AVATARA VE İNKARNASYON
| |
TC
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
DİNLER TARİHİ BİLİM DALI
HİNDUİZM’DE
AVATARA VE HIRİSTİYANLIK’TA İNKARNASYON İNANCI ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
(YÜKSEK
LİSANS TEZİ)
Gülsüm ÜRDÜÇ
Bursa 2006
Daha
ilk dönemlerden itibaren İsa Mesih’in kimliği ve tabiatı sorunu Hıristiyanlar
arasında tartışılmaya başlamış ve bu sorunu çözebilmek için değişik konsiller
toplanmıştır.Tartışmanın merkezinde İsa’nın ontolojik varlığı sorunu
yatmaktaydı: O, sadece bir insan mıydı, yoksa insan şekline girmiş bir tanrı
mı? 325’te İznik’te düzenlenen konsilde, İsa Mesih’in Baba’dan geldiği/doğduğu;
Baba ile aynı öze sahip olduğu vurgulanmış ve İsa’ya tanrısal bir nitelik
atfedilmiştir.
İsa’nın
tanrı olarak kabul edilmesi, tartışmaların durulmasına değil, tam tersine daha
da alevlenmesine neden olmuştur. İznik Konsili öncesinde, konsil sırasında ve
sonrasında İsa’nın tanrı olarak görülmesine karşı çıkan Aryüs ve taraftarlarına
göre, her şey gibi Oğul (İsa Mesih) da yaratılmıştır; ancak o, Tanrı tarafından
yaratılan ilk varlıktır. İsa Mesih’in Baba ile aynı öze sahip olması mümkün
değildir. Tanrısal öz bir bütün ve paylaşılamaz olduğuna göre, hem Baba’nın hem
de Oğul’un aynı anda tanrı olması söz konusu değildir. İsa Mesih ancak, Tanrı
ile insanlar arasında aracılık yapan bir insandır.
İznik
Konsili kararlarına karşı çıkanlar, sadece İsa’nın tanrı olmadığını savunanlar
değildi. İsa’nın Tanrı olduğunu kabul edenler arasında da görüş farklılıkları
ortaya çıkmıştır. İsa tanrı ise, sadece tanrısal bir doğaya mı, yoksa hem
tanrısal hem de beşerî bir doğaya mı sahipti? İsa’nın hem tanrısal hem de
beşerî bir doğaya sahip olduğu kabul edilirse, bir kişide aynı anda iki ayrı
doğa nasıl bulunabilirdi? “İsa’da, sadece tanrısal bir doğa vardır; İsa’nın beşerî
doğası tanrısal doğasının içinde yok olmuştur” diyenlere “monofizitler”
denilmiş; “İsa’nın hem tanrısal hem de beşerî iki doğası vardır” diyenlere ise
“diyofizitler” denilmiştir. Monofizitler ve diyofizitler arasındaki tartışmalar
başka sorunların doğmasına da neden olmuştur. Eğer İsa Mesih tanrı ise, annesi
Meryem’in de “Tanrı-doğuran” (theotokos) olduğu kabul edilecekti. İsa’da hem
beşerî hem de ilâhî iki doğa olduğunu kabul eden Nestoryus ve taraftarları, 30
yaşında vaftiz olana dek İsa Mesih’in normal bir insan olduğunu savunmuşlardır.
Dolayısıyla
Meryem, sıradan bir insan doğurmuştur; bir tanrı değil. Nastoryusçulara göre
çarmıhta acı çekip ölen de tanrı değil, insan olan İsa’dır; çarmıh esnasında
tanrısal öz İsa Mesih’i terk etmiştir. Nestoryus’a karşı, İsa Mesih’te sadece
tanrısal doğanın olduğunu savunan Cyrill’e göre, Meryem theotokos idi.
Nestoryus ve Cyrill arasındaki tartışmalar 431 yılında toplanan Birinci Efes
Konsili’ne taşınmış ve bu konsilde İsa’da tek tabiat olduğu (monofizitlik) kabul
edilerek Nestoryus’un görüşleri reddedilmiştir. Ancak monofizitlik, 20 yıl
sonra 451’de toplanan Kadıköy Konsili’nde reddedilmiş ve İsa’nın hem gerçek bir
tanrı hem de gerçek bir insan olduğu açıklanmıştır:
“...
Oybirliğiyle açıklıyoruz ki, Rabbimiz İsa Mesih bir ve aynı Oğuldur,
tanrısallıkta da mükemmeldir, insanlıkta da. Gerçek tanrı ve gerçek insandır.
Tanrı olma bakımından Baba ile, insan olma bakımından bizlerle aynı öze
sahiptir. Günah işlemek dışında tıpkı bizim gibidir. Tanrısallığı açısından, çağlar
öncesinde Tanrı’dan çıkmıştır. Son dönemde ise, insan olma yönüyle, bizim için,
kurtuluşumuz için Tanrı-doğuran (Theotokos) Bakire Meryem’den doğmuştur. İki
doğaya sahip olduğu bildirilmiştir ve iki doğa karışmaz, değişmez, bölünmez,
ayrılmaz. (İki doğanın bir tek kişide) Birleşmesi, iki doğa arasındaki farkı
ortadan kaldırmaz. Her iki doğa da kendi özelliklerini korur ve tek bir şahısta
ve tek bir özde birleşir.”.
Hıristiyan
teolojisinde inkarnasyonun gerekli olup olmadığına ilişkin bir tartışma da yapılmıştır.
Hıristiyan inancına göre, Logos (Ezelî Kelâm) insanları aslî günahın yükünden
kurtarmak için insan bedenine girmiştir. İnsan günah işlememiş olsaydı, yine de
inkarnasyon gerçekleşecek miydi? St. Augustine ve Thomas Aquinas’a göre, insan
günah işlememiş olsaydı, inkarnasyon diye bir şey meydana gelmeyecekti.
Irenaeus ve Duns Scotus gibi düşünürler ise inkarnasyonun, daha ilk günah
işlenmeden önce Tanrı’nın bir planı olduğunu savunmuşlardır; dolayısıyla günah
işlenmemiş olsaydı bile, inkarnasyon gerçekleşecekti.
Hıristiyan
teolojisinde inkarnasyon ile ilgili tartışmalar sonraki dönemlerde de devam
etmiş ve pek çok yeni soru ortaya atılmıştır. Söz gelimi, birbirinden bağımsız
iki doğanın (insânî ve ilâhî doğa) tek bir bedende birleşmesi nasıl mümkün olmaktadır?
“Tanrı’nın değişmez olduğu” iddiası ile “O’nun işkence ve ölüme maruz
kaldığının kabul edilmesi” birbiriyle çelişmemekte midir? Katolik Kilisesi’nin
öğretisine göre, İsa’nın bilgi ve bilinci, yaşamı boyunca edindiği deneyimlerle
genişlemiştir. O halde İsa’nın kendi bilgisi ve bilinciyle bağlantılı olan
insânî ve psikolojik bir egosu var mıdır? Başka bir deyişle bir tanrı olarak
kabul edilen ve her şeyi bilmesi beklenen İsa Mesih’in, sıradan insanlar gibi
bilgi edinme durumunda kaldığı nasıl açıklanabilir? İsa Mesih’te insânî ve
ilâhî özler birleştiğine göre, ilâhî doğa, Mesih’in beşerî doğası aracılığıyla
nasıl aktif olmaktadır? İsa’nın beşerîliği, ahlakî nedenselliğe bağlı mıdır;
yoksa sadece bir aracı mıdır?
İnkarnasyon
doktrininin Hıristiyan ilâhiyatındaki öneminin yanında Batılı misyonerlerin
Doğu’yu keşfiyle birlikte ortaya İsa’nın tanrının bir avatarası olup
olamayacağı sorunu çıkmıştır. Hint dini düşüncesini keşfeden misyoner rahipler,
kendi inançlarındaki tanrısal Kelâm’ın insanlığın kurtuluşu için insan görünümü
alması doktrini ile Hinduizm’deki tanrı Vişnu’nun bozulan düzeni yeniden kurmak
amacıyla bir insan ya da hayvan suretine girdiği anlayışı arasındaki
benzerlikle karşılaşmışlardır. Bu benzerlik, avatara ile inkarnasyon
doktrinleri arasında bir etkileşimi akla getirmiştir.
Her
ne kadar Hint antik metinlerinde tanrıların değişik formlara girdiklerine dair
ifadeler yer alsa da, avatara doktrininin ilk kez muhtemelen M.Ö. II. yüzyılda
yazılan Bhagavad-Gita’da formülleştirildiği görülmektedir. Gita’da
(4.5-9) belirtildiğine göre, doğmayan ve değişmeyen bir varlık olmasına rağmen,
Krişna, kendi isteğiyle ve kendi gücüyle, yani geçmiş karmaları nedeniyle
yeniden doğmak zorunda kalan diğer varlıklardan farklı olarak, değişik çağlarda
ortaya çıkmıştır. Bunu, iyileri korumak, kötüleri yok etmek, öğretiyi (dharma)
yeniden tesis etmek ve kendisini izleyenleri doğum-ölüm çarkından kurtarmak,
başka bir deyişle, kurtuluşun yollarını göstermek için yapmıştır.
Hint
düşüncesinde daha çok tanrı Vişnu ile ilgili olan avatara doktrini üzerine pek
çok tartışma süregelmiştir. Öncelikle sayıları hakkında bir mutabakatın
sağlanamadığı avatara listeleri genel olarak on ile yirmi iki arasında
değişmektedir. Bhagavata Puranalar avatara listesini yirmi iki olarak belirlerken
Vaishnava mezhebi sadece on iki avataranın varlığını kabul etmektedir. Bazı
mezhep veya düşünürler ise zaten olağanüstü bir varlık kabul ettikleri
Krişna’nın bir avatara olmadığına inanmaktadırlar.
Avataraların
geliş amaçlarını Hindu düşünürler farklı yorumlamışlardır. Kimilerine göre bir
avatara bilginin tek bir dalını öğretmek için gelebilirken, başkaları kötülüğe
son vermek amacıyla gelebildiğini ifade etmektedir. Bhaskarananda ise tanrının
inişini onun merhametiyle ilişkilendirmektedir.
Avataraların
biçimleri hakkındaki da tartışmalar vardır. Vaishnavalar, avataraların
bedenlerinin cennetsel varlıkların şekli olan “saf öz”den oluştuklarına,
Bengal Vaishnavaları tanrının dünyaya inişlerinin değişmeksizin sadece dünyevi
bedende farz edildiğine, Advaita okulları ise avataraların düşsel görünümler
olduklarına inanmaktadırlar.
Avataralar
üzerindeki bir diğer tartışma da bedenlenmenin bütünüyle mi yoksa kısmen mi
gerçekleştiği yönündedir. Vişnu’nun bedeni hatta onun donanımının parçaları
olarak avataraları düşünenler dolaysız, tanrının kendi gücü veya şekline
girerek hayat veren, güvenliği sağlayıcı, iç denetimci ve Vişnu’yu ibadet
amacıyla kutsanmış bir imge içinde gösteren olmak üzere beş tür avatara
belirlemişlerdir. Nimbarka okulu ise Üç Gunavatara, Üç Purusavatara ve
Lilavataralar şeklinde üçlü bir sınıflandırma yapmaktadır.
Aldous
Huxley’in, tanrının insan şeklinde bedenlenebileceği doktrininin Hinduizm,
Mahayana Budizmi, Hıristiyanlık ve İslâm’ın tasavvuf felsefesinde mevcut
olduğunu ve her insânî varlığın böyle bir avatara olabileceğini iddia etmesi
teolojik ve tarihi çerçevede yeni tartışmalara neden olmuştur.
Avatara
ve inkarnasyona dair Hıristiyan ve Hindu inançlarını kabul edilebilir gören
Parrinder, avatara fikrinin bazı inkarnasyon açıklamalarından daha
anlaşılabilir olduğunu iddia etmektedir.
Bu
konuda pek çok tartışma yapılmakla birlikte, inkarnasyon ve avatara inançları
arasındaki mesafenin keşfi için karşılaştırmalı bir çalışmaya ihtiyaç vardır.
Bugün Avrupa dillerinde inkarnasyon doktrinini ele alan pek çok kaynak
mevcutken, avatara inancı hakkındakiler sınırlı kalmaktadır. Türk dilinde ise
her ikisi açısından da durum iç açıcı değildir.
Türkiye’de,
dinler tarihi alanında, avatara ve inkarnasyon kavramlarını da kapsayan eserler
mevcut olmakla birlikte, başlı başına bu iki kavramı inceleyen veya
karşılaştıran bir çalışma bulunmamaktadır. Her iki kavram da, genellikle ortaya
çıktıkları dinleri inceleme konusu yapan eserlerin “tanrı inancı”
başlığı atında kısaca açıklanmaktadır.
Türk
diline böyle bir çalışmanın kazandırılmasının gerekli olduğu inancıyla, bu
konudaki temel kaynaklardan biri olan Geoffrey Parrinder’ın Avatara and
Incarnation adlı eseri de göz önünde bulundurularak Hinduizm’de avatara
ve Hıristiyanlık’ta inkarnasyon inancı araştırılmıştır.
Tanımlar
ve genel bilgi düzeyinde daha çok editörlüğünü Mircea Eliade’ın yaptığı Encylopedia
of Religion, editörlüğünü James Hastings’in yaptığı Encyclopedia of
Relgion and Ethics ve online www.newadvent.com adresinden hizmet veren Catholic
Encyclopedia adlı ansiklopedilerden yararlanılmıştır. Hıristiyan
teolojisinde inkarnasyon doktrini üzerine yapılan mezhep tartışmalarını
yansıtmak için Henry Chadwick’in The Early Church, J.G. Davies’in The
Early Christian Church, J.N.D. Kelly’nin Early Christian Doctrines,
Harry Austryn Wolfson’un The Philosophy Of The Church Fathers ve Gerald
O’Collins ve Mario Farrugia’nın Catholicism: The Story of Catholic
Christianity adlı eserlerinden; Hindu teoloji ve mitolojisinde avatara
inancının gelişimi hakkındaki tartışmaları yansıtmak için ise Swami
Bhaskarananda’nın The Essentials of Hinduism, Kerry Brown’un(edt), The
Essential Teachings of Hinduism, Sir Charles Eliot’un Hinduism and
Budhism, Thomas J.Hopkins’in The Hindu Religious Tradition, Vasudha
Narayanan’ın The Hindu Tradition, Wendy Doniger O’Flaherty’nin (edt) Hinduism
isimli eserlerinden de büyük ölçüde faydalanılmıştır. İki kavramın
karşılaştırılması açısından önemli olan Noel Sheth’in “Hindu Avatara and
Christian Incarnation: A Comparison” başlıklı makalesi de çalışmayı
yönlendirmede etkili olmuştur.
BİRİNCİ BÖLÜM
HİNDUİZM’DE AVATARA İNANCI VE AVATARALAR
1. Avatara
Kavramı
Ava
(iniş), tî (çaprazlama)’den gelen Sanskritçe avatara
kavramı “yeryüzüne inme” olarak tercüme edilmektedir. Kavram olarak
genellikle tanrısal bir varlığın tamamen veya kısmen ya da diğer insanüstü
herhangi bir oluşumun açık bir şekilde inişi şeklinde tanımlanmakta ve
olağanüstü bir oluşum da ikinci bir avatara olarak nitelendirilebilmektedir[1].
Avatara
kavramının gerçek manasına kavuştuğu kabul edilen Hindu mitolojisindeki anlamı
ise; nihâi sondan önce, dharmanın yok olması ve adharmanın hakim
olması durumunda, düzeni korumak, iyiyi hakim kılarak kötünün egemenliğini yok
etmek ve kendi inananlarını doğum-ölüm çarkından kurtarmak amacıyla bir hayvan
ya da insan suretinde yeryüzüne inmesi şeklinde ifade edilmektedir[2].
Hint
antik metinlerinde tanrıların değişik formlara girdiklerinden bahsedilmekle
birlikte avatara doktrininin ilk defa M.Ö. II. yüzyıl.da yazılmış olduğu ifade
edilen Bhagavad-Gita’da formülleştirildiği dile getirilmektedir[3]. Bhagavad-
Gita’da geçen “Dharma bozulup adharma çoğalmaya başladığında, Ey Bharata, o
zaman kendimi yaratırım”[4] dizeleri
avatara doktrininin en açık ifadeleri kabul edilmektedir[5].
Diğer taraftan Vedalar ve Upanişadlar’da pek görülmeyen avatara
hikayeleri
Puranalar’ın ana konusunu oluşturmaktadır. Bilhassa Vişnu Purana’nın, Vişnu’nun
avataralarını anlatan mitolojik hikayelerden ibaret olduğu görülmektedir.
İnsanın
tanrıya yükselmesinden ziyade, tanrının insana inmesi olarak tanımlanan avatara
doktrini hakkında pek çok yorum mevcuttur. Bilhassa avataraların geliş amaçları
sorgulanmıştır. Bhaskarananda’ya göre tanrının geliş amacı onun merhametiyle
ilgilidir; onun bedenlenmesinin uyandırmak ve özgür bırakmak gibi iki nedeni
vardır. Tanrı kendini insanlar arasına sokmak istemekte, böylece kutsal
mükemmelliğini yansıtmak suretiyle oluşturduğu doğru örnek sayesinde onlara
nasıl mükemmel olunacağını göstermektedir[6].
Genel
kanaate göre ise bir avataranın başlıca amacı, kötünün yıktığı dürüstlüğü
onarmak ve iyinin korunmasıdır. Ancak bundan başka amaçlarının olduğu da ifade
edilmektedir. Mesela biri bir bilgi dalını öğretmek için gelebilirken, diğeri
kötülüğe son vermek, bir diğeri ise, Mesih gibi, altın çağda yeni bir çağ açmak
için gelebilmektedir[7]. Yani
bütün avataralar kurtuluşu gerçekleştirmek için gelmeyebilir. Önceleri bozulan
düzeni sağlamlaştırmak, iyiyi hakim kılarak kötüyü yok etmek amacı taşıyan
avatara inancının değişerek her bir tanrının kendi inananlarına yardım etmek ve
onları kötülere karşı korumak haline geldiği ifade edilmektedir[8].
Öte
yandan, avataraların geliş sırasının dünyadaki ilk yaşam formlarına paralel
olduğu şeklindeki bir yorumun da bilimin verilerine dayanılarak yapıldığı iddia
edilmektedir. Nitekim ilk avatara kabul edilen balık avatarasının, bilimin ilk
canlı türlerinin suyla ilgili varlıklar olduğu iddiasıyla örtüştüğü dile
getirilmektedir. Benzer şekilde sırasıyla hem suda hem karada yaşayan
kaplumbağa avatarası, sonrasında karada yaşayan canlılar ve insanların ilk
ataları da kabul edilen yarı insan yarı hayvan kombinasyonu olarak tanımlanan
canlı avataraları ve nihayetinde de tam bir insan formundaki avataralar ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla canlıların evrimi ile avataraların evrimi arasında bir
paralellik olduğu ifade edilmektedir[9].
Bazılarına
göre de avataralar, önceleri aslında tanrısal bir nitelik taşımazken zamanla
tanrılaştırılmışlardır. Buna göre bir avataranın tanrılaştırılması üç şekilde
gerçekleşmektedir: (1) Vişnulaştırma: Başlangıçta Vişnu’nun bir
avatarası kabul edilmeyen bazı görünümler daha sonra “vişnulaştırılmıştır”.
Mesela ilk metinlerde bahis konusu olan balığın tanrısal hiçbir niteliği
yoktur; ancak sonraki metinlerde Prajapati ile birleşerek Vişnu’nun avatarası
haline geldiği iddia edilmektedir. (2) Tanrılaştırma: Önceleri sadece
insan olarak bahsedilen bir kahramanın sonradan tanrılaştırılmasıdır. Mesela
Ramayana’nın ilk bölümlerinde (2. ve 6. kitaplar) Rama sadece bir kahraman
olarak tanıtılırken, sonraki kısımlarda tanrılaştırılmaktadır. (3) Karma
Kişilik: Çocuk tanrı, ergen aşık, yetişkin kahraman olarak görülen
Krişna’nın, aslında üç farklı Krişna olduğu ve sonradan tek bir kişilikte
birleştirildiği düşünülmektedir[10].
Geleneksel
Hint düşüncesinde avatara kavramı daha çok tanrı Vişnu ile ilgilidir. Düzenin
devamı ve korunması için bazen birkaç şeytanla savaşmak ve yeryüzünü ciddi bir
tehlikeden korumak için bedenlenen Vişnu’nun avataraları daha çok bir din, bir
mezhep ya da kabile ilahları olarak yeryüzüne gelmişlerdir. Belirli aralıklarla
yeryüzüne inen Vişnu’nun avataralarının sayısı hakkında pek çok değişik rivayet
bulunmakla birlikte, genel kanaat on avatara üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu on
avatara sırasıyla: balık, kaplumbağa, yaban domuzu, aslan adam, cüce, baltalı
Rama, Rama, Krişna, Buddha ve Kalkin’dir[11].
Ancak bazılarınca, zaten kendisi olağanüstü bir varlık olduğu için Krişna
avatara olarak kabul edilmemektedir. Bahagavata Puranalar’ın bu sayıyı yirmi
ikiye kadar çıkardığı ve Vaishnava Mezhebi’nin ise sadece on iki avatara kabul
ettiği belirtilmektedir. Buna göre on biri bugüne kadar gerçekleşmiş, on
ikincisi ise Kali Yuga çağında gerçekleşecektir[12].
Genel kanaat ise bugüne kadar dokuz avataranın geldiğine, onuncu ve sonuncu
avataranın ise Kali Yuga çağının sonlarında geleceği ve bozulan düzeni yıkıp
yeniden kuracağı şeklindedir.
Hinduizm’in
geleceğin avatarası kabul ettiği Kalkin’in Hıristiyanlık ve Yahudilik’teki
Mesih inancıyla paralel olduğu ifade edilmektedir. Hatta bu benzerlik nedeniyle
bazı çağdaş yazarlar Kalkin’in beyaz atlı bir prens suretinde bedenleneceğine
dair rivayetlerin varlığına işaret etmektedirler[13].
Krişna ve bazen de Rama ve Narahimsa (insan-aslan) Vişnu’nun tüm güçlerini
gösterdiği avataralar olarak tanımlanırken diğerleri kısmi avataralar olarak
nitelendirilmektedir[14].
Geliş
nedenlerinden biri de insanları karma döngüsünden kurtarmak olan avataraların
doğumu karma sonucu gerçekleşmemektedir. Üstelik geliş amaçlarından biri de
inananlarını karma döngüsünden kurtarmaktır. Mevcut bilgilere göre Vişnucular,
avataraların bedenlerinin cennet varlıklarının şekli olan “saf öz”den
oluştuklarına inanmakta, Bengal Vişnucuları da tanrının dünyaya inişlerinin
değişmeksizin sadece dünyevi bedende gerçekleştiğini farz etmektedir. Advaita
okullarının ise, avataraların düşsel görünümler olduklarına inandıkları ifade
edilmektedir[15].
Hint
mitolojisinde hemen hemen her canlıya tanrısallık atfedilmektedir. Ateş, hava,
su, toprak, ağaçlar, taşlar, nehirler, şehirler vb. Mesela Ganj nehri kutsaldır.
Çünkü yaratılış esnasında yok edici tanrı Şiva’nın kainatı yok etmemesi için
onu çeşitli kollara bölerek yeryüzüne akıttığına inanılmaktadır. Yine farklı
Hindu mezheplerinin kurucuları ve azizlerinin de bu inanç dahilinde
değerlendirilmesi söz konusudur. Mesela Nimbarka Sudarsana’nın, Cakra’nın
avatarası ya da Krişna’nın diski olduğu, onun müridi Nivasa’nın Krişna’ya ait
deniz kabuğunun avatarası olduğu, Caitanya ve Radha’nın Krişna’nın avatarası
olduğu yönünde çeşitli iddialar dikkat çekmektedir[16].
Tanrısal
olan her şeyin bir görüntüsü olsa da, hiçbir tanrının ya da cennetten düşüşün
dünyadaki görünümü kabul edilmemektedir. Avatara kavramı daha çok Vişnu’nun
bedenlenmesiyle ilgili olsa da diğer pek çok tanrının da avatarasının
varlığından bahsedilmektedir. Mesela Varuna’nın bir ok suretinde göründüğünden,
Rama ve Krişna’nın eşlerinin dünya tanrıçalarının avataraları olduğundan
bahsedilmektedir[17].
Avataralar
üzerindeki bir diğer tartışma da bedenlenmenin bütünüyle mi yoksa kısmen mi
gerçekleştiği yönündedir. Vişnu’nun bedeninin ya da onun donanımının parçaları
olarak inenlerin dahi olduğu ifade edilmekte, hatta kimileri için her yaratığın
eşit olduğu belirtilmektedir.
Bu
konuda yapılan çeşitli sınıflandırmalardan biri şöyledir: (1) Saksad, yani
dolaysız avataralar: Bunların direkt tanrıdan kaynaklanan avataralar olduğu
ifade edilmektedir. (2) Avesa avataralar: Bunlar da tanrının kendi gücü
veya şekline girerek hayat veren avataralar olarak tanımlanmaktadır. (3) Vyuha
avataralar: Bu tip avataralar-Vasudeva, Sankarsana, Pradyumma ve
Aniruddha-yönetici ve güvenlik sağlayıcı fonksiyona haiz olmaları nedeniyle
sınıflandırılmada yer almaktadırlar. (4) Antaryamin (iç denetimci):
İnsanlara içten ilham veren tanrı olarak tanımlanmaktadır. (5) Arca
(ibadet): Bu ise Vişnu’nun ibadet amacıyla kutsanmış bir imge içinde
gösterildiği avatara olarak tanımlanmaktadır[18].
Nimbarka
okulunun bir sınıflandırması da şöyledir: (1) Üç Gunavatara: Bunlar
Brahma, Vişnu ve Şiva’dan oluşan üçlemedir (trimurti). (2) Üç
Purusavarata: İlki Praktriyi kontrol etmekte ve mahat ismi verilen
evrimi geliştirmektedir. İkincisi bütün yaratıkların iç kontrolleri olarak
tanımlanmakta, üçüncüsünün ise yaratıkların kişisel iç kontrolleri olduğu ifade
edilmektedir. (3) Lilavataralar: İki çeşit oldukları ifade edilmektedir.
(a) Avesavataralar: Bunlar da tanrının bir kısmının girdiği ya da sadece
gücünün bir kısmının girdiği sıradan canlı yaratıklar olmak üzere ikiye
ayrılmaktadırlar. (b) Savarupavataralar: Bu sınıftakiler de tanrının
kendi varlığı, bilinci ve manevi mutluluğuyla nüzul ettiği avataralar olarak
tanımlanmakta ve iki forma sahip oldukları ifade edilmektedir: (ba) Amsarupa:
Tanrının tamamen göründüğü ancak gücünün niteliklerinin bir kısmının belli
olduğu avataralar. (bb) Purarupa: Tanrının gücünün nitelikleri tamamen
görülmekte olduğu avataralardır[19].
Yukarıda
ifade edilenlerden başka Vişnu bazı avataralarında insan, bazılarında hayvan ve
bazılarında ise yarı insan yarı hayvan şeklinde bedenlense de, her birinde tüm
tanrısal niteliklerini devam ettirebilmektedir[20].
Parrinder da, ilk avataraların kısmi avataralar olduklarını, böylece
tanrısallığın, bütün varlığından önce küçük bir kısmını gösterme amacı
taşıdığını belirtmektedir[21].
Diğer
taraftan kısmen insan, kısmen hayvan ve hem erkek hem kadın görüntüsünde zuhur
eden avataraların yanında, mesela Dandaka ormanındaki yamuk Mango ağacı gibi
bitki ve salagrama taşı gibi taş şeklindeki avataraların varlığı da söz
konusudur[22].
Modern
dönemde, dindeki mitolojik ve mucizevi unsurlara genel bir nefretin doğması
nedeniyle hayvan avataralara inancın neredeyse yok olduğu; ancak Ramayana ve
Bhagavad-Gita’ya yönelik manevi öğretimin Rama ve Krişna kültlerine dini
düşkünlüğü beraberinde getirdiğine işaret edilmektedir. Ayrıca modern dini
liderlerin de avatara inancından nasiplerini aldıkları, bilhassa Mahatma
Gandhi, Satya Sai Baba, Muhammed ve İsa’nın bunlar arasında yer alabileceği
ifade edildiği gibi[23]; sadece
müntesipleri tarafından avatara sayılan Ramakrişna ve Aurobindo gibi mezhep
liderlerinin de mevcudiyetinden bahsedilmektedir[24].
2. Tanrısallık ve Yaratılış
İlk
olarak Veda ve Upanişad metinlerine dayandırılan tanrısallık kavramının, Hint
felsefesinde tek olduğuna inanılan bir tanrı olgusunun yanında halk arasında
Brahma, Vişnu ve Şiva’dan oluşan bir trimurti inancında yer edindiği ve dünyada
var olan bütün nesnelerde tanrısal ruhun bir parçasının mevcudiyetine dair
inanışların benimsendiği bilinmektedir.
Birûni’nin
de belirttiği üzere, Hindu dininde teolojik inanışlar açısından halk ve aydın
sınıfı arasında bariz farklar vardır. Brahmanların Allahın birliğine,
başlangıcı ve sonu olmadığına, irâde, kudret, hikmet ve hayat sahibi olduğuna,
diriltip devamlı kılan o olduğuna, benzeri ve ortağı olmadığına, yani Allah’ın
maddeden uzak ve bir birlik içinde, gerçek varlığın kendisi olduğuna
inandıklarını nakleden Birûni, onların tevhid ehli olduklarını belirtmektedir[25].
Halk
arasında ise, Hint edebiyatının en eski kutsal kitabı kabul edilen Vedalara
dayanan, kendi kendisiyle ezelî ve ebedi olarak var olan ve şahsi olmayan bir
Tanrı inancının varlığından bahsedilebilir. Her şeyin farkında olan tanrısal
varlık, doğası itibariyle kavranılmaz kabul edilmektedir. En inceden daha ince,
en uzaktan daha uzak görünmesine rağmen, tamamen yakındadır. Tahrip edilemeyen,
hiçbir değişmeye maruz kalmayan bir tabiata sahiptir. Evrenin her bir
zerreciğinde bulunduğu halde keşfedilmemiş olarak kaldığı düşünülmektedir[26]. Bir olan
bu Tanrı bütün varlıklarda gizlenen, her şeye nüfuz eden, her şeyi dolduran ve
tüm varlıkların iç benliği olarak bilinmektedir. O, bütün iradi ve gayri iradi
davranışlarının muhafızı ve bütün varlıkların içinde oturan sakini olarak kabul
edilmektedir[27].
Sanskrit
dilinde tek tanrıya Brahma denir. Bu ezelî ve ebedi yüce varlık üç surette
tecelli etmiştir. Bunlar yaratıcı Brahma, koruyucu Vişnu ve yok edici Şiva’dır.
Vedalarda aşkın düzeyde öğrenilen gerçek Brahma en yüksek ilkedir. Evrenin
dışındadır ama ona nüfuz etmiştir. Onun sayesinde her şey idame edebilir. Her
şey onda başlayıp onda bitmektedir. Brahma, insânîn “ben”i olan atmanla
özdeştir. Ayrıca atman, uyanık haldeyken kaba cisimleri algılayan, düşteyken
daha ince şeyleri duyan ve düşsüz uykuda özne ve nesnenin yokluğundan doğan
mutluluğu yaşayan insandaki bilinci ifade etmektedir[28].
Upanişadlarda
bir yaratılmış bir de yaratılmamış Brahma’dan söz edilir. Yaratılmamış Brahma
en yüksek olandır. Her yerde her şeyde var olmakla birlikte tanımlanamamakta,
kelimelerle ifade edilememektedir[29]. Aynı
zamanda Nirguna Brahma olarak da isimlendirilen Yaratılmamış Brahma, bir şahsiyete
sahip değildir; çünkü şahsiyet sınırlayıcıdır. Varlıktan yoksun olduğu için de
cinsel figürler iç içedir. Nirguna Brahma’yı tanımlamak için ne kadın ne de
erkek zamirinin kullanılmadığını ifade eden Bhaskarananda, Vedalar’da
Yaratılmamış Brahma’nın yerine, Sanskritçe nötr bir zamir olan tat’ın
kullanıldığına işaret etmektedir[30].
Transandantal
mekanda sonsuz; transandantal zamanda da zamansız veya ebedi olduğu belirtilen
Nirguna’nın, nitelendirilebilen her şey bölünebileceği için niteliksiz olduğu
ve bölünemeyeceği iddia edilmektedir[31].
Vedalar’da, bütün dillerin güç yetiremedikleri için anlatamadıkları şey olarak
tanımlandığı, öte yandan dille temasa geçmediği için temiz kaldığı,
algılanamadığı, herhangi bir duyu organı tarafından kavranılamadığı, tanımlanamadığı
ve hareketsiz olduğu halde düşünceden daha hızlı olduğu belirtilmektedir[32].
Brahma
nedensellikten âri olduğu için yaratış sorunu da anlamsız kabul edilmektedir.
Zira gerçeği bilen kimse sadece katıksız varlığı görürken cahil kimse adları,
biçimleri, özleri ve nitelikleri görmektedir. Brahma’yı keşfeden doğadaki
katıksız varlığı keşfetmiştir[33]. Bu
bağlamda denilebilir ki yaratılmış hiçbir şey yoktur. Çünkü her şey Brahma’dır.
Tanrının varlığı, yaşanılan zaman, mekan ve nedenselliğin ötesindedir. Tanrı dünyayı
yaratırken beraberinde zaman ve mekanı da yaratmıştır. Onun varoluş öncesi
varlığı da sadece bu dünya ile beraber olduğu için zaman ve mekanla beraber
olarak tanımlanmaktadır[34].
Zahiri
dünyanın aciz yaratığı insan, acılar, sıkıntılar, korkular, ölüm, açlık ve
susuzluğun esiri olduğu için dua edebileceği bir tanrıya ihtiyaç duymaktadır.
Yaratılmamış Brahma’nın da evrenin yaratıcısı, koruyucusu ve yok edicisi olarak
bu isteği yerine getirdiği iddia edilmektedir[35].
Bhaskarananda,
insânîn sınırlı düşüncesiyle sınırsız Brahma’yı düşünmeye çalıştığı zaman,
üzerinde bilgisizce tasavvurlar geliştirdiğini ve dolayısıyla da Nirguna
Brahma’nın insan için sınırlı hale geldiğini belirtmektedir. İnsan beyni insânî
terimler haricinde düşünemediği için Nirguna Brahma üzerinde insânî karakterler
geliştirerek bir kişiliğe sahip olmayan bu varlığa, insânî bir şahsiyete
oldukça benzeyen bir görünüm kazandırmaktadır. Gerçekte Nirguna Brahma’nın
herhangi bir değişikliğe uğramadığını belirten Bhaskarananda onu bir çift pembe,
yeşil, kırmızı gözlükle mavi gökyüzünden bakan bir insana benzetmektedir;
kırmızı gözlüklerini kullandığında gökyüzü kırmızımsı, yeşil gözlüklerini
kullandığında ise gökyüzü yeşilimsi ve pembe gözlüklerini kullandığında ise
pembemsidir[36].
Öte
yandan Yaratılan Brahma ise tanımlanabilmektedir. Bedeninin ruh, biçiminin
ışık, düşüncesinin gerçek olması ve doğadaki bütün eserlere ait kokuların,
dileklerin çıktığı akaşaya benzemesi gibi özellikler atfedilen
Yaratılmış Brahma’ya Iswara olarak isimlendirilmektedir. Bhaskarananda;
Iswara’nın Brahma’dan doğduğuna, zahiri dünyanın bir kısmı ve bütün dinlere
nüfuz eden tanrı olduğuna inanıldığını nakletmektedir[37].
Saguna
Brahma olarak da kişileştirilen Iswara bu dünyanın yaratıcısıdır ve
şekilsizliğine rağmen sınırsız gücü ile kendini evrende türlü türlü
gösterebilmektedir. Değişik şekilllere tanrısal büyülü gücü maya ile
giren Iswara’nın, dünyayı, iyi ve kötüyü de içinde barındıracak şekilde
yarattığı ifade edilmektedir.[38].
Isvara
sadece bir yaratıcı da değildir. Aynı zamanda yok edici ve koruyucudur.
Yaratıcı, koruyucu ve yok edici olmak üzere üç temel görünümü vardır.
Yarattığında Brahma, koruduğunda Vişnu ve yok ettiğinde Şiva olmaktadır.
Cinsiyetsiz olduğu ifade edilen Isvara’ya Hindular’ın hem anne hem de baba
olarak hitap ettikleri belirtilmektedir. Ishvara bir arkadaş, bir dost, bir
çocuk, hatta bir koca olarak dahi düşünülmektedir. Nitekim pek çok büyük Hindu
azize kendilerini manevi olarak tanrıyla evli gördükleri, bazılarının ona
manevi çocukları olarak baktıkları; Kamalakanta, Ramprasad ve Shri Ramakrişna
gibi pek çok hintli azizin ise onun manevi anneleri olduğuna inandıkları
nakledilmektedir[39].
Ramakrişna’nın şu ifadeleri örnek olarak zikredilebilir:
“Kalıplara
sığmayan güzelliğin, karanlıklarda kıvılcımlaşır, Anne.
Zahidin
mağaralara koşuşu bundan.
Yüce
nirvananın dalgalarına dayanmış zulmetler, sonsuz zulmetler.
Ve
zulmetlerin üstünde dalgalanan huzur, sonsuz huzur.
Boşluklaşmış,
karanlıktan libasa bürünmüş,
Samadhi
mabedine bağdaş kurmuşsun tek başına,
Kimsin
sen Anne?”[40]
Erken
dönemlerde çok tanrılı bir inanç sistemi görüntüsünde olan Brahmanizm’in M.S.
V. yüzyıl.dan itibaren yavaş yavaş tek tanrıcı bir forma dönüştüğü
anlaşılmaktadır[41].
Öte
yandan zengin bir çoktanrıcı düşünceye sahip olsa da, Hinduizm’in tanrıcı bir
din olmadığı iddia edilmektedir. Dünyanın tinsel özünü kişileştiren Hint
düşüncesinin M.S. ikinci binlerde Hıristiyanlıktan etkilenerek tek tanrı
düşüncesini desteklediği, bu desteği verenlerin Vişnuizm ve Şivaizm gibi
mezhepler olduğu ifade edilmektedir[42].
Cavit
Sunar, Brahma’nın, insanların nefisleriyle, yani küllî nefisle aynı kabul
edildiğini belirtmektedir. Hint felsefesinde insanların nefisleri Brahma’nın
bir parçası değil, bütün varlığı ve kemali ile Brahma’nın, yani külli nefsin
aynısıdır. Brahma her şeyi içine alan tek vücuttur. Her türlü sıfattan
münezzehtir. Her şeyi etkileyen, her şeye rahmet eden ve bütün gaybı bilendir[43].
Ali
Şeriati, Hinduizmdeki tanrısallığı şahsın kendi “ben”inden sıyrılarak atmanı
keşfetmesi ve mutlak hakikat, her şeyin bilgisi olan Brahma’nın uçsuz bucaksız
okyanusuna dalması olarak açıklamaktadır[44].
Böylece insan kendini keşfetmekten öte, aynı zamanda bütün evrenle birleşerek
varlıkla birliğe ulaşmaktadır. Dolayısıyla her şeyin yaratıcısı tanrı Brahma
insandadır ve insan da kendi içerisinde tanrısallığı barındırmaktadır.
Şeriati’nin Hinduizm’e dair ifadelerinden Yahudilik ya da Hıristiyanlıktaki
gibi bir tanrı aramak boşunadır. Zira Hinduizm’deki tanrısallık ateşi dışardan
seyretmekle değil; ateşin sıcaklığını hissetmekle anlaşılmaktadır[45].
Hint
mitolojisinde, tek tanrıya ve trimurtinin üç tanrısına tapınmanın yanında, pek
çok ilaha tapınılmaktadır. Ayrıca bazı ilahlar da muhtelif şekillerde birbirine
akrabadırlar. Mesela Şiva’nın büyük oğlu olduğu düşünülen Ganeşa zenginlik
ilahıdır[46].
Hinduizm’de,
sadece bir dünya devrinde hüküm süren semavi krallar da ilahlar olarak tasavvur
edilmektedir. Bu anlayışa göre kral da bir insandır ancak ilahlık insan olan
kralın şahsında tecelli etmiştir. Bu nedenle kral çocuk dahi olsa ona itaat
şarttır.
Ayrıca
Tanrıların torunları olarak görülen kralların öldükten sonra da cennete
gideceklerine inanılır[47].
Vedik
toplum tanrılarını doğa olaylarından seçer. Tanrılar kişileştirilmiş doğa
olaylarıdır. Kurban ateşin kişileştirilmiş şeklidir. Ateş evde ısı ve ışık
kaynağı olduğu için çok önemlidir. Hatta ona evin efendisi anlamında Grhapati
denilir[48]. Öte
yandan Veda metinlerindeki kişileştirmelerin, doğal olguların
kişileştirmelerinden kaynaklandığı iddia edilmektedir[49].
Hindular’da
tanrısallık düşüncesinin, yeni karşılaşılmış olağanüstü durumlara uyum
sağlayamama sonucu aşkım olanın kişileştirilmesi şeklinde gerçekleştiği ifade
edilebilir. Çünkü Hint düşüncesinde her şeyin bir tanrısı vardır. Yer, gök,
ateş, hava, su ve hatta kutsal kabul edilen her şeye tanrısallık atfedilmiştir[50].
Dünya
altı felek, yedi yer altı ve bunlardan daha da aşağıda cehennemler arasında
yumurta şeklinde tasavvur edilmektedir. İnsanlar dünyada sayısız tanrılar
arasında yaşamaktadır. Hastalık ilahlar olduğu gibi devler, dağlar, hayvanlar
da tanrısal kabul edilmektedir. Bilhassa inek Hindistan’ın en kutsal
hayvanıdır. Her yerde mutlaka mukaddes yerler, şehirler, nehirler vardır[51].
Hinduizm’de
tanrısallık ve yaratılışın kurban âyini ile pekiştirildiği söylenebilir. Çünkü
kudretlerini ancak kurban sayesinde gösterebildiği ifade edilen[52] tanrıların
bu âyinler sırasında yaratıldığı bilinmektedir.
Hint
düşüncesinde yaratılış, Brahma’nın düşüncesinde gerçekleşmektedir. Vedalarda
Brahma’nın dünya ve insana dair yaratma işine Brahma’nın yalnızlıktan sıkılarak
kendine bir eş dilemesiyle başladığı anlatılır. Birbirine sarılmış bir kadın ve
bir erkek kılığına büründü ve onunla birleşti. Bu birleşmeden insanlar
doğdular. Sonra bir inek oldu ve diğeri de bir boğa oldu ve onlardan bir hayvan
doğdu, böylelikle karıncalara kadar çift olarak var olan her canlıyı ortaya
çıkardı. Ve yaratmayı gerçekleştirdi[53].
Mircea
Eliade, yaratılış simgelerinden biri olan sulardan çıkan lotus
simgesinin anlamının kozmik süreç olduğu yorumunu yapmaktadır. Suların burada
tezahür etmemiş olanı, tohumları, gizli güçleri işaret ettiğini belirten
Eliade, çiçek simgesinin tezahürünün, evrenin yaratılışını simgeledini ifade
etmektedir[54].
Hint
mitolojisinde yaratılış öyküleri daha çok Rig Veda’da yer almaktadır. Bu
yaratılış hikayeleri daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacak olan Upanişadlar
ve Brahmanalarda yer alan felsefi kurgulamanın tohumlarını içermektedir[55].
Pek
çok yaratılış öyküsü mevcuttur. Bunlardan bir tanesi fücur eylemiyken diğeri
kurban yoluyla gerçekleşen yaratılış öyküsüdür. Ancak bu kurban, kan kurbanı
olmayıp, bin kafalı, bin yüzlü, bin ayaklı yeryüzünü her yerini kaplayan
Puruşa’nın kurbanı olduğu ifade edilmektedir. İlk doğan olarak tanımlanan
Puruşa’nın kurbanıyla, ondan dağılan parçalardan yeryüzündeki her şey, bütün
canlılar ortaya çıkmıştır. Hatta tanrılar bile ondan yaratılmıştır[56].
Bir
başka yaratılış hikayesine göre başlangıçta insan (Puruşa) biçiminde ruh
(atman) olarak tanımlanan evren çevresine bakınca kimseyi görememiş ve
yalnızlıktan sıkılmış, birbirine sıkıca sarılmış bir kadın, bir erkek
büyüklüğündeki bedenini iki parçaya ayırmıştır. Ortaya bir kadın ve bir erkek
çıkmış ve onlardan da insan soyu doğmuştur. Sonra sırasıyla bu kadın ve erkek,
diğer canlı türlerinin dişi ve erkek biçimlerine girerek onlardan bütün canlı
türlerini ortaya çıkarmıştır. Bhadaranyaka Upanişad’da yaratılış öyküsünün
böyle geliştiği dile getirilmektedir[57].
Vişnu
Purana’da ise yaratılış Brahma’da odaklanmaktadır. Brahma yaratmak istediğinde
içindeki güçleri harekete geçirmiş, yaratmak için yoğunlaştığında karanlık
niteliği Pracapati kendini göstermiş ve baldırından ifritler doğmuştur. Sonra
karanlık niteliğini taşıyan kendi gövdesinden ayrılan Brahma, başka bir gövdeye
girmiş ve terk ettiği gövde gece, girdiği gövde ise mutluluk olmuştur.
Brahma’nın her bir organından ve düşüncesinden ortaya çıkan yaratılış döngüsü,
duygu ve düşüncelerden en küçük canlıya kadar her şeyin yaratılmasıyla son
bulmuştur[58].
3. Hint Trimurtisi
Cemil
Meriç trimurtiyi şöyle anlatmaktadır:
“Altın
dağda bir lotüs var, bağrında Tnrısal bir üçgen. Varlıkların başlangıcı ve
kaynağı O. Bu üçgenden lingam yükselir: ezelî Tanrı ve ezelî Tanrı’nın ortağı
lingam, lingam: hayat ağacı. Bu ağacın üç kabuğu vardır: ilki Brahma, ortadaki
kabuk Vişnu, içteki Şiva. Tanrılar ağaçtan ayrıldılar, ortada sadece Şiva’nın
bekçilik yaptığı sap kaldı”[59].
Sanskritçe
“üç biçim” anlamındaki trimurti kelimesiyle kavramlaştırılan Hint
üçlü birliği, üç gunalar kuramının mitolojik yansıması kabul
edilmektedir. Brahma- Vişnu-Şiva üçlüsünün oluşturduğu trimurtide, Brahma en az
ilgi gören tanrıyken, Vişnu ve Şiva en çok tapınılan tanrılar olarak öne
çıkmaktadır. Daha çok Şiva ve Vişnu’ya tapınılmakla birlikte, her birinin ayrı
ayrı tarikatlarda önem kazandığı belirtilmektedir[60].
Trimurti
fikri Hint düşüncesinde oldukça eskidir. Brahma-Vişnu-Şiva yüzlerinin tek bir
formda birleştirilmesiyle sembolize edilen kavramın, Brahma’nın yaratıcı,
Vişnu’nun koruyucu ve Şiva’nın da yıkıcı tanrı olarak düşünülmesi nedeniyle,
Hinduların politeist inançlarını işaret etmek için de kullanıldığı
belirtilmektedir. Trimurti her üç tanrıya eşit değer verse de, pratikte
tarikatçı Hindu dindarların genellikle sadece birine taptıkları bilinmektedir.
Tapılan sadece Şiva ya da Vişnu olabileceği gibi, bir tanrıçaya tapanların varlığından
söz edilmektedir[61].
Öte
yandan mitoloji Brahmayı yaratıcı bir tanrı olarak tanımlarken, kendisi de
başka bir tanrı tarafından yaratılmıştır. Bu yaratıcı ise Varuna’dır. Varuna,
bütün tanrıların ötesinde her şeyi gören ve bilen tek yüce varlık olarak kabul
edilmektedir[62].
Dolayısıyla Brahma da Vişnu, Şiva ve tanrıçalardan her biri gibi bir vasıtadır.
Tirmurtinin
her bir üyesi faklı tarikatlarda önem kazansa da, Vişnu ve Şiva’ya inananların
her ikisini de tanrı olarak kabul ettikleri anlaşılmakdır[63].
Vişnu
ve Şiva inanlılarına atfedilen Vişnuculuk ve Şivacılık iki ayrı dünya görüşünü
temsil eder. Vişnucuların daha çok duygusal ve insânî oldukları, ilahları
koruyan ve seven bir gruptan müteşekkil bulundukları ifade edilirken,
Şivaizm’in daha çok felsefi ve bilimsel olduğu belirtilmektedir[64].
Modern
Hinduizm’in Brahma’ya pek değer vermediği bilinmekle beraber bugün aslında
trimurti inancının geçerliliğini pek de koruyamadığı, Brahma’nın sadece isminin
bulunduğu, Vişnu ve Şiva kültlerinin ise sürekli birbirleriyle çatışma içinde
oldukları söylenebilir[65].
Sanskritçe
genişleyen, büyüyen anlamındaki Brahma terimi Hint trimurtisinin
yaratıcı tanrısı şeklinde kişileştirilmiştir[66].
Öte yandan Brahman, sihir ve büyüye ait şiir, dini merasim, adak rahibi, büyük
ve ulu, dua ve adak merasimi, sihirli kudret ve her şeyin üzerinde olan mutlak
kudret şeklinde de tanımlanmaktadır. Güneşteki ışık ve sıcaklık kudreti,
rüzgardaki hassalar, insânîn akıl ve bedenindeki kabiliyetlerin her biri
Brahmanın tecellisi kabul edilmekte ve yeryüzündeki her şeyin esası, her şeyin
yaratıcısı ve mutlak kudreti olarak tanımlanmaktadır[67].
Hinduizm’in
kişileştirilmiş Brahması, Saguna Brahma olarak isimlendirilmektedir. Diğer bir
adının da Iswara olduğu ifade edilen Saguna Brahma, gücü sınırsız, her şeyi
bilen, her şeyde olan olarak nitelendirilmektedir[68].
Hint
dini düşüncesinde iki Brahma söz konusu edilmekte ve zaman zaman isim ve görev
karmaşası ortaya çıkmaktadır. Brahma, brh kökünden türeyen ve büyüklüğü,
kudreti ve boyutu asla ölçülemeyen mutlak varlık olarak tanımlanmakta ve
transandantal ve fenomenal olmak üzere iki temel fonksiyonel özelliğinin
bulunmaktadır. Ayrıca bazı kaynakların transandantal Brahma için Brahman;
fonksiyonel Brahma içinse Brahma terimini kullandıkları; ancak Brahman
kavramının Hindu din adamlarına verilen bir isim olması nedeniyle böyle bir
kullanımın yanlış olacağı ifade edilmektedir[69].
Buna
benzer bir ayrım da Bhaskarananda’nın The Essentials of Hinduism adlı
eserinde yer almaktadır. Bhaskarananda, Nirguna Brahma ve Saguna Brahma
şeklinde iki Brahma olduğunu ifade etmektedir. Nirguna Brahma deneyüstü yani
transandantal Brahmadır ve sonsuzdur. Saguna Brahma ise kişileştirilmiş
Brahma’dır ve diğer adı da Iswara’dır[70].
Saguna
Brahma bu dünyanın yaratıcı tanrısı, gücü sınırsız, her şeyi bilen ve her şeyde
olan şeklinde tanımlanmaktadır. İsterse kendini evrende türlü türlü
gösterebilmekte, şekilsizliğine rağmen tanrısal büyülü gücü Maya sayesinde
değişik şekillere girmektedir. Maya ile dünyayı, iyi ve kötüyü de içinde barındıracak
biçimde yaratmıştır. Bir kobraya benzetilir. Zehri sadece ağzında olduğu için
kendine bir zararı dokunmayan kobra gibi o da iyilik ya da kötülüğü sadece
Maya’sında barındırmaktadır[71].
Hint
mitolojisinde aslında pek de önemli bir yere sahip olmayan kişileştirilmiş
Brahma’nın Vedalar’da tanrı kabul edilmediği, Rig Veda’da tanrı mertebesine
yükseltilen Brahman sınıfının üyesi olduğu ifade edilmektedir. Zira önceleri
sadece ibadetleri yöneten rahipler sınıfını oluşturmakta olan Brahmanların, son
Vedalar döneminde bir hayli önem kazandıkları, hatta önce sosyal yapıda en
üstte kendileri olmak üzere hükümdarlar ve askerlerden oluşan bir üstünlük
sıralaması yaptıkları, halkı ezen bir Brahman egemenliğinin hüküm sürmesini
sağladıkları belirtilmektedir. Böylece Brahma her şeyin yegane sebebi ve
yaratıcısı sayılmaya, hatta insânîn ruhu yani atman ile özdeş olduğu
düşünülmeye başlanmıştır[72].
En
üst sosyal yapıyı teşkil eden Brahmanlar zamanla kendilerini tanrılardan da
üstün görmeye başlamışlar, bütün dünyanın hatta tanrıların dahi adak
âyinlerinde yaratıldıklarını iddia eder hale gelmişlerdir[73].
Önceleri
sadece bir rahipler sınıfı olan Brahmanların tanrısallık kazanmalarının bir
sebebi de, Hint düşüncesinin bütün tanrıları kurban olarak görmesine
bağlanmaktadır. Çünkü kurban doğanın gücü kabul edilmekte ve Pracapati’nin
doğanın gücüne eşit olduğuna inanılmaktadır. Dolayısıyla Brahma’nın da
Pracapati ile özdeşleştirildiği ve kurban âyinlerini yaptırdıkları için
Brahmanların tanrısallık kazandıkları ifade edilmektedir. Tanrıların kurban
âyinlerinde yaratıldığı inancı ise beraberinde tanrıları yaratanların da
Brahmanlar olduğu hükmünü getirmiştir[74].
Dünyanın
yaratılışını sembolize eden Brahma, ulu tanrı Iswara’nın emriyle dünyaya şekil
veren demiurg olarak tanımlanmaktadır[75].
Altın renginde dört yüzlü ya da başlı, beyaz giysiler içinde bir kaz ya da
tavus kuşuna binmiş olarak veya bir lotus yaprağında dinlenirken tasvir
edilmektedir[76]. Karısı
müzik, şiir ve felsefe tanrıçası Sarasvati’dir ve Sanskrit yazısını onun icat
ettiği söylenir. Tasvirlerde daha çok bir elinde kocası, diğer elinde palmiye
yapraklarından bir kitap ve bazen de bir lotus içinde vina çalarken yer
almaktadır[77].
Satapatha
Brahmana’da Brahma’nın ateş ve papazlığın birleştirilmesinden doğduğu ifade
edilmektedir. En fazla dikkat çeken özelliklerinden biri bilgi ile yakın ilgisi
ve insanlarla tanrıların öğretmeni olmasıdır[78].
Schimmel,
Brahmanların tanrısallık kazanmasını Hinduizm’deki kurtuluşa erme kavramından
hareketle anlatmaktadır. Onun ifadeleriyle Hinduizm’de kurtuluşa erme üç
şekilde gerçekleşir: Bir ilahı severek ona teslim olarak, bilgi ve marifet
yoluyla ve de amellerle. Amellerle kurtuluşa erme eski dönemlerde ev sahibinin
karısının da yardımıyla kurban merasimini gerçekleştirmesi ve Vedalar’ın okunmasıyla
mümkün olmaktaydı. Ancak zamanla ağırlaşan bu kurban merasimleri Brahman adı
verilen kahinlerce yerine getirilmiş, nihayetinde Hindistan’daki sosyal yapıda
en üst konuma gelen bu rahipler büyü ve sihir yapabilmeleri nedeniyle artık
ilahları da istedikleri gibi kullanmaya başlamışlardır. Tabiatüstü varlıkların
da onların iradesiyle hareket eden zayıf varlıklar olarak işlev görmesiyle,
Hint edebiyatının önemli metinlerinden biri olan Satapatha Brahmanalar’da
Brahmanlar her şeyin aslı olan bir ilah görünümü almışlardır[79].
Manu
Kanunnamesi’ne göre Tanrı’nın ağzından yaratıldığı ifade edilen Brahma ile
atman arasında hiçbir farkın bulunmadığı düşüncesi M.Ö. VIII ile VI. yüzyıl.lar
arasında düşünülmeye başlandığı ifade edilmektedir. İnsânîn en büyük gayesi de yoga
yoluyla Brahma’ya kavuşarak kurtuluşa ermek olmalıdır[80].
Brahmanların
kendilerini ilah olarak göstermelerinin diğer bir şeklinin de Vedalar’ın
tefsiri hükmündeki Brahmanalar’ı yorumlayarak kendilerini
tanrısallaştırmalarıdır. Hatta bu yorumların yeni bir din kabul edilen
Brahmanizm’in teolojik arka planını oluşturduğu ifade edilmektedir[81].
Kurbanın
tanrısallık kazanması ve dolayısıyla Brahma’nın ilahlık vasfına sahip olmasını
Cemil Meriç, ruhun madde üzerindeki bir zaferi şeklinde yorumlamaktadır. Zira ona
göre dua rahipler kastının imtiyazıdır ve onu tanrısallaştırmak demek kastı
tanrısallaştırmak demektir. Hint düşüncesinde dua, tanrıya yalvarıp yakarmaktan
ziyade tabiata ferman dinleten kutsal bir kuvvettir. O dönemde henüz tek gerçek
olan Brahma, aynı zamanda om[82]’dur
da. Diğer taraftan filozoflar arasında tat olarak tanımlanan Brahmanın
uyuması halinde tüm kainatın da uyuduğunu, uyandığında da evrenin yeniden
canlılarla donandığını ifade etmektedir[83].
Her
canlının tanrının bir tezahürü olduğu anlaşılan Katha Upanişad’da her şeyin
sebebi ve yaratıcısı olarak Brahma’dan bahsedilir. Tanrı Brahma om
hecesi ile
tanımlanmakta,
beden halinin yok olabilmesine rağmen Brahma’nın yok olmayacağı
belirtilmektedir. Brahma ve gerçek ben olan atman aynıdır[84].
Brahma
Hint trimurtisinin bir unsuru olmasına rağmen şimdiye kadar mitolojide ne
yaratıcı tanrı olarak bir öneme sahip olabilmiş ne de Şiva ve Vişnu ile eşit
değer görmüştür. Ayrıca, bilhassa mitolojideki bazı açık ifadelerin Brahma ve
Vişnu’nun cinsel figürlerine dair oluşu nedeniyle Brahma’ya Hindistan’da asla
tapılmayacağı ifade edilmektedir[85].
Diğer
taraftan modern Hindu dini düşüncesinde Brahma eskiden olduğu gibi popüler
değildir. Hatta neredeyse artık Brahma kültürü kalmamıştır[86].
Başka bir yorum ise modern Hinduizm’in Hıristiyanlık ve İslam’ın da etkisiyle
Brahma’yı kişisel bir tanrı hüviyetine sokma eğiliminde olduğu şeklindedir[87].
b. Vişnu
Rig
Veda’da İndra, Agni ve Soma gibi tanrıların yanında oldukça silik bir tanrı
olarak tanımlanan Vişnu, Büyük Destan’dan (Mahaharata) itibaren en önemli Hindu
tanrılarından birisi haline gelmiştir. Korkunç görünümlerine rağmen
yardımseverliği ve düzeni korumak amacıyla gelişi nedeniyle değer kazandığı, en
fazla avatarası bulunan tanrı olduğu ifade edilmektedir[88].
Kaos
halindeki okyanusa yatmış bir şekilde uyurken tasvir edilmektedir Uyandığı her
dönemde karnından çıkan lotus çiçeği ile Brahma’nın yeni bir dünya yarattığına
inanılmaktadır. Bin başlı sonsuz yılan Çeşa onun yatağıdır ve başlıklarıyla onu
korumaktadır[89]. Teni
lacivert, elbisesi sarı, kartal Caruda’ya binerken tasvir edilmekte, Brahman
gibi biriyle gürz, diğeriyle kurs, üçüncüsüyle sedef boru ve sonuncusuyla lotus
tuttuğu dört kolunun varlığından bahsedilmektedir. Mitolojiye göre
saltanatındaki gök altından, sarayı mücevherlerden, tahtı beyaz lotustandir ve
sağında karısı Lakshmi oturmaktadır[90].
Karısı
veya enerjisi olarak da tanımlanan Lakshmi ya da Sri Vişnu ile birlikte
anılmaktadır. Vişnu gibi Sri-Lakshmi de sonsuz ve her yerdedir. Hatta Vişnu’nun
bütün inkarnasyonlarında onunla birliktedir. Vişnu bütün eril varoluşlarla
birlikteyken, Sri Lakshmi bütün dişil varoluşlarla birliktedir[91].
Aydınlık
ve lütuf tanrısı olarak da tanımlanan Vişnu’nun diğer bir adının da Vasu-Deva
(İyi Tanrı) olduğu ifade edilmektedir. Geçici olarak devam eden kozmik düzen
her defasında şeytanlar tarafından tehdit edilmekte; Şeytanlar onun yıkılması
için gayret göstermekteyken dharma’nın muhafızı olan Vişnu da her defasında onu
muhafaza etmektedir. Bunu yapmak için de her seferinde zaruri olarak bedenlenmektedir.
Vişnu’nun düzeni korumak amacıyla bu inişlerinin sayısı hakkında pek çok
rivayet mevcuttur. Bazı kaynaklarda Vişnu’nun on avatarasından bahsedilirken
kimilerinde bu sayı yirmi dörde kadar çıkarılmaktadır. Ancak genel kanaat ve en
meşhur on tanesi dikkat çekmektedir[92].
Bunlardan
biri ilk insan Manu’yu kurtaran bir balık’tır. Manu bir gölde yıkanırken
ellerinin arasında küçük bir balık bulur. Balık onunla konuşur ve ona kendisini
evine götürmesini ve bir kavanoza koymasını söyler. Ertesi gün kavanozu
dolduracak kadar büyür ve Manudan onu bir göle atmasını, çok çabuk büyüdüğü
için en sonunda bir okyanusa atmasını ister. Daha sonra bir gemi inşa etmesini
ve ona ailesini yerleştirmesini, yedi bilge ve her hayvandan tohumluklar
almasını söyler. Manu denileni aynen yapar. Sular yükselince balık ondan gemiye
koşmasını ister. Ve balığın da yardımıyla Manu ve beraberindekiler hayatta
kalırlar[93].
Bir
anlatıma göre Vişnu, okyanus üzerinde sal gibi yüzen yeryüzünü batmaktayken
tümsek haline gelerek kurtarmıştır[94].
Diğer anlatımlarda bu kurtarma işi bir yaban domuzu suretine girerek, dev bir
şeytanı aslan-insan suretine girip öldürerek[95],
uğursuz bir devi öldürmek için sürüne dönüşüp onu Davud’un Calut’u devirdiği
gibi devirerek gerçekleşmiştir.
Vişnu
nihayet insan haline gelmiş ve iktidarı sadece kendi yararına işgal etmek
isteyen çok sayıdaki savaşçıyı baltası ile öldürmüştür. Halk inanışları içinde
yaşayan en önemli iki bedenlenme Rama ve Krişna’dır. Bazı kaynaklarda şüphe
izhar edilmekle birlikte Buddha da Vişnu’nun avataraları arasında yer
almaktadır. Sonuncu olan Kalkin ise henüz gelmemiştir. İçinde bulunulan Kali
Yuga çağı sonunda gelecek olan Kalkin, düzeni önce bozacak sonra da yeniden
kuracaktır [96]. Bu
dönemde Vişnu, parlayan güneş, kurutan rüzgar ve sel olan yağmur olarak dünyayı
içine çekecektir[97].
Ömer
Rıza Doğrul, Vişnu’nun Hindu halkı tarafından sevilmesinin bir sebebinin de
sürekli insan kılığına girmesi olduğunu ifade eder. Diğer taraftan Vişnu
kendine inananlara yardım etmek amacıyla arada bir onların bedenine nüfuz
ederek yeryüzüne inmektedir[98].
Sıcak
kanlı bir ilah olarak tasvir edilen Vişnu’ya mistik bir değer de
atfedilmektedir. Zira kendisine inananların sevinç ve kederlerini paylaştığına,
onların suçları ve günahlarıyla ilgilendiğine, ancak insanlar sapıtınca
gökyüzünden inip beşer kılığına girerek halkı doğrultmak ve ruhlarını tazelemek
için doğrudan doğruya çalışmakta olduğuna inanıldığı görülmektedir[99].
Mahabharata
ve Ramayana Vişnu’nun insan avataraların kahramanlıklarının anlatıldığı iki
destan olarak da tanımlanabilir. Mahabharata, Vişnu’nun büyük bir kahraman olan
Krişna bedenine girerek geçirdiği maceraları ve başardığı işleri anlatmaktadır.
Vişnu’nun en önemli avatarası kabul edilen hatta onun yerini tuttuğu dahi ifade
edilen Krişna, sevilen bir kabile lideri ve bir dini müceddit olarak
tanımlanmaktadır. Doğrul’a göre, nasıl ki Hıristiyanlar Allah’ı unutacak
derecede Mesih’i önemsiyorlarsa, Hindular da Vişnu’yu unutarak Krişnayı
önemsemektedirler. Krişna ve İsa arasındaki münasebeti, beşer ruhunun eşit
ifadesi olmalarına bağlamakta, hem doğu hem de batının kendi kahramanını fani
bir varlık olmaktan çıkarmak ve onu gökyüzüne yükseltmek için duyduğu hırsı
tatmin etme isteğinin gün yüzüne çıkışı olarak yorumlamaktadır. Krişna’ya
ilahlık vasfının, bir ihtimal olarak kendisini çok seven yandaşlarının,
ölümünden sonra onu ilahlaştırmaktan kendilerini alamamalarına, böylece ortaya
çıkan Krişna mezhebinin yaygınlaşmasının da etkisiyle Brahmanların Krişna’yı
Vişnu’nun insan kılığına girmiş bir tecellisi olarak görmelerine bağlamaktadır[100].
Hindular
Vişnu’ya ayrı bir önem vermektedirler. Hatta ona kendi gönüllerinde yaşayan bir
ilah gözüyle bakmakta, ruhlarına yol gösterdiğine, onları hayattan alıp
gökyüzüne çektiğine inanmaktadırlar[101].
Rig Veda’da güneşi temsil ettiğine inanılan Vişnu’nun cüce avatarası ile
dünyayı üç uzun adımda dolaşması tıpkı güneşin doğudan sabah doğuşu, tepeye
gelişi ve batışı gibi üç kozmik olayla simgelendirilmektedir[102].
Korhan
Kaya, Vişnu’nun, Ariler Hindistan’a gelmeden önce de yerli halkın tapındığı bir
tanrı olduğunu ifade ederek sonraki dönem edebiyatında güneşle
ilişkilendirilmesini açıklamaya çalışmaktadır. Önceleri yerli halkın tapındığı
bir tanrıyken, sonradan Brahma ve Şiva ile Hinduizm’in tanrı üçlemesini
oluşturmuştur[103]..
Rig
Veda’ya göre Vişnu İndra’ya, Vrtra ile kavgasında, gök ile yer arasındaki
boşluğu yayarak yardım etmiş müttefik bir tanrıdır. Oluşan bu boşluğu üç adımda
aşması ve üçüncü adımda tanrıların katına erişmesi ile de Vişnu’nun hem uzay
boşluğunu, hem hayatı yücelten yararlı ve mutlak egemen enerjiyi ve hem de
dünyayı destekleyen kozmik ekseni simgelediği düşünülmektedir. Ayrıca onun,
evrenin üst bölümünün payandası olduğu belirtilmektedir[104].
Upanişadlar’da
ise üstün bir tanrı olarak yüceltilen Vişnu’nun çeşitli sıfatları vardır:
Savayambu, kendiliğinden olan; Ananta, sonsuz; Hari, kendine bağlayan, çeken;
Mukunta, kurtarıcı; Madhava, baldan; Keşava, uzun saçlı; Narayana, varlıkların
kaynağı ve barınağı[105].
Vişnu’yu
yüce tanrı kabul eden ve ona tapınanların oluşturduğu mezhebe Vişnucu anlamında
Vaisnava denilmiştir. Hint düşünürlerinden Ramanuja ve
Madhva’nın
görüşlerine dayandığı ifade edilen Vişnucu mezhebin, Chaitanya ve Ramananda
gibi şairler vasıtasıyla yayıldığı ifade edilmektedir[106].
c. Şiva
Vişnu
gibi, Şiva da daha çok Upanişadlar’da geçen Hint tanrılarından biridir. Onun da
gücünün pek çok görünümü olmakla birlikte Vişnu gibi sürekli inkarnasyonu
gerçekleşmemektedir. Trimurtinin yok edici tanrısı olarak tanımlanan Şiva, her
kozmik dönemin sonunda dünyayı yıkan tanrı olarak bilinmektedir[107].
Hayat
ve ölüm tanrısı olarak da tanımlanan Şiva, başında bir hilal ve üç gözlü olarak
tasvir edilmektedir. Boynunda ise kafataslarından yapılmış bir gerdanlık
asılıdır. Birçok kolu, balta ve mızrakları tutup kaldıran elleri vardır.
vücuduna yılanlar dolanmıştır. Bazen yarı erkek, yarı kadındır; çünkü o hem
erkek hem de kadın sevgili, bütün insanlarca şehvet anında kendisine tapınılan
tanrıdır[108].
Pek
çok tasviri bulunan Şiva’yı geleneksel tasavvur, basit bir peştemale sarılmış,
buzullar ve kayalıklar arasında yüksek dağların içinde tayüzyılörle oturmuş bir
vaziyette betimlemektedir. Elinde üçlü keskin bir çelik tutan Şiva, boynunda da
insan kafataslarından bir kolye takmaktadır. Bedeni küllerle sarılmıştır. Bir
zahidlik havası hakimdir. Silahı ve kolyesi tehditkar bir görüntü sergilemekte
dünya ile ilgili işlere hiç müdahale etmemektedir. Mükemmel bir münzevi
görünümündedir. Topuz halinde düğümlenmiş uzun saçları vardır ve bu saçlardan
Ganj akmaktadır. Bunun nedeninin de Ganj’ın şiddetini, dolayısıyla tesirini
azaltmak olduğu ifade edilmektedir. Topuzunun içine yerleştirildiği düşünülen
aya benzeyen tacı mevcuttur. Ay ile simgeleştirilen Şiva burada iki özelliğini
gün yüzüne çıkarmaktadır. İlki karanlık, soğuk ve sert karakterle zahidane bir
tanrı figürü, diğeri ise hindu mitolojisinde kötü karakteri simgeleyen bir ay
tanrısı figürü. Linga ile sembolize edilmesi, bunun cinsel gücün alameti olduğu
ve neslin devamlılığını işaret ettiği düşüncesidir. Şiva, dans tanrısı
(Natajara) olarak da tasavvur edilmektedir[109].
Diğer
tanrılar cennetin tanrılarıyken Şiva dünyanın tanrısıdır. İnsan katilidir.
Hastalıkları o gönderir. Kuralsız, sert; askerler, hırsızlar, soyguncular ve
dolandırıcıların patronudur[110].
Temelde
iki görünümlü, ölüm ve zamanla özdeş olarak bilinmektedir. Yıkıcı tanrı Şiva,
en çok Hara (öldüren) ve Bhairava (korkunç) olarak anılmaktadır. Altmışdört
görünümünün varlığından bahsedilmekte ve bazen insan görünümünde insan işlerine
karıştığı ifade edilmektedir. Güçlendirici görünümü de vardır. Bazı destanlarda
üçlü birliğin en fazla yüceltilen tanrısı olarak görülmüştür. Önce suları
yaratan sonra Brahman’ı da kapsayan “Altın Tohum”u göğsünde depolayan
Şiva’dır. Çok kollu, kozmik simgelerle yüklü dans eden kral şeklinde betimlenen
Şiva’nın görevlerinden biri de sanatsal ve kurgusal işlerin koruyuculuğunu
yapmaktır. Himalaya’nın tepesinde yoga oturuşundadır. Binek hayvanı “Beyaz
Nandin” (boğa) dir. Bazen şeytanlara karşı verilen savaşların baş kişisi,
bazen uzanıp yatan beyaz bir cüce gibi hareketsiz bir varlık olarak tasavvur
edilmektedir. Gücünü kendinden doğan ve kadınları cisimlendiren çaktilere
aktarmaktadır. Şiva’nın çaktisi Durga, Vişnu’nunki ise Lakşmi ya da Sri’dir[111].
Alemin
geçirdiği dört uzun devrin son dönemlerinin hükümdarı olan Şiva, ilahların
dünyanın kuruluşunda ölümsüzlük şarabına sahip olmak amacıyla dünyayı
çalkaladıkları zaman, şeytanların zehirledikleri okyanusun suyundan içtiği için
boğazı mor olarak bilinmektedir[112].
Şiva’nın
birlikte tasvir edildiği zevcesi Durga (Kali) Himalaya’nın kızı addedilir. Hem
korkunç hem de cazibelidir. Şiva mezhebi mensuplarınca her ilahın, yaratıcı
gücünü temsil eden ve kendisiyle birlikte tasvir edilen böyle bir ilahesi
vardır. Hatta bazılarına göre ilah böyle bir kuvvet bulunmadan dünyayı asla yaratamazdı[113].
Şiva’nın
antik ismi Rudra’dır. Kızgın, hiddetli tanrı anlamına geldiği ifade
edilmektedir. Zamanın başlangıcında hırslı bir avcı olarak görünen Rudra,
yaratıcıyı aşık etmek için okunu bakire kızı şafağa yönlendirmiştir. Onlar iki
antilop şeklindedirler ve birleşimlerinden insanlık doğmuştur[114].
Şiva’nın
Vedalar’da zikredilen bir tanrı olmadığı, ona atfedilen niteliklerin göz önünde
bulundurulmasıyla Rudra’nın zamanla Şiva’ya dönüşmüş olduğu ifade edilmektedir.
Şiva’yı yüce tanrı ve ona tapınmayı temel dini görev kabul edenlerden oluşan
bir mezhep olarak Şivacılık ortaya çıkmıştır. IX. asır Hindu filozoflarından
Shankara ve Kumarila’nın görüşleriyle yayılan mezhebin diğer mezheplere oranla
zahidliğe düşkün olduğu belirtilmektedir[115].
4. Hint Mitolojisinde Avataralar
a. Büyük Destanda Avataralar
Son
dönem Upanişadları ve Büyük Destan Mahabharata ile paralel geliştiği ifade
edilen Hint epik şiirindeki Maha-Bharata, Bharatalar’ın Büyük Savaşı anlamına
gelen Hint koşuklarının ilk ortaya çıkışı M.Ö.II. yüzyıla dayandırılmaktadır[116]. Yüz bin
mısradan oluştuğu[117] ve dört
beş yüzyılda tamamlandığı ifade edilmektedir[118].
Bu eserler tanrı düzeyinde kral ailelerinin hayatlarını konu edinmekte ve daha
çok kahramanlık hikayelerinden bahsetmektedirler.
Çeşitli
tanrıların görünümlerinin yer aldığı Mahabharata’da Vişnu’ya atfedilen on
avataranın yer aldığı belirtilmektedir. Sayıları hakkında farklı rivayetlerin
bulunduğu avataraları Parrinder söyle sıralamaktadır: Kuğu, Balık, Kaplumbağa,
Yaban Domuzu, Aslan-Adam, Cüce, Baltalı Rama, Rama, Krişna ve Kalkin. Aynı
zamanda Buddha’nın da on içinde kabul edildiğini ifade eden Parrinder, bazı
listelerde kuğunun yer almadığını, bazılarında da kuğunun yanında at başlı
avataranın da yer aldığını ifade etmektedir[119].
Mahabharata’da,
Vişnu’nun yaratış mitosunun anlatıldığı on ikinci kitapta belirtildiğine göre o
yaratılış öncesi bir okyanusun üzerinde uyumaktadır. Başında sığınak olarak
kullandığı binlerce yılan kafasından oluşan başlığıyla sükûnet içindedir. Vişnu
uyurken karnından bir lotus çıkar ve tanrı Brahma ondan doğar. Sonrasında da
dünyayı yaratır. Bu döngüsel yaratılış sonsuza kadar binlerce yıl boyunca devam
etmektedir. Sırasıyla Krita, Treta, Dvapara ve Kali olmak üzere her bir devirde
dört çağ mevcuttur. Bu çağlar sırasıyla beyaz, kırmızı, sarı ve siyahtır. Bugün
içinde yaşanılan Kali çağı en kötüsü ve sonuncusu kabul edilmektedir. Ayrıca
demir çağı olarak da nitelendirilmektedir[120].
Mahabhara’tada
yer aldığı belirtilen Vişnu’nun at-başlı avatarası Hayasira ya da
Hayasirsha’nın hikayesine göre; iki şeytan evrenin parçalanması sırasında
Brahma uyurken Vedalar’ı götürmüştür. Vişnu, bir kuğu ve aslan başlı olarak
Krita çağında Vedalar yeniden yaratılana ve yeniden düzenlenene kadar
okyanuslar üzerinde gezinir ve dünyayı koruma görevini yerine getirmiş olur.
Parrinder, At’ın mitolojide ortak bir figür olduğunu ve güneşle
ilişkilendirildiğini ifade etmektedir[121].
Parrinder,
bazı listelerinde yer almasına ve kendi listesine de koymasına rağmen, Büyük
Destanda pek de popüler olmadığını ifade ettiği kuğu avatarasının Vişnu’nun
at-başlı avatarası gibi çalınan Vedalar’ın geri alınması üzerine kurulu
olduğunu ve kuğunun da güneşle ilişkilendirildiğini belirtmektedir[122].
Yukarıda
ifade edildiği gibi, bazı listelerde her ne kadar Vişnu’ya atfedilen kuğu ve
at-başlı avataralardan bahsedilse de listenin başında genellikle balık
avatarası yer almaktadır.
Antik
dönem Asya mitolojilerindeki, insanoğlunun büyük selden bir gemiyle kurtulması
mitine benzetilen balık avatarasının hikayesi, Satapatha Brahmana’da, premeval
(yaratılış öncesi) insan Manu’nun, yıkanırken ellerinin arasına bir balığın
gelmesi ve ondan bir gemi yapıp ailesini ve her yaratıktan bir çift alıp sular
yükselince gemiye binmelerini istemesiyle başlar. Nihayetinde Manu denileni
yapar ve beraberindekilerle gemiye biner. Sel olunca da balık bir iple gemiyi
kendi boynuzuna bağlar ve onları çabucak kuzey dağlarına götürür. Ancak
Parrinder, burada Vişnu’ya dair bir referansın bulunmadığını belirtmektedir[123].
Diğer
taraftan önceleri çok küçük olan balık Manu tarafından önce bir kavanoza, sonra
bir göle, daha sonra bir nehre ve nihayetinde de bir okyanusa atılacak kadar
büyür. Parrinder, hikayenin sonunda balığın Manu’ya kendisinin yaratıcı Brahma
olduğunu söylemesiyle Vişnu olarak kimliklendirildiğini ifade etmektedir[124].
Vişnu’nun
kaplumbağa avatarasının hikayesi, kaplumbağanın okyanusu çalkalayan tanrılara
yardım etmesi üzerine kuruludur. Parrinder, Satapatha Brahmana’da geçen
kamlumbağa avatarasının da, tıpkı güneş gibi hayat suyunun başlangıcı
addedildiğini ve sonradan Vişnu olarak buna inanıldığını ifade etmektedir[125].
Vişnu’nun
yaban domuzu suretinde bedenlenmesi efsanesine göre, şeytan Hirabvaksa’nın
tanrıça Prthivi’yi (dünya) hükmü altına alması ve onu kozmik suların altına
götürmesi üzerine, Vişnu yaban domuzu suretinde bedenlenerek kozmik suların
altına girmiş ve şeytanla savaşarak onu yenmiştir. Daha sonra tanrıçayı
boynuzlarıyla suların üstüne çıkarmak suretiyle kurtarmıştır[126].
Hintlilerin Vişnu’yu domuz suretinde tasavvur etmeleri pek çok nedene bağlanmaktadır.
İlkellerden kalma bir totem olarak nitelendirilmekle birlikte yaban domuzunun
Vişnulaştırılması Vişnucuların taraftar kazanmak isteğine bağlanmaktadır. Zira
bazı ilkel kavimler domuzun tanrısallığına inanmakta ve âyinlerinde ondaki
tanrısal ruhla konuşmaktadır. Bazıları da etinin bereket getirdiğine inanarak
âyinlerinde onu yemekte, kimileri de kanının kutsallığına inanarak âyinlerinde
onu alınlarına sürmektedir. Dolayısıyla yaban domuzu avatarası Vişnucuların
yandaş edinme arzuna bağlanmaktadır[127].
Öte
yandan yaban domuzu gibi Vişnu’nun diğer hayvan avataralarının da sonradan
Vişnulaştırıldıkları, insan avataralarının ise doğrudan Vişnu ile
ilişkilendirildiği ifade edilmektedir[128].
Vişnu,
dünyayı zalim kral Hiranyakaşipu’nun kötülüğünden korumak için aslan-insan
(Narasimha) suretinde bedenlenmiştir. Zalim kral, oğlu Prahlada’ya, Vişnu’ya
inandığı için türlü türlü kötülükler yapmaktadır. Prahlada’nın intikamını almak
için Vişnu, kralın sarayındaki sütunlardan birinde insan-aslan biçiminde
bedenlenir ve gaddar kralı parçalara ayırır[129].
Aslanın tanrılaştırılması Vişnucu ve Şivacılar arasındaki rekabete
bağlanmaktadır bir anlamda. Şivacıların aslana atfettiği mana, Vişnucularda
tanrının bir avatarası görünümüne girmektedir[130].
Vişnu,
kendini kurban etmekten yorulduğunda bir cüce şekline girerek kendini
bitkilerin kökleri arasına saklamak suretiyle dinlenmeye çalışmaktadır. Ancak
şeytan Bali büyülü güçleriyle dünyayı kontrol altına alınca Vişnu ortaya çıkar
ve dünyayı üç büyük adımda bütün şeytanlardan temizler. Vişnu’nun cüce
avaratasının bu hikayesini Parrinder, cücelere gizemli güçler atfetme isteğiyle
ilişkilendirmektedir[131].
Vişnu,
Brahmanları askerlerin kötü yönetiminden kurtarmak amacıyla Baltalı Rama olarak
bedenlenmiştir. Baltalı Rama, Bhrigu ırkının Brahminidir. Babasının emriyle
annesini öldürmüştür. Çünkü annesi yolsuz cinsel isteklere sahiptir. Son
dönemlerinde diğer Rama avatarası ile savaştığı için fazla ilgi görmediği ifade
edilmektedir[132].
Ramayana destanında anlatılan Rama avatarasının hikayesi en ünlülerindendir.
Vişnu’nun
en büyük insan avatarası Krişna’dır. Hem Mahabharata’da hem de diğer son dönem
destanlarında en fazla rağbet gören odur. Krişna, siyah, koyu mavi anlamlarına
gelmekte ve beyaz ile kırmızının karşıtı olarak kullanılmaktadır. Ayrıca
ayların karanlık yarısını ya da son karanlık çağların yarısını ifade
etmektedir. Mahabharata’da Krişna hem bir insan hem de bir tanrıdır. Krişna’ya
dair ifadeler M.Ö. 400’lerden önceye dayanır. Krişna’nın tanrısallığı oldukça
tartışmalıdır. Bazıları onun güneşle ilgili bir tanrısallığı olduğuna inanır.
Ancak neden siyah olarak nitelendirildiği bilinmez. Bir görüşe göre o bitkisel
bir ruha sahiptir. Şeytanlarla savaşı ve ölümü, ölen tanrının bitki
mitoslarıyla karşılaştırılmaktadır[133].
Krişna,
Mahabharata’nın ilk hikayesinde Pandavalara taht mücadelelerinde yardımcı olur.
Zaten destan, Pandava kardeşlerin mücadesinin etrafında dönmektedir. Krişna
onların müttefikidir. O üçüncü kardeş Arjuna’nın yakın arkadaşıdır. Onlar
birlikte oynamışlar ve Krişna her defasında Arjuna’ya nasihatlerde bulunmuştur[134].
Mahabharata,
Krişna’nın doğumu ve çocukluğu hakkında fazla detay vermez. Vrishni kabilesinde
doğumunun ilan edildiğinden, sonra antik ve yüce Rab Hari olarak
tanımlandığından, sarı ipek kaftan giydirildiğinden ve göğsünde kıvırcık tüyler
olduğundan bahsedilmektedir. Ayrıca, her birinde disk ve gürzler olan dört kolu
vardır. Çıplak elleriyle boğa şeklindeki bir devi öldürdüğü ve on altı bin
karısı olduğu bildirilmektedir[135].
Krişna
insan bedenine sahip olduğu gibi insânî arazlara da sahiptir. Bazen
bilgisizliğini de itiraf eder; ancak genel olarak Büyük Destan’da bir rehber,
tanrısal bir öğretmen karakterindedir[136].
Krişna’nın
ölümü oldukça basittir. Savaştan sonra bütün arkadaşları ölmüştür. O da yaşlı
ve yorgundur artık. Bir ormana çekilir ve yoga yaparken bir avcı tarafından
ceylan sanılarak okla vurulur[137].
Son
dönemin avatarası Kalkindir. Henüz gelmemiştir ama dünyanın yıkılışı ve en kötü
zamanların sonunu haber verir niteliktedir. Zamanın sonunda Kalkin Vişnu’nun
yüceliğinde bir brahmin olarak gelecek ve her şeyi yeniden kurulmak üzere yok
edecektir. Kralların kralı olduğu için bütün yabancıları öldürecek, düzeni
yeniden kuracak ve dünya barışını sağlayacaktır. Büyük bir at kurbanında
dünyayı brahmanlara verecek, ormana çekilecektir. Kalkin, aynı zamanda dünyada
gezinecek; hırsız ve soyguncuları yok edecektir. Vişnu’nun ilk avatarası at ile
Kalkin’in aynı olabileceği ifade edilmekte[138],
beyaz bir at üzerinde ve bir kılıçla tasvir edilmektedir[139].
b. Bhagavad-Gita’da Krişna
Bhagavad-Gita
en ünlü Hindu Kutsal metinlerinden biri kabul edilmektedir. Mahabharata’nın
içinden bir bölüm olmakla birlikte en yaygın kutsa kitap niteliğindedir. “Tanrıların
Şarkısı” anlamına gelen Bhagavad-Gita, Krişna olarak bedenlenen Vişnu ile
savaşçı Arjuna arasındaki diyolog etrafında dönen hikayeyi konu almaktadır.
Krişna savaşcı Arjuna’nın temsilinde, insana, görevini yerine getirmesinin
önemini ve acı çekme ile yeniden doğuş döngüsünden kendini nasıl kurtaracağını
öğretmektedir.
Vişnu
sekizinci bedenlenmesini Mathura şehrinin kötü kralı Kansa’ya karşı savaşmak
üzere Krişna olarak gerçekleştirir. Göksel ermiş Narada’nın kötü kral Kansa’ya
kendisini öldürecek kişinin Vasudeva-Devaki çiftinin sekizinci oğulları
olacağını haber vermesiyle başlayan doğum hikayesi, Kansa’nın Vasudeva ve
karısı Devaki’yi saraya hapsederek doğan her bir çocuklarını öldürmesiyle devam
eder. Doğan ilk altı çocuk Kansa tarafından öldürülünce, yedinci çocuk doğmadan
önce uyku tanrıçası Nidra tarafından Vasudeva’nın diğer karısı Rohini’nin
rahmine geçirilerek kurtarılır. Sekizinci çocuk Krişna ise Vasudeva’nın,
doğumdan hemen sonra onu çoban Nanda ve karısı Yaşoda’nın aynı anda doğan
kızları ile değiştirmesiyle ölümden kurtulur. Bir çoban çocuğu olarak büyüyen
Krişna, henüz süt emdiği dönemde bile çok güçlüdür ve çeşitli mucizeler
gösterir. Vridavan’da yaşayan Krişna, çoban kızlarla dans eder, şarkı söyler,
flüt çalar. Pek çok çoban kızı kendisine aşıktır. Baş sevgilisi Radha’dır.
Çocukluğundan itibaren pek çok ifriti öldürür. Hakkında pek çok efsane olmakla
birlikte en önemlileri İndra ile olan çekişmeleridir.
Korhan
Kaya’nın iddiasına göre, Krişna’nın İndra ile olan çekişmesi sınıf çatışmasının
bir yansıması olarak görülebilir. Zira İndra beyaz Ari toplumun savaşçı ve
büyük tanrısıdır ve egemen sınıfı temsil etmektedir. Oysa Krişna siyah derili
bir Hint yerlisidir ve ona atfedilen bu hikaye de kara derili yerlilerle beyaz
derili egemen sınıf arasındaki mücadelenin öyküsüdür[140].
Govardhana
efsanesinde, Krişna’nın kendisine tapınan halkı caydırmasına içerleyen
İndra’nın felaketler yağdırması ve Krişna’nın bu felaketleri engellemesi konu
edilir. Bu efsanede Krişna, halkını kendilerine bir faydası olmayan,
başkalarına ait bir tanrıya tapınmamaları hususunda yönlendirerek üretim
ilişkilerinin bir sonucu olan tapınma biçimini açıklamaktadır[141].
Krişna’nın
asıl hikayesi sayılabilecek olan mit, onun bazen bir guru bazen sadece savaş
isteyen bir tanrı profili çizmesidir. Bhagavad-Gita’daki bu efsanede ise
kuzenleri tarafından hakları yenilen Pandava kardeşlerin, kaybettiklerini geri
almak için girdikleri mücadele anlatılmaktadır. Efsanenin teması, savaş
başlamadan önce, orduların arasında gezinen Arjuna’nın iki tarafta da
akrabalarını görerek savaşmak istememesi üzerine, arabacısı ve dostu olan Krişna
devreye girerek ona neden savaşması gerektiğini anlatması etrafında
gelişmektedir.
Savaştan
önce Arjuna, düşmanlarının kendi akrabaları olması nedeniyle savaşmak hususunda
duraksar. Savaşmayı istemeyen Arjuna’ya Krişna’nın cevabı bir öğretiler serisi
şeklinde gelmektedir. Ona cisimleşmiş öz varlık veya ruhun savaşta
ölmeyeceğini, ruhun yok edilemeyeceğini ancak yeni bir bedene geçeceğini,
dolayısıyla bu savaşta ölenlerin aslında ölüler olmadıklarını, hiçbir insânîn
gerçek tabiatının öldürülemeyeceğini anlatır. Kılık değiştirmiş olmakla
birlikte aslında üstü tanrı olan Krişna, öz varlığın seyahatini ve öz varlığın
kurtuluşuna giden yolları açıklayarak Arjuna’ya öğütler veren bir guru
konumundadır. Ona, savaşçılar sınıfının bir üyesi olarak toplumsal ve dinsel
görevlerini hatırlatır; karma yoga disiplinini anlatır.
Destanda
Krişna, bir yandan her şeyin olağan seyrinde devam etmesine çalışırken, diğer
taraftan da bazı olaylara müdahale ederek etken rol oynamıştır. Örneğin,
Pandava kardeşlerin en büyüğü olan Yudhişitra’nın kuzeni Dursadhana ile tavla
oyununda müdahale edeceğini bildiği amca Bişma’ya hiçbir şekilde müdahale
etmemesi gerektiğini söyleyerek aslında büyük bir savaşın tohumlarının
atılmasına neden olmuştur. Bu hikayede Krişna, savaş isteyen bir tanrı profili
çizmektedir. Savaşmak ya da savaşmamak şeklinde iki alternatif yoktur. Tek
alternatif savaşmaktır. Arjuna’ya öğütlerinde daima savaşı ön plana çıkarır.
Genel
olarak Krişna’nın tanrı olduğu bilinmekle birlikte, insan muamelesi de
görmektedir. Normal bir insan gibi Arjuna ile dostane sohbetler yapmakta,
onunla kadınlardan, silahlardan konuşmakta; öte yandan bir guru gibi Arjuna’ya
sürekli öğütler vermektedir. Onu savaş için cesaretlendirmekte, ancak kendisi
savaşmamaktadır. Öte taraftan sürekli göz önündeki kahraman da o değildir. Ana
karakterler Pandava kardeşler ve onların düşmanlarıdır.
Krişna,
Rabbin bilgisini açıklamaya yedinci bölümden itibaren başlar. Pratik bilgi ve
deneyimin teoriden daha derin olduğunu, herkesin Rabbi bilemeyeceğini, belki
binde birlik bir oranın gerçeğin bilgisine sahip olabileceğini, onun sadece bir
kısmının görülür dünyanın elementlerinde fark edilebileceğini, üstün tabiatı
olan yaşamın bütün varlıkların kaynağı olduğunu, evrendeki her şeyin incilerin
bir boncukta dizilişi gibi onda dizildiğini, ondan başka çıkış olmadığını ve
sadece bilge insânîn Rab Vasudeva’yı bilebileceğini Arjuna’ya anlatır.
Parrinder, burada Krişna’nın bir ahlak öğreticisi olduğu yorumunu yaparken;
bazılarının ise Krişna’nın sadece bir ahlak öğreticisiymiş gibi göründüğünü
iddia ettiklerini belirtmektedir [142].
Nihayetinde
avatara inancını açıklayan meşhur ifade gelir. Krişna doğmamasına ve kendisi
sonsuz olmasına rağmen, gizemli gücü onu varlık içine sokmuştur. Ve gelişinin
nedeni düzeni devam ettirmek olarak açıklanır: “Ne zaman yolum tıkanır,
kapanırsa, sapıtanlar azıtanlar çoğalırsa, kimse yola girmez, yolu bulamazsa,
ben de kendimi işte böyle gösteririm[143].”
Bu
döngüsel yaratım ve son, burada planlanmıştır. Dünyanın başlangıcında bütün
varlıklar ortaya çıkar. Sonunda ise hepsi tanrıyla bir olurlar:
"...dünyanın
sonu geldiğinde, bütün varlıklar benim doğama erişerek bir olurlar; kalpa
başlangıcı geldiğinde ise ben onları tekrar ortaya çıkarırım. Onları kendi
doğamda tuttuktan sonra tekrar tekrar yaratırım; bu çok sayıdaki varlığın hepsi
de kendi karakterlerinin yönlendirmesiyle özgür kalırlar[144]”.
Krişna’nın,
kendisi işin başında bulunmadığı takdirde dünyadaki hiçbir şeyin sağlam
kalmayacağı[145]
yönündeki ifadelerinin, İncil’deki ‘babam hala çalışıyor[146]’
ifadesiyle benzeştiğini dile getiren Parrinder, avatara doktrinin, tanrının iş
başında olduğunu gösterdiğini ve Arjuna’nın eylemini haklı çıkararak, bir
savaşçı ve hükümdar için bunun bir din kuralı olduğuna işaret ettiğini
belirtmektedir[147].
Dasgupta’nın, "insânîn tanrıyla ilişkisi ve tanrının tabiatı ve varlığı
hakkında en eski ve en derin davranışlara Gita’da rastlanabileceği”
şeklindeki ifadesinden hareketle Gita’da, Krişna’nın tanrısal doğumunu ve
eylemlerini bilen kişinin bedenini ölüme terkettiğinde tekrar doğmayacağına,
Rabbe gideceğine dair dizelerin yeniden doğuş döngüsünden kurtuluşu Krişna’ya
düşkünlüğün sonucu olarak açıklamaktadır. Çünkü "benimle bağlan”,
“benimle birleş” gibi tavsiyelerin, çalışmanın ve dindarlığın hedefini
gösterdiğini iddia etmektedir[148].
Parrinder,
Krişna’nın inkarnasyonunu tanrısal tabiatın kabalığı nedeniyle eleştirmektedir:
“Aptallar
benim insan biçimindeki görünüşüme bakarak beni dikkate almazlar; en büyük
varlık olan Benim, yaşayan varlıların efendisi olduğumu bilmezler[149]”.
Ortada
kendini beğenmiş, kaba ve aldatıcı bir tabiata sahip bir tanrısallık vardır.
Dahası Krişna kendisini bütün insanlara göstermemesinin nedenini dünyanın
yanıltıcılığına bağlamaktadır. Bütün varlıkları, geçmişi, geleceği ve şimdiyi
bildiğini, ancak kimsenin onu bilemediğini de söylemektedir[150].
Parrinder,
bazı yazarların, Krişna’nın yüce tanrı olarak kimliklendirilebilmesi gerektiği
için avatara doktrininin ilk kez Gita’da görüldüğü şeklindeki iddiaları
naklettikten sonra, aslında Krişna’nın tanrının bir avatarası olup olmadığı
sorununa dikkat çekmektedir. Ona göre avatara pasajlarında Vişnu’ya dair bir
ifade yoktur. Vişnu’nun Gita’da on sekiz bölümde üç defa geçtiğini hatırlatarak
sadece on birinci bölümde Krişna’ya üç kere “Ey Vişnu” şeklinde seslenildiğini
belirtmektedir. Öte yandan Gita’nın büyük bir bölümünde, kendisine seslenilen
Vişnu avatarasının Krişna olduğunu iddia eden Rudolf Otto’ya karşı çıkmaktadır.
Şiva’ya Gita’da doğrudan bir hitap olmadığını, sadece güçlü tanrılardan
bahsedilen bir bölümde üç defa değinildiğini vurgulamaktadır. Şiva’dan dolaylı
olarak sadece Shankara’nın bahsettiğini de belirtmekle birlikte soruna tam bir
açıklık getirmemektedir[151]
Parrinder,
Gonda ve Hill gibi bazı yazaların, Krişna’nın Bhagavad-Gita’da sadece bir
Brahman olduğu şeklindeki iddialarını da naklederek farklı bir bakış açısı
getirmektedir[152]. Ancak
karşıt görüş Otto’nun, “bu tanrının hiçbir ortak simge taşımaması, evrensel
dünya ruhu olmaması ve bir tanrının ötesinde, her şeyden daha büyük, kompleks
ve daha ayrıntılı olması nedeniyle antik bir brahman olamayacağı”[153]
şeklindeki yorumunu da dile getiren Parrinder, muhtemelen, Gita’nın
Vaisnavas okulunun bir ürünü olduğunu inkar eden K. Sarma’yı da dikkate alarak,
eğer Büyük Destan’da orijinal bir Gita varsa ve eğer avatara doktrini onun
içine giriyorsa, Vişnu’nun bu avataranın tanrısı olduğunu ifade etmektedir.
Çünkü avataradan ilk önce Büyük Destan’da söz edilmektedir[154].
Parrinder,
“Rab bir beden kazandığında” ifadesinin avatara için iyi bir referans
olduğuna dikkat çekmektedir. Ona göre Rab, burada muhtemelen ruhtan
bahsetmektedir. Önceki cümlelerinde yer alan “benim bir parçam”
deyiminin, tanrı ve ruhu içerdiğine inanılan maddi dünyanın şimdilik gerçekmiş
gibi göründüğünü belirterek bu durumun avatara doktrinini güçlendirdiğini iddia
etmektedir[155].
Parrinder’ın
iddialarının ötesinde, insanlığı cehalet ve acıdan kurtarmak için insanlık
sunağına tanrı tarafından yakılmış yaşam ışığı[156]
olarak da tanımlanan Bhagavad-Gita’da savaşçı Arjuna’nın Krişna’ya hitap
şekilleri de dikkat çekicidir. Ona çeşitli adlarla hitap edilmiştir ki; bu
kullanımlar, özellikle, onun Vişnu’nun bir avatarası olduğu yönündeki inancı
önemli ölçüde desteklemektedir.
Mesela
Madhava, kaderin efendisi veya şeytan Madhu’yu öldüren anlamına gelmekte ve
Efendi Krişna’nın doğa üzerindeki gücünü göstermekte; onun olumlu güçlerini
destekleyenler için Kaderin Efendisi; kötülüğün artmasına yardım edenler için
ise şeytanın yok edicisi olduğunu kanıtlamaktadır[157].
Hrişikeşa[158],
duyuların efendisi ve uzun saçlı anlamlarına gelmektedir. Uzun saç ile duyulara
hakim olma arasında bir bağ kurulur. Saçların kesilmesi, duyuları kontrolden
çıkarmaya yönelik ince bir enerjiyi açığa çıkarır. Bu sözcüğün, Krişna’nın
sadece savaş alanındaki görüntüsünü anlatmadığı, Arjuna’nın arabacısı olması nedeniyle,
duyuların efendisi olarak her durumu kontrol altına alabilen arabacının iç
gücünü de ifade ettiği dile getirilmektedir[159].
Govinda[160],
duyuların hakimi anlamına gelmektedir. Krişna’nın duyuların nesnelerine ve
onlardan alınan zevke pek önem vermediğini ima etmektedir[161].
Madhusudana[162], şeytan
Madhu’yu öldüren demektir. Burada Arjuna’nın bir yönlendirme isteğinin mevcut
olduğu; Krişna’ya Madhusudana şeklinde hitap ederek, düşmanın şeytani olduğu
sonucuna vardığı takdirde sadece yönlendirici olarak yardım eden Krişna’nın
kendisinin yanında savaşacağını umduğu ifade edilmektedir[163].
Canardana[164], şeytan
Jana’yı öldürerek yasa ve düzeni yerleştirmiş olduğunu hatırlatmak amacıyla
Arjuna tarafından Krişna’ya hitaben kullanılmaktadır[165].
Keşava[166], uzun
saçlı demektir. Sağlam, dengeli ve akıl sahibi birinin dış görünüşteki
işaretini sorarken Arjuna, Krişna’nın dış görünüşünü çağrıştıran bir isimle
hitap etmektedir[167].
Açyuta:
düşüşü olmayan; aca: doğmamış; adideva: tanrıların ilki; ananta: sonsuz;
ananturapa: sayısız şekil ve biçim alan; aprameya: ölçülemeyen;
arisudana:düşmanları öldüren; kamalapattraksha: nilüfer çiçeği yapraklarına
benzer gözlü; krshna: koyu siyah renkli; keşinishudana: Keşi adlı cin öldüren;
dhama: barınak; çaturbhuca: dört kollu; cagatpate: dünyanın kralı; cagannivasa:
dünyanın barınağı; divya: semaya ait; deva: tanrı; devadeva: tanrıların
tanrısı; devavara: tanrıların en üstünü; deveşa: tanrıların tanrısı;
parameşvara: en üstün tanrı; pavitra: arıtan; purusha: yaratık (insan ve ruh);
purushottama: yaratıkların en üstünü; pracapati: bütün varlıkların tanrısı;
prapitamaha: büyük tanrı; parabhu: üstün; bhagavan: tanrısal; bhavan: tanrı;
bharata: Bharata soyundan gelen; brahma: tanrı; mahatman: büyük ruh (Bhagavad-
Gita’da büyük tanrı anlamına geldiği ifade edilmektedir); mahabahu: kolları
kuvvetli olan; yadava: Yadu soyundan gelen; yama: ölüm tanrısı; yogin: kendini
yogaya veren; yogeşvara: yoganın tanrısı; varuna: deniz tanrısı; vayu: rüzgar
tanrısı; vişvamurti: her şekile giren; vişveşvara: evrenin tanrısı; vishnu:
tanrı Vişnu; şaşanka: ay; sakhi: dost; sarva: herşey; varşneya: Yadava soyundan
olan; sahasrabahu: bin kollu gibi hitaplarda Krişna’nın ne karakterde bir tanrı
olduğunun ortaya çıkmaktadır[168].
Arjuna’nın
Krişna için kullandığı, onun özelliklerini dillendiren bazı sıfatların yanında,
“Krişna, bu cana yakın biçiminde, seni insan gibi görünce...[169]”
şeklindeki hitaplarından da onun insan görünümünde bir tanrı olduğu
anlaşılmaktadır.
Arjuna’nın
hitapları dışında Krişna’nın, “Doğmadığımı, bir gün ölmeyeceğimi, bütün
evrenin yaradanı olduğumu, gerçekten kavrayabilse bir ölümlü, yıkanır, arınır,
yener körlüğünü...”[170]
dizelerinden de anlaşıldığı üzere kendisinin tanrı olduğunu açıkça dile
getirdiği de görülmektedir. Ayrıca, “Adityalardan Vişnu’ya benzerim.”[171]
dizelerinde açık açık Vişnu olduğunu söylediği, bazı dizelerde de
diğer avataralarını anlattığı aşikardır. Örneğin bir dizede, Şiva’nın
avataraları arasında Shankara’nın bulunduğunu ifade etmektedir[172].
Kısaca
belirtmek gerekirse, önceleri tarihi bir varlık olarak kabul edildiği anlaşılan
Krişna’nın zamanla tanrılaştırılarak, önce basit bir kahraman, yarı tanrı ve
nihayetinde de tanrı şeklinde yüceltildiği anlaşılmaktadır.
c. Ramayana’da Avatara
Ramayana
şair Valmiki’ye atfedilen bir Hindu destanıdır. Vişnu’nun avataralarından biri
olduğuna inanılan Rama’nın hikayesinin anlatıldığı bu destanın, 24.000 beyit ve
7 bölümden oluştuğu bilinmektedir. M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren başlayıp devam
eden Ramayana’da, Rama’dan Vişnu’nun avatarası olarak bahsedilse de, asıl metin
olan 2-6. bölümlerin kahramanının İndra olduğu ifade edilmektedir[173].
Vişnu’nun
en önemli iki avatarasından biri olan Rama’nın hikayesi bir asilzadenin
hikayesidir. Bütün bedenlenmelerinde olduğu gibi Vişnu, bu defa da, tanrıların
şikayeti üzerine şeytan Ravana’yı yok etmek üzere Ayodha kralı Dasaratha’nın
oğlu olarak doğmaya karar verir. Ancak o sadece Rama olarak değil, destana göre
Dasaratha’nın dört oğlunda bedenlenmeye karar vermiştir. Kralın, bir oğula
sahip olmak için düzenlediği kurban töreni esnasında, kutsal ateşte büyük
kırmızı bir varlık kraliçeler arasında paylaşılmak üzere kutsal bir içki ile
belirir. Nihayet kralın üç kraliçeden dört oğlu doğar. Vişnu, sınırsız
ihtişamıyla Rama’da ve onun yüceliğinin bir kısmına sahip diğerlerinde
bedenlenir. Hikayenin devamında Rama pek çok kahramanlık gösterir ve evlenir.
Karısı Sita, Dünyanın kızıdır. İsmi saban izi anlamına gelir. Babası onu kurban
için tarlayı sürerken bulmuştur. Rama kutsal yayı gerer ve Parasu Rama’yı yener[174].
Ramayana’nın
ilk bölümünde Rama’nın Vişnu’nun bir avatarası olduğu dahi belli değildir.
Karısı Sita’nın, Vişnu’nun eşi Lakshmi’nin bir avatarası olduğu ifade
edilmektedir[175].
İkinci
bölümde yaşlı kral Dasaratha, yerine geçecek kral olarak Rama’yı seçer. Ancak
ikinci karısı Kaikeyi kendi oğlunun kral olmasını ister ve ondan söz alır. Kral
bunu reddeder; ancak Rama, babasının, sözünü yerine getirmesi hususunda ısrar
eder. Sonunda kardeşi Laksmana ve karısı Sita ile ormana çekilir. Kısa bir
dönem ibadet hayatı söz konusudur. Önemli vurgulardan biri de, prens avataranın
çeşitli insânî acılara maruz kaldığıdır. Sri Rama ormana sıradan bir insan gibi
girmiştir, ağaç kabuğundan keşiş kıyafetleri giyer ve saçları örgülüdür. Geyik
avlar, acıktığında kök yer, saman ya da yer üzerinde yatar. Sekiz yöndeki
tanrılara minber diker. Günahları için adaklar sunar, ritüel banyo yapar.
Babasının ölüm haberi kendisine ulaştığında kendinden geçer, acı bir şekilde
gözyaşı döker. Cenazesine ulaşamadığı için kendini değersiz ve aciz görür[176].
Üçüncü
bölümde Rama ve erkek kardeşi keşişlere ve kasabalılara sıkıntı veren pek çok
şeytanı öldürür. Bilhassa kız kardeşini öldürmesi şeytanları lideri Ravana’yı
kızdırır. İntikam planları yapan Ravana bir keşiş kılığına girerek, Rama’nın
yokluğunda onun inziva kulübesine girer ve karısı Sita’yı tanrılardan çaldığı
arabası Vimana ile Seylan’a kaçırır. Önce umutsuzluk içinde göz yaşı döken Rama
bu duruma sinirlenir.
Sita’yı
kurtarmak için Maymun Hanuman’ın da içinde bulunduğu maymunlar ordusunu toplar.
Hanuman, Hindistan ve Seylan arasındaki boğazı sıçrayarak geçer ve Ravana’nın
krallığına öfke salar. Rama’nın maymun askerleri Seylan’a kadar kurulan bir
setin üzerinden karşıya geçerler. Nihayet Ravana öldürülür ve Sita kurtarılır.
Ancak Rama başka bir adamın evinde yaşadığı için Sita’yı kabul etmez. Sita
çetin bir sınavdan geçer ve ateşe atılmayı yeğler. Ancak ateş tanrısı Agni
yakmaz ve onu Rama’ya geri verir. Böylece çift Ayodha’ya geri döner. Rama orada
on bin yıl hüküm sürer[177].
Rama
ve Ravana’nın savaşının özetlendiği son bölümde Sita yeniden reddedilir. Bunun
üzerine annesi yeryüzü onu yanına alır. Sonrasında ölüm, bir keşiş kılığında
Rama’nın yanına gelir ve ona görevini başarıyla tamamladığını bildirir. Ona
ölümlülerin yanında kalması ya da tanrıların yanına gidebilmesi seçeneklerini
sunar. Rama, dünyevi varlığının amacına ulaştığını, dünyanın iyiliği için
gelmiş olduğunu ve artık gecikmeksizin gideceğini ilan eder. Son emirlerinden
sonra Rama, halkı ile birlikte bir nehir kenarına gider, orada başlarında
Brahma’nın olduğu tanrılar ona Vişnu olarak seslenirler. Rama ilâhîler
eşliğinde suya adım atar kardeşleriyle birlikte Vişnu’nun evine girerler[178].
Parrinder,
Ramayana’nın öyküsel bir nitelik taşıdığını, kısa dini açıklamaların hikayenin
içine serpiştirildiğini ifade etmektedir. Kahramanlık ve asilzade yaşantısının
örnekleri, kraliyet çiftinin evlilikleri anlatılmaktadır. Sita’nın namusluluğu,
gerçek aşkın ve kadın sadakatinin bir örneği olarak dikkat çekmektedir. Rama
hem insan hem de tanrı görünümündedir. Parrinder’a göre Rama ismi tanrısallığın
favori ünvanıdır. Çünkü ilahilerde, özellikle de ölüm anında söylenenlerde en
çok Rama’nın ismi anılmaktadır. Hatta bazıları için o, olağanüstü varlığın
başlıca ismidir[179].
Parrinder’ın
dikkat çektiği noktalardan biri de, Rama Sita’yı reddettiğinde, Sita’nın
suçsuzluğunu ıspatlamak ve Rama’yı azarlamak için gelen tanrılara, bütün
tanrısallığına rağmen, Rama’nın: “kendimi bir insan sanıyorum, Rama,
Dasaratha’nın oğlu, fakat ben gerçekten kimim?” diyerek serzenişte
bulunmasıdır. Parrinder, bunun üzerine ona Vişnu, yaban domuzu, kaplumbağa,
cüce, Krişna, İndra’nın, ve tanrıların yaratıcısı, Purusha, Vedalar,
Himalayalar, Brahma’nın kendisi olduğunun söylendiğinin altını çizmektedir[180].
Korhan
Kaya ise, Ramayana’nın 1. ve 7. bölümlerinin düzmece olduklarına dikkat çekerek
Rama’nın sadece bu iki bölümde Vişnu olarak görüldüğünü ifade etmektedir[181].
Dolayısıyla Ramayana’da Rama’yı Vişnu’nun bir avatarası olarak değil, sadece
bir kahraman olarak kabul etmektedir.
5. Avatara Doktrinine Dair Felsefi Yorumlar
a. Avatara ve Monizm ( tekçilik)
Vedanta
öğretisi çerçevesinde tanımlanan monizm, evrendeki her şeyi tek bir unsura
indirerek mevcut çokluğa dair bir açıklama çabasıdır. Vedantacı iki ekol
tarafından savunulmakta olduğu ifade edilen monizmin başlıca iki şeklinden
bahsedilmektedir: Biri Shankara’nın mutlak monizmi, diğeri ise Ramunuja’nın
nitelikli monizmidir[182].
Nikhilanandanın
yetkin dual olmayan görüş şeklinde tanımladığı mutlak monizm, yaratılışın her
yerinde mevcut olan ve bireysel bedenlerin, zihin merkezlerinin ve ruhların
toplamlarını teşkil eden; ancak aynı zamanda kişisel tanrı gibi kendi özel
göğünde oturan bir tanrısallık şeklinde açıklamaktadır. Çünkü tanrısal varlık
gerek fiziki, gerekse canlı ruhları kaplamakta, fiziki bedenler toplamı onun
bedenini oluşturmakta ve bütün ruhlar onun yaşayan hücreleriyken, onun kendi
ruhu ise kişisel tanrı kabul edilmektedir[183].
“
İsim, isim, sadece isim bende.
Adam
değilim, erkek ve kadınım ben.
Kök
salmış olarak dururum özgür hareket ederek.
Kurban
ederim, kurban ettim ve kurban edeceğim.
Benim
sayemde varlıklar kurban verdiler.
Kurban
hayvanlarım varlıklardır.
İpekteki
kurban hayvanıyım ben hepsini doldurarak (Taitriya
Aranyaka, I. II. 5)
Zimmer,
Taitriya Aranyaka’dan iktibas ettiği bu dizelerde, evrene nüfuz eden her
varlığın içinde tanrısal bir hayat gücünün yer aldığını belirtmektedir. Bütün
canlılar aslında iç realitenin maskeleridir. Tanrısal hayat gücü, hayat
monadları şeklinde bütün insanların içinde oturur ve hepsini birden aynı anda
canlandırır. Kurban eden de odur, edilen de[184].
Parrinder,
vedantik görüşün kötülük kavramını reddetmesinden yola çıkarak her şey tanrıysa
ve tanrı her şeyse, insan suçsuzdur inancının hakimiyetini dile getirmektedir.
Dolayısıyla maddi dünyayı kabul etmeyen Vedantacılar, cüz’i iradenin varlığını
da reddetmektedirler. Hindu monizminin tanrıyı tek gerçek kabul ettiğini
vurgulayan Parrinder, insânîn, tanrının küçük bir ruhu olarak tanımlandığını
ifade etmektedir. Akıllara insânîn da tanrısal özelliklere sahip olduğu
düşüncesinin gelmesine karşı da, yoga vb. yollarla Brahma ile aynı olan
Atman’ın keşfine nail olan bazı mistiklerle gerçek öz arasında yine de bir fark
olduğunu dile getirmektedir. Çünkü bir mistik ne her şeyi bildiğini, ne de her
yerde bulunduğunu iddia edebilmektedir. Hindu düşüncesinde Maya olarak da
bilinen bu inanç, bir çeşit tanrısal illüzyon (yanılsama) şeklinde
tanımlanmaktadır[185].
Bu
düşüncelerden hareketle Parrinder, bazı Hint yazar ve düşünürlerin avatara
kavramının gereksiz bir karışıklık olduğunu düşündüklerini nakletmektedir.
Onlara göre monizmin en önemli iddiası doğru ise, bütün insanlar tanrısaldır.
Avatara ile diğer insanlar arasında tanrısallık açısından tek fark, avatara
Brahma ile aynı kimliğe sahip olduğunun farkındayken, insanların da aynı
kimliğe sahip olmalarına rağmen bunun farkında olmamalarıdır[186].
Cennetsel
bir varoluş olan avataranın, dünyaya lütfunu göstermek ve düzeni yeniden kurmak
ve kötüyü yok etmek için geldiğini yineleyen Parrinder, böyle bir aşkınlığın
Vedik popüler dinde bulunmakla birlikte, Vedantik tekçilikle uyumlu olmadığını
iddia etmektedir[187].
Monizmin
ilgi çekiciliğini; onun yalınlığı, aşikar birliği, kaba ve teolojik
sembollerden uzak oluşu, aşkın tanrısallık yerine evrensel düşünceyi öğretmesi
ve evrenin akıl yoluyla görülebileceğini kabul etmesine bağlamaktadır. Çünkü
monistlere göre din ve ibadet, batıl inançlar arasında kaybolmaktadır ve bu
durum da inkarnasyon için bir neden olmadığı sonucunu doğurmaktadır. Hatta
onlara göre ne vahiy, ne dua için ve ne de aşkın bir tanrısallığa işaret eden
herhangi bir şey için bir neden vardır. Monistler, tanrıların varoluşlarını
ikar etmeseler de, onları tanrısal oyunun bir parçası olarak görmektedirler[188].
b. Shankara
Hindu
metafizikçi, din adamı ve Advaita Vedanta (tekçilik, mutlak monizm) öğretisinin
yandaşı olan Shankara, genel olarak Hindu dini düşünürler içinde en etkilisi
olarak kabul edilmektedir. Madhva onun brahman bir ailede doğduğunu, hatta
ailesinin uzun süre çocukları olmadığını, sonunda tanrı Şiva’nın onların oğlu
Shankara olarak bedenlendiğini iddi etmektedir. Bu yüzden Shankara’nın erken
gelişmiş ve mucizevi bir öğrenci, yedi ya da sekiz yaşlarında dini bir asketik
olduğunu ifade etmektedir[189].
M.S.
686 yılında Güney Hindistan’daki Malabar kasabasının Kaladi köyünde doğduğu
belirtilen Shankara’nın, babasının ölümünden fazlasıyla etkilendiği ve dul
kalan annesinin evi terk etmesiyle isteksizce Narmada nehrinin yanında
Gaudapada ile tanıştığı, ancak kabul edilmeyerek Govindapada’ya gönderildiği
anlatılmaktadır[190].
Bir
süre sonra Himalayalar’a taşınan Shankara orada ünlü Brahmasutra- bhasya’yı
yazmıştır. Aynı zamanda Upanişadlar ve Bhagavad-gita ile ilgili tefsirler de
oluşturmuştur. Hayatının kalan kısmını Advaita Vedanta’yı yaymak için seyahat
ederek geçirmiştir. Son günlerini Himalayalar’daki Kedarnath kasabasında
yaşayan Shankara’nın 32 yaşında vefat ettiği rivayet edilmektedir. Ayrıca pek
çok manastır kurmuş olması ve Hindistan’da ilk olmakla birlikte günümüze de
intikal etmiş olan on tane manastır düzeni keşfettiği ifade edilmektedir[191].
Shankara’nın
henüz on yaşlarındayken pek çok mukaddes yazı üzerine şerh yazdığı ve
memleketinden kendisiyle tartışmaya gelen pek çok bilginle münazaralar yapacak
seviyeye geldiği söylenir. Çocuk yaştayken babasının ölümü onu varlığın
manasını araştırmaya yöneltmiştir. Govindapada’nın gözetiminde bütün tasavvufi
idraki başardığı belirtilen Shankara’nın öğretilerini yaymak amacıyla
seyahatler yaptığı nakledilmektedir[192].
Shankara’nın
temsil ettiği Vedanta okulu Advaita olarak bilinen katı bir monist anlayış
ortaya koymuştur. Teklik manasına gelen Advaita terimi, Shankara’nın Vedantaya
bakış açısını tanımlamak için kullanılmaktadır. Ayrıca, öz varlık hakkındaki
Hindu görüşünü keşfetmek için gurusu tarafından eğitilen Shvetaketu adındaki
yirmi yaşlarındaki delikanlının hikayesinde su ile tuzun ayrılmazlığını ifade
etmektedir[193].
Upanişadlarda
geçmekte olan hikayeye göre Shevataketu Vedaları çalışmış ve babasının evine
geri dönmüştür. Ancak oğlunun gerçeğin hakiki doğasını kavrayamadığını gören
baba, ona gerçek varlığı önce Banyan (incir) tohumuyla anlatmaya çalışır. Sonra
da oğluna biraz tuz vererek onu suya koymasını ve ertesi gün tuzu getirmesini
ister; fakat Shvetaketu suda erimiş olan tuzu getiremez. Bunun üzerine baba
oğlundan suyu yalamasını ve tadını kendisine söylemesini ister. Oğlu suyun
tuzlu olduğunu söyleyince baba oğluna, nasıl ki suyun içindeki tuz görülemediği
halde orada gizliyse, her şeyin kaynağı olan tanrının da bedenin içinde gizli
olduğunu anlatır[194].
Shankara’ya
göre nihâi gerçeklik ve öz varlık aynı şeydir. Bir ipi yılan sanan gezgin
örneğiyle bunu açıklamaya çalışır. Ona göre nasıl ki gezgin yanlış bir izlenimi
gerçeğin üzerine koyuyorsa, insanlar da öz varlığı vücut, duyu organları ve
akıl gibi yanlış varlıklarla eş tutmaktadırlar. Shankara’ya göre atman brahmandan
başkası değildir[195].
Shankara,
tek mutlak gerçeğin, mutlak varlık, bilgi ve mutluluk olan Brahman olduğunu
söyler. Kainat gerçek değildir. Sadece cahil olan insan duyu organlarıyla onu
gerçek sanır ve Brahma’nın bir görüngüsü addeder. Zira gerçek olan sadece
değişmeyen ve yok olmayandır. Shankara varlığı geçici olan bilgi ya da varlığı
gerçek kabul etmez. O, insânî şuursuz bir rüyada kabul eder ve şuurluluğa
ulaşan kişinin gerçeği keşfettiğini, aslında kainatın bir illüzyon olduğunu
ifade eder[196].
Shankara,
dünyayı hem var hem de yok olarak açıklar. Var olan dünya görüntüsüne Maya der
ve kaynağının da Brahman içinde olduğunu dile getirir. Shankara’ya göre Maya
sadece isim ve şekillerden müteşekkil tabii dünyadır. Tek gerçek Brahman,
atmandır[197].
Dolayısıyla, avataraların da aslında kişilerin bir illüzyonu olduğunu iddia
etmektedir. Hatta denilebilir ki ona göre avatara, olarak kabul edilenin
tanrının kendisinin bir bedenlenmesi değil, insânîn cehaletinin bir
yanılsamasıdır.
Shankara’nın
temel kavramı Maya’dır. Maya, “gerçeklik olarak görünümlerin tutarlı bir
eğilimi”; “görünüm ve gerçeklik arasındaki farklılığı bilmemiz”; ve “varlığın
çeşitlilik dünyası içinde olan Brahma’nın yaratıcı gücü” ve maddi dünya bir
görünümdür. Maya’nın Brahman içinde kök saldığına inanan Shankara, Brahma’yı
sebep, Maya’yı netice olarak tanımlamaktadır. Mutlak gerçeğin bir değişime
uğraması ve geçici bir faaliyeti mümkün olamayacağı için Brahma’nın kendisinin
dünyayı değiştirdiği veya onu yaratmış olamayacağına inanmaktadır. Bu düşünceden
hareketle de yaratıcı prensibi Iswara terimiyle açıklamaya çalışmaktadır.
Iswara’yı da Maya ve Brahma’nın birleşimi şeklinde tanımlamaktadır. Iswara’yı
şahıslandırılmış ve sıfatlı tanrı olarak nitelendirmektedir[198].
Shankara,
Maya’nın sınırları içinde olan insânîn, cehaleti süresince görüntüye tapmaktan
başka bir şey yapamadığını iddia etmektedir. Ona göre bütün görüntülerin tek
bir yöneticisi vardır, o da Iswara’dır. İnsan zihni mutlak gerçeği asla
kavrayamadığı gibi, sadece onun mevcut olduğu düşüncesine ulaşabilir ve onun
görüntüsüne ibadet edebilir. İbadetleri sayesinde insan zihninin saflaştığını,
ego fikrinin sis gibi dağılarak kaybolduğunu ve dünya görüntüsünün deneyüstü
şuurluluğun ateşinde kaybolarak; tek, her şeyi kuşatan, zamansız hakikat Brahma’dan
başka gören ve görülen hiçbir şey olmadığını ifade etmektedir[199].
Brahma’nın
bütün niteliklerden yoksun olduğunu iddia eden Shankara’nın bu duruşunun, bütün
ayrımların ve niteliklerin bir illüzyon olması durumunda, ortada sürekli
kişisel özlerin bulunması nedeniyle Brahma’nın bir ve tek olan özünde hataların
olduğu; kişisel özlerin gerçek olmaması durumunda da yeniden doğum ve köleliğin
gerçek olmadığı şeklinde iki anlama geldiği iddia edilmektedir.[200].
Parrinder,
Shankara’nın Gita hakkındaki sözlerini avatara doktrinine dair bir açıklama
olarak yorumlamaktadır. Zira Shankara avataraların gelişine dair kritik dizeler
hakkında kısa notlar yazmıştır. Gita 4, 6-8 deki Krişna’nı yeniden doğumu ve
dünyada bedenlenmesiyle ilgili pasajlara dair yorumlarında inkarnasyonun
gerçekliğini reddettiğini belirmektedir. Başka bir pasajda da, Shankara’nın “kendimi
maya’ya rağmen gösterdim” ifadesini Arjuna’nın problemi şeklinde
yorumladığını, Krişna’nın “benim doğumum illüzyondur” ifadesinin kendi
sözlerini doğruladığını belirtmektedir[201].
Gita’nın
son pasajlarında[202]
avataralara dair öğretilerin yer aldığını vurgulayan Parrinder, Shankara’nın,
bu dizeleri, yüce varlığın daha o ana kadar görünmediği, herkese görünmediği ve
Yoga-Veya tarafından gizlendiği şeklinde yorumladığını nakletmektedir[203].
Shankara,
Gita yorumunun giriş kısmında avatara hakkındaki görüşlerini genişçe
açıklamaktadır. Dindarlar arasında şehvet arttığında, dinsizlik
yaygınlaştığında Narayana olarak bilinen evrenin asıl yaratıcısı Vişnu evrenin
düzenini devam ettirmek ister ve kendinden bir “parça”yı Krişna olarak gönderir
şeklindeki açıklamasına yer vermektedir. Burada Anandagari’nin “kısım”
kelimesini Rabb’in kendi iradesi tarafından yaratılan bir illüzyon olarak
yorumladığını nakletmektedir[204].
Parrinder,
avataranın geliş sebebini de dünyevi Brahma’nın temsili olarak yorumladığını
iddia ettiği Shankara’nın Vedanta Sutra’larda görüşlerinin daha da geliştiğini
belirtmektedir. Doğrudan avatara ile ilgili olmamakla birlikte, Gita’dan pek
çok alıntı yaptığını, başlangıçta bazı insanların kişisel ruhlara ilaveten her
şeye kadir ve her şeyi bilen bir Rabb’in varlığına inandıklarını onayladığını,
fakat Rabb’in bir bedene ihtiyaç duymaması nedeniyle ondan başka bir ruhun var
olmadığına inandığını ifade etmektedir[205].
Shankara’ya
göre din, ihtiyaçlar dahilinde Rabbin dilediğinde inananlarını mutlu etmek için
kısmen bedenlenmiş maya olarak farz edilebilir. Parrinder, bunu inkarnasyonun
yeni bir nedeni olarak yorumlamaktadır. Shankara’nın, Upanişad metinlerinde
Rabb’e dindarlığın nesnesi olarak işaret ettiğini, ancak kişisel tanrıların en
yüce Brahma anlamına gelen akıllı özler olarak sembolize edildiğini iddia
etmektedir[206].
Kısacası
Shankara, Gita’daki ne aşkın tanrısallığı ne de inkarnasyonun bütün anlamlarını
kabul etmektedir. Nasıl ki kıvılcım ateşin bir parçasıysa, ruhun da üstün
kişinin bir parçası olduğuna inanmaktadır.[207].
c. Ramanuja
Shankara’nın
yanılsamacı (maya-vada) anlayışına eleştiriler yönelten filozoflardan biri olan
Ramanuja 1017-1237 tarihleri arasında yaşamıştır. Brahma Sutra üzerine Şri
Bhaşya olarak bilinen bir şerh ve Bhagavad Gita üzerine etkili bir şerh yazdığı
belirtilen Ramanuja, Vişiştadvaita olarak isimlendirilen nitelikli monizm
adındaki sistemin kurucusu ve üç büyük acaryadan biri kabul edilmektedir[208].
Shankara’nın
fenomenal dünyanın bir illüzyon olduğu şeklindeki düşüncesini tartışan
Ramanuja’nın, Brahma Sutralar’da ve Gita’daki yorumlarında dünyanın gerçek ve
Rabbin yaratışının Maya gücünün bir ürünü olduğunu iddia ettiği
belirtilmektedir. Ona göre maya bir illüzyon olmadığı gibi, dünya da bir
illüzyon değildir. Dünya Brahma’nın çeşit çeşit olma amacı üzerine
yaratılmıştır. Çünkü o, Brahmanın bedenidir. Tıpkı ışığın ateşin bir parçası
olması gibi kişisel özler de aynı şekilde gerçek ve sonsuzdurlar ve Brahma ile
parçaları olarak ilişkilidirler. Onların gerçek tabiatı bir “ben”dir[209].
Bedenlenmiş özler, karma sonucu günaha kendilerini kaptırmışlardır.
Ancak
onların gerçek tabiatı bunu kabul etmemektedir. Bundan da meditasyon yoluyla
kurtulunabilir.
Ramanuja’nın,
gerçeğin üç şeklini kabul ettiği ifade edilmektedir. Bunlar duygusuz madde
(acit), duygulu fakat sonlu kişilikler (cit) ve Yüce Öz, Efendi Iswaradır.
Dünya, maddi bedenlerden oluşan duygulu ve sonlu kişilikler tarafından kontrol
edilmektedir. Kısmi bedenler geçiciyken, asıl maddenin başlangıcı yoktur. Pek
çok duygulu özün köleliği başlangıçsız karma’ya neden olmaktadır ve yeni
bedenlerde dünyaya tekrar dönüşler meydana getirmektedir. Ramanuja, tüm sınırlı
evrenin Tanrı olduğunda ısrar etmektedir[210].
Ramanuja’nın,
ruhları Brahma’nın nitelikli parçaları olarak tanımladığı belirtmektedir. Nihâi
kurtuluşu tanrı ile birleşme olarak tanımlamakla birlikte, bu birleşmeyi ruhun
tam anlamıyla kaybolması manasında yorumlamaktadır. Hem ruhun hem de tanrının
kendine ait sıfatların birleşme anında da devam etmektedir. Dolayısıyla ruh
sadece tanrının tabiatıyla benzer hale gelir, yoksa onda kaybolmaz[211].
Parrinder,
Ramanuja’nın yüce Tanrı’yı, Upanişadlar’ın Brahma’sı ile kişileştirilen Vişnu
olarak kabul ettiğini nakletmektedir. Zira kişisel ruh Brahma gibi olmamakla
birlikte, ondan tam anlamıyla da farklı değildir. Ruh Brahma’dan bir parça
olduğu kadar, Brahma’dan farklılık ve farksızlık arasındadır. Bu da, “nitelikli
non- düalizm”i sağlamaktadır. Tanrı, ruh ve dünya birliğin görünüşleridir;
ruhlar ve dünya tanrının bedenidir ve gerçektir; onlar tanrıya dayanır, ancak
ondan bir parça değildirler[212].
Parrinder,
Ramanuja’nın inkarnasyon hakkındaki görüşlerinin net olmadığını iddia
etmektedir. Ona göre inkarnasyon; tanrılar, insanlar ya da Yüce Kişi için uygun
bir sığınaktır. Böylece kendi tabiatlarını kenara koymaksızın, bir parçasını,
bir niteliğini başka bir varoluşla birleştirerek farklı yollarla doğduklarına
inanmaktadır. Ancak en yüce şahsın maddi elementlerin kombinasyonu olduğunu
kabul etmemektedir. Sadece Brahman kendini görünüm ya da şahıslara ayırır.
Brahman şeklinin görünümü -Rama ya da Krişna gibi- avataraların bütünüdür[213].
Ramanuja’nın
yorumuna göre avataraların amacı dünyanın yükünü hafifletmek, inananlarına
acıyan Rabb’in kendini anlaşılır yapma isteğidir. “Sri’nin Rabbi ... kendi
asıl tabiatını terk etmeksizin yarattıklarının benzeyişinde düşünülmeyi istedi
ve sık sık avataralar olarak yer küreye indi”. İnananlarına görünmek
isteyen Tanrı, bu niyetini gerçekleştirmek için kendini dünyada göstermiştir.
Böylece bütün insanlar gözleriyle onu görmüşlerdir. Ramanuja’ya göre tanrının
bu eyleminin bir nedeni de bütün yaratıkların kalplerini ve gözlerini
büyülemektir[214].
Parrinder,
Gita’daki diğer bir avatara öğretisini Arjuna’nın tanıtıcı soruları olarak
belirlemektedir. Çünkü Arjuna, kasıtlı sorularla aslında avataraların anlamına
dair açıklamalar yapmaktadır. Mesela avataraların doğumu tanrılar ve insanlar
gibi karma ile açıklanabilir mi? Avataralar gerçek mi yoksa büyü gibi bir
illüzyon mu?[215] şeklindeki
sorular bu çerçevede zikredilebilir.
Parrinder’a
göre Ramanuja avatara gerçekliğini “benim pek çok doğumum vardı”
dizesine dayandırmaktadır. Öte yandan avataraların Rabbin özgür seçimiyle
gelmesi, zamanının karışmaması, ihtiyaç anında hemen gelmeleri gibi
özelliklerini de sıralamaktadır[216].
Ramanuja’nın,
inkarnasyonun başka bir amacının erdemi korumak olduğuna inandığı ifade
edilmektedir. Nitekim kutsal kitaptan Yüce Varlığı şöyle tanıtmaktadır:
“Kötülüğe düşmandır; evrenin kaynağıdır; tabiatında diğer varlıklardan
farklıdır; her şeyi bilendir; sadece düşünmekle isteklerini gerçekleştirir;
merhametlidir; onun adı Brahma’dır”[217].
Güney
Hindistan’daki Sri-Vaişnavalar, Ramanuja’nın dinsel görüşlerinin doğal
varisleri kabul edilmektedirler.
Vedanta
felsefesinde Dvaita (ikicilik, düalizm) okulunun kurucusu olarak tanıtılan
Madhva’nın, 1238-1317 yılları arasında Hindistan’ın Tulu şehrinde yaşadığı
nakledilmektedir. En önemli tapınağı Udipi şehrinde tanrı Krişna için kurduğu
ifade edilen Madhva’ya ait 38 eserden bahsedilmektedir. Bunların bazısı
Bhagavad-Gita, Brahma Sutra ve Upanişadlar’ın yorumlarıyken; bazısı Bhagavata
Purana, Mahabharata ve Rig-Veda yorumlarıdır[218].
Shankara’nın
eleştirmenlerinden biri olan Madhva, Brahman görüşü ile Buddistlerin “boşluk”
görüşü arasında bir fark olmadığı için onun gizli Buddhist olduğunu iddia
etmiştir[219].
Shankara’nın, Brahma’nın kişisel bir tanrı olduğu yönündeki görüşüne karşı
geliştirdiği “dvaita” görüşünde Madhva’nın tanrısı Vişnu, yaratma, koruma,
bozma, düzenleme, aydınlatma, gizlilik gibi insanüstü niteliklere sahiptir.
Tanrı, bunların hepsinin nedeninin kendisi olduğunu düşündürmektedir[220].
Ferdi
ruh ve dünyanın mutlak manada Brahma’dan farklı olduğuna inanan Madhva’nın,
Prapancha olarak bilinen beş gerçek ile bunu ifade ettiği belirtilmektedir.
Mesela ona göre Brahman ferdi ruhtan, maddeden farklıdır; ferdi ruhlar
maddeden, madde diğer maddelerden farklıdır. Ruh ve dünya Brahma kadar gerçek
ve doğmamış olsalar da gerçekte onlar da tek bağımsız gerçek olan Brahma’ya
tabidirler. Ona göre Brahma mutlak gerçek, ruh ve dünya ise bağımlı
gerçeklerdir. Ancak bu onların yanılsama oldukları anlamına gelmez. Yani dünya,
yalnızca bilinen ve bilgide var olan bir şey değil, bizatihi duyularla
algılanan bir varlığa da sahiptir[221].
Madhva’nın;
tanrı, insanlar ve dünyanın sürekli var olduğuna inandığı, her şeyi tanrıya
dayandırdığı, bütün Vedalar’ın Brahma’ın gösterdiği Vişnu’yu ilan ettiğine
inandığı ifade edilmektedir[222].
Ayrıca,
ruhları tanrıların parçaları olarak gördüğü iddia edilmektedir. Ancak bu ruhlar
avataralar gibi değillerdir. Çünkü avataralar tanrının asıl tabiatının
parçalarıdır. Ruhlar ise, asıl tabiattan farklı olarak tanrının yansımalarıdır[223].
Madhava’ya
göre tanrının gelişinin anlamı, düzeni yeniden kurmak, kötüyü yok etmektir. Her
çağda geliş ifadesi de sadece tanrı için geçerlidir. O da avataraları tanrının
inayeti ve özgür iradesinin sonuçları olarak görmektedir ve lar karma
kurallarına tabi değildir[224].
Ramanuja
ve diğer Vaisnavisler Madhva’nın okullarını entelektüel kabul ederler.
Müridlerinin, Madhva’yı rüzgarın (soluğun) avatarası kabul ettikleri
belirtilmektedir[225].
Bazı
Avrupalı düşünürlerce, Madhva’nın teizminin Hıristiyan öğretisinden etkilendiği
ifade edilmektedir. Fakat Parrinder, onun herhangi bir Hıristiyan yazar ya da
düşünürü tanıdığına dair bir kanıt olmadığını, hatta Hıristiyan bir Hindu’nun
onu etkilediğine dair bir kanıtın dahi bulunmadığını iddia etmektedir. Madhva
bütün öğretilerinin Vedanta ve Büyük Destan’a dayandığını iddia etmektedir[226].
6. Krişna Kültünün Gelişimi
Mahabharata’da
değişik rollere sahip bir Krişna karşımıza çıkmaktadır. Bazen koyun
çobanlarının başı, bir kahraman, Arjuna’nın danışmanı ve tanrının inkarnasyonu
olmaktadır. Mahabharata’nın on sekiz büyük kitabı onun doğum hikayesi ve
kahramanlık öyküleri üzerinde yoğunlaşmakta, hatta son birkaç kitabın sadece
onunla ilgilendiği görülmektedir.
Krişna’nın
doğumu ve gençlik kahramanlıklarının anlatıldığı Mahabharata ve Harivamsa’da
Vişnu’nun ailesinin anlatıldığı bölümün sonradan eklendiği ifade edilmektedir.
Büyük Destan’daki gibi Harivamsa’nın da bazı bölümlerinde inkarnasyonun,
popüler bir terim olan avatara kavramı yerine ‘görünüm’ (manifestation)
kelimesiyle anlatıldığı belirtilmektedir. Gita’nın 4. ve 7. bölümlerinde
Vişnu’nun, ebedi olarak cennette kalabilmek için çeşitli zorluklara katlanan en
iyi görünümü; varlıkları yaratmak ve yok etmek için, sedirinde uyuyan, gizli
sırrını tefekkür eden (meditasyon yapan) ikinci görünümü; binlerce yıl
uyuduktan sonra, eylemin amacı olarak kendini bin yıl sonunda tanrıların
tanrısı olarak gösterdiği ifade edilmektedir[227].
Harivamşa’nın
üç bölümden oluştuğunu ifade eden Parrinder, ilk bölümün Krişna’nın atalarını
anlattığını, ikincisinin kahramanlıklarını ve üçüncüsünün de gelecek Kali
çağındaki kötülüklerden bahsettiğini nakletmektedir. Öte yandan“bir”in “üç”
formu şeklinde tanımladığı “tri-murti” doktrininin farklı okulları bir araya
topladığına, Puranalar’da, bilhassa Padma ve Markandenya Purana’da geniş yer
tuttuğuna, ancak edebiyatta göze çarpmadığına dikkat çekmektedir[228].
Krişna’nın
hikayesinin Vişnu Purana’nın ellinci kitabında başladığı, “Vişnu’nun
kısmının kısmının avatarası” şeklinde isimlendirildiği ve onun saygınlığını
azaltıyor gibi görünse de, “kısım” ifadesinin sadece Krişna’nın insânî
şartlarını ortaya koyması şeklinde yorumlandığı, ancak gücünün az ya da çok
olmasıyla ilgili bir anlamın olmadığı ifade edilmektedir[229].
Krişna
efsanesinde Kansa bir şeytan inkarnasyonu olarak tanımlanmaktadır. Kansa,
Krişna’nın annesi Devaki’nin kuzenidir ve bir âyinde kutsal bir ses ona
Devaki’nin sekizinci çocuğunun kendisini öldüreceğini söylemiştir. Bunun
üzerine Kansa Devaki’nin bütün çocuklarını öldürmektedir[230].
Hikaye
Devaki’nin hamileliği ile başlamaktadır. Devaki hamileyken kimse ona
bakamamaktadır. Çünkü ışıkla dolmuştur ve parlaktır. Ondaki insanüstü
durumların herkes farkındadır. Sonsuz tabiat Prakriti, ona dua etmektedir; “Merhamet
bizim üzerimize olsun, ey tanrıça, ve dünya için iyi olanı yap. Evrenin destek
olduğu Tanrısallığı taşımak için gururlu ol”. Krişna bir gece yarısı
doğduğunda ay ışığının tüm evreni aydınlatması, rüzgarın susması, kutsal
perilerin şarkılar söylemesi ve tanrıların gökten çiçekler yağdırması gibi
olağanüstü durumların gerçekleştiği rivayet edilmektedir. Bebek Krişna bir
nilüfer yaprağı gibi siyah ve dört kolludur. Göğsünde Sri nişanı taşımaktadır.
Öldürülmesinden korkan ailesinin onu bir çoban kızıyla değiştirdiği ifade
edilmektedir[231].
Böylece
Krişna çobanlar arasında yetişir. Destanda onun çocukken yaptığı
yaramazlıklardan da bahsedilmektedir. Bir at arabasını deviren, yağ çalan,
ineklerin kuyruklarından çeken, ağaçları yerinden söken, yosunlar üzerinde
panterlerle oynayanı ve ağızlarına ellerini sokabilen bir çocuktur[232].
Parrinder,
sonuçta Krişna’nın bir insan olduğunu ve çocukça hilelerle oynadığını, ancak
yine de sonsuz ve yaratılışın merkezi olduğunu belirtmektedir. Ona göre
Krişna’nın şakaları, ebedi oyununun bir kısmıdır. Ayrıca kendinin ne bir tanrı
ne de bir şeytan olmadığını ilan eden Krişna’ya karşı gopi kızlarının dindarane
tavırları da dikkat çekicidir[233].
Büyüdükçe
yaramazlıkları da artmaktadır. Buzağı çobanlığı yapmış, çoban kızlarla dans
etmiş, yılanlarla ve şeytanlarla savaşmış, aslanlarla krallarla boğuşmuştur,
hatta İndra’ya bile karşı geldiğinden bahsedilmektedir. Çobanlara, İndra’ya
tapınmak zorunda olmadıklarını söyleyerek onları vazgeçirmiş, öfkelenen
İndra’nın gönderdiği fırtına ve yağmuru dağı kaldırarak engellemiştir. Sonunda
İndra, Krişna’ya saygı göstermek için yanına gelmiştir[234].
Bazen
aniden hareketsizleştiğine, derin bir sıkıntı ve şaşkınlık içine girdiğine
tanık olunan Krişna, Gopi kızlarını ve eşlerini söylediği ilâhîlerle büyülemiş,
onlara tanrılar ve yarı tanrılarla ilgili hikayeler anlatmış, dans etmeyi,
enstrüman çalmayı öğretmiş, öyle ki gopi kızları geceleri evlerine gitmez
olmuşlardır[235].
Nihayet
Kansa’nın sarayına danışmanı olarak giren Krişna’dan etkilenen Nizumba’nın
(Kansa’nın karısı), kralı öldürmesi karşılığında krallık tacını başına
takacağını ona söylemesine rağmen, Krişna’nın bu teklifi kabul etmediği
anlatılmaktadır[236].
Kansa’nın
da isteği üzerine, birlikte Kansa’yı korkutan münzevilerin yanına gittiklerinde
kim olduğunu oradaki münzeviden öğrendikten sonra onların arasında yaşamaya
başlamıştır[237].
Meditasyon
için Meru Dağına çıkan Krişna, yedi yıl sonra geri dönmüş ve münzevilere ruhun
ölümsüzlüğü, tekrar doğuşları ve Tanrı ile mistik anlamda bütünleşmesi
doktrinini öğretmiştir. Müritlerinden Arjuna’nın ondan Mahadeva’yı göstermesini
istemesi üzerine Krişna ayağa kalkarak, “tüm mevcut varlıklarda yaşayan yüz
binlerce forma, sayısız göze, her yöne dönük çehreye sahip olan, sonsuzluğun
her türlü kademesinde daima varlıklarının yukarısında bulunan, durağan ve
sonsuz-sınırsız bedeninde, tüm bölümleriyle kıpır kıpır hareketli bir evreni
barındıran varlıktan söz etmeye başladığı” ifade edilmektedir[238].
Vaazlarında
müritlerine Vişnu’nun bedenlenmelerinden bahseden Krişna, yedi rişinin
Viyaza’nın ve Vazişta’nın bedeninde tezahür ettiğini, bazen bir dilenci gibi,
bazen tövbe etmiş bir kadın gibi veya küçük bir çocuk gibi basit ve sade
insanların ağzından hitap etmeyi sevdiğini anlatmaktadır[239].
Krişna’nın,
öğretisini yayarken izlediği yöntem oldukça ilginçtir. Zira her zümreye kendine
uygun anlatımlarda bulunmaktadır. Brahmanlar’a ilâhî bilimi, Rajalar’a savaşla
ve aileyle ilgili erdemleri bildirilmekte; halka ise çocuklara özgü bir
basitlik ve iyilikseverlik, tevekkül ve umut içerikli bir tavırla hitap
etmektedir[240].
Galip
bir saltanattan sonra Krişna ayağından yaralanır. Avcı Jara onu yaralamıştır.
Sonunda doğmayan ve bozulmayan ruhuyla birleşir. Kendi ölümlü bedenini terk
eder ve yeniden asıl sığınağı Vişnu’ya döner. Arjuna’nın onun ölü bedenini
yakmasından sonra Kali çağı sona erer[241].
Parrinder,
avataranın nedenini dünyanın şikayeti olarak ifade etmektedir. Çünkü dünya
şeytani eziyetlerden acı çekmektedir. Brahma bu durumu Vişnu’ya haber vermeleri
için tanrılara izin verir ve Vişnu bedeninden iki kıl koparır. Biri beyaz
diğeri siyahtır ve onlar dünyaya inmiş olmalıdır. Beyaz olan Krişna’nın büyük
kardeşi Bala- rama -ki bazen Vişnu’nun avataralarından biri olarak ondan söz
edilir- bazen de o uyurken tanrısal hizmetçisi Ananta olarak bahsedilmektedir[242].
b.
Bhagavata
Purana ve Yirmi İki Avatara
“Eski
devirlerde anlatılan öyküler” anlamına
gelen Purana, eski öykü ve efsanelerin anlatıldığı, yazarları belli olmayıp,
mitolojik bir takım adların yazar olarak gösterildiği kitaplara verilen isim
şeklinde tanımlanmakta ve on sekiz purananın varlığından bahsedilmektedir[243].
Hepsinin
orijinal şeklini koruyamadığı ifade edilen Puranalar, avataralar üzerinde
yoğunlaşmaktadır. Balık, kaplumbağa, cüce ve yaban domuzu gibi avataralar
anlatılmaktadır. Markandenya Purana, Krişna’nın anlatıldığı puranadır. Burada
Krişna’nın diskinden bahsedilir. Vişnu Purana’da kozmolojik ve mitik hikayeler
yer almaktadır[244].
En
ünlüsü olduğu belirtilen Bhagavata Purana’nın muhtemelen M.S. IX. ya da X.
yüzyıllarda derlenmiş olabileceği ifade edilmektedir. Diğer avataralardan söz
edilmekle birlikte Krişna’nın gençliğine dair rivayetlerin de yer aldığı,
özellikle onuncu ve on birinci kitapların Krişna hakkında detaylı bilgi
verdiğine işaret edilmektedir[245].
Bhagavat’tan
türeyen Bhagavata kelimesi Yüce Rab Vişnu ya da Krişna anlamına gelmektedir.
Hari’nin avatara hikayelerinin anlatıldığı Bahagavata Purana’da, sadece klasik
on avataradan değil, yirmi iki tanesinden söz edilmektedir. Ancak bununla
birlikte avataraların sayısı hakkında net bir bilgi yoktur[246].
Bhagavata
Purana’da yer aldığı iddia edilen yirmi iki avatara şunlardır: İlk insan Purusha;
yaban domuzu Varaha; büyük bir bilge Narada; iki aziz bazen Arjuna ve Krişna’ya
başvuran iki aziz Nara ve Narayana; Samkya felsefesinin kurucusu Kapila; aziz
Dattatreya; kurban Yajna; dürüstlük kralı Rishabha; kral Prithu; balık Matsya;
kaplumbağa Kurma; tanrısal doktor Dhavan-tari; büyücü Mohini; insan-aslan Nara-
simha; cüce Vamana; baltalı Rama Parasu-Rama; Vedaları derleyen Veda-Vyasa;
kral Rama; Krişna’nın büyük erkek kardeşi Bala-Rama; Krişna; Buddha; henüz
gelmeyen Kalkin[247].
Bu
listeye ilaveten Mahabharata’nın, öğreticilerden, doktorlardan ve
yöneticilerden saygıyla söz ettiği de belirtilmektedir[248].
Puranalar’da
Vişnu’nun daha çok ortodoks bir tanrı olarak tanımlandığı, Şiva’dan daha
iyiliksever ve insancıl kabul edildiği, bir çok avatarasından sadece Krişna,
Buddha ve Kalkin’in insan soyuna ahlaki ve fiziksel yıkım getirdiği, ancak
onların da insanlığın iyiliği için tasarlanmış olduğu ifade edilmektedir[249].
Vişnu’nun
Buddha avatarası hakkında farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Bir görüşe göre
Vişnu’nun Buddha biçimine girmesinin nedeni, ifritleri Budizm’le yok etmektir.
Bu da, erdemli birinin önce yozlaştırılması şeklinde olmalıdır. O’Flaherty’nin
ifadesiyle, Hindu görüşüne göre insan soyu Vişnu’nun talihsiz bir eylemiyle
Budizm sapkınlığına uğramıştır[250].
Parrinder,
Buddha’nın bu listeye eklenmesinin Budizm’den hinduları çekmek amacı taşıdığını
iddia etmektedir. Ayrıca bazı yazarların, Buddha ile Gautama Buddha’nın aynı
olduğu iddiasını reddettiklerini de ekleyerek Buddha ismi üzerinde bir
mutabakat sağlanamadığını belirtmekte, ancak Buddha avatarasının insanları
yanlış yola saptırdığı için bedenlemiş bir yanılsama olarak görüldüğüne dikkat
çekmektedir. Buddha hakkındaki, onun dünya çağının sonunda gelecek olan Kalkin
için bir hazırlık olduğu yönündeki başka bir iddiayı da gündeme getiren
Parrinder, Buddha’nın tarihsel bir figür olması nedeniyle avataraların
tarihselliğine olan inancı güçlendirdiğini öne sürmektedir[251].
Bhagavata
Purana’nın listelenen diğer avataralar hakkında detaylı bilgi verdiği ifade edilmektedir.
Hari, kısmen Rama ve onun üç erkek kardeşi olarak görülür. Fakat Krişna
kendisinin Efendisi ve olağanüstü ruhtur. Sonraları Vişnu’nun ikametgahı olarak
adlandırılmıştır.
Rab,
yoga güçleriyle Krişna’nın babası Vasudeva’nın düşüncesine girer ve Vişnu’nun
tüm yüceliğinde dört kollu olarak görünür. Fakat zalim Kansa’nın korkusundan
ailesi ona sıradan bir çocuk olması için yalvarırlar. Çocukluğuna dair süper
efsaneler anlatılır. Yaramazlıkları nedeniyle annesi onu bir hayvana bağlamaya
çalıştığında Krişna, kendini bir anda büyüterek gerçek kimliğini göstermek için
ağzını açınca annesi onda bütün evreni görür[252].
Hikaye,
çobanlar arasında çocukluk şakaları, şeytanları öldürerek ve bir prens gibi
davranarak gençlik serüvenleriyle devam eder. Sonunda ise Krişna, Vişnu’ya
döner ve sessizce oturarak zamanı kendi ikametgahında geçirir. Olay insanî
eylemler ve her anki tanrısal güç arasında dönmektedir[253].
Krişna
kültünün gelişimin en önemlisi çoban kızlarıyla (gopi) arkadaşlığıdır.
Bhagavata Purana’ya göre onlar tanrıça Parvati’ye, Krişna’yı kendilerinin
efendisi yapması için yalvarırlar. Ve bu amaçla da nehirde ritüel bir banyo
yaparlar. Krişna onları banyo yaparken görünce elbiselerini çalar ve bir ağaca
tırmanır. Kızlara elbiselerini vermeden önce onlara elleriyle kendini
selamlatır. Sonra onlarla dans ederek kalplerini çalar ve onları büyüler.
Krişna flütüyle oynar ve çoban kızların düşüncelerine sahip olur ve onlar
Krişna’yı bulmak için evlerini terk ederler.
Krişna
tavus kuşu tüylerinin tepesinde, sarı bir kaftan içinde parlak mavi-siyah bir
post üzerinde görünür. Çoban kızları kocalarını terk ettikleri için azarlar.
Onlar tam bir dindarlıkla ilk ruha geldiklerini söylerler. Sonra Krişna güler
ve onlarla dans eder. Böylece çoban kızları gururlanırlar. Bu arada Krişna bir
kızla ortadan kaybolur. Kız özgür kalınca şöyle dua eder: “Sen bir çoban
çocuğu değilsin, sen her şeyin içindeki ruhsun”. Sonunda Krişna, onların ‘en
sevgili Efendileri’ olarak geri döner ve onlar onu gözlerinde aşkla
büyütürler.
Puranalar’da,
Krişna ile ilk karısı Rukmini ve diğer karıları arasında bir tutkunun söz
konusu olduğu iddia edilmektedir. Sarayları, giysileri ve yataklarının cömertçe
anlatıldığı hikayede Krişna Rukmini ile kendisinin fakir olduğunu ve sadece
fakirler tarafından sevildiğini, Rukmini’nin zengin bir kral araştırması
gerektiğini söyleyerek ona takıldığı görülmektedir. Rukmini bu teklif üzerine
bayılır ve Krişna onu kollarının arasında bağrına basar. Onu asla terk
etmeyeceğine dair yemin eder. Rukmini ona sınırsız yüceliğin efendisi olarak
tapar. Fakat Krişna, aldatıcı güçlerini, Krişna’nın sadece kendileriyle
olduklarını sanmaları için diğer karıları içi kullanır. Onlar ona çılgınca
aşıktırlar. On sekiz bin doğumdan her birinin on oğlu ve bir kızı olur[254].
Parrinder,
bu popüler avatara hikayelerinin avatara doktrinine yeni ve güçlü temalar
getirdiğini; bir avataranın sadece düzeni yeniden kurmak ve şeytanlarla
savaşmak amacıyla gelmediğini, ihtiraslı aşkın tanrı ile insan arasındaki
başlıca ilişki olduğunu ve aşkın birliğinin insan hayatının en üst noktası
olması nedeniyle insânî- tanrısal ilişki olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca,
Krişna’nın romantik aşkın en üstün temsilcisi olduğunu gösteren Puranalar’ın,
kurtuluşun en iyi yolunun da tanrıya coşkun bir tapınma olduğu mesajını
verdiğini iddia etmektedir[255].
Sonraki
yüzyıllarda Bahagavata Purana’daki Krişna hikayesinin yeni bir yolda geliştiği
ifade edilmektedir. Purana’da anlatılan hikayelerinden birinde Krişna, dansı
süresince bir tek kızla ortadan kaybolmaktadır. Önceleri isminden bahsedilmeyen
bu kızın daha sonra Radha olduğu açıklanmaktadır. Radha gopi kızlarının en
güzelidir ve Vişnu’nun eşi Lakshmi’nin avatarası olarak kendisinden söz edilir.
Hikayede Radha, Krişna için kocasını terk eder. Ayrıca Krişna’nın ilk aşkıdır
da. Parrinder, bu romantik olgunluk aşkının doğal ve savaş formalitelerinden,
düzen hükümdarlığından daha ilgi çekici olduğunu belirtmektedir[256].
Öte
yandan, Krişna’nın hikayesinde açıkça erotizm görülmektedir. Dini amaçları
örneklendirmek için derlenen eserlerde, Krişna bir tanrı ve Radha bir ruhtur.
Parrinder, cinsel pozisyonların tanrı için güçlü bir isteğin sembolü olduğunu
ifade etmektedir. Radha’nın Krişna için kocasını terk etmesi, tanrı için diğer
bütün insânî bağlılıklardan üstün tutma anlamı taşırken, çoban kızların
giysilerini kaldırma eylemini ise, ruhun tanrıdan saf ve çıplak görünmesi
gerektiği anlamını taşımaktadır. Krişna’nın yüceliklerini çeşitli şekillerde
sunması, tanrının her bir ruhu bireysel olarak sevdiğinin kanıtı kabul
edilmektedir[257].
“Çobanların
şarkısı” anlamındaki Gita-Govinda’nın Krişna,
Radha ve onun aşkının sırlarını açtığı; kıskançlık, bozuşmalar ve yeniden
barışmaların yer aldığı monologlardan oluşan lirik bir seri olduğu ifade
edilmektedir. Krişna’nın güzel bir kadına sarılması sırasındaki tüm
duygularının bir tanımı olan bu şiir, Radha’nın onu özleyişi, kalbinin efendisi
oluşu, aşk ateşinde yanışını konu edinmektedir. Krişna aşk okuyla vurulmuştur
ve onun kollarına döner ve tam bir birleşme gerçekleşir. Bu şiirde coşkulu aşk
alegorik açıklamalarla verilmiştir[258].
Parrinder,
Sur Das’ın, Krişna hakkındaki her bir aşk şiirinden geleneksel Hindu müziği
yapmak için otuz altı biçim çalıştığını, farklı resim okullarının Krişna ve
Radha’nın aşkını göstermekten zevk aldıklarını, bu aşkın tanrının insana,
insânîn tanrıya aşkını sembolize ettiğini belirtmektedir. Bütün bu şiirler ve
Krişna’ya yönelen aşk ve dindarlık, tanrının tam anlamıyla gözlemlenebilmesi
olarak tanımlanmakta; tanrının şahsiyetinin ve insanlığa olan sevgisinin yeni
konseptlerini vermektedir[259].
d.
Chaitanya
ve Avatara Teorisi
1486’da
Visvambhar’da doğduğu ifade edilen Chaitanya’nın anne ve babasının dindar
Vaisnava Brahminler olduğu rivayet edilmektedir. Sanskritçe ve birkaç şiir
çalışmasının yanında daha çok Bhagavata Puranalar ile ilgilendiği
belirtilmektedir. Chaitanya, 22 yaşındayken bir Vishnupad kutsal mekanı olan
Vişnu Tirtha’yı ziyaret ettiğinde Madhva’nın etkisinde kalarak dindar bir
yaşantıya girmiştir[260]. Öte
yandan, Madhvacıları kabul etmesine rağmen onların dindarlığını benimsemediğine
de dikkat çekilmektedir. Chaitanya son yıllarını Puri’de yaşamış ve muhtemelen
1534’te ölmüştür[261].
Chaitanya,
ünlü bir Bengalli aziz ve Gaudiya Vaisnavizm olarak bilinen dini hareketin
ilham kaynağı olarak bilinmektedir. Krishnadasa Kaviraja adındaki yandaşının,
Chaitanya’nın gerçek kimliğinin anlaşılmasında etkili olduğu ifade
edilmektedir. Onun Chaitanya hakkındaki temel öğretisi, Chaitanya’nın hem Radha
hem de Krişna’nın inkarnasyonu olduğu yönündedir. İkisi de aynı bedendedir.
Radha Krişna’nın kendi başlıca enerjisi olduğuna göre, onların başlıca
inkarnasyonu tek olmalıdır. Ancak onlar iki bedende bedenlenmişlerdir.
Kaviraja’ya göre Krişna, eksoterik ve esoterik olmak üzere iki sebepten dolayı
tek düal form (tek bedende iki form) almaya karar vermiştir. Ekzoterik Krişna,
Chaitanya’nın inkarnasyonu olarak kabul edilmektedir ve dindarlarına yardım
edebilmek için bedenlendiği ifade edilmektedir. Esoterik Krişna ise Radha’nın
aşkını yaşamak için, kendisi için bedenlenmiştir[262].
Bilginlerin
karşı çıkmalarına rağmen popüler bir hareket haline gelen Bhakti dindarlığından
etkilendiği ifade edilen Chaitanya, Puranlar’da anlatılan Krişna’nın hayatına
dair öykülerden de aşırı etkilenmiştir. Hatta o, kendini Krişna’nın bir
avatarası olarak görmeye ve gizli tapınmaları kabul etmeye bile başlamış;
Krişna’nın avatarası olduğuna inanmıştır[263].
İKİNCİ BÖLÜM
HIRİSTİYANLIK’TA İNKARNASYON İNANCI VE İSA
MESİH
A.
Hıristiyanlık’ta İnkarnasyon İnancı
1. İnkarnasyon
Kavramı:
Metafizik
bir varlığın, varsayılan fiziksel bedenin (bir insan, hayvan, bitki, hatta tüm
evren) bir eylemi ya da duruşu şeklinde kapsamlı bir tanıma sahip olan
inkarnasyon terimi, dinler tarihinde, farklı toplum ve yörelerde çeşitli
tezahürlerle gündeme gelmektedir. Öte yandan birbirine zıt iki inkarnasyon
değerlendirmesi vardır: Bir görüşe göre; dünyevi madde, yani fiziksel bedenle
ruhun birleşmesi, ruhun gerçek mekanından, yabancı bir yere, bir mahpus ya da
bir köle olarak düşmesi şeklinde yorumlanır. Daha çok Gnostik inanç sistemlerinde
ifadesini bulan bu görüşe göre, ruhun tutsaklık zincirinden kurtulması, dini
ritüelleri yerine getirerek ve tefekkür ederek temizlenmesine bağlıdır.
İnkarnasyonun daha pozitif diğer yorumu ise, ruhun, özün veya ilâhî varlığın,
görünür dünyanın kurtuluşunu gerçekleştirmek amacıyla beden şeklinde tasavvur
edilmesidir. Bu tür bedeni görüngüler ya küçük bir kabile liderinde ya din
kurucularında ya da teokratik bir devlet başkanında gerçekleşir. Dinler tarihi
de, bir bakıma, inkarnasyonla ilgili bu iki görüşün bitmek bilmeyen
mücadelesinin tarihidir[264].
Öte
yandan Tanrısal Söz’ün bedenlenme dogması ve sırrı olan inkarnasyon,
Hıristiyanlığın önemli doktrinlerinden biridir. ‘Et’ anlamındaki Latince
‘caro’ kökünden türetilmiştir[265]
ve bedenlenmek, bir bedene bürünmek anlamına gelmektedir. İnkarnasyonun bu
teknik anlamı ilk defa 12. yüzyıl. boyunca İngiltere’de ikamet eden Kuzey
Fransızları tarafından benimsenmiştir. Jerome, Ambrose, Hilary gibi Latin
Babalar arasında bu kelimenin kullanımının yaygın olduğu görülmektedir[266]. Latince
‘incarnatio’, Yuhanna’ya dayanan Grekçe ‘sarkosis’ ya da ‘ensarkosis’in
karşılığıdır[267]. Grek
Babalar’ın bu iki terimi İrenaeus’tan beri kullandıkları iddia edilmektedir. ‘Sarkousthai’
yani bedenlenmek fiili, İznik Konsili’nde kabul edilen esaslardandır. Kutsal
yazı dilinde beden, insânî doğa ya da adam anlamındadır. “Ve bütün insanlar
Tanrı'nın sağladığı kurtuluşu görecektir”[268].
Suarez’e[269] göre
inkarnasyon kelimesinin seçimi oldukça uygundur. İnsânîn bedenlendiğinin farz
edilmesi, doğasının zayıflığını vurgulamak içindir. Söz’ün bedenlenmesi ise,
Tanrı’nın kendi iyiliğini böylece daha iyi gösterecek olması nedeniyle
gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Tanrı “...kul özünü alıp, insan benzeyişinde
doğarak ululuğunu bir yana bıraktı... ” [270].
Zira O, sadece bir bedene girmedi; aynı zamanda hastalık, acı ve ölümü de
beraberinde getiren, yalnızca günahlardan arınık bir insan tabiatına büründü[271].
Hıristiyanlık’ta yegâne hadise olan Tanrı Kelâmı’nın- onun vahyi, yaratıcılığı,
kurtarıcı faaliyetleri- Nâsıralı İsa’da başlıca insânî özelliklerle[272]
cisimleşerek insanlaşması, etten kemikten bir vücut görünümüne girmesi, kısaca
Ezelî Kelâm Logos’un İsa Mesih’te tecessüm etmesini açıklayan inkarnasyon
kelimesi, aynı zamanda nihâi birleşmenin; dolayısıyla mükemmelin, olağanüstünün
ve ebedî-ilâhî doğa ile insânî doğanın kusursuz birleşmesini ifade etmektedir.
İlâhî doğa ile insânî doğanın niteliklerinden ödün vermeksizin İsa’nın şahsında
sınırlandırılmasını akıl yoluyla açıklama çabası Ortaçağ düşünürlerinin en
önemli uğraşlarından biri olagelmiştir.
Yeni
Ahit’te inkarnasyon kelimesine rastlanılmamakla birlikte, bedenlenme
manasındaki ifadeler yer almaktadır. Filipeliler’e Mektup’ta Pavlus, İsa’nın
ilâhî bir niteliğe sahip olduğunu ve kendi isteğiyle insan olmayı tercih ettiğini
dile getirmektedir:
“Mesih,
Tanrı özüne sahip olduğu halde, Tanrı'ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak
saymadı. Ama kul özünü alıp insan benzeyişinde doğarak ululuğunu bir yana
bıraktı. İnsan biçimine bürünmüş olarak ölüme, çarmıh üzerinde ölüme bile boyun
eğip kendini alçalttı. Bunun için de Tanrı O'nu pek çok yükseltti ve O'na her
adın üstünde olan adı bağışladı. Öyle ki, İsa'nın adı anıldığında gökteki,
yerdeki ve yer altındakilerin hepsi diz çöksün ve her dil,
Baba
Tanrı'nın yüceltilmesi için İsa Mesih'in Rab olduğunu açıkça söylesin”[273].
İlk
asrın sonlarına doğru yazıldığı kabul edilen Yuhanna İncili’nde ise, İsa Mesih,
inkarne olmuş (bedenlenmiş) Söz (logos) olarak tanıtılmaktadır: Ve söz beden
oldu[274].
Hıristiyanlar, Yeni Ahit’teki bu ve benzeri bazı ifadelere dayanarak, İsa
Mesih’in, insanlığı kurtarmak için insan kılığına girmeyi, insanlar gibi
yaşayıp ölmeyi, hatta çarmıha gerilerek acı çekmeyi göze alan bir tanrı
olduğuna inanmaktadırlar. Dolayısıyla inkarnasyon kelimesi Tanrı’nın İsa
Mesih’te gerçekleşen hareket ve varlığını tanımlamaktadır.
2. İsa Mesih’in İlâhî Kişiliği
Hıristiyan
inanışına göre İsa’yı diğer insanlardan farklı kılan özellik kendisinin tanrı
olduğunu öne sürmesidir. İsa, kendisinin bir peygamberden ya da öğretmenden
daha üstün olduğunu iddia etmiş ve açık bir şekilde tanrı olduğunu ileri
sürmüştür. Din bilimi, evrenin kişisel bir Tanrı tarafından tasarlanıp
yaratıldığını öne sürer. Var olan her şeyi yönlendiren ve destekleyen tanrıdır.
Bu tanıma Mesih inancının eklediği tek nokta, “aynı tanrının Nâsıralı İsa
olarak insan bedeni aldığıdır[275]”.
İsa
Mesih’in ulûhiyetinin Eski Ahit, Yeni Ahit ve gelenek tarafından dile
getirildiğine inanılmaktadır. Eski Ahit’te doğrudan inkarnasyona dair ifadeler
yer almasa da, bilhassa Mezmurlar, hikmet kitapları ve peygamberlerin
yazılarında İsa’ya ve Tanrı’nın Oğlu’nun gelişine dair işaretler mevcuttur.
İnkarnasyonla ilgili ilk ifadeler Yeni Ahit’te bulunmakla birlikte ilk üç
İncil, yani Sinoptikler, tarihsel İsa ile ilgili bahislere daha sık yer verir.
İsa’nın hem ilâhî hem de insânî yönüne dair asıl referans ise Yuhanna
İncili’ndeki “Söz Tanrı’ydı ve aramızda yaşadı[276]”
cümlesinde kendini açıkça göstermektedir. Matta ve Luka doğum hikayesi
bağlamında Bakire Meryem’den başlayarak İbrahim’den Adem’e İsa’nın soy kütüğü
hakkında bilgi verir. Böylece İsa’nın Tanrı ile bağlantısının arka planı
hazırlanır. Ancak Sinoptik İnciller’de Logos’un inkarnasyonu Yuhanna’da olduğu
gibi öğretilmez. İnciller İsa’nın hayatını, tüm insânîliği içinde, ancak
tanrısal güçleriyle anlatırlar. Yuhanna Logos’un gelişini felsefi terimlerle
anlatırken, Matta ve Luka benzer inancı açıklamak için daha çok popüler
hikayeleri kullanmaktadır[277].
Eski
Ahit’te İsa’nın tanrısallığına dair açık ifadelerden ziyade bir takım işaretler
mevcuttur. ‘Bir’i işaret eden terimlerin “Tanrı” veya “Tanrısal
Şahsı” işaret ettiği düşünülür. Daha çok Mezmurlar ve Peygamber
kitaplarında görülen cümlelerin kendi başlarına birer kanıt niteliği taşıdığı
kabul edilmektedir[278].
Söz
gelimi, “Rab’bin bildirisini ilan edeceğim: Bana ‘Sen benim oğlumsun, bugün
ben sana baba oldum’ dedi”[279]
cümlesinde, Yahve’nin vaat edilen Mesih’le konuştuğuna inanılmaktadır. Bu
metnin İsa’nın tanrısallığının kanıtı şeklinde yorumlandığı kabul edilse de,
aslında Aziz Pavlus burada yorum yapmak yerine sadece Kitab-ı Mukaddes’e atıfta
bulunmaktadır[280]. O,
Mezmurlar’daki, İsa’nın yeniden yaratılışı[281]
ve papazların başı[282] oluşu
gibi bazı ifadelere başvururken sadece mecazi anlamda Baba’yı, İsa’nın yeniden
dirilişinde ve papazlığında Mesihler’e Baba olarak betimlemektedir. Dolayısıyla
o, İsa’ya mecazi anlamda babalık yapmış olur. Aziz Pavlus’un İsa’nın ölümsüz
nesli konusunda değil, yeniden dirilişi ve papazlığı konusunda kutsal yazılar
uydurduğu ve mecazi konuştuğu da mevcut iddialar arasındadır[283]. Böyle
bir iddia da İsa’nın gerçek oğulluğu ve gerçek tanrısallığı hususunda bir
‘mecaz’ sorununu gündeme getirmektedir. Aynı cümlede Aziz Pavlus, İsa’nın
tanrısallığını Yahve’nin Davud’a söyledikleriyle delillendirmeye çalışır: “Ben
ona bir baba olacağım, ve o bana bir oğul olacak”[284].
Takip eden cümlede Mesih’in , Baba’dan ilk doğan ve meleklerin tapındığı varlık
olduğu söz konusu edilse de[285] Tanrı
sadece tapılandır: “ ...senin Tanrın, seni sevinç yağı ile arkadaşlarından
daha çok meshetti ...” [286].
Aziz Pavlus bu sözlerin Tanrı’nın oğlu İsa’ya yönelik olduğunu ifade etmektedir[287].
Masoretik yorumlarda bu cümle “senin tanrın, ey tanrı” şeklinde;
Septuagint ve Yeni Ahit yorumlarında ise, “ey tanrı, senin tanrın” (ho
theos, ho theos sou) şeklinde anlaşılmaktadır. Böylece Mesih’e iki kez
tanrı olarak seslenilmiş ve onun tahtı ya da saltanatının ezelden beri var
olduğu söylenmiş olmaktadır. “Rab rabbime dedi”[288],
“Yahve Adonai’ye söyledi: sen benim sağımda otur”[289].
İsa Mesih bu metinden Adonai[290], ‘Yahve’nin
sağında oturan ve her zaman İsrail’in büyük tanrısı olan’ olduğunu
ispatlamak için alıntı yapmaktadır[291].
Hikmet
(Sapiential) kitapları ise, ilk insandan farklı bir ilâhî kişilik olarak
yaratılmamış bilgeliği tanımlamaktadır. Eski Ahit’in ilk yorumlarında yaratılmamış
logos etkin ve Yahve’nin yaratıcı prensibi olarak tanımlanmaktadır [292]. Daha
sonra logos, “sophia” olmuş ve yaratılmamış söz, yaratılmış bilgelik
haline gelmiştir. İlâhî Tanrı’nın ve yaratılışın bütün işleri Bilgeliğe mal
edildiğini[293] dile
getiren Drum, Süleyman’ın Özdeyişleri’nde Tanrı’nın Bilgelik ve Söz olmak üzere
her iki eylemine de atıfta bulunulduğunu iddia etmektedir[294].
Drum,
Eski Ahit’te, yaratılmamış olarak tanımlanan bilgelik[295],
“bütün yaratıklardan önce en yücenin ilk doğumu” şeklinde tanımlanmakta
olduğunu, böylece İsa ile Bilgeliğin ilişkisinin evrensel olduğu, hatta
Aryüsçülerin bu konuda Babalarla uyum içinde olduğu ve 14. cümlede geçen “yapma”
ya da “yaratma” anlamındaki “ektise” kelimesiyle, bedenlenmiş
bilgeliğin yaratıldığını ıspatlamaya çalıştıklarını iddia etmektedir[296]. Yine
Babaların, Bilgelikten İsa’nın anlaşılıp anlaşılmayacağını
cevaplayamadıklarını, ancak Kutsal Kitab’ın başka pasajlarında “ektise”
kelimesinin yorumlandığını dile getirerek, Babaların, ektisenin “yapılan”
ya da “yaratılan” gibi hiç bir kesin anlamı olmadığı hususunda tamamen
haklı olduklarını ifade etmektedir. Bilgelik kitabının bilgeliği “her şeyin
yapıcısı, her şeye Kadir yüce Tanrı’dan saf olarak çıkan bir varlık, sonsuz
ışığın parıltısı ve onun iyiliğinin imgesi[297]
olarak tanımladığını nakleden Drum’a göre bu kitaplar üzerine yapılan metin
çalışmaları, Aziz Pavlus’un yorumları, kilisenin âyinsel kullanımı ve
Babalar’ın itirafkar yorumları, hikmet kitaplarının kişileştirilmiş
bilgeliğinin yaratılmamış bilgelik olduğunu ve Aziz Yuhanna’nın hipostatik
olarak birleştirilmiş Söz’ünün İsa Mesih olduğu yönündeki iddiasının gerçek
olduğunun kanıtıdır[298].
Dolayısıyla Hikmet Kitapları İsa Mesih’in gerçek bir Tanrı ve gerçek bir insan
olduğunu kanıtlamaktadır.
Drum,
Peygamber kitaplarının da Mesih’in tanrılığını açıkça ortaya koyduğunu iddia
etmektedir. Bilhassa İşaya da “Tanrı’nın kendisi gelecek ve sizi kurtaracak”[299],
“Rabbin yolunu hazırlayın”[300]
ve “İşte Rab Yahve yiğit gibi gelecek”[301]
gibi cümleler İsa Mesih’e işaret etmektedir. Nitekim Yahve’nin İsa Mesih olduğu
Markos’un pasajlarından daha net anlaşılmaktadır: “O çölde çağıran sesi:
Rabbin yolunu hazırlayın, O’nun yollarını düz edin”[302].
Bazı cümlelerde de İsrail’in yüce peygamberi İsa’ya yeni bir ilâhî isim
verilmektedir. “O’nun
ismi İmmanuel (Allah bizimle) koyulacak”[303].
Matta, bu yeni ilâhî ismin İsa’da tam anlamını bulduğundan bahseder ve bunu
İsa’nın ilâhîliği anlamında yorumlar. “O’nun adını İmmanuel koyacaklar - bu
da Allah bizimledir diye tercüme olunur”[304]
“ bize bir çocuk doğdu ve O’nun adı :
Acîp, Öğütçü, Kadir Allah, Ebediyet Babası, Selâmet Reisi çağrılacaktır”[305].
İmmanuel, Kadir Allah olarak tercüme ettiğimiz ismi açıklamaktadır. İşaya aynı
zamanda Mesih’i “Rabbın Filizi”[306]
olarak da isimlendirir. Yani onunla aynı tabiatta olduğu için Yahve’den
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Mesih “bizim Tanrı Kralımız”[307],
“Tanrımız
tarafından gönderilen kurtarıcı”[308],
“Yahve İsrail’in Tanrısı”[309]
şeklinde de nitelendirilmektedir[310].
Diğer
peygamberlerin Mesih’in tanrısallığı hususundaki kehânetleri de, çok detaylı
olmamakla birlikte, en az İşaya kadar nettir. Yeremya’ya göre “O, Yahve
Salahımız, (Yahve Sidkenu)”[311]
adıyla anılacaktır. Mika, Oğul’un iki gelişinden bahseder; onun ilk gelişi
Bethlehem’de doğumudur; ikincisi ise Baba’dan ebediyete geçişindedir[312].
Zekeriya Yahve’yi Mesih olarak konuşturur; “benim arkadaşım (kavmim)”[313]
[314]
dediği kitle Yahve’ye eşit bir arkadaştır. Malaki de şöyle der:
“İşte
habercimi gönderiyorum, ve önümde yol hazırlayacak; ve aradığınız Rab mabede
ansızın gelecektir; ve özlediğiniz ahit meleği, işte, geliyor, orduların Rabbi
diyor”314.
Belirtildiğine
göre burada konuşan haberci kesinlikle Vaftizci Yahya’dır[315].
Öte yandan Matta, Malaki’nin bu sözlerini, Rabbin kendisi tarafından
müjdelendiği şeklinde yorumlamıştır[316].
Malaki’nin sözleri, İsrail’in Yüce Tanrısı Yahve tarafından söylenmiştir ve
dolayısıyla İsa ya da Mesih ve Yahve ilâhî kişilikte tek ve aynıdırlar. Bu
iddiayı güçlü kılan, sadece İsa’nın önünü açan Vaftizci Yahya’dan önce Mesih
ile tek ve aynı olan, orduların Tanrısı Yahve’nin konuşmacı olması değildir,
aynı zamanda sadece O’na ayrılmış bir isim olan Mesih’in, Mabet’e gelecek Tanrı
kehânetini de kapsamasıdır[317]. Bu isim
Malaki’nin dışında yedi defa geçer ve açıktır ki hepsinde İsrail’in Tanrısına
referans vardır[318]. Sonuç
olarak ifade edilecek olursa, son dönem İsrail peygamberleri Mesih’in tam
olarak İsrail’in kendi Tanrısı olduğunu kanıtlamaktadır. Peygamberlerin
Mesih’in tanrısallığı lehindeki bu iddialarının, Hıristiyan ilâhîyatı
çerçevesinde oldukça ikna edici olduğu kabul edilmektedir[319].
Şimdi
de gerçek ve tarihsel olarak kilise tarafından tespit edildiği farz olunan ve
Tanrı Kelâmı şeklinde telkin edilen Dört İncil esas tutularak İsa’nın
tanrısallığına dair kanıtlara başvurulacaktır.
İsa
Tanrısal Mesih’dir: Anlaşıldığına göre bilhassa
Sinoptik İnciller İsa’da var olan Mesih’in tanrısallığının kanıtlarını
sunarlar. Nitekim “İşte, kız gebe kalıp bir oğul doğuracak; adını İmmanuel
koyacaklar. İmmanuel, Tanrı bizimle demektir”[320]
cümlesinde İsa’nın tanrısallığına net bir atıf mevcuttur. Yine “İşte,
habercimi senin önünden gönderiyorum; O senin yolunu hazırlayacak”[321]
cümlesinde Tanrısal Mesih’in yolunu hazırlayacak Vaftizci Yahya’ya hitap
edilerek İsa’nın gelişine atıf yapılmaktadır. Öte yandan hem Malaki hem de
İşaya peygamberlerin, Mesih’ten önce, O’nun gelişine dair halkı önceden ahlaki
ve ruhani bakımdan hazırlaması için gönderildiği iddia edilir[322].
Görüldüğü üzere burada da tanrısal bir Mesih’e işaret vardır. “İşte,
habercimi senin önünden gönderiyorum; ‘O önden gidip senin yolunu hazırlayacak’
diye yazılmış olan sözler onunla ilgilidir”[323]cümlesi
de aynı ifadelerle gelecek olan Mesih’ten bahsetmektedir.
Evanjelistlere
(dört İncil yazarları anlamında) göre İsa’nın kendisi onun tanrısal oğulluğunun
delilidir. Zira İlâhî Elçi olduğu için O sahte delil olamaz. Böyle bir iddia
genişletilirse öncelikle, O’nun Filipus Kayseriyesi’nde havârilerine,
İnsanoğlu’nun kim olduğunu sorması üzerine aldığı cevaplar dikkat çekicidir[324].
Sinoptiklerin hepsinde yer alan bu hadiseye göre havâriler, başkalarına onun
peygamberlerden biri olduğu cevabını vermelerine karşın, İsa’nın kendilerini
sıkıştırması[325] üzerine
Petrus, “Sen ey İsa! Yaşayan Tanrı’nın oğlusun”[326]cevabını
vermiştir. Nitekim bu cevap onu diğer peygamberlerin üstüne koymuş, yani
Tanrı’nın evladı yapmıştır. Bu ilâhî oğulluk sadece havârilerin lideri (Simun
olduğu ifade edilir)’ne özel bir vahiyle bildirilmiştir ki ;
“bunu
sana açan et ve kan değil, göklerde olan babamdır”[327]
cümlesinden çıkabilecek bir anlam da, İsa’nın özel bir şekilde vahyedilen bu
ünvanı açıkça üstlendiği, gerçek anlamda Tanrı’nın oğlu olduğunu kabul
ettiğidir[328].
İkinci
olarak, O’nun başkalarının kendisine bu ünvanı takmalarına ve gerçek oğul
olarak anladıkları bu kişiye tapınmalarına izin verdiği görülmektedir.
Fırtınadan sonra denizde havârileri ona “Gerçek sen Tanrı’nın oğlusun”[329]
demişlerdi. Golgota yani Kafa Kemiği denilen yerde:
“İsa'yı
bekleyen yüzbaşı ve beraberindeki askerler, depremi ve öbür olayları görünce
dehşete kapıldılar, ‘Bu gerçekten Tanrı'nın Oğlu'ydu!’ dediler”[330];
Markos;
İncil’ine,
“Tanrı'nın
Oğlu İsa Mesih'le ilgili Müjde'nin başlangıcı “[331]
diyerek başlamıştır. Şeytanın farazi
(hipotetik) tanıklığında,
“O
zaman Ayartıcı yaklaşıp, ‘Tanrı'nın Oğlu'ysan, söyle şu taşlar ekmek olsun’
dedi” [332]
şeklinde hitap edilmiştir.
Ayrıca
İsa’nın düşmanlarının hepsi ona Tanrı’nın oğlu olarak hitap etmişler ve saygı
göstermişlerdi:
“Oradan
geçenler başlarını sallayıp İsa'ya sövüyor, ‘Hani sen tapınağı yıkıp üç günde
yeniden kuracaktın? Haydi, kurtar kendini! Tanrı'nın Oğlu'ysan çarmıhtan in!’
diyorlardı”[333].
İsa
açıkça bu ünvanı üstlenmiş, Tanrı’dan daima Benim Babam olarak bahsetmiştir:
“Bana, 'Ya
Rab, ya Rab!' diye seslenen herkes Göklerin
Egemenliği'ne
girmeyecek. Ancak göklerdeki Babam'ın isteğini yerine getiren girecektir”[334].
Üçüncü
olarak, İsa’nın kendisinin Tanrısal Oğulluğu’na tanıklığı Sinoptiklerde
yeterince açık olmakla birlikte Yuhanna’da daha da nettir.
“Tanrı’nın
Oğlu’yum, dediğim için siz Baba’nın takdis edip dünyaya gönderdiği zata mı:
Küfrediyorsun, diyorsunuz? Eğer Babamın işlerini yapmıyorsam, bana iman etmeyin
Baba’nın bende, benim Baba’da olduğumu bilip anlayasınız”[335]
cümlesinde
İsa Mesih, dolaylı bir açıklıkla bu ünvanı üstlenir. Başka bir tanıklık da
İsa’nın, Kudüs’te bir körü tedavisinin öyküsünde gerçekleşir:
“Onu
dışarı attıklarını İsa duydu; ve kendisini bulup dedi: Sen İnsanoğlu’na iman
ediyor musun? O cevap verip dedi: Ya Rab, kimdir ki, ona iman edeyim? İsa da
dedi: Hem O’nu gördün, hem de seninle konuşan O’dur. Ve o: Ya Rab, iman ederim,
dedi; ve O’na secde kıldı”[336].
Bu
anlatıma göre İsa, tapınmaya izin vererek Tanrısal oğulluk iddiasına imalı bir
onay vermiş olmaktadır.
Dördüncüsü,
İsa, Tanrısal Oğulluğu iddiasında samimidir ve mecazi bir ifade kullanmaz;
düşmanlarının da bu iddiasını tasdik ettikleri söylenebilir. Rivayete göre
Yahudiler onu açıkça konuşturmak için yakalamaya çalışmış ve onunla Süleyman’ın
revaklarında görüşmüşlerdir. Ondan eğer Mesih ise bunu açıkça söylemesini
istemişler[337]; O da, “Baba
ve Ben biriz” cevabını verince Yahudiler saldırmaya yeltenmişlerdir[338]. Sonunda
Yahudiler onun Tanrı olduğunu itiraf etmiş[339]
ve hatta onu Tanrı’ya küfretmekle ve insan olduğu halde Tanrı olduğunu iddia
etmekle suçlamışlardır[340]. Yine
İsa, iki kez Sanhedrin’de göründüğünde de Tanrı olduğunu dile getirmiştir[341]. Ayrıca
İsa’nın burada Başkahin’e verdiği cevap bir sorgulamadan öte onay
niteliğindedir[342].
Yahudiler’in onun kendini Tanrı’ya eşit kılmaya çalıştığını anladıkları
rivayetler arasındadır:
“Dediğiniz
gibi Tanrı’nın oğlu Mesih benim. Yüceliğim şu an insan bedeninde saklıdır;
yalnızca bir insan olarak görünüyorum. Beni alçaltıldığım günlerde
görüyorsunuz. Ama siz Yahudiler’in Beni, yüceltilmiş olan, Tanrı’nın sağında
her bakımdan eşit bir şekilde oturan ve göğün bulutları üzerinde gelen olarak
göreceğiniz gün yaklaşıyor”[343].
İsa’nın
Sanhedrin’den sonra ikinci kez görünmesi, birincisi gibi olmuştur. Kendisine
ikinci defa Tanrı Oğlu oluşu sorulduğunda “Söylediğiniz gibi, ben O'yum”[344] cevabını
vererek, kendisinin Tanrı’ya eşit olduğunu iddia etmiş ve nihayetinde de
Tanrı’ya küfretmekle suçlanmıştır.
Beşinci
olarak, İsa için Tanrı’nın Oğlu ünvanına dair kullanımlar delil olarak
gösterilebilir. Melek Cebrail Meryem’e, oğlunun “En Yüce’nin Oğlu”
olarak çağrılacağını açıklar: “O büyük olacak, kendisine 'Yüceler Yücesi'nin
Oğlu' denecek. Rab Tanrı O'na, atası Davut'un tahtını verecek”[345].
Tanrı’nın Oğlu olarak taşıdığı kimlik ve Davut’un tahtına oturma hakkına sahip
oluşu O’nun Mesihliğinin kanıtı şeklinde yorumlanmaktadır[346].
Yine, “Kutsal Ruh senin üzerine gelecek, Yüceler Yücesi'nin gücü sana gölge
salacak. Bunun için doğacak olana kutsal, Tanrı Oğlu denecek”[347]
cümlesinde Tanrı’nın beden alışı ile ilgili açık bir ifade bulunmaktadır. Zira
Meryem’den doğacak olan Oğul, Tanrı’nın beden almış görüntüsü olacaktı[348]. Öte
yandan “Söz, insan olup aramızda yaşadı”[349]
ifadesine göre, İsa Bethlehem’deki yemlikte bebek olarak doğduğunda ‘Söz’ ‘insan’
olduysa da, o, zaten cennette Tanrı’nın oğlu olarak Baba ile daima var olmuş;
sadece şimdi dünyaya insan suretinde gelmeyi seçmiş ve insanlarla birlikte
yaşamıştır. Tanrı, insanlar arasında insan olarak yaşamıştır. Buradaki ‘yaşadı’
sözcüğü ‘tapınağını kurdu’ ya da ‘çadırını kurdu’ anlamında
yorumlanmış ve neticede bedeni otuz üç yıl boyunca insanların arasında yaşadığı
çadırı olarak tasavvur edilmiştir[350].
Öte
yandan İsa’nın, Petrus, Yakup ve Yakup’un kardeşi Yuhanna’yı alarak yüksek bir
dağa çıktığında yüzünün güneş gibi parladığını, giysilerinin ışık gibi bembeyaz
olduğunu ifade eden cümleler, yeryüzünde yaşanmış mükemmel bir yaşamın
mucizesinin, yani Tanrı Oğlu oluşunun kanıtı olarak kabul edilmektedir[351]. Her ne
kadar bütün gerçek inanlılar Tanrı’nın oğulları olsa da, İsa’nın, Baba’nın
biricik ve eşsiz Oğlu olduğu düşünülür. Nitekim, Tanrı’nın O’nun gibi bir başka
oğlunun olmadığına, dolayısıyla İsa’nın eşsiz bir yere sahip olduğuna, hatta
Tanrı Oğlu olarak Tanrı’ya eşit olduğuna inanılır[352].
Aynı şekilde İsa’nın vaftizinde ve yüceltilmesinde, cennetten geldiğine
inanılan sesin İsa’ya ithafen ‘Sevgili Oğul’ ve ‘O’ndan hoşnudum’ ifadelerinin[353] İsa’nın
tanrısallığının kanıtı olduğu iddia edilir. İsa sudan çıkar çıkmaz göklerden
Tanrı’nın ruhunun güvercin biçiminde inip üzerine konduğu, eski antlaşmadaki
kişilerin ve eşyanın ‘kutsal yağ’la kutsanması gibi onun da Kutsal
Ruh’la Mesih olarak kutsandığına inanılır.
Altıncı
olarak, Yuhanna’nın tanıklığında İsa varlık öncesi mevcut olan tanrısal bir
varlık olarak tanımlanır. “Başlangıçta Logos (Kelâm) vardı ve Logos Tanrı
ile birlikteydi ve Logos Tanrıydı”[354]
ifadesiyle başlayan İncil’e göre Logos ete bürünerek insanların arasında
yaşamıştır[355] ve onun
adı İsa Mesih’tir[356]. “Kendisi
Tanrı olan ve Tanrı’nın bağrında bulunan Oğul (İsa Mesih). Böylece Tanrıyı
ifşa etti”[357]
cümleleriyle Yuhanna, varoluş öncesi (pre-existent) bir varlık olarak[358] İsa’nın,
kendisini Oğul ya da bedenlenmiş ilâhî Oğul, Tanrıyı ise Baba’sı olarak takdim
ettiğini gösterir[359].
Yuhanna’nın Oğul ifadesini özel bir anlamda kullandığı da dikkat çekici bir
husustur. Zira tüm insanlar Tanrı’nın çocuklarıdır, fakat oğulları değil; Oğul
olan yalnızca İsa Mesih’tir[360]. Bu
doğrultuda İsa, Baba ile kendisinin bir olduğunu vurgulamaktadır[361].
Yuhanna,
İsa Mesih ile Baba’nın birliğini İsa ile Filip arasında geçen bir hikaye ile
anlatmaktadır:
“Filipus,
‘Ya Rab, bize Baba'yı göster, bu bize yeter’ dedi.
İsa,
‘Filipus’ dedi, ‘Bunca zamandır sizinle birlikteyim. Beni daha tanımadın mı?
Beni görmüş olan, Baba'yı görmüştür. Sen nasıl, 'Bize Baba'yı göster' diyorsun?
Benim Baba'da, Baba'nın da bende olduğuna inanmıyor musun? Size söylediğim
sözleri kendiliğimden söylemiyorum, ama bende yaşayan Baba kendi işlerini
yapıyor. Bana iman edin; ben Baba'dayım, Baba da bendedir. Hiç değilse bu
işlerden dolayı iman edin [362].Ben
Baba’dayım; Baba da Ben’dedir”[363]
Burada
Baba ile Oğul arasındaki yakınlığın tanımlandığı, ayrı kişilikler olmalarına
rağmen nitelikleri ve istekleri bakımından bir oldukları iddia edilmekte;
İsa’nın konuşabilecek ve mucizeleri yapabilecek güce sahip olduğu, ancak
dünyaya Yahve’ye hizmet etmek için geldiği şeklindeki açıklamayla da bu iddia
desteklenmeye çalışılmaktadır.[364]
Yukarıdaki ifadelere ilaveten, Tanrı’nın Oğlu’nun gelmiş olduğu, Gerçek Olan’ın
tanınması için insanlara anlama gücü verdiği, varlığın Gerçek Olan’da yani İsa
Mesih’te olduğu iddia edilmiş ve İsa Mesih gerçek Tanrı ve Sonsuz Yaşam olarak
nitelendirilmiştir[365]. Ruhsal
gerçeklerin açıklandığı Yuhanna Mektubunun son kısmında ise ‘beden alma’,
üçüncü ve son yüce gerçek şeklinde tanımlanır. Yuhanna, Gnostiklerin
reddettiği, İsa Mesih’in Tanrı olduğu ve sonsuz yaşamın yalnızca onda bulunduğu
öğretisini savunmaktadır[366].
Mektuplarında
kendisini, çarmıha gerilerek ölen ve sonra tekrar dirilen Rab İsa Mesih’in
mesajını vazetmek üzere görevlendirilen kişi[367]
şeklinde tanımlayan Pavlus, İsa için ‘Rabbim, Rabbimiz’[368]ifadesini
kullanır. Ona göre tek bir Rab vardır, o da İsa Mesih’tir; her şey onun
aracılığıyla yaratılmıştır[369].
Pavlus’a göre Rab İsa Mesih, tarihsel İsa’nın aksine varlık öncesi var olan
(pre-existant) tanrısal bir varlıktır[370]
ve Tanrı Oğlu’dur[371]. Ancak
bu oğulluğun bir evlat edinme şeklinde olmadığı, O’nun Baba’nın Kendi Oğlu
olduğu iddia edilir[372].
Meleklerin de, Tanrı’nın evlat edindiği çocukları olmalarına, yani kendilerine
bahşedilen hür iradeleriyle Baba’nın tabiatına intibak etmelerine rağmen,
Tanrı’nın kendi çocukları şeklinde düşünülmezler. İsa ise, Tanrı’ya meleklerden
daha yakın olan biricik evlat konumundadır. Meleklere tapınılmaz, ama Baba’ya
tapınıldığı kadar İsa’ya da tapınılır. Pavlus, Horeb Dağı’nda Musa’ya ‘kimsem
O’yum’ diyenin de O olduğunu iddia ederek İsa’yı Yahve ile ilişkilendirir[373]. Pavlus,
Koloseliler’e Mektup’ta Eflatuncu felsefeyi benimseyen bazı ayrılıkçıları fani
dünyanın yalancı felsefesine dalmaları hususunda uyarır[374]
ve onlara İsa’nın her şeyin üstüne olduğunu hatırlatır[375].
Meleklere tapınmada ısrar edenleri uyarıp bütün ibadetlerin ancak Mesih için
olabileceğini vurgulayarak İsa’nın tanrısallığına imada bulunduğu gibi[376], her
şeyi hatta melekleri bile İsa’ya dayandırır[377].
Pavlus’a
göre o, her şeyden önce var olandır ve her şey onun aracılığıyla yaratılmıştır.
Oğul İsa Mesih, görünmez Tanrı’nın görüntüsü, gücü ve hikmetidir[378]. Öte
yandan Pavlus’a göre Rab İsa, Baba Tanrıyla insanlar arasında aracı bir
varlıktır[379]. Tanrı,
Oğlunu insanları kurtarmak amacıyla yeryüzüne göndermiştir[380].
Oğul, insanlığın kurtuluşu için yeryüzünde yaşamış, çarmıha gerilerek ızdırap
çekmiş ve ölmüştür. Ölüm sonrası yeniden dirilerek de ilâhî aleme yükselmiş ve
Baba Tanrı’nın sağına oturmuştur. İşte İsa’nın kutsal ruh sayesinde ölümden
dirilişi, Tanrı Oğlu olduğunun ilanıdır[381].
Kilise
Babaları ve genel konsiller gelenek ya da yazılmamış Tanrı Sözü’nden
kaynaklanan iki temel kaynaktır. Bazı tarihçilere göre ilk asrın Hıristiyanları
İsa’yı sadece peygamber olarak nitelendirseler de genel itibariyle Kilise
Babalarının İsa Mesih’in tanrısallığı öğretisinde pratikte hemfikir olduğu
iddia edilmektedir.[382]
Hıristiyan
kaynaklarına göre insânî ve tanrısal tabiatın tek bir bedende var olması
problemi, Filistin’de doğan Nâsıralı İsa’nın kendini hem Tanrı hem insan olarak
sunmasıyla başlar. Zira o dönemde Filistin’de yaygın olan Yahudiliğin bir ve
tek tanrı inancına aykırı bir durum olarak ortaya çıkan bu inancın iman unsurlarını
Yunan felsefesi’nin inceliklerine alışmış olan elit bir tabaka akılcı bir dille
açıklamaya başlamıştır. İncil’in doktrinel muhtevasını felsefi terimlerle ifade
bazında ortaya çıkan ayrılıkçı küçük gruplar her ne kadar Hıristiyanlığın
kitlesel bütünlüğü yanında küçük kalsalar da zaman zaman kilise birliğini
sarsacak hareketliliğe neden olurlar.
Antikite
denilen dönemden itibaren bilhassa IV. yüzyıl. da itizal hareketlerinin ivme
kazanması nedeniyle huzursuzluğu gidermek ve Hıristiyan birliğini sağlamak üzere
bir takım konsiller toplanmıştır. Doktrin Konsilleri[383]de
denilen bu konsillerde alınan kararlar iman ve disiplin hususunda Katolik
Kilisesi’nin başlıca dayanaklarıdır. Tarihin ilk konsili kabul edilen ve M.S.
325’te toplanan İznik Konsili’nde Baba ve Oğul’un tabiatı problemi tartışılmış
ve ‘Homoousios’ kelimesi önerilmiştir. Her ikisinin de aynı cevherden
olduğunu iddia eden bu formül Hıristiyan inanç sistemine (credo) sokulmuş ve
yüksek sesle okunmuştur. Hıristiyan Kilisesi ‘Baba ve Oğul’un’ ayrı cevherden
olduğunu iddia ettiği için İznik Konsili’nde aforoz edilen Aryüs ile bir dönem
uğraştıktan sonra Kutsal Ruh’un, teslisin ikinci uknumunun bir yaratığı
olduğunu iddia eden başka bir itizal hareketi ortaya çıkmıştır. Belli başlı
propagandacısı İstanbul piskoposu Makedonyon olan bu itizal hareketi için pek
çok mahalli konsil toplanmış, nihayet M.S. 381’de I. İstanbul konsili toplanmış
ve Makedonyon itizali reddedilerek İznik Credosu’na kutsal ruhun tanrısal
tabiatını belirten ifadeler konulmuştur[384].
V.
yüzyıl.da Kilise birliğini ve Ortodoks Hıristiyan imanını tehlikeye sokan,
teslisin üç uknumunu değil de daha çok İsa’nın bizzat şahsiyetini hedef alan
bir tehlikenin baş göstermesi ve itizal hareketlerinin yaygınlaşması üzerine
M.S. 431’de Efes’te genel bir konsil toplanmıştır. İskenderiye ve İstanbul
ekollerinin rekabeti nedeniyle çalkantılı geçtiği ifade edilen konsil sonucunda
konsil babaları, katolik imanını, “İsa’nın tek kişilikli iki tabiatlı
olduğu” şeklinde izah etmişlerdir[385].
M.S. 451’de toplanan Kadıköy Konsili’nde ise Papa I. Leon’un gönderdiği
dogmatik mektup okunmuş ve oy birliği ile onun, resmi ortodoks katolik inancını
ifade ettiği kabul edilmiştir:
“Hepimiz
ittifakla bir ve tek oğul İsa’yı kabul ediyoruz. Ve yine onun, bir tek şahısta
birleşmiş iki tabiatını kabul ediyoruz. Bu tabiatlar, kendi arasında
birleşmemiş, bölünmemiş, ayrılmamış ve değişikliğe uğramamıştır”[386].
Bu
doktrini O’Collins şöyle açıklamaktadır:
“İsa
Mesih’in iki tabiatında tek bir şahsı vardır. Bir kişi anlamındaki hipostatis,
gerçek bir kişi anlamındaki şahıs teriminden daha geniş bir kullanıma sahiptir.
Her şahıs bir hipostatis olabilir; ancak her hipostatis bir şahıs olamaz.
Kadıköy öğretisinden, bedenlenen Tanrı Kelâm’ının sadece bir şahıs olduğu,
fakat iki nesneye sahip olduğu anlamı çıkarılabilir. O bir ‘kim’ dir; ancak ‘
neler’e sahiptir. Biz tekliği şahsa referansla tanımlarız, ikiliği ise
tabiatlara referansla tanımlarız”[387].
Bu karar 681’de toplanan III. İstanbul’da
Konsili’nde:
“İsa’da
bölünmeyen, ayrılmayan ve birbirine karışmayan iki iradeyi ve iki tabi enerjiyi
kabul ediyoruz. İki irâde, insânî irâde gibi, tanrısal iradeyi takip eder ve
ona tabi olur”[388].
sözleriyle
tamamlanır.
İsa’nın
tabiatının tartışıldığı Antikite Konsilleri Ortaçağda yerini siyasi ve milli
menfaatlere dayanan konsillere bırakmıştır. 15. yüzyıl. da ise İsa’nın
tabiatıyla ilgili karar alan Floransa Konsili (1439-1442) dikkat çeker. İznik
metropoliti Bessarion ve Rum yüksek papazlarının etkisiyle kabul edilen bir
formüle göre:
“Kutsal
Ruh (Esprit-Saint), tabiatı ve cevheri içinde Babadan ve Oğuldan aynı anda
çıkmıştır ve devamlı da ikisinden bir tek Spiration’la tek prensip olarak
çıkmaktadır”[389].
Son
olarak I. ve II. Vatikan konsillerinde, iradesinin sırrını bizzat ortaya
koymak Tanrı’nın hoşuna gittiği ve görünmeyen Allah’ın kendi Kelâmı ile her
şeyi yarattığı, atalara başka bir yaratılışla kendini gösterdiği, onların
düşüşünden sonra bir kefaret vaat ettiği, büyük bir millet yapmak üzere
İbrahim’i davet ettiği, bu milleti Hz. Musa ve diğer peygamberler vasıtasıyla vaat
edilmiş kurtarıcıyı kabul etmeleri için eğittiği yönünde görüş beyan
edilirken; bazı teologlar Pavlus’un İbraniler’e mektubundaki ifadelerine
dayanarak Ebedi Kelâm Oğul’un kurtuluşu tamamlamak üzere Baba tarafından
gönderildiği ve Tanrı’nın Oğul aracılığıyla insanoğluyla konuştuğu şeklinde
yorumlamışlardır[390].
3. İsa Mesih’in İnsânî Kişiliği
Gnostiklerin
öğrettiği kötülüğün tabiatı sorununu, bugün heretik kabul edilen Basilides,
Marcion ve Manichaean gibi Hıristiyan bilim adamları ‘ölümcül düşüncenin
hatası’ şeklinde tanımlamaktadırlar. Onlara göre Tanrı olarak İsa Mesih
maddi bir bedene sahip olamaz ve onun bedeni sahtedir. Valentinus’un da içinde
bulunduğu diğer bir grup ise İsa’nın dünyevi olamayan bir bedene sahip olduğunu
kabul eder. Öyle ki İsa Meryem’den doğmamıştır sadece onun boş bedeni Meryem’in
vücudundan geçmiştir. Apolloniaristler İsa’nın sıradan bir bedeni olduğunu
kabul etmekle birlikte, onun insânî bir ruhu olduğunu reddederler. Onlarda
rasyonel düşüncenin yerini Tanrısal tabiat almıştır. Oysa İsa’nın gerçek bir
insan olduğuna dair Tanrı Kelâmı’nın sayısız yazılı ve sözlü kanıtı vardır. İsa
karakterinin Yeni Ahit’teki ünvanı İnsanoğlu’dur. Çünkü pek çok yerde İsa
kendisini İnsanoğlu olarak tanıtır. “O’nun yaşamı, ölümü ve
dirilişi bir yalan olsaydı O ve O’nun dini boş olurdu”[391]cümlesi
İsa dini ne kadar gerçekse İsa’nın bedeninin de o kadar gerçek olduğunu ima
etmektedir. Aziz Augustinus da,
“Tek
Tanrı ve Tanrı’yla insanlar arasında tek aracı vardır. O da insan olan ve
kendisini fidye olarak sunmuş bulunan Mesih İsa’dır”[392]
; “Ellerime, ayaklarıma bakın; işte benim! Dokunun da görün. Hayaletin eti
kemiği olmaz, ama görüyorsunuz, benim var”[393].
cümlelerinden
hareketle İsa’nın bir hayal ürünü olarak tasavvur edilmesinin ciddi bir hata
olacağı ve İsa’nın bir hata olarak kabul edilmesi sonucunda gerçekdışı olması
gerektiği yorumunu yaparken ki, bu, İsa’nın bedeninin hayal olmadığını
savunanların dayanağıdır[394]. İsa’nın
insânî ruhu hususundaki iddialar da yine Kutsal Kitaba dayandırılır. İsa
“Ölesiye kederliyim”[395]
ve “Şimdi yüreğim sıkılıyor”[396]
gibi ifadeleriyle sadece insan ruhuna has üzülme ve hastalanma gibi duyguları
olduğunu belli etmiştir. Ayrıca İsa’nın Meryem’den[397],
sonuç itibariyle bir kadından doğumu[398]ve
İbrahim’den[399] Davud’a[400]kadar
ulaşan bir soy ağacına dair bilgilerin Kitab-ı Mukaddes’te yer alması, onun
insânî yönünün Kutsal Kitap tarafından da onaylandığının bir ifadesidir.
İsa
Mesih’in annesi Meryem Yusuf ile nişanlıdır, ancak onlar birlikte yaşamadan
önce Meryem Kutsal Ruh’tan bir çocuk yapmıştır. Dürüst bir adam olan Yusuf,
Meryem’i toplumsal bir rezalete maruz bırakmak istemediği için onu sessizce
oradan uzaklaştırmayı planlamaktadır. Ancak bunu yapmaya karar verdiği anda
Rabbin meleği rüyasında görünüp ona;
“Yusuf,
Davud’un oğlu, Meryem’i kutsal ruha gebe kaldığı için eşin olarak almaktan
korkma. O bir erkek çocuğu doğuracak ve sen de onun adını İsa koyacaksın. O
insanları günahlarından kurtaracak”[401]
diyerek
Meryem’i götürmesini engeller.
İsa,
Kral Hirodes’in zamanında doğmuştur ve kahinler onun doğduğunu yıldızlar
vasıtasıyla öğrenmişlerdir. Ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan İsa’yı Yusuf,
rüyasında kendine bildirildiği üzere Mısır’a kaçırır. Hirodes’in ölümünü
müteakiben bir rüya üzerine geri dönmeye niyet eder, ancak yeni kral
Arhelaos’tan çekindiği için Galile’ye gider. Burada Nâsıra şehrine yerleşir[402]. İsa’nın
delikanlılığa geçiş ve eğitimine dair ilk bilgi, 12 yaşına geldiğinde ailecek
Küdüs’e Fısıh Bayramı için gitmesidir. Bir süre orada kaldıktan sonra dönüşte
kaybolan İsa’yı ancak üç gün sonra mabette rahiplerle tartışırken bulurlar[403]. Öte
yandan Kilisenin uydurma saydığı İbrani Tomas İncili’nde bazı mucizevi
olaylardan da bahsedilir. Örneğin beş yaşında derenin kenarında çamurla oynayan
İsa’nın, kutsal sayılan Cumartesi gününde 12 serçe figürü yaptığı için Yusuf’a
şikayet edildiği, Yusuf’un kendisini azarlaması üzerine, serçelere ‘gidiniz’
dedikten sonra her birinin canlanıp uçtuğu rivayet edilir[404].
Yine başka bir rivayete göre henüz 5 yaşındayken çevrenin en meşhur
öğretmenleriyle ilmi tartışmalara girişmiş ve çocuk yaştayken ölüleri
diriltmiştir[405].
Bütün
Kanonik İnciller’de, çölde insanları vaftiz eden ve günahların bağışlanması
için tövbe vaftizini vaaz eden Vaftizci Yahya’dan bahsedilir:
“Bütün
Yahudiye köylüleri ve bütün Yeruşalimliler ona çıkıyorlardı ve günahlarını
itiraf edip Erden ( Ürdün) ırmağında onun tarafından vaftiz oluyorlardı”[406].
İşte
o günlerde İsa da Galile’nin Nâsıra şehrinden gelip Ürdün’de Yahya tarafından
vaftiz olur. Bu esnada gökler açılır ve Allah’ın ruhunun güvercin gibi üzerine
indiği ve ona “sevgili oğlum budur ve ondan razıyım”[407]
dediği görülür. Bunun üzerine Yahya ona “ben senin tarafından vaftiz
olunmaya muhtacım, sen bana mı geliyorsun?” diyerek önüne geçmek ister ve beklenen
Mesih’in o olduğunu dile getirir[408].
Bu olayın aynı zamanda İsa’da Mesihlik şuurunun doğmasına neden olduğu iddia
edilir[409].
İsa’nın tebliğ görevine başlaması
Yahya’nın tutuklanmasından sonradır. 30’lu yaşlarında gezici vaiz olarak
tebliğini gerçekleştirdiği dönemlerde İblis, İsa’yı denemek amacıyla çöle sevk
eder. Orada kırk gün kırk gece oruç tuttuktan sonra yine İblis onu, kendisine
tapması için zorlar(........... )
Galile denizinin kenarında gezerken balıkçılık
yapan
iki kardeşi (Petrus ve Simun) yanına alır. Daha sonra onlara Yakup ve Yuhanna
da katılır[410].
Galile’de öğretisini vazetmeye başlayan İsa yüksekçe bir tepeye çıkar ve
şakirtlerine nasihatlerde bulunur. Dağdan inince bir cüzzamlıyı, bir
hizmetçiyi, Petrus’un kaynanasını ve pek çok hastayı iyileştirir.
İsa,
insanlardan tövbe etmelerini ister, ahir zamanda kurulacağına inandıkları
Tanrısal Krallık’ın yakında gerçekleşeceğini, ona hazırlık gerektiğini vaaz
eder[411]. Öte
yandan Tevrat’a bağlılığını ifade etmekle birlikte yeni bir kitaptan da
bahsetmez[412]. Kendisine
gelen vahyin kendisi veya başkaları tarafından yazılması için gayret gösterdiği
gibi daha ziyade havârileriyle insanları çevresine toplayıp, onlara gelecekte
olacaklardan haber verir. Kendisinden mucize bekleyenlere, halk arasındaki bazı
hastalıkları tedavi ederek[413], az bir
yiyecekle büyük kalabalıkları doyurarak[414]
deliller gösterir.
Belirtilmek
gerekir ki İsa, Cumartesi yasağına rağmen hastaları tedavi ederek ve şeriatın
zaruret hallerinde yumuşatılabileceğine dair yorumlar çerçevesinde geleneksel
Yahudilik’e karşı geldiği gibi Yahudi Meclisi görüşlerine de itibar etmemekte
ve yeni yorumlar yapmaktadır. Bilhassa Mesihlik iddiası ciddi hoşnutsuzluklara
neden olmuş ve nihayet 12 havârisinden biri olan Yahuda İsakaryot’un da
yardımıyla yakalanıp, kararı önceden verilmiş Yahudi Yüksek Mahkemesi’nce idama
mahkum edilmiştir. Bu idam cezası iki eşkıya ile birlikte çarmıha gerilerek
infaz edilmiştir[415].
İncilller’de
ilk bakışta İsa, hayattan zevk alan, neşeli, başkaları üzerinde nüfuz kazanmak
isteyen, başkalarını memnun etme çabasında olan bir şahsiyet [416] olarak
kaşımıza çıkar. Son akşam yemeğinde dahi başına neler geleceğini bildiği halde
sevincine ölçü olmadığı ileri sürülür[417].
Öte
yandan İsa, vaazlarında insanlara düşmanlarını sevmelerini ve hatta onlara
yardıma muhtaç olduklarında yardım etmelerini, kendilerine lanet edenlere hayır
dua etmelerini, hakaret edenlere dua etmelerini[418]
insanları ne olursa olsun, gerekirse defalarca affetmelerini[419] öğütler
kendisinin de en kötü şartlarda dahi bağışlayıcı olduğu İncil metinlerinden
anlaşılmaktadır:
“İsa, ‘Baba,
onları bağışla’ dedi. ‘Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar’.
O'nun
giysilerini aralarında paylaşmak için kura çektiler”[420].
Ayrıca
İsa’nın, birisi kendisine haksızlık ettiği zaman, o haksızlığı, o adamın
hayatında derin bir ihtiyaç bulunduğuna bir alamet olarak telakki ettiği ifade
edilir[421]. Öyle ki
o, kendisine yapılan haksızlığı değil, böyle bir şeyi yapacak kadar cahil ve
bozuk ahlaklı bir insânîn haline acımaktadır. Nitekim Yahuda onu ele verdiğinde
kendisine yapılan haksızlığa değil, Yahuda’nın bir hain olmasına
kederlenmiştir:
“İnsanoğlu,
belirlenmiş olan yoldan gidiyor. Ama O'na ihanet eden adamın vay haline!”[422]
Bütün
bağışlayıcılığı ve merhamet duygularının yanında İsa, kötülüğü savunanlara ve
şahsen maruz kaldığı kötülükten ziyade başkasına zarar verenlere öfkesini
göstermekten kaçınmayan öfkeli bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır:
“İsa
yine havraya girdi. Orada eli sakat bir adam vardı. Bazıları İsa'yı suçlamak
amacıyla, Şabat Günü hastayı iyileştirecek mi diye O'nu gözlüyorlardı. İsa, eli
sakat adama, ‘Kalk, öne çık!’ dedi. Sonra havradakilere, ‘Kutsal Yasa'ya göre
Şabat Günü iyilik yapmak mı doğru, kötülük yapmak mı? Can kurtarmak mı doğru,
can almak mı?’ diye sordu. Onlardan ses çıkmadı. İsa, çevresindekilere öfkeyle
baktı. Yüreklerinin duygusuzluğu O'nu kederlendirmişti. Adama, ‘Elini uzat!’
dedi. Adam elini uzattı, eli yine sapasağlam oluverdi. Bunun üzerine Ferisiler
dışarı çıktılar, İsa'yı yok etmek için Hirodes yanlılarıyla hemen görüşmeye
başladılar”[423].
“İsa
öğrencilerine şöyle dedi: ‘İnsanı günaha düşüren tuzakların olması
kaçınılmazdır. Ama bu tuzaklara aracılık eden kişinin vay haline! Böyle bir
kişi bu küçüklerden birini günaha düşüreceğine, boynuna bir değirmen taşı
geçirilip denize atılsa, kendisi için daha iyi olur”[424].
İsa,
hizmet ettiği gayeye sadakatiyle bütün insanlığa bir örnek oluşturmaktadır.
Zira daha çocuk yaşındayken kendini Babasının işine vakfetmiştir[425]. Onun
gayesi Allah’ın melekûtunun yer yüzünde hakim olması, şahsi hayatta ve bütün
insanların toplumsal münasebetlerinde barışın yer tutması olarak
yorumlanmaktadır. .Her sadakatin nasıl ki bir bedeli varsa ve ciddi bir sabır
ve tahammül gerektiriyorsa,
İnciller’de
yer alan bilgiler ışığında İsa’nın
da çetin bir dayanma gücü olduğu
belirtilmektedir[426].
İkiyüzlülük
ve samimiyetsizlikten nefret eden İsa için, gizlide gören ve yüreğe bakan
Baba’nın takdirini kazanmayan bir hareketin memnun edici olmadığı, dolayısıyla
yalnız Allah’ın gözünde salih olmanın tatmin edici olduğu ifade edilmektedir[427]. Nitekim
vaazlarında insanları sahtekarlık, gösteriş, ikiyüzlülük ve övgü kazanmak için
ibadet ve iyilikten men etmiştir:
“Bu
nedenle, birisine sadaka verirken bunu borazan çaldırarak ilan etmeyin.
İkiyüzlüler, insanların övgüsünü kazanmak için havralarda ve sokaklarda böyle
yaparlar. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır. Siz sadaka
verirken, sol eliniz sağ elinizin ne yaptığını bilmesin. Öyle ki, verdiğiniz
sadaka gizli kalsın. Gizlice yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir."
"Dua ettiğiniz zaman ikiyüzlüler gibi olmayın. Onlar, herkes kendilerini
görsün diye havralarda ve caddelerin köşe başlarında dikilip dua etmekten zevk
alırlar. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır. Ama siz dua
edeceğiniz zaman iç odanıza çekilip kapıyı örtün ve gizlide olan Babanız'a dua
edin. Gizlilik içinde yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir”[428].
Yine
İncil’de yer alan:
“Sahte
peygamberlerden sakının! Onlar size kuzu postuna bürünerek yaklaşırlar, ama
özde yırtıcı kurtlardır. Onları meyvelerinden tanıyacaksınız. Dikenli
bitkilerden üzüm, devedikenlerinden incir toplanabilir mi? Bunun gibi, her iyi
ağaç iyi meyve verir, kötü ağaç ise kötü meyve verir. İyi ağaç kötü meyve, kötü
ağaç da iyi meyve veremez. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılır”[429].
gibi
pek çok cümleden onun, yürekten yapılmayan bir iyilik veya yürekten söylenmeyen
güzel bir sözün anlamlı olamayacağını dile getirdiği anlamı çıkarılabilir.
Ölüme gittiği anda dahi, yalan söylemektense ölüme gitmeyi tercih etmesi,
cesaretinin ve yalandan ne
kadar
nefret ettiğinin bir kanıtı olarak kabul edilebilir. Zira şeriatini yaymaktan,
o dönemin toplumuna ve geleneklerine karşı gelmek pahasına vazgeçmemiş, doğru
bildiğini yapmaktan ve yaymaktan geri durmamıştır.
İnciller’de
anlatılan İsa’nın İblis’le imtihanında, İblis’in bütün uğraşlarına rağmen hiç
bir şekilde yanılgıya düşmemesi, onun nefsine ne derece hakim bir insan
olduğunun delili olarak sunulur[430]. Nitekim
o, kendini tamamen Baba’ya adamış, nefsi arzu ve isteklerinden gayesi için
sıyrılmış bir Oğul görünümündedir ve vaazlarında da nefsi, “insandan çıkan,
tabiatında kötü olan bir şey” şeklinde tanımlayarak insanları ona uymamaya
davet eder:
“İsa
şöyle devam etti: ‘İnsanı kirleten, insânîn içinden çıkandır. Çünkü kötü
düşünceler, fuhuş, hırsızlık, cinayet, zina, açgözlülük, kötülük, hile,
sefahat, kıskançlık, iftira, kibir ve akılsızlık içten, insânîn yüreğinden
kaynaklanır. Bu kötülüklerin hepsi içten kaynaklanır ve insânî kirletir’. İsa
oradan ayrılarak Sur bölgesine gitti. Burada bir eve girdi. Kimsenin bunu
bilmesini istemiyordu, ama gizlenemedi”[431].
“
Sizi engerekler soyu! Kötü olan sizler nasıl iyi sözler söyleyebilirsiniz?
Çünkü ağız yürekten taşanı söyler. İyi insan içindeki iyilik hazinesinden
iyilik, kötü insan içindeki kötülük hazinesinden kötülük çıkarır”[432].
Bütün
İnciller’de İsa’nın şefkat ve sevgisi pek çok kez dile getirilse de, İsa’nın
merhametine en çok değinen İncilin Yuhanna’ya ait olduğu dikkat çekmektedir[433].
İnciller’de yer alan ifadelerde o, şakirtlerine karşı daima sevgi ve şefkat
besleyen, hatta onların ayaklarını elleriyle yıkayabilen geçek bir dost[434] olarak
tanımlanabilmekle birlikte, “dostluğunun herkese yönelik olduğu, ancak
yalnız kendisinin yüksek şartları altında onunla birleşmeye razı olanlarla dost
olduğu” [435] da
belirtilmektedir. Öte yandan bazı İncil metinlerinde İsa, sevgisi olmadığı
takdirde, alim olsa bir hiç olacağını; melek olsa söylediklerinin bir bakır ya
da zil sesinin yaptığı etkiden öteye geçemeyeceğini dile getirmektedir:
“İnsanların
ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bakırdan ya da
zilden farkım kalmaz”[436].
Bu
dünyayı gayesini gerçekleştirmek için bir basamak kabul eden İsa için mal, mülk
ve servetin bir anlam ifade etmediği, hatta vaazlarında örneklendirdiği bazı
mesellerinden anlaşıldığı üzere servetine güvenip Allah indinde zengin olamayan
bir adama akılsız diye hitap ettiği görülmektedir:
“İsa
onlara şu benzetmeyi anlattı: ‘Zengin bir adamın toprakları bol ürün verdi.
Adam kendi kendine, 'Ne yapacağım? Ürünlerimi koyacak yerim yok' diye düşündü.
Sonra, 'Şöyle yapacağım' dedi. 'Ambarlarımı yıkıp daha büyüklerini yapacağım,
bütün tahıllarımı ve mallarımı oraya yığacağım. Kendime, ey canım, yıllarca
yetecek kadar bol malın var. Rahatına bak, ye, iç, yaşamın tadını çıkar
diyeceğim.' Ama Tanrı ona, 'Ey akılsız!' dedi. 'Bu gece canın senden istenecek.
Biriktirdiğin bu şeyler kime kalacak?' Kendisi için servet biriktiren, ama
Tanrı katında zengin olmayan kişinin sonu böyle olur”[437].
Yukarıdaki
ifadelerden de yola çıkılarak İsa’nın, dünya hayatını önemsemeyen, hatta
bugünkü manastır kültürünün belki de dayanağı kabul edilebilecek bir rindâne
hayatı tavsiye ettiği öne sürülebilir. Yine bütün insanlığın günahının kefareti
için çarmıha gerilmeyi göze alması onun insanlara ne kadar önem verdiğinin bir
ölçüsü olarak da kabul edilmektedir[438].
Hıristiyanlık’ta
ister kanonik ister apokrif literatürde olsun, İsa’nın kimliğine dair pek çok
ünvan dikkat çekmektedir. Bilhassa Yeni Ahit’te İsa için İnsanoğlu[439],
Tanrı
Oğlu[440],
Rab[441],
Mesih[442],
Peygamber[443],
Davud Oğlu[444]
gibi tanımlamalara sıkça rastlanmakla birlikte, referanslarını Eski Ahit’ten
alan Mesih ve Yahve gibi ünvanlar da kullanılmaktadır. Bu
nitelendirmeler metnin yazıldığı dönem ve cemaate göre değiştiği gibi, İsa’nın
kendisini nasıl tanımladığı daha öne çıkmaktadır.
İbranice
‘kutsanmış bir’ anlamındaki Mashiakh[445]
kelimesinden gelen Mesih kavramının, Yahudi geleneğinde iki şekilde
kullanıldığı bilinir. İlkine göre Mesih, Yahudiler’in beklediği ‘eskatoljik
bir şahsiyet’tir. İbrani İncili’nde fenomenal kabul edilebilecek
referanslara sahip olduğu için bu kavram kutsal kitap postbiblical kabul
edilir[446]. Zira
Mesih, geleneksel olarak Kral Davud’un soyundan gelen kimse olarak kabul
edilmekte ve dolayısıyla İsrail’in meşru hükümdarı olmaktadır[447].
Geleneksel
olarak Mesih, sürgünü sona erdirecek, Yahudiler’i yabancı boyunduruğundan
kurtaracak ve tekrar İsrail topraklarında onları toplayarak Mabed’i inşa
edeceğine inandıkları tamamen insânî bir figürdür. Gelecek olan Mesih’in,
Yahudi gerçeğini tüm dünyaya göstereceğine ve barış, huzur ve adaleti
sağlayacağına inanılır[448].
Yahudilerin bu beklentilerinden hareketle bir ‘Mesih-Kral’dan
bahsedilebilir. Zira Eski Ahit’te meshedilme veya meshedilmiş olma terimleri
genellikle İsrailoğulları kralları için kullanmaktadırlar. Dolayısıyla söz
konusu kavramın Saul, Davud ve Süleyman’dan Yehoaz’a kadar krallık yapan
şahıslar için kullanıldığı söylenebilir[449].
Bu bağlamda Yahudi Geleneğinin Eskatolojik Mesihinin de üstleneceği misyonun daha
çok askeri ve politik bir misyon olacağı ifade edilmektedir[450].
Diğer
taraftan Yahudi geleneğinin Mesih beklentisinin dışında bir de Peygamber
beklentisi söz konusudur ki bu peygamberin ikinci bir Musa olacağı düşünülür[451]. Başka
bir düşünceye göre ise beklenen peygamberin, ikinci kez dünyaya gelecek olan
İlyas olması gerekmektedir[452].
Hıristiyanlık’ta
İsa’da ifadesini bulan Mesih ünvanını İsa’nın kendisi için kullandığına dair
bir netlik yoksa da pek çok Hıristiyan araştırmacı, Hıristiyan cemaatinin
İsa’ya Mesihlik payesini bir gecede vermesinin gereksiz ve mantıksız olacağını
iddia etmektedir[453].
Bilhassa Sinoptik İnciller’de İsa’nın Mesihliğine dair net bir ifade
bulunmamaktadır. Zira kendisi için “insanoğlu” ve “peygamber” terimlerini
kullanan İsa, Mesih ünvanını kullanmamıştır. Ancak diğer bir araştırmacı
grubuna göre, İnciller’de ima şeklinde de olsa İsa’nın Mesih olduğunun kanıtı
niteliğinde cümleler mevcuttur[454].
Nitekim, “O da onlara, ‘Siz ne dersiniz, sizce ben kimim?’ diye sordu.
Petrus, ‘Sen Mesih'sin’ yanıtını verdi”[455]
cümlesinde de görüldüğü üzere Petrus’un Mesih’i tanıdığı rivayet edilmektedir.
Luka rivayetinde Petrus’un İsa’yı “Tanrı’nın Mesihisin”[456],
Matta’da ise İsa’nın “Yaşayan Tanrının Oğlu Mesih”[457]
olarak tanımladığı görülmektedir. Bütün bu rivayetlerde, Petrus’un cevabı
üzerine İsa’nın, onu kimseye bir şey söylememesi konusundan uyardığı
belirtilmektedir[458]. Tomas
İncilinde ise, “beni kime benzetiyorsunuz?” diye soran İsa’ya Petrus, “sen,
bilge bir filozof gibisin” derken Tomas; “efendim, senin kim olduğunu
söylemeye dilim varmıyor” diye cevap vermiştir[459].
Belirtmek
gerekir ki yukarıdaki ifadelerin hiç birinin İsa’nın Mesihliğine kanıt
olamayacağı da iddia edilmektedir[460].
Söz konusu iddiaya göre cümlelerin hiç birinde
İsa,
kendisinin Mesih olduğunu ne söylemiş, ne de söyleyeni onaylamıştır. İncil
cümlelerinde daha çok Petrus’un İsa hakkındaki kanaati üzerinde durulmaktadır.
Yine, İsa’nın Petrus’a kendisiyle ilgili tespitini kimseye söylememesi
hususundaki uyarısı da, İsa’nın Mesihlik yakıştırmasını kabul etmediğinin
kanıtı sayılabilir. Diğer taraftan, İsa’nın bunu kabul ettiği var sayılsa dahi,
öğrencilerinden bu konuda kimseye bir şey söylememelerini istemesi, böyle bir
tespiti doğru bulmadığının göstergesidir.
İsa’nın
Mesihliğine ilişkin ikinci bir rivayet ise Sanhedrin’de yargılanma sürecinde
geçen ifadelerde yer alır. Zira yargılanan İsa, baş kahinin “Yüce olanın
oğlu Mesih sen misin?” şeklindeki sorusuna “benim” diye cevap
vererek Mesihliğini onaylamıştır[461].
Ancak bazı araştırmacılar İsa’nın söz konusu cevabının da tartışmalı olduğunu
savunmaktadır. Buna göre “benim” ifadesinin Ârâmice ve Yunanca’da hem “öyleyim
hem de öyle miyim” şeklinde anlaşılabileceği iddia edilmektedir[462]. Öte
yandan yargılanma esnasında kendisine Mesihliğini soran baş kahine kendisiyle
ilgili insanoğlu nitelendirmesinde bulunması[463],
onun Mesih tanımlamasını kullanmadığının bir ifadesi olduğu söylenebilir.
Gündüz’e
göre İsa’nın, kendisiyle ilgili ifadelerinde Mesih tanımını kullanıp
kullanmadığının belirsizliği yanında, bu niteliği gizlice kabul ettiği
varsayıldığında, ortaya Yahudi geleneğindeki hangi Mesih anlayışına dahil
olduğu sorunu çıkmaktadır. Zira Hıristiyan ilâhîyatçı Dodd’un, İsa’nın Mesih
niteliğini eskatolojik bağlamda Mesih- Kral olarak değil, Rabbin
Hizmetçisi anlayışı çerçevesinde kabul edişini, Pavlus’un beklenen
Mesih-Kral şeklindeki hitabına İsa’nın şiddetle karşı çıkarak, kendisiyle
ilgili birçok ifadesinde hizmetçi ya da Rabbin Hizmetçisi
nitelendirmesiyle örneklendirdiğini ileri sürer. Ancak Gündüz, Dodd’un İşaya’dan
verdiği örneklerle delillendirmeye çalıştığı Rabbin Hizmetçisi
nitelendirmesini, Mesih kavramı yerine kulanılan bir nitelik görünümünde olduğu
için kabul etmez. Çünkü Gündüz’e göre Rabbin Hizmetçisi bağlamındaki
Mesihlik niteliği değil, Rabbin Hizmetçisi özelliğini de içeren bir
Peygamber-Mesih kavramının olması gerekmektedir. Zira sık sık İşaya peygambere
ve sözlerine atıfta bulunan İsa, kendi hareketlerini temellendirmeye çalıştığı
gibi, İşaya ile arasındaki bir benzerliğe de dikkat çekmektedir:
“Rabbin
ruhu benim üzerimdedir. Çünkü O, beni müjdeyi yoksullara iletmek için meshetti.
Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak
için, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak için, Rabbin lütuf yılını ilan etmek
için beni gönderdi”[464].
Burada,
İsa’nın da İşaya gibi bir peygamber olarak meshedilmiş olabileceğini iddia
edilmektedir[465]. Sonuç
olarak, İsa’nın kendisiyle ilgili Mesih tanımlamasında bulunup bulunmadığı
tartışmalı bir husus olsa da, Mesih kavramı İncillerde İsa’ya atfen yaklaşık
540 ayette yer almaktadır.
İsa’nın
hem insânî hem de ilâhî olmak üzere iki tabiatı bulunduğunu varsayan Hıristiyan
düşüncesine göre, insânî tanımlamada yaygın olan ve Ârâmice “Bar Naşa” kelimesinden
gelen “insanoğlu” terimi İsa’nın insânî yönünün ifadesidir, ve İsa bu
ünvanla insânî tabiatına atıfta bulunmaktadır. Başka bir iddiaya göre ise
İnsanoğlu terimi “kendisine saltanat, hükümranlık verilen” anlamına
gelmektedir[466]. İsa’nın
yargılama gücü ve hükümranlık hakkı olduğu için kendisini “insanoğlu”
şeklinde tanımladığını ileri süren bu iddia bazı Eski Ahit ifadelerini de
referans göstermektedir:
“Gece
görümlerimde İnsanoğluna benzer birinin göğün bulutlarıyla geldiğini gördüm.
Eskiden beri var Olan'ın yanına doğru ilerledi, O'nun önüne getirildi”[467].
J.
Hick’e göre İsa gerçek bir Tanrı olduğunun farkında olduğu için, kendini en iyi
tanımlayan ‘insanoğlu’ terimini kullanmıştır. Zira Eski Ahit geleneğinde yaygın
olan Tanrıların Oğulları ifadesindeki “oğullar” terimi yaratıklar
manasına da gelmektedir. Dolayısıyla İsa bu tanımı kullanarak kendisinin de
insan cinsine ait bir yaratık olduğunu ifade etmiştir[468].
İnsanoğlu
ifadesi kadar olmasa da, gerek Sinoptik gerekse Apokrif incillerde İsa için
kullanılan diğer bir terim de ‘peygamber’dir. Markos İncili’nde, İsa’nın
kimliğine ilişkin üç ihtimal ileri sürülmektedir.
Bunlardan
ilki O’nun Yahya olduğu ihtimalidir ki halka göre Yahya, öldükten sonra İsa
suretinde tekrar dirilmiştir:
“Kral
Hirodes de olup bitenleri duydu. Çünkü İsa'nın ünü her tarafa yayılmıştı.
Bazıları, ‘Bu adam, ölümden dirilen Vaftizci Yahya'dır. Olağanüstü güçlerin
onda etkin olmasının nedeni budur’ diyordu”[469].
İkinci
iddiaya göre o, İlyas peygamberdir:
“Öğrencileri
şu karşılığı verdiler: Kimi Vaftizci Yahya, kimi İlyas, kimi de Yeremya ya da
peygamberlerden biridir diyor”[470]
Son
iddiaya göre ise İsa, Eski Ahit peygamberlerinden bir peygamberdir[471]. Yahya
ve İlyas şeklinde değerlendirilmesinin nedeni olarak, her iki şahsiyetle de
mesajları ve faaliyetleri yönündeki paralellik gösterilmekte; yaşadığı toplumda
yaygın Baal kültüne karşı mücadele eden ve Kenaniler ve Fenikelileri paganizm
ve politeizmden kurtulmaya, monoteizme bağlanmaya davet eden bir peygamber olan
İlyas olduğu yönündeki iddianın nedeni de ahlaki yapı ve sosyal adaletin önemini
ısrarla vurgulayarak bunun gerçekleşmesi için mücadele eden İlyas’ın yaşamının
sonuna ilişkin Eski Ahit’te onun kasırgalar arasında ilâhî aleme yükseldiğinin
ifade edilmesidir:
“Onlar
yürüyüp konuşurlarken, ansızın ateşten bir atlı araba göründü, onları
birbirinden ayırdı. İlyas kasırgayla göklere alındı”[472].
Yine,
İncillerde geçen pek çok cümle, halkın İsa’yı peygamber olarak algıladığının
bir kanıtı sayılabilir. Nitekim Kudüs’e girdiğinde halkın onu “Galile’nin
Nâsıra kentinden bir peygamber”[473]
şeklinde tanımladığı, Yahudi din adamlarıyla tartıştığınde onu tutuklamak
isteyenlerin, onun peygamber olduğunu düşündükleri için bu niyetlerinden
vazgeçtikleri[474] ve ölü
bir genci diriltmesine tanık olanların onun peygamber olduğuna hükmettikleri[475] rivayet
edilmektedir:
“Ve gücenip O'nu reddettiler.
Ama
İsa onlara şöyle dedi: ‘Bir peygamber, kendi memleketinden ve evinden başka
yerde hor görülmez”[476]
“İşte
bunun için size peygamberler, bilge kişiler ve din bilginleri gönderiyorum.
Bunlardan kimini öldürecek, çarmıha gereceksiniz. Kimini havralarınızda
kamçılayacak, kentten kente kovalayacaksınız”[477].
“Bunun
üzerine İsa'nın yüzüne tükürüp O'nu yumrukladılar. Bazıları da O'nu tokatlayıp,
‘Ey Mesih, peygamberliğini göster bakalım, sana vuran kim?’ dediler”[478].
Hıristiyan
geleneğinde İsa ile ilgili olarak kullanılan diğer bir ünvan da Tanrı Oğlu
terimidir. Sinoptik İnciller’de az olmakla birlikte Yuhanna İncili’nde pek çok
yerde bu ifadeye rastlanmaktadır. Bu unvan sayesinde, Tanrı’nın İsa ile benzeri
olmayan, içten bir ilişki oluşturduğu, ezelî ve yaratılmamış mesajının İsa’da
varolduğu ve Tanrı Oğlu teriminin karşılıklı ve içten bir aşinalık (İsa
Pederi tanır) ile bir birlik azmini (İsa Yalnız Allah’ın istediğini yapar)ima
ettiği dile getirilmektedir[479].
Çeşitli
kaynaklarda, Sinoptik İnciller’de İsa ile ilişkili olarak “oğul, oğlum
ve Tanrı Oğlu” terimlerinin 35 kez geçtiği ifade edilmektedir[480]. Oğul
terimi ile ilgili en önemli rivayetlerden biri İsa’nın vaftizi sırasında,
yarılan gökten beyaz güvercin suretinde çıkan Ruhun, İsa’nın üzerine doğru
inmesi ve gökten “sen benim sevgili oğlumsun” diyen bir sesin
işitilmesini anlatan İncil metinleridir[481].
İncil yazarları pek çok yerde İsa’yı Tanrı Oğlu şeklinde nitelendirseler de,
İsa’nın bu terimi bizzat kendisi için kullandığına kanıt olabilecek metinlerin
Sinoptiklerde yer almadığı iddia edilmektedir[482].
Zira ya şeytan, ya kötü ruhlar ve melek gibi metafizik varlıklar ya da İsa’nın
çevresindeki bazı kişiler onun için Tanrı Oğlu terimini kullanmışladır:
“Simun
Petrus, ‘Sen, yaşayan Tanrı'nın Oğlu Mesih'sin’ yanıtını verdi.[483]
İsa'ya, ‘Ey Tanrı'nın Oğlu, bizden ne istiyorsun?’ diye bağırdılar. ‘Buraya,
vaktinden önce bize işkence etmek için mi geldin?’[484] Kötü
ruhlar O'nu görünce ayaklarına kapanıyor, ‘Sen Tanrı'nın Oğlu'sun!’ diye bağırıyorlardı”[485].
Kilise
babalarından Aziz Thomas Aquinas’a göre de Tanrı’ya Baba, İsa Mesih’e de Oğul
ismini veren Kutsal Kitap’tır. Zira Kutsal Kitap’ta Oğul’u Baba’dan başkasının
bilemeyeceğini dile getiren ifadelerle[486]
Mesih’in Tanrı’nın Oğlu[487] olduğu
açıkça ortaya konulmaktadır.
Öte
yandan Aquinas sadece Yeni Ahit metinlerinin İsa’dan Tanrı Oğlu olarak
bahsetmediğini, Eski Ahit’in de İsa Mesih’ Oğul diye hitap ettiğini iddia
etmektedir[488].
Aquinas’a göre Eski Ahit’teki Eğer biliyorsan, O’nun adı nedir? Oğlu’nun adı
ne?’[489]
ve Rab, bana, ‘Sen benim Oğlumsun’ dedi[490]
cümleleri İsa Mesih’in Tanrı Oğlu olduğuna işaret etmektedir[491].
İsa
için kullanılan diğer bir ünvan da Rab sıfatıdır. Yetki ve otoriteyi ima eden
bu sıfatın İsa’ya Tanrı tarafından ölülerden dirildiği an verildiğine
inanılmaktadır[492]. Ayrıca
bu unvan, İsa’nın, Tanrı ile insanlar arasındaki tek aracı olduğu yönündeki
Hıristiyan inancının da delilini oluşturabilir.
Kutsal
Kitap metinlerinde halkın pek çok kereler kendisine Rab[493]
diye hitap etmesinin yanında kendisinin de bu tabiri benimsediği anlamı çıkar.
Zira havârileri ile yediği son yemekte onların ayaklarını yıkamış ve “Siz
beni Öğretmen ve Rab diye çağırıyorsunuz. Doğru söylüyorsunuz, öyleyim”[494]
diyerek Rab olduğunu kabul etmiştir.
Yuhanna
İncili’nde geçen
“Kelâm
beden olup inayet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu. Biz de O’nun
izzetini Baba’nın biricik Oğlu’nun izzeti olarak gördük.”[495]
ifadesi Hıristiyanların İsa’yı Tanrı
Kelâmı olarak görmelerine neden olmuştur.
Böylece
İsa Tanrı Kelâmının yerleştiği bir varlık hükmündedir ve Tanrı’nın hikmetini
yaratırken araç ettiği bu ebedi mesaj, İsa’da beden olmuştur. Nitekim İsa’da
insan olan Tanrı’nın ebedi mesajı her insan gibi yaşamak için çalışmış, çile
çekmiş ve ölmüştür. Diğer insanlardan tek farkı günah işlememiş olmasıdır.
Diğer
taraftan İsa, İncil metinlerinde, yukarıda ifade edilenlerden başka pek çok
ünvan ve yakıştırma ile anılmaktadır. Hatta pek çok İncil metninin İsa’yı Tanrı
olarak tanıttığı söylenebilir. Zira İncil’de Mesih’e verilen isimler sadece
Tanrı’ya atfedilecek türdendir[496]. Bazı
cümlelerde kendi başına var olan[497],
her yerde bulunan[498], her
şeyi bilen[499], her
şeye gücü yeten[500] ve
sonsuz yaşama sahip olan[501] gibi
sıfatlarla tanıtılmaktadır. Bunların dışında İsa, İşaya Peygamber’in bahsettiği
Tanrı’nın sadık kulu anlamında Rabbin Kulu olarak da anılmaktadır[502]. Bu öyle
sadık ve itaatkar bir kuldur ki, masum olduğu halde, kavminin işlediği
günahların yükünü üstlenecek ve çektiği ızdırapla kavmini kurtaracaktır. Tüm
İncillerin, İsa’nın ızdırap ve ölümü İşaya’da bahsedilen cefâkar kula uygun
şekilde dile getirdiğine inanılır[503].
4. Hipostatik Birlik
Tanrı
ve insan olan İsa’nın tek ve aynı kişide fiziksel birleşmesi anlamına gelen
hipostatik birlik, iki tabiat ya da doğanın tek bir kişiymiş gibi birleşimi
şeklinde tanımlanır[504]. Yani
İsa Mesih’in şahsında Tanrı’nın insanda, insânîn da Tanrı’da olduğu bir
birleşmedir. Nitekim Nâsıralı İsa ile her an her yerde bulunabilen ve evrenin
asıl yaratıcısı olan Tanrı’nın Bir’de olduğu inancı Hıristiyanlığın
temel dogması kabul edilmektedir[505].
Ortodoks
Kristolojisi’ne göre, bu teklik şahsın tekliği olarak kabul edildiği gibi,
ilâhî ve insânî iki doğanın İsa Mesih’in şahsında bir arada bulunduğu şeklinde
de ifade edilmektedir[506].
Dolayısıyla Ortodoks Kristolojisi açısından İsa, hem ilâhî hem de insânî bir
kişiliktir. Zira Tanrı önce de vardır ve bütün insânî oluşumlara göre daha
üstündür. Bu bağlamda Ortodoks teologların, insânî ve ilâhî yaratılışların
varoluş öncesi ilâhî doğa olarak İsa’nın şahsında birleşiminden bahsetmeyi
doğal buldukları söylenebilir. Zamanla kesinleşen anlam, şu anda İsa kavramının
“bedene bürünmesi” ya da “cisimleşmesi”dir[507].
Athanasian
Âyini[508]’ninde
geçen ifadelerde iki yaratılışın birleşmesinin, ete bürünen Tanrının
konuşmalarıyla değil, tanrıyı içeren adam tarafından tamamlandığı iddia
edilmektedir[509].
Latince
communicatio idiomatum, yani niteliklerin birleşmesi anlamına
gelen hipostatik birliğe dair net ifadelere Yeni Ahit’te nadiren rastlansa da
Tanrı ile İsa arasındaki ilişkinin tanımlandığı ve çoğunun ima edildiği genelde
kapalı imaların yer aldığı birkaç pasaj vardır:
“Başlangıçta Söz vardı,
Söz Tanrı ile birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O Tanrı ile
birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz
olmadı...........................
Söz insan olup aramızda yaşadı. O’nun
yüceliğini-
Baba’dan gelen, lütuf ve gerçekle dolu biricik Oğul’un yüceliğini- gördük”[510].
“Görünmez
Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O’dur. Nitekim yerde ve gökte,
görünen ve görünmeyen her şey- tahtlar, egemenlikler, yönetimler,
hükümranlıklar- O’nda yaratıldı. Her şey O’nun aracılığıyla ve O’nun için
yaratıldı. Her şeyden önce var olan O’dur ve her şey varlığını O’nda
sürdürmektedir... Çünkü tanrılığın bütün doluluğu bedence Mesih’te bulunuyor”[511].
“Bu
son çağda da her şeye mirasçı kıldığı ve aracılığıyla evreni yarattığı kendi
Oğlu’yla bize seslenmiştir. Oğul Tanrı yüceliğinin parıltısı, O’nun varlığının
öz görünümüdür. Güçlü sözüyle her şeyi devam ettirir”[512]. Yuhanna’nın
“Söz beden oldu[513], başlangıçta
O, Tanrı ile birlikteydi[514] , her
şey O’nun aracılığıyla var oldu[515]
ve baba ve ben biriz”[516]gibi
ifadelerle hipostatik birleşmeyi desteklemektedir. Aziz Pavlus’un tanıklığında
da İsa Mesih, “Tanrı özüne sahip olduğu halde... kul özünü alıp insan
benzeyişinde doğarak ululuğu...”[517]
bir yana bırakan Tanrı-İnsan’dır.
5. İnkarnasyonun Doğası
İsa
Mesih’in Tanrısal tabiatı ile insânî tabiatının İsa’da birleşmesi gerçeği
olarak da tanımlanabilen İnkarnasyonun en önemli sorununun, insânî ve tanrısal
doğanın aynı ve bir kişide birleşme şekli olduğu kabul edilir. Zira Hıristiyan
kaynaklarına göre kendini hem Allah, hem de insan olarak takdim eden İsa’nın bu
ifadesi Tek Tanrı inancı ile bağdaşıp bağdaşmaması sorununu ortaya çıkarmıştır.
Nihayet
farklı görüşler çerçevesinde birleşme ve benzeri doktrinel sorunların
tartışıldığı çeşitli toplantılar düzenlenmiş ve bölünmeler ortaya çıkmıştır.
İlk Hıristiyan cemaatinin İsa’nın ölümünü müteakip, Havâriler tarafından
yapılan Yeruşalim Toplantısı’ndan sonra ikiye bölünmesi de ilk örnek kabul
edilebilir[518]. Bu
ayrılıkların mensupları, kitle Hıristiyanlığının yanında küçük gruplar olmaktan
kurtulamasalar da, zaman zaman Kilise birliğini bozacak boyutlara ulaşmıştır.
İmparatorluk sınırları içinde baskı ve takiplere maruz kalan ilk dönem Hıristiyanları
içinse ihanete uğramak anlamına gelen bu Rafıziler zamanla çeşitlenmiş ve pek
çok yandaş bulmuştur.
Eski
Ahit’in Tanrı’sını reddederek Eflatun felsefesi ile Hıristiyanlığı birleştiren
Gnostisizm ve biri kötü, diğeri iyi olan iki Tanrı olduğunu, İsa’da bedenlenen
İyi Tanrı’nın ne dünyanın yaratılışında ne de insânîn yaratılışında bir rolü
bulunmadığını savunan Markiyonizm ilk dönem rafizileri arasında kabul
edilmektedir[519]. İkinci
yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve Aryenizm’in doğuşunu da etkileyen Üniteryan
hareketi ise, Tanrı’nın bir olduğunu, ancak insan İsa’nın vaftiz sayesinde
Tanrısal Ruh’a büründüğünü ve dolayısıyla İsa’ya tam olarak Tanrı demenin
yanlış olacağını ileri sürerek dogma konusundaki parçalanmaların zeminini
hazırlamıştır. Tanrısal tabiat hakkındaki tartışmalara bir yenisini ekleyen
Monarkyanizm ise Tanrı’nın tek olduğunu, fakat uluhiyet sıfatına da sahip
olduğunu iddia eder. İkinci yüzyılda ortaya çıkan Monarkyanlar’a göre Tanrı,
tek olarak bazen ‘baba’, bazen ‘Oğul’ ve bazen de ‘Kutsal Ruh’ olarak tezahür
eder[520]. Bazı
II. ve III. dönem Hıristiyan teologları ise Tanrı’nın birliğini belirtmek
isteyerek teslisin ikinci uknumunun birinciye bağlanmasıyla ortaya çıkan
benzeri pek çok görüşle birlikte, İskenderiye Kilisesi Rahiplerinden Aryüs’un
bu iddialara bir formül kazandırmasıyla tartışmalar içinden çıkılmaz bir hal
almıştır. Zira Aryüs bu birleşmeyi:
“Eğer
baba oğulu meydana getirdiyse, oğulun varlığının bir başlangıcı olacaktı.
Netice itibariyle, hulül etmiş olan kelime ebedi değildir. Allah
yaratılmamıştır, doğmamıştır,başlangıcı yoktur. Oğul babadan çıkmamıştır ve
Baba ile de karışmamıştır. Çünkü böyle düşünüldüğünde baba, birleşmiş,
bölünebilir,değişken bir varlık olmuş olur”[521].
ifadeleriyle
reddetmiş, Oğul’u Baba’ya bağlamış ve Oğul’a ancak dolaylı olarak Allah
denilebileceğini iddia etmiştir. Aryüs’un görüşlerinin M.325 İznik Konsili’nde
reddedilmesi ve ‘Oğul’un varlığının bir başlangıcı olduğu’ şeklindeki
düşüncesinin de aforoz edilmesiyle Kilise birliğini tehdit eden heretik[522]
yani itizâlî görüşler daha da dikkat çeker. Ancak, Aryüs’un M.325’te
kınanmasından sonra, başka hiçbir itizâlî grubun Kilise topluluğunu birleşme
hususunda bu kadar büyük boyutlarda parçalamadığı bir gerçektir. Kısa bir süre
sonra ise İsa’da iki tabiatın birleşimi gerçeği hakkındaki açıklamalardan yeni
bir itizal ortaya çıkmıştır. Aslında İznik Konsili’nin birleşmeyi
tanımladığı ancak tabiat mevzûnu açıkça tanımlamadığı ve hatta birleşmenin
fiziksel ya da manevi olduğuna dair herhangi bir beyanda bulunmadığı iddia
edilir[523]. Konsil,
iki tabiatın bir hipostatikte birleşimini açıkça tanımlar. İki karşıtlığın yan
yana oluşu fiziksel bir birleşme olarak isimlendirilirken iki tabiatın
birleşimi manevi birleşme olarak isimlendirilir.
“Bir
Rabbimiz İsa Mesih ...Gerçek Tanrı’nın Gerçek
Tanrısı
...bedenlendi, insan oldu ve acı çekti.”[524].
Bu
inanç aynı anda hem Tanrısal tabiatın hem de insânî tabiatın bir kişide
bulunması şeklinde açıklanmaktadır. Hıristiyanlık’taki Oğul’un aynı zamanda
Tanrı oluşunun tabii bir sonucu olarak, tanrısal yönünün mü yoksa insânî
yönünün mü ağır bastığına dair inancının ortaya çıkardığı teolojik tartışmalar
VIII. yüzyıla kadar yoğun bir şekilde devam etmiştir. Pek çok düşüncenin
geliştiği bu süreçte genel olarak yedi ana akım yer sıralanabilir: Gnostisizm,
Nestoryanizm, Monofizitizm, Monotelitisizm, Katolisizm ve Ebiyonizm.
Çeşitli
dini gelenekler içindeki bir gelişim ya da kültürel bir etkileşim sonucu ortaya
çıkan bir akım olan Gnostisizm, Grekçe “bilgi” anlamındaki “gnosis”
kelimesinden türemiştir. Demiurg düşüncesi, hayat ve ışık tasavvurlarına bağlı
bir yüce varlık inancı ve zıt prensipleri ifade eden bir düalizm anlayışına
sahip olan Gnostik düşünce, çok eski dönemlere, İran, Mezopotamya ile
Hellenistik kültüre ve Platoncu filozoflarla bazı Yahudi mistiklerine kadar
geri götürülebilir[525].
Son
ve gerçek şeklini Hıristiyanlıkta alan Gnostisizm, Kitab-ı Mukaddes’in
“yaratılış” düşüncesini kabul eden genel Hıristiyan görüşe karşılık, Eski Ahid
Tanrısını bu dünyanın Demiourgus’una dönüştürür[526].
Ortaya çıktığı ilk dönemlerde pek Hıristiyan düşünür Gnostisizm’e sıcak bakmış
olsa da sonraları şiddetle karşı çıkmışlardır. Ancak buna rağmen pek çok
gnostik özelliği Hıristiyanlık içinde görebilmek mümkündür. Bilhassa önceleri
Mani dinini benimseyen St. Agustinus, pek çok Maniheist unsuru Hıristiyanlığa
soktuğu bilinmektedir[527].
Maddenin
ve bu dünyanın kötü olduğuna inanan Gnostiklerin, inkarnasyon hususundaki
görüşleri İsa Mesih’in beşeri yönünün inkarı doğrultusundadır. Tabiatındaki
beşeriyeti inkar ettikleri kurtarıcı tanrı figürü İsa’nın, annesi konumundaki
Meryem’den de hiçbir insânî özelliğe varis olmadığını kabul ederler[528].
Gnostisizm’in
önemli temsilcilerinden biri kabul edilen Valentine (ö.160), İsa Mesih’in
gökten indiğini iddia eder. “İlk insan yerden, yani topraktandır. İkinci
insan göktendir”[529]
ifadesini Adem’in topraktan yaratılışına; “Gökten inmiş olan İnsanoğlu'ndan
başka hiç kimse göğe çıkmamıştır[530].
Yukarıdan gelen, herkesten üstündür. Dünyadan olan dünyaya aittir ve dünyadan
söz eder. Gökten gelen ise, herkesten üstündür[531].
Çünkü kendi isteğimi değil, beni gönderenin isteğini yerine getirmek için
gökten indim”[532].Cümlelerini
de İsa Mesih’in gökten indiğine kanıt olarak sunar. Aquinas’a göre
Valentine’nin bu iddiasının altındaki temel neden, yeryüzünde meydana gelen ve
yeryüzüne ait olan her şeyin kötü olduğu şeklindeki gnostik düşüncedir[533]. Meryem
de yeryüzüne ait bir varlık olduğuna göre Meryem’in de tabiatında kötü unsurlar
mevcuttur. Bir tanrıda kötü unsurların bulunmasının muhtemel olamayacağı
düşüncesinden hareketle Valentine, İsa Mesih’in gökten geldiğini ve Meryem’den
hiçbir insânî unsurun varisi olmadığını savunmuştur.
Gnostik
düşünce tanrısal İsa Mesih’in bedeninin et ve beden gibi somut niteliklere
bürünerek görünmüş olabileceğini; ancak fiziksel özelliklerin sadece optik bir
yanılmadan ibaret olduğunu ve görünümle ilgili bir durum olduğunu kabul eder[534].
Aquinas
ise bu iddiayı Kitab-ı Mukaddes cümlelerine dayanarak çürütmeye çalışır. Ona
göre eğer İsa Mesih’in gerçek bir bedeni yoksa o bir insan değil, sadece bir
görüntü olmalıdır ki böyle bir iddia, “Ellerime, ayaklarıma bakın; işte
benim! Dokunun da görün. Hayaletin eti kemiği olmaz, ama görüyorsunuz, benim
var”[535] diyen
İsa Mesih’e aykırı olur[536].
b.
Nestoryanizm
(Nestorianism)
Nestoryan
itizaline adını veren Nestoryus’un, Suriye Germanicia (bugün Maraş civarı)’da
doğduğu kaynaklarda geçer[537].
İmparator II. Theodosius onu Sisinnius yerine Patrik olarak seçtiğinde,
surların yakınındaki Euprepius manastırında bir keşiş ve papaz olarak yaşadığı,
kutsandığı günlerde bir Aryüs Şapel’inin yıkıldığı ve müteakip bir kaç ay
içinde Teosidos’u itizallere karşı bir ferman yayınlamaya ikna ettiği gelen
rivayetlerdendir. Öyleki seçilmeden önce diğerlerine nazaran karmaşık bir
görüntü sergileyen Nestoryus, seçilmesinin ardından hemen faklı bir pozisyon
almış ve Aryüsçüler ile diğer heretiklere karşı ezici bir kampanyaya
girişmiştir. Hellespont’taki Macedonion kiliselerini zapteden ve Asya
ortalarında kalan Qrartodecimanlarına karşı önlemler aldığı ifade edilen Nestoryus,
428’lerin sonunda ya da 429’un ilk yarısının sonunda teotekos kelimesine karşı
ilk ünlü vaazını vermiştir. İstanbul’da ( Konstantinapol) büyük bir heyecana
neden olduğu ve nihayetinde Aziz Celestine’nin doktrini mahkum etmesiyle 430
yazında düzenlenen konsil sonucunda da suçlu bulunup ve mahkum edildiği
bilinmektedir[538].
Rivayete göre yukarı Mısır’a sürgün edildikten 5 yıl sonra 441 yılında ölmüştür[539].
Netoryus,
Antakya okulunun temsilcisi olarak İsa’da hem insânî hem de tanrısal tabiatın
karışımını reddetmiştir[540]. Ona
göre yaratılan, yaratılmayan tarafından doğurulmaz. Yani Tanrı üç dört aylıktır
diyemeyiz. Theotokos ifadesi yerine Christotokos kelimesini önermiş ve İsa’nın
daha çok insânî özelliklerini tercih etmiştir[541].
Nestoryus’un Theotokos hakkındaki açıklamaları daha önce bu ifadeyi kullanan
pek çok ortodoks teoloğun tepkisine neden olmuştur. Onun düşüncelerinin en
büyük düşmanı olarak da İskenderiyeli Cyrill dikkat çeker. Zira 430
Ağustos’unda Papa Celestin Nestoryus’u mahkum ettiğinde, Cyrill de aynı yıl 12
aforozu ilan etmiştir[542].
Nestoryus,
İskenderiye teologlarının İsa’nın ilâhîliğini vurgulamalarına karşılık, İsa’da
sadece Allah’ın kelimesinin bulunduğu bir insandan başka bir şey olmadığını
vurgulayarak onun insânîliğini yüceltmiştir[543].
Nestoryus
ile Cyril’in tartışmasının merkezinde İsa’da iki tabiatın ilişkisi vardır ve bu
iki teologun görüşleri antik kristolojinin İskenderiye ve Antakya gibi iki ana
ekolü arasındaki ayrılıkları temsil eder. İlki Mesih’in insânîliğine ve
idiyomatik komünyonun (communicatio idiomatum) hiç bir gerçekliğinin olmadığına
vurgu yapar ya da komünyonun tek bir tabiattan diğerine olduğuna vurgu yapar.
Özetle Nestoryus, Kelâm’a ilişkin doğma ya da acı çekme gibi isnatlardan hiç
hoşlanmamıştır. İkincisi ise, Mesih’in asıl olarak tanrısallığına vurgu yapar[544].
Cyril’in, Nestoryus’un düşüncesini bir evlat edinme (adoptianism) olarak
algıladığı ifade edilmektedir. Zira Baba, insan
İsa’yı
evlat edinmiş ve onu oğlu yapmıştır. Öte yandan modern araştırmacıların
Nestoryus’a ait Heracleides Kitabını keşfettikleri öne sürülmektedir ki, bu
kitapta o, mahkûm edildiği heretikliği inkar eder[545].
Nestoryus’un,
Tarsuslu Diodore ve Mopsuestialı Theodore’nin kristolojisinden etkilendiği
söylenir. Diodore, Mesih’i tanrısal ve insânî iki tabiata sahip bir varoluş
olarak tanımlamış ve Tanrısal Logos’un Meryem’den doğan İsa’nın bedeninde içkin
olduğunu, dolayısıyla insan İsa Mesih’in acısının kurbanı olduğunu ileri
sürmüştür. Böylece Logos’un tam tanrısallığı küçültücü imalardan korunmuş
olacaktır[546].
Theodore,
İsa Mesih’in tanrısal ve insânî birliğinin iki şahsın karışımından ibaret
olmadığını iddia etmeye devam etmiştir. Hayatları boyunca ortodoks sayılan
Diodore ve Theodore V. Yüzyılın kristolojik çekişmeleri içinde şaibe altında
kalmıştır. Süryani babalar Süryanice bir kelime olan kyana yı İsa’nın
tanrısal ve insânî tabiatını tanımlamak için kullanmışlardır. Süryanice
Kristolojik formül “iki hakiki Kyana tek bir parposa da değişmeksizin ve
karışmaksızın mükemmel bir şekilde birleşti” şeklindedir. Antakya İsa’nın
iki tabiatı olduğunu öğretirken (diyopisitism), İskenderiye İsa’nın iki
kişiliğe (dipositatism) sahip olması şeklinde bir öğretiyi savunmuştur[547].
Teotokos(tanrı-doğuran)
batı kiliselerinde popüler bir terimken Antakya’da kullanılmamıştır. Nestoryus,
bir insânîn kendinden önce olan bir şeyi doğuramayacağı için, Meryem’in
teotokos olarak değil de kristotokos (İsa’nın annesi, Mesih’in annesi) olarak
isimlendirilebileceğini öne sürmüş; İsa’nın iki tabiatına işaret ederek
diyofizitizmin bir şeklini geliştirmiştir. Ona göre kişi yani parposa
tektir. Ortada iki Tanrı Kelâmı yoktur. Ya da iki oğul yoktur; sadece tektir.
İskenderiye okulu buradan onun, teslisin ikinci uknumunun iki kişi, insan İsa
-ki doğmuştur acı çekmiş ve ölmüştür- ve tanrısal Logos -ki ebedi ve
başlangıçsızdır- demek istediğini anladığı belirtilmektedir[548].
Nestoryus
iki doğanın birleşimini tam bir birleşim (enosin) kabul etmese de, bir gizem ve
parçalanamaz bir birleşim(symapheian) olarak isimlendirmiştir. Ona göre iki
tabiatın birleşimi fiziksel değil, ahlakidir. Zira Varlığın ifadesinde saf bir
yanyana bulunuş (schetike) vardır. Kelâm’ın içkinliği insanlığı kurtarmak
içindir ve tanrısal etkinliğin en mükemmel görüngüsüdür. Nestoryus’a göre
Meryem Mesih’in annesidir (christotokos), tanrı doğuran değildir (theotokos).
Mesih’in iki kişilik olduğunu şiddetle reddeden Nestoryus onu, iki varoluşun
bir araya getirilmesi olarak açıklamıştır. Zira kişiliğin tekliği sadece
manevidir. Ki bu fiziksel varlık ve varoluşların birleşmesini o, yetkide, itibarda,
güçte ve varlık durumunda bir yan yana koyma olarak kabul etmiştir. Nestoryus
ne kadar bahane sunsa da kendini heretik damgasından kurtaramamış; sürekli ve
açıkça hipostatik birleşmeyi reddetmiştir[549].
Nestoryus
İznik Konsili’nin çarpıtılmasında açıkça kiliseye karşı çıkmıştır. O,
hipostatik birliği reddetmeden önce bu birleşme zamanın en büyük babaları
tarafından öğretilmişti. Aziz Hippolytus (ö.236) : “Beden (sarx) hipostatiğe
sahip olmayan Logos’dan ayrıdır. Bunun içindir ki onun hipostatiği Kelâm’dadır”.
Epiphanius (ö.403): “Logos birleşmiş beden, düşünce ve ruhtur; bir bütün ve
ruhsal hipostatiktir”. Athanasius (ö.373): “Tek karakterin acı çektiğini
söyleyip diğerinin acı çekmediğini söyleyenler hata yaparlar. Beden tanrının
kendi tabiatından olmuştur. O, Logos un tanrısallığı ile eşit derecede
sonsuzmuş gibi aynı doğadan değildir. Fakat onun tabiatıyla tanrının kendi
bedeni olur” şeklindeki görüşleri dikkat çekmektedir[550].
Antakya
ve İskenderiye okullarının ikisi de İsa’nın tabiatı üzerinde duruyorlardı.
Antakya okulunda hakim olan kanaat, İsa’nın beşeri ve insânî vasıflarının ayrı
ayrı tabiatlar taşıması, İskenderiye okulunda ise İsa Mesih’in tek tabiatlı
olduğu görüşü hakimdir. Nestoryus’un fikir babalarından biri kabul edilen
Theodoret’in, Neşideler adlı bir eserinde İsa’nın ilâhî tabiatlı olmadığını
ifade ettiği söylenir[551]. Hatta
Pavlus’un risalelerini tefsir ederken Mesih’i; Eflatun, Mani , Epiküros,
Marcion gibi bir insan olarak değerlendirdiği iddia edilmektedir[552].
Theodoret’a göre İsa’da insan ve tanrı kesinlikle birleşemezdi, hatta İsa bu
beşer yönüyle her türlü günahı işleyebilir, her insânîn etkilendiği şeylerden
etkilenebilirdi[553].
Theodoret’a
göre Kelâm olan Allah birdir, ancak İsa Mesih Kelâm değildir. Mesih önceleri
bir bedenin taşıdığı bütün şehevi arzulara sahipti. Daha sonra bu arzulardan
arınmıştır ve Allah’tan amelleri sayesinde günahlardan arınmış insan payesi
almış ve de saf bir insan olarak Baba ve Kutsal Ruh adına vaftiz olmuştur. Ona
kılınan secde kendine değil, içindeki Kelâm’adır. Kıyam ettikten sonra da
tertemiz ve kâmildir[554].
c.
Monofizitizm
(Monophysitism)
Yunanca
“bir ve tek” anlamındaki monos ve tabiat anlamındaki physis kelimelerinin
birleşiminden meydana gelen monofizit teriminden türeyen monofizitizm
akımı, İsa’da insânî ve ilâhî tabiatın birleşerek tek tabiat olduğunu savunan
görüştür[555].
Monofizitizm’in öncüsünün Laodicie[556]
piskoposu Apollinaire (ö.392) olduğu ifade edilirken[557],
sistematize edenin İstanbul’daki bir manastırın dini reisi olan Eutyches (ö.
452?) olduğu kabul edilir[558].
Nestoryus’un
mahkumiyeti iki tabiatın tek şahısta birleştiği anlayışını görünürde korumuş,
ancak dogmatik tartışmaları sonlandırmamıştı. 446’da İskenderiyeli Cyril,
Antakyalı Yuhanna ve İstanbullu Proclus ölmüş ve onların yerine Yuhanna’nın
yeğeni Domnus, Cyril’in yandaşı Dioscorus ve Proclus’un halefi olarak da
Flavian muhtemel piskoposlukları almışlardı. Flavian, II. Theodosius’un
haremağası ve sarayda etkin bir role sahip olan Chrysaphius’la iyi
geçinemiyordu. Öte yandan Chrysaphius’un vaftiz babası Eutyches da, gerek
ailesi gerek Chrysaphius sayesinde İstanbul’da etkili bir manastır reisiydi[559].
Chrysaphius,
Eutyches ve Dioscorus’un, Cyril’in On İki Aforoz’unu yeniden gündeme
getirmesiyle hareketlenen ortam, Eutyches’ın 448 Kasımında İstanbul’da, İsa’da
birleşmeden sonra iki tabiat olduğun kabul eden ortodokslara meydan okumasıyla
daha da gerilir[560]. Durumu
erken fark eden Antakyalı Theodoret, Eranistes[561]
benzetmesini yazar. Flavian’ın da kendisini aforoz etmesi üzerine Eutyches,
yüksek mahkemeye başvurur.
Bütün
bu gelişmeler üzerine huzur ortamı oluşturmak isteyen imparator II. Theodosius
Efes’te yeni bir konsilin toplanmasını ister[562].
449’da Efes’te toplanan konsile Roma piskoposu Leo da davet edilmesine rağmen
katılmaz, yerine üç tane temsilciyle birlikte bir metin (tome[563])
gönderir[564]. 449’da
Dioscorus’un başkanlığında toplanan konsil Nestoryanizm’i ve o dönemdeki
liderlerini yeniden azletmiş[565]; ancak
Haziran 450’de imparator II. Theodosius’un ölümü üzerine, onun kız kardeşi
Pulcheria ile evlenen Marcianus’un kontrolü ele almasıyla, Chrysaphius idam
edilmiş ve Eutyches de sürgüne gönderilmiştir. İktidarın da görüş
değiştirmesiyle tartışmalar yeniden alevlenmiş ve 451’de Kadıköy’de yeni bir
konsilin toplanmasına karar verilir. Dördüncü ökümenik toplantı olan Kadıköy
konsili, Efes’teki bütün kararları sistematik bir şekilde tersine çevirmiş;
Dioscorus azledilmiş ve sürgünde ölmüştür. Theodoret ve Urfalı İbas’ın
görüşleri ise yeniden kabul görmüştür[566].
Monofizitlik
bazı kaynaklarda Apollinarizm’in “uluhiyet ve ceset bir tek tabiatı
oluşturan iki kısım olduğu” şeklindeki düşüncesine dayandırılmakla
birlikte, Apollinaris, İsa Mesih’te beşeri bir tabiatın varlığını reddeder ve
zayıf üyeyi sadece bir nitelik olarak tanımlar. Yani insânîlik tabiat değil,
sadece bir niteliktir[567].
Apollinaire’e göre birleşmeden sonra insanlıktan tanrısallığa doğru bir değişim
vardır ve asıl olan tanrısallıktır. Kitab-ı Mukaddes’in “Söz insan olup
aramızda yaşadı”[568]
ifadesinin de gösterdiği gibi, Tanrı Kelâmı insan bedenine dönüşmüştür.
Monofizit
silsilenin ikinci önemli kişisi konumunda olan Cyril (375-444) ise tek tabiatı
tek şahıstan daha fazla dile getirmiştir. Kelâmın tabiatının değişmediğini,
beden olmadığını, hatta onun tam bir beşeri varlık içinde değişikliğe
uğramadığını, sadece beden ile ruhun bir olduğunu iddia etmiştir. Ona göre
Kelâm, tanımlayamayacağımız bir biçimde bizzat birleşmiş ve et de gerçek bir
ruh ile canlanmış, böylece de insanoğlu olarak nitelenmiştir[569].
Monofizit
akımın asıl kurucusu Eutyches, ki Eutychianism olarak da anılır[570], de
İsa’da tek tabiat doktrinini kabul etmiştir. Cyril gibi o da İsa’da tek bir
şahsın var olduğunu, o şahsın da tanrısal şahıs olduğunu daha da ileri giderek
birleşmeden sonra tek bir tabiatın olduğunu iddia eder[571].
Eutyches, insânî tabiatın, tanrısal tabiat içinde yok olduğuna inanır. Bunu da
denize düşen bal damlası örneğiyle açıklamaya çalışır. Nasıl ki denize
damlatılan bal suya yayılırsa, İsa’nın insânîliği de tanrısallığı tarafından
öylece emilir. Tanrısal tabiat insânî tabiat üzerine iner, iki tabiat karışır
ve tek tabiat haline gelir[572].
Bu
anlayışı reddeden genel görüş, birinin diğeri içinde kaybolmasının ancak su ve
bal gibi maddesel varlıklar için verilebilecek bir örnek olduğunu iddia ederek,
tanrısallık ve insânîlik arasında böyle bir karışımın söz konusu olamayacağını
ileri sürer. Ayrıca monofizit akımın birleşmeden sonra ortaya çıkan tek
tabiatın zayıf üyenin yok oluşundan sonra kalan üstün üyenin tekliği mi yoksa
ikisinin karışımından meydana gelen yeni bir tabiat mı olduğu sorgulanır[573].
Cyril’in
doktrinini bayraklaştıran Eutyches sapık ilan edilip aforoz edilmiştir. Efes
konsilinde Nestoryus mağlup ve mahkum edilmişti. Nestoryus’un görüşü
monofizitizmi ortaya çıkarmış, Kadıköy konsilinde ise her ikisi de mahkum
edilmiştir[574].
İçinde
Sergius ve Antakyalı Severus’un da bulunduğu pek çok Monofizit hiçbir tabiatta
bir bozulmanın meydana gelmediğini, sadece değişimin insânîlikten tanrısallığa
doğru geliştiğini ifade ederler. Birleşme anında üstün element hiçbir
değişikliğe uğramadığı gibi zayıf üye de tamamen yok olmaz. Onlara göre insânî
tabiatın yıkımı ile tanrısallığa dönüşümü farklıdır. Çünkü İsa’dakinin tabiat
değil nitelik olduğunu kabul ederler[575].
Dolayısıyla tanrı ile insânîn birleşmesi sadece bir şahıs birliği değildir;
aynı zamanda bir karışım, bir nitelik birliğidir.Bu karışım bir karıştırmadan
veya yan yana bulunmadan farklıdır. Karıştırmada her iki üyede de bir bozulma
gerçekleştiği gibi yan yana koymada her iki element de aynı kalır[576].
Bütün
bu tartışmalar sürerken toplanan Kadıköy Konsili’nde,diğer ökümenik
konsillerder (İznik, İstanbul ve Efes) kabul edilen itikadnameye aykırı iman
ilkeleri belirlemiştir. Önceki konsillerde Oğul’un baba ile aynı cevherden
olduğu ve tek tabiatlı olduğu kabul edilirken, bu konsilde İsa Mesih’in iki
tabiatlı olduğu karara bağlanmıştır. Ancak Kadıköy Konsili şöyle garip bir
durumu da ortaya koymuştur ki: bir taraftan Cyril’in görüşlerini mahkum
ederken, diğer taraftan onu övmüş; aynı şekilde Nestoryus’u mahkum ederken,
görüşlerini de övmüştür.
Eutychianizm
ile Monofizitliği birbirinden ayıran Davies, asıl Monofizitlerin Kadıköy
konsilinden sonra ortaya çıktıklarını ve bu konsilde alınan kararları,
Nestoryanizmin “iki tabiatlı” doktrinini doğruladığı gerekçesiyle imparatorun
bütün baskılarına rağmen reddettiklerini ifade eder[577].
Mehmet Aydın da monofizitliğin asıl şeklini Kadıköy konsilinden sonra ve I.
Iustinianos (527-565) idaresinde aldığını ifade etmektedir. Monofizit akımın
asıl destekçisi ve Suriye’deki yandaşlarının Yakubi adını almasına neden olan
kişinin de Urfa piskoposu Jakop Baradaeus (542-578) olduğunu da belirtmektedir[578].
Hepsi
Kadıköy Konsili’nde aforoz edildi. Böylece doğrunun tanımlanması ve yanlışın
mahkumiyeti ile inkarnasyon dogması kilise tarafından bir kere daha korunmuş
oldu. Monofizitlik Suriye, Mısır ve Ermeni milli kiliseleriyle temsil edildi;
ki bu milli kiliseler hala heretik kabul edilirler[579].
d.
Monotelitizm
(Monothelitism)
Yunanca
“tek” anlamındaki “mono” ve “irâde” anlamındaki “thelein”
kelimelerinden meydana gelen Monotelitizm, İsa’da tek irâde iki tabiat
olduğunu kabul eden bir akımdır[580]. 7.
Yüzyılda, artan Arap ve Pers saldırıları üzerine[581],
politik ve dini çıkarların zedelenmesi endişesiyle, Monofizit ve Diyofizit
görüşleri uzlaştırma çabası olarak ortaya çıkan bu akımın öncüleri olarak
Patrik Sergius, İmparator Heraklius ve Phasis’li Cyrus zikredilir[582].
Kadıköy
Konsili’nde aforoz edilen Monofizitliğin doğu bölgelerinde hızla yayılması
sonucu merkezi devlet ile doğu eyaletleri arasındaki ayrılık da derinleşti.
Öyle ki bir dönemin Nestoryus yandaşı olan Suriye dahi İstanbul kilisesinin
üstünlük mücadelesi yüzünden monofizit akıma katıldı[583].
Dönemin imparatoru Zenon, monofizit ve diyofizit görüşleri uzlaştırma çabası
içinde, İstanbul Patriği Akakios ile “iki tabiat” ve “bir tabiat” deyimlerinden
kaçınmak suretiyle bir birlik fermanı olarak da anılan Henotikon’u yayınladı[584]. Ancak
Henotikon ne Kadıköy taraftarlarını ne de Monofizitleri memnun etti.
Nihayetinde Papa Henotikon’u kesin olarak reddetmekle kalmadı, aynı zamanda
İstanbul Patriğini de aforoz etti[585].
İmparator
Heraklius zamanında ise uzlaşmacı bir karaktere sahip olan patrik Sergius
sayesinde, doğu eyaletlerinde ortaya çıkmış olan tek enerji prensibine
İstanbul’da da bir taraftar çıkmış oldu. İmparator Heraklius’un da, bilhassa
çözülen siyasi birliği yeniden sağlamak amacıyla, 622’de ortaya çıkan tek
enerji doktrinini kabul etmesi, İskenderiye patriği Cyrus ve nihayetinde papa
Honorius’un da bu akımın yandaşları arasında yer almasıyla monotelitizm
önceleri oldukça olumlu bir tablo çizdi[586].
Suriye
ve Mısır’da zorla kabul ettirilen Monotelist akıma muhalefet hızla yayıldı.
Bilhassa Kudüs patriği Sophoronios’un, monotelit akımın, Kadıköy Ortodoks
Doktrininin bir tahrifi olduğu yönünde itham edilmesiyle Sergius, enerji
prensibini geri plana atan, ancak yine de Kristos(Mesih) içinde tek iradenin
varlığını kabul eden bir söylem geliştirdi[587].
İmparator Heraclius’un yayınlattığı Ecthesis[588]
adındaki bu ferman da pek etkili olmadı, hatta Papa Sevenirus tarafından da
aforoz edildi. Yoğun siyasi gelişmelerin dini cereyanları beraberinde
sürüklediği II. Konstantin döneminde imparator, Ecthesis’i yasakladı ve
Typos’unu yayınladı. Birliğin susturulma ve taviz ile sağlanmaya çalışıldığı bu
dönemde, Papa Martinus, Lateran’da bir konsil toplayarak hem Ecthesis’i hem de
Typos’u aforoz etti[589].
Doğu
eyaletlerinin Arapların eline geçmesi sonucu, Doğu kiliselerinden ümidin
kesilmesi üzerine ve ciddi çatışmaların yaşandığı Batı kiliseleriyle
uzlaşabilmek amacıyla imparator IV. Konstantin, 7 Kasım 680 yılında İstanbul’da
bir konsilin toplanmasını sağladı.16 Eylül 681’de sona eren konsilde Kadıköy
Konsili kararları iki enerji ve iki irâde doktrini resmi dogma olarak kabul
edildi. Sergius, Cyrus ve papa Honorius aforoz edildi ve Monotelitizm mahkum
edildi[590].
Monothelistler,
İsa Mesih’te iki tabiat ve bir şahsın bulunduğu yönündeki İznik, Efes ve
Kadıköy konsili kararlarını kabul etmekte; ancak İsa Mesih’te beşeri bir
doğanın varlığını reddetmekteydiler. Onlara İsa Mesih’te tek bir irâde vardır
ve o da Tanrısal iradedir. Tek Tanrısal-İnsani Eylem (one theandric
operation) terimiyle sistematize etmeye çalıştıkları görüşlerini, tek
tanrısal-insânî eylemin, iki eylemin toplamının bir uyumu mu; yoksa tek
tanrısal eylemin hem tanrısal hem de insânî tabiatın karışmasının bir sonucu mu
olduğu sorunu karşısında netleştiremediler[591].
Monotelist
akımın öncülerinden biri kabul edilen Papa Honorius’a göre İsa’da düşüşten önce
gerçekleşen, mükemmel bir tanrısal irâde mevcuttur. Ancak Wolfson, onun,
Sergius’a yazdığı ilk mektubunda geçen “ ...itiraf ediyoruz ki , efendimiz
İsa Mesih’in tek bir iradesi vardır ve bizim insânî tabiatımız tanrısallık
tarafından açıkça ele geçirilmiştir ve bu varlık kusursuzdur.”
ifadelerinden yola çıkarak çelişkili bulur.
Çünkü
ona göre Honorius burada İsa’nın tek iradesinden bahsetmez ve bu ifadelerden
tanrısal bir irâde çıkarımı yapılamaz. Bu sözlerden, İsa’daki insânî iradenin
düşüşle bozulmuş sıradan bir insânî irâde olduğunun anlaşılacağını iddia eder.
İsa’daki insânî irâde her zaman tanrısal irâde ile uyum içinde hareket ettiği
için de iki irâde tek irâde olarak yorumlanmıştır[592].
Monotelist
akımın muhaliflerinden biri olan Kudüs piskoposu Sophronius’un, bedenlenen
logosun sadece insânî bir görünüm kazanmadığını, iradesizce ya da baskıyla
insânî hareketlerde bulunmadığını ifade ederek acı çekme, eylemde bulunma,
hareket etme gibi tamamen insânî eylemleri, insânî irâde ile gerçekleştirdiğini
vurgulamasına[593] karşılık
Monotelistler, babanın kendi iradesiyle oğulun iradesi arasındaki çelişkiyi
İsa’nın günlük konuşması örneğinden yola çıkarak, bu durumun bölünmüş bir irâde
anlamına gelmeyeceğini, özel bir durum olduğunu ifade ederler[594].
Drum,
Monotelitizm’in kutsal yazılara da dayandırıldığını dile getirir. Mesih’in
tapınma[595],
alçakgönüllü olduğunu ifade etmesi[596]
gibi eylemleri onun insânî iradesine bir örnek teşkil eder ve tanrısal irâde
yanında zayıf bir görünümde olduğunun bir kanıtıdır da. Daha da ileri giderek
insânî iradeyi reddeden monotelistler, "Baba, senin isteğine uygunsa,
bu kâseyi benden uzaklaştır. Yine de benim değil, senin istediğin olsun[597]”
gibi İncil ifadelerinin, İsa’nın iradesinin Baba’nınkine göre kul iradesi
olduğunun biri delili olduğunu iddia ederler[598].
Aynı şekilde, “Baba’nın bana buyurduğu her şeyi yerine getirdiğimi bilmesini
istiyorum [599]”
ve “Ölüme bile boyun eğmiş[600]”
cümleleri de, İsa’nın iradesinin her zaman Baba’nın iradesine bağlı olduğu
şeklinde yorumlanabilir.
Günümüzde
Lübnan’daki Maruni kilisesi, Monotelistlerin bir devamı kabul edilir. Zira
monotelistlerin bir kısmı monofizitler içinde kaybolurken, diğer kısım ise
bugün Maruniler olarak bilinen cemaatı oluşturur. Maruniler Roma’ya bağlı
olmakla birlikte kristolojisini reddederler ve ortodoks âyinlerini yaparlar[601].
“Genel”,
“evrensel” manasındaki Grekçe “Katholikos” kelimesinden türeyen
Katoliklik, erken dönem Hıristiyanlığında önce Yahudiliğin milli karakterine,
daha sonra dinin geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla ortaya çıkan mahalli
kiliselere karşı kilisenin evrenselliğini ifade etmek için kullanılmış bir
kelimedir[602]. Ortaçağ’da
ise daha çok heretik kelimesinin karşıtı olarak kullanılan katolik terimi,
bütün kiliselerce genel kabul gören ortak doktrini ifade etmiştir.
313
Milan fermanıyla özgürlüğüne kavuşan Hıristiyanlık, 395’te ikiye bölünüşüne
kadar Roma merkezli bir yapılanma içindeydi. İmparator I. Theodosios,
Hristiyanlığı Roma Devleti’nin resmi dini ilan etmiş ve bu dönemde kilise
hiyerarşisi, sakramentler, ibadet ve disiplin kuralları gibi çeşitli
düzenlemelerin gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Devlet ve kilise yapılanması
iç içe gelişmiştir. Bu dönemde toplanan konsiller ve ortaya çıkan yeni dini
akımlar Roma’nın etkisinde kalmıştır[603].
Hıristiyanlığın
geniş coğrafyalara yayılması sonucu yeni teoloji okullarının kurulmasıyla pek
çok doktrinel ayrılık baş göstermiştir. İskenderiye, Antakya, Kudüs ve Armenia
gibi pek çok okul arasında meydana gelen teolojik çekişmeler, Roma
İmparatorluğunun 395’te ikiye bölünmesinden sonra daha çok Batı ve Doğu
şeklinde, Roma ve İstanbul arasındaki iktidar mücadelesinin etkisiyle şekillendirmiştir.
Büyük
bölünme olarak da adlandırılan 1054 yılındaki ayrılıklar sonucu Roma ve Bizans
olmak üzere iki merkezi kilise ortaya çıkmıştı. Bizans kilisesi gerçek imanı
kendisini muhafaza ettiğini ileri sürerek Ortodoks; Roma kilisesi de aynı
iddiayla kendini Katolik kelimesiyle tanımlamıştı. İki kilisenin bölünmesine
neden olan doktrinel anlaşmazlığın temel nedenlerinden birinin, Ortodoks
kilisesinin Kutsal Ruh’un sadece Baba’dan çıktığını; Katolik Kilisesinin ise
hem Baba’dan hem de Oğul’dan çıktığını kabul etmesidir[604].
Hıristiyanlığın
en köklü mezhebi olduğunu iddia eden Katolik Kilisesi’nin inkarnasyona dair
öğretilerinden biri, Meryem’in Tanrı-Anası (Theotokos) olduğu görüşüdür[605]. Meryem,
Cebrail’in haberi üzerine bakireyken hamile kalan İsa Mesih’in annesidir.
İstanbul Piskoposlarından Nestoryus’un, Tanrının doğurulamayacağını,
dolayısıyla Meryem’in Tanrı-Anası değil, İnsan İsa’nın annesi olabileceği
yönündeki iddiası 431 Efes Konsili’nde reddedilmişti. Böylece Tanrının
doğabileceği anlayışı kabul edilmiş oluyordu[606]:
Meryem’in
Tanrı-Anası olduğu ifadeleri ve İsa Mesih’in tanrısallığı ile insânîliğinin
ayrılamayacağının dile getirildiği Efes Konsili, birleşmenin nasıl
gerçekleştiği yönünde yeni soruların ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Tanrı
Kelâmı ve İsa’nın birleşmesi İsa’nın şahsında mı yoksa doğasında mı
gerçekleştiği hususunda pek çok fikir ortaya çıkmıştır. Katolik kilisesi ise
birleşmenin, İsa’nın şahsında meydana geldiğini kabul eder. Doğanın bir türe
ait öz olduğunu ve bir şey eklendiğinde artıp eksilebileceği için, doğada
gerçekleşmesinin mümkün olmadığını iddia eden Aquinas, birleşmenin, “aklî
doğaya sahip birey” şeklinde tanımladığı şahısta gerçekleştiğini savunmakla
birlikte, tam olarak açıklanmasının mümkün olmadığını da ifade eder[607].
Tartışmaların
had safhaya ulaştığı 451 Kadıköy Konsili’nde benimsenen doktrine göre ise:
“Hepimiz
ittifakla bir ve tek oğul İsa’yı kabul ediyoruz. Ve yine onun, bir tek şahısta
birleşmiş iki tabiatını kabul ediyoruz. Bu tabiatlar, kendi arasında
birleşmemiş, bölünmemiş, ayrılmamış ve değişikliğe uğramamıştır”[608].
Kadıköy
doktrini, İsa’yı hem tam bir insan, hem de tam bir tanrı kabul eder. İsa,
tanrısal varoluş bakımından baba ile, insânî var oluş bakımından ise insanla
aynı tabiattan kabul edilir. O’Collins konsil kararlarındaki ‘bizimle aynı
varoluştan’dır ifadesini konsilin genel anlamda kullandığını ifade etmektedir.
Bu yoruma göre insan İsa ile aynı özü taşıyabilmekte; ancak İsa’nınkine eşit
bir öz taşıyamamaktadır[609].
Katolik
Kilisesi teslisin unsurlarının birleşiminden oluşan bir tek tanrıcılık fikrine
sahiptir. Onlara göre Mesih, insanlığın kurtuluşu için Oğul’un inkarnasyonu
olarak yeryüzüne inen bir tanrılık hypostatisidir. Katolik öğreti, bütün
insanların aslî günahla kirlenmiş ve aslî doğasını kaybetmiş olarak dünyaya
geldiğini kabul eder. Nasıl ki bir günah işlenince bağışlanması için kefaret
ödemek gerekiyorsa, bu günahın bağışlanması ve insanlığın kurtuluşu için de
kefaret gerekmektedir. Bu, sözlü ya da yazılı bir yasa ya da kitapla
gerçekleşebilecek bir kurtuluş değildir. Öte yandan sıradan bir kefaret de
olamayacaktır ki sıradan bir insan da bu kefareti ödeyemez. Dolayısıyla
kefareti ödeyecek olan Tanrıyla aynı özden olup, insan kılığındaki insan-üstü
varlık olan Oğul’dur. Bedenlenme, tanrının bizzat yeryüzüne inmesi değil,
insanları kurtarışın bir aracısıdır ve Oğul’a ait bir özelliktir[610].
Oğul
olan Mesih’in bir insanda tezahür ederek bir yanıyla da insan olması, İsa
Mesih’in, biri tanrısal diğeri insânî iki unsurdan meydana geldiği anlamında
gelmektedir. Ancak İsa Mesih’teki insânîlik, sıradan insanlardaki gibi bir
insânîlik değildir. Üstün konumdaki tanrısal özellikleri insânî özelliklerini
kuşatmıştır[611].
Yaygın
Katolik öğretinin İsa’nın tabiatına yönelik inancına aykırı görüş beyan eden
Nestoryanlar ve Monofizitlerin Kadıköy Konsilinde aforoz edilmesinden sonra,
İsa’daki kaç irâde olduğu hususunda yeni tartışmalar ortaya çıkmıştır. Tek
enerji (Monoenergism) ya da tek iradeyi (Monothelitism) savunan akıma karşı
Katolik öğreti İsa Mesih’te iki enerji ve iki iradeyi kabul etmiştir ve 681
III. İstanbul Konsilinde credoya şu ifadelerle eklemiştir:
“İsa’da
bölünmeyen, ayrılmayan ve birbirine karışmayan iki iradeyi ve iki tabi enerjiyi
kabul ediyoruz. İki irâde, insânî irâde gibi, tanrısal iradeyi takip eder ve
ona tabi olur”[612].
XV.
yüzyıl. da ise İsa’nın tabiatıyla ilgili karar alan Florence Konsili’nde
(1439-1442), İznik metropoliti Bessarion ve Rum yüksek papazlarının etkisiyle
kabul edilen son formüle göre:
“Kutsal
Ruh (Esprit-Saint), tabiatı ve cevheri içinde Babadan ve Oğuldan aynı anda
çıkmıştır ve devamlı da ikisinden bir tek Spiration’la tek prensip olarak
çıkmaktadır”[613].
Son
olarak I. ve II. Vatikan konsillerinde bazı teologlar, Pavlus’un İbraniler’e
mektubundaki ifadelerine dayanarak Ebedi Kelâm Oğul’un kurtuluşu tamamlamak
üzere Baba tarafından gönderildiği ve Tanrı’nın Oğul aracılığıyla insanoğluyla
konuştuğu şeklindeki yorumlarını kredoya eklemişlerdir[614].
Bugün Katolikler içinde de farklı yorumlar mevcut olmakla birlikte, tanrının
bedenlenmesi hususundaki doktrin, Oğul’un insanlığın kurtuluşuna
gerçekleştirmek amacıyla yeryüzüne indiği anlayışı içinde değerlendirilir.
Tanrının
inayeti yoluyla insanla yeni bir muhabbete girmesini isteyen Katolik mezhebi,
insan ruhunun vaftiz yoluyla yenilendiğine ve insânîn Allah’ın sırrının gerçek
bilgisine sahip olduğuna inanmaktadır. İnsan ibadet ve aşk ile Allah’la
birleşebilmektedir. Dolayısıyla Allah’ın sıradan insanlarda da inkarnasyonu söz
konusudur[615].
Günümüzde
Hıristiyan nüfusun neredeyse yarısını oluşturan Katolikler, yoğun olarak
Avrupa, Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’da bulunurlar. Katolik
Kilisesi, kendi kiliseleri hariç diğer hiçbir kilisenin Hıristiyanlıkta doğru
yolu temsil ettiğine inanmaz[616].
Bunların
dışında İsa’daki beşeri vasıfları reddeden, İsa’nın aslında bedenen
doğmadığını, bunun hayali bir durum olduğunu, ortada tanrının enkarnasyonundan
başka bir şey olmadığını iddia eden Markiyonizm[617]
ve İsa’nın vaftizden sonra tanrısal ruha büründüğünü kabul eden, Üniteryanizm
gibi akımlar da İsa Mesih’in tabiatıyla ilgili kendini göstermiştir.
Çağımızın
tanınmış bilim adamlarından biri olarak tanıtılan İngiliz din felsefecisi John
Hick’in (1922-) İsa’yı olağan dışı tanrı bilinçli bir insanoğlu şeklinde tasvir
ettiği belirtilmektedir. Hick, İsa’nın kendisinin tanrının oğlu olduğunu
öğretmediğini, aksine insanlara daima insanoğlu olduğunu, İsa’nın hem bir tanrı
hem de bir insan olduğu yönündeki geleneksel Hıristiyan dogmasının
anlaşılabilir bir şekilde izah edilemediğini ifade ederek İsa’nın zamanla
tanrılaştırıldığını vurgulamaktadır[618]
6.
İnkarnasyonun Etkileri
Katolikler,
“Mesih acıktı[619], susadı[620], yoruldu[621], acı
çekti ve öldü[622]” gibi
Kitab-ı Mukaddes ifadelerine de dayanarak, Mesih’in bedeninin ölüm, susama,
acıkma ve ağrı gibi insana dair evrensel olduğu kabul edilen bütün bedeni
zayıflıklara meyilli olduğuna inanırlar. Hatta bu inançlarına da “Çünkü
kendisi denenip acı çektiği için denenenlere yardım edebilir”[623]
cümlesini delil göstererek, Mesih’in acı çekmesinin de aslında bir üstünlük
olduğunu, insan bedenine bürünmesin nedenlerinden birinin de insanoğlunu
anlayabilmek amacı taşıdığını ifade ederler. İsa Mesih’in bütün zayıflıkları,
onun insânî tabiatının doğal sonuçlarıdır. Muhakkak ki tanrısal tabiatına
hastalık ve acı gibi insânî nitelikler atfedilemez. İsa’daki bedeni
yetersizlikler, aslında Tanrı’nın Oğul’a yüklediği kurtuluş misyonu ile
alakalıdır. İsa, Adem’den gelen insanlığın ortak günahının bedelini ödemekle
yükümlüdür. İşte bu arızi nitelikler, başkasının günahını kabullenişle
alakalandırılır ve İsa’nın kendiliğinden böyle bir şey yaptığına inanılır[624].
Geleneksel
Hıristiyan öğretisinde, her ne kadar İnkarnasyonu sayesinde Tanrı, Oğul İsa
vasıtasıyla Adem’den İsa’ya kadar intikal eden günahların kefareti ise de onun
ruhunda hiçbir günahın kalıntısının olamayacağı kabul edilir[625]. Zira
günahın maddi manevi hiç bir kiri İsa’yı etkilemez. Çünkü İsa Tanrı’dır ve
günahkar olamaz. İsa’nın günahsızlığına dair Kitab-ı Mukaddes’in de şahitlik
ettiğine inanırlar:
“Kendisinde
günah yoktur”[626],
“Tanrı günahı bilemeyen Mesihi bizim için günah sunusu yaptı”[627],
“Tanrı'dan doğmuş olanın günah işlemediğini biliriz. Tanrı'dan doğmuş olan
İsa Mesih onu korur ve kötü olan ona dokunamaz”[628] .
İnkarnasyonun
İsa’nın bedenindeki etkisi sadece onu günahtan arındırmak olarak açıklanabilir.
Ancak onun günahkar olabileceği söylenemez. Zira bu tanrısallığa aykırı bir
düşüncedir. Çünkü eğer İsa’nın insânî yönünün günahkar olması gibi bir durum
olsaydı, o zaman ortaya nefsi isteklerine göre hareket edebilen, günahkar bir
tanrı figürü çıkması muhtemeldi. Ayrıca eğer Tanrı, bedenine günah için izin
vermiş olsaydı, kendisinden vazgeçmiş olurdu. Çünkü bir tanrıya günah atfetmek
imkansızdır. Dolayısıyla Katolik öğretiye göre tanrısal tabiat, İsa suretinde
bedenleşmek suretiyle kefaretini ödediği günahların etkisinde kalmamıştır[629].
Katolik
Hıristiyan öğretiye göre bedenlenen İsa Mesih, tüm insanlık soyunu temsilen,
ilk insan Adem’den itibaren, Tanrı’ya karşı işlenen tüm günahları kefaretini
ödemek üzere ıstırabı ve ölümü özgürce seçmiştir[630].
İnkarnasyondan sonra da İsa’da özgür bir irâde vardır. Hıristiyan öğretisi,
kendisine karşı işlenen günaha karşı, intikam duygusuyla oğlunun ölümünü
isteyen tanrı figürünü kabul etmez[631].
Katolik öğretisinde İsa, ölüm hususunda da özgürdür. Çünkü çarmıh olayında İsa
kendi iradesiyle hareket etmektedir[632]:
“Ama
kul özünü alıp insan benzeyişinde doğarak ululuğunu bir yana bıraktı. İnsan
biçimine bürünmüş olarak ölüme çarmıh üzerinde bile ölüme boyun eğerek kendini
alçalttı”[633].
“O kendisini bekleyen sevinç uğruna utancı hiçe sayıp çarmıhta ölüme katlandı”[634].
Tanrının
bedenlenmesi olan İsa Mesih, her ne kadar tanrı olarak nitelense de
insânîliğinden kaynaklanan çeşitli ihtiyaçlara sahiptir. Yemek, içmek, gezmek,
konuşmak
ve acı çekmek gibi insânî eylemlerini de kendi özgür iradesiyle yerine
getirmektedir:
“İsa bunu
tadınca içmek istemedi[635]”.“isterim,
temiz ol!”[636].
Hipostatik
birlik İsa’nın insânî ruhunu, onun insânî sevgi ve nefretlerinden mahrum
etmedi. Diğer bir deyişle bedene bürünen Tanrısal Kelâm, insânî duygulara dair
sevinç, hüzün, acı, öfke, nefret, şefkat gibi zıtlıkları da yaşamıştır. Pek çok
Kitab-ı Mukaddes cümlesi de Normal bir insanda var olan sevgi ve şefkatin
ondaki varlığına delil teşkil eder:
“İsa,
çevresindekilere öfkeyle baktı. Yüreklerinin duygusuzluğu O'nu kederlendirmişti.
Adama, "Elini uzat!" dedi. Adam elini uzattı, eli yine sapasağlam
oluverdi”[637].
“Petrus'u,
Yakup'u ve Yuhanna'yı yanına aldı. Hüzünlenmeye ve ağır bir sıkıntı duymaya
başlamıştı”[638].
“Petrus
ile Zebedi'nin iki oğlunu yanına aldı. Kederlenmeye, ağır bir sıkıntı duymaya
başlamıştı”[639].
Görüldüğü
üzere İsa Mesih, bedenlenmiş bir tanrı kabul edilse de pek çok insânî
niteliğini kaybetmemiştir. Üzülmüş, kederlenmiş, meraklanmış, endişe etmiş,
kızmış ve öfkelenmiştir. Ancak İsa’nın bu sevgi be nefretleri tamamen iradidir.
Kontrolündedir. Hiçbir şekilde kendisini bu tür insânî duygularına kaptırarak
hareket etmez. Bilhassa günaha sebebiyet veren duyguların iradesinin kontrolü
altında olduğu kabul edilir. Hatta bu tür duygulardan münezzeh olduğuna
inanılır[640].
Kutsal
terimi, homo religious’un, arketiplerine sahip olmadığı olay ya da
nesnelere atfettiği değeri karşılamaktadır. Bu bir taş, ilk defa gördüğü bir
bitki, coşkun akan bir nehir, tadı acı bir göl, cisimlerin şeklini
değiştirebilen ateş, ağaçları deviren rüzgar olabildiği gibi; etinden,
sütünden, derisinden ve gücünden yararlanılan bir hayvan da olabilmektedir.
Eliade’ın
da belirttiği gibi dindar insan, ilk defa karşılaştığı her duruma kutsallık
yüklemektedir. Hakkında bilgi sahibi olmadıklarında yaratıcı, koruyucu ve yok
edici şeklinde tanımlamaya çalıştığı üstün varoluştan bir parça aramakta ve
çeşitli törenler eşliğinde ona tapınmaktadır.
Kutsalın
tarihi şeklinde de tanımlayabileceğimiz dinler tarihi, bir bakıma homo
religious ile transandantal olanın ilişkisinin tarihidir. Başka bir
deyişle dindar insânîn aşkın varlığa ulaşma çabasına karşılık, aşkın olanın
çeşitli görünümlerde cevap verdiği inanışlar bütünüdür. İnsanoğlunun bu
çabasının Hinduizm’de avataralarla, Hıristiyanlık’ta ise İsa’nın inkarnasyonu
ile cevabını bulduğuna inanılmaktadır.
Avatara
ve İnkarnasyon kavramlarının paralel başlıklar altında, iki ayrı bölüm halinde
incelendiği bu çalışma sonucunda, Hinduizm’deki avatara ve Hıristiyanlık’taki
inkarnasyon inançları arasında benzer ve ortak noktalar olduğu gibi
farklılıkların da bulunduğu kanısına varılmıştır.
Benzerlikler:
1-
Her
iki inanış da insanüstü ve özgür durumlardır. Zira her ikisi de ruhun, özün
veya ilâhî varlığın bir beden şeklinde tasavvur edilmesi olarak
tanımlanmaktadır. Avatara inancında Krişna, koruyucu güç Vişnu’nun
bedenlenmesiyken; İnkarnasyon inancında İsa Mesih tanrısal Söz’ün
bedenlenmesidir.
2-
Bazı
hayvan avataraları bulunmakla birlikte, her iki bedenlenme şekli de daha çok
insânî varlıklarda gerçekleşmektedir. İnkarnasyonda tanrısal Söz İsa olarak
bedenlenmiş; Avatarada ise Vişnu bazı hayvanlarda bedenlendiği gibi, en önemli
avataraları insan olan Krişna ve Rama’dır.
3-
İnkarnasyonda
olsun avatara doktrininde olsun bedenlenmeleri sınırlayan bir kuralın
varlığından söz edilmemektedir. Bedenlenmenin bir kuralı yoktur.
4-
Her
iki bedenlenmede de dünyaya iniş gizli ve olağanüstü işaretler eşliğinde
gerçekleşmektedir. Nasıl ki İsa’nın doğumu önceden haber verilmişse ve Yahudi
din adamları tarafından biliniyorsa, aynı şekilde Vişnu’nun avatarı Krişna’nın
doğumu da öncesinde bir büyücü tarafından kötü kral Kamsa’ya bildirilmiştir.
Ayrıca, her ikisinin de annelerine mucizevi bir doğum yapacakları haberi
verilmiştir ve doğumlar gizlidir.
5-
Her
ikisi de bir üçlemenin unsurlarıdır. Avataralar, Hint trimurtisinde
Brahma-Vişnu-Şiva üçlüsünden Vişnu’nun bedenlenmesi şeklinde
gerçekleşir. Hıristiyanlık’ta ise Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlüsünden Oğulun
inkarnasyonu söz konusudur.
6-
Bilgiden
çok dindarlığa olan sevgiyi ön plana çıkarmaktadırlar ve böylece insânîn
tanrıya ulaşarak kurtuluşa ereceği inancını savunmaktadırlar.
7-
Her
ikisinin de adaleti sağlamak ve bozulan düzeni kurmak gibi amaçları vardır.
8-
Her
ikisinde de tanrının inişlerinin insânî varlıkların değerini artırdığı ifade
edilebilir. Çünkü böylece tanrı insana değer vermiş, ona inerek yüceltmiştir.
9-
Bhagavad-Gita’da
bir öğretici görünümündeki Krişna, Arjuna’yı insanların refahı için çalışmaya
teşvik etmektedir. Yegâne gayenin öbür dünyadaki kurtuluşu sağlamaya çalışmak
olmadığını, bu dünyadaki görevlerin de yerine getirilmesi gerektiğini
önermektedir. Benzer şekilde Yeni Ahit de İsa’nın sadece öbür dünya için değil,
aynı zamanda adaletin, barışın ve sevginin bu dünyada sağlanması için
çalıştığına vurgu yapmaktadır.
10-Her
ikisi de insânî varlıklardır. İnsanlar içinde yaşarlar, onlar gibi yer, içer,
eğlenir, hasta olur ve ölürler. İsa, çeşitli mucizeler göstermesinin yanında
bütün insanların sahip olduğu duygulara sahip olmuştur. Aynı şekilde Krişna’nın
da çocukluğundaki oyunları, ergenlikteki aşk hikayeleri ve nihayetinde ölümü
onun da insânî bir varoluş olduğunun göstergesidir.
11-Avatara
inancında sıradan insanlar da tanrının bir görünümüdürler, ancak farkında
değillerdir. Sadece avataralar bunun farkındadır. Mesela Krişna tanrısallığının
farkındayken, Arjuna da, aslında Brahma ile aynı olan atmana sahip
olduğu halde kendisindeki tanrısallığın farkında değildir. İnkarnasyon
inancında tam olarak benzer bir inanışa rastlanmamakla birlikte, V. Chakkarai
gibi kimilerinin, İsa’nın ruhunun insanların kalbinde bedenlendiğini iddia
ettikleri nakledilmektedir.
12-Asıl
mekânları cennet olan avataralar dünyadaki görevlerini tamamladıktan sonra yine
cennete giderler. Yuhanna’da belirtildiğine göre İsa da cennetsel bir
varoluştur.
13-Her
iki inanışta da, tanrının kısmen ya da tamamen bedenlenmesine rağmen tanrısal
özelliklerinden bir şey kaybetmediği dikkat çekmektedir.
14-Parrinder,
ilk havârilerin İsa’yı Tanrı’nın inkarnasyonu olarak görmediklerini ve bir
insan olarak bildiklerini ifade etmektedir. Dolayısıyla, Hıristiyanlığın ilk
dönemlerinde sadece bir insan olan İsa Mesih sonradan tanrısal bir kimliğe
büründürülmüştür. Hinduizm’deki insan avataralara bakıldığında da aynı durum
dikkat çekmektedir. Çünkü hem Krişna hem de Rama aslında önceleri sadece birer
kahramanken, zamanla tanrısal nitelik kazanmışlar hatta tanrının avataraları
olarak kabul edilmişlerdir.
Farklılıklar:
1-
İnkarnasyon
ve avatara inançları arasındaki en önemli fark, İsa’nın, hepsine karşılık olmak
üzere sadece bir defa gelişi; avataraların ise defalarca geldiği ve geleceği
inancıdır. Bhagavad-Gita’da Krişna çağ çağ geleceğini belirtmektedir.
2-
İnkarnasyon
inancında İsa’nın çarmıha gerilerek kötü güçler tarafından kurban edilmesi söz
konusuyken; avatara inancında tanrısal güç asla kendini şeytani güçlere kurban
olarak sunmamaktadır. Avataralar adharmanın hakim olduğu her dönemde
gelmişler ve dharmayı kurarak başarıya ulaşmışlardır.
3-
Avatara
doktrini tarihsellik yönünden zayıfken inkarnasyon inancında İsa, daha çok
tarihsel ve insânî bir kimliğe sahiptir.
Son
olarak ifade edilecek olursa, her iki dindeki tanrı tasavvurunun
tanrı-insan ilişkisi üzerine kurulduğu görülmektedir. İnkarnasyon inancının mı
avataradan, yoksa avatara inancının mı inkarnasyondan etkilendiği hususunda
tarihsel bir netlik ortaya konulamamakla birlikte, her ikisinin de, aslında
insanların tanrı ile birebir ilişki ve etkileşim içinde olma ve kutsalı
tanımlama arzusunun bir sonucu olduğu ifade edilebilir.
Bu
araştırmanın konusu olmamakla birlikte, avatara veya inkarnasyon (hulûl)
inancının İslâm’ın itikad sistemiyle bağdaşmadığını belirtmek gerekmektedir.
Bazı aşırı fırkalar ve sufi anlayışlarda Yeni Eflâtunculuk ve Hıristiyan
etkilerle kendini gösterse de, ana çizgi üzerindeki kelâmcılar bu inancın
İslâm’a aykırılığı noktasında birleşmişlerdir.
BİBLİYOĞRAFYA
AYDIN, Mahmut, Hıristiyan Kaynaklarına Göre
Hıristiyanlık, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995.
, Mahmut, İsa Tanrı
mı? İnsan mı?, İz Yayıncılık, İstanbul 2002.
AYDIN, Mehmet, “Hıristiyanlık”, Diyanet İslam
Ansiklopesidi (DİA), c. 17, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998.
, Ansiklopedik
Dinler Sözlüğü, Din Bilimleri Yayınları, Konya 2005.
,Dinler Tarihine
Giriş, 2.bs., Din Bilimleri Yayınları, Konya 2002.
,Hıristiyan Genel
Konsilleri ve II. Vatikan Konsili, Selçuk
Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Konya 1991.
BAYUR, Hikmet, Hindistan Tarihi, c. I, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara 1987.
BESNARD, Albert M., “Katolik Mezhebi”, Din
Fenomeni, çev.Aydın Mehmet, 3.bs., Din Bilimleri Yayınları, Konya 2000.
BHASKARANANDA,
Swami, The Essentials of Hinduism, Viveka Press Edition, Canada 2002.
BRANDON, S.G. F.(ed.) “Monotheletism”, A
Dictionary of Comparative Religion, C. Tingling and Company Ltd., 1970.
BRIGGS, Constance Victoria, “Jesus of Nazareth”, The
Encyclopedia of God, Hampton Roads Publishing Company, Canada 2003.
CARMAN, John B., Encyclopedia of Religions
(ER), c. XII, ed. Mircea Eliade, Macmillan Publishing Company, New York 1987.
CARRIARE, Jean-Claude, Mahabharata, çev. Nazım
Aslan, Can Yayınları, İstanbul 1991.
CESARY, Rev. C., İndian Gods, Sages and Cities, Mittal
Publications, Delhi 1987.
CHADWICK, Henry, The Early Church, Penguin Books,
London 1993.
CHAPMAN, John, “Nestoryus and Nestorianism”,
Catholic University, (Online Edition),
http://www.newadvent.org/cathen/10755a.htm.(19.08.2006
çevrimiçi).
ÇELİK, Mehmet, Süryani Kilisesi Tarihi, c.I,
Yaylacık Matbaası, İstanbul 1987.
DALKIRAN, Sayın, Aklın Büyük Yanılgısı,
Tanrılaştırma, Yedirenk Kitapları, İstanbul 2004.
DAVIES, J.G., The Early Christian Church, Weidenfeld
amd Nicolson, London 1965.
DEMİRCİ, KÜRŞAT, Bir Hıristiyan Mezhebi Olarak
Ortodoksluğun Teolojisi, Ayışığı Kitapları, İstanbul 2005.
“Hinduizm”, DİA, c.
XVIII, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998.
“Hulül", DİA,
c. XVIII, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998.
DICKENS, Mark, “Nestorian Theology”,
http://www.oxuscom.com/theology.htm.
(24.09.2006 çevrimiçi)
DOĞRUL, Ömer Rıza, Dinler Tarihi,3.bs., İnkılâp ve Aka
Kitabevleri Koll. Şti., İstanbul 1963.
DRUM, Walter, “The Incarnation”, Catholic
Encyclopedia, (online edition), http://www.newadvent.org/cathen/07706b.htm.
(17.08.2006 çevrimiçi).
ELIADE, Mircea, Dinler Tarihine Giriş, çev. Lale
Arslan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003.
Dinsel İnançlar ve
Düşünceler Tarihi, çev. Ali Berktay, c. I, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003.
Mircea-COULIANO, Ioan P., Dinler Tarihi
Sözlüğü, çev. Ali Erbaş, İnsan Yayınları, İstanbul 1997.
ELIOT, Sir Charles, Hinduism and Budhism, an
Historical Sketch,
Barnes
and Noble Inc., New York 1971.
FOSDICK, H. Emerson, İsa’nın Şahsiyeti, çev.
S.Huri, Amerikan Bord
Neşriyat
Dairesi, İstanbul 1950.
GONDA, Jan, “Visnu”, ER, c. XV, ed. Mircea Eliade,
Macmillan
Publishing
Company, New York 1987.
GRANT, Michael, Roma’dan Bizans’a, çev. Z. Zühre
İlkgelen, Homer
Kitabevi,
İstanbul 2000.
GRIFFITH, H., “Nestoryus, Nestorianism,
Advanced İnformation”,
Elwell
Evangelical Dictionary,(Online Edition), http://mb-
soft.com/believe/txc/nestoria.htm. (19.08.2006 çevrimiçi).
GÜÇ, Ahmet, Çeşitli Dinlerde ve İslam’da
Kurban, Düşünce
Kitabevi,
İstanbul 2003.
GÜNDÜZ Şinasi, “Gnostik Dinler”, Başlangıçtan Günümüze
Dinler
Tarihi,
ed. Ekrem Sarıkçıoğlu, Fakülte Kitabevi, 5. bs., Isparta 2004.
Pavlus, Hıristiyanlığın Mimarı, Ankara Okulu
Yayınları, 2001 HALL, T.O. Jr.,
“Incarnation”, The Perennial Dictionary of World
Religions,
ed. Keith Crim, HarperSanFransisco Publisher, New York 1981.
HARDLY, Friedhelm, “The Classical Religions of India”,
World
Religions,
part 4, ed. Steward Sutherland v.dğr., G.K. Hall&Co., London 1988.
HARMAN, Ömer Faruk, “Katoliklik”, DİA, c.
XXV, Türkiye Diyanet
Vakfı
Yayınları, Ankara 2002.
HARRE, Rom, Felsefenin Bin Yılı, çev. İbrahim Şener,
İzdüşüm
Yayınları,
İstanbul 2003.
HAYIT, Halil, Hinduizm’de Tanrı-Kainat İlişkisi,
Yüksek Lisans Tezi,
Uludağ
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Bursa 1984.
HEESTERMAN, Jan C., “Brahma” , ER, c. II, ed. Mircea
Eliade, Macmillan Publishing Company, New York 1987.
HEİN, N.J., “Avatar, Avatara”, The Perennial
Dictionary of World Religions, ed. Keith Crim, HarperSanFransisco Publisher,
New York 1981.
HELFER, J., “Brahma”, The Perennial Dictionary of
World Religions,
Hıristiyanlık
Tarihi, çev. Sibel Sel-Levent
Kınran, Yeni Yaşam Yayınları, Mayıs, 2004.
HOPKINS, Thomas J., The Hindu Religious
Tradition, Dickenson Publishing Company, California 1976.
INVAGEN, Peter Van, “Incarnation and
Christology”, Routledge Encyclopedaia of Philosophy, Version 1.0, London,
http://www.newadvent.org/cathen/10755a.htm.(19.08.2006 çevrimiçi).
IŞIM, Mehmet Ali (der.), Upanişadlar,
‘Tanrının Soluğu’, Dergah Yayınları, İstanbul 1976.
JACOBI, Hermann, “Incarnation (Indian)”, Encyclopedia
of Religion and Ethics(ERE), ed. James Hastings, c. VII, The Scolar Press
Ilkley, Edinburg 1980.
KAHRAMAN, Ahmet, Dinler Tarihi, 3. bs.,Yaylacık
Matbaası, İstanbul 1971.
KAYA, Korhan, Hintlilerde Tanrı, Kaynak
Yayınları, İstanbul 1998.
---, “Önsöz”, Bhagavadgita,
Hinduların Kutsal Kitabı, Dost Kitabevi, Ankara 2001.
--, Hint Mitoloji Sözlüğü, İmge
Kitabevi, Ankara 1997.
KELLNER, M.M., “Messiah, Jewish”,The Perennial
Dictionary Of World Religions, ed. Keith Crim, HarperSanFransisco Publisher,
New York 1981.
KELLY, J.N.D., Early Christian Doctrines,
Harper&Row Publishers, New York 1960.
--,“Honorius”, The Oxford
Dictionary of Popes, Oxford University Press, Oxford 1988.
KİNSLEY, David, “Avatara”, ER, c. II, ed. Mircea Eliade,
Macmillian Publishing Company, New York 1987.
KNOTT, Kim, Hinduizm’in ABC’si, Medet Yolal,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2000.
KRAMRISCH, Stella, “Siva”, ER, c. XIII, ed. Mircea
Eliade, Macmillan Publishing Company, New York 1987.
LEITH,
J.H., “Athanasian Creed”, The
Perennial Dictionary Of World Religions, ed. Keith Crim, HarperSanFransisco
Publisher, New York 1981.
LORENZEN, David N., “Sankara”, ER, c. XIII, ed.
Mircea Eliade, Macmillan Publishing Company, New York 1987.
MACUN, İnci, “Bhagavandgita’da Tanrı Krshna’ya Hitap
Şekilleri”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri
ve Edebiyatları Bölümü Dergisi, c. 4, sayı 1, Ankara Üniversitesi Basımevi,
Ankara 1985.
MAUDE,
J.H., “Catholicism, Catholicity”, ER,
c. III, ed. Mircea Eliade, Macmillan Publishing Company, New York 1987.
MCDONALD, William, Kutsal Kitap Yorumu, Yeni
Antlaşma Serisi, c.I, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul 2000.
MCDOWEL, Josh, Marangozdan da Öte, çev. Levent
Kınran, 4. bs., Zirve Yayıncılık ve Dağıtım, İstanbul 2004.
MERİÇ, Cemil, Bir Dünya’nın Eşiğinde, 4.bs.,
İletişim Yayınları, İstanbul 1998.
MESSADİE, Gerald, Şeytanın Genel Tarihi, çev.
Işık Ergüden, 2.bs., Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999.
Meydan
Larousse, “Sankara”, c. X,
Meydan Yayınları, İstanbul 1998.
MICHEL, Thomas, Hıristiyan Tanrı Bilimine Giriş, Ohan Basımevi,İstanbul 1992.
MORRIS, Brain, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler,
çev. Tayfun Atay, İmge Kitabevi, Ankara 2004.
i(edt), Hinduism, Manchester University
Press, Manchester 1988.
,“Monotheleist”, Encyclopedia of Religion
and Religions,
[1] Sheth,
Noel, “Hindu Avatara and Christian Incarnation: A Comparison”, Philosophy East
& West, vol: 52, nu: 1, January 2002, pp. 98-125
[2]
Demirci, Kürşat, “Hulül", Diyanet İslam Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları,c. XVIII, İstanbul 1998, s.340-341; ayrıca bkz. Kaya,
Korhan, Hint Mitoloji Sözlüğü, İmge Kitabevi, Ankara 1997, s.43;
Schimmel, Annemarie; Dinler Tarihine Giriş, Kırkambar Yayınları,
İstanbul 1999, s. 287; Sharpe, Eric J., “İnkarnasyon”, Dinler Tarihinde 50
Anahtar Kavram, çev. Ahmet Güç, Arasta Yayınları, Bursa 2000, s. 34-36; Sarıkçıoğlu,
Ekrem (ed.), “Hint Dinleri”, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, 4.bs.,
Fakülte Kitabevi, Isparta 2002, s. 171; Aydın, Mehmet, Ansiklopedik Dinler
Sözlüğü, Din Bilimleri Yayınları, Konya 2005, s.69; Yitik, Ali İhsan,
“Avatara”, Felsefe Ansiklopedisi, ed. Ahmet Cevizci, Etik Yayınları, I,
İstanbul 2003, s. 745; Kinsley, David, “Avatara”, ER, ed. Mircea Eliade, vol.
2, Macmillian Publishing Company, New York 1987, s. 14-15; Hein, N.J., “Avatar,
Avatara”, The Perennial Dictionary of World Religions, ed. Keith Crim,
HarperSanFransisco Publisher, New York 1981, s. 82; Jacobi, Herrman,
“Incarnation (Indian)”, ERE, ed. James Hastings, The Scolar Press
Ilkley, Edinburg 1980, s. 193
[3]
Parrinder, Geoffrey, Avatar and Incarnation, Faber and Faber Ltd., London
1970, s. 20Yitik, “Avatara”, Felsefe Ansiklopedisi, s. 745; Ürdüç,
Gülsüm, “Cisimleşme”, Felsefe Ansiklopedisi, ed. Ahmet Cevizci, c. III,
Babil Yayınları, İstanbul 2004, s. 240-246
[4]
Bhagavad-Gita, 4:7
[5] Yitik,
a.g.md., s. 745
[6]
Bhaskarananda, Swami, The Essentials of Hinduism, Viveka Press Edition,
Canada 2002, s. 77-78; Sheth, a.g.m., s. 99
[7] Sheth,
a.g.m., s. 99
[8] Yitik,
a.g.md., s. 746
[9]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 75
[10] Sheth,
a.g.m., s. 99; Ürdüç, a.g.md., s. 240-246
[11] Jacobi,
a.g.md., s. 193; Parrinder, a.g.e., s. 20; Sheth, a.g.m., s. 100
[12] Yitik,
a.g.md., s. 746; Hein, a.g.md., s. 82
[13] Yitik,
a.g.md., s. 746
[14] Sheth,
a.g.m., s.100; Renou, Louis, Hinduizm, İletişim Yayınları, çev. Maide
Selen, İstanbul 1993, s.
39 ; Ürdüç, a.g.md., s. 240-246
[15] Hein,
a.g.md., s. 82
[16] Sheth,
a.g.m., 101
[17]
Parrinder, a.g.e., s. 20
[18] Sheth,
a.g.m., s. 100
[19] Jacobi,
a.g.md., s. 197; Sheth, a.g.m., s. 100
[20] Yitik,
a.g.md., s. 746
[21]
Parrinder, a.g.e., s. 20
[22] Sheth,
a.g.m., s. 100
[23] Hein,
a.g.md. s. 82
[24] Sheth,
a.g.m., s.100
[25] Tümer,
Günay, Biruni’ye Göre Dinler ve İslam Dini, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara 1991,
s. 176
[26] Zimmer,
Heinrich, Hint Felsefesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul 1992, s. 352
[27] Zimmer,
a.g.e., s.353
[28]
Nikhilananda, Swami, Ruhun Kurtuluşunda Hinduizm, çev. Sedat Umran, Ruh
ve Madde Yayınları, İstanbul 1978, s. 22
[29]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 68
[30]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 68
[31]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 68
[32]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 68
[33]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 68
[34]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 67
[35]
Nikhilananda, a.g.e., s. 22-26
[36]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 69
[37]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 69
[38]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 70; Meriç, a.g.e., s. 161
[39]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 71; Tümer, Biruniye Göre Dinler ve İslam Dini,
s. 134
[40] Meriç,
Cemil, Bir Dünya’nın Eşiğinde, 4.bs., İletişim Yayınları, İstanbul 1998,
s. 162
[41]
Demirci, “Hinduizm”, DİA, c. XVIII, s. 112-116
[42] Harre,
Rom, Felsefenin Bin Yılı, çev. İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları,
İstanbul 2003, s. 48
[43] Sunar,
Cavit, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, Ankara 1975, s. 21
[44]
Şeriati, Ali, Dinler Tarihi, çev. Erdoğan Vatansever, Seçkin Kitaplar
Yayıncılık, y.y, t.y. s. 286-288
[45]
Şeriati, a.g.e., s. 363
[46]
Schimmel, a.g.e., s. 117
[47]
Dalkıran, Sayın, Aklın Büyük Yanılgısı, Tanrılaştırma, Yedirenk
Kitapları, İstanbul 2004, s. 55;
Schimmel, a.g.e., s. 363; Schure, Edouard, İnsanlığı
Aydınlatan Büyük İnisiyeler, çev. Yavuz Keskin,
Ruh ve Madde Yayınları, 2.bs., İstanbul 1996,
s. 90
[48] Kaya,
Korhan, Hintlilerde Tanrı, Kaynak Yayınları, İstanbul 1998, s. 14
[49] Morris,
Brain, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, çev. Tayfun Atay, İmge
Kitabevi, Ankara 2004, s.154
[50] Harre,
a.g.e., s. 48
[51]
Schimmel, a.g.e., s. 118
[52] Güç,
Ahmet, Çeşitli Dinlerde ve İslam’da Kurban, Düşünce Kitabevi, İstanbul
2003, s. 94
[53]
Nikhilananda, a.g.e., s. 30.
[54] Eliade,
Mircea, Dinler Tarihine Giriş, çev. Lale Arslan, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul 2003, s. 283
[55]
O’Flaherty, Wendy Doniger, Hindu Mitolojisi, çev. Kudret Emiroğlu, İmge
Kitabevi, Ankara 1996, s.
23
[56]
O’Flaherty, a.g.e., s. 25
[57]
O’Flaherty, a.g.e., s. 30
[58]
O’Flaherty, a.g.e., s. 38
[59] Meriç,
a.g.e., s. 125
[60] Renou,
a.g.e., s. 38
[61]
Narayanan, Vasudha, “The Hindu Tradition”, World Religions, Oxford
University Press, New York,
s. 47
[62]
Pettazzoni, Rafaella, Tanrıya Dair, çev. Fuat Aydın, İz Yayıncılık,
İstanbul 2002, s. 30
[63]
Narayanan, a.g.e., s. 47
[64] Eliot,
Sir Charles, Hinduism and Budhism, an Historical Sketch, Barnes and
Noble Inc., New York
1971, s. 141
[65] Meriç,
a.g.e., s. 136
[66] Helfer,
J., “Brahma”, The Perennial Dictionary of World Religions, s. 116
[67] Bayur,
Hikmet, Hindistan Tarihi, c. I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1987,
s. 36
[68]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 70
[69] Hayıt,
Halil, Hinduizm’de Tanrı-Kainat İlişkisi, Yüksek Lisans Tezi, Uludağ
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Bursa 1984, s. 26
[70]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 68
[71]
Bhaskarananda, a.g.e., s. 70
[72] Bayur,
a.g.e., s. 30
[73] Doğrul,
Ömer Rıza, Yeryüzündeki Dinler Tarihi, 3.bs, İnkılâp ve Aka Kitabevleri
Koll. Şti., İstanbul
1963, s. 76
[74] Kaya, Hintlilerde
Tanrı, s. 23-26.
[75]
Sarıkçıoğlu, a.g.e., s.172-175; Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, s.
113
[76] Cesary,
Rev. C., İndian Gods, Sages and Cities, Mittal Publications, Delhi 1987,
s. 13; Meriç, a.g.e., s.
126
[77] Meriç,
a.g.e., s. 126
[78] Helfer,
a.g.md., s. 116
[79]
Schimmel, a.g.e., s.105-106
[80] Tümer,
“Brahmanizm”, DİA, c. VI, s. 112-116
[81] Tümer,
a.g.md., s. 112-116
[82]
Hinduizm’de ibadetin, murakabenin, ilahilerin, metinlerin başında ve sonunda,
ibadete girmek ve ibadetten çıkmak için om sesi çıkarılır. Om Brahma’dır
aslında. Bkz. Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, s. 568
[83] Meriç,
a.g.e., s. 126
[84] Işım,
Mehmet Ali (der.), Upanişadlar, ‘Tanrının Soluğu’, Dergah Yayınları,
İstanbul 1976, s. 25
[85]
Heesterman, Jan C., “Brahma” , ER, c. II, s. 293
[86] Aydın,
Mehmet, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, s. 113
[87]
Demirci, a.g.md., s. 112
[88] Renou,
a.g.e, s. 39; Schimmel, a.g.e., s. 113; Kaya, “Önsöz”, Bhagavadgita,
Hinduların Kutsal Kitabı,
Dost Kitabevi, Ankara 2001, s. 17
[89] Renou,
a.g.e., s. 39; Schimmel, a.g.e., s. 113
[90] Meriç,
a.g.e., s. 128; Kahraman, Ahmet, Dinler Tarihi, 3. bs., Yaylacık
Matbaası, İstanbul 1971, s. 95
[91] Gonda,
Jan, “Visnu”, ER, c. XV, s. 288-290
[92]
Varenne, Jean, “Hinduizm”, Din Fenomeni, çev. Mehmet Aydın, 3. bs., Din
Bilimleri Yayınları, Konya 2000, s. 303-304; Narayanan, a.g.e., s. 44;
Kahraman, a.g.e., s. 95
[93]
Narayanan, a.g.e., s. 44.
[94]
Varenne, a.g.m., s. 303
[95]
Varenne, a.g.m., s. 303
[96]
Varenne, a.g.m., s. 303-304; Narayanan, a.g.e., s. 44; Kahraman, a.g.e., s. 95
[97] Gonda,
a.g.md., s. 288-290
[98] Doğrul,
a.g.e., s. 98
[99] Doğrul,
a.g.e., s. 98
[100] Doğrul,
a.g.e., s. 99
[101] Doğrul,
a.g.e., s. 100
[102] Cesary,
a.g.e., 13
[103] Kaya,
“Önsöz”, s. 17
[104] Eliade,
Mircea, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, çev. Ali Berktay, c. I,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003, s. 256
[105] Meriç,
a.g.e., s. 128
[106] Yitik, Hint
Dinleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir 2005, s. 37
[107]
Narayanan, a.g.e., s. 45; Hardly, Friedhelm, “The Classical Religions of
India”, World Religions, part
4, ed. Steward Sutherland v.dğr., G.K.
Hall&Co., London 1988, s. 610
[108]
Challaye, Felicien, Dinler Tarihi, çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık
Yayınları, İstanbul 1972, s. 82
[109]
Varenne, a.g.m., s. 306-307
[110]
Kramrisch, Stella, “Siva”, ER, c. XIII, s. 338-341; Eliot, a.g.e., s.
140
[111] Renou,
a.g.e., s. 41-43
[112]
Parrinder, a.g.e., s. 27
[113]
Schimmel, a.g.e., s. 117
[114]
Kramrisch, a.g.md., s. 338-341
[115] Yitik,
a.g.e., s. 36
[116] Renou,
a.g.e., s. 20
[117]
Parrinder, a.g.e., s.19
[118] Renou,
a.g.e, s. 20
[119]
Parrinder, a.g.e., s. 22
[120]
Parrinder, a.g.e., s. 22
[121]
Parrinder, a.g.e., s. 23
[122] Parrinder,
a.g.e., s. 23
[123]
Parrinder, a.g.e., s. 23
[124]
Parrinder, a.g.e., s. 23
[125]
Parrinder, a.g.e., s. 24
[126] Ürdüç,
a.g.md., s. 240-246; Parrinder, a.g.e., s. 24
[127] Kaya, Hintliler’de
Tanrı, s. 53-54
[128]
Parrinder, a.g.e., s. 26
[129] Kaya,
a.g.e., s. 54
[130] Kaya,
a.g.e., s. 55
[131]
Parrinder, a.g.e., s. 26
[132]
Parrinder, a.g.e., s. 26
[133]
Parrinder, a.g.e., s. 27
[134]
Parrinder, a.g.e., s. 30
[135]
Parrinder, a.g.e., s. 28
[136]
Parrinder, a.g.e., s. 29
[137]
Carriere, Jean-Claude, Mahabharata, çev. Nazım Aslan, Can Yayınları,
İstanbul 1991, s. 240
[138]
Parrinder, a.g.e., s. 26
[139]
Parrinder, a.g.e., s. 26
[140] Kaya,
“Önsöz”, s. 19
[141] Kaya,
“Önsöz”, s. 19
[142]
Parrinder, a.g.e., s. 38
[143]
Bhagavad-Gita, 4:7, 8
[144]
Bhagavad-Gita, 9:7, 8
[145]
Bhagavad-Gita, 3:24
[146]
Yuhanna, 5:17
[147]
Parrinder, a.g.e., s. 37
[148] Parrinder,
a.g.e., s. 38
[149]
Bhagavad-Gita, 9:11
[150]
Parrinder, a.g.e., s. 46
[151]
Parrinder, a.g.e., s. 33
[152]
Parrinder, a.g.e., s. 33
[153]
Parrinder, a.g.e., s. 34
[154]
Parrinder, a.g.e., s. 33-34
[155]
Parrinder, a.g.e., s. 46-47
[156] Yogi,
Maharishi Manesh, Bhagavad-Gita, 1-6. Bölümlerin Yeni Bir Çevirisi ve Yorumu,
çev. M.
Serhan Akkuş-Cihan Bakkalcıoğlu, Sistem
Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 17
[157] Yogi,
a.g.e., s. 36, Bhagavad-Gita, 1: 14
[158]
Bhagavad-Gita, 1:15
[159] Yogi,
a.g.e., s. 37
[160]
Bhagavad-Gita, 1:32
[161] Yogi,
a.g.e., s. 58
[162] Bhagavad-Gita,
1:35
[163]
Yogi,a.g.e., s. 61
[164]
Bhagavad-Gita, 1:36, 39, 44
[165] Yogi,
a.g.e., s. 72
[166]
Bhagavad-Gita, 2: 54
[167] Yogi,
a.g.e., s. 159
[168] Macun,
İnci, “Bhagavadgita’da Tanrı Krshna’ya Hitap Şekilleri”, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Dergisi,
c. 4, sayı 1, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1985, s. 83-89.
[169]
Bhagavad-Gita, 11:51
[170]
Bhagavad-Gita, 10:3
[171]
Bhagavad-Gita, 10:21
[172]
Bhagavad-Gita, 10:23
[173] Kaya,
“Önsöz”, s. 11-12.
[174] Ramayana,
İngilizce’den çev. der. Asuman Belen Özcan-Hatice Derya Can, Dost Kitabevi,
Ankara 2002, s. 13-28
[175] Ramayana,
s. 29-44
[176] Ramayana,
s. 45-48; Parrinder, a.g.e., s. 64
[177] Ramayana,
s. 49-106
[178] Ramayana,
s. 109-114
[179]
Parrinder, a.g.e., s. 65
[180]
Parrinder, a.g.e., s. 66
[181] Kaya, Hintliler’de
Tanrı, s. 56
[182] Aydın,
Fuat, Hint Dini Düşüncesinde İnsânîn Özgürlük Anlayışı, Ataç Yayınları,
İstanbul 2005, s. 42
[183]
Nikhilananda, a.g.e., s. 145
[184] Zimmer,
a.g.e., s. 387-388
[185]
Parrinder, a.g.e., s. 48
[186]
Parrinder, a.g.e., s. 48
[187]
Parrinder, a.g.e., s. 49
[188]
Parrinder, a.g.e., s. 49
[189]
Parrinder, a.g.e., s. 51
[190]
Lorenzen, David N., “Sankara”, ER, c. XIII, s. 64-65; Meydan Larousse,
“Sankara”, c. X, İstanbul
1998, s. 935
[191]
Lorenzen, a.g.md., s. 64-65
[192]
Sankara, Tefrik Etme Hazinesi, çev. Mehmet Ali Işım, Dergah Yayınları,
İstanbul 1976, s. 11;
Parrinder, a.g.e., s. 51
[193] Knott,
Kim, Hinduizm’in ABC’si, çev. Medet Yolal, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
2000, s. 53
[194] Işım, Upanişadlar,
s. 111
[195] Knott,
a.g.e., s. 54
[196]
Shankara, a.g.e., s. 17-19
[197] Shankara,
a.g.e., s. 21
[198]
Shankara, a.g.e., s. 29; Harre, a.g.e., s. 80
[199]
Shankara, a.g.e., s. 32; Aydın, Hint Dini Düşüncesinde İnsânîn Özgürlük
Arayışı, s. 44
[200]
Hopkins, Thomas J., The Hindu Religious Tradition, Dickenson Publishing
Company, California,
1976, s. 120; O’Flaherty, Hinduism, Manchester University Press,
Manchester 1988, s. 39-42
[201]
Parrinder, a.g.e., s. 51
[202] Gita,
7; 24; 9; 11
[203]
Parrinder, a.g.e., s. 51
[204]
Parrinder, a.g.e., s. 51
[205]
Parrinder, a.g.e., s. 52
[206]
Parrinder, a.g.e., s. 52
[207]
Parrinder, a.g.e., s. 53
[208] Meevel,
W. G. “Ramanuja”, The Perennial Dictionary of World Religions, s. 598;
Carman, John B., ER, c. XII, s. 211-213; Aydın, Hint Dini Düşüncesinde
İnsânîn Özgürlük Arayışı, s. 44
[209]
Hopkins, a.g.e., s. 122; O’Flaherty, Hinduism, s. 42-45
[210] Carman,
a.g.md., s. 213
[211] Aydın, Hint
Dini Düşüncesinde İnsânîn Özgürlük Arayışı, s. 45
[212]
Parrinder, a.g.e., s. 54; Messadie, Gerald, Şeytanın Genel Tarihi, çev.
Işık Ergüden, 2.bs., Kabalcı
Yayınları, İstanbul 1999, s. 88
[213]
Parrinder, a.g.e., s. 55
[214] Parrinder,
a.g.e., s. 55
[215]
Parrinder, a.g.e., s. 56
[216]
Parrinder, a.g.e., s. 56
[217]
Parrinder, a.g.e., s. 56
[218] Potter,
Karl H. “Madhva”, ER, c. IX, s. 70-71
[219]
Parrrinder, a.g.e., s. 57
[220] Potter,
a.g.md., s. 70-71
[221] Aydın, Hint
Dini Düşüncesinde İnsânîn Özgürlük Arayışı, s. 47
[222]
Parrinder, a.g.e., s. 58
[223]
Parrinder, a.g.e., s. 58
[224]
Parrinder, a.g.e., s. 58
[225]
Parrinder, a.g.e., s. 59
[226]
Parrinder, a.g.e., s. 59
[227]
Parrinder, a.g.e., s. 71
[228]
Parrinder, a.g.e., s. 72
[229]
Parrinder, a.g.e., s. 73
[230]
Parrinder, a.g.e., s. 73
[231]
Parrinder, a.g.e., s. 73
[232]
Parrinder, a.g.e., s. 74; Schure, a.g.e., s. 110
[233]
Parrinder, a.g.e., s. 74
[234]
Parrinder, a.g.e., s. 74
[235] Schure,
a.g.e., s. 115
[236] Schure,
a.g.e., s. 122
[237] Schure,
a.g.e.,s. 126
[238] Schure,
a.g.e., s. 132
[239] Schurei
a.g.e., s. 136
[240] Schure,
a.g.e., s. 138
[241]
Parrinder, a.g.e., s. 74
[242]
Parrinder, a.g.e., s. 73
[243] Kaya, Hint
Mitolojisi Sözlüğü, s.120-121
[244]
Parrinder, a.g.e., s. 72
[245]
Parrinder, a.g.e., s. 75
[246] Jacobi,
a.g.md., s. 193; Parrinder, a.g.e., s. 75
[247] Jacobi,
a.g.md., s. 193; Parrinder, a.g.e., s. 75
[248]
Parrinder, a.g.e., s. 75
[249]
O’Flaherty, Hindu Mitolojisi, s. 149
[250]
O’Flaherty, Hindu Mitolojisi, s. 191
[251]
Parrinder, a.g.e., s. 76
[252]
Parrinder, a.g.e., s. 76
[253]
Parrinder, a.g.e., s. 76
[254]
Parrinder, a.g.e., s. 77
[255]
Parrinder, a.g.e., s. 77
[256]
Parrinder, a.g.e., s. 78
[257]
Parrinder, a.g.e., s. 78
[258]
Parrinder, a.g.e., s. 79
[259]
Parrinder, a.g.e., s. 80
[260]
Parrinder, a.g.e., s. 83
[261]
Parrinder, a.g.e, s. 84
[262]
O’Flaherty, Hinduism, s. 155; Parrinder, a.g.e., s. 85
[263]
Parrinder, a.g.e., s. 83-84
[264]
Söderblom, Nathan, “Incarnation, (Introductory)”, ERE, c. VII, s. 183;
Waida, Manabu, “Incarnation”, ER, c. VII, s. 160-161
[265]
Demirci, a.g.md., s. 340
[266] Drum,
Walter, “The Incarnation”, Catholic Encyclopedia, (online edition) http://www.newadvent.org/cathen/07706b.htm.
(Çevrimiçi 17.08.2006)
[267] yuhanna,1:14;
“kai ho logos sarx egeneto” “ve söz beden oldu.”
[268]
Yuhanna, 3:6
[269] Suarez,
Fransisco, İspanya filozoflarından ve skolastiklerinden. Bağımsız ve ılımlı
olmak koşuluyla Akinalı Saint Thomas yanlısıdır. Daha fazla bilgi için bkz.
Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi , c. 4, İstanbul 1976, s. 351-352
[270]
Filipeliler, 2:7
[271] Drum,
a.g.md.
Hall, T.O. Jr., “Incarnation”, The
Perennial Dictionary of World Religions, s. 339-340
[273]
Filipeliler, 2:6-11
[274]
Yuhanna, 1:14
[275]
McDowell, Josh, Marangozdan da Öte, çev. Levent Kınran, 4. bs., Zirve
Yayıncılık ve Dağıtım, İstanbul 2004, s. 15
[276]
Yuhanna, 1:1
[277]
Parrinder, s. 211
[278] Drum,
a.g.md.
[279]
Mezmurlar, 2:7
[280]
İbraniler, 1:5
[281] İşler,
13:32
[282]
İbraniler, 5:5.
[283] Drum,
a.g.md.
[284]
İbraniler, 1:5
[285]
İbraniler, 1:6
[286]
Mezmurlar, 45:7, 8.
[287]
İbraniler, 1: 9
[288]
Mezmurlar, 110:1
[289]
İbraniler, 1:13
[290] Sadece
Tanrı için kullanılan bir İbrani terimi.
[291] Matta,
22:44; Rab Rabbim'e dedi ki, Ben düşmanlarını Ayaklarının altına serinceye dek
Sağımda otur.'
[292]
Mezmurlar 32:4, 6; 118:89; 102:20; İşaya, 40:8; 55:11
[293] İşler,
28:12; Özdeyişler, 8 ve 9; Vaiz, 1:1; 24:5-12;
[294] Drum,
a.g.md.; Süleyman’ın Özdeyişleri, 9:1-2
[295] Vaiz,
24:7
[296] Drum,
a.g.md.
[297] Wisdom,
7:21-26
[298] Drum,
a.g.m.
[299] İşaya,
34:4
[300] İşaya,
40:3
[301] İşaya,
40:10
[302] Markos,
1:3
[303] İşaya,
7:14
[304] Matta,
1:23
[305] İşaya,
9:6
[306] İşaya ,
4:2
[307] İşaya,
52:7
[308] İşaya,
52:10
[309] İşaya,
52:12
[310] Drum,
a.g.md.
[311]
Yeremya, 23:6; 33:16
[312] Mika,
5:2
[313]
Zekeriya, 8:7
[314] Malaki,
3:1
[315] Drum,
a.g.md.
[316] Matta,
11:10
[317] Drum,
a.g.md.
[318] Çıkış,
23:17; 34:23; İşaya, 1:24; 3:1 ; 10:16, 33 ; 19:4.
[319] Drum,
a.g.md.
[320] Matta,
1:23
[321] Matta,
11:10
[322]
Mcdonald, William, Kutsal Kitap Yorumu, Yeni Antlaşma Serisi, c.I, Yeni
Yaşam Yayınları, İstanbul, 2000, s. 191
[323] Luka,
7:27
[324] Matta,
16:13
[325] Matta,
16:15
[326] Matta,
16:16
[327] Matta,
16:17
[328] Drum,
a.g.md.
[329] Matta,
14:33
[330] Matta,
27:54; Markos, 15:39
[331] Markos,
1:1
[332] Matta,
4:3
[333] Matta,
27:40
[334] Matta,
7:21; 10:32; 11:27 ; 15:13; 16:17
[335]
Yuhanna, 10:36,38
[336] Yuhana,
9:35
[337]
Yuhanna, 10:24
[338]
Yuhanna, 10:30-31
[339]
Yuhanna, 10:32
[340]
Yuhanna, 10:33
[341] Matta,
26:63-64
[342] Markos,
14:62
[343]
Mcdonald, Kutsal Kitap Yorumu, c.I, s.168; Matta, 26:64
[344] Luka,
22:70-71
[345] Luka,
1:32
[346]
McDonald, a.g.e., c.I, s. 271; Luka, 1:32
[347] Luka,
1:35
[348]
McDonald, a.g.e., c.I, s.271; Luka, 1:35
[349]
Yuhanna, 1:14
[350]
McDonald, a.g.e., c.I, s.432, Yuhanna, 1:14
[351] Matta,
17:1-2
[352]
McDonald, a.g.e., c.I, s. 433; Yuhanna, 1:14
[353]
Mezmurlar, 2:7; Matta, 17:5; Yuhanna, 12:28.
[354]
Yuhanna, 1:1
[355]
Yuhanna, 1:14
[356]
Yuhanna, 1:17
[357]
Yuhanna, 1:18
[358]
Yuhanna, 8:58
[359]
Yuhanna, 10:36-38
[360]
Yuhanna, 3:16-7
[361]
Yuhanna, 10:30
[362]
Yuhanna, 14:8-11
[363]
Yuhanna, 14:11
[364]
McDonald, a.g.e., c.I, s. 536
[365]
Yuhanna’nın 1. Mektubu, 5:20
[366]
McDonald, a.g.e., c.I, s.526-7
[367]
Galatyalılar, 1:1-2, 2:7; 1. Korintliler. 11:23; 1 Selanikliler. 4:2
[368]
Galatyalılar, 1:3, 19; Romalılar, 14:4; Filipeliler, 3:8, 4:4-5; Koloseliler,
2:6; Efesliler., 6:9
[369] 1.
Korintliler, 8:5-6
[370] 1
Korintliler, 8:6; Filipeliler, 2:6
[371]
Romalılar, 1:3, 5:10; Galatyalılar, 2:20, 4:4; 1 Selanikliler, 1:10
[372] Drum,
a.g.md.
[373] 1
Korintoslular, 10:4,10,11
[374]
Koloseliler., 2:8
[375]
Koloseliler, 2:9
[376]
Koloseliler., 2:18-19
[377]
Koloseliler., 1:16
[378]
Koloseliler, 1:15; 1 Korintoslular, 1:24.
[379]
Koloseliler, 3:17
[380]
Galatyalılar, 4:4
[381]
Romalılar, 4.
[382] Drum,
a.g.md.
[383] Aydın,
Mehmet, Hıristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsili, Selçuk
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Konya 1991, s. 12
[384] Aydın,
a.g.e., s.15.
[385] Aydın,
a.g.e., s. 17
[386] Aydın,
a.g.e., s. 19
[387]
O’Collins, Gerald-Farrugia, Mario, Catholicism, The Story Of The
Catholic Christianity, Oxford University Press, New York 2003, s. 154
[388] Aydın,
a.g.e., s. 22
[389] Aydın,
a.g.e., s. 42
[390] Aydın,
a.g.e., s. 67
[401] Matta,
1:18-20
[402] Meryem
ve İsa hakkında Kur’an’da geçen bilgilerin pek çoğuna Hıristiyanlarca sahih
sayılan Sinoptik İnciller’de raslanmaz. Günümüze çok azı ulaşabilen ve
‘Çocukluk İnciller’i denilen incillerde bu bilgiler yer almaktadır. Bkz.
Sarıkçıoğlu, Ekrem, “Hıristiyanlar’da Çocukluk İnciller’i”, Türkiye I.
Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, Samsun 1992, s. 5-42
[403] Luka,
2:41-52; Sarıkçıoğlu, a.g.m., s.5-42
[404]
Sarıkçıoğlu,a.g.m., s. 31
[405]
Sarıkçıoğlu, a.g.m., s. 31
[406] Markos,
1:5
[407] Matta,
3:17
[408] Matta,
3:13-16; Markos, 1:9-11; Luka, 3:21-22
[409] Sarıkçı
oğlu, a.g.e., s. 329
[410] Matta,
4:1-3, 18:
[411] Matta,
4:17; Markos, 1:14
[412] Matta,
5:17
[413] Matta,
4:23;
[414] Matta,
14:15-21
[415] Matta,
26-17; Markos: 15-16; Luka, 23; Yuhanna, 19
[416] Matta,
9:10-15; 9:2; Yuhanna, 16:33; Resuller’in İşleri: 23:11
[417]
Fosdick, H. Emerson, İsa’nın Şahsiyeti, çev. S.Huri, Amerikan Bord
Neşriyat Dairesi, İstanbul 1950, s. 21
[418] Luka,
6:27-28; 32-38
[419] Matta,
18:21-22, 27-30
[420] Luka,
23:33-34
[421]
Fosdick, a.g.e., s. 34
[422] Luka,
22:22
[423] Markos,
3:1-6
[424] Luka,
17:2; 20:45-47
[425] Luka,
2:49
[426]
Fosdick, a.g.e., s. 70
[427]
Fosdick, a.g.e., s. 93
[428] Matta,
6:2-6,
[429] Matta,
7:15-21
[430] Luka,
4:1-8, 9-14
[431] Markos,
7:20-23
[432] Matta,
12:34-35
[433] Yuhanna,
15:9-15; 13:1-5,12-15; I Yuhanna, 1:1-7; Yuhanna, 19:26-27; 17:6
[434]
Yuhanna, 13:1-5, 12-15
[435]
Fosdick, a.g.e., s.148
[436] I
Korintliler., 13
[437] Luka,
12:16-21
[438]
Fosdick, a.g.e., s.170
[439] Matta,
8:20; 12:8; Markos, 13:27; Luka, 6:22; Yuhanna: 1:51. Ayrıca bunlardan başka
İnsanoğlu ifadesi Yeni Ahit’te 69 yerde geçmektedir.
[440] Matta,
8:29; Markos, 1:1; Luka, 1:32; Yuhanna, 19:7. Tanrı Oğlu ifadesi Yeni Ahit’te
71 defa geçmektedir.
[441] Matta,
9:28; Markos, 16:19; Luka, 5:12; Yuhanna, 21:12
[442] Matta,
1:18; Markos, 14:61; Luka, 4:41; Yuhanna, 20:31
[443] Matta,
16:14; Markos, 6:15; Luka, 9:19; Yuhanna, 4:19
[444] Matta,
1:1; Markos, 10:47; Luka, 18:38;
[445] Briggs,
Constance Victoria, “Jesus of Nazareth”, The Encyclopedia of God,
Hampton Roads Publishing Company, Canada 2003, s.117
[446]
Kellner, M.M., “Messiah, Jewish”,The Perennial Dictionary Of World
Religions, s. 478
[447]
Kellner, a.g.md., s. 478
[448]
Kellner, a.g.md., s. 478; Amos, 9:11-15
[449] 1
Samuel, 10:16; 15:1; II Samuel, 5:17; 12:7; II Krallar, 11:12; 23:30; I
Tarihler., 29:22
[450] Gündüz,
Şinasi, Pavlus, Hıristiyanlığın Mimarı, Ankara Okulu Yayınları, 2001, s.
179
[451]
Tesniye, 18:15
[452] Malaki,
4:5-6
[453] Gündüz,
a.g.e., s.178.
[454] Gündüz,
a.g.e., s. 175
[455] Markos,
8:29; ayrıca bkz. Matta, 16:13-20; Luka, 9:18-21
[456] Luka,
9:20
[457] Matta
16:16
[458]Matta,
16:20; Markos, 8:30; Luka, 9:21
[459] Gündüz,
a.g.e., s. 175.
[460] Gündüz,
a.g.e., s. 176
[461] Markos,
14:61-62
[462] Gündüz,
a.g.e., s.177
[463] Markos,
14:62
[464] Luka,
4:18-19
[465] Gündüz,
a.g.e., s.179-181
[466] Gündüz,
a.g.e., s.168
[467] Daniel,
7:13; Tekvin, 1:2
[468] Gündüz,
a.g.e., s. 169
[469] Markos,
6:14
[470] Matta,
16:14
[471] Markos,
8:28; Luka, 9:19
[472] Gündüz,
a.g.e., s.170; II Krallar, 2:11
[473] Matta,
21:10-11
[474] Matta,
21:46
[475] Luka,
7:16
[476]
Matta,13:57;
[477]
Matta,23:34
[478] Matta,
26:67
[479] Michel,
Thomas, Hıristiyan Tanrı Bilimine Giriş, Ohan Basımevi, İstanbul 1992,
s. 60
[480] Gündüz,
a.g.e., s.183
[481] Markos,
1:9-11; Matta, 3:16-17; Luka, 3:21-22
[482] Gündüz,
a.g.e., s. 183
[483] Matta,
16:15
[484] Matta,
8:29
[485] Markos,
3:11
[486] Matta,
11:27
[487] Markos,
1:1; Yuhanna, 3:35-36; 5:21:23; Romalılar, 1:1-4
[488] Tarakçı,
Muhammet, Saint Thomas Aquinas, İz Yayıncılık, İstanbul 2006, s.106
[489]
Özdeyişler, 30:4
[490]
Mezmurlar, 2:7; 89:26-27
[491]
Tarakçı, a.g.e., s. 106
[492] Aydın,
Mahmut, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, TDV Yayınları,
Ankara 1995, s. 44
[493] Matta,
8:5, 25; Luka, 7:8;13: 23; Markos, 16: 19; Yuhanna, 11:21
[494]
Yuhanna, 13:13
[495]
Yuahnna, 1:14
[496]
Yuhanna, 1:1; İbraniler, 1:8; Romalılar, 9:5
[497]
Yuhanna, 1:4; 14:6
[498] Matta,
18:20; 28:20
[499] Matta,
17:22-27; Yuhanna, 4:16; 6:64
[500] Matta,
8:26-27; Luka, 4:39-44; 7:24; 15
[501] Yuhanna,
1:4; 1. Yuhanna, 5:11-12; 20
[502] İşaya,
42:1-19; 49:1-17; 50:4-11; 52:13-15.
[503] Michel,
a.g.e., s. 63
[504] Drum,
a.g.md.
[505]
Inwagen, Peter Van, “Incarnation and Christology”, Routledge Encyclopedie of
Philosophy, Version
1.0, London, t.y. , s. 1-7
[506] Inwagen,
a.g.m., s. 1-7
[507]
Inwagen, a.g.m., s. 1-7
[508]
Muhtemelen M.S. 440-542 arasında, Lerins semti manastırınde bestelenmiş bir
âyindir. Yazarının kim olduğu kesin olmamakla birlikte, Teslis ve İsa Mesih’in
kişiliği doktrininde Augustinian teolojisinin ifadeleri hakimdir. Bkz.Leith,
J.H., “Athanasian Creed”, The Perennial Dictionary Of World Religions,
ed. Keith Crim, s. 75
[509]
Inwagen, a.g.m., s. 1-7
[510]
Yuhanna, 1:1-3,14
[511]
Koloseliler, 1:15-17; 2:9
[512]
İbraniler, 1:2,3
[513]
Yuhanna, 1:14
[514]
Yuhanna:1:2
[515]
Yuhanna:1:3
[516] Yuhanna,
10:30
[517]
Filipeliler, 2:6-7
[518] Şenay,
Bülent, İlk Rafızi Hıristiyan Kilisesi Markunilik, Verka Yayınları,
İstanbul 2003, s.36
[519] Şenay,
a.g.e., s. 42
[520] Daha
fazla bilgi için bkz. Şenay a.g.e., s. 44-47
[521] Aydın, Hıristiyan
İlâhiyatı, s. 13
[522] Klasik
Yunanca’da “tercih, seçim, karar, ayrılma” gibi anlamlara gelen “hairesis”
kelimesinden türeyen “heresy” kavramı son anlamıyla Hıristiyan cemaatlerinin
ana doktrinden ayrılmışlığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bkz. Rudolph,
Kurt “Heresy”, ER, c. II., s. 269-271.; Şenay, a.g.e., s. 37
[523] Drum,
a.g.md.
[524]
Drum,a.g.md.
[525] Gündüz,
Şinasi, “Gnostik Dinler”, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, ed. Ekrem
Sarıkçıoğlu, 5.bs., Fakülte Kitabevi, Isparta 2004, s.133-160; Aydın, Ansiklopedik
Dinler Sözlüğü, s.251-252; Şenay, a.g.e., s. 58
[526] Eliade,
Mircea-Couliano, Ioan P., Dinler Tarihi Sözlüğü, çev. Ali Erbaş, İnsan
Yayınları, İstanbul 1997, s.121-122
[527] Aydın, Ansiklopedik
Dinler Sözlüğü, s. 252
[528]
Tarakçı, a.g.e., s. 138
[529] I.
Korintliler, 15:47
[530] Yuhanna
3:13;
[531] Yuhanna
3:31
[532]
Yuhanna, 6:38
[533]
Tarakçı, 138
[534]
Chadwick, Henry, The Early Church, Penguin Books, London 1993, s. 33-41
[535] Luka,
24:39
[536]
Tarakçı, 138
[537]
Chapman, John, “Nestoryus and Nestorianism”, Catholic University,
(Online Edition), http://www.newadvent.org/cathen/10755a.htm.(19.08.2006
çevrimiçi)
[538]
Chapman, a.g.md.
[539]
Griffith, H, “Nestoryus, Nestorianism, Advanced İnformation”, Elwell
Evangelical Dictionary,(Online Edition), http://mb-soft.com/believe/txc/nestoria.htm.
(19.08.2006 çevrimiçi)
[540]
Griffith, a.g.md.
[541]
Griffith, a.g.md.
[542]
Griffith, a.g.md.
[543] Pike,
E. Royston, Dictionnaire des Religious, Fransızca’ya çev. Serge Hutin,
Paris, PUF, 1954, s. 228;
Aydın,
Mehmet, Dinler Tarihine Giriş, 2.bs., Din Bilimleri Yayınları, Konya 2002, s.
147
[544]
Griffith, a.g.md.
[545]
Griffith, a.g.md.
[546]
Dickens, Mark, “Nestorian Theology”, http://www.oxuscom.com/theology.htm.
(24.09.2006 çevrimiçi)
[547]
Dickens, a.g.md.
[548] Aydın,
Mehmet, Dinler Tarihine Giriş, s. 147; Dickens, a.g.md.
[549] Drum,
a.g.md.
[550] Drum,
a.g.md.
[551] Çelik,
Mehmet, Süryani Kilisesi Tarihi, c. I, Yaylacık Matbaası, İstanbul 1987,
s. 118
[552] Çelik,
a.g.e., s. 119
[553] Çelik,
a.g.e., s. 119
[554] Çelik,
a.g.e., s. 119
[555] Tümer,
Günay- Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları,3.bs., Ankara
1997, s. 303
[556] Denizli
yakınlarında bir şehir. Bkz. Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, s.
515-516
[557] Aydın, Ansiklopedik
Dinler Sözlüğü, s. 515-516
[558] Zissis,
Theodore, “Eutyches”, ER, c.V, s. 189; Wolfson, Harry Austryn, The
Philosophy Of The Church Fathers, Vol. I, Harvard University Press, London
1956; Chadwick, a.g.e., s. 202; Davies, J.G., The Early Christian Church,
Weidenfeld amd Nicolson, London 1965, s. 240
[559] Çelik,
a.g.e., s. 143; Chadwick, a.g.e., s. 200; Zissis, a.g.md., s. 189
[560]
Chadwick, a.g.e., s. 201
[561]
Eranistes yamalardan yapılmış giysi anlamında bir kelimedir. Theodoret,
monofizitleri heretiklerin yamasına benzetir ve yamalardan yapılan bir kumaş
gibi olduklarını ileri sürer. Bkz.Chadwick, a.g.e., s. 201 (dipnot 2); Grant,
Michael, Roma’dan Bizans’a, çev. Z. Zühre İlkgelen, Homer Kitabevi,
İstanbul 2000, s. 58-59, 87, 184-185 (dipnot 23)
[562]
Chadwick, a.g.e., s. 202; Kelly, J.N.D., Early Christian Doctrines,
Harper & Row Publishers, New York 1960, s. 333
[563] Tome,
I. Leo’nun sekreteri tarafından kaleme alındığı ifade edilen ve Augustine ile
Brescialı Gaudentius’a ait söylemleri de içeren bir mektuptur. Genel olarak
İsa’daki iki tabiatı açıkça savunduğu dile getirilir. Bkz.Çelik, a.g.e., s. 151
[564]
Chadwick, a.g.e., s. 202; Kelly, a.g.e., s. 334
[565]
Chadwick, a.g.e., s. 203
[566]
Chadwick, a.g.e., s. 204
[567] Aydın, Dinler
Tarihine Giriş, s. 148; Wolfson, a.g.e., s. 444
[568] Yuhanna,
1:14
[569] Çelik,
a.g.e., s.124, (dipnot 256)
[570] Davies,
a.g.e., s. 240; Kelly, a.g.e., s. 339
[571] Drum,
a.g.md. ;Davies, a.g.e., s. 240
[572] Davies,
a.g.e., s. 239; Çelik, a.g.e., s. 145.
[573]
Wolfson, a.g.e., s. 444-445
[574] Bu
kristolojik tartışma için bkz. Ostrogorsky, Georg, Bizans Devleti Tarihi, çev.
Fikret Işıltan, TTK Yayınları, Ankara 1986, s. 53-55
[575]
Wolfson, a.g.e., s. 446-447
[576]
Wolfson, a.g.e., s. 449
[577] Davies,
a.g.e., s. 241
[578] Aydın,
“Hıristiyanlık”, DİA, c. 17, s. 354-355
[579] Drum,
a.g.md.
[580] Drum,
a.g.md.; Chadwick, a.g.e., s. 211; Wolfson, a.g.e., s. 470-480; Pike,
E.Royston,
“Monotheleist”, Encyclopedia of Religion and
Religions, George Allen & Unum Ltd., London 1951, s.262.; Brandon, S.G.
F.(ed.) “Monotheletism”, A Dictionary of Comparative Religion, C.
Tingling and Company Ltd., 1970, s. 451
[581] Hıristiyanlık
Tarihi, çev. Sibel Sel-Levent Kınran, Yeni Yaşam Yayınları, Mayıs, 2004, s.
188
[582]
Chadwick, a.g.e., s. 211; Wolfson, a.g.e., s. 473
[583]
Ostrogorsky, a.g.e., s. 55
[584]
Ostrogorsky, a.g.e., s. 59
[585] Ostrogorsky,
a.g.e., s. 59
[586]
Ostrogorsky, a.g.e., s. 101
[587]
Ostrogorsky, a.g.e., s. 102
[588] İsa’da
bir ya da iki eylem olduğu yönündeki her iki düşünceyi de yasaklayan, enerji
meselesini ikinci plana atan bir kararname. Bu kararnameye göre İsa’da sadece
tek bir irâde vardır. Bkz. Kelly, J.N.D., “Honorius”, The Oxford Dictionary
of Popes, Oxford University Press, Oxford, 1988, s. 71
[589]
Ostrogorsky, a.g.e., s. 109-112
[590]
Ostrogorsky, a.g.e., s. 117-8
[591]
Wolfson, a.g.e., s. 474
[592]
Wolfson, a.g.e., s. 480
[593]
Wolfson, a.g.e., s. 472
[594]
Wolfson, a.g.e., s. 472
[595]
Yuhanna, 4:22
[596] Matta,
11:29
[597] Luka,
22:42
[598] Drum,
a.g.md.
[599]
Yuhanna, 14:31
[600]
Filipeliler, 2:8
[601] Drum,
a.g.md.
[602] J.H.
Maude, “Catholicism, Catholicity”, ER, c. III, s. 258-261; Harman, Ömer Faruk,
“Katoliklik”, DİA,c. XXV, s. 55-58
[603]Harman,
a.g.md., s. 56
[604] Aydın, Ansiklopedik
Dinler Sözlüğü, s. 367
[605] Aydın, Hıristiyan
Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, s.61; O’Collins, a.g.e., s. 22,33
[606]
O’Collins, a.g.e., s. 33
[607]
Tarakçı, a.g.e., s. 134
[608] Aydın, Hıristiyan
Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, s. 19
[609]
O’Collins, a.g.e., s. 156
[610] Demirci,
Bir Hıristiyan Mezhebi Olarak Ortodoksluğun Teolojisi, Ayışığı Kitapları,
İstanbul 2005, s.
36; Tarakçı, a.g.e., s. 135
[611]
Demirci, a.g.e., s. 46
[612] Aydın, Hıristiyan
Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, s. 22
[613] Aydın,
a.g.e., s. 42
[614] Aydın,
a.g.e., s. 67
[615]
Besnard, Albert M., “Katololik Mezhebi”, Din Fenomeni, çev. Mehmet
Aydın, 3. bs., Din Bilimleri Yayınları, Konya 2000, s. 147
[616] Harman,
a.g.md., s. 58
[617] Şenay,
a.g.e., s. 45, 94
[618] Aydın,
Mahmut, İsa Tanrı mı? İnsan mı?, İz Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 111,
117-118
[619] Matta,
4:2
[620]
Yuhanna, 19:28
[621]
Yuhanna, 4:6
[622]
İbraniler, 4:15
[623]
İbraniler, 2:18
[624] Drum,
a.g.md.
[625] Drum,
a.g.md.
[626] I
Yuhanna, 3:5
[627] II
Korintliler, 5:21
[628] I
Yuhanna, 5:18
[629] Drum,
a.g.md.
[630] Michel,
a.g.e., s. 84
[631] Michel,
a.g.e., s. 84
[632] Drum,
a.g.md.
[633]
Filipeliler, 2:7
[634]
İbraniler, 12:2
[635] Matta,
27:34
[636] Matta,
8:3
[637] Markos,
3:5
[638] Markos,
14:33
[639] Matta,
26:37
[640] Drum,
a.g.md.
« Prev Post
Next Post »