzdadın Önce kızı kocaya vermek, sonra ' oğlanı evlendirmek gerekmektedir.

Erkek çocuklar, 16 yaşından sonra artık kızlarla yarenlik edemezler. Kızlar ise 13 yaşından sonra erkeklerle iç içe bulu­namazlar. Artık bu yaştan sonra onların çarşafa bürünmeleri ge­rektir. Çarşafa girmiş bir genç kız asla erkeklerle yarenlik ede­mez. Bu erkekler yakın komşu çocukları olsalar bile. Yetişkin kızların, kardeşlerinden, amca çocuklarından, dayı, hala ve tey­ze çocuklarından kaçması gerekmez. Lazlarda komşular arası kız alışverişi, uzaklardan almak, uzaklara vermekten daha çok görülmektedir.

Son yıllara değin “Beşik kertme” usulü Lazlar arasında sıkça görülen şeylerdendi. İki bebeğin beşikleri yanyana konur, söz nişanı yapılırdı. Bu olguya Lazcada “Ontseliş okadgimu” denirdi. Megrellerde de bilinen bu geleneğe “Ontseş ikodguma” adı verilirdi. Bu geleneğe eskilerde Gürcüstan’ın başka bölgele­rinde de Taşlanmaktaydı. İslam dininin Lazistan’a girmesiyle bu konuda yeni değerler ortaya çıkmıştır. Örneğin; İslam Türkler’de sıkça görülen ve dinen caiz olan, amca, hala gibi yakın akraba evlilikleri Lazlar arasında da görülmeye başlanmıştır. İslam din kitabı Kuran cevaz verdiği için zengin aileler arasında, mal, kaçırmama endişesiyle yapılan akraba ev­liliklerine müftüler, hocalar fetva veriyorlardı. Türk ölçülerine göre bir erkeğin yenge ve baldızıyla evlenmesi doğaldır. Ancak evlenmeler bazı koşullara bağlıdır. Amcanın ya da büyük kar­deşin ölümünden sonra dul kalan eşi kendisine düşen mirası ai­leden koparıp başkalarına aktaracaksa bu gelinle evin bir bekar delikanlısı evlendirilmelidir. Kadınla erkek arasında büyük yaş farkı olsa bile. Çıkar temelleri üzerine kurulmuş bu tür evliliğin çekilesi olmayacağı meydandadır. Çıkar hesaplarına dayalı bu tür evlenmelerde bekar erkek bulunmadığı takdirde aileden evli bir erkek de sokulmaktadır. Erkeğin çok karılı olması buna en120   gel değildir.

Kadın-Erkek arasındaki ciddi diyalog önce aracılâr yoluyla başlamaktadır. Erkek, beğendiği bir kıza amca, dayı, teyze hala kızlarından birini yaklaştırmakta, kendi övgüsünü yaptınp kızın düşüncesini yoklamaktadır. Ilımlı ortam doğduğunda da aracı kız, karşısındakine:

“-Bizim Mehmet seni seviyonnuş. Duydun mu? Demekte­dir. Kız bu haberden memnun kalırsa güleç yüzle sohbeti sürdürmekte, aksi halde aracı kızı ikaz etmektedir. îkaz sırasında:

“-Bu laf bir daha ağzından çıkmasın. Söylediğin burada kalsın. Kimselerin bunu duymasını istemiyorum” demektedir. Aracı kızın olumlu sonuç alması halinde kızla oğlanın gizlice bir araya gelip görüşmeleri mümkün olmaktadır.

Nişan ve evlendirme aşaması büyüklerin görevidir. Önce kız hakkında kısa bir araştırma yapılır. Başka bir sevdiği varımdır. Ahlâki değerlere ne ölçüde bağlıdır, ailesinin geçmişi nedir vb. Oğlan tarafı büyükleri kızı beğenmezlerse gençler arasında aşk söz konusu olsa bile iş örtbas edilmektedir.

Taraflar karşılıklı, soy, asalet konusuna çok büyük değer vermektedirler. Adı kötüye çıkmış bir soyun ferdi ile evlatlarını başgöz etmek her iki tarafında işine gelmemektedir.

Kız tarafı beğenilen, saygınlığı olan bir aileyse resmen elçi gönderilir. Elçilik görevi verilecek kişinin de yaşlı ve saygınlık kazanmış kişi olması gerektir. Buna özen gösterilerek elçiler se­çilir.

Elçilerin görevi gecenin başlangıç saatlerinde başlar. Kız evine “Bismillahirrahmanirahim” sözü ile ve önce sağ ayak atılarak girilir. Ev sahiplerini selamlarlar. Elçiler içeriye davet edilirler. Havadan sudan hal hatır sorularak söze girilir. 2-3 sa­atlik süre böyle dereden tepeden sözlerle geçirilir. Sonunda elçi­lerden biri:   “-Biz sizi hayırlı bir iş için rahatsız ettik. Allahın izniyle, peygamberin kavliyle kızınızı filan delikanlı için istiyoruz.” der. Kız babası eğer oğlan tarafını tanıyor, beğeniyorsa yine de kesin cevap vermekten kaçınmaya çalışır. Der ki: _

“-Hoşgelmişsiniz, safa gelmişsiniz amabu konuda size tekbaşıma cevap veremem. Kardeşlerime, yakınlarıma danışmam gerek.” der. Eğer oğlan tarafını gözü tutmuyorsa, vermek taraf­tarı değilse bu kez:

“-Daha sıra kız evermeye gelmedi. Bir sürü masraflı işler bekliyor. Yeni ev yaptırmanız gerek. Kızımızın yaşı ufak” gibi açıkça kızı oraya veremeyeceğini belirtir.

Oğlan tarafın kız tarafınca beğenilmesi halinde elçilere çok büyük saygı ve hizmet gösterilir. Beğenilmemesi halinde ise saygı ve hizmet gereğince gösterilmez. Evde huzursuz bir hava estirilir. Elçiler olumsuz cevaba rağmen ikinci kez çıkıp gel­mişlerse itibarları tümüyle yitmiştir.

Kız istetme girişimi olumsuzlukla sonuçlanmışsa ve genç­ler arasında gerçekten aşk sözkonusuysa, kaçırma işine başvu­rulabilir. Kızın gönlü yok da sadece oğlan tek yanlı seviyorsa kaçırma olayı büyük rizikolara yol açabilir. Böyle de olsa tek yanlı aşklarda kız kaçırma zorunlu olmuşsa kız uzak ormanlarda ya da uzak kent ve köylerde yaşayan akrabaların evlerinde giz­lenmektedir. Kız tarafının barışmaya yanaşmaması süresince saklanma işi sürecektir.

Elçilerin olumlu sonuç almaları halinde nişan koyma sırası gelmiştir. Perşembeyi cumaya bağlayan gece nişan koyma için en ideal gecedir. Elçiler bu gece yanlarında getirdikleri çıkını (Başörtüsü, birkaç yazma, pudra, altın ya da pırlanta yüzük) kız tarafının önüne koyarlar. Buna Lazcada “pey” denmektedir. Bunun karşılığını da aynı anda alırlar. Artık büyük nişanın yapılmasında bir sakınca kalmamıştır. Bir süre sonra o da olur. Eğer sözlü kız başka bir yerden ısrarla istenmişse ve verilme­mişse işin onur meselesi haline getirilip istenmeyen sonuçlar 122

doğurmaması için bu işte acele edilir. Karar verilir, yakınlar çağrılır ve bir cuma gecesi imam nikahı yaptırılır. Bu nikah me­rasiminde bulunanlardan bir kişi oğlan için, bir kişi de kız için vekil tayin edilir. Hoca önce kızın vekiline konuşma sırası verir. Vekil ileride eşler arasında çıkabilecek geçimsizlik ihtimaline karşı bir miktar para konmasını ileri sürer. Talep edilen miktar 1000 lira ise oğlan vekili buna karşılık 100 liraya razı olur. Ora­da bulunanlarca bu miktar inandırıcı bir sonuca bağlanır. Karar hoca tarafında bir tutanakla tespit edilir. Oğlan tarafının kız ta­rafına getirdiği büyük nişan eşyaları (2 beşibiryerde, bir altın kaplamalı saat, bir altın işlemeli kemer, bir miktar para vb.) de tutanağa geçirilir. Hoca son olarak tarafların vekillerine “razı mısınız?” diye üç kez sorar. “Evet” sözcüğünü üç kez yineletir. Bu sözler de tutanağa işlenir. Anlaşma tamam olduktan sonra sıra duaya gelmiştir. Hoca dua okur. Orada bulunanlar amin der­ler. Dua bittikten sonra konuklara şerbet dağıtılır. Bir iki kişi kapıya çıkar birkaç el silah atar. Bu silah sesleri iki gencin nikahlandığının habercisidir

Nişanlılık döneminde kız ve oğlan, kaynana, kayınbaba ve yakınlarına görünemezler, onlara seslerini duyuramazlar. Ni­kah yapıldıktan 2-3 ay sonra kız tarafı damat tarafını evlerine davet eder. Birkaç akran, yaren oğlanı alır kız tarafına götürürler. Bu konuklar üç gün boyunca kız tarafında ağırlanı­rlar. Üçüncü günün öğlen yemeğinden sonra konuklara tepsi ile şekerleme ikram edilir. Konuklar bu arada nişanlı kızı görmek istdiklerini söylerler. Kızın yengesi ya da münasip bir yakını onu konuklara takdim eder. Kız her konuğun önünde bir kez du­rarak eğilir, kendi elinin avucunu öperek alnına götürür. Buna temenna denir. Bunu yapmakla kız konuklara teker teker hoşgeldiniz demiş olur. Temenna işi bittikten sonra kapı önünde durur, konuklar “Maşallah, maşallah” derler. Az sonra kızın çıkmasına izin verilir. Konuklar şekerleme tepsisine para bahşişi koyarlar.

Nikahlılar üçüncü geceyi birarada geçirirler. Sabahleyin kız evinden ayrılıp giderler. Artık bundan sonra oğlanın kız evi­ne serbestçe girip çıkması caizdir. Her defasında kaynana da­madına tatlı ikramlarda bulunmak zorundadır.

“Çanda” Düğün:

Nişan merasiminden sonra taraflar düğün hazırlığına başlarlar. Oğlan tarafı kız tarafına götüreceği eşyaları hazırla­makla meşgul olur. Bir adet ipekli, iki adet basma entarilik, ter­lik, ayakkabı, ipek çarşaf takımları vb. bunlar arasındadır. Kız tarafı da çehiz olarak: İki kat yatak, iki yorgan, birkaç yastık, komidin, divan, ayna, 5-10 kadar bakır tepsi, 10xkadar kapaklı bakır tencere, değişik boyda üç kadar kulplu kazan, tava, değişik boyda iki sini, leğen, 300-500 kadar şekerleme, 100-200 kadar ceviz ya da fındık ezmeli baklava, bir miktar cevizli ya da fındıklı sucuk, meyve kurusu, 5-10 kilo kadar kavrulmuş fındık vb.

Laz inancına göre ayın tekli günlerinde düğün yapmak iyi değildir. Ayın son çarşambası da uğursuz sayılır. Düğün günü iki tarafın yakınlan çağnlıdır. Kız tarafı yakınlan düğün hediye­si olarak, gelin için dikilmiş elbise, elbiselik kumaş, iç çamaşın, 100 kadar şekerleme. Akraba olmayan davetliler ise: İpekli mendil, peşkir vb. Oğlan tarafı yakınları da: Çoğunlukla yiye­cek şeyler getirirler. Börek, baklava, paklanmış tavuk, yumurta vb. gibi.                                                          

Gelin ahcı alayı oğlan tarafına gelen 40-50 kadar kişidir. Kız tarafı bunlan baklava ve benzer tatlı yiyeceklerle karşılar. Gelin alınacağı sırada kızın kardeşi, yoksa amcasının oğlu tepe­sine duvak örtüsünü geçirir, kapıdan çıkartılırken de yakın akra­ba gençler kapı üst eşiğine kamalar saplayarak gelin başı üzerin­de taç gibi tutarlar, gelinin çıkarılmasını engellerler. Oğlanın amcası kapıyı tutanlara isteklerini sorar. Kapı harcı olarak uy­gun bir para talep edilir. Amca bu parayı gençlerin ceblerine so­kar. Bu noktada kimi zaman saat, tabanca gibi daha büyük istek­lerde ileri sürülebilir. Oğlan tarafının bunlan karşılaması gerek124   lidir.

Ana-kız birbirinden gözyaşları arasında ayrılırlar, gelin dışarıya çıkarılır. Kızın ardından ağlamak aslında Lazlarda iyi sayılmamaktadır. Gelinin sağında, solunda ablaları, ya da kızkardeşleri yoksa yengeleri ya da amcasının kızları durmak­tadır. Bunlardan birkaçı geline erkân öğreten yenge (nedime) durumundadır. Düğün alayına kıztarafından üç misli kadar ka­labalık katılır. Düğün alayı deniz araçlarına binmişse, motorlar kasten çalıştırılamaz. Oğlan tarfı bunun anlamını çıkarmakta güçlük çekmez. Denizcilere bir miktar bahşiş verir, yola koyu­lurlar. Güzel, temiz giyinmiş kadın kalabalığının orta yerinde gelin oturmaktadır. Herkes tarafından gelinin hemen tanınması için eline özel bir şemsiye verilmiştir.

Düğün alayı, yol boyunca şarkılar (makruli) söyleyip, oyunlar oynarlar, kalabalık gelin alayı, damat evine yak­laştığında durur. Burada çok önemli işler başlamaktadır. “Girişi sağlamlaştırma” işi gözden geçirilir. Bunun anlamı ise kötü ni­yetli, büyücü kimselerin kurduğu tuzağa düşmemek. Lazcada “Onkilu, okiu” denen bu düşmanca olgu aslında çok günah bir şeydir. Ne yazık ki yine de sık sık görülmektedir. Bu çirkin dav­ranışı birkaç sözcükle anlatalım burada: Gelinle damat güveyi evine yaklaştıklarında, kötü niyetli kişi, orta yerinden bölünmüş bir misket kurşunun iki parçasını iki yolun kenarına gizlemekte­dir. Çift bu iki kurşunun arasından geçip eve girdiğinde kurşun­ları oradan almakta, bir tavada eritip birleştirmektedir. Bu olay­dan sonra yeni çift “bağlanmakta”dır. Çözülüp onların rahatlatı­lması son derece güçtür. Bu bağlama işi düğünden önce başka biçimlerde de yapılabilir. Nikah sırasında, hoca dua okuduğu sırada mendil ya da bir ipe düğüm atılması bu kötü sonuca yol açmaktadır. Bir diğer biçimi de: Düğün alayının geçtiği yolun bir yakasına bir asma kilit, diğer yakasına da onun açacağı kon­makta, alay geçtikten sonra ikisi tekrar bir araya getirilip kilit­lenmektedir. Bu kötü ürpertici işler bugün de Lazları endişendirmeğe devam etmektedir. Bu korku ve kuşku nedeniyle damat evine giriş sırasında alışılmışın dışında bir yol aranır. Şaşırtma­ca oynanır. Gelinin ve damadın eve giriş sırasında kapı üst eşiğine yine kamalar saplanır çift bunun altından geçirilir.

Kız tarafı gençleri gelin kapıdan içeriye alınmadan damat evinden soğuk içme suyu isterler. Su yerine şerbet, limonata ik­ram edilir. Şerbetler içildikten sonra bu bardaklar kırılır, damat tarafı zarara sokulmaya çalışılır. Avluya girildiğinde, orada ele geçen ne varsa, çardak, kümes vb. her şey kırılıp dökülür, Şımarık kız tarafı konuklan içeriye buyur edilirler, ancak ikna edilemezler. Konuk gençler kendilerine hizmetçi verilmesini is­terler. Hemen birkaç adam emirlerine verilir. Bunlardan birinin görevi "çubukculuk”dur. Bu kişi avlunun orta yerinde ateş ya­kacaktır. Birisi de “suculuk” yapacaktır. Konuk gençler bir tem­silciyi damat evine gönderirler. Görüşme başlar. Temsilci arkadaşlannın inek ya da öküz talep ettiklerini bildirir, bu iştek he­men yerine getirilir. Getirilen inek ya da öküz gözden geçirilir, tetkik edilir, beğenilmez. Geri çevrilir. Bunun ardından iki er­kek insan rehin istenir. Bu iki erkek, küçük yaşta çocuklardır. Bunlar gözden geçirilir, tetkik edilir dudak bükülür, beğenilmez veiade edilir. Sonunda güveyinin kendisi istenir. Güveyi kendi­sinden mutlaka uzun bir kişi tarafından alınıp getirilir. Öyleki güveyi bu uzun kişinin arkasında dikildiğinde görünmemelidir. Güveyi konukları saygıyla selamlar, içeriye kaçar. Buna itiraz sesleri yükselir:

“-Damadımız bizi başıyla selamladı ama içeriye buyur et­medi.” denir. Sesini duymak istiyoruz, acaba dilsiz mi? denir. Güveyi tekrar getirilir. Bu kez onları sözle selamlar, hoşgeldiniz der. İçeriye buyur eder. Kimi zaman güveyi burada ko­nuşmaktan sıkılır, beceremez, tekrar tekrar çağrılır, konuşmaya zorlanır.

Konuklar damat evinden halı, kilim, hasır gibi yaygı eşya­ları isterler. Bunlar koşturulur, avluya yazılır. Üzerine gelinkız, nedimeleri ve yanında bulunan kadınlar geçer, dikilirler. Oğlan tarafı kalabalığı buraya sokulamaz, ayn bir köşede durabilir. Kaynana, elinde bozuk para karıştırılmış darı tepsisiyle çıkage­lir. Bunu gelinin başı üzerine serper. Aynı şeyi kayınbaba da tekrarlar. Ardından güvey de bunu taklit eder. Yere serpiştirilen paralar kalabalık tarafından (çoğunlukla çocuklar) kapışılır. Bu paraların baş ağrılarına iyi geldiği söylenir. Buna inanılır. Darı ve paraların gelin başı üzerine serpilmesinin anlamı (gelinin bol kısmetli ve çok çocuklu olması) dileğidir. Kız tarafı gençleri mani söylerler. Bu maniler arasında bazı istek sözleri serpiştiril­miştir. Örneğin:

“Her dileğimiz yerine geldi ama

Hani nerede kaldı damadın liveri

Herkes memnun, mutludur

Gelsin buraya damadın liveri."

Kayınbaba gelinin elinden tutar, içeriye alır. Bu sırada er­kek tarafı gençleri silahlarına davranırlar, havaya ateş ederler. Sevinç, mutluluk ateşidir bu. Kız tarafı gençleri de buna karşılık verirler. Silahlarına davranır birkaç el ateş ederler. Sonra hep bir ağızdan gelinle güveyi tatlı sözlerle kutlanın Örneğin:

“Çok yaşayın, yaşlanana değin Karıncalar gibi çoğalınız Herkesin duasını kazanın Yıldızlarla ay misali. ”

Yeni evliler odalarına çekilirler. Damat, elindeki sivri uçlu kama ile gelinin tepesindeki duvağı kaldırır, yüzünü açar. Du­vak ve peçeyi evin duvarına saplar. Ardından gelinin nedimeleri

odaya girerler. İpekli bir örtü ile gelinin başını örterler. Üstünü başını düzeltip onu kadınlar arasına çıkarırlar. Davetli kadınlar kendi aralarında fısıldaşırlar: "Maşallah kıza gelinlik çok yakışmış” gibi sözler ederler. Gelin bu gece sabahlara değin ayakta durmak zorunda kalacaktır. Çünkü eğlence sürmekte­dir.

Komşu davetliler önceden yemeklerini yemiş, sıraların saymışlardır. Bu kez kız tarafı konukları için sofralar kurulur. 15 kadar çeşit sulu yemekler yenir, börekler pilavlar bunu izler. Konuklardan biri pilav tepsisinin orta yerine kaşığını saplar “Giemdginu” diye seslenir. Bu, sofra hizmetçisi anlamındadır. Hizmetçi koşar gelir, buyur der. Konuklar hizmetçiden baklava,. 10-15 tane haşlanmış tavuk, 1-2 tane kızartılmış kuzu, 1-5 kilo kıyılmış havan tütünü, meyve, vb. getirmesini söyler. Bu istek­ler oğlan tarafının ekonomik gücüne göre ayarlanmaktadır. Ge­tirilen şeylerin yarısı geri çevrilir, Yemek işi bittiğinde güveyi çağrılır, sofrayı kaldırması söylenir. Güveyi sofranın iki kenarı­ndan tutar, kaldırır gibi yapar fakat kaldırmaz, oradan uzaklaşır. Konuklar sofradan kalkarlar. Bu kez hizmet eden grup oturur. Bunlar da pilav tepsisinin orta yerine kaşıklarını saplar istekleri­ni bildirirler. Şekerleme, cevizli sucuk, fındık, meyve kurusu vb. istekleri arasındadır. Gelen yiyeceklerin yarısını geri çevi­rirler. Bunları geline bağışladıklarını söylerler.

Erkeklerin yemek faslı bittikten sonra kız tarafı konuk kadı­nlarının yemek faslı başlamaktadır. Ardından da bunların hiz­metini gören kadınlar izler. Yemek işi tümüyle bittikten sonra artık eğlence saati gelıpiştir. Şarkılar, türküler, oyunlar ve türlü şaklabanlıklar tüm gece boyunca sürüp gider.

Kız tarafından gelen konuklar ertesi sabah yola çıkacak­lardır. Bugün kayınbaba ocağın başına, ateşin karşısına oturtu­lur, gelin yanına götürülür, el öptürülür. Kayınbaba geline para bahşişi vermektedir burada. Bugünün gecesini de genç kızlar, erkekler eğlenceyle sabah ederler. Ortayere bolca yiyecekler konur; şekerlemeler, baklavalar, kuru meyveler, vb. Gelin ko­nukların önünde eğilir, avucunu öpüp alnına götürür. Temenna verir. Bunu yapmakla verilen bahşişlere teşekkür etmiş olur. Bahşiş konusunda çoğunlukla para tercih edilmesi, toplanacak kap-kacağın ihtiyacın çok üstünde olacağı endişesine bağlıdır. Paranın verilmesi ile hem düğün masraflarının karşılanmasında katkıda bulunulur hem de yeteri derecede birikmeyen eşyanın bu para ile satın alınması sağlanmış olur. Verilen bahşişleri ge­lin karşılıksız bırakmaz. Oda konuklara; şekerlemeler, ipekli mendiller, cevizli sucuklar, baklavalar ve diğer yiyecekler ik­ram eder.

Konuklann dağılmasıyla sıra yeni evlilerin odalarına ka­patılmasına gelmiştir. Çeyiz eşyalarıyla donatılmış odalarına çift nedime tarafından kapatılmaktadır. Önce damat içeriye alınmakta, ardından nedime kadın gelinin kolundan tutup içeri sokmaktadır. Bu sırada damat kapı arkasında ya da nedime kadının arkasına gizlenmek zorundadır. Çünkü gelin kızın on­dan korkması olasıdır. Nedime kadın gelinkızı zifaf yatağı üze­rine oturtur. Kulağına bir şeyler fısıldar, odadan çıkar. Gelin kız oturduğu yerden fırlar, ardından dışarıya kaçmak ister. Buna fırsat verilmez. Eğer gelin kız cidden korkmuşsa, kaçmakta ısrar ediyorsa damadın çok yumuşak tavırlarla, güleç yüzle ona yak­laşması gerekir. Kapılar kilitlenir, gelin kızın kaçması için ola­nak bırakılmaz. Gelin utancını kolay kolay üzerinden atamaz. Damat onu kollanndan kavrar, yumuşak hareketlerle yatağın üzerine oturmasına çalışır. Yanyana oturan çiftlerden damat so­rular sormaktadır. Gelinden ses çıkmamaktadır. Damat onu ko­nuşturmak için çareler düşünür. Olmazsa bu kez onun parmak­larını avucu içine kıvırıp sıkar. Gelin çoğu kez “Yapma, acıt­ıyorsun” gibi laf etmektedir. Damat biraz daha üzerine varır ge­linin:

“-Artık yeter, zamanı geldi. Yatmalıyız der. Buna da gelin olumsuz yanıt vermektedir. Tüm bu olan bitenler önceden hazı­rlanmış özel bir delikten, dışandan gözlenmektedir. Gelinle güvey aslında bunu bilmektedirler. Gözleme işi zorunluluk ha­lini almıştır. Buna karşı çare olarak çiftler odalarının ışığını ka­rartmakta ya da kısmaktadırlar. Damadın gelinin parmaklarını sıkarak ondan ses alması kadınlarca (Gözetleyen kadınlar) hoş karşılanmaz. Onların ölçüsüne göre her şeye rağmen gelin da­matla konuşmamakta direnmelidir. Böylesi gelin övgüye layık görülür.

Bazen çiftlerden ikisi de utangaçlıktan kurtulamıyorlar, bir­birine sokulamıyorlar. Bu hal ise dikizci kadınlar tarafından alay konusu yapılmaktadır. 2-3 saat sonra gözetleme işine son verilmektedir.

tik gece, kaynana kadın çiftlerin kapı önüne sıcak su koy­mak zorundadır. Sonraki geceler bu görevi gelin kendisi yapa­caktır. Su ile çiftler birleşmeden sonra banyo yapmalıdırlar. İlk gecenin sabahı eğer kapı önüne konan su aynen duruyorsa bu durum ev için büyük üzüntü kaynağıdır. Hemen akla “Acaba çocuklar bağlı mıdırlar yoksa anlaşmazlık mı var aralarında?” gibi sorular gelmektedir.

Üçüncü günün sabahı, evin görümcesi, yeni gelini odasından alıp mutfağa götürmektedir. İlk iş olarak mısır unu hamurununu pilekiye koydurmaktır. Artık bundan sonra gelin evde herkesten erken uyanmalı ocağı tutuşturmak, taze mısır ekmeği (mçkudi) pişirmek, etrafı silip süpürmelidir. Akşamlan da gelin herkesten sonra yatmalıdır.

Laz gelinleri kaynalanna “damtire”, kayınbabalarına da “mtire” demektedirler. Onlara karşı hizmette en ufak kusur et­mezler. Bir yıl geçmeyince de onların yanında ses çıkarmazlar. Bazen bu süre 5 yıl ve daha uzun sürebilir. Bu süre içinde geline “Otur” denmedikçe kendiliğinden bir yere ilişmesi caiz değil­dir. Koca evine gelişinin dördüncü günü gelin babaevine ziyare­te götürülür. Bu olaya Lazcada “kuçheş ktala” yani ayak dönüşü denir. Gelin aynı köy halkındansa “kuçheş ktala”dan akşama koca evine dönmek zorundadır. Başka köydense orada bir gece sabahlama hakkı tanınmaktadır. Bu tarihten sonra kız anası oğlan tarafına ziyarete gelebilir. Düğün günü kalabalığı ile bir­likte kız anası ve babası oğlan evine gidemezler. Yeni gelin koca evinde bir yıl geçmedikçe tarla, bahçe işine götürülmez. Onun görevi bu süre içinde ev işlerini gömlekten ibarettir. Bir yıl süre­since akşam erken saatlerinde gelinin oda ışıkları yakılmalıdır. Bunu anlami “Hanesinin sürekli aydınlık, mutlu olması” di­leğidir.

LAZCA VE MEGRELCEDE AKRABALIK TERİMLERİ

Lazca

Megrelce

Türkçesi

Cuma

Cima

Kardeş(Erkek)

Da

Da

Kardeş (Kız)

Nana

Nana(Şimdi Dida)

Anne

Baba

Baba(Şimdi Mama) Baba

Papuli

Babu

Dede

Didi Nana(Nandidi) Bebi

Nine(Büyükanne)

Cumadi

Cumadi

Dayı ya da Amca

Çili

(Şimdi Bidza) Çili

Kadın (Eş) Karı

Kimoci(Komoci)

Komonci

Koca (Eş)

Sica

Sinca

Damat, Enişte

Noğame

Sasinco

Nişanlı

Noğamisi

Şanili

(Damat adayı)

Nişanlı kız

Çita Nosa

Moçkudi

Yeni gelin

(Çutahusa)

Nisa(Nusa)

Nosa

Gelin

Mtiri

Muantili

Kayınbaba

 

Bitçi

Boşi

Oğlan çocuğu

Kulani(Bozo)

Dzğabi

Kız

Ohrorca(Osuri)

Osuri

Kadın

Osurskiri

Osurskua

Kız çocuğu

Ohreskiri(Evin oğlu) Kayınbirader

Ohoreskiri

Ohrasure(Evin kızı) Ohraskiri

Baldız

Da Mogaperi

Mordai

Süt kızkardeş

Cuma Mogaperi

Dzidzeskua

Erkek sütkardeş

Animse

Cumaşkua-DaskuaY eğen

İngsalape

Bidziskua-

Manidaskua

Hala ya da dayı çocuğu(kuzen)

Proğoni

Skuamneri

Üvey kardeş

Nanaşantini

Nanaşamneri

Üvey ana

Babaşantişi

Babaşamneri

Üvey baba

Bere

Bağana

Çocuk

Skiri

Skua

Evlat

Şira

Kvri

Dul

Mandzageri

Mezobeli

Komşu

Dane kadın(sağdıç)

Dade

Nedime

Makari

Makari

Gelin alayı(Seymen)

U mçane(U mçaşe)

Umçaşi

Büyük, Üst(Amir)

Umkilaşi

Uklaşi

Küçük

(Emir altında olan)

Kimoceri (Komoceri)

Gathili

Evli kadın(Kocalı)

Çileri

Çilami

Evli erkek(Kanlı)

   ' Burada verilen örnekler Vitse-Arkabuli diyeleğinde azçok değişime uğramaktadır. Değişime uğrayan sözcükler tırnak içinde gösterilmiştir.

Kültürel ve ekonomik yönden geri kalmış bir eve gelin ge­len kızlar çok zor günler yaşamak mecburiyetindeler. Üç yıl bo­yunca büyüklerinin yanında oturması, beş yıl boyunca kayınbabasıyla konuşamaması, büyüklerin yanında kocasıyla konuşamaması çoğunlukla böyle ailelerde göıiilmektedir. 40 yıl boyunca Laz kadınlarının kocalarına ismen seslenmesi caiz değildir. Bu süre içinde kadın kocasına “Ebçi” demek zorun­dadır. “Adam buraya gel, adam öteye git” (Ebçi mohti aşo, ebçi igzali) gibi. Erkek de karısına ismen selenemez. Sadece “Hey” diyebilir. “Hey bana bak, hey su kat” (Hey gulitskedi, hey tsakari giemibi) gibi. Eskiden bu tür isimlendirmelere Gürcüstan’ın başka bölgelerinde de raslanırdı. Samegrelo'da, Tuşeti'de, Mohev'de, Hevi'de vb. 40 yıl sonra erkek kansına artık “Hçini” diye seslenebilir. Bu da kocakarı anlamındadır. Kadın da kocasına artık “Badi” diyebilir. Bu da ihtiyar anlamındadır. Gelin (Nisa) kayınbabasına artık “Baba” diyebilir. Kaynanasına da “Nana” diyebilir. Buna karşılık tüm ev halkı onu “Gelin” diye çağırabi­lirler. Eğer bu gelin başka köyden gelme ise tüm komşular ona “Gelin” demek zorundadırlar. Aynı köyden olanlara kimisi is­men de seslenebilir. İyi kaynanalara çatan gelinler için diyecek yok, ama kötü kaynanalara çatan gelinlerin tek kuruluş çareleri ayrı eve çıkmak olacaktır. '

Ayrı eve çıkmayı zorunlu kılan nedenlerin buşmda: Evde iki ya da daha fazla gelinin bir arada bulunmasıdır. Böyle haller­de gelinler arasında anlaşma güç olmakta, ilişkiler çekilmez du­ruma gelmektedir. Kaynanalar açısından en iyi gelin, en taze olanıdır. En küçük gelininin kocası eğer .eşine yeterince bağlı görünmüyorsa ayrı eve çıkmada gelin olumsuz tavır almaktadır. Eski evde, büyüklerle birlikte kalmakta direnmektedir. Laz kadınlarının temel görevleri arasında erkeğinin yanıbaşında tar­la, bahçe işine de katılmaktır. Kışlık odun taşımada kocasına   yardımcı olmak da görevleri arasındadır. Laz erkekleri eşlerine hiçbir zaman hesap vermek zorunda değillerdir. Kadının bu türlü sorular sorması, bazı öneriler ileri sürmesi mümkün değil­dir.

Ayrı eve çıkma şırasında gelin, kayınbaba evindeki hiçbir eşya ve mala ortaklık iddiasında bulunamaz. Onun hakkı Sade­ce baba evinden getirdiği çeyiz eşyalarını alıp gitmekten ibaret­tir.

(Bereşokopumu-Dobadu) Doğum

Yeni doğum yapmış bir Laz kadını (Nuhusa Oharça) bazı davranışlarında dikkatli olmalıdır. Ağır yük kaldırmamalı, gece yolculuğuna çıkmamalıdır. Evhalkı da onu kollayıp gözetmek zorundadır. Doğuma bir hafta kalan artık o işe götürülmemeli, durumu anlayışla karşılanmalıdır. Hamile kadınların ceviz ve fındık gibi yiyeceklerden kaçınması gerekir. Bu yasağa uyma­yanların çilli bebek doğuracaklarına inanılır. Etli ve pirinçli ye­mekler de yemesi doğru değildir. Özellikle böbrek, ciğer, dalak, yürek gibi etleri asla ağzına değdirmesi caiz değildir. Hamile bir kadın hamileleğinin dokuzuncu ayında avluda oturur, eteğine mısır ufalar bunu ata yedirirse uğur sayılır. Eteğini sonunda sil­kelemen ve geçip ocağın başına oturmalıdır. Doğumun yak­laştığını haber veren sancılar başladığında hamile, doğum odasına çekilir. Açılmadık yatağın üzerine uzanır. “Oncire”

Olay geceye raslamışsa kocası durumu ev halkına haber ve­recektir. En uygun olanı kızkardeştir. Yoksa gelinlerden birisi olabilir(Nisa). Olay gündüze raslamışsa ev halkı bunu rahatlıkla anlayacaktır. Ebeye haber vermeye koşacaktır. Köyde bu işten anlayan birçok kadın varsa, öteden beri bu evdeki doğumları idare eden kadın seçilir. Bu kadının evi diğerlerinden uzaksa birkaç gün öncesinden çağrılıp evde hazır bulundurulur. Ebe kadın gelir gelmez doğum yatağını açıp hazırlamakla işe koyu­lur. Doğumun rahat geçmesi için (Oncire) çarşaf içine alınır, 134   sallanır. Bunun doğumu kolaylaştıracağına inanılır. “Bere6 ço­cuk ters geliyorsa lohusa hemen dizüstü, yüzükoyun çöktürülür, karnı oğuşturularak bebeliğin gelişine yön verilir.

Zor geçen doğum olaylarında lohusanın erkeği eşine avu­cuyla su içirmekte, suyu üç kez üzerinde gezdirmektedir. Bu ge­lenek çok ilginçtir ki bazı diğer Gürcü boylarında da görülürdü. “Mohevlilerde” ve “Raçveliler”de aynen tatbik edilirdi. Sonra tavan arasından çürük bir ağaç indirilir (Txmele ağacı) yarılıp içinden ağaç kurdu çıkarılır. Kurt ezilir, bir miktar suyla su­landırılıp lohusaya içirilir. Buna Lazcada (Muuturişi tskariş uşumu) yani kurtlu su içirmek denir. Bir yandan da doğumu ko­laylaştırmak için Tanrıya dua edilir. “Allahım sancılardan, inil­tilerden sen kurtar”= (Gormoti çvini tskunuş aşletini) denir.

Doğum yapmış bir kadının sütünün bol olması için başına boz renkli bir taş asılır. Bu taşa Lazcada “Lorizmaşi kva” denir. Bebek (Mamuni) dünyaya gelir gelmez ilk iş olarak göbek kor­donu (Umpa) kesilir. Sonra bebek iyi kaliteli tuvalet sabunu ile yıkanır. Bu yoksa normal banyo sabunu ile yıkanabilir. Bezlere sarılır, annesinin (nana) yatağına yatırılır. Lohusaya da banyo yaptırılır. Hastanın yatağının sıcak olmasına özen gösterilir. Doğum sırasında ev halkı doğum odasınayaklaşamaz. Burada ebe kadından ve bir yardımcı kadından başkası bulunamaz.

Bebek doğar doğmaz ev halkınca cinsiyeti sorulur. Oğlan olmuşsa buna pek sevinilir. Evin balkonuna çıkılır ve birkaç el silah sıkılır. Silah sıkma işini erkeklerin bulunmadığı sırada kadınlar da yap*abilirler. Ardından bebeğin babasına müjdeci koşturulur. Baba bu müjdeyi asla ödülsüz bırakmaz. Doğumdan sonra hemen pilav pişirilir. Oğlan doğmuşsa pilav biraz daha bolca yapılır. Yaşlı Lazlar bunun anlamını şöye açıklıyorlar: “Oğlan eli açık gönlü gani olur.” diyorlar. Lohusanın ziyaretçi­leri yavaş yavaş gelmeye başlamıştır. Önce “mandzagerebi” ya­ni komşular gelir. Bebeği ve anneyi kutlar dua ederler. Buna Lazcada “gehvamupan” adı verilir. Bu sözler aşağı yukarı şu

sözlerdir:                 

“Allah mutluluk içinde torunlarını da göstersin.”=“Heladokarobate, Ğormatik Motalepeşa mogiçişinas”. Lohusa bu duaya “amin” der. Ziyaretçi kadınlar arasında hamile kadın varsa lo­husa bu duanın aynısını ona iade eder, hayırlı temennilerde bu­lunur.

Lohusa bir kadını ziyaret etmek ancak kadınların hakkıdır. Erkeklerden, kardeşler ancak üç gün sonra görebilirler onu. Be­bek, ziyarete gelen akrabaların kucağına konur, bahşiş beklenir. Lohusaya pişmiş yumurta ve pilav iyi gelir. Bu yiyeceklerin mi­de bulantılarını bastırdığı söylenir. Doğumdan sonra sancılar dinmemişse, löhusanın kamı üzerinde tekerlek duruşu pozisyo­nunda bir elek konur. Bastırılır. Buna Lazcada “ontsiru gejadigimu” denir. Hasta bu eleğin telleri arasından bakar. Ebe ile ara­larında şöyle bir konuşma olur:

Ebe Ağnn hafif mi? (Mankareni çorçi?)

Hasta Hafiftir. (Çorçiren) Bu sözler üç kez tekrarlanır. Be­beğe günde iki kez banyo yaptırılır. “Çumanişi do Limcişi”, ya­ni sabah akşam. Bu bir hafta (Ar dolon) boyunca.böyle sürer. Hasta bir hafta sonra ayağa kalkabilir. Bazen daha da erken to­parlanabilir. Erken toparlanıp yağa kalkabilen gelinini kaynana (damtire) özenle tetkik eder, sevinir, gururlanır. Gelen konukla­ra gelinin övgüsünü yapar:.

Doğum olayı gelinin ilk doğumuysa gelen konukları karşılamadan önce gelin yüzüne pudra çalar, üstüne başına biraz daha fazla çekidüzen verir. Aynen gelinliğinde yaptığı gibi (Noğamisi). Bu süslenmenin anlamını yaşlı Lazlar şöyle açı­klarlar:

“'-Yeni doğum yapmış taze gelinlerin arkasını kırk gün süreyle azrail bırakmaz. Eğer ölüm (Ğura) onu yenerse hiç değilse ahirete güzel yüzle gitmeli,” derler.   Bebeğin kesilen göbek kordonu (Umpa) bir cami avlusun­da, temelin dibine gömülür. Bunda bebeğin kız ya da erkek ol­ması hiç bir rol oynamaz. Bebeğin böylelikle akıllı (Noseri) ola­cağına inanılır.

Bebeğin sağlık durumunu izlemek ve onun uzun ömürlü ol­masını temin için kırk gün süreyle onu bir terazinin kefesine ko­yar, kefenin diğer gözüne de taze balık koyarlar. Bebeğin ağırlığınca bu balıklar hergün toprağa gömülür. Böyle yapmak­la bebeğin kötü kaderinden savulduğuna inanılır. Bu alışkı eski­lerde Gürcüstan’ın Gurya bölgesinde de bilinir, yapılırdı. Guryalılar bu harekete “Toprağın kandırılması” derlerdi. Ancak bu­rada terazinin kefesine balık değil, yavru domuzların kemikleri konurdu.

Guryalılar, doğumu yaklaşan hamile kadınların karnına balık yapışkanını sürerlerdi. Bunun doğumu kolaylaştıracağına inanılırdı.

Gürcüstan’ın Trialeti bölgesinde yaşayan Rumlar eskiden balığı verimlilik sembolü olarak kabul ederlerdi. Kısır kadınlara kurutulmuş balık çirozlarını yedirir, onların böylece hamile ka­labileceklerine inanırlardı.

Yeni doğmuş bebeklere musallat olan hastalıklar çok olur. Bunlardan karakteristik özellik taşıyanlar arasında kulak çevre­si (Osahilo) yaralandır. Bu görüldüğünde annenin acı, tatlı, ekşi yiyeceklerden kaçınması gerekli. Karın sancısı (Tatahana). Bu hastalığa karşı Lazlarda epey bolca çareler vardır. Örneğin: İçi­ne bir miktar kül ya da barut kanştınlmış bir bardak su ısıtılmış tuğlanın bebeğin kamı üzerine konması vb. Bunlardan yarar görülmediği takdirde geciktirilmeden bebeği okutmak gerekir. Okuyucu (Hoca) okuyup üflediği bir ip üzerine düğümler atar. Bu efsunlu ip bebeğin beline bağlanır. Bir başka önlemde: Bir yumurta üzerine hocaya muska yazdırılır, yumurtaya iple kulp yapılıp tavana asılır.

Bebek eğer çok ağlıyorsa bunun nedeni “Göz değmesi” ola­   bilir. Yaşlı kimselere göz duası okutulur; Göz değmesinden ko­runmak için (Toli var matsas) bebeğin başına ve elbiselerine renkli boncuklar takılır. Boncuk dizisi (Moni),arasında dişler (Abuş kbiri), kaşık kırığı (Kiziş notehe) vb. de bulunur.

Uğrama ya da çarpılma gibi kötü ruhlann neden olduğu has­talıklara Lazcada “îhiçinka” adı verilir. Bebeğin uğramadan ko­runması için muska yazdırılır, beşiğin üzerine iliiştirilir. Be­beğin yastık altına da “kuran” konur. Kuran bulunmadığı takdir­de Hamayli de koymak yararlı olacaktır.

“Mjoraş”, gün batımından sonra lohusa kadın (opetuşi) av­luya çıkmamalıdır. 40 gün süreyle bebeğin banyo artığı suyu dışarıya dökülmemelidir. Bu su evin içinde, müsait bir yere bes­mele çekilerek dökülmelidir.

Bebeğe ait bezler ve çamaşırlar gün batımından sonra avlu­daki ipte bırakılamaz. Eğer unutulmuş da kalmışsa yapılacak iş, onları (daçhiri) ateş üzerinde gezdirmek, üzerine sinmiş kötü ruhları böylece çıkaımaktır. Akşam ezanından sonra eve dönen evin erkekleri doğrudan doğruya bebeği kucağına alamazlar. Önce yanan ocağın başına gitmeli, üstlerini başlarını ateş üzeri­ne siykeleyip kötü ruhlardan arınmalıdırlar. Ondan sonra ancak bebeğe yaklaşabilirler. Bu kaideye babanın da uyması zorunlu­dur.

Akşam ezanında lohusanın odası aydınlatılmalıdır. Işıklar sabaha dek açık bırakılmalıdır. Işıkta “Cadılar”ın gelip kötülük etmesi mümkün değildir. Laz inancına göre cadılar aslında aramızda dolaşan insanlar arasından çıkarlar. Gece olunca bun­lar kanatlanır, kötülük yapmak için göklerde uçuşurlar. Bunlar körpe bebeklerin kalplerini yerinden söküp kanlı kanlı yemeye bayılırlar. Bebeğin annesinin her gece yatmadan şu duayı oku­masında yarar vardir:

“Kul euzübirabbinnasi, meliki nnasi, ilahinnasi, min şerrin vesvasil hennasi, ellezi yuvesvisu fii sudurinnasi, minel cinneti vennas.”

Laz innacına göre bu dua bebeği cadılardan ve diğer kötü ruhlardan koruyacaktır. Bazı durumlarda da beşiğin çevresine tülbentten bir ağ cibinlik sarılmaktadır. Bununda yararlı ol­duğuna inanılmaktadır.                         '

Doğumdan bir hafta sonra sıra bebeğe isim koymaya gel­miştir. Çocuğa isim koyma (seçme) hakkı herkesten önce dede (Papuli) ve nineye (Nandidi) aittir. Bunlar sağ değilse bu hak an­ne-babaya geçmektedir. Çocuğa isim seçilirken mutlaka ailenin büyüklerinden ya da yakın akrabaların taşıdığı isimlerden biri­nin model tutulması gerekir. Bunun bazı istisnaları vardır. Örneğin: Bâyram günleri dünyaya gelen erkek çocuklarına “Bayram” ya da “Bayramali” ismi verilebilir. Bunda hayır vardır. Şaban ayında doğanlara “Şaban” Ramazan ayında doğanlara “Ramazan”, Recep ayında doğanlara da “Recep” adı vermek uğurlu sayılır. Lazlar çocuklarına isim seçerken çoğun­luk Müslüman kitabi isimlerin seçilmesine de özen gösterirler. Ancak bu isimler Laz telaffuzuna göre bazı değişikliğe uğra­maktadır. Örneğin: Muhammed'e “Memet” ya da “Memedi” Ahmed'e “Amedi” Ali'ye “Alya”, Hatice’ye “Haccei”, Ayşe'ye “Aşei”, Fatma'ya “Padi” vb. demektedirler. Lazlar Türkçe so­yadlarını da kendilerine özgü biçimde telaffuz ediyorlar. Örneğin: Tantioğlu “Tantuşi”, Çeboğlu “Çebişi”, Kitmiroğlu “Kitmiriş”, Sofuoğlu “Sopişi” vb. “Şi” soneki Lazcada bağlılık, aidiyet ifade eder. “Mişire” kiminsin? demektir. “Tantuşi” Tantuların anlamındadır. .

30-40 yıl kadar önce Lazlar arasında Laz orijinli soyadları daha çokça görülürdü: Narakia, Jordania, Papaskiri, Tsuleskiri, Çikovani vb, 1931 yılından bu yana bu türlü, Türkçe olmayan soyadları taşımak yasaklanmıştır Türkiye'de. 1935 yılından bu yana Lazlara yeni soyadlar uydurulmuştur.

Lazlarda bebeğe isim takılırken bir yandan ezan okumak adettir. Bu iş çocuğu bir nevi “kutsama”dır. Bebek kendisine ezan okuyan kişiye benzermiş diye bir inanış vardır. Bu nedenle ezan okuyacak kişinin, zeki, düzgün fizikti, güçlü biri olmasına dikkat edilir. Böyle biri çevrede bulunmazsa hoca çağrılır, bu iş gördürülür.

Çocuklar iki yaşını doldurladan bir köyden diğerine götürülmezler. Bunun nedeni “nazar” ve “kötü ruhlardan” çe­kinmedir. Eğer böyle bir seyahat zorunlu olmuşsa, çocuğun aln­ına kara çalmak ve onu çirkinleştirmek gerekir.

“Ontselişi Çanda” Beşik Eğlencesi

İlk doğumlarda beşik düzme görevi doğum yapan gelinin ailesine düşmektedir. Onlar zaten doğumdan önce bunun hazırlığı içindedirler. Beşik takımı düzüldüğünde damat ta­rafıyla birlikte bir gün belirlenir. Beşik eğlencesi (Onseliş çan­ta) gününün perşembe ya da pazara raslatılması iyi sayılır. Kız tarafı davetlileri bugün toplaşırlar. Minder, yorgan, yastık, sargıbezleriyle donatılmış beşiği ve anneannenin bebek için diktirdiği elbiseleri, akrabaların hazırladığı giyecek eşyaları da alarak damat evine gelirler. Beşik takımı ve diğer eşyalar özel tutulmuş bir adam tarafından taşınır, bu adam görevi sonunda para bahşişi alır. Beşik eğlencelerine erkekler katılamaz, bu kadınların hakkıdır sadece. Kız tarafından gelen 25 kadar kadın itibarlı davetli sayılır. Oğlan tarafı bunları elinden geldiğince hoş karşılamahdır. Beşik bir kez de ebe kadın tarafından elden, gözden geçirilir, düzenlenir. Sonra ebe kadın beşiğin üzerine bir miktar para bahşişi koyar. Herkesin bahşiş vermesi işini başlatmış olur. Orada bulunanlann güçleri oranında bahşiş ko­yarlar. Sonra annesi babası hayatta bir kız çocuğu çağrılır. Be­beği beşiğine yatırması söylenir. Bu kız çocuğu bebeği ilk kez beşiğe koyarken şöyle dua eder:

“-Nababate orda do açkvanisti bitçi gioncirat”. Yani analı babalı büyüsün, İkincisi de erkek olsun. Oradakiler hep bir ağızdan “amin” derler.

Artık bugünden sonra ebe kadının görevi sona ermiştir. Be-

beği yıkamak ve diğer bakım işleri anneye aittir. Anne ebe ktulı* na bir takım hediyeler verir. Sabun, iki adet mum, bir düzine kib­rit, para gibi. Beşik eğlencesine katılan kız tarafı davetlileri başka köyden gelmişlerse bir gece konuk edilir. Aynı köyde olanlar eğlence sonunda, akşama evlerine dönerler.                                        

Çocuk Bakımı ve Yetiştirilmesi

Bir yaşma kadar çocuğun her türlü bakımı, gözetimi anneye aittir. Çocuk ayağı üzerine dikilince (Ogzalon) kolay yürüme öğrenmesi için bazı yardımcı araçlar yapılır. Bunlardan biri şu: Müsait bir yere dört kazık çakılır. Bunlar arasında, uzunlaması­na ve birbirine paralel olarak düzgün iki çıta uzatılır. Çocuk bu çıtaların arasına dikilip çıtalara tutunması sağlanır. Bundan ce­saret alan çocuk ileriye doğru adımlarını atacaktır. Bu ilgilere dedesinin ve babaannesinin de yardım payı vardır.

3-4 yaşına varmış bir çocuk, boş mısır somaklarıyla kendi kendine “Ohori” ev yapmaya çalışır. Kartonla ya da tahta ile sandal, kayık (Peluki, nuşi) yapmaya gayret edebilir. Sıcak ha­valarda su kenarlarına giden çocuklar arasına karışıp pelukaları, nuşileri yüzdürmeye çalışabilirler.

Biraz daha yetişkin Laz çocukları o kadar mükemmel san­dallar yapıyorlarki bunlara oyuncak demek zordur. Birkaç kilo yük bile taşıyabilirler bu sandallar. Çocuklar bunlara yelken de uyduruyorlar. Dalgasız büyükçe su birikintilerine salıveriyor­lar.

.Erkek çocuklar 5-6. yaşlarına varınca sünnet çağma girmiş olurlar. Bazı görüşlere göre sünnet olayı çocuğun aslında kut­sanma olayıdır.

Sünnet operasyonunu yapan kişiler aslında doktor değiller­dir. Sadece bu işte deneyim kazanmış usta kişilerdir o kadar. Sünnetçiler çoğunlukla ilkbahar aylarında yanlarında bir ya da iki yardımcı bulundurarak köy köy dolaşırlar. Bunların gelişini işiten aileler sünnet çağında çocukları varsa sünnet ettirirler. Sünnet sırasında çocuğa sünnetçinin tatlı dil, güler yüz göster­mesi gerekir. Espriler de yapması yararlıdır. Aksi halde çocuk ürkebilir. Operasyonda zorluk çıkarabilir. Operasyon aletleri bu iş için özel hazırlanmış aletlerdir. Sünnet işi gerçekleştikten sonra bir takım ağrı dindirici ve tedavi edici ilaçlar kullanılır. Çocuk birkaç gün yatakta tedavi görür. Sünnet olan çocuğa para bahşişi verilir, bu onun susmasına yardımcı olur. Bazen grup sünnetlerde çocuklar arasında rekabet yaratılır. “Görelim ba­kalım hanginiz daha erkekmiş. Şimdi belli olur gibi laflar söyle­nir. Buna rağmen ağlayan çocuklara da “labeşa” denir. Zırlayıcı anlamındadır bu söz. Çocuk alaya alınır.

Sünnet merasiminde ekonomik gücü iyi olan aileler düğün tertip etmekte, hısım, akraba, konu komşuyu çağırıp yemekler vermektedir. Bu gelenek bugün de sürdürülmektedir.

7-8 yaşlarına varmış bir çocuk büyükleri tarafından biraz daha katı kurallarla, terbiyeye çalışılır. Dedeler ve nineler annebabalara nazaran daha yumuşak, koruyucu rolü oynamak­tadırlar. Yaramaz bir çocuğu azarlarken şöyle söylenir: Adın batsın senin (Cohi gamagiçkudaş). Adın batmasın. (Cohi mo gamagikudaş) İki gözün körolsun (Jur tolepe mo dagidgidas) İki gözün körolmasın (Jur tolepe dagidgidas) vb. Buradaki “Mo” olumsuzluk eki çocuğa beddua yerine dua anlamı kazandırmak­tadır. Ama bu gizlenmiş anlam ona sezdirilmemektedir. Kör ol­masın (Mo Dogidgidsas) gibi. Bir çocuğun iyi davranışları da şu sözlerle ödüllendirilir: Sana kurban olayım, başına dolanıp öle­yim. (Gogitha do gogağara), Allah uzun ömürler versin. (Ğoromtik didi dğa mogçap)

Gürcüstan Lazları bir yana bırakılırsa bugüp Türkiye Lazları arasında okuma çağına gelmiş bir çocuk için hiçbir ön hazırlık söz konusu olmamaktadır. Türkiye'de eğitim, öğretim kuruluşları yeterli düzeyde yaygın değildir. Ancak 7-8 köye bir ilkokul isabet etmektedir. Bunun yanısıra Laz çocuklarının ana­dilleriyle değil de değişik bir dille (Türkçe) eğitilmeye çalışılmaları bazı güçlükler çıkarmaktadır. Çocuklar çoğunluk­la ders konularını anlayamamakta, birkaç yıl aynı sınıfa devam zorunda kalmaktadırlar. Okuldan çocuğun uzaklaşması neden­leri arasında Laz ailelerin ekonomik güçlerinin zayıf olmasıdır. Okuma masraflarının ağır olması, birçok Laz ailenin cahil kal­masına yol açmıştır.

Laz çocukları 12-13 yaşlarında hayata atılmaktadırlar. Henüz 9-10 yaşlarındayken balıkçılık tekniğini kavramaya başlarlar. Sandal kullanma, kürek çekme, ağ örme, kalafat işleri, hava tahmininde bulunma, silah kullanma vb. bunlar arasında sayılabilir. Daha büyük yaştaki çocuklar ise rahatça tarım işleri ve yapıcılık, ustalık uğraşılarına girişebilirler.

Oyunlar, Eğlenceler

Lazistan çocuklarının çok çeşitli ve zengin oyunları vardır. Çocuklar yetişip oyun çağma girdiğinde artık disiplinli, kuralla­ra uygun oyun düzenine girmektedirler. Bu kurallı oyunlardan birisi “Pantskumpaleşi” ya da “Getkobinuşi” (Saklambaçtır) tır. Saklambaç oyunu şöyle oynanır: Oyuna katılan çocuklar yere çömeşirler, sol el parmaklarından ikisini sıra halinde yere dizer­ler. Oyunculardan birisi sağ el işaret parmağıyla bu sıra parmak­lar üzerinde tek tek gezinir.

“Elelem belelem

Simsi katu timkozi

Açka, daçka, tunagali, tusandali

Eline, koçine Tsitsilaş bere.” der. Bu dörtlüğün son sözcüğü hangi parmak üzerinde biterse o çocuk ebe seçilir. Herkes sak­lanmaya koşar. Saklananlardan birisi “Kuku” diye bağırır. Ebe (Getkobineri) gözlerini açar, onları aramaya koyulur. Gizlenen­ler ebeye yakalanmadan çıkıp noktaya yetişmeli, ellemelidirler. Noktaya yetişip el vuran çocuk “Pantskum Pale” der. Yetiştim, elledim anlamındadır bu sözcük. Ebe oyuncuya yetişirse vücu­duna ellerse ellenen çocuk (gentskobine) yani ebe olacaktır. Hiçbirini elleyemediği sürece ilk ebelnin ebeliği sürecektir.

“Kvapıpuloni” Beştaş Oyunu:

Deniz sahillerinden seçilecek beş taş bu oyunun başlıca aracıdır. Oyun sahilboyundan uzak köylerde oynanıyorsa bu taşlar kiremit kırıklarından özel olarak yontulabilir.

Sol el başparmağı ile işaret parmağından köprü yapılır. Ye­re basılır. Beş taş köprünün önüne serpiştirilir. Tek taş havaya fırlatılarak bunun düşene kadar ki süre içinde yerdeki taşlar tek tek köprü altından birbirine değdirilmeden geçirilmeye çalışılır. Bu oyunun tüm periyodlarını hatasız gerçekleştiren çocuk başarmış sayılır.

“Milobia” Çelik Çomak:

Bu oyun küçüklerin olduğu kadar büyüklerinde ilgisini çekmektedir. Önce oyunu başlatacak kişi seçilir. Bu da: Yassı bir deniz-taşının bir yüzüne tükürülerek ıslatılır. Havaya atılır. Ardından sorulur: Yaş mı, kuru mu? Yaş diyenle kuru diyenin sonucunu yere düşen taş gösterecektir. Oyuncular iki gruba ayrılırlar. Ellerinde birer çomak ve birer çelik vardır. 30 santim boyundaki sivri uçlu çelikler çapraz duruşla hafiften toprağa saplanır, buna var gücüyle çomak çarpılır. Hangi oyuncunun çarptığı çelik daha uzağa gitmişse o oyuncu galip sayılır.

İlk atış figürüne “Etsamalu” değnek çarpma, ikinci figüre de “Gotsamalu” çelik devirme denir. Atışta (Vuruşta) hata ya­pan oyuncu vuruşunu yinelemek zorundadır. Üç vuruş sonun­daki skor yenenle yenileni ortaya koymaktadır. Yenilene “konikvatu” mağlup adı verilir. “Etsamalu” ve “Gotsamalu” figü­rleri tamam olduktan sonra sıra oyunun “ÎU” bölümüne gelmek­tedir. Bu figür: Sol elde tutulan çelik çubuğun havaya atılması­yla buna çomak vurulmasıyla yapılır. Çeliğin mümkün ol­duğunca uzaklara kadar götürülmesi makbuldür. Skor yedi ke? tekrarlandıktan sonra tamamlanmaktadır. Hatasız vuruş yapan­lar ve çeliği uzağa atabilenler kazanmış sayılırlar.

“Kalka” Çelik Çomak Oyunu:

Bu oyun da birinci çelik çomak oyununa benzemektedir an­cak yenilen oyunculara verilen ceza değişmektedir. Sol elde tu­tulan çelik havaya fırlatılmakta, yere düşmeden sağ eldeki ço­makla vurulup uzaklara atılmaktadır. Bu figür üç kez yinelen­mektedir. Bu süre içinde en az hata yapan ve ençok uzağa götürebilin oyuncu kazanır. Bu oyunda diğer oyunda bulunma­yan bazı haklar vardır. Örneğin: Oyuncu çeliği havaya fırlatıp çomakla vurmaya hazırlandığı sırada karşısındaki oyuncu çe­liğini havada avlayabilir. Çeliği havada avlayan rakip oyuncu onu hızla toprağa çakar. Bu kez çelik sahibi çeliğini toprak için­den havalandırmak zorunda kaalmaktadır. Bu da son derece güç olmaktadır. Üç kez yinelenen bu figürler sonucu başarı sağlaya­mayan taraf karşı tarafın “Lakoti” enikleri sayılırlar. Enikler grubuna oyunu sürdürme hakkı tanınır. Başarıya ulaştıklarında bu cezalı isimden kurtulabilirler. Bu kurtuluşa da “Lakotebiş to­li gantskİmu” adı verilir. Anlamı ise “Enikler gözlerini açtf’dır.

ŞARKILAR, ŞİİRLER

Laz gençleri dini bayramlar haricindeki, düğün, imece, bayram günleri karşılıklı türküler okumayı, şiirler söylemeyi pek severler. Kızlı erkekli gruplar (Çkonşca) meşe ağaçlan dip­lerinde toplaşır salıncaklar kurarlar. Asırlık meşe ağaçları La­zistan'da çokça bulunan ağaçlardır. Bu salıncaklara (Okontsure) önce kızlar bindirilir. Sonra erkekler binerler. Erkekler grubu kızlar grubundan biraz uzakça, topluca durmaktadırlar. İğnele­yici şiirler, maniler söylemeye önce erkekler başlarlar. Kızlar da zaten buna hazırhklıdır. Gecikmeden yanıtlarlar oğlanlan söylenen sözler çoğunlukla irticali (O anda yaratılmış sözler) dir. Vaziyete göre düşünülmüş şeylerdir. Gençler arasındaki ciddi diyalog ve duygusal ilişkiler bu eğlencelerde başlamak­tadır. Bu diyalog ve duygusal yaklaşımlar çoğunlukla evlenme , gibi mutlu sonla noktalanmaktadır.

OYUNLAR, DANSLAR

Laz oyunları arasında “Horumi”, “Otirtinoni”, “Mencelişi” oyunları pek ünlüdür. “Horomi”nin ikinci figürü “mhucisi” omuz hareketi figürüdür. Oyuncular iki katlı halka olurlar. İkin­ci kat halka birinci halkanın omuzlan üzerine çıkar. Oyunu ora­da sürdürür. Omuzlardaki bu yük birinci kat halkanın işini güçleştirmektedir. Bu yüzden bu figürdeki ayak hareketleri da­ha ölçülü, daha yüzeysel kalmaktadır. Figürden figüre geçiş var­yantları gövdeleri de oynatacağından dengeyi bozmama açıs­ından dikkat gerektiren iştir. Her iki tür horonda kemençe ve doli (küçük çaplı Kafkas davulu) eşlik etmektedir. Bu oyunları enstrümansız da oynamak mümkündür. Böyle hallerde halka ortasında ya da kenarında bir solist türkü söylemektedir. “Uça bitço” (kara oğlan), “toli moni” (boncuk gözlüm” türküleri oyunculara ritim vermektedir.

Laz şarkıları çoğunlukla sevda üzerine söylenmiştir. Şunu unutmamak gerekir ki; 17. yüzyıl boyunca Laz erkekleri ağır ekonomik koşullar yüzünden evlerini, ailelerini terkedip uzak diyarlara (Gürcüstan bölümündekiler; Abhazya ve Rusya'ya) iş aramaya gitmek zorunda kalıyorlardı. Bunlar arasında sayısız yeni evli erkeklerle sevdalı, nişanlı gençler de bulunuyordu. On­ların yüreğine nakşolan aşk dillerindeki şarkılarda anlamını bu­luyordu.                                                                                    

Laz oyunlarının figürlerini açıklamak zor bir iş değildir. Tüm hareketler yaşamın içinden alınmıştır. Deniz işçiliğinde yinelenen el kol ayak hareketleri Laz oyunlarının figürlerine yansımıştır.

Laz halk müziği enstürmanlarından “Tçiboni” sipsiyi andırir bir alettir. “Doli” küçük çaplı Kafkas tipi vurgulu (elle) bir davuldur. Buna çomak vurulmaz. “Kemençe”, “salamuri”, ka­val ve “ostvinale”, tulum başlıca önemli çalgı aletleridir.

“Oktomale” Ok Atma:

18. yüzyıl Lazistan'ı etnografyası, Gürcüstan etnografyası ile aynıdır. Binlerce öörnek arasında sadece: Yay-ok yapma, kullanma, sapan çeşitleri ve atış usullerini göstermek yeterli olacaktır.

Laz usulü yay yapımı için, üç santim eninde, bir metre kadar boyunda bir ağaca tüfek biçimi verilir. Namlu görevi yapacak bölüme düzgün bir kanal açılır. Namlunun uç kısmına yakın bir yerde kare biçiminde bir delik açılır. Önceden hazırlanmış yay bu delikten geçirilir. Yayvan defne ağacı yay için elverişli ağaç türlerindendir. Yayın iki ucu iple bağlanıp gerdirilir. O kadar ki ağaç yarım ay şeklini alana değin. Kundağın bitimi ile namlu­nun başlangıcı olan yerde ucu kertikli bir mandal çakılır. Yayın ipi geriye doğru iyice çekilerek bu mandala iliştirilir. Gergin ipin ön kısmına, namlu kanalına bir ok konur. Mandalın ayağı tetik gibi çekilince ip kurtulacak, ok fırlayacaktır. Okun atış me­safesi yayın gerginliğiyle orantılıdır. Bu aletle kuş ve küçük av hayvanları avlanabilir.

“Kva Şurdili” Sapan

Gürcüce bu aletin adı “kva” ön eki çıkarıldıktan sonraki “şurdili” haliyle kullanılmaktadır. Lazların kullandığı“kva şurduli” kendir ipinden örülmektedir. Örülen sapan ipinin bir ucu­na parmak geçirmek için delik bırakılmaktadır. Buna Lazcada “kitiş madvalu” adı verilmektedir. Öbür ucuna da topuza benzer bir yuvarlaklık verilir. Buna da “meşkvinuşi” denir. Atış sırası­nda bırakılacak uç budur. İpin orta kesimlerinde kuş yuvasını andırır küçücük bir cep yapılır. Buna “okvale” taşlık denir. Bu aletle fırlatılacak taşlar daha çok deniz kenarından toplanır, bi­riktirilir. Bunlar ceviz iriliğinde, düzgün taşlardır. Atışı başarılı olur.

Atış sırasında şu hususlara dikkat edilmelidir: Sapanın de­likli ucuna sağ el orta parmağı geçirilir, diğer topuzlu uca da başparmakla işaret parmağı arasında sıkıca tutulur. Taşlık kısma atılacak taş yerleştirilir. Alet gitgide hızlanan bir tempo ile havada çevrilir. Hedefe çalımlandığında ipin topuzlu kısmı bırakılır, taşa yol verilir. Taş 300-350 metre mesafede etkili ol­maktadır.

Bu alet mısır tarlalarındaki kulübelerden zararlı hayvanlara karşı oturduğu yerden kullanılabilir. Bugün bile geçerliliği vardır.

“Gura Do Mgara” Ağlama, Ağıt

“Gura do Mgara” ölülerin ardından söylenen ağıt sözleridir. Lazlarda bu, epey uzun süren, kolay kolay sona erdirilemeyenbir olgudur. Aslında bunun uzun ya da kısa sürmesi ölülerin yaşı ile ilgilidir. 70-80 yaşına varmış bir kişinin ölümü genellikle an­layışla karşılanır. Uzun gözyaşlarına neden olmaz. Ama ölenin -genç olması işi değiştermektedir. Bekar, bakire halde ya da ci­nayet sonucu ölümler pek büyük acılara, ızdıraplara yol açar.

. Ağıtların en dayanılmazını burada işitmek mümkündür.

Cinayete kurban gidenler iki grupta düşünülmüştür. Kaza cinayeti ve kasıtlı cinayet.

Lazlar, uğrama sonucu yataklara düşmüş insanlar için (vücuduna periler girmiş) derler. Perilerin gövdeden kovulması için Cinci hocaya baş vurulur. Hoca hastaya “perilerin nerede durduklarını” sorar. Hasta parmağıyla bir tarafa işaret eder. Ho­ca o tarafa bir el silah sıkar. Perileri öldürdüğünü söyler. Bu yöntemle hasta sağlığına kavuşturlamamışsa ikinci bir yöntem uygulanır: Uğramış insan kızdırılmış bir zincir çemberinin için­den geçirilir. Sonra zincir kızdırılmış birkaç taşla birlikte su do­lu kazana atılır. Hasta kazandan fışkıran buhar üzerine tutulur.

Buhurdan koklatılır. Bu tür ilkel tedavi yöntemleri hastanın ölümüne neden olmaktadır. Eskilerde bu tür iyileştirme yöntemlerine Acara’da (Gürcüstan’ın bölgesi) da raslanırdı.

Ölen bir kimsenin baş ucunda dostlarından birkaçı kişi nöbet tutar. Bunun yararı ise: Ölünün vücuduna kötü ruhların gizlice girip yerleşmemeleridir. Ölenin ruhu bedeninden çıkar çıkmaz gövdenin, elleri, göçleri, ayakları düzeltilir. Vücuduna da dosdoğru bir biçim verilir. Kadınlar odaya doluşur, feryada başlarlar. Feryadları duyan köy halkı birinin evinde ölü ol­duğunu anlamakta gecikmezler. Hemen ölü evine koşarlar. Sa­hiplerine başsağlığı derken, ölü için de dua okurlar. Onun iyi in­san olduğunu, iyilik gördüklerini söylerler.

Ölü, Lazlarda 24 saat misafir alıkonmaktadır. Eğer uzaktan gelecek yakınlar bekleniyorsa bu süre daha da uzatılabilir. Ölü orta odada genişçe ve sertçe bir divana konur. Üstü beyaz çarşaf­la örtülür. Varsa, annesi babası başı ucuna oturtulur. Kardeşleri ve yakın akrabaları çevresine dizilirler. Uzaktan beklenen akra­balar acı çığlıklarla ölü evine dalarlar. Önce evdekilerle sarmaş dolaş olurlar. Gözyaşları akıtırlar. Ardından ölünün yüzünü açar bakarlar. Başı ucuna geçer otururlar.-Bazende üzerine ka­panır ağlamalarını sürdürürler.

Komşular bu türlü acılı günlerde üzerlerine düşen insanlık görevini unutmazlar. Kimi mezar tahtalarını hazırlamaya koyu­lur, kimi mezar kazmaya koşar, kimi de tabut yapımına girişir. Bunların masraflı olan kısmı ölü sahibinden çıkacaktır. Bun­ların masrafı ödenirken katiyyen pazarlık konusu edilmez. Eğer masrafların karşılanması için önceden bir görevlendirilmişse, bir miktar para ona verilmişse, bu kişi fırsatçılık edip parayı key­fince savuramaz. Eksileni, artanını bir bir kaydeder. Ölü sahip­leri yoksul kimselerse bunlardan hiçbir masraf talep edilmez. Ölüler tabutla biirlikte mezara konmaktadır. Ancak tabutun üzerine kapak örtülmemektedir. Mezar tahtaları üzerine yığılan topraklar kesinlikle tepilmemelidir. Mezarın içindeki duvarın kıbleye doğru kalan kısmı oyulmakta, sanduka bunun içine yer­leştirilmektedir. Erkek ölüler hocalar tartından yıkanmaktadır. Ölünün yüzü bu sırada kıbleye doğru dönük olmalıdır. Patiska­dan dikilmiş kefene sarih ölü sandukaya böylece konur.

Ölü, kapıdamçıkarılırken evde dayanılmaz kadın çığlıkları işitilir. Gömülme işinden sonra mezarın iki ucuna birer tahta kazık çakılır. Birinin üzerine ölünün kimliği yazılır. Hoca ve yardımcıları dualarını okurlar. İslam inancına göre: Ölüye talkin verildiğinde bir anlık uyanma ile yerinden doğrulmaktadır. Bu sırada başını tavana çarparak öldüğünü anlamaktadır. Halk mezar başından uzaklaşıp evlerine dönünce ölü yanına melekler gelmekte, hesap sormaya başlamaktadır. Eğer ölen kişinin se­vabı çok günahı azsa toprak aradan kalkar, ölü doğruca cennete gider. Günahı sevabından çok çıkarsa bu kez o cehenneme ka­patılır. İslam inancına göre akıldan yoksun olan delilerin yeri ne cennet, ne de cehennemdir. İkisinin ortasında bulunan arasattır. İnanca göre bir yıl boyunca ölen kişinin ruhu her gece evi çevre­sine gelir ziyaret eder. Ölümünün 52. gecesi toprakta eti ile ke­miği birbirinden aynlır. Bu nedenle bu gece çokönemlidir. Dua ile geçirilmelidir. Her yıl ölü için sadaka verilmeli, hayır işlenmelidir.

Laz geleneğine göre: Gurbette ölen Laz mutlaka baba ocağına getirilmeli ecdat ölüleriyle yan yana gömülmelidir. Bir yandan da onun sık sık ziyaret edilip dualar okunması kolay­laşmaktadır.

Ölü için hayır olsun diye yol boylarına, mezarı başına temiz birer tahta kutular yapılıp konur. îçine de tatlılar, türlü yiyecek­ler konur. Gelip geçen bunlardan yemeli ve sevabı ölüye yazı­lmalıdır. Bir hafta süresince ölü evinde ocak tütmez, aş pişirilmez. Bu gereksinimler komşularca karşılanır. Ölü evinde bir yıl boyunca düğün, eğlence, vb. yapılmaz. Başka komşu evlerde yapılacak düğün eğlencelerine ölü sahipleri katılmaz, oyuna kalkmaz. Köy içinde düğün hazırlığına girişildiğinde aniden ölü çıkarsa bu düğün ertelenir. Yasa tüm köycek girilmesi gerekir. Ölü elbiseleri yoksul kimselere dağıtılır. Buda bir nevi hayır olur ölü için.

LAZLARDA BATIL İNANÇLAR

Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinleri Lazlar arasında unu­tulması güç bazı batıl inançlar getirip yerleştirmiştir. Bunların çoğu günümüzdede revaç görmekte, uğuruna ya da uğursuz­luğuna inanılmaktadır. Bunlardan bazılarını şöylece sıralayabi­liriz:

“Tsanağani” Yeni Yıl

Lazlarda yeni yıl İslami hesaplara göre (Hicri Takvim) mart ayında başlamaktadır. Devletin Miladi takvimine göre bu ocak ayına alınmıştır. Yeni yılın ilk sabahı (Hicri) istenir ki herkesin evine ilk adım atan insan temiz giyindirilmiş bir kız çocuğu ol­sun. Bunda uğur olduğuna inanılır.'Önceden bu konuda söz alınır, akraba ya da komşu çocuklannın(kızlann) geleceği kapı­da beklenir. Eve ilk gelecek kız çocuğu çeşitli yiyeceklerle ve para ile ödüllendirilir. Eğer böyle bir kız çocuğu çevrede bulun­muyorsa bu kez kendi evinin kız çocuğu pencereden dışarıya sarkıtılır, kapıdan ilk adımı attirılır. Bu şekilde de olsa çocuk yi­ne de tatlılarla, para ile ödüllendirilir. Eve ilk gelecek kız ço­cuğunun beyazlar gimıesi hayra yorumlanır. Bunun yıl boyunca bu eve pire barınamayacağına yardımcı olacağına inanılır. Başka renk giysili ve habersiz bir kız çocuğu eve ilk adımını atarsa sevinilmez, evde bu yıl pire üreyeceği zannedilir.

Yeni yılın ilk günü evden dışarıya hiçbir şey verilmez. Bu­nun bereketi alıp götüreceğine inanılır. Bugün sadece dışarıdan bir şeyler alıp eve getirmekte hayır vardır.

Yeni yılın ilk saatlerinde evin orta yerine körpe buzağı ya da keçi konur. Bunun üzerine dan serpilir. Âhırdakilere bunun bol doğum şansı getireceğine inanılır.

Yeni yılın ilk gününde yılan öldüren kimse, o yıl düşman­larına karşı daima üstün olacaktır.

Yeni yılın ilk günü evden dışarıya çöp ve süpriintü atılmaz. Bunun da bereketi alıp gideceği zannedilir.

“Mtskiriş Okvaru” Pire Kısırlaştırmak

Evin kadını bahara doğru bir gün evinin tavan arasına çıkmaktadır. Elindeki süpürgeyle sağa sola çırpıştırmaktadır. Birisi aşağıdan sormaktadır:

Orada ne yapıyorsun? (-Ek mu ikip?)

Pireleri kısırlaştırıyorum. (-Mtskiri okvarup.) Bu soru ce­vap üç kez tekrarlanmakta, artık pirelerin bundan sonra bu evde üremeyeceğine inanılmaktadır.

Bu gelenek Gürcistan'ın başka bölgelerinde de eskiden yaygındı. Acara'da ve Samegrelo'da bu merasim aynen yapılmaktaydı. Megrelcede bu olaya “tskirişi çopua” denmek­tedir.

“Zipozişi Meçkuri” Dalga Sakinleştirmek

Denizde kıyıları şiddetle döven dalga görüldüğünde “zipozi” bunu kesme, zararından korunma duası okutmak gerek. Bu duayı bilen biri çağrılır. Adam elindeki keskin bıçakla kıyıya yaklaşır. Okuyup bıçağa üflediklen sonra, üç kez:

“-Ya rabbi kesmek benden, rasgetirmek senden.” der. Bıçağı denizin içine doğru fırmatır. İnanıldığına göre dalgalar sakinleşmektedir.

Yağmur Duası

Azlağa köyü çevresinde yaşayan halk, tepe üzerindeki eski Laz (Ohvame) ibadethanesi önünde toplaşır. Hocalar ve iyi ah­lakıyla tanınmış kimseler dualar okurlar. Halk amin der. Yamurun yağması beklenir.

Kimi Laz köylerinde mermer taşı kırıkları toplanıp denize dökülür. Bunun da yağmuru yağdıracağına inanılır.

“Htsala” Çürümeye Karşı Önlem                                            .

30 Temmuzla 8 Ağustos arasında çamaşır yıkamayı Lazlar iyi saymazlar. Çamaşırın çabuk çürüyeceğine inanırlar. Bu ta­rihler arasında deniz banyosu yapmak da iyi sayılmaz. Vücutta çillerin oluşacağına inanılır. Bu günler arasında ekili tarlaya, bahçeye girmek de iyi sayılmaz. Çürümelere neden olacağı zan­nedilir. Eğer bu tarla ve bahçelerde önceden birer bakır kap kon­muşsa bu uğursuzluğu bu bakır kap giderecektir. 30 Temmuzla 8 Ağustos günleri arasında kavurucu, gizli bir yel eseceği söyle­nir. Ancak bu yelin hangi güne Taslayacağı bilinmez. Bu yüzden önlemli bulunmak gerek.

Canavar Bağlama

Tüm Gürcü kabileleri ile Lazlar, akşama eve dönmeyen ev­cil hayvanlarının canavarlara yem olmaması için (Canavarın ağzını bağlatma) yoluna baş vururlardı. Kaybolan hayvan önce aranıp bulunamazsa hocaya koşulur. Cinci hoca kara saplı bıçağı kınından ağır ağır çıkarır, dua okur, üfler ve kınına ters yüz olarak yerleştirir. Böylece canavarın ağzının bağlandığını söyler.

Taze mısır tarlalarını domuzlara karşı korumanın da duası yardır. İsteyen bu duayı okutur, bazı kurallarını da yerine getirir. İçi rahat olur. Örneğin: Deniz kenarından birkaç taş alınır, bun­lar hocaya okutulur. Okunmuş bu taşlar tarlanın ya da bahçenin çevresine gömülür. Artık domuz buraya yanaşamayacaktır. Bazı hocalar komşu tarlasının okunmuşluğunu bozup domuzla­ra serbest ettiği de söylenir. Bu da düşmanca davranış sayılır.

Lazlarda putperestlikten kalma bazı adetlere de raslanır. Örneğin: Pazar günleri tarla, bahçe işlerine gitmek iyi değildir. Bugün tanrıların dinlenme günüdür. Herkes bu dinlenme olayı­na katılıp tanrıları rahatsız etmemelidir. Bugün sadece fidan dikmek ve bina temeli atmak uğurlu sayılır etmemelidir. Pazartesi günleri: Yola çıkma, işe girişme günüdür.

Sah günleri: Kavga, karışıklık, hasetlik günüdür.

Çarşamba günleri: Hiçbir özelliği, önemi olmayan basit bir gün.

Perşembe günleri: Emanet eşya vermek iyi değildir.

Cuma günü: İbadet günüdür. Bugün elbise biçme, dikme yasaktır.

Cumartesi günleri: Verimli bir iş günüdür.

Haftanın Günleri

Lazca                                      Megrelce

Mjorahça,Mjaça(Güneşgünü)            Jaşha

Tutaç ha                                 Tutaşha

İki-maçha(Verimli gün)         Tataşha

Cumaçha(Kardeşlik günü)     Cumaşha

Türkçe Pazar Pazartesi Sah Çarşamba

Umkiseri(Kısa gece) Tsaşha(Gök günü) Perşembe

Paraske                                   Obişha

Sapatoni                                  Sapatoni

“Tcicikveri” Tuzlu Çörek

Cuma

Cumartesi

Köyün genç kızlan bir eve toplaşır. Bunların sayısı daima tek olmalıdır. İçlerinden birine görev verilir. Yedi ayrı evden bi­rer miktar tuz aşırıp getirir bu kız. Mısır hamuru yoğrulur, bu tuzdan bolca katılır. Bununla pişirilen “kvari” yenilip uykuya yatılır. Susayan kızın rüyada göreceği duruma bazı anlamlar ve­rilir. kız eğer kendi eliyle su içiyorsa bunun kısmeti bağlı de­mektir. Tanıdık bir oğlan ona su veriyorsa, onun kısmeti bu oğlandır sayılır. Eğer su veren oğlan tanınmıyor, yabancı ise, bu kızın kısmeti dışarıdan gelecek demektir.

Eskiden bu inanış tüm Gürcüstan'da yaygındı. Gürcüler bu­na “bedis kveri” yani kısmet çöreği adı verirlerdi.

Bunun başka bir biçimi de şöye: Toplaşan Laz kızları bol tuzlu yumurta pişirirler, kırlara giderler, bir dört yol ağzında oturur yumurtaları yerler. Eve döner, tanrıya dua ederler. “Tanrım kısmetimi rüyamda göster” diye. Sonra da uykuya ya­tarlar. Rüyada gördükleri oğlan gelecekteki kısmeti demektir. Buna da Lazlar “markvali ç veriş” (pişmiş yumurta) derler.

Çinka Peri Öldürme

Çoğu Lazlar cinlerin, perilerin gerçekten var olduklarına inanırlar. Bunların mezarlık yakınlarında, su kenarlarında yaşadıklarını sanırlar. Cini, periyi gören bir insan korkudan has­ta olmaktadır.

Cinden, periden korkmuş bir insanın iyileştirilmesi şöyle olur: Yedi ayrı değirmen arkından yedi bardak su getirilir. İyice kızdırılmış ocak içindeki tereğe dökülür. Hasta çıkan buhar üze rine tutulur, tütsülenir. Buna “monkomu” adı verilir. Bir yandan da baca zinciri yerinden indirilir. Hastanın çevresinde do laştınhr. Sonra hasta yatağının ortasına daire biçiminde yer leştirilir. Hasta bu zincir dairesinin ortasına dikilir. Artık cin korkusunun kendisinden gideceğine inanılır.

Bundan yarar görülmemişse korkan kişi nefesi güçlü bir ho­caya götürülür.

Cin ve peri öldürme usûlleri, silah sıkma, bıçak atma biçim­leriyle yapılır. Zincirle peri bağlama usülü Gürcüstan’ın Acara bölgesinde de bilinen şeydi.

Etek Düğümleme

Mart, nisan ayları Lazistan'da güneyden gelen lodos rüzgârlarının estiği aylardır. Lazlar buna “lodoziş obare” derler. Bu rüzgârlar Laz balıkçılarının korkulu rüyasıdır. Zira çoğu kez zararlar açan bir rüzgâr türüdür bu. Denizde bulunan balık­çıların aileleri bu rüzgârı duyar duymaz evin ilk kız çocuğunu alır, sahile götürürler. Kız çocuğu (ya da yetişkin evin kızı) etek­lerini toplar, beli üzerinde birbirine kavuşturup düğümler. Bunu yaparken de üç kez şöyle söyler:

“Tanrım rüzgârı kes” (Ğormoto berva gamekvati”

putperestlik çağı insanı bazı olgulara anlam vererek kimini hayra, kimini de şerre yormuştur. Bunlardan bazılarını burada sıralayalım:

Köpek Ağlaması (Coğoriş Omguru)

Bir köpeğin uzun uzun ağlar gibi uluması ev halkından biri­nin öleceğinin habercisi sayılır. Önce köpek azarlanır. Susmaz­sa öldürülür.

Erkek Çakal (Laparde)

Erkek çakalın uluması da ölüm habercisidir, hemen ateşe bir tutam tuz atıhr.Musibetten korunulur.

Ağaçkakan (Kidi)

Bir ağaçkakan eğer “cik cik cik” diye kesik kesik ötüyorsa bu iyiye işaret değildir. Buna hemen şu karşılık vermek gerekir “Tiskani şen mo gamahtos” (Şerrin kendi başına) Eğer kuş uzun, sürekli ötüş yapıyorsa bu kez: “Piçi skanis şekeri” (Ağzına şeker), denir.

Horozun Zamansız Ötmesi

Bir horoz ikindiden sonra ya da geceyarısı öterse bu savaş işaretidir.

Tavuğun Ötmesi

Bir anaç tavuk horoz gibi öterse eve uğursuzluk geleceğine işaret sayılır, bu tavuk kesilir. Evin çatısı üzerine atılır, eğer eti yenmek isteniyorsa çatı üzerine üç kez atılıp tutmalı. Bundan sonra yemek caizdir.

Ay tutulması

Ay tutulduğunda Lazlar “Güneşte savaşa yenik düştü” der­ler. Kurtulması için havaya silah sıkar, tanrıya dua ederler.

Kuduz köpek ısırması

Bir kişiyi kuduz köpek ısırmışsa o kişiyi ilk gece ve kırkıncı gece sabahlara dek uyutmamak gerek. Bunu başarabilmek için eğlence tertip edilir, yaralı ayık tutulmaya çalışılır. Uyuklarsa ölüm kaçınılmaz demektir.

Baykuş Ötmesi

Bir evin çatısında ya da yakınında baykuş uzata uzata öterse bu evden ölü çıkacak demektir. Kısa kısa öterse biri hastalana­cak demektir.

Kartal ötmesi

Hamile bir kadının çatısında kartal öterse çocuğu erkek olurmuş.

HALK DEYİŞLERİ

Laz halk deyişleri konusunda ne yazıkki bugüne değin bi­limsel bir çalışma yapılamamıştır. 1910 yılından bu yana dil bi­limcileri “zan diyeleği” üzerine sürdürdükleri çalışlamalar arasında “Lazca sözlük araştırma, tarama listeleri” meydana getirdiler. 1929 yılında S. Jğenti tarafından Tbilisi'de yayınla­nan “Tçanuri.Tekstebi” ile 1938 yılında yayınlanan “Arkabuli Kilokavi” Arhavi ağzı, adlı araştırmalar bu çalışmaların bir bölümünü oluşturmaktadır. Burada fıkralar, atasözleri, bilme­celer, şiirler, vb. türlerinde halk deyişlerinden örnekler sunuyo­ruz.

FIKRALAR

BABA ÖĞÜDÜ (BABAŞİ NENE)

Yaşlı bir Laz ölüm döşeğinde yatarken oğlunu yanma çağırmış şu üç öğüdü vermiş:

1.              Sonradan görme bir zenginden asla borç para isteme.

2.               Hükümet adamıyla asla dost olma.

3.               Karına asla sır verme, demiş Oğlu tüm bunlara “Peki ba­bacığım” demiş. Ama bunları sınamaktan da kendini alamamış, bakalım demiş babamın öğütleri gerçek mi?  

Birgün bir keçi satın almış, gizlice bunu kesip çuvala dol­durmuş, sonrada üzüntülü üzüntülü karısına:

“-Kan başıma bir bela geldi. Cinayet işlemek zorunda kaldım. Bana yardım et, şu ölüyü ortadan kaybedelim.” de­miş.

“-Üzülme” demiş kansı da “Getir onu bodrumda kuyu açıp gömelim.” Dedikleri gibi de yapmışlar.

Aradan bir süre geçmiş, bir fırsatını bulup adam bir polisle dost olmuş. Neredeyse yedikleri ayrı gitmiyormuş. Kardeş gibi. Ve sonra da bir sonradan görme görgüsüzden borç para almış. Artık bu yaptıklarının etkisini görmek için beklemeye başlamış.

Günlerden bir gün evde ufak bir mühakaşa çıkmış, kan koca arasında. Kadın adamın üstüne üstüne gidermiş hep. Hiç boyun eğmezmiş. Adamın canı sıkılmış, buna bir tokat patlatmış. Kadın avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış.

“-Yetişin komşular kocam cinayet işledi. Adam öldürdü toprağa gömdü.” Ahbabı olan polis koşmuş gelmiş. Adamı bir güzel kelepçelemiş. Yolda giderken adam polise:

“-Bunca zamandır seninle kardeşçe ilişkimiz var. Ahbabımsın, şu kelepçeyi azıcık gevşetemez misin? Canımı acıtıyor.” demiş. Polis bu teklife son derece öfkelenmiş:

“-Domuz herif, kelepçe gevşetmek ne söz? Seni gebertmek gerek.” diye azarlamış. Eli kelepçeli kadıya doğru giderken bunları gören sonradan görme zengin alacaklı adamın yakasına yapışmış:

“-Benim paramı vermeden hiçbir yere gidemezsin. Utan­maz adam.” demiş.

“-Bak görüyorsun, başıma bir felaket geldi. Kadıya gidiyo­rum. Şimdi sana borcumu ödeyemem. Kadının elinden kurtu­lunca öderim. Bana biraz müsaade et.” diye yalvarmış adam bu görgüsüz sonradan olma zengine.

“-Olmaz, elimden kurtulamazsın.” demiş bunların arkası­nda kadının huzuruna değin gitmiş, kadı sormuş adama:

“-Niçin öldürdün bakalım şu adamı?”

“-Ben kimseyi öldürmedim kadı efendi. Bunda bir yanlışlık var.”

“-Öyle mi? İşte gözleriyle gören şahit. Nikâhlı karın. Buna ne dersin.”

“-Efendim, babam ölürken bana üç öğüt vermişti. Bu öğütleri sınamak için keçi kesip kanma adam öldürdüğümü söyledim. Birlikte bodruma gömdük. Ardından hükümet adamı olan şu polisle ahbaplık kurdum. Sonrada şu sonradan görme zenginden borç para aldım. Karım beni en ufak bir münakaşada ihbarladı. Ahbabım polis ellerimi, kollarımı kelepçeledi. Gevşetme teklifimi bile reddetti. Görgüsüz alacaklı yakama yapıştı işte buraya kadar beni bırakmadı. Babamın bana verdiği öğüdün doğruluğunu gördüm, yaşadım işte.” demiş. Kadı adamın evine gitmiş. Bodrumdan keçi eti dolu torbayı çıkarıp görmüş. Gülümsemekten kendini alamamış. Adama dönüp:

“-Aferin senin rahmetlik babana. Çok doğru öğüt vermiş. Hiiçbir zaman baba öğüdünden dışarı çıkma.” demiş. Sırtını sıvazlayıp onu serbest bırakmış.

Kadın Şerri

Livana vadisinde mısır ekmekte olan karı koca arasında şöyle bir diyalog geçer. Kadın:

“-Allah kocaları kötü kanlarının şerrinden korusun.” der.

“-Hah hah, güleyim bari.” der adamda. “O aciz kadın mille­tinin elinden ne gelir ki?”

“-Sen bütün kadınları benim gibi zavallı, saf mı sanıyorsun? der kadında. Bu sözler burada kalır. Unutulur. Ertesi günü kadın kocasına bir oyun hazırlar. Tohum sepetini bir kenara bırakarak kocasına:

“-Herif azıcık bekle, şuracıkta ihtiyaç görüp geleyim.” der. Irmağa koşar, aceleden birkaç balık avlar sudan. Gelir. Sepette­ki tohumların arasına karıştırıp başlarlar ekmeyi sürdürmeyi. Kadın adamın ardından çizgiye tohum dökmektedir. Adam öküzleri geri çevirip tohumlan kapatacağı sırada bakar ki karık içinde canlı balıklar oynaşıyor. Hemen seslenir kansına.

“-Kadın, kadın koş topraktan canlı balık çıktı. Toplada şun­ları akşama bir ziyafet çekelim kendimize.” der. Akşam olur, eve gelirler, adam ahır işi görürken kadında balık pişirecekti güya. Sofraya oturulur.

“-Hadi getir şu balıkları da afiyetle yiyelim.” der adam.

“-Ne balığıymış o.” oer kadında.

“-Tarladan avladığım balıklar.”

“ Ben balık malık görmedim. Delirdin mi sen.” Canı sıkılır adamın bu söze kadına bir tokat aşkeder. kadın avazı çıktığı ka­dar bağırır:

"-Yetişin komşular. Benim adam aklını yitirdi. Tarladan balık avladığını söylüyor.” demiş. Komşular yetişmişler. Ada­ma acımışlar. Kadıya haber vermişler. Kadı adamı huzura alıp sorar:                                                                             '

“Nedir bu balık meselesi. Bir kez de bana anlat bakalım.” der. Adamda:

“-Kadı efendi tarlada mısır ekerken topraktan balık çıkmıştı, toplayıp eve getirdik. Pişirip yiyecektik. Şimdi karım “Ben balım malık görmedim.” diyor, demiş.

 ‘-Tamam anlaşıldı.” demiş kadı zaptiyelere. “Alın bunu tımarhaneye kapayın.” Kapatmışlar adamı delilerin içine. Deli­lerden bir Laz merak etmiş yanaşmış.

“-Niçin topraktan balık avladım diyorsun kadıya? demiş adama.” _

“-Öyle olmuştu, yalan mı söyleyeyim yani.”

“-Yahu her zaman doğru konuşmak adamın başına bela ge­tirir. Bazen yalan da işe yarar, şunları ırmaktan avladım deseydin daha iyi olmaz mıydı?” demiş. Adam düşünmüş taşınmış. Kadıya haber salmış. Bu kez huzura alın dosdoğru söyleye­ceğim diye. Huzura almışlar tekrar. Kadı sormuş:

“-Söyle bakalım. Doğrusu neymiş?”

“-Efendim ben bu balıklan topraktan değil, ırmaktan avlariuştım. Yanlış söylemişim. Beni affedin demiş.” demiş.

“-Hah şöyle işte. Aklın başına gelmişe benziyor. Hadi şimdi doğru evine.” demiş, salıvermiş onu. Adam evine varınca karısı balıkları pişirmiş önâne koymuş.

“-Buyrun kocacığım, tarladan avladığın balıklar.” demiş. Adam bunlan görünce irkilmiş.

“-Kaybet şunları ortadan, yeniden tımarhane, girip kırk da­yak yemek istemiyorum.” demiş.

“-Göldün mü herif kötü kadının şerrini, bu sana küçücük bir oyundu. Seni ne halere düşürdü gördün mü?” demiş karısı.

Bu tarihten sonra laz karı koca gereksiz yere birbirieriyle ağız dalaşma tutuşmamışlar gül gibi geçinip gitmişler.

Şeytanla Laz

Bir zamanlar Şeytanla baş edecek kimse bulunmazmış. Hangi insanoğlu bunu denese aldanır, altolurmuş.. Bunu işiten Laz Şeytana gidip onu dövüşe davet etmiş.

“-Gel seninle bir dövüş yapalım. Kim kimi yenerse yenilen, çarıkları ters giysin, ömür boyu öyle dolaşsın.” demiş.

“-Olur.” demiş Şeytanda. Şeytan buğday ambarında yaşarmış. Laz iki sopa getirmiş. Biri uzun biri kısa. Uzununu şeytana uzatmış, kısasını kendi almış, dövüş başlamış. Ambar içinde, dar yerde şeytan uzun sopasını kullanamamış. Laz kısa sopasıyla Şeytana habire vuruyormuş. Şeytan bunda bir kur­nazlık olduğunu sezmiş. Laz'a:           '

“-Olmadı bu. Gel sopalan değiştirelim.” demiş.

“-Değişelim. Ama dövüş yerlerini de değişelim. Geniş meydanlığa çıkalım.” demiş Laz. Şeytan buna ne desinmiş. Razı olmuş.

Başlamış kıyasıya dövüş. Laz uzun sopasıyla Şeytanı yanı­na yaklaştırmaz, boyuna sırtına sırtına indirirmiş sopayı.

“-Yeter.” demiş Şeytan dayanamayıp. “Yenilgiyi kabul ediyorum. Ben Şeytanım ama Laz benden de şeytanmış doğru­su.” demiş. O günden bu yana çarıkları ters dolaşırmış Şey­tan.

Sirke Vergisi

İstanbul'da, Padişah sarayındaki mutfakta sirke küpleri devrilmiş, sirkeler dökülüp ziyan olmuş. Padişah bu nedenle buyruk çıkarmış:

“-Halka sirke vergisi yükleyin. Zararı böylece gideri lim.” demiş. Çhala köylü Laz’dan vergi istenince çok gücüne gitmiş bu. Doğruca İstanbul'a gitmiş. Saray bahçesine girip cins köpek­lerden birini yakalamış. Basmış odunu köpeğe. Köpeğin cıyak­lamışım işiten padişah balkondan bakmış. Bakmışki ne görsün. Adamın biri habire köpeği sopalıyor.

“-Bre herif ne istersin o masum hayvancağızdan.” diye azarlamış onu. Laz'da lafını geciktirmemiş.

“-Çhala'daki ayılar bağımızı bostanımızı mahvettiler. Bu ' burada yangelmiş yatıyor.” demiş. Buna sinirlenen padişah:

“-Bre zındık, senin Çhala'nda ayılar zarar açtı diye İstan­bul'daki köpeğin ne suçu var.” demiş. Laz taşı gediğine koymuş hemen.

“-Peki senin İstanbul'daki sarayında sirke küpü devrildi di­ye Çhalah Laz'dan sirke vergisi alıyorsun. Onun ne suçu var?” demiş. Buna cevap bulmakta güçlük çeken padişah nihayet:

“-Köpekleri rahat bırak verginiz sizde kalsın.” demek zo­runda kalmış.

BİLMECELER (Sarp Köyünden Örnekler)

1.                İulun giulun Tsas ahvamen (Gider gelir Tanrıya yalvarır) = Salıncak

2.                           Heş guriş irden (Avuç içinde boy atar) = Yumak

3.               Neknakala ti udzis, duniaş ardis kudeli (Başı kapı önünde kuyruğu dünyanın sonunda) = Yol

4.                Uça imhors, zoi dimğors (Siyah yem yer, öküz gibi böğürür) = Tüfek

5.                Kudel haşari, ti mangana (Kuyruğu kazık başı tokmak = At

6.                Otho koçik ar kuis Tskari dolububs (Dört adam bir kuyu­ya su doldurur) = İnek memeleri

7.               Uça puciş mçita geni itsuhen (Kara inek altında kırmızı buzağı) = Ateş

8.                           Gale tasi, dolohe atlasi (Dışı tas, içi atlas) = Yumurta

9.               Ar tha mikorun, irik icers muşi nena (Bir keçim var be­nim, herkes onun sözüne inanır) = Terazi

10.                Germaşa ulun lalupş lalups, mulun oharişa do kodincirs (Gider ormanlara köpek gibi havlar, döner eve sessizce yatar) = Nacak

11.                Altunişi araba, gumişişi daraba, teraziten var itsinen, bazaris gamiçen (Altından bir araba, gümüşten bir duvarı var. Te­raziyle tartılmaz, çarşıda satılır) = Saat

12.                Topurişen loka şekerişen loka, terazi te var, itsinen bararişi var gamiçen (Baldan tatlı, şekerden tatlı, teraziyle tartılmaz, çarşıda satılmaz) = Uyku '

13.                Kvaşen ren, caşen ren, na imhors tsomi rens, dunia alemi idzğen muk var idzğen. (Taştandır, ağaçtandır, yediği hamur, herkes doyar o bir türlü doymaz) = Değirmen

14.               Toki guinzden, geni irden (İp uzar, dana boy atar) = Ka­bak

15.               Ar ieşili sanduği ren, sanduğiş dolahe kuti ren, kutiş dolohe mukti ren (Yeşil sandık içinde bir kutu, kutu içinde kendisi oturur) = Kabuklu Ceviz        

16.               Mişen ren, çkimden ren, yeşili gevidva, mçita gamahtu, muten ren (Kimdedir, bendedir, yeşil koydum kırmızı çıktı acep nedendir) = Kına

17.                  Ulun, mulun nokuçhenite, şkvit şilia murutshite, alosmanis muarebe uğun, kudelis nitsani iğun (Gider gelir iz bırakır, yedi bin yıldız ile Osmanlı savaş eder, kuyruğunda nişanı ile) =   İğne                         '

18.                Ulun, mulun nokuçheni var uğun, ukunitsken toli var uğun muren (Gider gelir iz bırakmaz, bakınır gözü yoktur. Nedir bu?) = Gemi

19.                Ti otshocişteri, kudeli namgalisteri. Muren? (Başı ta­rağa benzer kuyruğa orağa. Nedir Bu?) = Horoz

20.               Nokiraşi gulun nutskaşi incirs (Bağlarsın gider, açarsın yatar) = Çarık

21.               Seri cans, dğaleri gotsobun (Gece uykuda, gündüz ask­ıda) = Kapı Kancası

Şiirler atışmalar

Lazlar'da güzel söz söyleme sanatı, şiir okuma olgusu ileri düzeyde gelişmiştir. İki ayrı köyün şairleri ozanlar) bir araya geldiğinde bunların söz düellosuna girişmemeleri mümkün değildir. Bunlardan birinin eğer hayatta işlediği bir kusur varsa, yanlış bir işi olmuşsa vay haline. Çünkü ozan atışmalarında tüm özel sırlar bile ortaya dökülebilmektedir.

Noğedi (Makriali) köyü iyi ozan yetiştirmekle ünlüdür. Gürcü akademisyeni Niko Maar'ın ifadesine göre: Şairlik tam

Lazlara ve'igi iştir. Onun için aralarından çok başarılı ozanlar çıkmıştır.           

Kız-Erkek Diyaloglu Örnekler

Kulani

Kız

Rakanis mot geladgir

Yüksekte ne durursun

Limcişi hvala hvala

Akşam vakit yalnız başına

Bitçi

Oğlan

Mohti inen da gikona

Seni eşim olarak alayım

Muluna çkimi kala

Gelirsen eğer benimle

Kulani

Kız

Var me gocan ebitçi

Güvenemem sana oğlan

Var male skani kala

Gelemem senin ile

Bitçi

Oğlan

Nunku dido hçe giğun

Senin yüzün bembeyaz

Varşa gisutas kala?

Pudra mı sürdün yoksa?

Kulani

Kız

Kala koçik isumes

Pudrayı erkekler kullanır

Pucepes çapan çala

İneklere verilir mısır sapı

Bitçi

Oğlan

Obas. mıımolagidzin

Koynundakiler nedir?

Mııço mzoğaş kvantçala

Deniz çakılını andıran

Kulani

Kız

Mtel dadape ak renan

Teyzeler buradalar

Çkava eşo var barbala

Sen öyle sayıklama

Bitçi

Oğlan

Ma şkıırina var miğun

Ben korku falan bilmem

Metkoçi vincubala                       At onları avucuma

Bu parça Niko Maar'ın “îz poetskii V Tureçskii Lazistan
(Türkiye Lazistan'ından şiirler) adlı kaynaktan alınmıştır.


 


Başka bir örnek: Kız-Oğlan
(Bitçi do kulaniş şairepe)
Bitçi

Amseri ıneptaıninon

Ma ohori skanişa

Kulani

Bolaki komohtati

Nana-babaş tkobaşa

Bitçi

Boşi memaletui

Sevgili damtireşa

Kulani

Lai mutu niğetu

Ena mulu tkobaşa

Bitçi

Pencere kagomintski

Çkiıni mehtimapaşi

Kulani

Zati gontseiıneri ren

Si ene ınegşventaşa

Bitçi

Mana gelagimçina

diyaloglu şiir

Oğlan

Bu gece geliyorum

Ben sizin evinize

Kız

Keşke çıksan da gelsen

Annem babam duymadan

Oğlan

Öyle eli boş nasıl geleyim
Sevgili kaynanamın evine
Kız

Bir şey getirilir mi?

Gizli geliyorsun ya

Oğlan

Pencereyi açık bırak

Ben gelmeden önce

Kız

O her zaman açıktır
seni beklediğimde

Oğlan

Sana haber göndersem

Si kelahti ınskibuşa

Kulani

Skankala ınenda vulu

Vit saatişi gzaşa

Bitçi

Mskibu kala visterat

Yari çkiıni tkobaşa

Kulani

Gala gzas mı visterat
Mikoni ohorişa

Bitçi

Si ıntsika sabri dokvi
Marti mohtiıni paşa
Kulani

Piçi var moşamağen
Mtiri do daıntireşe
Bitçi

Koropeli gomaşiner
Na vistertit tkobaşa
Kulani

Ya var gomoçkondun
Şuri yehtiınipaşa
Bitçi

Emaneti mogemer
Meulu Batumişa

Kulani

Gelsen değirmen yanma
Kız

Senin için viz gelir
On saatlik yol bile

Oğlan

Oynarız değirmenlikte
Gülüm benim gizlice
Kız

Dışarıda oyun olur mu?

Beni evine götür

Oğlan

Azıcık sabırlı ol

Bekle gelsin mart ayı

Kız

Yüzümü gösteremem
Kaynana-kayınbabama
Oğlan

Sevgilim hep hatırlarım
Gizli oynaştığımız günleri
Kız

Onu hiç unutamam
Bedendeki can durdukça
Oğlan '

Emaneti getiririm
Gidiyorum Batum'a

Kız


 

Biriantin ve saat

Beş bin liralık olmalı

Oğlan

Sen beş bine razısın

Bende on bin harcarım

Kız

Hep böyle tatlı konuş

Sana varana değin.

Oğlan

Sevgilim bir kez gelsen

Bizim olduğumuz yere

Kız

Her zaman gelebilirim

Senin durduğun yere

Oğlan

Sevgilim sen beni insin

Başkasına kıyamam

Kız

Ben hep senin olurum

Varsam başkalarına

Oğlan "

Başımdan geçenleri bir bitsen

Sana kendimi sevdirebilmek için

Kız

O zaman çocuktum ben
Şimdi aklım başımda


“Obiru Bitçi Do Kullanişi” Kız-Oğlan Diyalogla Türkü


Skanda coho mis giadven Sana kim ad koyabilirisöz)

Dunias ma kovortaşi

Bu dünyada ben varken

Kulani

Kız

Çhami oçopuşeni

Balık avlamaktadır

Yari dililu Paşi (Poti)

Sevdiğim gitti Paş'a (Poti’ye)

Bitçi

Oğlan

la yari giğuras               '

Canı çıksın sevdiğinin

Ma gakva arkadaşi

Ben dostun olacağım

Kulani

Kız

Dolokunu momumers

Bana giysi getirir

Kodovandi kumaşı

Ismarladım, ipekten

Bitçi

Oğlan

Br il Hant epe mogimer

Biryantin getiririm

Çkimda razi dikvaşi

Bana razı olursan

Kulani

Kız

Kopça do boğa kisti

İnciler, boncuklar

Momimers ar jur dğaşi

İki gün içinde getirir

Bitçi

Oğlan

Ma dunias mu yebçkindi

Dünyada ben yaratıldım


 

Mteli bıçepeş başi
Kulani

Si eko moimtsvapur
Toti mkule çohaşi
Bitçi

Tüm oğlanların güzeli(yakışıklısı)

Kız

0 kadar çok övünme

Kısa kollu ceketle

Oğlan

Çoha mkules mo mokster Kısa ceketime bakma sen

 

 

Cinsi miğun ağaşi

Kulani

Ginon şahiş bitçipa

Si var megibutaşi

Bitçi

Ju ğvasti kogacundep
Kales he mogidyaşi

Kulani

Ginon holo mutu tkvi

Nosi var giğutaşi

Bitçi

Günahi var gakveni
Ma aşo momgaraşi
Kulani

Günahikodovobğap

Çandas bhoro nabtaşi

Bitçi

Coğabi ınuço meçap
Em dunyaşi idaşi

Ben bir bey çocuğuyum

Kız

İstersen Şah oğlu ol

Erkek olarak yaramazsın

Oğlan

Yanaklarını öperim

Boynuna dolanırım

Kız

Daha çirkinini de söyle

Akil olmayınca başta

Oğlan

Günaha girmiyor musun ?

Beni aldatıyorsun

Kız

Günahları dökerim

Düğünde oynar iken

Oğlan

Nasıl cevap verirsin

Ahirete varınca                                   - a


 

Kulani

Kız

Tkobaşi mekavilap

Gizlice süzülürüm

Karauli vartaşi

Bekçiye görünmeden

Bitçi

Oğlan

Petraşa iterenanlPetra

köyüjPetraya giderlermiş

Mskva bozope ğuranşi

Güzel kızlar ölünce

Kulani

Kız

Ma daha varyebtçopi

Ben hiç tatmış değilim

Havesoba dunyaşi

Şu dünyanın zevkini

Bitçi

Oğlan

Skaşa kagegihteren

Saçların bele inmiş

Thozerepe sirmaşi

Örglü sırma gibi

Kulani

Kız

Dünya ınianasinon

Dünyalar aydınlanır

Yari çkimi mohtaşi

Sevgilim çıkıp gelince

Bitçi

Oğlan

Ser i em oras

Dünya o zaman aydınlanır

Mamıdik dikiraşi

Horozlar ötüşünce

Kulani

Kız

Bitçi mu guinzdere

Oğlan nasıl uzamışsın

Mutço tsisi dobaşi

: Yağmurda bir kurt gibi(solucan)

Bitçi

Oğlan

Vikip nişani skani

Nişanı ayarlarız.

Tsanağani mohtaşi

Yeni yıla girerken

Kulani

Kız

Gindze nenaşi mukııle

Uzun sözün kısası

Yari vore ma çkvaşi

Benim yarim başkası

Bu iki parçanın kaynak kişileri, Sarp köyünden, Kakice, Sa-
niye ve Fadime Tandilava'lardır.

Bu tarz atışmalı türkülerin iki grup arasında, iş sırasında ge-
çen biçiminden örnek sunalım. Pirinç tarlasında çalışan kızlar
arasındaki limanilerle köprücüler arasında geçmektedir.

“Limanurepe Do Kopriculepeşi Şairoba”

Limanurepe

Limanlılar

Nakadis kogilibğes(evlek)

Evlek, evlek yayılmış

Zamaşoğliş mthalape

Zarnaşoğlu keçileri

Kopriculepe

Köprücüler

Guri var komuçkvinat

Onları kızdırmayın

Megohvapan hamepe.

Bıçakları yersiniz

Limanurepe

Limanlılar

Çkimda muço nahvetes

Nasıl bıçak saplarsınız

Gamaça muş mal e pes

Satılık sığırmışız.

Kopriculepe

Köprücüler

Ulvando sohumişa

Gidiyorlar sohuına

Ocvinapan ğecepe

Domuz otlatıyorlar

Limanurepe

Limanlılar

Koğonik kaeşoğes

Yarasalar gözünü oymuş

Var iatskenan tolepe

Açamıyorlar gözünü

Kopriculepe

Köprücüler

Bitçepe kaietçopit '

Oğlanlar, satılıktır

Gamiçenan bozope

Bu kızlar satılıktır


Limanurepe

Dido pahalı voret

Var giğunan parape

Kopriculepe

Nakadis kelobgeret

Suakişi kvilepe

Limanurepe

Kvilepe tkvan megişkvit
Kotçkomit coğorepe
Kopriculepe
Limanuri bozope
Gverdi holo şirape
Limanurepe

Çkin şirape var voret
Kurbetciş hanuınepe
Kopriculepe

Bitçepe megiçkumet
Dogikalan angepe
Limanurepe

Çkinda mu ahvenenan
Çolistaniş bitçepes
Kopriculepe

Sağlamis ret mu ikven
Mteli mşkironerepe
Limanurepe

Limani mzoğa piçi

Limanlılar

Bizler çok pahalıyız
Sizde para bulunmaz
Köprücüler

Evlekte yığılıdır
Mezarlık kemikleri

Limanlılar

Bu kemikler sizedir
Yiyin yiyin köpekler
Köprücüler

Limanlı genç kızların
Yarısı dul duruyor.

Limanlılar

Bizler dul sayılmayız
Gurbetçi hanımlarıyız
Köprücüler

Size oğlan yollarız
Kalaylasın kaplarınızı
Limanlılar

Bize bir şey edemez
Bataklık yaratıkları
Köprücüler

Nasıl sağlam olursunuz
Hepiniz açsınız aç.

Limanlılar

Liman sahil köyüdür


Var malen

Dağ adamları orada

ger mal epe (Dağ adamı)

yaşayamaz

Kopriculepe

Köprücüler

Gverdi oka nçhvarişa

Yarım kilo tahıla

Tkvan momçaptit grastape Pileki verirdiniz-

Limanurepe

Limanhlar

Kolonik keşogoğen

Yarasalar oymuş

Toloşi kakalape

Göz bebeklerinizi

Kopriculepe

Köprücüler

Limani sirtepuna

Liman dağlık tepelik

Mtskoşi gegaperepe

Gıdanız kar ay emiş

Limanurepe

Limanhlar

Kopriçi germapuna

Asıl dağlı köprücüler

Mteli mtkuri koçepe

Adamı, dağ adamı

Kopriculepe

Köprücüler

Limanis dido renan

Limanda çok bulunur

Momçkomuri mthalape

Kancık, dişi keçiler

Limanurepe

Limanhlar

Momçomurina voret

Biz dişi keçi isek

Mikounan boçepe

Vardır tekelerimiz.

Kopriculepe

Köprücüler

Megtkoçes do igzales

Bırakıp da kaçtılar

Sum dğeri nisalepe

Üç günlük gelin iken


 


 

Sersi mot var gamulun
Tkvan nena çoderepe
Limanis miti varen
Megiçkumerti

Niçin sesiniz çıkmıyor
Dut yemiş bülbül gibi
Limanda kimseniz yok
Size oğlan gönderelim.


 


Bu parçanın kaynak kişisi: Hanife Tandilava’dır.


“Şairoba Sarpuli Do Şaircepeşi”

Sarplı ve Noğedili (Makriali) lerin Şiir Atışması

Sarpta Poyrazişi diye ünlü bir şair yaşardı. Bir gün bu Noğedi
köyünde, Lazistan’da pek ünlü ozan Kibaroğlu ile karşılaştı. Ki-
baroğlu birkaç kez evlenip boşanmıştı. Son eşi de Sarplı Kara-
lişilerin boşadığı kadındı. Kibaroğlu Poyrazişi’yi görür görmez
söz saldırısına geçti:

Kibaroğlu

Kibaroğlu

Poyrazoğli kornopti

Poyrazoğlu işte geldim

Şaircepeşi ınohti

Şairlerin elçisi

Poriazişi

Poyrazişi

Kibaroğlina ınohti

Kibaroğlu, geldiğinde

Selami mot var momçi

Niçin selam vermedin?

Kibaroğlu

Kibaroğlu

Sarpeli sica vore

Sarplıların damadıyım

Şekerlemepe komşi

Tartıları severim

Poriazişi

Poyrazişi

İdi do minci çkomi

Gitde yalını yala

Hemşilepeşi bekçi

Hemşinlilerin çobanı

Kibaroğlu

Kibaroğlu

Tkveni sicana vikavi

Enişteniz olurum

Bahçişi motvam momçi?

Niçin bahşiş vermezsiniz?

Poriazişi

Poyrazişi

Kibaroğli mu ınohti

Kibaroğlu ne ararsın


Noğedai dilenci

Kibaroğlu

Mopti ak do petelap
Harbaşoputeş boçi
(küçük bir köy)

Noğedeli dilencisin

Kibaroğlu

İşte geldim, ötüyorum
Harbeşeli erkek olarak
(Harbeşi köy)


 


Bu parça da Sarp köyünden Osman tandilava’dan derlen-
miştir.

“Biciş Obiru” Oğlan Ağzından Söylenmiş Türkü(Aşka dair)


 


 

Kulani çiçku çiçku
Muço lukuşi morçi
Kapulas mogigidap
Monkata varna çorçi
Jur katişi gomalu
Skanişeni mebtkoçi
Dido helebas vore
Kudi tsaşa yebtkoçi
Skanda raziş var teaşa
Nana-baba mebtkoçi
E, nazoba skanite
Ma nosis mejamtkoçi
Çkvapes nusiminido
Ma mu şeni memtkoçi?
Sina coho gegodu


 

kimmiş o bana söyle?
Herhalde o bir yaratık
Keçi erkeği, teke misali
Kimsenin sözüne kanma
Onlar kötü insanlardır
Kimseden bir şeycikler alma
l)zatsalar bile fırlat, at
Pencereden sark aşağıya
Bohçanı yukarıdan at bana.

Bu parçanın da kaynak kişisi: Fadime Tandilava’dır.

Obiru Bitçişi” Oğlan Ağzından bir Türkü: Fadime Tandilava


 


 

Mosa kogolagidgı
Gindze gzape giğun
Puti putişi irde
Eko omtsku mot giğun
îseli do kogdzira
Muperi tani giğun
Ne girdze do ne mkule
Si orta tani giğun
Tolepe pilicani
Mupuer opidi giğun
Bozo ohoriskanis
Sicaş kismeti miğun
Nana-baba skani şen


Mutu heiri var giğun
Bozo mendamokoni
Si çkiınden heiri giğun
Çkimina ikva ginon
Izmocepe komiğun

Sana hiçbir hayır yok
Ey kız benimle gel
Anca hayır bende var
Sen benim olacaksın
Rüyalarım söyledi


 

 

 

 

 


 

“Bitciş Obiru Oğlan Ağzından Söylenmiş Türkü

Bu türkü tek yanlı aşka düşmüş bir oğlan tarafından söylen
miştir.

Kulak verin ağlamaya başlıyorum
Herkes öğrensin bunu benimle
ağlasın

Benim gülüm beni yakıp ağlattı
Tezgel yarim seni gözlüyorum
Dertlisin, sana şiirler yazıyorum
Sevdayıyürekten atamıyorum
Merak etme, sen benimsin ben senin
Tezgel gel yarim yolunu gözlüyorum
Senin evin şu yolun üst yanında
Adını kim koymuş sana acaba(söz)
O domuz ananın aklı başında değil
T ez gel yarim yolunu gözlüyorum
Seni kaçırmama annen engel oldu
Bana yar ol, kendini dağıtma
O ağaçtan uzaklaşmıyorsun, kırılsın
ellerin

T ez gel yarim yolunu gözlüyorum
Gavra 'darı senin bahçen
Bu yana bak, başım eğip durma
Ben anneni kandırırım

Sen istemezsen bu iş asla olmaz
Hem sevgiliyiz hem de akraba


Juriti ar ren cinsi çkimi do skani Birdir ikimizin de boyu

Çkvas momisin var unonan tişkani Kimse kulak verme, seni seven yok

Razi dikvi sevgiuli yari çkimi

Sevgili dostum inan sözlerime

Beşluği namskvanen e gindze kaliiskanis

Çkim dekele ren uça tolepeskani

Uzun boynuna beşibirlik yakışır                  :

Kara gözlerin beni süzüyor                         

Pia mis şunahep gindze tomapaskeniKime saklıyorsun o uzun saçlarını

 

acaba

Razi dikvi sevgiuli yari çkimi
Çkavaşa idina eti oncğore skani

Sevgili dostum inan sözlerime                     

Başkasına gönül verirsem sana ayıp j
olur

Bğuurtana gomaşinen tiskana

Ölürken bile seni anarım

Morku minon bela ren ren ninaskana Seni kaçırmama yengen engel oluyor

Razi dikvi sevgiuli yari çkimi

Sevgili dostum inan sözlerime                      

 

Sevgilisi Tuna Kentinde Çalışan Bir Kızın Türküsü

Zenis vorti Tunaşa nitişkule

Ben zende iken Tuna ’ya
gidiyordun(Zenköy)

Yano yano geliti ondğerşkule

Vakit sabahtı, kuşlukta gidiyordun

Mamgarinu nena var momçişkule Ağladım ben cevap vermeyince sen

Mot memtkoner na şuri-mişinare

Beni niçin bırakıyorsun,
kurban olduğum

İsparoğli divi doren Tunalı
Mokonuşa var madziri ilaci
Babaş mali mteli kogeboharci
Mohti mohti naşuri-mişinare

İsparoğlu artık Tunalı oldu
Geri döndürmeye çare bulamadım
Babadan kalma tüm serveti harcadım
Gel artık gel, sana kurban olayım

Mthiri şen mebli saği he metaheri Fındık ağacından düştüm ben

Gzapen vitsker tolepe motaheri
Ma ak vore si tunas elaheri

Sağ kolum kırıldı, sakatlandı
Gözlerim açık yolları gözlüyorum

M ot memtkomer na şurim işinare Ben buradayım sen Tuna'da duruyorsun
B^ni niçin terk ediyorsun

Kurban olduğum

At sırtında bir laz genci yayladan iniyor. Köy yakınında
imece ile karşılaşıyor. Bu kızlar arasında sevgilisini görüyor,
şunları söylüyor:


 

Atım yukarıya doğru bakar
Kalbinden kimbilir ne geçer
Tam üç yıl oldu
Onun mendilini taşıyorum
Noğedi'de(Makriali) Limani'de
Tam dört evim var benim
A kız bir bilsen
Kalbimde neler var benim
Ayağa kalkda seni göreyim
Bakalım boyun poşun nasıl
Bu yana bak, gözgöze gelelim
Kaşların nasıl göreyim
Her şeyim hazır benim
Sadece mendil eksik
Kemer sana yakışır
Oh ne ince belin var
A kız benimle gelmezsen
Seni kaçırmayı düşünüyorum
Sakın beni kötü sanma
Soyum beyler soyudur
Bana oyun oynama
Ümidim tüm şendedir
Bana şunu söyle hele
Kalbinde senin ne var(kim var)
A kız nişan koymayı
Bu pazara düşünüyorum
Sana her şey feda olsun
Sevgin içimde duruyor
Hanım ederim seni
Malım mülküm çok benim
A kız senin annenin
İyi bir damat şansı var

Bu parçanın kaynak kişisi de Sarp köyünden Fadime Tandila-
va’dır.                    '


Kuş Avına Çıkan Bir Gencin Sevgilisine Mesajı


 


 

Yazi mulun bir ar e siptarişe
Holo mominoğoni giari tkobaşa
Gogağara ak komohti Hopaşa
Voy voy na şuri mişinare
Jin jin gohti kvinçişi msva niçani

Mişyeleğis mişi kopça gioçani
Ma var momçi simis meçi koçani
Voi voi na şuri mişinare

Gelebili bağiş tişkarikala
Holo kortu pukiri skani kala
Giuli so re mikala re mikala
Vargzirop do mupa e giuliçkimi
Pia soren nana do babaskani
Muço ikvasinon adulia çkini
Nanaskanik coğori memitalu
Mutu btkvişi kva do ca gemitalu
Miğerğalu tis nosi omintalu
Aşo ohorca ren giuli çkimi

Artık yaz geldi bende giderim
Kuş avlamaya

Bana gönder emi

Gizlice yiyeceği

Kurbanın olayım
Hopa ’ya yanıma gel

Vah vah kurbanın olam
Yükseklerde dolaş kanatlı gibi
Kimin gömleğini kimin
düğmesini diktin?

Bana vermedin, kime söz verdin ya ?
Vah vah kurbanın olayım
Geçtim bahçenizin kapı önünden
Senin gibi bir gül orada
Gülüm benim neredesin, nerede
Göremiyorum seni sevgilim
Acep nerede şimdi annen,baban?
Nasıl olur bizim işimiz acaba ?
Annen beni köpek ile kovdurdu
Laf söyledim bana taşla saldırdı
Bir söz dedi aklımı başımdan aldı


 


Arhavi Ağzı Karışık Şarkılarından Örnek (Horomişi=Horom

Havası) , ■


 


"Uça Bitçi” Kara Oğlan

Daçhurite heneri hoi yar hoi yar

Uça tolepe skani

Uça bitçi uça tolepe skani

Ağne çoha-dzikvate ho yar ho yar

Horanam mani mani

Kara Oğlan (Horom Havası)

Ateşten yaratılmış ho yar ho yar
Senin kara gözlerin

Kara oğlan, kara gözlü oğlan

Yeni ceket, pantolon ho yar ho yar
Oynuyorsun çok hızlı


Uça bitçi horanam mani mani
Pirali re nignaper ho yar ho yar
Otanap yağdanluği

Uça bitçi otanap yağdanluği
Metkoçi monka gavu ho yar ho yar
Meşiniş tavarcuği

Uça bitçi meşiniş tavarcuği

Kara oğlan, dönüyorsun çok hızlı
Kaçaksın sen bellidir ho yar ho yar
Meşinden davarcığın                    .

Kara oğlan, meşinden davarcığın
At onu yük olmasın ho yar ho yar
Deriden o torbanı, kara oğlan
Deriden o torbanı


Si eko mo megomskun ho yar ho yar

Nasılda yakışıyor ho yar ho yar
He sirmoni başluği                             

Sırmalı o başlığın

Uça bitçi he sirmoni başluği

 Kara oğlan, sırmalı o başlığın
Ko tkvi do dovigura ho yar ho yar

Bana söyle bileyim ho yar ho yar
Ebitçi coho skani                                

Oğlan senin adını

Uça bitçi ko mitsvi coho skani

 Kara oğlan, söyle senin adını
Namuk Lazi gicohoma ho yar ho yar

Kimi sana Laz diyor ho yar ho yar
Namukti holo tçani                            

Kimileri de Tçani

Uça bitçi namukti holo

 Tçani Kara oğlan kimileri de Tçani.

Bu Kara Oğlan şarkısının kaynak kişisi: Batumda oturan
Lazlardan H. Helimişi’dir.

Makruli Obiru (Düğüncü Şarkısı) “Hele Manişa”

Düğüncü Şarkısı (Hadi Çabuk)

Kilimi domirçit gebgitat şaras
Dade komehti noğa misaşa
Umtçvit makarepe mtçima var mohtasÇabuk olalım, yağmur


Hele hele hele manişa
Noğamisas motvit metakşiş kolga
Nankustikelotskit artiş tkobaşi '
Deda kodikaçi çimçiriş biga
Hele, hele, hele manişa
Sica-noğamisaş hela-kaoba
Natvra çkiniren dihaşen-tsaşa
Etepteki dziran iri kaoba
Hele, hele, hele manişa

Hadi, çabuk olalım, çabuk olalım
İpekli Şemsiyeyi verin geline
Kimse görmesin gelinin yüzünü
Sağdıç kadın elinden sopayı bırakma
Hadi çabuk olalım, çabuk olalım
Gelinle güveyin mutluluğudur
Bizim dileğimiz yerden göğe dek
Onların olsun parlak gelecek
Hadi çabuk olalım, çabuk olalım



 

Damadın evi dağ ardındadır
Acele edelim, horozlar ötmeden
Gelinle giivayi birleştirelim
Hadi çabuk olalım, çabuk olalım
Açılmış sofralar konmuş tepsiler
Soğumadan onlara yetişelim
Ak ineğin tereyağı sofraya süs veriyor
Hadi çabuk olalım, çabuk olalım

Bu şarkının yazan da: M. Vanilişi’dir.

Lazlarda dayanışmalı (İmece) usulü çalışma sırasında hep birlikte söylenen şarkılardan bir örnek:


 


Helessa (Arhavi Ağzıyla)
Çkuni duzupes noderi
Tutaş testi ivan seyri
Bozo-gogos tuu kemeri
Helessa, yalessa
Heyamola yassa, İsa hoi
Helassa do yalessa
Ağne ohoriş nusa
Jur tüteri noğamisa
Helessa, yalessa
Heyamola yassa, İsa hoi
Helassa do yalessa
Ar domitsvati misa
İvarei çkuni nusa
Helessa, yalessa
Heyamola yassa, İsa hoi
Si ma guri domitahi
So iğare çkim gunahi
Goginçkvasen çkimi ahi
Helessa, yalessa
Heyamola yassa, İsa hoi
Ena gegatas kvada ca
Soti nena çkvas var meça
Heyamola (Şarkı)
Düzlüklerde imece var
Hoştur mehtabın seyri
kız kemerin düşecek dikkat et
Helessa, yalessa
Heyamola yassa, İsa hoy
Helessa, yalessa
Daha körpesin küçük gelin
iki aylık taze gelin
Helessa, yalessa
Heyamola yassa, İsa hoy
Helessa, yalessa
Bana hakikati söyle
Gelinimiz olur musun?

Helessa, yalessa
Heyamola yassa, İsa hoy
Kalbimi kırdın benim
Günahımı ne edersin
Sonunda pişman olursun
Helessa, yalessa

Heyamola yassa, İsa hoy
Başına taşlar yağar
Başkasına söz verirsen



Ma bivare ağne sica              Damatlık benim hakkımdır

Helessa, yalessa                     Helessa, yalessa

Heyamola yassa, İsa hoi Heyamola yassa, İsa hoy

Helessa, Heyamola şarkısı batum’da oturan Lazlar’dan N.
Doğania’dan derlenmiştir.


 


“Tçuta Nusa” Halk Türküsü

Limciner mjöras teri

Çuta nusa soulu, çuta, çuta?

Kodvalu giçaapare

Çuta nusa kuçhe giğon

Çuta, çuta

Dido tsana var giğun

Çuta nusa cuta, çutare

Çuta, çuta

Si ma domçvi domhali

Çuta nusa haşote ma so bidâ

Peçeşen moşatanur

Çuta nusa muço ağani tuta

Obas ko me şamihti

Çuta nusa mutço-kvinçişi mota

Me gokup var megtkomer
Çuta nusa şothani şa si ida

Küçük Gelin

Akşam güneşiyle boy ölçüşen
Nereye böyle küçük gelin?
Kundura diktiriyorum sana
Ayakların küçük küçük
Zaten senin yaşında küçük
Küçüksün küçük gelin
Beni yaktın da kavurdun
Nere gidem küçük gelin ?
lEin altınını ak boynuna
Sakın asma küçük gelin
Tülbent altından ay parçası
Tenin görünür küçük gelin
Seni koynumda saklarım
Yavru bir kuş gibi küçük gelin
Asla peşini bırakmam
Ayrılamam küçük gelin


 


Küçük Gelin türküsü H. Helimişi’den derlenmiştir.

Arhavi Ağzıyla Bir Şarkı Örneği Daha:


 


 

Ey Kız

A kız sen nerelisin
Pek de sevimlisin
Gözlerinden belli
Herkesten akıllısın
Yüreğim yerinde
Durmuyor kurban olam
Ne olur sık sık görüşsek


 

Gel heyyar yanıma bazı

Elabaru kalaşi

Yar, heyyar, yari dililu paşi

Nosis vulu moulu

Yari heyyar yari gomaşinaşi

Si mele do mole

Sole heyyar masole bida sole

Tsakariş kukuma ezdi

Mohti heyyar komohti galikele

Hafiften bir yel esti
Sevgilim gitti Poti'den
Aklımı ben yitiririm
Heyyar yanaklarıma geldikçe
Sen karşıda ben beride
Ben nasıl duracağım
Eline al güğümü
Dere boyuna in emi


 


Ey Kız türküsünün kaynak kişisi: H. Helimişi’dir.

He Yana (Laz Grup Şarkısı)


 


Holo komohtu yazi heyana
Heyana bozopeşi marazi
Si eko megomskun heyyana
Heyyana tis ha gogotun kazi
Musapiri emzdipi, heyyana
Heyyana meptana bazi bazi
Mu mskva Gurcipi giğun heyyana
Heyyana odidepeti nazi
Kalis na dolo gobun heyyana
Beşluği reni Lazi
Mohti mendagikona heyyana
Heyyana eko mot ikip nazi

Yine yaz geldi, heyana

Genç kızların marazı
Sana öye yakışır heyyana
Başında örme bezi
Beni konuk alırsan heyyana
Heyyana gelirsem bazı bazı
Göğüslerin pek güzel heyyana
Heyyana kaşların da pek zarif
Boynunda parıldayan heyyana
Heyyana altın beşibirlikmi?
Gel seni götüreyim heyyana
Heyyana bu kadar naz etme


 


Heyyana Laz şarkısı: Ş. Kelercişi’denderlenmiştir.

Ölen Bir Kıza Yakılan türkü “Obiru Kulani Gurutuşi”

Bu türkünün konusu şu: Ayşe adında bir Laz kızı bir gençle sevişiyormuş. Fakat bundan haberi olmayan büyükler onun se- viştiği gencin ağabeyisi İsmail'e nişan etmişler. Ayşe buna itiraz etmişse de iş oldu bittiye getirilmiş. Evin gelini kızın gönlünü alıp razı etmiş. Düğün günü gelip çatmış. Ayşe’nin sevgilisi bu- na dayanamamış. Düğün alayının yoluna pusu kurup Ayşe’yi gelinlik elbiseleri içinde kurşun yağmuruna tutmuş. Ayşe’nin ölüsünü amcasının evine taşımışlar. Hekime can vermeden önce yalvarmış Ayşe. Aman beni kurtar diye. Fakat nafile, taze kız gelinlik elbiseleri içinde can vermiş. Bu türkü Gürcüstan ke- simi Lazları arasında büyük popülarite kazanmış. Herkesin ağzından düşmüyor: Görelim bakalım nasıl söylenmiş.


 


İsmailis var vokupti
Ma kamımığerdines
Mohtes makarape do
Ma gzas kogemodgines
Ohraskirik topeği
Gverdi gzas memoğgires
Cumadiş ohoriş neknas
Cenaze memodgines
Ditshiriten diğapu
Nisalobaş anteri
Çkar guris var memiçves
Aşo çkimi gençluği
Ditshironi anteri
Komaçit nanaçkimis
iri dğas gemamgaras
Aya gençluği çkimis
Gverdi şuri gemdgitu
Mohti çkimda dohtori
Pia sinti gitsvesi
A-yaraçkimis zori
Koçina muşletinap
Dohtori şuri momçare
Mitsvi momişletini
Yaraçkimişi çare
Gverdi saatiş kule
Jur candarma komohtu
Nöbeti muşen çumart
Ohraskiris gemoktu
Jur saâtişi ekule
Ismaili komohtu
Emukti ma mkithuptu

İsmail'e varmazdım
Beni ikna ettiler
Seymenler geldilerde
Beni yola koydular
Kaynım yol ortasında
Tüfekle hedef aldı
Amcamın evine
Benim cenazem geldi
baştan başa kan oldu
Gelinlik giysilerim
Hiç de acımadılar
Şu benim gençliğime
Benim kanlı entarimi
Gönderin anneciğime
Her gün hergün ağlasın
Şu benim gençliğime
Daha canım çıkmadan
Doktora yetiştirdiler
Acaba anlattılar mı?
Bu yaraların nedenini?
Doktor, hastalara çare
İnsanlara can veren
Beni kurtar, yol göster
şu yarama bir çare
Yarım saat geçince
Geldi iki jandarma
Niçin beni beklerler
Beni kaynım öldürdü
İki saat geçince
İsmail çıktı geldi
O da bana soruyor


Kurşumi sole muhtu ?
Topeği mastolu do
Oharskirik dompilu
Aya mcveş adetepek
Ma muço kamempiğu

Istnaili

Nosis gamaptaminon
Şuri mohtu kalişa
Si tnuço letas megçap
Ma cuma var pilaşa

Ayşe

Aman soti var kvila
Emuş hakki me miğun
Erzaeli komohtu

Çkvati şuri var miğun

Nereden geldi kurşun diye?
Kaynım tüfek boşalttı
Beni yıktı, öldürdü
Bu eski gelenekler
Ocağımı söndürdü

İsmail

Aklımı yitireceğim
Can boğaza dayandı
Seni toprağa vermem
Kardeşimi öldürmeden

Ayşe

Aman onu öldürme

Vebali bende yüklü
İşte azrail geldi
Artık can çıktı benden


 


Bu destanın kaynak kişisi: Sarp köyünden Ali Horava'dır.


 


Ağani Helessa(Obiru)

Ar kokovitnat bitçepe
Dzikva-Çoha udzirote
Lazuri birapa doptkvat
Helessa, yalesse
Heyamola yassa, issahey
Sabtçoetiş dihas vorat
Dido şeni do heleri
Geminoğounna partia
Helessa, yalesse
Heyamola yassa, issahey
Elevokonat kuçhepe
Mskva kulanepe biçepe
Sica do ağne nisapa

Yeni Helassa (Türkü)

El ele tutuşalım
Çağdaş ceket-pantolonla
Lazca türküler söyleyelim
Helassa, yalessa
Heyamola, yassa, issahey
Biz Sovyet yurttaşlarıyız
Ülkemiz mutlu ülkedir
Rehberimiz partimizdir
Helassa, yalessa
Heyamola, yassa, issahey
Türküleri yükseltelim
Kızlar, oğlanlar, güzeller
Damatlar ve gelinlikler



Helessa, yalesse

Heyamola yassa, issahey
Çkin heleir dğa miğunan
Mutum dardi var miğunan
Jile-Tsale horonapan
Helessa, yalesse
Heyamola yassa, issahey
Arçkva goviktat bitçepe
Kuçhepe elovokunan
Otirtinit gur picepe
Helessa, yalesse
Heyamola yassa, issahey

Ar ar îzmoçi

Ma izmoce var tsalonas

Mutço vortiti var miçkin
Ondğeri ren do votsker tsas

Mjoraşi ta mendraşe çkin
Ek korenan çkimi nenaş

Mağarğale koçepe
Poliitsiak varşa ognas
Krdzaleli ren entepe
Gomikvirdu ikvasen
Mu ak mutçoşi vorta
Mçhuris, thas gi gioçanapan
Ordo dulias gevakna
Ar oputeşi locepe
Çirdilonaşi shivepek
Mot varyopşu mcveşiyara
Helassa, yalessa
Heyamola, yassa, issahey
Mutlu günler yaşıyoruz
Sıkıntımız yoktur bizim
Heryerde oyun, şarkılar
Helassa, yalessa
Heyamola, yassa, issahey
Birkez daha dönelim
Ayakları oynatalım
Omuzları titretelim
Helassa, yalessa
Heyamola, yassa, issahey

Bir Rüya

Rüyamda, başka bir
ülkedeymişim
Bilmiyorum nasıl gitmişim
Öğlen vaktidir, göğü
seyrediyorum
Güneş beni aydınlatmıyor
Orada da dilimizi
konuşan vardı
Hem de bir hayli kişi
Bu dili yasaklamışlar
Devletin polisleri
Hayret ettim, acep niçin
Ben burada artık duramam
Koyuna keçi kafası takmışlar
Bunu iyi düşünmek gerek
Köyden köye hudut niye
Kuzeyden parladı güneş
Yaralara niçin mermer
olmuyor bu?


 


Çağdaş Laz Şiirleri (Kız-Oğlan Atışmalı)


Bitçi

Mandratişi plantassias

Antso dido pukiri ren

Kulani

Guur-Picis ınçita na çhatun
Çkini gıniri naziko ren
Bitçi

Nişi mzoğaşa ınendahtu

Murunaşa ankesita

Kulani

Otçaru ikithuş gale

Ar kuçhe kule uğutu

Bitçi

Guria do kahetişen

Ğoman mohtes st umar epe

Kulani

Manti tolik mumidziru

Eko kai mskva bitçe pe

Bitçi

Zugdidişa videeti

Vusi mini megrelepen

Kulani

“Aşo morti çkimi skua ”

Do lazurot ğağalapten

Bitçi

Kortolona çkini diha
İr dihaşen icgişiren

Kulani

Lenini do sabtçoetiş

Mjoraş te te taneri ren

Bitçi

Lazuri şairepe btkvit

Kulanepe tkvani kala

Kulani

Onoğore muço var gaku
Na mucundi gali kala

Oğlan

Mandarati bahçeleri

(Sarp'ta bir köy)

Bu yıl çok çok çiçek açtı

Kız

Göğsünde madalya olan

Bizim liderimiz Naziko'dur

Oğlan

Gemi balığa (denize) açıldı

Balık tutan oltalarla

Kız

Anneciğim neler gördüm

Güzel güzel gençler gördüm

Oğlan

Ben bir güzel sevmiştim

Kirpiikleri ok gibi

Kız

Biri okuma yazma bilmezdi

Birininde ayağı kısaydı

Oğlan

Guriadan Kahetiden
konuğumuz gençler geldi
Kız

Oğlan bana doğru gelme

Balıkçı ağlarıyla

Oğlan

Ben Zugdidi'ye gidince

Megrellerle ahbap oldum

Kız

"Böyle buyur kardeşim ”

Diyorlardı Lazca

Oğlan

Gürcüstan’dır vatanımız

Onu dünyaya değişmem
kız

Lenin ile doğan güneş
Aydınlattı yöremizi


Bitçi

Ar kulani vakurepi
Mskva opidepi uğutu

Oğlan

Lazca şiirler okuduk
Kızlar sizinle birlikte


 


Çağdaş Laz şiirinden alman bu örnek M. Vanilişi'ye aittir.
Aşağıda M. Vanilişi'ye ait bir şiirle konumuzu tamamlayacağız

Kva Omhaze

Olutncora ren mzoğapicis kelavinciri

Do paği havas movoşvacini çkimi pikiri

Kva omhaze ren ena golacans mutço camuşi

Didi veberta toli var gitken uço do mceveşi

Mis uçkin muko tsanape doçu do holo çumers

Muşi nodzire do tsignaperi roti var tkumers

Mzoğaşi talğas var dvaşkurinen iris nuhondun
Stumarepeti iça kotumeş suri ukoren

Ma si gohvetsap domiambavi ey kva omhaze
Elatkoçui ğalis şkivideri mitiş cenaze ?

Varna tkobesi skani ohaçhe bitçiki-kulani

Muşen var tkumer ma ho var skani duşmani

Şilia tsanapek var gobadapan var gegokordun

Tçita vortişi skanden bdtshonturti var gomotçkondun
Sarganaşani vitohutberek tçine istemers

Stveli mohtaşi mzoğaş baraka ohoris numers

Tuti gehtaşi skani akraşa peluka nulun

Tokis gekneri jur maçhomale gale gamulun
Oş holi gindze parapatiti ulun mzoğaşa
Kulunis ipşen Antsoşişa cohona kapşa.


Omha Kayalığı

Gün akşam üstü uzanırım sahile

Sakin dalgalarda can bulur düşüncelerim
Önümde koca taş, tıpkı bir camiz gibi
Kapkara, tarihi şey, gözleri yıldırıyor

Kimbilir kaç asırdır duruyor burda
Gördükleri, bildikleri içinde sır olmuş
Ona dalgalar ne yapabilir ki

Geceleri kara deniz kuşlarına kucak açar o

Söyle bana yalvarırım Omha kayalığı
Kaç cesede rastladın denizin getirdiği
kaç insana bağrını açıp içine gizledin

Söyle söyle ben düşmanın değilimki

Sana yüzyıllar ne yapabilir ki?

Çocukluğum seninle geçti benim

On beş kadar çocuk olurduk balık avında
Evimize taşırdık denizin bereketini

Gün batımı çevrende sandallar yüzer

Ellerinde halat, iki balıkçı

Yüz kulaçlık ağı suya atarlar
Türlü balıklar dolar içine.

-SON-


 

 

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar