OVIDIUS’UN HEROIDES’İNDEKİ KARŞILIKLI MEKTUPLARDA AŞK KAVRAMI
| |
Hazırlayan: Serap Gür
Heroides, hem konusu hem işlenişi bakımından yepyeni bir eserdir.
Ovidius, bu eserini oluştururken mitolojiyi, elegeia ve mektup türünü bir arada
kullanmıştır ve geçmişin savaşan erkeklerinin, terk edilen, aldatılan
kadınlarını konuşturmuştur. Onların ağzından yazdığı mektuplarda, bu kadınların
arayışları, arzuları, acıları ve bunun sonucu olarak da kadın ruhunun iç
parçalayıcı haykırışı ortaya çıkmıştır. Bunlar mitolojinin, destan ve
tragedyanın ürünü olan, daha önce yalın bir şekilde taslağı çizilmiş kadın
kahramanlardır. Heroides’te onların canlandırılışı ve fark edilişi söz
konusudur. Bu fark edilişin bir anlamda Ovidius’un yaşadığı dönemdeki Romalı
kadının da fark edilmesiyle, eski gelenek ve göreneklerinden sıyrılıp
hareketlenmesiyle paralel olduğu açıkça görülebilir.
Ovidius, eserinde kadın bakış açısının izlenmesine izin vererek, bir
anlamda kadın ruhunun ansiklopedisini çıkarmıştır. Kadın psikolojisinin keşfi Heroides’in
dikkate alınması gereken en önemli özelliklerinden biridir. Çalışmamda bu
konuyu özellikle karşılıklı aşk mektuplarında irdelemeye çalışacağım.
Çalışmam boyunca benden yardımlarını esirgemeyen ve her türlü konuda bana
yol gösteren danışmanım Sayın Prof. Dr. Filiz Öktem’e ve Sayın Dr. Sabriye
Akoğlu’ya teşekkürü bir borç bilirim.
Serap GÜR
Ovidius, İ.S. 8. yy.’dan itibaren en çok okunan Romalı ozan olmayı
başarmıştır. O, yaşamayı sevgiyle bütünleştiren bir ozandır ve Roma’da aşkın
sözcüsü olarak belirmiştir. Seçtiği konular kadar işleyişi de sürükleyicidir.
Eserlerinin her biri eski çağlarda olduğu kadar günümüzde de ilgi görmektedir.
Bu çalışmamda, Ovidius’u, yaşadığı devri ve Heroides’i genel
olarak
değerlendirdikten sonra, özellikle eserin ikinci bölümünü oluşturan,
erkek ile kadın kahraman arasındaki etkileşime izin veren, dolayısıyla farklı
bakış açılarını görmemizi sağlayan karşılıklı aşk mektuplarını inceleyeceğim.
Çalışmada yer alan çeviriler için, Kenney, E.J., Ovid Heroides
XVI-XXI, Cambridge, 1996. ve Ovidio, Lettere Di Eroine,
trad.G.Rosati, Rizzoli, 1989. eserleri temel alınmıştır.
I.
BÖLÜM
Ovidius İ.Ö. 43 yılında, İtalya’nın Sulmo kasabasında atlı sınıfından
soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İ.S. 17’de ise sürgün yeri
olan Tomis’te hayata tek başına veda etmiştir. Ovidius hakkında en güvenilir ve
sağlam bilgileri kendi eselerlerinde bulmaktayız. Ozanın sürgün şiirlerini
yazdığı Tristia adlı yapıtının 4. kitabındaki 10. bölüm yazarın tam anlamıyla
bir otobiyografisidir. Zira Ovidius, kendi yazdığı otobiyografisi günümüze
kalmış olan ilk Roma ozanıdır.
Ovidius genç yaşta ailesi tarafından eğitimi için erkek kardeşiyle
birlikte Roma’ya gönderilmiştir. Çünkü o dönemde Roma’nın kültürel ışıltısı pek
çok taşralıya çekici gelmekteydi. Ovidius ve kardeşi Roma’da Arellius Fuscus ve
Porcius Latro gibi zamanın seçkin hocalarından retorik dersleri almışlardır
ve özellikle Ovidius burada contraversia
ve suasoria alıştırmaları yaparak dile olan eğilimini ve yeteneğini
geliştirmiştir. Babası onun bu konularda ustalaştıktan sonra senatoda
ilerlemesini istiyordu; fakat Ovidius içinde varolan şiir aşkına dur
diyememiştir ve babasının onun için niyetlendiği şeyler için aldırdığı düz yazı
eğitimi, tersine onun şiir yeteneğini ortaya çıkarmıştır ve Ovidius’un,
içindeki şiir aşkını keşfetmesine yardımcı olmuştur. Babası her fırsatta şiirle
uğraşmakla hiçbir şey elde edemeyeceğini söyleyerek, onu bu aşktan vazgeçirmeye
çalışmıştır. Ovidius babasının uyarılarına kulak vermek istemiştir; fakat
kalemi eline her aldığında şiir yazmaya başlamıştır ve kendi tabiriyle sıradan
başladığı cümleler her seferinde kendiliğinden ölçülü, kafiyeli, anlamlı
satırlara dönüşmüşlerdir. Sonuçta Ovidius politikada önemli
sayılabilecek görevlerde bulunduktan sonra, bu alanda ilerleme olasılığı çok
yüksek olmasına rağmen, babasını hayal kırıklığına uğratmak pahasına kendini
politikadan tamamiyle çekmiştir. Çünkü Ovidius’un hiçbir zaman politik hırsları
ve kaygıları olmamıştır. Şiir yaşamında da Horatius ve Vegilius gibi
öncüllerine nazaran imparatorluk kurumundan uzak kalmıştır. Sonuçta çok daha
özgür bir ozan olarak edebiyat sahnesinde varolmuştur.
Şiir, Ovidius için adeta Musa’lar tarafından itildiği ve kendiliğinden
gitmek zorunda olduğu bir yoldur. Ama bu zorunluluk Ovidius’u sıkıştıran değil,
tersine onu özgür bırakan, adeta kalbinin derinliklerine inmesini ve aynı
zamanda evrenin en tepelerinde dolaşmasını sağlayan ve onu ölümsüz kılan bir
şey olmuştur. Bununla birlikte, daha sonra ayrıntılı olarak üzerinde
duracağımız üzere; ileride şiiri, onun beklenmedik bir şekilde dönemin
imparatoru Augustus tarafından Roma’dan sürülmesine ve ömrünün sonuna kadar
sevdiği her şeyden koparılmasına neden olacaktır.
Ovidius şiirle uğraşmaya başladığında çok küçük olmasına rağmen, sesini
insanlara duyurmakta ve kendini kabul ettirmekte zorlanmamıştır ve şiir yazmaya
başladığı ilk anlardan itibaren okunan bir ozan olmaya başlamıştır. Kamu önünde
ilk şiirini okuduğunda daha çok küçüktür. Corinna diye hitap ettiği bir kadına
duyduğu aşk acısını yazdığı bu şiiri onu ünlü yapmaya yetmiştir. Bu şekilde dönemin tanınan ozanlarının
dikkatini çekebilmiştir. Mesella Cornivus’un başında bulunduğu ve imparator
Augustus tarafından desteklenen edebiyat çevresine katılarak onlarla yakın
ilişkiler kurmuştur. Şiirinde bahsettiği üzere , Propertius’la çok
yakın bir dostluk kurmuştur. Bulunduğu çevrede epik şiirde ünlü Ponticus
ve iambos’larıyla ünlü Bassus adında ozanlardan bahsetmektedir. Macer’i
dinlemiştir. Vergilius’u sadece bir kere görmüştür. Tibullus’la ise onun erken
ölümünden dolayı her hangi bir dostluk kurmaya fırsatı olmamıştır. Ovidius
şiirinde bu dostlarından ve modeli olan ozanlardan övgüyle bahsetmektedir.
Zaman sırasına göre; Gallus, Tibullus ve Propertius’tan sonra kendisini
dördüncü sıraya koymaktadır. Gerçekten de elegeia ozanlarının sonuncusu
olan Ovidius kısa zamanda bu ozanların ardılı olmayı başarmıştır ve ne
öncülleriyle, ne çağdaşlarıyla, ne de ardıllarıyla kıyaslandığında asla
onlardan aşağı kalmayacak bir seviyeye yükselmiştir. İ.S. 8’den itibaren Roma
şiirinin önde gelen ozanı olmuştur. Onun yaşlı ozanlara beslediği hayranlığı
gençler ona karşı beslemeye başlamışlardır ve onu taklit etmişlerdir. Hatta
Ovidius bir ozan olarak yaşadığı dönemde eserlerinin taklit edilmesine bizzat
şahit olmuştur: Ovidius’un arkadaşı Sabinus sahte Ovidius metinleri yazmıştır;
hatta bunlardan bazıları Heroides’e bakarak yazdığı cevap mektuplarıdır.
Bunun yanı sıra şiirleri Roma tiyatrosunda sık sık sahnelenmiştir.
Ovidius ünlü olmaya başladığı yıllarda istemediği kısa bir evlilik dönemi
geçirmiştir. Ozanın ikinci evliliği de kısa sürmüştür. Ovidius mutluluğu ancak
üçüncü evliliğinde bulabilmiştir, ki bu evliliği ömrünün sonuna kadar
sürmüştür.
Sürgüne giderken karısını ve çocuklarını Roma’da bırakmıştır; orada
karısına yazdığı mektuplardan Ovidius’un ne kadar sadık ve sevgi dolu bir eş
olduğu ortaya çıkmaktadır. Ovidius’u sürgündeyken avutan en büyük şeylerden
biri karısının ona olan bağlılığı ve Roma’ya dönme umudunu daima taşıması
olmuştur. Ancak her şeyin ötesinde Ovidius’un, şiirinde patetik bir şekilde
yazdığı bir avuntusu daha vardır ; o da, bu cezaya çarptırılmadan
kısa bir süre önce anne ve babasını kaybetmiş olmasıdır. Çünkü bu şekilde
annesine ve babasına böyle bir acıyı yaşatmak zorunda kalmamıştır. Babası, her
ne kadar umutlarını boşa çıkarmış olsa da, her zaman onun yanında olmuştur ve
de eğer oğlunun başına böyle bir şey geldiğini görseydi muhtemelen bu şeye
Ovidius’un kendisinden bile daha çok üzülecekti. Bununla birlikte Ovidius
-belki de gittikleri yerden onu görüyorlardır ve ne yaşadığını biliyorlardır
diye- anne ve babasına seslenerek bu sürgünün sebebinin scelus, yani
gerçekten işlemiş olduğu bir suç değil, bir hata olduğunu söylemekte ve onların
buna kesinlikle inanmalarını dilemektedir.
En verimli yıllarını Roma’dan ve sevdiği her şeyden, herkesten uzakta
geçirmek zorunda kalan Ovidius en çok doğruyu anlatamamaktan dolayı
kıvranmaktadır. Sürgüne gönderilmesinin altında muhtemelen çok büyük bir neden
vardı; fakat Ovidius bu nedeni açıklayamamaktadır. Onun satırlarından bu
nedenin ortaya çıkmasının çok daha büyük sorunlar yaratacağı anlaşılmaktadır.
Değişen Roma’da eski ahlak anlayışını geri getirmeye çalışan İmparator Augustus
İ.S. 8 yılında Ovidius’u sürgüne gönderirken, onu, Ars Amatoria adlı
didaktik yapıtıyla gençleri ahlaksızlığa sevk etmek ve Romalı genç kızları
kaçamak aşk ilişkileri yaşamaları için yüreklendirmekle suçlamıştır. Roma’da
gerçek bir sürgünden farklı olarak Ovidius’un mal-mülk ve vatandaşlık haklarını
kaybetmediği bu ‘gönderilme’nin sebebinin carmen, yani bir şiir olması
kulağa inandırıcı gelmemektedir. Zira Ovidius bu şiirini sürgünden çok önceki
yıllarında yazmıştır. Ayrıca Ovidius’tan önce de bu çeşit ilişkileri işleyen
ozanlar olmuştur. Bununla birlikte ozanın sürgün şiirlerinde değinmekte olduğu,
fakat tam olarak ne olduğunu yazmaktan özellikle kaçındığı başka bir neden daha
vardır. Ovidius bu nedeni açıklamak istememektedir; çünkü bu muhtemelen
İmparator Augustus’u yakından ilgilendiren bir nedendir ve bu nedenin
açıklanması Augustus’u halkın gözünde küçük düşürecektir. Ovidius bu ikinci nedenle ilgili özellikle Tristia
adlı yapıtında bir çok şey söylemektedir. Ovidius’un sürgüne gönderilmesinin nedenleri
zamanımız araştırmacı tarafından da üzerinde çalışılan bir konudur. Ancak
özellikle bu ikinci nedenle ilgili sorular hala açıklık kazanmamıştır. Bir çok araştırmacı Ovidius’un burada bizzat
vermiş olduğu ipuçlarına dayanarak, Ovidius’un scelus (error)
olarak tanımladığı nedenin Ovidius’u sürgüne gönderen asıl neden olduğunu
düşünmektedir. İleri sürülen fikirler arasında en olası olanı; ozanın davet
edildiği bir şölen sırasında, Augustus’un torunu Iulia’yla Decimus Iunius
Silanus arasında utanç verici bir zinaya istemeden şahit olması ve bu olayı
-korktuğundan ya da utandığından dolayı- imparatora hemen bildirmemesidir.
Kızının ve torununun
ahlaksızlıklarından bıkmış olan Augustus bu olayı öğrendikten sonra, Ovidius’un
olaya karışmış olmasından dolayı öfkelenmiş ve onun bunu gizli tutmasını da
imparatorluk kurumuna karşı sadakatsizlik olarak değerlendirmiştir. Sonuç
olarak da böyle bir nedeni açığa vuramayacağı için, ozanı, çok daha önceki
yıllarda yayımlamış olduğu şiiriyle suçlayarak, onu imparatorluğun en ücra
köşesine, bir daha geri çağrılmamak üzere yollamıştır. Nitekim çok istemesine
rağmen, Ovidius’un geri dönme umutları hiçbir zaman gerçek olamamıştır. Ne
hatırlı dostların ricaları, ne de akıp giden yıllar Augustus’un yumuşamasını
sağlayabilmiştir. Öyle ki Augustus’un ölümünden sonra yerine geçen Tiberius
dahi ozanı Roma’ya geri çağırmaya cesaret edememiştir.
Roma’nın bu en büyük ozanının terkedilmiş olduğu Tomis adlı kasaba,
ozanın anlattığına göre , doğası ve insanları vahşi olan ve sürekli
olarak silah seslerinin yükseldiği bir savaş bölgesidir. Ovidius ister istemez
yıllarını bu berbat bölgede geçirmiştir; fakat hiçbir zaman kendini
bırakmamıştır. Bu silah seslerini duymamak için kendi silahını kullanmıştır.
Şiir onun için öylesine güçlüdür ki onun sayesinde bulunduğu yerden kaçıp kendisini
Helicon’un ortasında bulabilmektedir. Sürgündeyken şiir onun için
hem bir kaçış yolu, hem de acısını dindiren bir ilaç olmuştur; Ovidius onun
sayesinde tüm kötü koşullara katlanabilmiştir. Tomis’te onu okuyacak kimse
olmamasına rağmen, o yazarak vaktini geçirmiş ve kendi deyimiyle zamanı böyle
kandırmayı başarabilmiştir. Hayata şiirle tutunmuştur. Zira Ovidius
sürgünde olmasına karşın, kendini geliştirmeyi de ihmal etmemiştir. O bölgede
yaşayanların dilini öğrenmiş ve bu dilde de şiirler yazmıştır. Bununla birlikte
Ovidius, o an yazdıklarının ilerde bir çok kişi tarafından okunacağının ve ölümsüzleşeceğinin farkındadır. Yaşamıyla ilgili yazmış olduğu şiirinin
sonunda Ovidius, hayatta olan
biri için asla mümkün olmayacak bir ünü, kendisine yaşıyorken bahşettiği ve de
bedeni nerde olursa olsun ruhunun özgürce dolaşabilmesine olanak verdiği için,
hem yoldaşı hem de can dostu olarak gördüğü Musa’ya, ardından da şiirini
okumakta olan ‘okuyucu’ya incelikle teşekkür etmektedir.
OVIDIUS’UN
YAŞADIĞI TARİHSEL ORTAM
Ovidius doğduğunda, Roma’da yıllardır insanları ve hayatı felç eden iç
savaşlar sürmekteydi ve İ.Ö 510’da kurulmuş olan Cumhuriyet rejimi artık son
demlerini yaşamaktaydı.
Roma’da cumhuriyetin çökmesine neden olan bu iç savaşlar kentin, başarılı
fetihlerle büyümesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 400’lü yıllarda
başlayıp M.Ö. 130’lara kadar süren ve Roma’yı bir dünya devleti haline getiren
bu fetihlerin Roma’ya faydası olduğu kadar zararı da olmuştur. Zira Doğu
fetihleriyle birlikte Roma’nın içine giren Helenistik kültür Roma’daki
yaşantıyı büyük ölçüde etkilemiştir. Romalılar Yunanca öğrenmişlerdir ve bu
sayede Yunanca eserler Latince’ye çevrilmiş ve insanlar Yunan bilimine ve
felsefesine ilgi duymuşlardır. Okullardaki eğitim-öğretim değişmiştir ve Roma
kültürel anlamda ışık saçan ve eğitim için tercih edilen bir kent haline
gelmiştir. Fetihler Roma dinini de etkilemiştir; Yunan tanrıları ve mitolojisi
doğrudan kabul edilmiştir. Bununla birlikte bu dönemde Romalı’yı Romalı yapan
değerlerin içi boşalmaya ve farklı bir Romalı figürü ortaya çıkmaya
başlamıştır. Geçmişinde son derece katı kuralları, katı bir ahlak anlayışı
olan, tasarrufu seven ve gelenek-göreneklerine son derece bağlı olan Romalılar
artık Doğu’nun lüks ve rahat yaşamına özenmeye başlamışlardır. Zengin olan
kesim için önemli değerler artık aşırı lüks ve gösterişli bir yaşam olurken,
yoksul insanlar da kendilerini eğlencelere vermeye başlamışlardır. Kadınlar
eski sade hayat tarzlarını değiştirip çok daha rahat yaşamaya başlamışlardır;
eşlerini aldatan ve terk eden kadınların sayısı artmıştır. Böylece Roma aile
düzeni kökten sarsılmıştır.
Öyle ki boşanmak artık normal karşılanan bir durum olarak görülmeye
başlamıştır. Bununla birlikte dış savaşlar sırasında tarlasını ve evini bırakıp
savaşa giden kırsal kesimdeki insanların toprakları bakımsız kalmış ve savaşlar
bittikten sonra bu kesim iyice yoksullaşmıştır. Zenginler ise varlıklarına
varlık katmışlardır ve zengin ile fakir arasında büyük uçurumlar oluşmuştur.
Bunun sonucu olarak da sınıflar arası ayrımlar ortaya çıkmıştır. İşte özellikle
de bu sebeple Roma iç savaşlara hazır bir duruma gelmiştir. Nitekim kişisel
çıkarlar ve sınıflar arası mücadele, Roma’da İ.Ö. 88 yılında başlayıp tam 50
yıl boyunca sürecek olan iç savaşları tetikleyen en önemli sebepler olmuştur.
Roma iç savaşların yaşandığı bu 50 yıl boyunca dehşet dolu bir yer haline
gelmiştir. Halk bu dönemde çok zalim ve katı rejimlere maruz kalmış ve
Romalı’nın Romalı’yı katlettiğine bizzat şahit olmuştur.
Ovidius, toplumu içten içe bitiren, insanları ve hayatı sefil eden bu iç
savaşların uzağında kalmıştır. Çünkü o, bu savaşlar yaşanırken henüz küçük bir
çocuktu ve barış günleri çok yakındaydı. Nitekim Roma’da iç savaşların sonu ve
büyük bir dönüm noktası olarak sayılan İ.Ö. 31 yılında, Octavianus Antonius’u
ve Cleopatra’yı Actium’da ordularıyla birlikte alt ettiğinde Ovidius henüz 12
yaşındaydı.
Octavianus hırslı ve politik eğilimleri olan bir komutandı. Aşırı
cumhuriyetçiler ve aristokratlar tarafından İ.Ö. 43 yılında senatoda öldürülen
Caesar’ın varisi olarak Roma’ya gelmişti. Caesar’ın hayattayken sağ kolu olan
ve
Octavianus gibi başarılı ve hırslı bir komutan olan Antonius da gözünü
Caesar’ın yerine dikmişti. Ancak Caesar’ın yerinin boşalmasının ve plansız
yapılmış bir suikastın sonucu olarak halk ve senato, büyük bir bocalama dönemi
yaşamıştı ve sonunda Caesar’ın yeğeni Ocatavianus’u desteklemeyi tercih
etmişti. Zira Octavianus, Caesar’ın cenaze töreninde yapmış olduğu etkileyici
konuşmayla halkı kendi tarafına çekerek, Caesar katillerinin korkup kentten
kaçmalarına neden olmuştu. Ancak Roma, önce bu iki hırslı komutanın birleşip
iktidar için Roma üzerine yürümelerine, daha sonra da birbirleriyle
savaşmalarına sahne olacaktı. İktidar mücadelesinin yaşandığı bu yıllarda Roma’da
her zamanki gibi çok kanlı sahneler ve zalimlikler yaşanmıştı. Bu kez şiddet ve
korku içinde yaşayan bir Romalı figürü oluşmuştu. Bu mücadelenin sonunda
kazanan taraf Octavianus’tu.
Octavianus yıllardır kötü koşullarda yaşayan halka bir umut ışığı olmayı başarmıştır.
Geçmişte Caesar’ın katline sebep olan sistem onu baş tacı etmiştir. Çünkü
Octavianus yaşadığı ortamı ve koşulları kullanmayı çok iyi bilen bir komutan
olmuştur. Senato tarafından en üstün yetkilerle donatılarak Roma’daki en yetkin
kişi olmayı başarmıştır. Ama o kimseyi karşısına almamak için çok başarılı bir
politika uygulamıştır. Nitekim onun iktidarda olduğu dönemde senato kurumları
sözde varlığını sürdürmüşlerdir. Ancak son söz Octavianus’undur. Bu yıllarda
ona senato tarafından ‘yüce’ anlamına gelen ‘Augustus’ unvanı verilmiştir ve o,
Roma’da adeta tanrısallaştırılan bir imparator olarak karşılanmıştır. Nitekim
İ.Ö. 27 yılında senato tarafından resmi olarak imperator ilan
edilmesiyle birlikte bütün güç ve yetkileri eline alarak Roma’nın tek hakimi
olmayı başarmıştır. Bu, iç savaşlarla birlikte çatırdamaya başlayan
Cumhuriyet’in, fiili ve resmi olarak sonu, ayrıca İmparatorluk döneminin
başlangıcı olmuştur.
Augustus, iç savaşların artık sona erdiğini söyleyerek halkın umutlarını
boşa çıkarmamış ve ülkede uzun bir süre devam edecek olan ‘Pax Romana’nın
kurucusu olmuştur. Bu dönemde insanlar rahatlamış; yeniden korkmadan, huzur
içinde nefes almaya başlamışlardır. Yaşanan bu iç huzurla birlikte tarım,
ticaret, kültür ve sanat Roma’da oldukça gelişmiştir ve bu dönemde adı günümüze
kadar gelmiş bir çok ünlü ozan yetişmiştir. İşte Ovidius da bu devrin
yetiştirtirmiş olduğu ünlü ozanlardan biridir.
Ovidius’un Roma’da yayımlanmış dokuz eseri vardır. Bu eserlerden bir çoğu
günümüze ulaşmıştır. Bazılarını ise yalnızca diğer ozanlar tarafından yapılan
yorumlardan bilmekteyiz. Bununla birlikte ozana atfedilen, fakat
orijinalliğinden emin olamadığımız birkaç şiir de vardır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Ovidius oldukça genç yaşta şiir yazmaya
başlamıştır. Gençlik çalışmalarıyla ilgili kesin olarak bir zaman sıralaması
yapmak mümkün değildir. İ.Ö. 20’lerde yazılmış olduğu düşünülen Amores
ozanın ilk eseridir. Ozan bu eseri ilk olarak 5 kitapçık halinde yayımlamış;
ancak çok daha sonraları eserinden istemediği yerleri çıkartarak 3 kitaba
indirmiştir.
Amores toplam 49 elegeia’dan oluşmaktadır. Bunlardan her
biri 20 ile 100 dize arasında değişmektedir ve eser toplam 2460 dizedir.
Ovidius bu eserinde gençlik çalışmalarının ürünlerini bir araya getirmiştir.
Ovidius’un elegeia vezni ile yazmış olduğu bu eser, adından da
anlaşılacağı üzere aşk teması üzerinedir. Ozan buradaki şiirlerinin pek çoğunu
Corinna diye adlandırdığı hayali sevgilisine hitaben yazmıştır ve bu şiirlerde
onun aşka olan bakışı açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Ovidius Amores’in
ilk kitabında, aslında bir destan yazmak niyetinde olduğunu, ancak Cupido
tarafından aşk şiirleri yazmaya zorlandığını söylemiştir:
Arma gravi numero violentaque bella parabam
edere, materia
conveniente modis.
par erat inferior versus—risisse Cupido
dicitur atque unum
surripuisse pedem. (Amores, I.1-4)
Ovidius’un yine gençlik çalışmalarından biri olan Heroides’in
de Amores’le aynı zamanlarda yazıldığı düşünülmektedir. Heroides
elegeia vezniyle yazılmış aşk mektuplarından oluşmakta ve iki bölüme
ayrılmaktadır. Birinci bölümdeki mektuplar mitolojinin ünlü kadın
kahramanlarının, sevgililerine ya da eşlerine yazdıkları mektupları
içermektedir. Toplam 15 mektuptan oluşan bu bölümü Ovidius’un, İ.Ö.15’lerde yayımlamış
olduğu düşünülmektedir. İkinci bölümde ise karşılıklı mektuplar yer almaktadır.
Burada önce erkek kahramanlar sevgililerine yazar, kadınlar da onları yanıtlar
ve böylece mektup çiftleri oluşur. Toplam 6 mektuptan oluşan bu ikinci bölüm,
ilkinden çok daha sonraki zamanlara; ozanın sürgünden hemen önceki yıllarına,
İ.S.4-8 yılları arasına tarihlendirilmektedir. Esere bütün olarak baktığımızda,
bu yirmi bir mektup arasında en kısası 115, en uzunu 378 dize olmak üzere eser
yaklaşık olarak 4000 dizeden oluşmaktadır. Konusu aşk olan bu eserin kaynağı
bütünüyle mitolojidir. Zira Ovidius’un eserleri arasında Metamorphoses’tan
önce kaynağını mitolojiden en çok alan çalışması Heroides’tir. Mitolojik
öyküler çerçevesinde kahramanlar sevgililerine davranışlarının nedenlerini ve
çeşitli duygularını, sitemlerini açıklamaktadırlar. Ovidius bu şiirinde ayrıca
psikolojik unsurlara çok önem vermiştir. Bu mektuplar patetiktir; dolayısıyla
Ovidius’un bu eserinde elegeia bir ağıt şiiri olarak köklerine
dönmektedir.
Ozanın, yazıldığı dönemde büyük başarıya ulaşmış, fakat bütünüyle
kaybolmuş tragediası Medea İ.Ö. 12-8 yılları arasına
tarihlendirilmektedir. Bu tragedyadan tarihçi Tacitus (Dial. 12) ve
Quintilianus (Inst. Or., X, 1, 98) övgüyle bahsetmişlerdir.
Ars Amatoria ozanın çok okunmuş eserlerinden bir diğeridir.
İ.Ö.1 ve İ.S. 1 yılları arasında yayımlanmıştır. Elegeia vezniyle
yazılmış olan Ars Amatoria 3 kitaptan oluşmaktadır ve toplam 2334
dizedir. İlk iki kitapta ozan erkeklere, 3. kitapta ise kadınlara hitap etmektedir.
Bu kitapta aşkta başarılı olma yollarını öğretmiştir. Erkeklere öğütler
verirken onlara, istedikleri kızları nerelerde bulacaklarını, onları elde etmek
için neler yapmaları gerektiğini yazmıştır. Hayal gücünü kullanarak erkeklere
kadınların dünyasını açmış ve kadınlara ulaşmaları için çeşitli yollar
göstermiştir. Aşk konusunda mektup, vaat, giz, armağan, övgü gibi kavramların
önemini vurgulamıştır. Kadınlara da aynı şekilde aşıklarını ellerinde tutmaları
için öğütler vermiş ve kocalarından gizli aşk yaşamaları için yollar
göstermiştir. Ovidius bu öğütleri verirken kendisi adeta bir öğretmen ve Romalı
gençler de öğrencileri gibidir. Bunu yaparken de öğütlerini sık sık mitolojik
öykülerle desteklemiştir. Bu eseri Roma’da oldukça fazla ilgi görmüştür. Daha
önce bahsettiğimiz üzere, eserin yayımlanmasından tam 8 yıl sonra, Augustus
Ovidius’u Roma’dan sürgüne gönderirken gençleri kötü yola ittiğini ileri
sürerek Ars Amatoria’yı gerekçe olarak göstermiştir.
Ovidius Ars Amatoria’nın hemen ardından Remedia Amores’i
yayımlamıştır. Bir çok araştırmacı Ovidius’un, bu eserini, imparatorun Ars
Amatoria’dan duyduğu hoşnutsuzluğu giderme amacıyla yazmış olduğunu
düşünmektedir. Zira bu eserde ozan daha önce vermiş olduğu öğütleri çürütmeye,
onlardan sakınmayı öğretmeye çalışmış, aşka çareler aramıştır. Kara sevdadan
kurtulmanın yollarını yazmıştır. 814 dizeden oluşan bu eser de elegeia
vezni ile yazılmıştır.
Ovidius’un Medicamina Faciei Feminae adlı öğretici eseri de
aynı zamanlara tarihlendirilmektedir. Bu eserde ozan konu olarak kadınların
kozmetik eşyalarını işlemiş, onlara bakımlı olmanın sırlarını vermiştir. Vezin elegeia
veznidir. Günümüze yalnızca 100 dizesi kalmış olan bu eserden ozan Ars
Amatoria’nın 3. kitabında(205-206) önceden bahsetmiştir.
İ.S. 2’den 8’e kadar olan dönemde, ozanın başyapıtı olan Metamorphoses’ın
ve Fasti’nin yayımlandığını görüyoruz. Metamorphoses
en kısası 628, en uzunu 968 dize olmak üzere yaklaşık olarak 12000 heksameter
eden 15 kitaptan oluşmaktadır. Ovidius bu eserini sürgüne gönderildiği yıl
tamamlamış, ancak tekrar gözden geçirmeye vakti olmamıştır. Ozanın epillion’lardan
oluşan bu eseri oldukça ilginç bir çalışmadır. Kaynağını bütünüyle Roma ve
Yunan mitolojisinden alan bu eserde ozan, belli bir sıra ve düzen izleyerek,
dünyanın Kaos durumundaki ilk oluşumundan Caesar’ın yıldıza dönüşmesine, yani
kendi zamanına kadarki oluşumları öyküler halinde işlemiştir. Mitolojinin
çeşitli konularını ele alarak çeşitli oluşumların sebeplerini açıklamıştır;
yani bir oluşumun ardında nasıl bir öykü olduğunu anlatmıştır. Bu da esere hem
tarihsel hem nedensel bir hava vermiştir. Eserin en büyük özelliklerinden biri
de öykülerin birbirlerine belli bir mantıkla ve kronolojik sırayla ustaca
bağlanmış olmasıdır. Ovidius bu açıdan çok başarılı olduğunu kanıtlamıştır.
Onun bu eseri sonraki çağlarda edebiyat, resim ve müzik gibi bir çok alanda
sanatçılara esin kaynağı olmuştur. Mailol, Picasso, Dali gibi ünlü ressamlar
tema olarak Ovidius’un bazı öykülerini kullanmışlardır. Metamorphoses’taki bazı
öyküler de müzikallere ve müziğe uyarlanmıştır. Öte yandan Shakespeare, Milton,
Goethe, Pushkin gibi en büyük yazarlar Ovidius’ un eserlerinden
etkilenmişlerdir. Holberg Ovidius’un dilinin akıcılığını, yücelik ve sadeliği
bir araya getirmesini ve eserlerinin müziğe olan yatkınlığını övmüştür.
Fasti ise elegeia vezninde şiirsel bir takvimdir.
Ovidius bu eserinde Roma’nın dinsel günlerini ve tarihçesini çeşitli öyküler ve
tarihi olaylar çerçevesinde anlatmıştır. Ancak sürgünden dolayı ozan Fasti’yi
yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Fasti yalnızca 6 kitaptan
oluşmaktadır; Ocak’tan Haziran’a kadar her bir kitap bir aya ayrılmıştır ve
hepsi birlikte yaklaşık 5000 dizedir.
Ozanın sürgün yolculuğu sırasında ve sürgündeyken yazdığı, hepsi elegeia
vezninde olan eseri Tristia yaklaşık 3500 dize eden 5
kitaptan oluşmaktadır. Bunlar genelde ozanın arkadaşlarına ve yakınlarına
yazdığı şiir-mektuplardır. I. kitaptaki mektuplar ozanın Tomis’e yaptığı deniz
yolculuğunu kapsamaktadır. II. kitapsa tek başına 578 dizeden oluşan uzun bir elegeia’dır;
ozan İmparator Augustus’a, sürülmesine neden olan şiiri Ars Amatoria’nın
savunmasını yaptığı bu kitabını İ.S.9’da tamamlamıştır. Diğer iki kitapsa
İ.S.9-12 yılları arasında yazılmış ve birbirlerinden ayrı olarak
yayımlanmıştır.
Epistulae Ex Ponto ozanın sürgünden yine arkadaşlarına ve
yakınlarına yolladığı şiir-mektuplardan oluşan yapıtıdır. Ovidius Tristia’da
hitap ettiği arkadaşlarının, belki bir zararı dokunur düşüncesiyle, adlarını
vermekten kaçınırken, bu kez onların kimliklerini açıkça belirtmektedir. 46 elegeia
ve yaklaşık 3200 dize olan Epistulae Ex Ponto 4 kitaptan oluşmaktadır.
Bu kitaplardan ilk üçü İ.S.13’te yayımlanmıştır ve dördüncüsü muhtemelen ozanın
ölümünden sonra yayımlanmıştır. Onun sürgünden yolladığı mektuplardan oluşan bu
iki eser ağıt şiirlerinden oluşmaktadır. Bu şiirlerde ozanın sürgünde yaşadığı
olumsuzluklar, kötü koşullar ve Roma’dan uzakta olmaktan duyduğu büyük acı son
derece güçlü ve etkileyici bir şekilde satırlara yansımaktadır; bununla
birlikte ozan artık son yıllarını yaşamaktadır ve bu şiirlerde bir nevi ozanın
kendi ölümünün ağıtları görülmektedir. Bu açıdan elegeia vezni tıpkı Heroides’te
olduğu gibi yine bir ağıt şiiri olarak köklerine dönmektedir.
Bununla birlikte daha önce de belirttiğimiz gibi orijinalliği şüpheli
bazı şiirler de bize Ovidius’un adıyla gelmiştir. Örneğin balık tutma üzerine
(135 dize) didaktik bir şiirden, Halieutica’dan kalma bir fragman
ve de Consolatio Ad Liviam ya da Lux gibi
kesinlikle sahte olan şiirler de Ovidius’un adıyla geçmektedir. Adı
açıklanmayan bir düşmana yazılmış yergilerden oluşan İbis adlı
eser de yazara mal edilmektedir. Medea’ya ek olarak, çeşitli oyunları ve
de Augustus’un ölümünde yazdığı, biri Tomis’de konuşulan ‘Getic’ dilinde olan
iki kısa şiiri de kaybolmuştur.
OVIDIUS
YAŞADIĞI DÖNEMDE NASIL KARŞILANDI?
Ovidius, yıllardır süren savaş dönemini geride bırakıp yepyeni bir hayata
başlayan ve hayatta yeni zevkler arayan, amaçları rahat bir yaşam sürmek olan
insanlarla birlikte yaşamıştır. Zira Ovidius bu dönemin büyüklüğünün
şaşaasından çok dönemde oluşan bu yeni psikolojik ortamdan dolayı mutlu
olmaktadır. Bu dönemde oluşan yeni Romalı figüründe politik hırslara, katı
kurallara, soğukluğa ve korkaklığa yer yoktur. Artık insanlar aşık olup
diledikleri gibi aşkı yaşamak ve sokaklarda rahatça dolaşıp duygularını rahatça
dile getirmek istemektedirler. Bu durum özellikle de kadınlar için geçerlidir.
Romalı kadınlar artık ideal ev hanımı kimliklerinden soyunup hayallerini dile
getirmek isteyen, aşk ve hayal dünyasında yaşayan gerçek birer kadın
olmuşlardır. Ovidius’un yaşadığı bu dönemde Roma’da adeta havada ‘aşk’ vardır
ve Ovidius bu havayı şiirine en iyi şekilde yansıtan bir ozan olmuştur.
Yaşadığı devirden duyduğu memnuniyet onun dizelerine de yansımıştır:
Övünç duyar, bu çağda doğmakla
kıvanırım ben.
Topraktan altın
çıkarıldığından değil,
uzak kıyılardan inci
getirildiğinden değil, kentte yapılan yapılara taşınan mermerler yüzünden
alçalan dağlar için değil, denizlerin koyu, mavi taşmasını önleyen kocaman
dalgakıranlar yüzünden değil, süslenmenin, yaşamanın, günü gün etmenin
değerini bildiğinden, atalardan kalan
kabalıktan kurtulma çağı oluşundan
severim çağımızı, (..J
Ovidius doğru zamanda dünyaya gelmiştir; Musalar ona adeta doğru zamanda
ilham kaynağı olmuşlardır. Zira onun karakteri toplumunkiyle uyuşmaktadır.
Diyebiliriz ki toplum Ovidius için ideal toplumdur ve Ovidius toplum için ideal
ozandır. Nitekim Ovidius yazdığı şiirlerle adeta yaşadığı dönemin ve o
dönemdeki insanların isteklerinin bir aynası olmuştur. İnsanların hisleri,
içlerinde besledikleri arzular Ovidius’un dizelerinde hayat bulmuştur.
Ovidius, ilk şiirini kamu önünde aşık bir ozan olarak okumuştur ve aşık
olduğu kadına seslenmiştir. ‘Aşk’ı anlatan, aşkta başarılı olmanın yollarını
gösteren şiirler yazmıştır. Kadınlara açık açık kocalarını aldatmaları için
taktikler vermiş, erkekleri de genç kızları elde etmeleri için
yüreklendirmiştir. Bunun için de Ovidius çağındaki ortama ve şiirine en uygun
türü kullanmıştır; elegeia.
Elegeia açık ve yalındır; okunması son derece kolaydır. Bir
heksameter, bir pentameter’den oluşan elegeia türünü Roma’ya ilk
sokan Gallus’tur. Tibullus ve Propertius da elegeia vezniyle
yazmışlardır. Ovidius öncüllerini izleyerek bu vezni en mükemmel seviyeye
ulaştırmıştır. Son derece akıcı ve basit bir dil kullanarak elegeia
türünde şiirler yazmıştır.
Ovidius’un kullandığı dilin basitliği aynı zamanda onun taklit
edilebilirliğini kolaylaştırmıştır. Bazı genç ozanlar onu ilgilerinin merkezi
yapmışlardır. Gerek konusu gerekse işleyişi bakımından insanlar Ovidius’u
tanımaya başlar başlamaz sevmişlerdir. Böylece o, çağının en çok okunan ozanı
ve elegeia türünün en büyük temsilcisi olmayı başarmıştır. Zira sonraki
yıllarda Augustus tarafından sürgüne yollanması ve kitaplarının kamu
kütüphanelerinden toplatılması dahi onun okunurluluğunu engelleyememiştir.
Tersine her bir hareket onun popülerliğine katkıda bulunmuştur. Ancak bu
politik düşmanlık onun peşini hiçbir zaman bırakmamıştır ve onun bir sürgün
ozanı olması çağlar boyunca ona şüpheyle bakılmasına sebep olmuştur. Nitekim
son derece ünlü bir ozan olmasına karşın eski çağda eserlerinin her hangi bir
okulda okutulduğuna rastlanmamaktadır; ayrıca eserleri hiç yorum almamış gibi
görünmektedir. Yöneticiler ve öğretmenler tarafından daima uzak durulması gereken
bir ozan olarak bakılmıştır; bununla birlikte onun bir ozan olarak büyüklüğünü
de görmezden gelememişlerdir.
Yakın çağda ise Dante Ovidius’u Homeros, Horatius ve Vergilius’la eş
tutmuştur. Şiirleri bir çok ressama ilham kaynağı olmuştur. 11. yy.ın sonlarına
doğru aetas Ovidiana başlamıştır. Ovidius arzuladığı üne yaşadığı çağda erişmiştir; çağlar boyu okunan,
okutulan ve araştırılan bir ozan olarak ölümsüzlüğünü kanıtlamıştır.
II.
BÖLÜM
HEROIDES’İN
GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ
Heroides; daha önce de belirttiğimiz gibi elegeia vezniyle
yazılmış şiir şeklinde hayali aşk mektuplarından oluşan bir eserdir. Ovidius bu
türde bir eserin ilk kez kendisi tarafından yazıldığını iddia etmiştir:
Vel tibi composita cantetur Epistula voce:
İgnotum hoc aliis ille novavit opus. (Ars Amatoria, 3.
Kitap, 345-346)
Genel olarak baktığımızda yazınsal bir tür olarak ‘mektup’ Platon kadar
eskidir ve Latin şiirine Lucillus ve Horatius tarafından sokulmuştur. Ancak
Ovidius’un bahsettiği anlamda mektup gerçekten de yoktu. Her ne kadar daha önce
tek tük bu tarz mektuplar yazılmış olsa da bir bütün olarak Heroides,
şiir şeklinde yazılmış mitolojik aşk mektuplardan oluşan ilk eserdir. Gerçek
mektuplardan farklı olarak Heroides’teki mektuplar tek başlarına ayakta
duran ve bir cevaba gereksinim duymayan sanat eserleridir.
Ovidius’a bu tarz mektuplar yazma fikrinin arkadaşı Propertius’un bir elegeia’sından
(4.3) gelmiş olduğunu düşünülmektedir. Bu elegeia’da Arethusa adlı kadın
kahraman uzaktaki kocası Lycotas’a mektupla seslenmektedir. Ovidius için bu elegeia,
Heroides’e başlamasında büyük bir esin kaynağı olmuştur; bununla birlikte
ozan bu örneği özümseyerek ve sonunda ortaya böyle güçlü bir eser çıkararak
edebi yeteneğini kanıtlamıştır.
Ovidius bu eseri oluştururken, edebi malzemesini büyük ölçüde Yunan epik
şiirinden almıştır. Briseis ve Penelope, Homeros’un kahramanlarıdır.
Laodamia karakteri Cypria’ya bağlıdır. Iason’a hitap eden iki mektup için de
Apollonios Rhodios’un şiiri ve Euripides’in tragedyası vardır. Phaedra’yla
ilgili olayları Hippolytos, Deianeira’yla ilgili olayları da Trachiniae
yazmıştır. Euripides’in bir oyunu da Canace’nin hikayesini içeriyordu. Bunlar
dışında Ovidius mektuplardan ikisinde Latin ozanlarından yararlanmıştır;
Dido’nun Aeneas’a yazdığı mektupta (7.mektup) Vergilius’tan, Ariadne’nin
Theseus’a yazdığı mektupta da (10. mektup) Catullus’un şiirinden kendine model
oluşturmuştur.
Ovidius mitolojiden seçtiği bu ünlü kahramanların ağızlarından mektup
yazarken son derece serbest davranmıştır. Kendisini sınırladığı tek şey
kahramanlara mal edilmiş öyküler olmuştur. Ovidius bu öykülerin özüne
dokunmamıştır, buna karşın kahramanlarının antik karakterlerini korumaya da
çalışmamıştır. Herkes tarafından bilinen öyküleri aldıktan sonra kahramanları
büründükleri kimliklerden çıkarıp, onları bambaşka niteliklere sahip
kahramanlar olarak sunmuştur. Dolayısıyla bu mektuplarda geleneksel anlatının
dışına çıkıldığı, yani öykülerin ozan tarafından yeniden yorumlanarak,
kahramanlara yeni bakış açıları kazandırıldığı ve de bilinen olayların elegeia
dizeleriyle anlatıldığı görülmektedir. Ovidius kahramanlarına trajik ve soylu
bir görünüm kazandırmak amacıyla olayları alışıldık biçimin tersinde ele
almıştır ve kahramanların durumlarına patetik unsurlar yüklemiştir. Mektuplarda
kahramanlar yaşamış oldukları olayların etkisiyle sevgililerine karşı
içlerindeki gizli duyguları açığa vurmuşlardır. Bu kahramanların ortak özelliği
sevdiklerinden uzakta olmalarıdır; ya terkedilmişlerdir, ya da savaş, aile gibi
dış etkenler yüzünden sevdikleriyle ayrı kalmışlardır. Aldatılmaktan ya da bir
daha asla bir araya gelemeyecek olmaktan korkmaktadırlar. İçlerindeki ölümsüz
sevgi ayrılık duygusuyla birleşip bu aşık kahramanları kederlendirir ve artık
bu kederlerinden sevdiklerini haberdar etmek istemektedirler. Halbuki bu
kadınlar mitolojinin sessiz ve içine kapanık karakterleridir. Heroides’te
ise, bu özelliklerinden sıyrılıp, içlerinde yaşadıkları her şeyi satırlara
döken, ağlayan ve korku içinde yalvaran birer aşık olarak karşımıza çıkarlar.
Örneğin Homeros’un kahramanı Penelope, Odysseia’da daima ağırbaşlı ve
soğukkanlı bir tavır sergilemekteydi. Heroides’te ise adeta başka bir
Penelope vardır; Ovidius’a mektup yazarken Penelope, Odysseia’daki
destansı karakterinden çıkıp tüm korkularıyla, şüpheleriyle, kıskançlıklarıyla
ve zaaflarıyla belirmektedir; Penelope satırlarında adeta ‘kadın’ ruhunu ortaya
koymakta ve sıradan bir insana özgü duygularıyla kendini yansıtmaktadır.
Aynı şekilde Heroides’te Dido da farklı bir şekilde karşımıza
çıkmaktadır . Vergilius, Aeneas’ın Dido’ya karşı davranışlarını eserinde haklı
göstermiştir. Buna karşın Dido, Ovidius sayesinde adeta kendini
savunmaktadır ve Ovidius’un bu tutumu Vergilius’un tutumuna karşı bir meydan
okumayı akla getirmektedir. İşleyişlerindeki karşıtlık her açıdan ortaya
çıkmaktadır. Ovidius’un Dido’ya yüklemek istediği karakter daha mektubun ilk
satırlarında ortaya çıkmaktadır: abiectus Dido (Heroides, 7,3). Heroides’te,
ıssız adada sevdiği tarafından terkedilmiş, yalnız bırakılmış, ümitsiz ve acı
içinde bir Dido vardır. Sevdiğine yalvarıp ona sitem etmektedir. Onun mantığı
‘kadın’ın mantığıdır. Artık Dido Vergilius’un eserindeki fırtınalı ve buyurgan
Dido değildir.
Penelope ve Dido örneğinde olduğu gibi diğer mektuplarda da kahramanlar,
daha önce hep göz ardı edilmiş duygularıyla vardır. Ovidius’un kalemiyle
kendilerini savunmakta ve içlerinde yaşadıkları fırtınaları kağıda
dökmektedirler. Her birinin sesinde aynı ton vardır: dolor ira mixtus. Acılarının kaynağı ayrı kalmak, öfkelerininse
unutulmak ya da aldatılmaktır. Mektupların her biri yalnız kalmış kahramanın
mutsuzluğunun ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında, Heroides, kaynağını
Yunan’dan almakla birlikte, ağıt şiirleri olarak Latin şiirine daha yakındır.
Karakterler ve olaylar Yunan mitoloji geleneğinin mirasıdır. Buna karşın
sevgiliden ayrılma, uzak kalma ve bu uzaklıktan dolayı acı çekme, yakınma,
ağlama, öfkelenme, yalvarma ve de sevgilinin sadakatinden şüphe duyma,
kıskanma, suçlama gibi kavramlar Latin aşk elegeia’sına özgü
kavramlardır. Tüm bu kavramlarla birlikte mektuplarda kadın psikolojisi ve
kadın ruhunun dışa vurumu ağır basmaktadır. Daha önce eserden bahsederken
belirttiğimiz gibi Heroides’teki ilk 15 mektup kadınların erkeklere
yazdıkları mektuplardır. Dolayısıyla bütün olarak bakıldığında ‘kadın’ ve
kadının içinde yaşadığı saklı duygular esere hakimdir.
Ovidius çok daha sonra bu esere karşılıklı mektupları eklemiştir.
Ovidius’a bu fikri arkadaşı Sabinus’un vermiş olduğu düşünülmektedir. Zira
Sabinus, Ovidius’un yazdığı tekli mektuplardan bazılarına, Ovidius’u
taklit ederek, erkek kahramanlardan cevap mektupları yazmıştır. Bu mektuplar ne yazık ki günümüze kalmamıştır.
Ovidius’un Sabinus’un tutumundan esinlenerek oluşturduğu bu çiftli
mektuplar tek başlarına bir kitapçık oluşturacak uzunlukta ve değerdedirler. Bu
mektupların her birinde derin psikolojik betimlemeler ortaya çıkmaktadır.
Burada 6 mektup vardır; yani üç çiftin hikayesi söz konusudur:
Paris ve Helena Troia Savaşı’nın ünlü kahramanlarıdır ve onların öyküsü
Ovidius’un çağında da oldukça yaygın ve ünlü olan bir öyküdür. Ancak Helena
kocasını terk edip başka bir adamla kaçtığı ve büyük bir savaşa neden olduğu
için daima nefretle bakılan ve kötü bir örnek olarak gösterilen bir kahraman
olmuştur. Oysa Ovidius, Paris’in onu nasıl baştan çıkardığının yanı sıra, onun
tanrısal bir gücün etkisi altında olduğunu ve başka türlü davranama tercihi
olmadığını vurgulayarak, Helena’yı acınacak bir karakter haline getirmiştir ve
ona, davranışlarının sebeplerini okuyucuya açıklama imkanı vererek, kendini haklı
çıkarmasını sağlamıştır. Bu şekilde Helena’ya farklı bir bakış açısı
kazandırmıştır.
Hero’yla Leander’in öyküsü ise Ovidius’tan önce Vergilius’un Georgica
adlı eserinde bir değinmeyle karşımıza çıkmaktadır. Bir hikaye olaraksa Hero ile Leander’in aşkını
ilk olarak işleyen ve öykünün yayılmasını sağlayan kişi Ovidius olmuştur.
İ.S.5. yy. sonlarında, Yunanlı ozan Musaios da Hero’yla Leander’in öyküsünü
orijinaline çok daha bağlı kalarak işlemiştir ve hikaye biçimine sokmuştur; her
iki ozanın öyküyü ele alış biçimleri karşılaştırıldığında, yine Ovidius’un
bilinen öyküleri işleyişindeki serbestliği göze çarpmaktadır. Hero’yla
Leander’in öyküsü, bulundukları sınırlar çerçevesinde birbirlerinden uzakta
yaşamak zorunda olan,
ölürcesine aşık iki sevgilinin acıklı öyküsüdür. Bu öykü bütün bir eski
çağ edebiyatında en romantik şiirlerden biri olarak ölümsüzleşmiştir ve de ‘kız
kulesi’ adıyla bir çok bölgeye mal edilmiştir.
Üçüncü çift ise Acontius ile Cydippe’dir. Ovidius kaynak olarak burada
Yunan ozanı Kallimakhos’un Aetia’sından yararlanmıştır; ancak baş
kahramanlarını, özellikle de Cydippe’yi yeni kişilik özelliklerine bürüdükten
sonra kadının erkeğe karşı olan güçsüzlüğünü vurgulamıştır ve öyküye bambaşka
bir hava kazandırmıştır.
Bu mektup çiftleri arasında erkeklerin mektupları kadınlarınkine göre
daha uzundur. Erkek çaresiz kaldığında kadını ikna edebilmek için daima sözlere
sarılmaktadır. Bununla birlikte bu karşılıklı mektuplarda Ovidius, daha önce
tekli mektuplarda atlamış olduğu bir şeyi yapmıştır ve yalnızca kadının değil,
erkeğin duygularına da yer vererek aynı olay üzerinde farklı bakış açılarının
çatışmasına olanak sağlamıştır. Farklı bakış açılarının bu şekilde yan yana
sergilenmesi retorik contraversia’ya da etkili bir örnek oluşturmuştur.
Örneğin Acontius ve Cydippe’nin mektuplarında adeta gerçek bir toplumsal
tartışma vardır. İnsani yasalar mı, yoksa tanrısal yasalar mı önemlidir?
Ovidius’un bu tartışmayı böylesine etkili bir biçimde ortaya koymasında
gençliğinde aldığı retorik derslerinin katkısı olmalıdır.
Bu karşılıklı mektuplar aynı zamanda Ovidius’a, yazmak için daha geniş
bir alan sunmuştur ve eserin sonuna yerleştirildiklerinde, genel olarak eserde
bir bütünlük sağlamıştır. Mektup stili burada daha anlamlı bir hale gelmiştir
ve okumayı monotonluktan çıkararak daha keyifli bir hale getirmiştir.
Ovidius edebi malzemesini seçerken büyük
bir ustalıkla davranmış ve ardından okuyucunun en keyif duyacağı ve kadınlarla
empati kurmasını sağlayacak şekilde bu malzemesini kullanmıştır. Malzemesini
büyük ölçüde mitolojiden almıştır.
Antik çağda günlük yaşamın bir parçası
olan mitolojik kahramanları herkes yakından tanımakta ve bu kahramanların her
biri belli davranışlarıyla ve özellikleriyle insanların kafasında birer sembol
olarak belirginleşmektedir. Ovidius da bu kahramanlar arasından, büyük
olayların ve karakterlerin arkasında kalmış, dolayısıyla kendi duygularını
açığa vuramamış kadın kahramanları seçmiştir. Bunlar, çoğunlukla, suçlanan,
terk edilen, aldatılan ve içlerinde ne yaşadıklarına önem verilmeyen
kahramanlardır. Ovidius sayesinde kendilerini savunmakta ve davranışlarının,
başlarına gelen şeylerin sebeplerini açıklamaktadırlar. Bu sayede okuyucuda da
onlara karşı bir pathos (acıma) duygusu oluşmaktadır ve yine bu sayede
okuyucu kadın ruhunun derinliklerine inebilmektedir.
Bununla birlikte Ovidius’un Heroides’te
yer verdiği kadınlar usta birer ozana dönüşmekte ve duygularını özgürce ve
etkili biçimde ifade etmektedir. Ovidius’un istediği de budur. O zamana dek
Roma toplumundaki özgür kadınların amor’un etkisinde birer femina
değil, domina olmaları beklenmekteydi. Ancak Ovidius değişen ve eski
katı ahlak anlayışından sıyrılmaya başlayan yeni Roma toplumunda kadınların
kendi duygularını ifade etmeye başlamalarından yanadır. Böylece Ovidius Heroides’te,
olaylara kadın gözüyle bakarak, kadın psikolojisini ortaya koymuş ve toplumdaki
kadının değişim sürecini hızlandırmıştır.
1-
Penelope Ulixi :
Heroides’teki ilk mektubun kahramanı, Homeros’un yarattığı mitolojik bir
kahraman olan Penelope’dir. Homeros sayesinde Penelope, eski çağda bir
‘sadakat’ ve ‘sevgi’ sembolü olmuştur. Onun bu aynı özelliği Heroides’te
Odysseus’a yazdığı mektupta da ortaya çıkmaktadır; ancak burada geçmişte
olduğundan çok daha sabırsız ve yalvarır bir portre çizmektedir. Nitekim
Penelope mektubunu yazdığı sırada Troia Savaşı’nın üzerinden tam 10 yıl
geçmiştir; yani savaş artık sona ermiştir. Troia’ya gitmiş olan bir çok
kahraman yurduna zaferle dönmüşken, ve ülkede bir şenlik havası yaşanırken
Penelope son derece üzgündür. Çünkü o kocası Odysseus’tan hiçbir haber
alamamıştır. Bununla birlikte yaşadığını bildiği için ona bu mektubu
yazmaktadır:
Penelope mektubuna, bir cevap beklemediğini yazarak
başlar. Amacı Odysseus’a halini anlatmak ve her neredeyse onun geri dönmesini
sağlamaktır. Önce kocasını ne kadar çok sevdiğini ve onun için ne kadar çok
endişelendiğini anlatmak için örnekler verir. Onun anlatımında aşk, sevgi,
korku, endişe ve kıskançlık gibi kavramlar birbirine karışır. Penelope tüm
korkularını yazıya dökmektedir; ancak onun ileri sürdüğü bahanelerin altında
tek bir korku vardır; o da ‘başka bir kadın’ korkusu. Penelope kendisinin bir
çok talibi olmasına karşın daima Odysseus’a olan sadakatini korumakta, ancak
bir erkek olarak Odysseus’un güvenilmez olduğunu düşünerek onun kendisini
aldattığından şüphe duymaktadır. Onu kendine acındırmak için saraydaki durumdan
ve kendi başındaki tehlikelerden, oğlundan bahseder. Bu şekilde, eğer mektubu
Odysseus’a ulaşırsa, onun eve geri dönmesini sağlayacağını düşünür.
Dolayısıyla, Penelope’nin yazdıklarında, retorikte önemli bir unsur olan pathos
kavramı ağır basmaktadır ve bu onun son satırlarına dek hissedilir:
Sen ayrılırken genç bir kız olan ben, sen şimdi hemen gelsen dahi,
kuşkusuz karşında yaşlı bir kadın görünümünde olacağım. (115-116)
2-
Phillis Demophoonti:
Phillis de Homeros’un kahramanlarından biridir ve o da Penelope kadar güçlü
olmasa da, mitolojide sadakat sembolü olmuş kadın karakterlerden biridir. Troia
Savaşı’na katılan Demophoon dönüş yolculuğu sırasında gemisiyle Trakya
kıyılarına sığınmıştır ve burada Trakya kralının kızı ona ev sahipliği
yapmıştır. Çok geçmeden aralarındaki konuk-misafir ilişkisi bir aşk ilişkisine
dönüşmüştür ve orada birbirlerine bağlılık sözü vererek evlenmişlerdir. Fakat
bir süre sonra Demophoon, Phillis’e geri döneceğine dair vaatlerde bulunarak
yurduna gitmiştir. Ancak aylar geçmesine rağmen Phillis ondan haber alamaz;
başlangıçta sevdiğinin çeşitli sebepler yüzünden gelemediğini düşünür; ama
mektubunu yazarken artık onun bir daha geri dönmeyeceğini anlamıştır.
Mektubunda Demophoon’a, giderken verdiği sözleri hatırlatır ve ona kandığı için
kendi kendine sitem eder. Halbuki ne iyi şeyler umduğunu ve hak ettiğini
anlatır. Bu mektupta da pathos kavramı son derece etkileyici bir araç
olarak kullanılmıştır. Okuyucu gerçekten Phillis’in başına gelenlere üzülür ve
ona acır. Phillis kandırılmıştır, terkedilmiştir; ama buna rağmen Demophoon’un
olmadığı bir hayatı düşünememektedir. Bu yüzden de Phillis satırlarını ölümden
bahsederek sonlandırır:
Mezar taşımda nefret duyulası neden yazdığında,
sen bu ya da buna benzer sözlerle tanınacaksın:
Demophoon, misafir olarak, onu seven Phillis’e ölümü getirdi;
o, bizzat kendi eliyle onun ölümünün sebebi oldu. (145148)
Phillis gerçekten de daha fazla dayanamayarak, kendini
asarak öldürmüştür. Bu mektupta aşk ve ölüm kavramları birbirine girmektedir.
Aşk yüzünden ölmeyi göze alan kadın motifi de aşk edebiyatının güçlü
unsurlarından biridir.
3-
Briseis Achilli: Briseis
ile Achilleus da Homeros’un anlattığı Troia Savaşı’nın ünlü kahramanlarıdır.
Briseis Achilleus’un Ege seferlerinden getirdiği en değerli tutsağıdır.
Şehrinin yakılıp yıkılmasından ve tutsak düşmekten yakınan Briseis,
Achilleus’un yakın arkadaşı Patroklos’un tesellileriyle ve Achilleus’un
koruması altında olacağına dair ümitle avunmaktadır. Ancak Troia savaşı
sırasında Agamennon’la Achilleus anlaşmazlığa düşünce ikisinin arasında kalır
ve Agamennon, çekişmenin sonucunda Briseis’i Achilleus’un elinden alır. Briseis
mektubunda bundan duyduğu büyük acıyı gözyaşları içinde yazmaktadır ve ikinci
kez kendini tutsak olarak hissetmektedir. Achilleus’a, ona olan aşkını
anlatmakta, yaşadıkları olayların hesabını sormaktadır ve hala gelip onu geri
almadığı için Achilleus’a sitem etmektedir. Nitekim Briseis elinden alındıktan
sonra Achilleus küsüp savaşa girmeme kararı almıştır; şimdi ise Agamennon
savaşa girmesi için Briseis’i ona geri vermeye razıdır; fakat Akhilleus artık
buna yanaşmamaktadır. Briseis mektubunu, Achilleus’a, kendisine gel diye
emretmesini dileyerek bitirmektedir.
4-
Phaedra Hippolyto:
Girit Kralı Minos’un kızlarından biri olan Phaedra, Thesseus’la evlenip de onun
Antiope’den olan oğlu Hippolytos’u görünce aklı başından gitmiştir. Üvey oğluna
karşı büyük bir aşk beselemeye başlayan Phaedra, onu elde edebilmek için her
çareye başvursa da temiz ve namuslu bir delikanlı olan Hyppolytos’tan bir türlü
aşkına karşılık bulamamıştır. Phaedra üvey oğluna yazdığı bu mektupta hala onu
etkileme çabasındadır. (Sonunda Phaedra da daha fazla bu duruma katlanamayıp
intihar etmiştir.)
5-
Oenone Paridi:
Oenone adlı peri kızı Paris’in ilk aşkıdır. İda dağında onunla mutlu bir
şekilde yaşamakta olan Paris, ünlü güzellik yarışmasında kararı vermesi için
karşısına gelen üç güzel tanrıça arasından, ona Troialı Helen’in aşkını vadeden
aşk tanrıçası Venus’ü seçtikten sonra Oenone’yi terk edip Sparta’ya gitmiştir.
Terkedilmiş olmanın acısını taşıyan Oenone, mektubunda Paris’e eskiden
yaşadıkları günleri hatırlatmakta ve sadakatsizliğinden dolayı hem onu hem de
Helena’yı suçlamaktadır.
6-
Hypsiple Iasoni:
Argounautlar Lemnos adasında durakladıklarında, Lemnos Kralı’nın kızı Hypsiple
ile Iason büyük bir aşk yaşamışlardır; ancak Iason, bağlılık yemini ettiği
Hypsiple’yi ve iki çocuğunu bırakıp oradan ayrılmıştır. Kocasının başka bir
kadınla, yani Medeia’yla evlendiğini duyan
Hypsiple büyük bir ümitsizlik içinde Iason’a bu mektubu
yazmaya koyulmuştur. Hypsiple sitem dolu bu mektubunda aynı zamanda Medeia’nın
kim olduğunu sormaktadır.
7-
Dido Aeneae:
Aeneas sevgilisi Dido’yu Kartaca’da bırakarak İtalya’ya, kendine yeni bir ülke
aramaya gitmiştir. Dido yalnızdır, çaresizdir ve acı feryatlarla, sitemlerle
dolu satırlarında, yine de onu hala sevdiğini yazmakta, içinin nasıl yandığını
anlatmaktadır. Dido bu satırları yazarken, kendini öldürmek üzere kucağında bir
kılıç taşımaktadır.
8-
Hermione Orestae:
Troialı Helena’yla Sparta Kralı Menelaus’un kızları olan Hermione, Agamennon
ile Klytaimnestra’nın oğlu Orestes’e aşık olmuştur. Ancak Menelaos kızını,
Akhilleus’in zalim ve merhametsiz oğlu Neoptolemus’a vermiştir. Şimdi
Neoptolemus’un yanında acı çekmekte olan Hermione, Orestes’e yazdığı mektupta
kaderinden yakınmaktadır ve ondan, kendisini bu acıdan kurtarmasını
istemektedir.
9-
Deianira Herculei :
Heracles, karısı Deianira’yla birlikte uzak bir şehre doğru yola çıkmıştır.
Evenus Nehrinden geçerken Nessos adındaki kentaur kayıkçı Deianira’nın
güzelliği karşısında büyülenmiş ve onu kıyıya indirmeye yanaşmamıştır. Bunu
gören Heracles zehirli okunu kentaurun üzerine doğrultarak onu öldürmüştür.
Ancak kentaur son nefesini verirken, Heracles’ten öç almayı düşünerek
Deianira’ya, kendi kanının aşkın gücü olduğunu ve eğer bir gün Heracles’in
sadakatsizliğinden şüphe ederse, onun sevgisini yeniden kazanmak için akmakta
olan kanından giysine sürmek üzere alıp saklamasını söylemiştir. Aradan yıllar
geçmiştir ve Heracles bir gün, unutamadığı eski aşkı Iole için savaşmak üzere
Deianira’nın yanından ayrılmıştır. Kocasının Iole’yle birlikte geri geldiğini
öğrendiğinde, yıllar önce kentaurun sözlerine kanmış olan Deianira onun aşkını
yeniden kazanmak için Heracles’e, Neusos’un kanını buladığı bir gömleğini
göndermiştir. Tam bu anda Deieneira Heracles’e duygularını yazmakta ve hayatına
başka bir kadın soktuğu için ona sitem etmektedir. Ancak bu satırları yazarken
kocasının kendi yolladığı gömlek yüzünden ölmekte olduğu haberini alan Deianira
satırlarına pişmanlık ve suçluluk duygularıyla devam etmiştir ve duyduğu bu
ıstırap karşısında dayanamayarak kendini öldürmeye karar vermiş ve mektubunu,
ailesine ve sevgili oğluna veda ederek bitirmiştir.
10-
Ariadne Theseo :
Atina Kralı Aigeus’un oğlu Theseus, insan eti ile beslenen Minotouros adlı
korkunç bir hayvanı öldürmek üzere Girit’e geldiğinde -zira Girit Kralı bu
yaratığı doyurabilmek için her yıl, Atina’dan Girit’e yedi genç kız ve yedi
genç delikanlı gönderilmesini istemekteydi.- Kral Minos’un kızı Ariadne
Thesseus’a aşık olmuş ve ona, bu korkunç yaratığa yaklaşarak onu alt edebilmesi
için tavsiyelerde bulunmuştur. Sonuç olarak Thesseus Ariadne’in yardımlarıyla
ölümden kurtulmakla birlikte canavarı da yok etmeyi başarmıştır. Girit’ten
çabucak ayrılırken yanında Ariadne’yi de kaçıran Thesseus daha dönüş yolunda
Ariadne’nin kendisi için yaptıklarını unutmuş, onu uğradıkları Naksos Adası’nda
bırakıp yoluna devam etmiştir. Ariadne şimdi acı içinde yapayalnız kaldığı bu
adada sevgilisinden gördüğü bu alçakça hareket karşısında yaşadığı duyguları,
terk edilişinin içinde yarattığı ıstırabı ve duyduğu öfkeyi ona mektup yazarak
anlatmaya çalışmaktadır.
11-
Canace Macareo: Canace
ve Macereus kardeştirler. Birbirlerine duydukları yasak aşk sonucu gizlice
beraber olmuşlardır. Bu ilişkiyi ve kızının oğlundan hamile olduğunu öğrenen
baba Aelous öfkeden çılgına dönmüş ve oğlunun ortadan kaldırılmasını
emrettikten sonra, kızına da kendini öldürmesi için bir kılıç vermiştir. Canace
Macareus’a mektubunu, yeni doğmuş bebeği ellerinden alınmış ve de yerine eline
bir kılıç bırakılmış halde beklerken yazmaktadır. Mektubu bir veda mektubudur.
Hem kardeşi, hem sevdiği olan Macereus’a, ondan istediklerini, başına
gelenlerden duyduğu üzüntüyü ve ona duyduğu sevgiyi yazarak veda eder.
12-
Medeia Iasoni: Argounatlar’ın
kralı Iason, Kolkhis’ten altın postu alabilmek için, evlenmek vaadiyle yardım
aldığı Medeia’yı, Korinthos Kralı’nın kızıyla evlenmek için terk etmiştir.
Medeia mektubunda Iason’a onun uğruna yaptıklarını hatırlatmakta, ona sitem
dolu sözler ve büyük bir öfkeyle gelecekte ondan alacağı korkunç intikamın
işaretini vermektedir.
13-
Laodamia Protesilao :
Laodamia, Troia Savaşı’na katılmak üzere Thesselia’dan ayrılan kocasına büyük
bir sevgiyle bağlıdır. Öyle ki kocasının yokluğunda onun için öyle çok
endişelenmiş ve öyle çok acı hissetmiştir, ki sonunda dayanamayıp kocasının bir
heykelini yaptırmıştır ve bu heykeli adeta gerçekten kocasıymışçasına çok
severek hayatını bu heykelle sürdürmüştür.
Şimdi Laodamia Yunan donanmasının Aulis kıyısında
kaldığını, bu yüzden gecikmekte olduğu haberini almıştır. Mektubunda kocasına
ne tür hisler içinde olduğunu yazmakta ve özellikle de evine sapasağlam
dönebilmesi için ondan, kendisine çok dikkat etmesini istemektedir.
(Protesilaos savaştan geri dönememiştir.)
14-
Hypemestra Lynceo:
Danaus’un 50 kızı, erkek kardeşinin 50 oğluyla evlenmek üzeredirler. Danaus,
kızlarına bu erkekleri evlendikleri gece öldürmelerini emretmiştir. Bu emre
uymayıp kocasının kaçmasına yardım eden Hypemestra, babası tarafından hapis
tutulmaktadır. Şimdi Hypemestra, zincire vurulmuş halde, kocası Lyneus’a, ne
halde olduğunu ve ondan, gelip kendisini kurtarmasını beklediğini yazmaktadır.
15-
Sappho Phaoni:
Yunanistan’ın ünlü kadın şairlerinden Sappho, Midilli’de kayıkçılık yapan,
Phoan adında bir gence aşık olmuştur; mektubunda Phaon’a, ona olan duygularını,
aşkını ve bununla birlikte duyduğu karamsarlığı yazan Sappho aşkına karşılık
bulamamaktadır.
Tezimizin ana konusu olan bu bölüm, çiftlerin birbirlerine yazdıkları
karşılıklı aşk mektuplarından oluşmaktadır. Şimdi bunları sırasıyla
irdeleyeceğiz:
Paris, mektubunu yazdığı sırada Helena’nın kocası Menelaos’un Sparta’daki
sarayındadır. Ovidius hikayenin en can alıcı yanlarını işleyebilmek için Troia
ile Sparta arasındaki savaşın başlamasına yalnızca bir ‘evet’ cevabının kaldığı
anı seçmiştir. Bu, Helena’nın Paris’e, onunla Troia’ya kaçmak için vereceği
‘evet’ cevabıdır. Nitekim Paris Helena’dan bu cevabı alacağına emin
gözükmektedir. Mektubunda Helena’ya bir yandan hayat hikayesini anlatmakta
-böylece onunla ilgili çeşitli söylenceler de açığa çıkmakta-, bir yandan da
ona olan duygularını açıklamaktadır. Amacı, annesi Hekabe’nin kendisine hamile
olduğu andan itibaren, Sparta’ya yelken açtığı ilk ana dek olan tüm olaylar
zincirinin onları bu kaçınılmaz sona getirdiğini Helena’ya kanıtlamaktır.
Dolayısıyla onun mektubunda kader kavramı büyük bir rol oynamaktadır. Paris ilk
satırdan itibaren, bu kaderin kaynağı ve destekçisi olarak gördüğü Aşk
Tanrıçası Venus’ün adını sürekli olarak anarak ondan yardım bekler. Ona göre
kendisi ilahi bir öneriyle hareket etmekte ve kendisine borçlu olunan şeyi
istemektedir. Paris aşkının da, Sparta’ya yaptığı yolculuğunun da tanrılar
tarafından desteklendiğini düşünür. Kader tanrıçaları onların bir araya
gelmesinden mutlu olacaktır. Çünkü kader daha doğmadan onları birbirlerine
yazmıştır. Paris bunu Helena’ya şu satırlarla yazar:
Doğum zamanı çoktan geçtiği halde ben hala annemin karnındaydım.
Oysa artık karnı doğacak çocuğun ağırlığıyla iyice şişmişti.
O, rüyasında, kendine, alev alev yanan bir meşaleyi
Şiş karnından doğuruyormuş gibi göründü.
Dehşet içinde yatağından fırladı ve
Karanlık gecede gördüğü korkunç şeyleri yaşlı
Priamos’a anlattı; o da kahinlere.
Bir kahin Troia’nın Paris’in ateşiyle yanacağını söyledi.
İşte o ateş yüreğimden çıkan ateşti; şu anda da içimde olan. (43-50)
Paris annesinin rüyasını mektubu yazdığı anda yanlış yorumlamaktadır.
Kahinin bahsettiği ateşin, yüreğindeki aşk ateşi olduğunu sanmaktadır. Oysa o,
gerçekten de ironik ve trajik anlamda Troia’nın yanıp kül olmasına sebep olacak
ateşi taşımaktadır. Aslında, kahinlerin yaptığı bu yorum yüzünden Paris doğar
doğmaz öldürülmek üzere, Priamos’un keçi çobanı Agelaos’un eline teslim
edilmiştir. Ancak Agelaos bu küçücük bebeğe kıyamamış ve onu öldürmeden Ida
Dağı’nda bırakmıştır. Rivayete göre Paris’i orada beş gün boyunca bir ayı
emzirip ona bakmıştır. Meraklanıp tekrar Ida Dağı’na dönen Agelaos çocuğun hala
yaşadığını görünce şaşırmış ve o günden sonra ona gizlice kendi bakmaya
başlamıştır. Paris büyüdükçe olağanüstü güzellikte, güçlü ve cesur bir
delikanlı olmuştur. Bunu Helena’ya, mektubunda şöyle yazar:
Her ne kadar halktan biri gibi görünsem de,
Ruhumun güzelliği ve gücü benim gizli soyluluğumun kanıtıydı.
(51-52)
Bir söylenceye göre, Paris, Ida Dağı’nda sıradan bir çoban gibi halk
arasında günlerini geçirirken iki boğayı birbiriyle kapıştırırmış; dövüşü kazanan
boğanın başını çelenklerle süsler, sahibine ödüller verirmiş. Bir gün Paris
kendi boğasını yenene altın bir taç hediye edeceğini ilan edince, Savaş Tanrısı
Ares şekil değiştirerek yarışmaya katılmış ve Paris’in boğasını yenerek ödüle
hak kazanmıştır. Paris bu yarışın sonunda hiç tereddüt etmeden boğanın sahibine
ödülünü vererek Olympos’lu Tanrıların gözünde dürüstlüğünü kanıtlamıştır.
Zeus’un üç güzel tanrıçanın güzellik yarışında onu hakem olarak seçmesinin de
en büyük nedeni budur. Zaten her şeyin, Paris ile Helena’nın hikayesinin
başlangıcı da bu güzellik yarışması olmuştur:
Nereus kızlarından Thetis ile Akhilleus’un babası Peleus’un düğün
şölenleri sırasında şölene davet edilmemiş olan Nifak Tanrıçası Eris, üzerinde
‘en güzel tanrıçaya’ yazılı bir elmayı salonun ortasına fırlatır. Orada
bulunan bütün tanrıçalar bu elmaya sahip olabilmek için birbirleriyle yarışa
tutuşurlar. Sonunda çoğu yarışmadan çekilmek zorunda kalır; geriye yalnızca
Iuno, Minerva ve Venus kalmıştır. Iuppiter araya girerek tanrıçaları
yatıştırır; ancak kendisi tarafsız bir karar veremeyeceği, birini seçse
ötekilerinin öfkesini kazanacağını bildiği için bu üç güzel tanrıça arasından
en güzelini seçme görevini Ida Dağı’nda kendi halinde bir çoban olarak yaşayan
Paris’e verir. Onu seçmesindeki neden Paris’in tanrılar arasında bilinen
dürüstlüğünün yanı sıra, sahip olduğu olağanüstü güzelliktir; Paris güzel
olduğu kadar güzelden de anlayabilecek, güzeli ayırt edebilecek bir kişidir.
Iuppiter de tanrılar ve insanlar arasında bu yarışmanın kararını tarafsız bir
şekilde ve kimseyi gücendirmeden verebilecek tek kişinin Paris olduğunu
düşünmüştür. Sonuçta üç güzel tanrıça Haberci Tanrı Mercurius’un eşliğinde Ida
Dağı’na gelir. Ida Dağı’nda geçen bu önemli sahne Ovidius’un sanatı sayesinde adeta
Paris’in kendi sözleriyle gözümüzde canlanır:
Yeşillik dolu İda
vadilerinin ortasında ıssız, çam ve meşe ağaçlarıyla dolu bir yer vardır; o yer
ki, orada ne uyuşuk bir koyun, ne de kayaları seven dişi bir keçi, ne de hantal
bir öküz ağzını açıp otlanmıştır.
Orada ben Troya
surlarını, yüksek damlarını ve denizi görebilmek için büyük bir ağacın tepesine
tırmanmıştım.
İşte orada, bana bir anda güçlü ayak sesleriyle toprak
sallanıyormuş gibi geldi;
(Gerçekleri
söyleyeceğim; çünkü ancak gerçeğin gücü ile güven sağlanır.) Büyük Atlas’ın ve
Pleion’un torunu Mercurius
sihirli kanatlarıyla karşıma çıkıverdi.
(Bunu görmeme izin
verilmişti; gördüğüm bu şeyleri anlatmama da izin vardır heralde.)
Ve tanrının parmakları
arasında altın bir asa vardı.
Ve aynı anda üç tanrıça,
Venus ve Pallas’la birlikte Iuno
narin ayaklarıyla gelip çimenlere
bastılar.
Şaşkına döndüm ve kanatlı haberci bana
“Dur korkma! Sen güzelliğin yargıcısın:
Tanrıçaların yarışına bir son ver!
İçlerinden bir tanesi
güzellik açısından öbür ikisini yenmeyi hak etsin!” deyince buz gibi bir
korkuyla tüylerim diken diken oldu.
Geri çeviremezdim, Mercurius bunu bana
Iuppiter’in ağzından emretmişti.
Ve hemen yıldızlara doğru uçup
gitmişti.
Zihnimi toparladım ve üzerime bir
cesaret geldi;
ve her bir tanrıçaya dönüp bakmaktan
çekinmedim.
Hepsi de yenmeyi hak ediyordu ve ben
yargıç olarak
hepsini birden seçemeyecek olmaktan
hayıflanıyordum.
Ama bununla birlikte o an artık
içlerinden biri bana daha cazip geliyordu;
tahmin edebileceğin gibi o aşkı
uyandıran tanrıçaydı.
Hepsi de kazanmaya can atıyordu;
muhteşem hediyeler vaat ederek
benim kararımı etkilemek için yanıp
tutuşuyordu.
Iuppiter’in eşi ‘krallık’, kızı ise
‘yiğitlik’ sundu ;
Ben bir an yetkinliği mi, yoksa güçlü
olmayı mı isteyeyim diye tereddüt ettim.
Venus tatlı tatlı bana gülümsedi ve
“Paris, her biri dert
kaynağı olan korku dolu bu hediyeler seni etkilemesin!” dedi;
“Ben sana seveceğin bir
şeyi vereceğim ve
Güzel Leda’nın daha da
güzel kızı bizzat senin kollarına gelecek.”
Böyle söyledi ve gerek
hediyesi, gerekse güzelliği ile eşit biçimde onay almış olarak
zafer kazanmış tanrıça
göğe yükseldi. (53-88)
Şan, şeref, kahramanlık, dövüşkenlik Paris’in çok hoşlandığı şeyler
değildir; o güzeldir ve güzelliğin peşinde olduğu için de Aşk Tanrıçası
Venus’ün sözleri onun içine işlemiş ve güzelliği dillere destan Helena’nın
aşkıyla o an yanıp tutuşmaya başlamıştır. Helena’nın aşkı karşılığında elmayı
Venus’e verecektir. Böylece Venus, altın elmayı kazanabilmek için evli bir
erkekle evli bir kadını birbirine aşık edecek ve bir yuva kurayım derken iki
yuvayı birden yıkacaktır. Zira Paris Oinone adında bir peri kızıyla evlidir;
Helena ise Sparta Kralı Menelaos’la. Ancak Paris bunları aklının ucundan bile
geçirmez. Tanrıçanın verdiği söz sayesinde hiçbir engel yoktur Helena’yla
kendisi arasında; Helena’yı almak ne olursa olsun onun hakkıdır; Helena onun
kaderidir. Bu yüzden Paris Ida Dağı’nı da, sürülerini de, sevgilisi Oinone’yi
de terk eder. Şehre indiğinde artık aklında güzel Helena’dan başka bir şey
yoktur. Şehirde Paris’in kim olduğu ortaya çıkar ve kahinlik yeteneği olan
kardeşi Cassandra dışında bu duruma bütün saray halkı çok sevinir. Paris saraya
yeniden kabul edilişini ve sarayda karşılanışını Helena’ya son derece coşkulu
bir şekilde yazar:
Bu arada geç de olsa, talihimin iyiye dönmesiyle,
kesin işaretler sayesinde kral oğlu olduğum ortaya çıktı.
Uzun bir süre sonra kayıp oğulun ortaya çıkmasıyla saray şenlendi
ve Troia bu günü de bayram günleri arasına ekledi.
Ve ben seni şimdi nasıl arzuluyorsam, genç kızlar da
beni öyle arzulamaya başladı:
İşte bir çoklarının arzu ettiği şeye sen tek başına sahip olabilirsin.
(89-94)
Paris sarayda nasıl karşılandığını anlatırken kendini ulaşılmaz ve
evlenmeye can atılacak bir adam olarak sunar. Sarayda tüm güzellikler önüne serilmiştir;
ancak Paris Helena’ya, onunla birlikte olma umudu doğduktan sonra tüm bunların
kendisine hoş gelmemeye başladığını ve bu umudun gerçekleşmesini daha fazla
geciktirmemek için yola çıkmaya karar verdiğini yazar. Paris, adamlarıyla
birlikte gemilerini nasıl inşa ettiklerini, yola çıkmaya nasıl
hazırlandıklarını ve denize nasıl açıldıklarını ayrıntılı bir şekilde
anlatır.(107-125)
Tam gemi yelken açacakken Paris’in kız kardeşi Cassandra onları
durdurmaya çalışır ve Paris’in, gemi yol alırken, ne denli büyük bir ‘ateş’
taşıdığını kardeşine açıklar.
Kahin gerçekleri söyledi: Sözü edilen ateşleri buldum:
Şu anda yüreğimde alevlenen, zapt edilmez bir aşk. (125-126)
Görüldüğü gibi Paris bu kehaneti yine yanlış yorumlamıştır. Cassandra’nın
sözüne ettiği ateşi yüreğindeki aşk ateşi ile özdeştirmiştir.
Böylece Paris’in gemileri limandan ayrılmışlardır. Bundan sonra Paris
Helena’ya, kocası Menelaos’un onu Sparta’da bir konuk olarak nasıl
karşıladığını ve Lacedaimonia’da görülmeye değer her ne varsa ona nasıl gururla
gösterdiğini yazar; ama Paris için bu gördüklerin hiç bir değeri yoktur:
Senin övülen
güzelliğini bir an önce görmek için yanıp tutuşurken, gözlerimi çelen başka hiç
bir şey yoktu. (133-134)
Sabırsızlıkla Helena’yı görmeyi bekleyen Paris, ilk karşılaştıkları anı
ona kendi cümleleriyle yazar:
Seni görür görmez şaşkına döndüm ve
ürkerek, yüreğimin derinliklerinden yeni heyecanların kabardığını
hissettim.
Kıbrıslı Tanrıça
kararımı sormaya geldiğinde, hatırlıyorum, onun da seninkine benzer bir yüzü
vardı.
Eğer sen de eşit
koşullarla o yarışmaya gelmiş olsaydın, o zaman eminim, Venus’ün başarısı
şüpheli olurdu.
Aslında seninle ilgili
yayılan söylenti büyük övgüler taşıyordu, güzelliğinin bilinmediği dünya
üzerinde hiçbir ülke yoktu;
ne Phrigia’da ne de güneşin
doğduğu her hangi bir yerde güzeller arasında senin adına denk başka bir
güzelin adı yoktu.
Şu konuda da inanır
mısın bana: Senin şanın gerçekte olanın çok altında ve senin güzelliğinle
ilgili söylenti adeta kötüleyici kalıyor.
Venus’ün vaat ettiğinden
çok daha fazlasını buluyorum burada, ve saldığı ün, senin gerçek görünümünün
gölgesinde kalıyor.
Demek ki bütün bunları bilen Theseus yanmayı hak etmişti.
Sen bu büyük adam için kaçırılmaya layık görüldün;
Çünkü soyunun
geleneğince parlak palaestra’da çıplak olarak oyunlar oynuyordun,
ve kadın halinle, çıplak erkeklerle beraberdin.
Onun seni kaçırmasını alkışlıyorum ve
geri vermesine de şaşıyorum doğrusu:
Bu denli güzel bir ganimet sıkıca
tutulmalıydı.
Ben olsam, sen benim yatağımdan çekilip
alınacağına
önce su başım kanlı boynumdan kopsa
daha iyi.
Benim ellerim seni bırakmayı hiç ister
miydi?
Yaşadığım sürece ben senin benden
uzakta olmana izin verir miydim?
Eğer seni geri götürmek zorunda kalsaydım bile daha
önce gene de senden bir şey alırdım.
Ve de aşkım tümüyle anlamsız olmazdı.
Ya senin bakireliğini alırdım,
ya da bakireliğini koruyarak ne
mümkünse senden alırdım. (135-162)
Paris bu şekilde mektubunda Helena’nın güzelliğini yere göğe
sığdıramamaktadır. Sevilen kadının güzelliğinin övülmesi, Ovidius’un, Ars
Amatoria’sında, 1. kitapta erkeklere sık sık verdiği öğütlerden biridir.
Paris de Helena’nın güzelliğini överken, Ovidius’un öğütlerine uyan bir öğrenci
gibidir. Helena'yı etkilemek ve onu kendisiyle gelmeye ikna edebilmek için her
yolu denemektedir. Paris, kendisi ve ona vaat edilen armağan arasında hiçbir
şeyin durmasına izin vermeyecek tanrısal bir gücün inancıyla tek bir amaca
odaklanmış olarak karşımıza çıkmaktadır. O, körü körüne ve tasasız bir şekilde
olası bütün itirazlara ve engellere karşı kaygısızdır. İstediği şey, Helena’yı,
kendisiyle gelmekten başka bir seçeneği olmadığına ikna etmektir. Bencildir,
düşüncesizdir ve aklında tek bir şey vardır; ne olursa olsun Helena’ya sahip
olmak:
Bırak bana kendini; o zaman Paris’in kararlılığını göreceksin:
Bir tek cesedimin yakıldığı yığının ateşi içimdeki ateşi sonlandırır.
Ben seni, Zeus’un eşi ve kızkardeşi Tanrıça’nın
bana vaat ettiği krallıklara yeğledim;
ve ben kollarımı boynuna dolayacağım anı düşünürken
Pallas’ın bana vaat ettiği şan gözümde değersizleşti.
Bu ne beni utandırır, ne de beni aptalca bir seçim
yapmış adam durumuna düşürür.
Zihnim verdiği kararda sonsuza dek sağlam bir biçimde
kalacaktır. (163-170)
Paris Helena’ya bundan sonraki satırlarda zenginliğinden, soyluluğundan
bahsederek soyunu Tanrıların Tanrısı Iuppiter’e kadar götürür ve kendi krallığı
olan Troia topraklarını, tanrılarıyla, surlarıyla, kahramanlarının çokluğuyla
yüceltir. Troia’yı böylesine varlıklı ve yaşanmaya değer bir yer olarak
sunduktan sonra, Helena’ya Troia’da nasıl karşılanacağını anlatır ve ona -asla
tutamayacağını bildiğimiz- vaatlerde bulunur. Paris burada da Ovidius’un
öğütlerine uymaktadır.
Paris de Helena’ya bir yandan vaatlerde bulunurken, bir yandan kendi
ülkesini, toprağını yüceltmektedir. Kendi toprağı Troia’yla, Helena’nın kocası
Menelaos’un toprağı Sparta’yı hem zenginliği, hem de tanrıları bakımından
kıyaslar. Sparta’yı küçümserken Troia’yı yüceltir. Sparta onun için yalnızca
Helena orada yaşadığı için kıymetlidir. Paris kendini de Menelaos’la kıyaslayarak,
güzellikte de onu geçeceğine Helena’yı inandırmaya çalışır. Bu şekilde Paris
kendini Helena’ya bulunmaz bir fırsat ve sahip olunması gereken bir prens
olarak sunmaktadır. Menelaos’u ise, soyuyla ilgili çeşitli söylencelerden
örnekler vererek, toprağı da soyu da tanrılar tarafından sevilmeyen, lanetli
bir adam olarak gösterir. Paris, kendi mükemmelliğinin yanında, tüm bu
güçsüzlüğüne ve çirkinliğine karşın böylesi bir adamın her gece Helena’ya sahip
olmasını korkunç bir şey olarak nitelendirirken, kendisinin onu yalnızca yemek
sofrasının kurulduğu kısacık zamanlarda görmesinden yakınır. Bu yemek
sofrasında neler olup bittiğini ve onlarla birlikte otururken neler
hissettiğini Paris Helena’ya açıkça yazar:
Böylesine şölenler düşmanlarımın başına!
Ki böyle şölenlere ben şarap içtikçe katlanıyorum.
O kaba adam ben bakarken kollarını senin boynuna
doladığında, orada misafir olarak bulunmak bana üzüntü veriyor.
O, giysinin altından vücudunu okşadıkça (niye her şeyi anlatmayayım
ki?)
Deliye dönüyorum -hem de kıskançlıkla-.
Aslında siz birbirinize herkesin içinde yumuşak
öpücükler verirken, ben kadehimi elime alıp gözlerimin önüne çekiyorum.
O seni sıkıca sardığı zaman gözlerimi indiriyorum
ve lokmalar istemeden ağzımda büyüyor.
Sık sık inliyorum ve benim her inleyişimde,
ah utanmaz Helena,
senin gülmekten kendini alamadığını
fark ediyorum.
Sık sık şarapla yüreğimin ateşini
söndürmeye çalışıyorum;
ama o daha da büyüyor ve sarhoşluğum
içimin ateşine ateş ekliyor;
ve bir çok şeyi görmemek için başımı
başka tarafa çevirip uzanıyorum;
ama sen hemen gözlerimi kendine geri
çekiyorsun.
Ne yapacağımı bilmiyorum: Tüm bunları
görmek benim için ıstırap;
ama senin yüzünü görmemek daha da büyük
bir ıstırap.
Mümkün olduğu ve
elimden geldiği ölçüde çılgınlığımı gizlemeye çalışıyorum;
ama aşk, bir başka biçimde gene ortaya
çıkıyor.
Ama seni kandıramam:
Sen benim acılarımı hissediyorsun, evet hissediyorsun!
ve bunlar keşke yalnız senin tarafından
hissedilse.
O adam gözyaşlarımın sebebini anlamasın
diye
kaç kez tam ağlayacakken yüzümü
çevirdim.
Sarhoşken her kelimeyi senin yüzüne
söyleyerek
kaç kez bir aşkı anlattım.
ve sana uydurma bir ad altında kendi
niyetimi belli ettim.
Eğer bilmiyorsan söyleyeyim; o aşık
adam gerçekte bendim!
Sözlerimde daha da cüretkar olmam
gerekirse,
bir kez değil, her seferinde
sarhoşluğum sahteydi.
Bir keresinde elbisen açılınca,
hatırlıyorum, göğsünü gördüm
ve de göğsün bütün çıplaklığıyla gözlerime kendini sundu,
beyaz karlardan da, sütten de,
Zeus’un annenle sevişirkenki kuğu halinden de daha beyazdı göğsün.
O an gördüklerim karşısında sersemleyince (zira
elimde sıkıca kadehimi tutuyordum.)
kıvrık kulp benim parmaklarımın arasından kayıverdi.
Eğer kızın Hermione’ye öpücükler verseydin
ben derhal ve memnuniyetle o öpücükleri onun küçük
dudağından alırdım.
Oysa ben yalnızca sırt üstü uzanıp eski aşk
şarkıları söyleyebiliyordum ve yalnızca kafamı sallayarak üstü kapalı işaretler
verebiliyordum. (219-258)
Buradaki sarhoşluk, gözyaşı gibi kavramlar yine Ars Amatoria’da,
kadınları etkilemek için sık sık öğütlenen kavramlardır; Ovidius bir kadına
duyguları belli etmek için sarhoş olmayı, değilse de sarhoşmuş gibi yapmayı;
kadehinden şarabı onun içtiği yerden içmeyi ve de onu etkilemek için ağlamayı
ya da ağlıyormuş gibi yapmayı öğütlemiştir. Bir başka yol da kadına
hizmetçileri aracılığıyla ulaşmaktır. Paris Helena’ya, buna kalkıştığını, ancak
hizmetçilerin, daha o sözünü bitirmeden korkup kaçtıklarını yazar. Helena’ya
ulaşmak oldukça zordur; Paris “tanrılar senin için büyük bir yarış
hazırlamalıydılar/ ki galip gelen kişi seni kazansın.” (263-264) derken
Hippomedes’le Atalante’nin öyküsünü örnek göstermiştir. Bu Ovidius’un oldukça
sevdiği ve yaygın olarak bilinen bir öykü olmalıdır. Çünkü Hippomedes’in koşu
yarışında aklını kullanarak yarışı kazandığını, böylelikle Atalante’ye sahip
olduğunu anlatan bu öyküye Ovidius Cydippe’nin mektubunda da yer vermiştir.
Ayrıntılara girmeden yalnızca kahramanların adlarını kullanması da
öykünün, okuyucuları tarafından biliniyor olduğunu göstermektedir.
Ancak ortada böyle bir yarış yoktur ve Paris’in yapabileceği tek şey
onunla gelmesi için Helena’ya yalvarmak, gerekirse onun ayaklarına kapanmaktır.
Bunun için ona tekrar tekrar aşkının yüceliğini ve bunun kaderin arzusu
olduğunu anlatırken Cassandra’nın adını da bir kez daha anar. Amacı aşkının
tanrısallığını Helena’ya hatırlatarak onu kaderin böyle istediğine
inandırmaktır. Ona göre kehanet de, kader tanrıçaları da, aşk da onların
yanındadır:
Göğsümü delip geçen ok hafif bir yara açmadı,
bu yara adeta kemiklerimin içine işledi.
Zira ilahi bir ok tarafından vurulacağımın söylendiğini hatırlıyorum;
bana bu kehaneti çok önceden kız kardeşim Cassandra söylemişti.
Kaderin sunduğu aşkı küçümsemeye kalkma Helena:
Böylelikle bir şey istediğinde tanrılar senden yana olacaklardır.
(277-282)
Paris aklından daha pek çok şeyin geçtiğini, ancak geri kalanını yüz yüze
söyleyebilmesi için, gece olunca onu yatağına alması gerektiğini yazarken,
Helena’dan, bunun utanılacak bir şey olmadığına inanmasını ister:
Yoksa utanıyor musun? Evlilik Tanrıçası’na saygısızlık etmekten
ve yasal yatağının masumiyetine ihanet etmekten mi korkuyorsun?
Bu çok basit Helena; -hadi saf demeyeyim-
böylesi bir güzelliğin günahtan yoksun olabileceğini mi sanıyorsun?
Ya görüntünü değiştirmen ya da hafif biri olman gerekiyor;
güzellik ve iffet arasında büyük bir çekişme vardır.
Iuppiter bu tür kaçamaklardan zevk alır; altın sarısı Venus de öyle.
Kuşkusuz işte böylesine bir kaçamak Iuppiter’i sana
baba olarak vermiş olmalı.
Eğer tohumunda aşkın güçleri varsa,
Iuppiter ve Leda’nın kızı olarak senin masum kalman mümkün değil.
Ama yine de benim Troia’m sana sahip olduğunda masum olabilirsin
ve dilerim ben senin tek günahın olayım!
Eğer Venus bana boş vaatlerde bulunmadıysa, bırak da
biz şimdi evlendiğimizde kendiliğinden düzelecek olan hatalar yapalım.
(285-298)
Paris bu şekilde, yaptıkları şeyin bir günahtan çok, tanrıların da başına
gelen ve Helena’nın karşı koyması mümkün olmayan bir oyun olarak göstermeye
çalışır; kaldı ki bizzat Helena’nın annesi de Iuppiter’le bu tür bir şey yaşamıştır.
Paris Helena’yı kendisiyle gelmeye ikna etmek için bütün yolları denemekte ve
ona sonsuz mutluluklar vaat etmektedir.
Artık her şey onların yararınadır. Paris saraydadır ve Menelaos bir iş
gezisi için kent dışına çıkmıştır ve giderken de misafirini komik bir şekilde
karısı Helena’ya emanet etmiştir. Gemiler, askerler, her şey hazırdır;
Helena’yı saraydan kaçırmanın tam zamanıdır. Geriye bir tek Helena’nın vereceği
‘evet’ cevabı kalmıştır:
Bizzat senin kocan sözleriyle değil ama
yaptıklarıyla buna fırsat veriyor;
misafirinin bu kaçamağına engel olmamak
için uzaklara gidiyor.
Girit Krallıkları’nı ziyaret için daha
uygun bir zaman bulamazdı:
Şaşılacak kurnazlıkta bir adam doğrusu!
Öyle ki tam gidecekken bizzat sana
dönüp
“Idalı’yı sana emanet ediyorum.
Konuğumuza iyi bakasın, kadın!” dedi.
Tanrılar şahidimdir ki, uzakta olan
kocanın emirlerini ihmal ediyorsun:
Misafirine hiçbir özen göstermiyorsun.
Ey Tyndaros’un kızı; sen bu kalın
kafalı adamın,
senin güzelliğinin bahşettiği şeyleri
yeterince anlayabildiğini mi sanıyorsun?
Yanılıyorsun,
anlamıyor; zira eğer sahip olduğu eşsiz güzelliklerin farkında olsaydı,
asla yabancı bir adama güvenmezdi.
Benim sesim, ya da benim ateşim seni
etkilemese bile
bu durumdan yararlanmak zorundayız.
Eğer bu kadar uygun bir zamanı bir şey
yapmadan harcarsak
işte o zaman aptal duruma düşeriz;
hatta o adamı bile geçeriz aptallıkta:
Aşığını sana neredeyse kendi elleriyle
teslim etti:
Bu emirleri veren adamın saflığından
yararlan! (299-316)
Zira Helena’nın başka bir şansı da yoktur; çünkü bu tanrıların isteğidir;
Paris
Helena’yı buna ikna etme çabasındadır. Kader
onların kaçmasına izin verecektir, bu kesindir. Paris bir yandan bunları
kurarken bir yandan da onunla buluşacağı geceyi hayalinde canlandırmaktadır:
O uzun gecede boş yatağında tek başına yatıyorsun;
ben de kendi boş yatağımda yalnız yatıyorum.
Ortak zevkler seni bana, beni de sana bağlasınlar:
O gece, öğle zamanından daha da parlak olacak!
Sonra sana istediğin tanrılar üzerine yemin edeceğim
ve kutsal yeminlerle bizzat kendimi kendi sözlerimle bağlayacağım.
O zaman ben, eğer yeminim boş değilse,
karşına çıkıp benim krallığımı istemeni sağlayacağım.
(317-324)
Mektubunun sonlarına geldiği satırlarda Paris Helena’ya vaatlerde
bulunmaya devam etmektedir. Ona Troia kentlerini baştan başa bir kraliçe olarak
geçerken, halkın onu yeni bir tanrıça sanıp ona kurbanlar sunacağını ve
ailesinin de onun önüne armağanlar sereceğini vaat eder:
Ben ne diyeyim! Olacakların ancak çok küçük bir kısmını sana
söylüyorum:
Mektubumda yazdıklarımdan çok daha fazlasına sahip olacaksın! (
339-340)
Ve Helena’nın, yola çıktıklarında kocasının ve ailesinin, onların peşine
düşmesinden ya da olası bir savaşın çıkmasından korkmaması için ona güven
vermeye çalışır. Bunun için Paris Helena’ya, daha önce sayısız kaçırılmış ve
geri alınamamış ve buna rağmen kentleri mutlu olan, rahat içinde yaşayan
sayısız genç kız olduğunu yazarak, ona bu korkuların boşluğunu ispat etmeye
çalışır. Yine de olası bir savaşta Menelaos’unkinden üstün adamları ve
silahlarıyla ve de cesaretiyle savaş için hazır olacağını yazar. Paris kendini
Menelaos’la kıyaslayıp övdükçe överken ve geçmişteki kahramanlıklarını uzun
uzadıya anlatırken , ‘Alexander’ adını alışına da değinir:
Ben daha çocukken düşmanlarımı öldürüp çaldıkları
hayvan sürülerini onlardan geri aldım,
ve işte adımın kaynağı da buradan gelir. (359-360)
Kendi cesaretini, gücünü ve korkusuzluğunu ispatlayarak Helena’nın içini
rahatlatmak, ona cesaret vermek ve gözünde onun ne denli değerli bir kadın
olduğunu göstermek için Paris son satırlarını büyük bir özgüven ve gurur içinde
yazar:
Böylesine önemli bir eş için silaha sarılmayı kötüleyemem:
Savaşları büyük ödüller tetikler!
Sen de kötüleme; eğer
bütün dünya senin yüzünden çarpışıyorsa bu demektir ki gelecek kuşaklar için de
büyük bir ad taşıyacaksın. Buradan tanrıların hoşgörüsüyle yola çıkarken,
korkusuz bir umutla, tam bir güven içinde sana vaat edilen armağanları iste!
(373-378)
Her ne kadar biz de, Ovidius da olayların felaketle sonuçlanacağını
biliyor olsak da, Paris’in mektubu, Helena’nın ‘evet’ cevabını bekleyen vaat ve
umut dolu satırlarla son bulur. Sonuçta Paris, mektubunda söz zengini ve söz
ustası aşık bir adam olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ovidius’un Helena’nın ağzından yazdığı bu mektupta Helena, Ovidius’un
Roma’sında yaşayan bir kahraman olarak karşımıza çıkmaktadır. O, Paris’in
aşkına karşı koymakta zorlanmasına karşın, sahip olduğu erdemi ve ünü de
kolayca bir kenara bırakamamaktadır. Zira mektubunda Helena’nın Paris’e olan
tutkusu oldukça açıktır; ancak şanının büyüklüğünün farkında olan Helena,
Paris’e olan aşkını açıklaması durumunda, namussuzluğunun yankısının da o denli
büyük olacağının farkındadır. Zira Helena’nın, toplumdaki değer yargılarına,
kendi hakkında ya da genel olarak kadınlar ve erkekler hakkında söylenen
sözlere fazlasıyla önem veren bir kadın olduğu görülmektedir. Aslında o,
Paris’e evet cevabı vermeye hazırdır; ancak toplumdaki baskılar ve başına
gelebilecekler onu korkutmakta ve yavaşlatmaktadır. Bu nedenle duygularını
açıkça yazan Helena’nın hissettiği bu korkular onun mektubunun merkezini
oluşturmakta ve satırlarında, arzusu ile, korumak istediği ünü arasındaki
tezatlık ortaya çıkmaktadır.
Paris, kocasının varlığına rağmen Helena’ya yaklaşmaya ve namusunu
kirletmeye cesaret ederek, onun korku ve endişelerinin kaynağı olmuştur. Helena
mektubuna, onu bu cüretinden dolayı suçlayan sözlerle başlar. Zira Paris bir
misafir gibi Sparta’ya gelmiş, Helena’nın kocasıyla bir dost gibi yakınlık
kurarak evine girmiş ve bu şekilde misafirliğin kutsal yasalarını kendi çıkarı
için kullanmaya cesaret etmiştir:
İçimize böyle girmiş olan sen dost muydun, yoksa düşman mı? (10)
Helena, Paris’i bu cesaretinden dolayı suçlasa da, ona karşı içinde öfke
olmadığını, Ars Amatoria’da da sık sık geçen bir yargıyı kullanarak
açıklamaktadır. Buna göre aşık olan kişi ne yaparsa yapsın masumdur; kadın her
ne kadar “istemiyorum.” dese de, kendisine aşık olan adam karşısında
yumuşayabilir ve onu arzulayabilir.
Helena da Paris’e kızmamaktadır; ancak ona karşı güvensizdir. Bu onun
mektubunda genel olarak hissedilen bir duygudur. Helena bu güvensizliğinin
sebebini yine genel bir yargıyla açıklamaktadır. Buna göre bir genç kızın her
şeye kolaylıkla inanması sakıncalıdır ve erkeklerin sözlerine güvenmemek
gerekir.(39-40) Bu yüzden Helena da bu yargıyı göz önünde bulundurarak, Paris’e
karşı temkinli davranmaya çalışmakta ve onu sorgulamaktadır. Güzelliğinin
farkındadır ve bu güzellik onun başına bela olmaktadır; adeta güzel bir kadın
olarak adının namuslu kalması ona yasaktır.
Helena, güzelliği dışında, Paris tarafından kaçırılmaya
layık bir kadın olarak görülmesini ve onun buna cesaret edebilmesinin
nedenlerini mektubunda tartışır. İlk düşüncesi, daha önce Theseus’un onu zorla
kaçırmış olmasıdır. Helena kendisinin, bir kez zorla kaçırılmış biri olarak
ikinci kez de kaçırılmaya layık görülmüş olabileceğini düşünür. Ancak Helena
Paris’in bahanesi olabilecek bu düşünceyi bizzat çürüterek, Paris’in kendi
mektubunda da değinmiş olduğu bu olayda kendi savunmasını yapmaktadır. Zira
Theseus onu zorla kaçırmıştır, Helena’nın onun tarafından ayartılması söz
konusu değildir. Bu olayda Helena’nın hiçbir suçu yoktur;
çünkü yapabileceği tek şey ona ‘hayır’ demek olmuştur. Sonunda da Theseus
dokunmadan onu evine geri getirmiştir. Helena’nın aklına ikinci olarak gelen
şeyse, annesinin başka bir adamla evli olduğu halde, ona Iuppiter’den hamile
kalmış olmasıdır. Zira Paris mektubunda, Leda’nın kızı olarak Helena’nın aşktan
ve aşk kaçamaklarından kaçamayacağını yazmıştır. Helena onun bu düşüncesini de
çürütürken bu kez annesinin savunmasını yapar. Annesi masumdur; çünkü zina
yapan erkek onu kandırmak için, beyaz bir kuğunun tüyleri arasına gizlenmiştir.
Annesi Leda bu kuğuyu bilmeden okşayarak günaha girmiş, ancak günahın sorumlusu
olan kişi Iuppiter olduğu için bu onun günahını hafifletmiştir. Bununla
birlikte o tanrıların tanrısından hamile kalan bir kadın olarak ‘talihli’
sıfatına sahip olmuştur. Ancak Paris’in durumunda ona ‘talihli’ denmesini
sağlayacak bir Iuppiter yoktur:
Peki ben hangi Iuppiter sayesinde hatam için ‘şanslı’
diye adlandırılacağım? Sen geçmişteki atalarını ve krallığına ait adları öne
sürüyorsun;
Benim sarayım ise, soyluluk bakımından dahi
yeterlidir. (50-52)
Görünüşe bakılırsa Paris’in; kendisi, soyu, toprakları, krallığı ve halkı
hakkındaki övgü dolu sözleri Helena üzerinde beklediği etkiyi yaratmamıştır.
Zira tüm o sunduğu şeyler Helena’nın insanlar tarafından suçlanmasını
engelleyemeyecektir ve Helena’nın, şanından vazgeçmesine değecek kadar büyük
değildir. Helena’nın zaten zenginliğe ya da daha fazla soyluluğa ihtiyacı
yoktur. Paris’in, soyunu yere göğe sığdıramamasına karşın, Helena, babasının
‘Iuppiter’ olması kozunu kullanmaktadır. Paris’in iddia ettiği gibi, onun ülkesi
kahramanlarının sayısınca Sparta’yı gerçekten geçiyor olsa bile Helena bunun,
Troia’nın barbar bir ülke olmasından kaynaklandığını yazar. Helena tek tek
Paris’in, onu etkilemek için mektubunda yazdığı övünç kaynaklarını çürütmekte
ve bunlara kanmayarak akıllı bir kadın olduğunu göstermektedir. Bu aynı
zamanda, bir kadın olarak Helena’nın bu tür şeylere değer vermemesinden de
kaynaklanır. Zira Helena’ya göre Paris’in sunduğu hediyeler tanrıları dahi
kışkırtacak denli büyüktür; ancak burada Helena, kendisi için asıl değerli olan
şeyi Paris’e açıkça yazar:
Zengin vaatlerle dolu mektubun gerçekten öyle
armağanlar sunuyor ki, tanrıçaları bile etkileyebilir.
Ama ben sonunda utanç sınırlarını aşmayı istesem bile,
günahımın haklı nedeni ancak sen olabilirsin.
Ben ya adımı sonsuza dek lekesiz tutarım,
ya da hediyelerinden ziyade senin peşinden gelirim.
Tamam, bunları reddetmiyorum;
çünkü verenin değerli kıldığı hediyeler her zaman
kabul edilir hediyelerdir. Ama (hediyelerinden) çok daha önemli olan şey senin
bana aşık olman;
benim, senin çabanın nedeni olmam ve de sahip olduğun
umudun engin suları aşıp gelmesi. (65-74)
Genel olarak bir kadından beklenen de, bir kadının ilgileneceği şey de
beğenilmek, sevilmek ve uğruna fedakarlık edilmesidir. Helena’nın da bu konuda
sahip olduğu düşünce bu satırlarda son derece açık bir şekilde ortaya
çıkmıştır.
Helena bundan sonra, Paris’in de değindiği, onunla bir araya geldikleri
yemek masası başındaki sahneleri kendi gözünden yazar:
Ah utanmaz adam, öyle
görmemeye çalışsam da, o gece o masa kurulurken yaptıklarını; yani, arsız adam,
kah cüretkar gözlerinle bana bakarken, -ki o tehditkar gözlere benim gözlerim
dayanmakta güçlük çekiyor- kah iç çekerken, kah hemen ardımdan kadehi alıp sen
de benim içtiğim yerden şarabı içerken ne yaptığını şimdi anlıyorum.
Ah kaç kere parmaklarından,
kaşından, gözünden sanki konuşur gibi sessiz işaretler verdiğini gördüm, ve her
seferinde kocam onları fark edecek diye yüreğim ağzıma geldi, ve yeterince
gizleyemediğin işaretlerin yüzünden çoğu kez kıpkırmızı kesildim.
Ya çok alçak sesle, ya da hiç ses çıkarmadan kendi
kendime sık sık şöyle dedim;
“ bu adamda hiç utanma yok.”; aslında
bu dediklerim yalan değildi.
Masanın üstünde de, hemen benim adımın altında,
şarapla yazılmış yazıyı okudum, “SEVİYORUM” , Yine de gözümle işaret ederek
buna inanmayı reddettim;
Hay saf ben, bu dille konuşulabildiğini
de öğrendim! (75- 90)
Bu satırlarda, aşk edebiyatında yaygın olarak karşılaşılan iki kavram
görülmektedir:
1-
Aşık olan kişinin, şarabı,
hemen sevdiğinin ardından kulpu alıp, onun içtiği yerden içmesi ,
2-
Şarapla aşk sözcükleri
yazılması.
Helena’nın niyeti, Paris’e, bu tür aşk oyunlarından etkilenecek, bu tür
iltifatlara kanıp ikna olacak bir kadın olmadığını göstermektir. Paris’in eşsiz
güzelliğini kabul etmesine rağmen, ona direnmeye devam eder. Helena ona ahlakçı
bir tavırla güzellikten sakınmasını öğütlerken, bir yandan da, o ve mektubu
hakkındaki fikrini açıkça şu satırlarda yazar:
Benim örneğime bakıp güzellikten yoksun olunabildiğini öğren:
Hoş gelen şeylerden uzak durmak bir erdemdir.
Bunların farkında olan bir çok gencin senin istediğin
şeyleri nasıl istediğini sanıyorsun?
Yoksa bir tek Paris’in mi gözleri var?
Sen de aslında başkalarından fazlasını görmüyorsun;
ama hiç çekinmeden çok daha fazlasına cüret ediyorsun;
Ama sana yüreğin değil, ağzın yardım ediyor.
(97-102)
Tüm bunlara rağmen Paris’le birlikte olmayı arzulayan Helena, onunla daha
önce karşılaşmış olmayı diler. Bu noktada da Helena, kendisiyle ilgili
söylencelerin önemli bir parçası olan talipler konusuna değinmektedir:
Söylenceye göre Helena evlenecek yaşa geldiğinde yüzlerce talibi onunla
evlenebilmek için sıraya girmiştir. Hatta bunların arasında Homeros’un Odysseia
destanının kahramanı olan kurnaz Odysseus dahi vardır. Helena’nın babası ünlü
taliplerden birini kabul etse diğerini gücendirmiş olacağı için, kurnaz bir
yola başvurur. Buna göre Helena evleneceği kişiyi açıkladığında diğer bütün
talipler onun bu kararına saygı duyacak ve ileriki zamanlarda her hangi bir
kişi Helena’nın namusuna el uzatmaya kalkışırsa, diğer tüm talipler bir araya gelip
o kişiye karşı savaşacaktır. Bu karar onaylandıktan sonra Helena, eş
adaylarının arasından Sparta kralı Menelaos’u seçmiş ve bu şekilde diğer
taliplerini de kocasına müttefik etmiştir. Şimdi Helena, bu talipler arasında
Paris’in de olmuş olmasını dilemektedir:
Ben, bakireliğim binlerce talip tarafından istendiğinde
senin de hızlı geminle gelmiş olmanı dilerdim.
Eğer seni o zaman görmüş olsaydım, binlerce kişi
arasından sen ‘birinci’ olurdun:
O eşim olan adam da kararımı bağışlardı. (103-106)
Ancak Paris onunla birlikte olmayı umut etmek için geç kalmıştır;
Paris’in arzuladığına Menelaos sahip olmuştur. Bu yüzden o zamana dek sadık
namuslu bir eş olarak kaderini yaşayan Helena zarar görmekten korkmaktadır.
Paris’ten, namusunu çirkin bir ganimet haline getirmekten sakınmasını isterken,
için için ona kapıldığını da belli eder. Paris’in, yaşadığını iddia ettiği,
Ida’daki kutsal olay Helena’nın satırlarında tekrarlanır:
Sen diyorsun ki; Venus bunu sana önerdi,
yüksek Ida vadilerinde üç tanrıça sana çıplak halde görünüp,
biri krallık, diğeri ise savaşta şan teklif ettiğinde,
üçüncü tanrıça sana “Tyndareus’un kızına eş olacaksın.” demiş.
(115-118)
Helena için böyle bir şeye inanmak zordur. Bu olay hakkında
hissettiklerini tereddütle, ancak tatlı bir hoşnutluk ve gururla yazarken
duyduğu hazları da bir bir sıralar:
Kuşkusuz benim için gökteki tanrıların, vücutlarını
senin hakemliğin için önünde sergilendiklerine inanabilmek çok zor.
Bu doğru olsa bile;
benim bu kararın bir ödülü olarak sana teklif
edildiğim kısmı kesinlikle uydurma.
Bir tanrıça nezrinde en değerli armağan olduğuma inanacak kadar
kendi gövdeme güvenmiyorum.
Benim güzelliğim hep erkeklerin gözlerinde hoşlanılır
olmaktan memnun olmuştur;
ama öven kişinin Venus olması, benim için gıpta edilecek bir şeydir.
Yine de ben hiçbir şeyi inkar etmiyorum: bu övgülerden
gerçekten gurur duyuyorum.
Zira benim sözlerim, olmasını arzuladığı şeyin
gerçekleşmesini nasıl inkar eder?
Ama sana inanmakta aşırı gönülsüz
davrandığım için bana kızma:
Büyük şeylere inanmak hep zaman alır.
O halde benim ilk
sevincim, Venus tarafından beğenilmiş olmaktır, bir sonraki ise benim senin
için en üstün ödül olarak görülmüş olmam ve ne Minerva’nın, ne de Iuno’nun
ödüllerini, hakkında daha önceden duymuş olduğun Helena’nın cazibesine tercih
etmemiş olmandır.
Demek ki senin için ben ‘erdem’im ve
ben senin için soylu bir ‘krallık’ım!
Benim böyle bir yüreği sevmemem için
katı yürekli biri olmam gerekir.
Ama inan bana, ben katı yürekli biri
değilim;
yalnızca benim olabilmesi neredeyse imkansız olduğunu
düşündüğüm birini sevmeye karşı direniyorum.
Niçin eğri bir sabanla susamış toprağı
sürmeye,
ya da bu yerin onaylamadığı bir umudun
peşinden gitmeye çalışayım?
Ben Venus’ün aşk kaçamakları için
deneyimsiz biriyim.
Ve -Tanrılar şahidim olsun- hiçbir zaman sadık kocama
her hangi bir hileyle ihanet etmedim. (119-142)
Helena’nın direnişinin sebebi kocasından çok etrafını düşünmesidir.
Etraftan gelen fısıltılar onu kuşkulandırmaktadır. Paris’e, yardımcısı
aracılığıyla bu fısıltıların kendisine getirildiğini ve kuşkularında hiç de
haksız olmadığını yazar. Günaha giden yol Helena’ya çetin gözükmektedir ve
yaşadığı korkunun bizzat kendisi bile ona zulüm gibi gelmektedir. Her şeye
rağmen Paris’in kendisinden vazgeçmesini istemediğini, tek istediğinin bu fısıltılara
son vermek ve adının lekesiz kalmasını sağlamak olduğunu yazarken Helena’nın
bir çaresi vardır; bu aşkı gizlemek. Menelaos’un yurt dışında olması ikisine de
kısmen özgürlük sağlar. Menelaos’un saraydan ayrılırkenki vedası Paris gibi
Helena’nın da komiğine gitmiştir:
Sen eğer bu aşktan vazgeçmeyi istemiyorsan, yokmuş gibi davran;
ama niye vazgeçesin ki? Vazgeçiyormuş gibi yapman mümkünken.
Oyna, ama gizle...Belki çok aşırı değil, ama bizim
için oldukça büyük bir özgürlük verildi:
Çünkü Menelaos uzakta.
O, gerçekten işi gereği yola çıkmak zorunda kaldığı için uzakta.
Ani yolculuğunun büyük ve geçerli bir sebebi vardı;
ya da bana öyle geldi. O gidip gitmemekte tereddüt edince, ben,
“Git, ama hemen dönmeye bak.” dedim.
Bu hareketimden hoşnut olup beni öptü ve
“İşler de, ev de, Troia’lı misafirim de senin
sorumluluğunda olsun.” dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum; gülmemi
engellemeye çalıştığımdan ona “olur.” dan başka hiçbir şey söyleyemedim.
(151-162)
Bununla birlikte Helena saf kocasının, kendisini sarayda bırakıp başka
bir ülkeye gitmesini, Paris gibi, kendi değerini bilmemesi ya da güzelliğinin
farkında olmaması olarak yorumlamaz. Ona göre Menelaos’un rahatlıkla saraydan
ayrılmasının sebebi, kendisine ve yaşam tarzına duyduğu güvendir. Helena aynı
zamanda, krallar hakkında genel bir deyişi kendi durumu için kullanarak
kocasının, uzakta da olsa onu koruyup gözetleyebileceğini açıklar:
Kocam uzakta da olsa, o beni yokluğunda da koruyacaktır.
Yoksa bilmiyor musun, kralların elleri uzun olur? (165-166)
Zira güzellik başa beladır; Menelaos, karısı Helena’ya tam olarak güvense
de, herkes tarafından beğenilen bir kadın olduğundan etraftaki erkeklerin ona
yaklaşmasından korkmaktadır. Bu yüzden Helena, şimdi Paris tarafından
övülmesinden zevk duyduğu güzelliğinin, onun hayatı için çoğu kez büyük bir
sıkıntı olmasından yakınmaktadır. Güzellik gerçekten de bir ‘onur’ kaynağı
olduğu kadar aynı zamanda bir külfettir de. Güzel kadının günahtan yoksun
olması mümkün değildir. Ancak Helena yine de, Paris’in, kocasının yokluğundan
faydalanıp, onun saflığını ikisinin çıkarı için kullanması konusunda
tedirgindir:
Bu teklif hem hoşuma gidiyor, hem de korkuyorum ve
hala kararım yeterince net değil;
Yüreğim şüphe içinde çırpınıyor.
Kocam benden uzakta ve sen yatağında
yalnız uyuyorsun,
Ve karşılıklı senin güzelliğin beni,
benim güzelliğim seni çekiyor.
Ah bu uzun geceler. biz konuşmalarımızla birleştik
bile, ve sen. tatlı dillim! ah zavallı ben! ve aynı evde olmak. Bütün bu şeyler
beni günaha davet etmiyorsa kahrolayım;
Ama gene de hangi korkuyla kendimi
tutuyorum, bilmiyorum.
Beni kötü bir şeye ikna etmek yerine, iyi bir şeye zorlasaydın keşke.
Bu köylü saflığım zor kullanarak üzerimden atılmalıydı.
Bazen kötü bir davranış, ona maruz kalmış kişilerin yararına olur:
Kuşkusuz ben de o şekilde mutlu olmaya zorlanabilirdim.
Yeniyken, yeşeren aşka karşı daha kolay mücadele edebiliriz;
yeni parlamış alev azıcık suyla sönüp gider. (177-190)
Helena bu son satırlarda adeta erkeğin egemenliğini kabul etmektedir.
Onun istediği, Paris’in, beklemeksizin onu alıp kaçırmasıdır. Zira onu
etkilemeye çalışmakta, ikna etmekte başarısız olmuştur. Seçtiği yol Helena için
yanlıştır. Ünlü bir kadın olarak ‘kocasının yokluğunda başka bir adama kaçan
bir kadın’ diye anılmak istememektedir. Oysa ‘kocasının yokluğunda kaçırılan
bir kadın’ olmak onun sorumluluğunu hafifletecektir ve bu durum karşısında
kendini rahatlıkla savunabilecektir. Oysa şimdi sorumlusu bizzat kendi olacağı
ve bir an önce vermesi gereken bir karar vardır.
Helena aynı zamanda, bu kararı verdiği; yani Paris’i yanına kabul ettiği
an, onu kaybetmekten korkmaktadır. Zira Paris ne olursa olsun yabancı bir
adamdır. Erkek olarak sözüne güvenilmemesi gereken bu adam üstüne üstlük ne
zaman gideceği belli olmayan bir misafirdir. Ve ‘aşk’ın kendisi de doğasından
dolayı geçici ve ele avuca sığmaz bir şeydir. Helena bu konulardaki düşüncelerini genel
geçer yargılarla ve Heroides’te, kendilerini terk edip giden
sevgililerine mektup yazmış olan kadınlardan örnekler vererek destekler:
Misafirlerde güvenilir bir aşk yoktur: Tıpkı kendileri
gibi aşkları da oradan oraya dolaşır
ve “Bundan daha sağlam olamaz.” diye umduğun anda
kaçar gider. Hypsipyle şahit, bakire Minoia şahit;
Her ikisi de arzuladıkları evliliklerin gerçekleşmemesinden yakınan kadınlar.
Ey sadakatsiz; senin de, yıllarca sevdiğin halde
Oinone’ni terk etmiş olduğun söyleniyor.
Aslında bunu sen de inkar edemezsin,
ve eğer bilmiyorsan söyleyeyim, seninle ilgili her şeyi sordum
soruşturdum.
Kaldı ki, sen aşkında kararlı olmayı istesen de yapamazsın:
Phrigia’lı yoldaşların senin gemilerinin yelkenlerini çoktan açtılar
bile.
Sen benimle konuşurken ve arzuladığın aşk gecesini
planlarken, seni vatanına taşıyacak rüzgarlar çoktan çıktı bile.
Sen yeni heyecanlarla dolu sevinçleri tam ortasında
bırakacaksın, aşkımız da rüzgarlarla birlikte uçup gidecek! (191-204)
Helena, Paris’e göre, onun sevgilisi hakkında çok daha duyarlı
davranmıştır. Sevdiğini söylediği başka bir kadını bırakıp gelmiş olması
Paris’in güvenilmezliğini kanıtlamaktadır. Bunu öğrenmek için Paris ile ilgili
bilgi toplaması onun takındığı doğal ve tamamiyle kadınsı bir tutumdur.
Paris’in geçmişteki davranışları onun için bir güvensizlik kaynağıdır.
Bu andan itibaren Helena, Paris’e, onu dinleyip onun peşinden gittiği
taktirde başına gelebilecek şeyler hakkında duyduğu endişeleri ve bunların
sebeplerini sıralar. Zira Helena’nın mektubunun ana çerçevesini de, büyük
ölçüde bu endişeler oluşturmaktadır(205-255):
Namussuz bir kadın olarak anılacak olmak Helena’nın en büyük korkusudur.
Zira daha önce de bahsettiğimiz gibi namussuzluğunun yankısı, ününün ve
güzelliğinin olduğu kadar büyük olacaktır. Paris’in peşinden Troia’ya
gittiğinde de nasıl karşılanacağı onun için bir endişe kaynağıdır. Helena;
Paris’in kardeşlerinin, anne ve babasının, gelinlerinin onu Troia’da nasıl
karşılayacaklarını, kocasını terk edip gelmiş bir kadın olarak ona ne gözle
bakacaklarını merak etmektedir. Ve bundan öte Paris’in ona nasıl davranacağını
sorgulamaktadır:
Sen gerçekten benim sadık bir eş olacağıma güvenebilecek misin?
Ve de bizzat kendi yaşadığın örnekten dolayı endişe duymayacak mısın?
Ilion limanlarına her ne zaman yabancı biri gelse,
o senin için huzursuz edici bir korku nedeni olacak.
Bizzat sen, bu suçun benim kadar senin de sorumluluğun
olduğunu unutup, kim bilir kaç kere öfkeyle “kahpe ” diyeceksin.
Sen, işlenen günahın aynı anda hem suçlayanı hem
suçlusu olacaksın.
(213-219)
Helena’nın, Paris’e ‘evet’ demeden önce, tüm bunları göze almış olduğu
ortaya çıkmaktadır. O her ne kadar etkilenmediğini yazsa da, Paris’in güzelliği
ve aşk oyunları onu etkisi altına almıştır. Ancak kesin kararında acele etmek
istemeyen Helena Paris’e, böyle bir şey yaşamadan önce ölmeyi dilediğini yazar.
Zira onun başına gelebilecekler bunlarla sınırlı değildir:
İncinirsem yardımıma kim koşacak Phyrigia kıyılarında?
Kardeşlerimi; anne ve babamın yardımını nerede bulacağım?
Sahtekar Iason da Medeia’ya pek çok şey vaat etmişti:
O, aynı Iason’un evinden az mı kovuldu?
Aşağılandığı zaman onun için yanına dönebileceği bir Aeetes yoktu.
Annesi Idyia yoktu, ya da kız kardeşi Chalciope.
Ben bu tür şeylerden hiç korkmuyorum; ama Medeia da korkmamıştı;
İyi umutlar çoğu kez hedefledikleri şeylerce aldatılırlar.
Şimdi açıklarda dalgalarla boğuşan bütün gemiler için,
limandan çıkarken sakin bir deniz olduğunu görürsün. (227-236)
Helena Paris’e göre durumlarına çok daha duygusal bakmaktadır; bununla
birlikte ona göre daha mantıklıdır. Paris gibi tek bir amaca yönelmiş olarak
değil; tam tersi tüm olasılıkları düşünen, sorumluluk duyan bir kadın olarak
karşımıza çıkmaktadır. Buna göre Paris’in Helena için uzun uzadıya yaptığı
vaatlerin ve sunduğu armağanların bir değeri yoktur. Hiç biri Helena için,
yurdunu terk etmeye değecek kadar değerli değildir. Onun ikna olmasını
sağlayabilecek tek şey, hissettiği ve karşı koymakta zorluk çektiği aşktır.
Bununla birlikte o, Paris gibi, annesinin onu doğurmadan önce rüyasında
gördüklerine dair kehanetlere karşı da kayıtsız değildir. Kehaneti, Paris’in
aksine gerçek sözleriyle olduğu gibi kabul eden Helena, Troia’nın gerçekten
Paris yüzünden yanacağından endişelenmektedir. Zira onun için ikinci bir endişe
kaynağı da, Paris’in güzellik yarışmasında Venus’ü seçerek tanrıçadan kazandığı
desteğe karşı, ödülü ve güzellik yarışmasını kaybetmiş olan diğer iki tanrıçanın
öfkesidir. Helena Paris’e eşlik ettiği taktirde bu iki tanrıçanın
yapacaklarından da korkmaktadır. Olası bir savaş da, hem aşklarının, hem de
kendilerinin yok olmasına neden olabilecek en kötü şeydir. Zira Menelaos’un,
Helena’nın bizzat taliplerinden oluşan koskoca bir müttefik ordusu vardır. Bu
konuda Helena, kendi durumuyla oldukça benzeşen, Lapithler’le Kentaur’lar
arasındaki korkunç savaşı örnek göstermiştir. Kaçtıkları taktirde Menelaos ve
kardeşlerinin de, kendisini geri almakta gecikmeyeceklerini yazar ve olası bir
savaşta Paris’e karşı güvensizliğini açıkça belli eder:
Her ne kadar sen kendinle övünsen ve yaptığın cesurca
işlerden bahsetsen de yüzün sözlerinle çelişiyor.
Senin bedenin Mars’tan çok Venus’ünkine uyuyor:
Savaşları bırak güçlü kimseler yapsın; sen, Paris, her
zaman sev.
Söyle, senin yerine, övdüğün Hektor savaşsın:
Başka türlü bir savaş senin yeteneklerine layık.
(251-256)
Bu endişeler ve korkular içinde mektubuna son vermeye hazırlanan Helena,
kararı konusunda Paris’i tereddütte bırakmasına karşın, ona olan aşkını ve
tutkusunu gizleyememiştir. Belki de Paris’ten beklediği, vaatler yerine, içini
rahatlatacak, ona güven verecek güçlü sözlerdir. Bir kadın olarak onun bu güven
hissine, armağanlardan daha çok ihtiyacı vardır. Zira mektubunun sonuna
geldiğinde de Helena, Paris’e, gece buluşacaklarına, ya da onunla Troia’ya
geleceğine dair net bir cevap vermemiştir:
Bir araya gelip bunları gizlice konuşmamızı istediğini biliyorum
ve ne elde etmek istediğini ve nasıl bir konuşmaya çağırdığını da.
Ama çok fazla acele ediyorsun, senin ekinin daha hala tarlasında.
Belki de bu gecikme senin arzunun yararınadır.
Neyse bu kadar; saklı
duygularımın sırdaşı olan bu mektup, parmaklarım artık yorgun düştüğü için,
işini sona erdirsin. Geri kalanını; benim iki yoldaşım ve danışmanım olan
yardımcılarım Clymene ve Aethra
aracılığıyla konuşalım. (261-268)
Hero ile Leander bir çok eski çağ ozanının şiirlerine konu olmuş trajik
bir öykünün birbirlerine aşık kahramanlarıdırlar. Öyküye göre Hero ile Leander
birbirlerine tam karşı kıyılarda yaşamaktadırlar. Hero kendini Venus’ün
hizmetine adamış olan ve bir kulede yaşayan Abydos’lu bakire bir genç kızdır.
Leander ise Sestos’lu bir kral oğludur. Birbirlerini Venus adına düzenlenen bir
şölen sırasında görmüşlerdir ve ilk görüşte aşık olmuşlardır. Ancak Hero’nun
tapınımına göre böyle bir aşk yaşaması ve evlenmesi yasaktır. Leander onu
görebilmek için iki şehir arasında uzanan suları geceleri gizlice geçmek
zorunda kalmıştır. Her gece Hero’nun yaktığı ışıkla yolunu bulan Leander bir
gece fırtınada yolunu kaybedip boğulmuştur. Hero ise kavuşmayı beklerken kıyıda
sevdiğinin cansız bedenini görünce bir an bile düşünmeden kendini kuleden
aşağıya atarak intihar etmiştir.
Onların bu acıklı öyküsü dilden dile, nesilden nesile dolaşmıştır ve bir
çok yere mal edilmiştir. İstanbul’daki kız kulesi de bu öyküyü sahiplenen
yerlerden biridir. Ancak gerçekte öykü Hellespontos sularında geçmektedir.
Leander’in kenti Abydos, Çanakkale Boğazı’nın en dar yeri olan Naraburnu’nun
Anadolu yakasında kalan yerdedir. Antik kaynaklarda bu öyküyle ilk olarak
Vergilius’un, İ.Ö 37-29 yılları arasında yazdığı Georgica adlı eserinde
karşılaşmaktayız:
Ya genç adam? Neyi göze almaz zorlu Aşk
İliklerine salınınca güçlü ateşi?
Fırtına da patlasa kör karanlıklarda,
Geç de kalsa gece, yüzmez mi dalgalarda?
Başının üstüne çarpmakta gümbür gümbür
Geniş kapıları göğün ve kayaları
Dövüp kıran dalgalar geri dönmeye
Çağırmakta onu ya, caydırabilir mi
Ne mutsuz ana baba tuttuğu yoldan
Ne taze kız, acıyla ölecek ardından.
Vergilius bu şiirinde ne bir isim vermiştir, ne de öykü hakkında herhangi
bir ayrıntı. Ancak İ.S 4-5. yy.’de çok önemli bir Vergilius yorumcusu olan
Servius, onun bu şiirini Hero ve Leander’e ithaf ederek yorumlamıştır.
Hikayenin günümüze kalmış ilk geniş versiyonu ise Ovidius’un Heroides’inde
karşımıza çıkmıştır. Ondan yüzyıllar sonra yaşamış olduğu düşünülen Mousaios’un
da Hero et Leander adlı eseri güzümüze bütün olarak kalmıştır. Ancak
Mousaios’un yaşamı hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Bununla birlikte
Mousaios’un Ovidius’u okumuş olma ihtimali oldukça azdır; onun daha çok öykünün
orijinalinin konu olduğu Helenistik bir şiirden yararlandığı düşünülmektedir.
Mousaios öyküyü adeta bir masalmışçasına işlemiştir: Ozan şiirine Tanrıça
Venus’den, ona, Hero ile Leander’in öyküsünü yazabilmesi için ilham vermesini
isteyerek başlar. Daha sonra boğazın iki ayrı yakasındaki kahramanlarını
tanıtıp onların öyküsünü yazmaya başlar. Güzel Hero Kıbrıslı Tanrıça Venus’ün
tapınak görevlisidir. Babasından kalma bir kulede bir köleyle birlikte deniz
kıyısında yaşamaktadır. Hero utangaç, çok akıllı ve tanrıçalar kadar güzel bir
genç kızdır. Ona ilk görüşte aşık olan Leander de en az onun kadar güzelliğiyle
ün salmış bir delikanlıdır.
Leander Sestos’ta, Adonis için yasa giren Tanrıça Venus onuruna her sene
düzenlenen törene katılır ve tören sırasında görenin gözlerini alamadığı,
erkeklerin “gözlerim yoruluyor, yine de ona bakmaya doyamıyorum.” dediği Hero’yu görünce büyülenir ve kendi
kendine Hero onun olmazsa öleceğine dair and içer. Sevgisini içinde tutamaz ve
gözlerini güzel Hero’dan bir an olsun alamaz. Hero ilkin utanıp bakışlarını
ondan kaçırır; ancak Leander onun yüzünün kızarıklığından ne hissettiğini
anlar. Herkes dağıldıktan ve güneş battıktan sonra Leander Hero’nun yanına
gider ve ona açılır. Hero Leander’i ayıplayıp ona karşı direnmek ister. Ancak
bu fazla uzun sürmez ve Hero kendini bir anda Leander’in arzuladığı aşkın
içinde buluverir. Leander ona, her gece onu görebilmek için yüzerek kuleye
geleceğine, hiçbir zaman korkmayacağına ve vazgeçmeyeceğine dair söz verir.
Bundan sonra Hero geceleri kulenin tepesinde fener yakıp, gecenin karanlığında
Leander’e aydınlık bir yol açacak, Leander de onun ışığında yolunu bulacaktır.
Leander artık gücünü tanrıça Venus’den alan, adeta tek başına hem tekne, hem
kürek, hem dümen olan biridir. Genç kız fener yakıp kaldırmayı ve onu sabırla
dua ederek beklemeyi, delikanlı da aşklarına engel olan kuleye her gece yüzerek
ulaşmayı üstlenmiştir.
Leander günlerce, haftalarca aşkına ulaşmanın vereceği hazzın hayalini
kurarak, geceleri Hero’sunun yanına gider ve sabah olduğunda kendi kıyısına
geri döner. Fakat çok geçmeden kış gelir ve deniz geçilmez olur. Hero’nun
fenerini yakmasını çaresizce bekleyen Leander sonunda kulede ışığı görür ve hiç
düşünmeden kendini dalgalı sulara atar; ama yönünü hemen kaybeder. Azgın sular
arasında bir müddet direndikten sonra yenilir ve boğularak ölür. Kulede hala
sevgilisini beklemekte olan Hero ise sabahleyin sevgilisinin karaya vuran
cesedini görünce, kendini kuleden aşağıya atar:
İşte böylece öldü o da hemen,
sevdiğinin yanında
ve ikisi birden birleşti ölümün kucağında.
Mousaios’tan yüzyıllar önce öyküyü Heroides’te ele alan Ovidius diğer tüm
mektuplarda olduğu gibi olayın özüne dokunmamıştır. Muhtemelen kaynağı
Mousaios’unkiyle aynıdır. Ancak Ovidius’un öyküyü işleyişindeki fark, hem daha
önce bahsettiğimiz gibi öyküyü yeni bir türün kalıbına sokması; yani elegeia,
mitoloji ve mektup şeklini bir arada kullanarak öyküyü yorumlaması, hem de
kahramanların hislerine ses vermesi, dolayısıyla olayın dramatik unsurlarını
daha belirgin kılmasındadır. Bunun dışında, eser içinde incelendiğinde de Hero
ile Leander önceki mektuplardaki karakterlere göre oldukça farklıdır. Zira Hero
ve Leander gerçekten aşkı yaşamış ve her an bir araya gelme umudunu taşıyan,
birbirlerinden ölüm pahasına vazgeçmeyen karakterlerdir. Onların mektuplarında
kıskançlık, öfke, yakınma gibi kavramlar son derece azdır; en göze çarpan şey
aşktır ve patetik unsurlar ağırlıktadır. İki aşığın yalvardıkları ve
yakındıkları tek şey rüzgarlardır. Çünkü mutlulukları da kederleri de sadece ve
sadece rüzgarların elindedir ve onlar yalnız rüzgarlardan medet ummaktadırlar.
Ancak rüzgarlar onları kötü bir sona doğru götürmekte ve bu kötü son,
mektupların her bir satırında hissedilmektedir. Öykünün dramatik havası hiçbir
şekilde bozulmamaktadır:
Leander ilk satırlarına Hero’yla aralarındaki aşkı ve engelleri
açıklayarak başlar. Bu adeta Ovidius’un okuyucuları için yazılmış bir giriş gibidir.
Buna göre mektupta Abydos kıyısından genç bir adam, tam karşı kıyıdan Sestos’lu
bir genç kıza hitap etmektedir. Daha önce sık sık gizli gizli buluşmuşlardır.
Bu onların aşklarının yasak bir aşk olduğunu göstermektedir. Leander’in,
Hero’nun yanına gitmesi denizin dinginliğine bağlıdır; oysa şimdi tanrılar ve
rüzgarlar Leander’in aleyhinedir ve genç adama sevgilisinin yanına gitme imkanı
vermemektedir. Gökyüzü ziftten karanlık, boğaz dalgalarla karışmıştır.
Dolayısıyla Abydos kıyısındaki Leander’in, Sestos’lu Hero’ya mektup yazmaktan
başka çaresi yoktur.
Leander’in, yazmakta olduğu mektuptan bahsettiği 15-24 arası olan
satırlarda ‘mektup’un önemi vurgulanmaktadır. Zira Leander mektup yazarak hem
sevgilisinin yokluğunda geçmeyen zamanları doldurmakta, hem de sevgilisin onu
alırken, okurkenki hayalini kurarak kendini rahatlatmaktadır. Mektup hem
kendisi hem sevgilisi için bir tesellidir ve mektup Leander’den şanslıdır; o,
fırtına yüzünden Leander’in aşamadığı engelleri aşacak ve belki bir aracının
gemisiyle Leander yerine Hero’ya ulaşacaktır. Hero’nun elleri, belki de açmak
için dudakları ona dokunacaktır. Yine de bu Leander için çok ufak bir
tesellidir.
Fakat nasıl da isterdim bu yazan ellerim yazmaktansa yüzsün
ve beni sabırla tanıdık sulara taşısın.
Aslında ellerim durgun denizde kulaçlar atsa daha iyi olurdu;
ama şu anda da en azından duygularımın hizmetinde. (21-24)
Nitekim mektubu yazmakta olduğu anda Leander özlem ve acı dolu bir
bekleyiş içersindedir. Bu satırlarda kendisini, Hero’nun tam karşı kıyısında
bir kayanın üzerinde oturmuş ona doğru bakarken ve hayalinde dalgaları aşıp
kuleye vardığını kurarken betimler. (24-30) Leander, kendini ölümcül sulara
atmamak için zor tutar. Tam üç kere buna kalkıştığını, ancak her seferinde
dalgaların onu geri ittiğini ve adeta rüzgarın kendisine savaş açtığını
yazdıktan sonra rüzgar tanrısı Boreas’a seslenir. Leander, Boreas’a halini
anlaması ve onun yanında olması için yalvarır. Ancak Leander, ümitsizlik
içinde, boşuna yalvardığını, Boreas’ın onun dualarına gümbürdeyerek yanıt
verdiğini ve rüzgarların onun isteklerini bu şekilde reddettiğini yazar.
Leander’in bu çaresizlik içindeki bekleyişi sırasında onu yumuşatan, tüm
bunlara katlanmasını sağlayan şey anılarıdır ve o, geçmişte Hero’yla
yaşadıkları aşk dolu anları hayalinde canlandırırken bunları mektubunda
anlatır. Ovidius, Leander’in, hayallerini anlatmakta olduğu bu kısma oldukça
uzun ve vurgulu bir yer ayırmıştır. (53-124) Leander Hero’yla daha önceki
buluşmalarını ve onunla ilk karşılaştıkları anı anımsamaktadır. Onun kıyıda
beklerken geçmişe dair kurduğu hayallerde, Hero’nun yanına giderkenki çabası,
birbirlerine kavuştukları andaki coşkusu ve sabahın olmasıyla birlikte
Leander’in kıyıdan ayrılışının hüznü vardır. Bu, yolculuk, varış ve ayrılık
bölümleri Leander’in ağzındanmışçasına oldukça etkileyici bir şekilde
anlatılmıştır:
Leander öncelikle daha önce yola çıktığında ‘ay’ın nasıl da bir yoldaş
gibi kendisini takip edip yolunu aydınlattığını özlemle anımsar. Bu sırada
Hero’nun güzelliğine de değinmeden geçemez. Nitekim Heroides’te özellikle
çiftli mektuplarda ‘sevgilinin güzelliğinin övülmesi’ oldukça önemli bir yer
tutmaktadır. Bu hem sevgiliyi mutlu etmek için, hem de gerçek okuyucuya
sevgilinin değerinin büyüklüğünü göstermek için kullanılan bir epitet gibidir:
Ey Tanrıça, sen gökten indiğinde bir ölümlüyü istiyordun;
-gerçekleri konuşmak gerekir.- benim ardına düştüğüm
kadın, kendisi bir tanrıçadır!
Onun, tanrısal bir yüreğe layık olan erdemlerinden
bahsetmeyeceğim, onunki gibi bir güzellik ancak gerçek tanrıçalara nasip olur.
Venus’ün ve senin güzelliğinden sonra onunkinden daha
büyük hiçbir güzellik yoktur;
eğer benim sözlerime inanmıyorsan kendin bak!
Sen, ey ay, saf ışınlarınla gümüş gibi parladığında,
nasıl ki bütün yıldızlar senin parlaklığın karşısında
kaybolursa,
aynı şekilde o da bütün güzelliklerden daha da
güzeldir!
Eğer, Cynthia, bundan kuşku duyuyorsan senin gözlerin kördür.
(65-74)
Bunlar Leander’in daha önce yüzerken yolda Ay Tanrıçasına seslenerek
kurduğu cümlelerdir. Önceki gidişinde etraf gün gibi aydınlıktır ve dalgalardan
eser olmadığı için denize gecenin sessizliği hakimdir. Yine de yolu uzundur.
Leander en bitkin düştüğü zamanlarda kendini hep dalgaların en tepesine
attığını anlatır. Aslında bu satırlarda Leander, Hero’ya onun için katlandığı
güçlüklerin ne denli büyük olduğunu göstererek, hatta belki biraz da abartarak,
ona olan aşkının büyüklüğünü ispatlamaya çalışmaktadır. Ne denli büyük bir
zorluk varsa, aşkı da o denli büyüktür. Şimdi de, mektubu yazdığı anda önünde
uzanan ölümcül sular onun ölüm pahasına olan aşkını simgelemektedir. Bu
satırlarda ayrıca Ovidius tarafından sık sık kullanılan bir epitet, aşkın ve
sevgilinin ateşle özleştirilmesi söz konusudur:
Uzakta bir ışık görür görmez, “İşte benim ateşim bu
ışık içinde,” dedim, “ve benim ışığım bu kıyılarda.” (85-86)
Bu ateş hem Leander’in yüreğini yakmakta, hem de onun bedenini
ısıtmaktadır. Leander denizde başını kaldırıp da kulenin ışığını gördüğünde
nasıl da kollarına güç geldiğini, nasıl da yeniden kuvvetlendiğini ve
sevgilisini görme umuduyla soğuk sularda birden nasıl da ısındığını anlatır.
Mesafe azaldıkça yorgunluğu azalmakta ve yüzmek ona zevkli gelmeye
başlamaktadır. Artık Hero’yu kulenin tepesinde açıkça görebildiği an ise ruhu
ve bedeni cesaretle dolar:
Şimdi yüzerken, sen sevgilimin hoşuna gitmek için çabalıyor,
ve senin gözlerine doğru kulaç atıyorum. (95-96)
Leander o zaman kıyıya vardığında gördüklerini; dadısının kollarından
kurtulan sevgilisinin kıyıya koşuşunu, ayaklarının suya değişini,
kucaklaşmalarını, Hero’nun onu öpücüklere boğmasını ve şalını kendisine
sarışını, tuzlu suyla sırılsıklam olmuş saçlarını kurulayışını anımsar ve adeta
o anlar Leander gibi bizim de gözlerimizin önünde canlanır. Bu şekilde ona
neyin cesaret verdiği daha açık bir şekilde ortaya çıkar.
Buluşmalarının geri kalanına Leander geceyi, kuleyi ve ay ışığını şahit
gösterir. Aldıkları hazzı, Hellespontos sularındaki yosunların sayısıyla
eşleştirir. Mektubundaki dramatik havanın yumuşatıldığı tek yer olan bu tatlı
satırlardan sonra Leander, kendilerine ayrılan zamanın kısalığından ve birlikte
oldukları gecenin biraz olsun uzamamasından yakınarak ayrıldıkları anı yazar:
Ağlayarak ayrılıyoruz ve o bakirenin denizine tekrar dönüyorum;
ama bakışlarımı olabildiğince kadınıma çevirerek.
Gerçeği söylemek gerekirse (oraya gelirken bir yüzücüydüm;
simdi ise geri dönerken, ben kaza sonrası denize düşmüş bir adam
gibiyim.
Eğer bana inanırsan şu da bir gerçek ki:)
sana doğru gelen yol bana yokuş aşağıya gibi gelirken
senden ayrıldığımda adeta dimdik duran sudan bir tepe gibi!
Vatanıma istemeye istemeye geri dönüyorum. (Bu kimin aklına gelir ki?)
Ve gerçekten de şimdi vatanımda hiç istemeden kalıyorum. (117-124)
Burada Leander’in ‘vatanım’ kelimesine yaptığı vurgu ilerideki satırların
habercisi gibidir. Nitekim vatanım derken bu Leander gibi bize de çelişkili
gelmektedir. Leander için vatan Hero’nun olduğu yer olmalıdır. Hero gelecekse
vatan onun için Abydos’tur, Leander gidecekse vatan onun için Sestos’tur; vatan
iki sevgiliyi birbirinden ayıran yer değil, onların bir araya geldikleri
yerdir:
Ya senin Sestos beni almalı, ya da benim Abydos seni:
Benim ülkem seni ne kadar mutlu ederse, seninki de
beni o kadar mutlu eder! (127-128)
Leander geçmişteki bu birleşmelerini ve ayrılıklarını yazdıktan sonra
tekrar mektubu yazdığı andaki durumuna döner. Şimdiki zamanın çaresizliği onu
yine etkisi altına almaktadır. Leander, rüzgar yüzünden engellenmekten
yakınmakta, mutluluğunun neden denize ve rüzgarlara bağlı olması gerektiğini
sormaktadır. Bunun cevabını Leander sonraki satırlarda ‘kader’de bulur. Nitekim
onu Hero’dan ayıran denizin ‘ad’ında da ölüm vardır; Helle’nin ölümü. Helle’nin
ölümüyle deniz Hellespontos adını almıştır; Leander’in geçmesi gereken denizin
adında bir kötü kader vardır. (139-142) Kendisi her ne kadar hala yaşıyor olsa
da, denize ait bu kötü ün onun da yaşamını gölgelemektedir. Leander, altın bir
koçun yünden postuyla fırtınalı denizler üzerinden güvenle geçen Phriksos’u
kıskandığını söyler. Yine de ne bir uçan koç, ne de bir gemiye ihtiyacı olduğunu,
istediği tek şeyin ona yüzülebilecek sular verilmesi olduğunu yazar. Gerisi
Leander için kolaydır; kolları ona kürek, gövdesi tekne olacaktır ve Hero’nun
yakacağı fener ona yıldızlar yerine pusula olacaktır:
Sonuçta yalnızca yanıp tutuştuğum sevgilimin kölesi olurum
ve de ey göklere layık kız, seni izlerim.
Gerçekten gökyüzüne layıksın;
ama şimdiye kadar yeryüzünde kalmışsın. (167-170)
Leander’in yine bir fırsatını bulup sevgilisinin güzelliğini övdüğü bu
satırlardan sonra aklına yine ‘ölüm’ gelmektedir. Çünkü deniz arzuladığı gibi
dingin değildir ve artık Leander’in bekleyecek gücü kalmamıştır. Yedi yıl gibi
geçen yedi gün sonunda Leander artık Hero’dan, ona gerçekten ölüme giden yolu
göstermesini ister. Onsuz olmaktansa hiç yaşamamayı yeğlemektedir. Bu satırlarda
yine, ölüm ve aşk arasındaki bağlantı vurgulanmaktadır. Zira bütün olarak esere
bakıldığında da ölümün etkisi ağırdır. Kahramanlar kavuşamadıklarında ya da
kavuşacaklarına dair ümitleri kalmadığında, sabırları tükendiğinde ölümü, aşık
oldukları kişi olmaksızın yaşamaya tercih etmektedirler. Leander’in
satırlarında da aynı durum söz konusudur:
Neredeyse bütün dünyadan uzakta, aşkımla birlikte
umutlarımı da kaybetmeyi tercih eder miyim, bilmiyorum. (175-176)
Sevgilisine, ölüme bu denli yakınken, kendisini yaşatan şeyin umut ve
hayalleri olduğunu ve umutla kurduğu hayallerinde, onun ellerine sanki
gerçekten dokunur gibi olduğunu ve aynı anda gözyaşlarına boğulduğunu yazar.
Sevgili için gözyaşı dökmek de mektuplarda sık sık geçen durumlardan biridir; bu
olağan bir şeydir ve aşık olan kişinin sevgilisi için gözyaşı dökmesi
küçümsenecek bir şey değildir. Leander burada kendi durumunu mitolojik bir
öykünün kahramanı olan Tantalos’un durumuyla bağdaştırır:
Bunun(benim durumumun) kaçan meyveleri kapmaya çalışmaktan
ve ırmağı ağzıyla yakalama umudunu sürdürmekten ne farkı var?
O halde, dalgalar istemediği sürece ben sana asla dokunamayacak mıyım
ve kış beni hiçbir zaman mutlu görmeyecek mi,
rüzgar ve dalgadan daha zayıf hiçbir şey kalmadığında
benim umudum hep rüzgarlara ve suya mı bağlı kalacak? (181-186)
Leander umudunun, mutluluğunun rüzgarlara, havaya, mevsimlere bağlı
olmasından tekrar tekrar yakınmaktadır ve bunun kendisini nasıl bir sona
sürüklediğini hissetmektedir. Ölüm hissi özellikle son satırlara gelindiğinde
Leander’i ve mektubunu etkisi altına alır. Zira fırtınaya ve ölümcül dalgalara
rağmen Leander Hero’ya, birkaç gece içinde denizin şiddeti sönmese bile suları
geçmeye çalışacağına ve onun yanına geleceğine dair söz verir. Mutlu olma
ihtimali için kendisini sulara atmaya hazır olan Leander, bu sözü verirken
adeta geleceği görmekte ve öleceği anı betimlemektedir:
Ölsem de, bu kıyılara sürüklenmeyi
ve cansız bedenimin senin limanına vurmasını arzulayacağım.
Ağlayacaksın ve ölü bedenime dokunmaktan çekinmeyeceksin;
ve “Bu adamın ölümüne ben sebep oldum” diyeceksin. (197- 200)
Bununla birlikte Leander ölüm duygusu sevgilisini korkutur ve
kaygılandırır düşüncesiyle ölümden bahsetmeyi bırakıp, yakınmak yerine Hero’dan
kendisiyle birlikte, denizin öfkesinin dinmesi için dua etmesini ister. Tek
ihtiyacı olan kısacık bir dinginliktir:
Oraya geçinceye kadar bana yalnızca kısacık bir dinginlik gerekli;
senin kıyına vardığımda varsın hep kış olsun.
Benim gemimin duraklaması için uygun liman burası
ve benim gemim için buradan daha uygun sular yok!
Orada, kalmanın tatlı olduğu o yerde varsın Boreas beni alıkoysun;
o zaman ben yüzmeye can atmayacağım ve o zaman tedbirli biri olacağım.
Ne sağır dalgalara lanetler yağdıracağım,
ne de denizin yüzmeye elverişli olmamasından yakınacağım.
Rüzgarlarla birlikte senin narin kolların beni aynı şekilde tutsunlar
ve hem sen, hem rüzgarlar beni orada alıkoysunlar. (205-214)
Hero’ya söz verdiği bu yolculuk onun son yolculuğu olacaktır; Leander
Hero’ya yazdığı son mektupta bunu hisseden, bilen bir aşık olarak
sunulmaktadır. O her şeye rağmen geleceğe dair duyduğu umut dolu sözlerle
mektubunu bitirirken, Hero’dan yanan fenerini ona doğru tutmasını ister ve yine
kollarını kürek yapıp ona doğru geleceğini yazar. Sonunda da Leander ‘mektup’un
değerini bir kez daha vurgulayan şu iki satırla Hero’suna veda eder:
En kısa sürede ardından gitmek için dua ettiğim bu mektup
seninle benim yerime gecelesin! (217-218)
Hero’nun Leander’e yazdığı mektup, Leander’in mektubuna göre çok daha
duygusal ve acıklıdır. Bu da çoğunlukla, onun, kulede beklemek zorunda olan bir
kız olarak, durumunun pasifliğinden kaynaklanmaktadır.
Hero mektubunda sevgilisine bütün korkularını, endişelerini,
kıskançlıklarını ve özlemlerini açıkça yazmıştır. Endişelenmekte haklıdır.
Çünkü Hero dadısıyla birlikte bir kulede yaşamaktadır ve Aşk Tanrıçası Venus’ün
hizmetinde bir ‘kadın’ olarak diğer insanlara, özellikle de erkeklere hak
görülen pek çok şey ona yasaktır. Durmak zorunda olduğu kulede sevmenin insana
yaşattığı tüm duyguları fazlasıyla içinde yaşamaktadır. Leander ise
dışarıdadır, istese vaktini pek çok şekilde geçirebilecek durumdadır. İstese
başka bir kadını sevip çok daha basit bir hayatı yaşama şansı ve kendini
oyalayacak pek çok uğraşı vardır. Her ne kadar Hero Leander’in kendisine olan
aşkından emin olsa da, elinden bir şey gelmeksizin beklemek, onun aklına korku
duyacağı pek çok şey getirmektedir. Özellikle de fırtına biraz olsun
durulduğunda Hero, Leander’in yanına gelmeyişini kendine dert edip, yersiz
endişeler edinir. Nitekim mektubunda da onun bu endişeleri büyük bir yer
kaplar.
Yazdığı mektup aslında Leander’le sürekli mektuplaşıyormuş izlenimini
vermektedir. Hero mektubuna, sanki Leander’in ona daha önce yollamış olduğu bir
mektuba cevap verirmiş gibi başlar. Ama Leander’in son mektubunu henüz almamış
olmalıdır ki, sevgilisinin bir kaya üzerinde oturmuş günlerdir fırtınanın
dinmesini beklediğinden habersizdir. Zira o günlerde Leander’in yazdığına göre
deniz gemiciler için bile tehlikelidir.
Hero mektubunun daha ikinci satırında Leander’e “gel” diye çağrıda
bulunur. Mektubunun ilk amacı da Leander’e, bütün risklere rağmen yanına
gelmesi için cesaret vermek ve onu buna ikna etmektir. Çünkü aradan günler
geçmesine ve zaman zaman rüzgar hafiflemesine karşın Leander yanına
gelmemiştir. Hero’nun artık beklemeye tahammülü kalmamıştır, aşkın verdiği
sabırsızlık içini yiyip bitirmektedir ve Leander gibi ona da günler yıllar gibi
gelmektedir. Hero mektubunu böyle bir zamanda yazmaktadır. Mektubunun diğer amacı
ise kendini savunmaktır. Zira yazmaya başladığı ilk satırlardan itibaren,
Leander’e gel dediği için kendini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Bunu yapmak
için Hero kendini erkeklerle kıyaslar. Mektubunda öncelikle erkeklerin vakit
geçirmek için yapabilecekleri sayısız uğraş olduğundan ve onların bir şeyi
unutmak istediklerinde şarap içmelerinin yeterli olduğundan bahseder. Hemen
arkasındansa tüm bunlara yasaklı olan kendisinin daha az acı çekmek için
yapabileceği hiçbir şey olmamasından, elinden ‘sevmek’ dışında bir şeyin
gelmemesinden yakınır. Onun, göremediğinde çıkıp sevdiğinin yanına gidecek ne
güçlü kolları vardır, ne de görememeye tahammül edebilecek güçlü bir yüreği.
Elinden gelen tek şeyi yapmaktadır ve Leander’e olan sevgisinin büyüklüğünü, “seni
karşılık verebileceğinden çok daha fazla seviyorum.”(18) diye ifade
etmektedir.
Hero 19-57 satırlar arasında Leander’e olan bu sevgisini ve o yokken
neler yaptığını yazar. Buna göre, sevgilisinin yokluğunda zaman geçirebilmek
için tıpkı
Penelope gibi yün eğirmekte ve her an yanında olan dadısıyla Leander’den
bahsetmektedir. Zira sevenler sevdikleri kişiden nasıl olursa olsun
bahsetmekten hoşlanırlar. Hero da günlerini hep Leander’e dair bir şeyler
yaparak, ondan bahsederek, gelişini umarak geçirmektedir. Tıpkı Leander gibi
kendisinin de aynı sözlerle kızgın denizi azarladığını, deniz biraz olsun
sakinleştiğinde ise gelebilecekken niye gelmiyor diye düşünüp onun için göz
yaşı döktüğünü; sık sık kumsala gidip onun bir önceki gelişinden izler
aradığını, yokluğunda onun giysilerini öpüp kokladığını, her an Abydos’tan
gelen bir gemici, bir haberci beklediğini ve her gece elinde feneriyle onun
geleceği yöne ışık tutup gelişini görmeyi beklediğini yazar. Hero adeta kendi
kendine güç vermek için her an kendini onun gerçekten geldiğine inandırmaya
çalışmaktadır.
Kulağıma belirsiz sesler gelir
ve en ufak bir çıtırtıda senin geldiğini düşünürüm. (53-54)
Hero böyle aldanarak tüm geceyi geçirdiğini ve tüm hayallerine rağmen
gecenin sessizliği içinde uykuya daldığını yazar. Hero bu satırlarda gerçekten
de hayatının her anında Leander’i yaşayan bir kadın olarak kendisini
sunmaktadır. Zira böyle uykuya daldıktan sonra bile Leander’le olan ilgisi
bitmemiştir. Rüyalarında da hep onu görmektedir. Rüyalarında onun nasıl
kendisine geldiğini ve nasıl mutlulukla birbirlerine sarılıp, kendisinin,
Leander’in yüreğini yüreğiyle ısıttığını anlatır. Ancak tıpkı Leander’in
geçmişte buluştukları zamanları anımsadığında olduğu gibi, Hero da rüyasını
anlatırken buluşup sarıldıktan sonra yaşadıkları tatlı anları anlatmaz.
Bunların hoşuna giden, ancak söylendiğinde bir genç kızın yüzünü kızartacak
şeyler olduğunu yazar. Bununla birlikte Hero, gerçekte çok daha güçlü bir
şekilde bir araya gelmeyi arzular ve onu gerçekte göremiyor olmaktan tekrar
tekrar yakınır. Leander’i gerçekte görememek Hero’yu deli etmektedir ve bu
durum onun aklına bir sürü kötü düşünce getirmektedir; onun, gelebilecekken
gelmiyor olmasından korkarak şüpheye düşmektedir. 70-120 arasındaki satırlar
Hero’nun hissettiği korkulara, endişelere ayrılmıştır ve bu bölümde yazılı olan
her şey Hero’nun tüm mektubunun havasına hakimdir. Nitekim bu Ovidius’ta sık
sık karşımıza çıkan bir duygudur; seven insanın her şeyden korkması söz
konusudur. Örneğin Penelepe de uzakta olan, savaş bitmesine rağmen bir türlü
geri dönmeyen kocası Odysseus’a mektup yazarken “omnia demens timeo.”
(71) diye yazmıştı. Bunu yazarken de en çok başka bir kadın korkusu vardı
yüreğinde. Hero’ya bakacak olursak, onun, Leander’in gelmeyişiyle ilgili ilk
korkusu, arzularını erteleyen ‘rüzgarlar’dır. Bununla birlikte Leander’in,
aşkıyla ilgili şüpheye düşmesi, kendisine eskisi kadar değer vermemesi,
tehlikelerin onun arzularına üstün gelmesi ve zahmetlerine karşı kendisinin çok
önemsiz bir karşılık olarak görülmesi Hero için çok daha büyük korkulardır. Ama
tıpkı Penelope gibi Hero da onun için en büyük korkunun, sevgilisinin
gelmeyişinin sebebinin başka bir kadından kaynaklanması olduğunu itiraf eder.
Zira bu gerçekten aşık bir kadının katlanamayacağı tek şeydir:
Ah keşke gelsen, ya da kesinlikle bir kadın değil de,
ya rüzgarlar ya baban olsa gecikmenin nedeni;
eğer ki böyle bir şeyi öğrenirsem inan bana acı çeke çeke ölürüm.
Eğer ölmemi istiyorsan bu günahı hemen işle yeter! (115-118)
Hero için bunlar düşünmesi bile dayanılmaz olan duygulardır. Korkmaya
hakkı olduğunu düşünür ve bunu da şu satırlarda belli eder:
Sen bana gelecek bir acının işaretlerini verdiğin
ya da beni endişelendiren yeni bir söylenti olduğu
için söylemiyorum bunları; ama ben her şeyden korkuyorum.
Zaten kim endişe duymadan sevebilir ki? (107-110)
Bunları yazarken Hero her şeye rağmen Leander’in başka bir nedenden değil
de, rüzgarlar yüzünden gelemediğine inanmak ister. Bu sırada, mektubunun
ilerleyen kısımlarında Hero da, tıpkı Leander gibi, kendi durumunu Helle’nin
durumuyla özdeşleştirir; “Helle bu su yüzünden perişan oldu ve ben de bu su
yüzünden kahroluyorum.”(128) derken, o da kaderinin bu uğursuz sularda
olduğuna inanır. Sevgilisi gibi tanrılardan medet ummakta ve mektubunda Rüzgar
Tanrısı Boreas’a seslenen Leander’den sonra o da Deniz Tanrısı Neptunus’e
seslenerek tanrıdan yardım beklemektedir:
Ey yüce tanrı, kolla bizi; sen savaşlarını engin denizlere taşı.
Küçücük bir deniz bu iki ülkeyi ayırıyor.
Oysa sana büyük gemileri sarsmak,
koca donanmaları dağıtmak yaraşır.
Bir deniz tanrısı için, yüzen bir genci korkutmak utanç vericidir.
Böylesine bir ün küçük bir bataklıkta kazanılan bir zafer gibidir.
O genç soyludur ve seçkin bir soydandır;
senin kuşkulandığın gibi Ulixes soyundan değil.
Ona merhamet et ve ikimizi de koru.
Yüzen o, ama, Leander’in bedeni ile birlikte benim
umudum da o aynı sulara bağlı. (141-150)
Neptunus’e bu şekilde seslendikten sonra Hero tekrar Leander’e döner ve
bundan sonraki satırlarda, o an mektup yazarkenki halini tasvir eder. Gecedir
ve Hero mektubunu yanında duran fenerinin ışığında yazmaktadır. Fenerinin yanıp
sönmesini ve o an dadısının ateşe şarap damlatıyor olmasını uğurlu işaretler
olarak yorarken, Leander’in artık geleceğini ummakta ve ona gelmesi için
cesaret vermeye çalışmaktadır:
Tüm yüreğime işlemiş olan sevgili,
dalgaları aşıp gel, birlikte olalım.
Ortak aşkımızı bırakıp giden ey kaçak, yuvana geri dön!
Neden yatağımın ortasında yalnız uzanayım?
Korkman için bir neden yok: Cesaret edene bizzat Venus destek olacak.
Denizden doğan Venus denizin yollarını düzleştirecek. (155-160)
Burada her iki aşığın da mektuplarında aynı epitet göze çarpmaktadır.
Fırtınanın Leander’e açmış olduğu savaş ve Hero’nun Leander’e güç veren
aşkı. Nitekim aşk için savaşmak gereklidir. Bu tıpkı Paris’in Helena için
savaşması gibidir. Leander’in Hero’yu görebilmek için verdiği savaş rüzgara
karşıdır ve belki de diğer savaşçılarınkinden zordur; çünkü kazansa bile o
hiçbir zaman Hero’yu alıp yurduna dönememektedir. Onun elde ettiği tek şey
Hero’yu çok kısa bir zaman diliminde görebilmektir. Hero zaten bu yüzden, günün
birinde Leander’in, onu zahmetlerine küçük bir karşılık olarak görmesinden
korkmakta ve bir kadın olarak kendi rolünün pasifliğinden yakınmaktadır.
Bununla birlikte Hero, o denli çabasız olmadığını kanıtlamak için Leander’e
teklifte bulunarak kendisinin de fedakarlık yapabileceğini gösterir:
Karşılıklı kıyılardan yola çıkıp denizin ortasında birleşelim
ve engin sularda birbirimize öpücükler verelim,
sonra da aynı şekilde kentlerimize dönelim.
Az olacak, ama hiç yoktan iyidir. (167-170)
Bundan sonrası oldukça ilginçtir. Hero aralarındaki aşkı ve bu aşkın
gizli kalmak zorunda olmasını, birbirine bağlılıkta başarısız olan ‘tutku’ ve
‘saygı’nın savaşı olarak adlandırır. Tutkunun kendisine haz verdiğini,
saygınınsa ona yakışan şey olduğunu yazar. Gerçekten de yaşadığı aşk yalnızca
ona bağlı olan, onu mutlu eden bir şeydir; oysa, kendini Venus’ün hizmetine
adamış bir genç kız olarak, ondan beklenen şey erkeklerden kendini uzak tutması
ve insana özgü tutkulardan uzak durmasıdır. Bu durum aynı zamanda Hero’nun
seçme şansı olduğunu göstermektedir. Tutkuyu seçerse saygınlığını, saygınlığı
seçerse aşkını yitirecektir. Demek ki Hero ikisinden de geçememektedir ve
saygınlığını yitirmemek için aşkını gizlemektedir. O, mektubunda, sevgilisinin
gelip de, Iason’un Medeia’yı gemisiyle alıp gittiği, ya da Paris’in Helena’yı
ülkesine kaçırdığı gibi alıp götürememesinden yakınır, ama bu onun yüzündendir;
çünkü o ne Helena’nın, ne de Medeia’nın aldığı riskleri göze alabilmiştir.
Sonuçta onlar da sevdikleri adamlara yasaktılar; ama her şeye rağmen onları
açıkça kabul ettiler. Bu, Hero’nun, nesilden nesile dolaşacak kötü bir ünden
kaçmayı tercih ettiğini gösterir.
Bununla birlikte Hero bir tanrıçanın hizmetinde olmaya yemin etmiştir ve
bu tam da aşk tanrıçasıdır; kaderine bir anlamda razı olmak ve Leander’in
düzgün havalarda yanında gecelemesiyle yetinmek zorundadır. Bu yüzden
mektubunun sonlarına yaklaşırken yeniden Leander’e, fırtınayı yok sayıp boğazı
geçmeye çalışması için cesaret vermeye çalışır. Her ne kadar burada bencil bir
imaj çizse de bunun riskinin o da farkındadır:
Ah zavallı ben! Aslında zorladığım şeyleri yapmanı istemiyorum
ve de benim sözlerimin aksine, yalvarıyorum, sen güçlü ol!
Yeter ki sen gel ve dalgalarla boğuşmaktan yorgun
düşmüş kollarını boynuma at. (187-190)
Bu cümlelerin ardından da bir önceki gece gördüğü rüyasını aklına
getirerek ne denli korktuğunu yazar. Rüyasında, fırtınalı sularda yüzen bir
yunusun tufan tarafından nasıl da kumsala fırlatıldığını ve dalganın
çekilmesiyle birlikte kumsalda ondan ve hayattan geriye ne berbat bir şey
kaldığını gördüğünü anlatır. Bu yüzden, tıpkı Leander gibi, kendi hayatının
onun hayatına bağlı olduğunu göstermek için, Leander’den dikkatli olasını
ister; ona, kendi hayatını kurtarırken aynı anda ikisinin de hayatını kurtarmış
olacağını söyler. Sevgilisinin tersine Hero ölüm kelimesini açıkça kullanmaz;
ama onun mektubunda her an ölüm ve kaybetme korkusu kendini hissettirmektedir.
Sonuçta her şeye rağmen Hero da sevgilisi Leander gibi umut dolu sözlerle
mektubunu bitirir. Kopan fırtınanın gelecek dinginliğin bir belirtisi olduğunu
ummaktadır ve Leander için, “Dingin denizi yüreğinle geç!”(208) diyerek
dua etmektedir. Mektubunu da yine tıpkı Leander gibi ‘mektup’unun anlamını
vurgulayan şu iki satırla bitirir:
(,..)Madem ki büyük dalgalar yüzücüye yol vermiyor,
yolladığım bu mektup korkunç gecikmelerin acısını hafifletsin!
(209-210)
Acontius ve Cydippe Heroides’deki kahramanlar arasında sonunda
mutlu olduğunu bildiğimiz ayrıcalıklı bir çifttir. Diğer bütün kahramanların
sonu ya ayrılık, ya da ölümle sonuçlanırken Acontius ve Cydippe sonunda
birleşip mutlu bir aile kurmuşlardır. Bu yüzden onların mektupları ötekilerden
farklı mektuplardır. Ancak Ovidius onların öyküsünün dramatik yanlarını
işlemiştir. Bu nedenle de Ovidius çiftin henüz bir araya gelmediği, Cydippe’nin
hastalıktan ölmek üzere olduğu zamanlardaki olayları anlatır. Bununla birlikte
onların mektupları Heroides’te yer alan son mektuplardır. Dolayısıyla
onların sonu bir anlamda eserin de sonunu oluşturmaktadır. Bu açıdan
bakıldığında da Ovidius’un, sonunun mutlu bittiği bilinen bu hikayeyi seçmesi,
onun, eserin baştan sona dramatik olan havasını biraz olsun yumuşatmak ve
okuyucuda tatlı bir umut duygusu bırakmak amacında olmasından kaynaklanıyor
olabilir.
Ovidius onların hikayesini işerken kaynak olarak Kallimakhos’un Aetia’sından
yararlanmıştır. Bu hikaye Kallimakhos’ta olduğu şekliyle şöyledir:
Ceos’lu güzel bir delikanlı olan Acontius, Delos’ta katıldığı bir şölen
sırasında tesadüfen, dadısıyla birlikte dolaşmakta olan Naxos’lu Cydippe’yi
görür ve onun güzelliğiyle büyülenip ona ilk görüşte aşık olur. Acontius onu
elinden kaçırmak istemez ve hemen, üzerine ‘Artemis adına yemin ediyorum ki
Acontius’la evleneceğim.’ yazdığı bir elmayı onların ayaklarının dibine
fırlatır. Dadı hayret içinde elmayı yerden alır ve kendisi okuyamadığı için
yazıyı okuması için elmayı
Cydippe’ye uzatır. Cydippe yüksek sesle elmanın üzerindeki yazıyı
okuduğunda, aynı anda Acontius’a bilmeden yemin etmiş olur. Bundan sonra
Cydippe evine, Naxos’a döner; o, babasının onu daha önceden nişanladığı bir
adamla evlenmek üzeredir. Acontius da ülkesine dönmüştür ve kendini doğaya
bırakarak yas tutmaktadır. Naxos’ta bir günde tam üç kere düğün hazırlıkları
yapılır, ancak üçünde de gelin esrarengiz bir şekilde hastalanıp yatağa düşer
ve düğün bir türlü gerçekleştirilemez. Sonunda Cydippe’in babası, Apollo’nun
tapınağının bulunduğu Delpoi’a gider. Kahin ona, kızının daha önce tanrıça
adına vermiş olduğu yeminden bahseder ve yeminin yerine getirilmesini tavsiye
eder. Böylece Cydippe’nin babası eve döner dönmez kızına gerçeği anlattırır ve
çok geçmeden Acontius ve Cydippe’nin düğünleri yapılır. Birlikte güzel bir aile
kurarlar ve mutlu bir hayat sürerler.
Kallimakhos’un işleyişinde, Acontius öykünün merkezini oluşturmakta,
Cydippe ise bütünüyle pasif bir karakter olarak son derece silik kalmaktadır.
Kallimakhos Cydippe’yi küçük bir genç kız olarak sunmuştur. Ovidius’ta ise
Cydippe adeta bir kadına dönüşmüştür. Tıpkı Ovidius’un eserlerinin daha önceki
kadın kahramanları gibi pasif bir karakter olan Cydippe de bu satırlarda hayat
bulmuştur; onun iç dünyasında, zihninde ve kalbinde yaşadıkları bütünüyle
Ovidius’un satırlarına yansımıştır. Cydippe’nin, çektiği acıları ve duygularını
yazdığı mektubuna geçmeden önce Acontius’un ona yazdıklarını ve kendini ona
sunma şeklini inceleyeceğiz:
Acontius, mektubunun daha ilk satırlarında amacının ne olduğunu
Cydippe’ye belli eder. Cydippe’nin, kendisine etmiş olduğu yemin ve şu anda
başında olan hastalık arasında bağlantı kurarak, hastalığının sona ermesinin,
yemininin gerçekleştirilmesine bağlı olduğuna inanmasını istemektedir. Bu onun
kararlığını ve sabırsızlığını göstermektedir. Nitekim mektup baştan sona
okunduğunda da dediğim dedik, bütünüyle tek bir amaca yönelmiş ve her ne olursa
olsun amacını gerçekleştirmeye kararlı, bunun için her türlü hileye
başvurabilecek inatçı ve insafsız bir Acontius ortaya çıkar. Tıpkı Paris ve
Leander gibi o da sevdiği kadını elde etmek için her şeyi göze almıştır; ölüm
pahasına, hatta sevdiğinin ölümü pahasına, birleşmek için her şeyi yapmaya
hazırdır. Ancak onun kafası daha çok hileye çalışmaktadır. Daha önce
Cydippe’yi, o farkına bile varmadan kendisiyle evlenme yemini ettirerek tuzağa
düşürmüştür. Mektubunda da bir hile havası sezilmektedir. Baştan sona
Cydippe’yi bu hileye, sevgisine ve birlikte olmaları gerektiğine inandırmaya
çalışmaktadır. Ancak ilk önce Cydippe’nin, bir kez kaybettiği güvenini yeniden
kazanması gerekmektedir. Bu yüzden de ondan, “korkma, başka bir aşk yemini
daha etmeyeceksin.”(1) diyerek mektubunu baştan sona okumasını ister ve
daha okumaya başlamadan kızarıp bozardığını bildiği Cydippe’ye, arzuladığı
şeyin günah bir aşk değil, gerçek bir evlilik olduğunu ve de onu, zina yapan
bir erkek gibi değil, gerçek bir eşin bağlılığıyla sevdiğini yazar. Acontius’un mektubunda bu en fazla öne
çıkan düşüncelerden biridir. Zira Acontius, Cydippe için sık sık domina
sözcüğünü kullanmaktadır. Bu şekilde hem Cydippe’yi onun hakkında ciddi
düşündüğüne inandırmayı, hem de onu sahiplendiğini göstermeyi amaçlamış
olmalıdır. Bununla birlikte Cydippe’ye de bunun başka türlü olmayacağını
göstermek istemektedir. Zira Cydippe, tanrıça Diana’nın huzurunda onunla evleneceğine
dair yemin ettiğinde kaderleri çizilmiştir ve Acontius’a göre Cydippe o an
kendisinin olmuştur bile. Onlar tanrıların huzurunda o an evlenmişlerdir ve ona
göre bu evlilikten daha geçerli bir şey yoktur; Cydippe’nin babasının onu daha
önce başka bir adamla nişanlamasının Acontius’un gözünde hiçbir anlamı yoktur.
Çünkü tanrısal yasa insani yasadan üstündür. Bu yüzden Acontius mektubunda
Cydippe’ye sık sık onun tanrıça Diana’ya ettiği yemini hatırlatır ve başına
gelen hastalıkla, ettiği yemin arasında bağlantı kurar. Yeminini yerine
getirmediği sürece tanrıça Diana onun peşini bırakmayacaktır. Dolayısıyla
Acontius sevdiği kadını ikna etmek için tıpkı Paris gibi tanrılardan medet
ummakta, kendi arzusunun aynı zamanda kaderin arzusu olduğu inancıyla, aşkına
tanrısal bir anlam yüklemeye çalışmaktadır. Acontius bu tanrısal aşkın
gerçekleşmesi için tanrıların da yardımıyla elinden gelen her şeyi yapacağını,
her türlü hileye başvuracağını ve eğer bu hileler işe yaramazsa sonunda tıpkı
Paris gibi onu alıp götüreceğini iddia eder:
Seni almanın cezası ölüm bile olsa,
Bu ceza sana hiçbir zaman sahip olamamaktan daha iyi olmalı.
(53,54)
Bununla birlikte o başkasının karısını elinden almaya çalışan bir adam
değildir; Acontius kendisini tanrıçanın huzurunda buna hakkı olan biri olarak
görmektedir. Cydippe de, kendine oynadığı oyun yüzünden onun kurnaz bir adam
olduğunu düşünmemelidir. Oysa Acontius gelecek kuşaklara maalesef böyle bir
adla geçmiş; dolus, dolosus, fraus gibi sözcüklerle anılmıştır. Ama o,
mektubunda Cydippe’ye bunun masum bir oyun olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır.
Ona göre oyununun tek amacı sevdiği kadını kendine bağlamaktır ve bu bağ uğruna
her türlü düzenbazlığa kalkışmaya hazırdır:
Eğer sevdiğin şeye sahip olmayı istemek kurnazlık demekse,
Varsın bu işin adı hile olsun ve varsın bana hilekar desinler.
(31-32)
Acontius’un gözünde aşk için her şey mubahtır ve o Cydippe’nin de bunu
kabul etmesini ister. Mektubunda bunu sürekli yineleyip, ettiği yemini
Cydippe’ye hatırlatarak ve tanrıları kendisine taraf göstererek Cydippe’yi,
onun olmaktan başka seçeneği olmadığına inandırmak için uğraşır. Aklındaki tek
şey Cydippe’nin kendisine “gel” demesini sağlamaktır. Bu yüzden aşkın ve
sevileni ikna etmenin gereklerini de yerine getirmeyi ihmal etmez. 55-65 arasındaki
satırlarda tıpkı Heroides’in diğer erkek kahramanları gibi sevdiğinin
güzelliğini etkileyici bir şekilde övmektedir; ki bu, Ovidius’un şiirlerinde,
özellikle de Ars Amatoria’da bir kadını ikna etmenin en iyi yollarından
biri olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte Paris gibi o da tüm sorumluluğu
sevdiğinin üzerine atmaktadır:
Keşke sen daha az güzel olsaydın: O zaman daha sade
bir biçimde arzu edilebilirdin,
Ama güzelliğin yüzünden daha cüretkar olmaya
zorlanıyorum.
Bunu, benim yürek yangınlarımın nedeni sen,
ve de ateşi karşısında yıldızların sönük kaldığı
gözlerin yapıyor:
Bunu senin altın sarısı saçların yapıyor ve senin bembeyaz boynun;
ve benim boynuma sarılsınlar diye dua ettiğim
kolların, ve zarafetin ve de kabalıktan uzak masum utangaç yüzün, ve de
neredeyse Thetisinkiler gibi olduğunu düşündüğüm ayakların.
Keşke geri kalanları da övebilsem, daha mutlu olurdum;
ama eserin tümünün kendine denk olduğundan şüphem yok. (53-62)
Acontius aynı zamanda onu ikna etmek için, kendisiyle mutlu olacağına da
inandırmak zorundadır. Zira Cydippe kandırılmış bir kadın olarak Acontius’a
öfke duymaktadır. Acontius onu mutlu olacaklarına inandırmak için mitolojik
kahramanlardan Telamon’un Hesione’ye, Achilleus’un Briseis’e sahip olmasını
örnek gösterir. Telamon da, Achilleus da bu kadınları esir olarak kendilerine
almışlardır. Troia kralının kızı Hesione, Telamon’nun Herakles’in arkadaşı
olarak Troia surlarına girmesinden sonra ona ödül olarak verilmiştir. Briseis
de kendisi için felaketlerle dolu bir savaşın ardından ağlaya ağlaya
Achilleus’un olmuştur. Achilleus onun kocasını öldüren adamdır. Ancak sonunda
kadın kahramanların her ikisinin de öfkeleri zamanla azalmış ve kendilerine
zorla sahip olan adamlarla mutlu olmuşlardır. Acontius da bu örneği verirken,
bir yandan Cydippe’yi, bir gün onun da kendisini sevip mutlu olacağına
inandırmaya çalışırken, diğer yandan kendisini tıpkı bu yarı-tanrı kahramanlar
gibi sunmaktadır. Çünkü Cydippe’nin gözünde ne kadar büyürse, onun için o denli
değerli olacaktır. Zira bir kadın için güç ve üstünlük önemli şeylerdir. Heroides’teki
erkek kahramanların, sevdikleri kadınlara mektup yazarken soylarını, adlarını,
ülkelerini ve zenginliklerini yazma ve yüceltme eğiliminde olmaları da bu
yüzdendir.
Bununla birlikte bu üstün adam, eğer Cydippe isterse, onun önünde
ağlayacak, hatta ona köle olabilecek kadar küçülebilecektir. Acontius amacını
gerçekleştirmek için her yolu denemeye hazır aşık bir adamdır. Tıpkı Paris
gibi, Ovidius’un Ars Amatoria’da verdiği taktikleri harfi harfine usta
bir şekilde mektubunda kullanır:
Senin gözlerinin önünde ağlamama izin ver,
ve bu gözyaşlarına sözcükler eklememe;
böylece dayak yemekten korkan köleler gibi
İtaatkar ellerimle dizlerine kapanabilirim!
Doğru bildiklerini bir yana bırak: beni yanına çağır!
Niye yanında bile olmadığım halde suçlanıyorum?
Artık bana, kadınımın huzuruna gelmemi emret.
Despotça saçlarımı yol
ve yüzüm ellerinle hırpalansın.
Her şeye katlanabilirim;
belki sadece ellerin benim vücudum
yüzünden incinecek diye korkarım.
Fakat bana prangalar, zincirler vurma;
güçlü aşkına yenilmiş ben sana hizmet
edeceğim.
Öfken dilediğince doyuma ulaştığında
o zaman sen kendi kendine “Ne kadar da büyük bir
sabırla seviyor beni!” diyeceksin.
Ve gene diyeceksin ne çok şeye katlandığımı
gördüğünde:
“Bu kadar iyi hizmet ediyorsa o benim kölem olsun.” (75-90)
Dolayısıyla Acontius’un bunları yazarken arzuladığı tek şey Cydippe’nin
ona ‘gel’ demesidir. O, en çok, Cydippe’nin yanında olmadığı halde kendisinin
suçlanmasından yakınmaktadır. Cydippe hasta halde yatarken o, hakkı olduğu
halde yanına gidememektedir. Halbuki Cydippe’nin tek bir hareketi tüm
mutsuzlukları tersine çevirebilecektir. Acontius bunun için dönüp dolaşıp aynı
noktaya gelmektedir: Cydippe’nin, onunla evlenmek için etmiş olduğu yemin.
Acontius gücünü ve cesaretini en çok bu yeminden almaktadır; Cydippe’nin
kendisine olan aşkına değil, ettiği yemine inanmaktadır ve yeminini tutması
için Cydippe’ye yalvarmaktadır ve her durumda Acontius kendini düşünmektedir:
Yalvarıyorum, hassas bedeninin ateşler içinde harap
olmasına izin verme, bu güzellik benim için korunsun.
Beni yakıp tutuşturmak için doğmuş olan yüzün
korunsun,
ve iffetin kızarıklığı kar beyazı yanaklarında kalsın.
Düşmanlarım ve de senin benim olmana karşı koyacak kim varsa,
sen hastayken çoğu kez benim çektiğim sıkıntıları onlar da çeksin.
(117-122)
Bununla birlikte Cydippe hastalığının onun umurunda olmadığını düşünmesin
diye Acontius, gizli gizli gelip dadısına onun hakkında sorular sorduğunu ve en
ince ayrıntısına kadar ne yaptığını öğrendiğini yazar ve onun yanında olup
doktorunun emirlerini kendisi yerine getirememekten yakınır. Bu satırlarda
Acontius’un aklına onu deli edecek bir düşünce girer; yasal olarak bunu yapmaya
hakkı olan adamı,
Cydippe’nin nişanlısını düşünür. Acontius aşık olduğu kadını başka bir
adamla paylaşıyor olma ve kendisinin değil o adamın rahatça sevdiğinin yanında
olduğu düşüncesiyle kendini kaybeder ve adeta deliye döner. Kıskançlık duygusu
onu bütünüyle etkisi altına almıştır. Zira başka bir adam, bir erkeğin katlanamayacağı
tek şeydir. Öyle ki Acontius bu satırlarda aniden Cydippe’nin nişanlısı olan
adama hitap etmeye başlamıştır. Acontius Cydippe’yi sahiplenerek ona ait olan
her şeyin kendisine ait olduğunu, eğer ona dokunursa zina işlemiş olacağını ve
sevdiğinin yanından derhal çekip gitmesini yazar. Dolayısıyla Acontius tanrı
huzurunda üzerine yemin edilmiş bir adam olarak kendini Cydippe’nin asıl
nişanlısından daha haklı görmektedir. Nitekim onun Cydippe’nin nişanlısına
hitap ederkenki şu cümleleri de tanrıya edilen yemin ile insana verilen söz
arasındaki farkı göstermektedir:
Her ne kadar sen de benimkine eş bir sözleşmenin
sözlerine sahip olsan da senin nedenlerin benimkilere denk değil.
O kendisini bana sundu,
ama ondan önce babası da onu sana vaat etti; şüphesiz babasının ona yakın
olmasından daha yakındır o kendine.
Babası onu sözledi, o kendisini sevene yemin etti;
babası insanları, o tanrıçayı şahit gösterdi.
Babası yalancı, o ise yalan yere yemin etmiş denilmekten korkuyor:
Bunun babasının korkusundan daha büyük bir korku
olmadığını düşünebilir misin?
Ve eğer her ikisi için olan riski karşılaştırırsan
onların şimdiki hallerine bak; Cydippe hasta yatıyor,
babası ise gayet iyi durumda. (155-164)
Ardından tamamiyle düşman olarak gördüğü bu adamın ölmesini arzuladığını
yazarken, bir yandan da suçu bütünüyle onun üzerine atmaktadır. Zira Acontius’a
göre Cydippe’nin hasta olması da, tanrıçanın şüpheye düşmesi de o adamın
yüzündendir. O olmasaydı Acontius hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan
Cydippe’yle birlikte olabilirdi. Aşık bir erkek olarak Acontius’un kurnazlığı
burada yine iş başındadır. Usta bir biçimde kendini, aşık olduğu kadın üzerinde
hak iddia edebilecek tek kişi olarak göstermekte ve bütün olumsuzlukları
Cydippe’nin daha önce nişanlanmış olduğu adamın üzerine atmaktadır. Cydippe’ye
de bu olumsuzluklardan sakınması için o adamdan uzak durmasını ve onu
sevmemesini öğütler. Bununla birlikte Cydippe’yi elinden kaçırmamak için
Acontius onu aynı zamanda gelecek hakkında da uyarır. Ona göre, yeminini yerine
getirmediği taktirde, şimdiki tüm tehlikeleri atlatmayı başarsa bile, ileride
en gerekli olduğu zamanlarda kendisine yardım edecek bir tanrı bulamayacaktır.
Bunun için ona, hamile kalıp da doğurmak üzere olacağı anı örnek olarak
gösterir. Zira eski çağda doğum yapacak olan kadınlar fazlasıyla büyük riskler
taşırdı ve böyle bir anda ilk olarak tanrılardan yardım beklenir, tanrılara dua
edilirdi. Acontius da Cydippe’nin bir kadın olarak en hassas duygularına
dokunabilmek ve böyle bir anda neler olabileceğini onun kafasında canlandırmak
için bu örneği verir:
O seni duyacak ve daha önce duyduklarını hatırlayarak
o sana çocuğun hangi eşten olduğunu soracak.
Sen ona adak adayacaksın: ama o senin yalandan söz verdiğini bilecek;
Yemin edeceksin: ama o senin tanrıları bile aldatabildiğini bilecek.
(193-196)
Artık Acontius kendini neredeyse tamamen Cydiippe’nin iyiliği için
çabalayan biri olarak sunmaktadır. Evlenmeleri onun için şarttır. Mektubunun
son satırlarına geldiği bu anlarda Acontius son şansı olarak Cydippe’nin annesine
yönelmekte ve Cydippe’den annesine bütün olanları ve kendisine tanrıça
Diana’nın huzurunda etmiş olduğu yeminini anlatmasını ister. Olanları annesine,
Tanrıça Diana’nın tapınağına gittiği bir sırada anlatmasını isterken Acontius
gene kurnaz davranır. Zira o kadınların her türlü zaaflarından yararlanmakta,
kendi amacı için tanrıları da oyunlarına katmaktadır. Bu kısımda Ovidius, tıpkı
Paris’in ve Leander’in mektuplarında olduğu gibi, Acontius’a kendi ağzından
sevdiği kadınla ilk karşılaştığı anı anlattırarak o anı okuyucunun zihninde tüm
etkisiyle birlikte canlandırmak ister:
Seni görür görmez, belki fark etmişsindir,
gözlerim bedenine takılıp öylece kalakaldım
ve büyük bir hayranlıkla seni seyrederken, -kuşkusuz
bu çılgınlığın bir işareti- üstüme giydiğim şey omuzlarımdan kayıp yere düştü:
O an, nasıldır bilmem, bir elma yuvarlanıp geldi,
akıllıca yazılmış kışkırtıcı sözler taşıyan bir elma:
Ki o sözler Diana’nın kutsal varlığı önünde okunduğunda
senin yemininin kutsal bir şahitlikle bağlandığını gösteriyor.
Bu yazılanların ne anlama geldiği niye inkar edilsin ki?
O zaman sana okunmuş olan o sözleri şimdi de tekrarla.
O zaman (annen) şöyle diyecek:
“Lütfen, iyi tanrılar seni kime bağladılarsa onunla evlen, yalvarırım:
Seni kime söz verdilerse, o kişi benim damadım olacak;
Onu biz de seveceğiz, tıpkı Diana’nın sevdiği gibi.”
Eğer o gerçekten bir anneyse böyle diyecektir. (205-218)
Yine de her şeye rağmen Cydippe’den, annesinin onun soyunu araştırdığını
görmesini ister. Zira bunun sonucunda Acontius’a göre, o, tanrıçanın kızına son
derece yaraşır bir eş seçtiğini ve o eşin atalarının tanrılar tarafından
küçümsenmeyecek insanlar olduğunu görecektir. Acontius tıpkı diğer erkek
kahramanlar gibi, soyunun üstünlüğünü ve zenginliğini yüceltmektedir.
Cydippe’ye, böyle bir adamın yemin olmasa da arzulanacağını yazarak evlenmeye
değecek bir adam olduğunu göstermek ister. Zira her şeyden önce o tanrıların
desteklediği bir adamdır ve her fırsatta adlarını tekrarladığı tanrıçalar ona
bu mektubu yazmasını emretmişlerdir:
Bunları sana yazmamı rüyalarımda avcı tanrıça Phoebe,
Uyanıkken de Amor bana emretti.
Ben çoktan ikincisinin oklarıyla yaralandım,
Sen birincisinin oklarının seni incitmesinden sakın! (229-232)
Dolayısıyla her ikisinin de esenliğe kavuşması Cydippe’nin elindedir.
Eğer bunu sağlayacak olursa Acontius ona, Delos’ta, yani karşılaştıkları yerde,
üzerinde “Bu elma imajıyla Acontius/ elma üzerine yazılan şeylerin
gerçekleştiğini ıspatlar.”(239-240) diye yazan altın bir elma sunacağı
vaadini vererek, mutlu olacakları anı hayalinde canlandırır ve Cydippe’nin ona
‘gel’ diyeceğine dair duyduğu umutla mektubunu şu satırlarla sonlandırır:
Güçsüz bedeninin bu
mektupla daha fazla yorulmasına izin verme ve bırak, mektubum alışılmış sonla
bitsin: esen kal. (241-242)
Cydippe Acontius’a cevap olarak yazdığı mektubunda, anlatım gücü son
derece yüksek bir söz ustası olarak karşımıza çıkmaktadır. Acontius’un onu ikna
etmek için ileri sürdüğü şeylerin her birine tek tek ustaca yanıtlar vererek,
onun fikirlerini çürütmektedir. Bununla birlikte onun mektubunda baştan sona
hastalık ve ölüm duygusunun verdiği acı bir ton vardır. Bu ton mektubun son
satırlarına kadar sürmektedir. Ancak Cydippe hastalıktan acınacak halde olsa
da, mektubunda aslında aciz bir karakter olmadığını göstermektedir; çünkü
Acontius’un yaptığı düzenbazlığa karşılık o, mektubunda, onun kendisini
yumuşatmak için yazdığı tuzakların hiçbirine düşmemektedir; bu şekilde adeta
Acontius tarafından Delos’ta gezinirken görüldüğünü düşündüğü saf imajını değiştirmeye
çalışmaktadır. Zira Cydippe mektubunun son satırına gelinceye kadar Acontius’a
direnmekte ve ona arzuladığı cevabı bir türlü vermemektedir. Bununla birlikte
Cydippe mektubunun bir çok yerinde Acontius’la sık sık mektuplaşıyormuş,
dolayısıyla daha önceki mektuplarında ona olumlu ya da olumsuz bir cevap
vermemiş olduğu havasını vermektedir. Çünkü Acontius, onun için hala güvenilmez
bir adamdır. Bu yüzden mektubuna da bu düşüncesini açıkça yazıya dökerek
başlamaktadır. Buna göre elinde tuttuğu mektup onun için endişe kaynağıdır;
zira onu daha önce bir elma üzerindeki yemin içeren yazıyı okutarak tuzağa
düşüren Acontius yeni bir oyun peşinde olabilir. Bu yüzden de Cydippe yine
bilmeden bir yemin etmemek için, ondan gelen mektubu en ufak bir mırıltı çıkarmadan
tedbirli bir şekilde okuduğunu ve mektubunu okumasının nedeninin öfkeli
tanrıçanın öfkesini daha da artırmamak olduğunu yazar. Bunu yaparken de Cydippe
hastalığından söz eder:
Görünürde hiçbir sebep olmadığı halde hastalık yakama
yapışmış durumda ve bitkinim, hiçbir doktordan yardım alamıyorum.
Sana bu mektubu ne büyük güçlükle yazdığımı
Ve sararıp solmuş bedenimin ancak uyurken nasıl
güçbela huzur bulduğunu tahmin bile edemezsin. (13-16)
Hastalık Cydippe’ye büyük bir korku vermektedir ve şimdi Acontius’la
karşılıklı mektuplaşmalarının kendisi için yeni bir korku kaynağı olduğunu
yazar. Çünkü Cydippe başka bir adamla nişanlıdır ve Acontius’la arasında
geçenlerden, yeminden kimsenin haberi yoktur. Bu yüzden mektup yazmak da onun
için tehlikelidir. Cydippe Acontius’a mektup yazmak için dadısıyla nasıl bir
oyun oynadıklarını açıkça yazar, ki bu oyunun ayrıntılarıyla yazılması
-mektubun yazarının aslında Ovidius olduğu düşünüldüğünde-, açıkça kadınlara
kocalarından gizli mektuplaşmak için bir yöntem sunuyor izlenimini vermektedir.
Buna göre Cydippe mektup yazarken, dadısı kapıda beklemekte ve onu ziyarete
gelenlere onun uyuduğunu söylemektedir; ki Cydippe bu satırlarda uykunun gizli
kapaklı bir iş için en geçerli bahane olduğunu açıklamayı da ihmal etmemiştir.
Kapıya reddedilemeyecek biri geldiğinde, ya da artık uyku bahanesi
inanırlılığını yitirecek kadar zaman geçtiğinde, dadı öksürmekte ve bu sesi
duyan Cydippe de mektubunu koynuna saklamaktadır; tehlike geçtiğinde ise
Cydippe tekrar aynı şeyleri yazmaya başlamaktadır. Cydippe bunları Acontius’a,
ona elinde tuttuğu incecik mektubu nasıl büyük bir zahmetle yazdığını ve
hastalıktan duyduğu acının yanında nasıl korku dolu bir heyecan yaşadığını
göstermek için yazar. Bunları yaşamasının nedeni olarak da tıpkı Helena gibi o
da güzelliğini neden olarak gösterir. Bununla birlikte Helena’da sezilen,
güzelliğine duyulan hayranlıktan dolayı onu etkisi altına alan gurur ve
memnuniyet Cydippe’de hiç yoktur. Yine de bu iki kadın için güzellikleri hep
başlarına bela olmuştur. Helena güzelliği yüzünden daima kocasının
kıskançlıklarına maruz kalmıştır; Cydippe ise iki adamın aşkı arasında kalmış
ve vücudunu mahfeden bir hastalığa yakalanmıştır. Bununla birlikte Cydippe’nin
de Helena gibi sonunda boyun eğecek olduğunu biliyoruz; buna rağmen mektubunda,
ona aşık olduğunu söyleyen adama göre çok daha mantıklı hareket eden bir
karakter olarak karşımıza çıkıyor. Zira Acontius tarafından beğenilmesi, onun
başına bu işleri açmıştır ve o şimdi Acontius’un, mektubunda övdüğü, yere göğe
sığdıramadığı güzelliği yüzünden acı çekmesinden ve cezalandırılan kişinin hiç
suçu yokken kendisi olmasından yakınmaktadır. Çünkü Acontius’un ona duyduğu
hayranlık onu hem bir oyunun kurbanı yapıp, tanrılar huzurunda suçlu biri
durumuna sokmuş ve sağlığından etmiştir, hem de hiç istemediği halde iki aşk
arasında bırakmıştır: Tanrılar huzurunda bilmeden evliliğe yemin ettiği adam ve
annesi-babası tarafından evlenmesine karar verilen nişanlısı. Cydippe tanrıçayı
daha fazla öfkelendirmemek ve Acontius’a kıskançlık duygusu yaşatmamak için
nişanlısı olan adam için mektubunda hep “o” diye söz etmektedir ve
evlenecekleri gün için de “annem-babam tarafımdan arzulanan gün” diyerek
bunun kendi arzusu dışında olduğunu göstermektedir:
ve annem babam tarafından arzulanan gün gelip
çattığında, aynı anda şiddetli bir ateş bedenimi sarıyor. (43-44)
İlerleyen satırlarda Cydippe hastalığının sebeplerine insanlar tarafından
yapılan yorumları sıralar. Buna göre kimi evleneceği gün hastalanmasını
tamamiyle tesadüf olarak görmekte, kimi evleneceği adamın tanrılar katında
kabul edilmediğini ileri sürmekte, kimi de Acontius’u hedef göstererek bütün
bunlara onun yaptığı büyülerin ya da oyunların sebep olduğunu söylemektedir.
Cydippe ise bu iki adam arasındaki çekişmenin gerçek sebep olduğunu ve onlar
savaşırken arada cezalandırılan kişinin kendisi olduğunu yazar. Aynı zamanda bu
cezayı çekmek zorunda kalan kişi olarak Cydippe, kendisi için son derece
güvenilmez olan Acontius’a şu retorik soruyu yöneltir:
Şimdi bana söyle ve her zamanki alışkanlığınla beni
kandırmaya kalkma; bana böyle aşkınla zarar veren sen kim bilir nefretinle
neler yaparsın? (55-56)
Cydippe Acontius için iki seçenek gösterir: Ya sevdiğini, birlikte olmayı
arzuladığını söylediği kızın bedeninin hastalıktan eriyip yok olmasına göz
yumup onu unutacaktır, ya da tanrıçaya onun iyi olması için dua edecektir. Zira
Cydippe hasta yatağında günden güne daha da zayıf düşmektedir. Tüm bunlardan
sonra “Ege sularındaki Delos’u keşke hiç tanımasaydım.”(66) diye içinden
geçiren Cydippe uzun uzadıya Delos’a yaptığı yolculuğu, Delos’a varışını ve
Acontius’la ilk karşılaşmasını anlatır. Bu onun mektubundaki odak noktasıdır.
Tüm duyguları bu satırlarda yoğunlaşmaktadır. Yolculuğa çıkarkenki heyecanını,
Delos’a bir an önce varmak için duyduğu sabırsızlığını ve gemiden inip Delos’a
adımını attığı andan itibaren duyduğu coşkusunu ve o topraklarda gezerken her
an hissettiği hayranlığını tatlı satırlarla anlatır. Yeni bir yer görmenin
heyecanıyla ve mutluluğuyla, saf bir genç kız olarak etrafına bakınırken
Acontius tarafından görüldüğü ve onunla karşılaştıkları ilk an bu kez
Cydippe’nin satırlarında, onun bakış açısıyla canlanmaktadır:
Sonra yine ben merdivenleri çıkarak, yüce Diana’nın
tapınağına geri dönüyorum.
-Hangi yer buradan daha güvenli
olabilirdi ki?-
Orada ayaklarımın dibine üzerinde şu
şiir yazılı bir elma yuvarlandı: -
Ah akılsız ben! Az kalsın şimdi de sana
yemin ediyordum!
Dadım onu yerden kaldırdı ve merakla
bana “oku” dedi.
Ve senin tuzağını okudum, ey büyük
ozan.
“Evlilik” kelimesi dile
vurulunca, utandım, aklım karıştı, yanaklarımın tümüyle kıpkırmızı kesildiğini
hissettim, ve gözlerimi çakılmışçasına önüme eğdim, senin niyetlerine köle
edilmiş gözlerimi! (105-114)
Acontius’un aksine bu olayı baştan sona büyük bir talihsizlik olarak
anlatan Cydippe, onun bunlardan mutluluk duymasından yakınmaktadır ve mitolojik
öykülerden örnekler vererek Acontius’un mutluluğunu, bunun ona hangi onuru,
hangi şanı bahşettiğini sorarak aşağılamaktadır. Burada iki kadın kahramandan
örnek vererek Cydippe kendini onlarla kıyaslamıştır. Bu kadınların her ikisi de
Amazon kraliçesidir; ki kaderi avcıların Tanrıçası Diana’nın elinde olan
Cydippe için bu oldukça isabetli ve usta bir seçimdir:
Ey namussuz, neye seviniyorsun? Sana bu
sevinci veren şey ne?
Bakire bir kızı kandırmakla ne tür bir onur kazandın?
Ben orda Penthesilea’nın Troia topraklarında olduğu
gibi kalkanla, baltayla silahlanmış bir halde durmuyordum ki.
Hippolyta’nınki gibi, Amazon altınından oyulmuş bir
kemer olarak, sana ganimet diye de verilmedim.
Senin sözlerin beni aldattıysa ve boş bulunup hileyle
ele geçirilen bir kız olduysam, nasıl oluyor da bundan gurur duyuyorsun?
Bir elma Cydippe’yi, bir elma Schoeneus’un kızını ele
geçirdi;
Şimdi sen hiç kuşkusuz ikinci bir Hippomenes olacaksın,
öyle mi? (115-124)
Cydippe’nin verdiği son örnekteki kendi kaderini onunkiyle bir tuttuğu
Schoeneus’un kızı, yani Atalante, başka bir avcı kızdır. Söylenceye göre hiçbir
talibe varmak istemeyen Atalante onlarla bir koşu yarışı düzenlermiş ve onları
yendikten sonra her birini öldürürmüş. Ama bir gün Hippomenes onunla yarışa
girmiş. Yanına Venus tapınağından üç altın elma alan Hippomenes yarış
sırasında, bir yandan koşarken bir yandan da hemen ardından gelen Atalante’nin
önüne elmalardan birini fırlatmış. Dayanamayıp yerden elmayı alan Atalante
Hippomenes’ten geri kalmış ve Hippomenes üç seferde onu iyice geçerek yarışının
galibi, Atalante’nin de eşi olmuş. Dolayısıyla Acontius Cydippe için gerçekten
de ikinci bir Hippomenes’tir, aynı onun gibi bir elmanın yardımıyla, cin
fikirlilikle, kurnazlıkla kendisini elde etmeye çalışmıştır. Cydippe de bunu
gururuna yedirememektedir ve onun, kendisini konuşup ikna yoluyla değil de,
hileyle ettirdiği bir yeminle kazanmaya çalışmasından yakınmakta ve ona,
bilinçsiz olarak ettiği bu yeminin geçerli olmadığını ispatlamaya
çalışmaktadır. Cydippe bu satırlarda kendi ettiği yemini sorgularken “yemin”
kavramının gücünü de belirginleştirir:
Yemin eden akıldır, ben seninle evlenmek için hiçbir yemin etmedim;
yalnızca akıl sözlere güven katabilir.
Ruhun aklı başında kararı ve niyet yemin eder
ve irade olmaksızın hiçbir bağ geçerli değildir.
Eğer sana evlenme vaadini ben verdiysem,
söz verdiğim yatağımdaki hakkın olan şeyi iste.
Ama eğer sana yüreğim olmaksızın bir ses dışında hiçbir
şey vermediysem, elinde yalnızca anlamdan yoksun boş sözlerin var demektir.
Ben yemin etmedim: Yemin içeren sözleri okudum;
bu yöntemle benim için seçilmiş bir eş olamazsın.
Bu şekilde başkalarını kandır. Elmadan sonra bir mektup gitsin:
Eğer bu geçerli bir yöntemse, o zaman zenginlerin servetlerini al
ellerinden.
Krallara, krallıklarını sana vereceklerine dair yemin ettir.
Ve bütün dünyada hoşuna giden her ne varsa hepsi senin olsun.
Eğer yazdıkların bunca büyük bir tanrısal güce sahipse
O zaman sen bu konuda Diana’dan bile, inan bana, daha büyüksün.(135-150)
‘Yemin’ tanrısaldır ve insana gerçekten korku ve sorumluluk verir.
Cydippe her ne kadar bu yemini bilinçsiz verdiğini öne sürüp yemininin geçersiz
olduğunu yazsa da, onu tanrısal bir korku etkisi altına almıştır. Nitekim
kendisi, böyle mantıklı şeyler düşünüp yazarken de, Acontius’u dirençli bir
şekilde reddederken de tanrıçanın öfkesinden korku duyduğunu itiraf eder. Tam
üç kere evlenecek olduğunu, üçünde de tam bütün düğün hazırlıkları yapılmışken hasta
bedeninin yataklara düştüğünü ve her seferinde, evin içinde alışılagelmiş
mutluluk havası yerine hastalık ve ölüm havası bulan Düğün Tanrısı
Hymenaios’un, o üzüntülü kalabalık içinde mutlu bir şekilde yükselmekten utanıp
kapıdan döndüğünü yazmaktadır. Cydippe, yaşadıklarından yakınırken, bunu, kendi
üzerinde patetik bir durum yaratmak amacıyla yapıyor gibi görünmektedir.
Hastalığı yüzünden düştüğü acınası durum düğün hazırlıklarından bahsettiği
satırlarda belirginleşmektedir. Cydippe, kendisini ateşler içinde yatarken,
düğün meşalesi yerine ölüm meşalesi tutarken, annesi ve babasını da kendi
başucunda ağlayıp yas tutarken betimlemiştir. Tanrıçadan kendisine yardım
etmesi için dua ederken, başına gelen bu hastalığın nedenini bu kez tanrıçaya
hitap ederek bir kez daha sorgular. Kendi üzüntülü halini anlatırken Tanrıçaya
“mutlu” diye hitap eder:
Acı çeken beni esirge, ey süslü ok kılıfından hoşnut
tanrıça, artık bana iyileştirici kardeşinin yardımını sağla.
Onun ölüm nedenlerini kovması,
seninse tam tersine benim ölümümün nedeni olman senin için utanç
vericidir.
Sen gölgeli bir pınarda yıkanmak isterken
Ben boş bulunup yüzümü senin yıkandığın yere mi çevirdim?
Ya da bütün tanrısal varlıklar arasında senin
sunaklarını ihmal mi ettim; yoksa anneniz benim annem tarafından mı hor
görüldü?
Ama benim kesinlikle hiçbir suçum yok, sahte yeminleri okumanın
ve pek iyi şeylerden söz etmeyen bir şiir karşısında
bilgili olmanın dışında. (173-182)
Bu satırlardan sonra Cydippe yine Acontius’a döner ve artık iyi olması için
dua etmesini, yoksa çok yakında arzuladığı kızın tamamen yok olacağını yazar.
Zira onun yüzünden hem kendi hayatının, hem de Acontius’un kendisiyle birlikte
olma umudunun söndüğünü ileri sürerek, Zalim Tanrıça’yı hedef göstermektedir.
Bundan sonra Cydippe Acontius’un, mektubunda kendinden geçerek yazdığı ve
kıskançlığını son derece açık bir biçimde ortaya koyduğu çekincelerine yanıt
verir. Buna göre Acontius’un, başka bir adamın onun yanına gelip onunla
birlikte olduğundan korkmasına gerek yoktur. Çünkü “eşi olmasına karar verilen
o adam” artık Cydippe’nin hastalığına kendisinin sebep olduğunu anlamış ve gün
geçtikçe ondan daha da uzaklaşmıştır:
Zira (o) gizli bir nedenden ötürü sık sık gözyaşı döküyor.
Ve artık daha az cüretle iltifat ediyor ve nadiren öpüyor
ve beni “benim” diye çekingen bir sesle çağırıyor. (194-196)
Bir yandan bunları yazarken Cydippe, bir yandan da Acontius’un bu
okuduklarına memnun olmasından yakınmaktadır; Acontius o adamın kendini
suçlamasından son derece memnundur; oysa Cydippe’ye göre öfkelenilmesi,
suçlanılması gereken biri varsa o kesinlikle Acontius’un kendisidir. Bununla
birlikte
Tanrıça Leto’yla alay etmiş. Annelerinin küçük düşürülmesine
dayanamayan Apollo ile Artemis de, intkam almak amacıyla, Niobe’nin 14 çocuğunu
oklarıyla öldürmüşler.
Acontius mektubunda Cydippe’yi görmeye gelmesine izin verilmesini ister.
Cydippe burada da ona ustaca karşılık verecektir. Ona göre kendisine uzaktan
böylesine zarar verebilen bir adam kim bilir yanında olsa neler yapacaktır?
Cydippe bu satırlarda Acontius’a, yani onu tuzağa düşüren adama acı vermek, onu
cezalandırmak istemektedir. Zaten gelse bile ortada onu memnun edebilecek bir
şey bulamayacaktır. Çünkü Cydippe artık Delos’taki heyecanla, büyüleyici
güzelliğiyle dolaşan canlı, hayat dolu kız değildir:
Şu anda beni görsen
daha önce görmüş olduğun kız olduğuma inanamazsın; “Bu, hiç de benim hileyle
elde etmeye çalıştığım kız değil.” dersin, hatta beni, evlenmeyeyim diye,
ettiğim yeminden azat edersin ve bunu tanrıçanın da unutmuş olmasını dilersin.
Belki de bu sefer benim öncekinin tam
tersi şeye yemin etmemi istersin
ve okumam için bana başka sözler
yollarsın.
Ama yine de, madem istiyorsun, (...)
evlenme sözü aldığın kişinin bitkin
bedenini gelip görmeni dilerim.
Ey Acontius, yüreğin
bir demirden daha da sert olsa da, bizzat kendin, yeminimden azat edilmemi
istersin. (221-230)
Cydippe artık mektubunu bitirmek üzeredir ve Acontius’a, bu olanlardan
dolayı korku duyduğundan ve nişanlandırıldığı adamın artık ümitsizlik içinde
kendisinden uzaklaştığından başka, Acontius için sevindirici, umut verici tek
bir cümle yazmamıştır. Şimdi de son olarak hakkında yayılan söylentilere
değinir. Ki buna göre iyileşmesinin neye bağlı olduğunu öğrenmek üzere
Delphoi’da, tanrı
Apollo’ya danışılmıştır. Sonuç olarak tanrı da, kahinler de, kehanetler
de hep Acontius’un lehine olmuştur. Cydippe Acontius’un böylesine büyük bir
gücü arkasına almasına şaşmaktadır ve onun tanrıları hangi kurnazlıkla, hangi
yazdığı yazıyla kendi tarafına çektiğini merak ettiğini sorarak ona olan
güvensizliğini bir kez daha açıkça göstermektedir. Ancak Cydippe’nin,
mektubunun son satırlarında, böylesine bir güç karşısında artık Acontius’a daha
fazla direnemeyeceği ve onu reddedemeyeceği ortaya çıkar:
Madem ki tanrılar senden yana, ben de tanrıların kutsal isteğine
uyacağım.
Ve pes etmiş ellerimi seve seve senin isteklerine doğru uzatacağım.
(239-240)
Her şeye rağmen Cydippe, gene de, kendisini asla tamamiyle bırakmaz ve
kendisini tanrıların isteğini yerine getiren ve tanrısal gücü görmezden gelmeyen,
buna zorunlu olan bir kadın olarak sunar. Bundan sonra Cydippe Acontius’a,
tıpkı onun, mektubunda olmasını istediği gibi, olanların tümünü olduğu gibi
-ama onun yazdığının tersine başı önde, utanç içinde- annesine anlattığını
yazar. Geri kalanı Acontius’un sorumluluğundadır; Cydippe bu yazmış olduğu
mektubun bile bakire bir genç kız için fazla olduğunu vurgular. Zira gücünün
daha fazla yazmaya el vermediğini ileri sürerek mektubunu sonlandırır ve
Acontius’un okumayı arzu ettiği cümlelerle ona mektubunda geçici olarak veda
eder:
Artık ben de seninle evlenmek istediğime göre,
mektubumun sonuna “esen kal” demekten başka ne kalıyor? (247-248)
HEROIDES’TEKİ
KARŞILIKLI MEKTUPLARDA AŞK KAVRAMI
Helena, Cydippe ve Hero; Ovidius’un, mitolojik öyküler arasında en çok
ilgisini çeken kadın kahramanlar olmalıdır. Zira onların adlarına ve
yaşadıkları olaylara sık sık diğer eserlerinde de değinmektedir. Bu kadınların,
yazdıkları mektuplarda rolleri pasif olmasına karşın, söylemleri son derece
dinamiktir. Onların mektuplarında bazı kavramlar güçlü bir şekilde öne
çıkmaktadır.
1.
Aşk
Yasaktır/Gizlidir/Gizemlidir:
Heroides’te aşık olan ve aşık olunan kişi dış etkenler yüzünden
ayrı olmak zorundadırlar ve birlikte olmaları kesinlikle yasaktır. Zira eski
çağ eserlerine baktığımızda da genel olarak karı koca arasında olan ya da
mümkün olan aşktan çok, iki sevgili arasında yaşanan aşktan bahsedilir ve bu
iki sevgilinin birlikte olmaları ne kadar imkansızsa aşklarının derecesi de o
kadar büyük olur.
Heroides’teki örneklere baktığımızda: Helena Menelaos’la evlidir;
dolayısıyla başka bir erkekle, yani Paris’le birlikte olması toplum kurallarına
göre imkansızdır. Sonuç olarak Paris ile Helena’nın aşkı ‘yasak aşk’tır.
Hero, kendini Venus’e adamış bakire bir genç kızdır ve tapınımının gereklerini
yerine getirdiği ve saygınlığını koruduğu sürece evlenmesi yasaktır; bu yüzden
Leander’e olan aşkını gizli tutmak zorundadır. Yani Leander ile Hero’nun aşkı
‘gizli aşk’tır.
HEROIDES’TEKİ
KARŞILIKLI MEKTUPLARDA AŞK KAVRAMI
Helena, Cydippe ve Hero; Ovidius’un, mitolojik öyküler arasında en çok
ilgisini çeken kadın kahramanlar olmalıdır. Zira onların adlarına ve
yaşadıkları olaylara sık sık diğer eserlerinde de değinmektedir. Bu kadınların,
yazdıkları mektuplarda rolleri pasif olmasına karşın, söylemleri son derece
dinamiktir. Onların mektuplarında bazı kavramlar güçlü bir şekilde öne
çıkmaktadır.
2.
Aşk
Yasaktır/Gizlidir/Gizemlidir:
Heroides’te aşık olan ve aşık olunan kişi dış etkenler yüzünden
ayrı olmak zorundadırlar ve birlikte olmaları kesinlikle yasaktır. Zira eski
çağ eserlerine baktığımızda da genel olarak karı koca arasında olan ya da
mümkün olan aşktan çok, iki sevgili arasında yaşanan aşktan bahsedilir ve bu
iki sevgilinin birlikte olmaları ne kadar imkansızsa aşklarının derecesi de o
kadar büyük olur.
Heroides’teki örneklere baktığımızda: Helena Menelaos’la evlidir;
dolayısıyla başka bir erkekle, yani Paris’le birlikte olması toplum kurallarına
göre imkansızdır. Sonuç olarak Paris ile Helena’nın aşkı ‘yasak aşk’tır.
Hero, kendini Venus’e adamış bakire bir genç kızdır ve tapınımının
gereklerini yerine getirdiği ve saygınlığını koruduğu sürece evlenmesi
yasaktır; bu yüzden Leander’e olan aşkını gizli tutmak zorundadır. Yani Leander
ile Hero’nun aşkı ‘gizli aşk’tır.
Cydippe’nin ise tıpkı Helena gibi hayatında başka bir adam vardır. Annesi
ve babası ona çoktan başka biriyle söz kesmişlerdir. Her ne kadar Acontius,
tanrı adına kendisiyle evlenmeye yemin edilmiş biri olarak, bu yemini, insana
verilen sözden üstün tutsa da, Cydippe için onunla birlikte olmak doğru
değildir. Bu açıdan bakıldığında Acontius ile Cydippe’nin aşkı ‘gizemli
aşk’tır.
Sonuç olarak her bir kadın kahramanın üzerinde toplumun ve toplumda
etkili olan düşüncelerin baskısı hissedilir ve onların mektupları okunurken, bu
baskılara nasıl cevap verecekleri merak konusu oluşturur. Sonuçta bu
kadınlardan her biri başkaldıran, ancak sebepleri olan, kendilerini aklayan
karakterler olarak karşımıza çıkar.
3.
Aşk
Trajiktir/Dramatiktir/Acıklıdır:
Karşılıklı mektuplar, kahramanlar arasında dramatik etkileşime izin
vermektedir. Mektuplar etkileyicidir, ancak eğlenceli değildir ve okuyucuyu hiç
bir şekilde rahatlatmaz. Ovidius, mektupların yazıldığı zamanları, hikayelerin
en trajik yanlarından yararlanabileceği şekilde ayarlamıştır. Her bir mektup uzun
bir olaylar silsilesinin tam ortasında yazılmaktadır. En heyecanlı noktada
mektup araya girmektedir ve kahramanlar, duygularını açıklamak için olayların
gidişatını durdurmaktadır.
Paris ve Helena’nın, dünyayı umursamayan arzuları ve tavırları ve de bunu
izleyecek ölüm-yokluk-sefalet dizisi arasındaki zıtlık, onların mektuplarını
karamsar kılmaktadır. Aşkları büyük bir savaşla son bulacaktır ve adeta bu sonu
hazırlayan, Helena’nın Paris’e vereceği bir “evet” cevabıdır. Aşklarının
malzeme olduğu trajik olayları da düşünecek olursak, Paris ile Helena’nın aşkı
trajiktir.
Hero ile Leander’in mektupları da trajik bir olayı işlemektedir. Hero,
Leander’e hiç bir zaman gönderemeyeceği cevabını yazarken, Leander kendi
mektubunun ardından hiç düşünmeden denize atladığı için, kıyıda ölü bir şekilde
uzanmıştır ve sabah olduğunda Hero da onun yanında uzanıyor olacaktır. Onlar
mektuplarını yazdıkları sırada, her ikisinin de hayatının ve aşkının sona
ermesine yalnızca bir gece kalmıştır. Dolayısıyla bu trajik son her satırda
hissedilmektedir. Onların mektupları hiç bir güldürü unsuruyla
hafifletilmemiştir. Romantik aşk felaket içgüdüsü altında ezilmiştir ve
yaklaşmakta olan felakete mahkum olmuştur. Sonuç olarak, bu trajik olay, ölümle
sonuçlandığı için acıklıdır.
Acontius’la Cydippe’nin mektuplarının havasıysa kaçamaklıdır. Cydippe’nin
mektubunda ağır bir hastalık havası ve ölüm korkusu sezilmektedir. Sonunun
mutlu bitip bitmeyeceği düşündürücüdür. Yine de bunca endişe ve kaygıdan sonra
okuyucu onların mektuplarında mutlu bir son umuduyla rahatlar. Dolayısıyla,
Acontius ve Cydippe’nin aşkı dramatiktir.
4.
Aşk
Tanrısaldır/Yazgısaldır:
Heroides’teki karşılıklı mektuplarda tanrıların rolü son derece
büyüktür. Aşık olan erkek kahramanlar güçlerini tanrılardan almaktadırlar ve
bunu aşık oldukları kadınlara her fırsatta yazarak aşklarını adeta
tanrısallaştırmaktadırlar. Heroides’teki her bir çiftin akıbeti
tanrıların insafına kalmıştır. Dolayısıyla hepsi için ortak bir tanrıça vardır:
Aşk Tanrıçası Venus. Eski ozanlar Venus’ü tanımlarken onun için genellikle
hafif, oynak gibi sıfatlar kullanma eğiliminde olmalarına karşın, Ovidius’un Heroides’teki
tutumu bunun tam tersidir. Ona göre, Venüs, aşağı görülmeyecek son derece
saygın ve ağırlığı olan bir tanrıçadır. Zira aşıkların kaderini Venüs
belirlemektedir.
Paris gücünü, ona Helena’nın aşkını vadeden Tanrıça Venus’ten almaktadır.
Helena’ya her fırsatta kader tanrıçalarının, onların birlikte olmasından mutlu
olacağını yazmıştır. Ancak onların kaderini Venus değil, güzellik yarışmasında
Paris’in oyunu alamayan öteki iki tanrıça, yani Iuno ve Minerva
belirleyecektir. Paris gelecek kuşaklara adulter sıfatıyla namussuz bir
adam olarak taşınacaktır. Helena’nınsa, Troia Savaşı’nın başlamasıyla birlikte casus
belli olarak anılacak ve karalanacak olması kaderidir.
Hero ve Leander’e gelince, onların mutlulukları, sağı solu belli olmayan
insanüstü güçlere, rüzgarlara ve dalgalara bağlıdır; öyle ki bu güçler onların
sonunu hazırlamaktadır. Bu nedenle Leander mektubunda rüzgar tanrısı Boreas’a
ve denizde yolunu bulmasını sağlayan Ay Tanrıçası’na seslenerek, onlardan
yardım dilemektedir. Hero da aynı şekilde mektubunda, sevgilisine yüzülecek
sular sağlaması için Deniz Tanrısı Neptunus’a yakarmaktadır.
Cydippe ise, insani ve tanrısal yükümlülükler arasında sıkışıp kalmış, ne
yapacağına karar veremeyen bir karakterdir. Onun kaderi, adına yemin ettiği ve
yeminini gerçekleştirmediği için hastalanmasına neden olan Tanrıça Diana’ya
bağlıdır. Diana onun için zalim ve korku duyulan bir tanrıçadır. Cydippe’nin yeminiyle
sözü arasında vereceği kararı bekleyen Acontius ise aşkının gücünü ve desteğini
Diana’dan almaktadır. Mektubunda Cydippe’yi ikna edebilmek için tanrıçaya
ettiği yemini durmadan hatırlatmakta ve ona tanrıçanın öfkesinden sakınması
gerektiğini yazmaktadır. Dolayısıyla onun için tanrıça, sevgilisine kendi
düşüncesini kabul ettirmek için bir araçtır. Zira Cydippe sonunda tanrıların
onayladığı karara boyun eğmek zorunda kalacaktır. O da, Helena gibi, kendini,
bir erkeğe kanan, onun sözleriyle baştan çıkan bir kadın olarak değil,
tamamiyle tanrıların isteğini yerine getiren bir kişi olarak göstermektedir.
Sonuç olarak, gerek Paris ile Helena’nın, gerek Hero ile Leander’in,
gerekse Acontius ile Cydippe’nin aşkları hem tanrısal, hem de yazgısaldır.
Heroides’deki her bir kahraman, sevgilisiyle birlikte olabilmek
için ölümü göze almıştır. Paris, Helena kendisiyle geldiği taktirde başlayacak
savaşların farkındadır ve bunu göze aldığını mektubunun son satırındaki “savaşları
büyük mükafatlar tetikler.” sözüyle belli etmiştir ve olası bir savaşa
hazırlıklı olduğunu yazmıştır. Leander de Hero’yu biraz olsun görebilmek için
fırtınalı gecelerde dalgalarla, dolayısıyla ölümle boğuşmaktadır. Onun aşkı
ölümle iç içedir, öleceğini bile bile her türlü zorluğa göğüs germektedir;
çünkü kıyıda oturup beklemek onun için yüzmekten çok daha güçtür. Acontius’un
durumu ise diğerlerinden biraz farklıdır. O, Cydippe’yi elde etmek için elinden
geleni yapmaktadır ve bunun kendinin de sonu olacağını bile bile, kendi yüzünden
hastalanan Cydippe’nin, başkasına gitmesindense ölmesini yeğlemektedir.
Dolayısıyla ölüm bu mektup yazarlarının daima satırlarında olan bir
kavramdır. Aşk bir anlamda ölümü göze almak demektir. Zira çoğu kez aşık olan
karakterin, sevdiği kişiyle birlikte olamamaktansa, ya da onu başkasıyla
paylaşmaktansa ölümü yeğlediği ve bunu sık sık ifade ettiği görülmektedir.
Kısacası her üç çiftin de aşkları, görüldüğü gibi, ölümcüldür.
SONUÇ
Kadınlar erkeklere göre aşk konusunda çok daha duygusaldır, hassastır,
daha olgun, daha mantıklıdır. Çünkü kadın erkeğine güvenmez. Kadın temkinlidir,
meraklıdır.
Paris ve Acontius mektuplarında tamamiyle aşık oldukları kadınları
etkilemeye ve kendileriyle birlikte olmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Bunu
elde etmek için de onlar bilinen aşk oyunlarına başvururlar: Kendilerini
överler ve zenginliklerini, soylarını, sahip oldukları toprakları ve o toprakta
yaşamış olan kahramanları, tanrılarını üstün gösterirler. Hitap ettikleri
kadınlara övgü dolu sözler yazarlar ve onların güzelliklerini tanrıçaların
güzellikleriyle kıyaslarlar. Ellerinden geldiğince çeşitli vaatlerde bulunurlar
ve sevdikleri kadına birlikte mutlu ve zevk dolu bir hayat sözü verirler.
Aşklarını yüceltir ve ilk görüşte aşık oldukları anı anlatarak onların güvenini
kazanmaya çalışırlar. Aşklarının masum olduğuna ve doğru bir iş yaptıklarına
sevdikleri kadınları inandırmaya çalışırlar. Kendilerini acındırırlar.
Ancak ne Helena, ne de Cydippe bu aşk oyunlarına kanacak karakterlerdir.
Her ikisi de kendi üstünlüklerini göstererek onların sundukları vaatleri,
etkileyici sözleri bir bir çürütürler. Söz söyleme konusunda usta olan bu
karakterler bir kadının bunlardan çok neyi arzuladığını ya da neyi arzulaması
gerektiğini onlara gösterirler. Helena Paris’e, eğer onun peşinden giderse,
bunun sebebinin, ona sunulan hediyeler değil, yalnızca aşk olacağını yazmıştır.
Onun için hediyelere boğulmaktan, zengin olmaktan çok daha önemli olan şey
sevilmektir, kendisine değer verilmesidir. Korktuğu şey de Paris’in vaatlerinin
gerçekleşmemesi değil, Troia’da yaşayacağı duygusal boşluktur. Toplumdaki
konumuna önem vermekte ve geleceğin ona getireceği kötü sonuçları tahmin
etmektedir. Bir erkek olarak Paris ona güven vermemektedir.
Cydippe de aynı şekilde, Acontius’un onu kandırmak için yaptığı oyunları
alçakça bulurken, bunları yapmaktansa aşkını doğrudan söylemesini yeğleyeceğini
ve bunun, onun için çok daha kabul edilebilir bir şey olacağını yazmıştır.
Helena gibi o da karasızdır; gururlu ve namusludur, toplumdaki yargıları
önemsemektedir. Acontius’un tavrını kötü niyetli ve kurnazca bulmaktadır.
Hero ve Leander’e baktığımızdaysa, her ikisinin de aynı derecede hassas
olduğunu görmekteyiz. Çünkü Leander’in Hero’yu ikna etmek gibi bir kaygısı
yoktur. O, Hero’nun aşkından ve onu beklediğinden emindir. Dolayısıyla onların
satırlarında tam anlamıyla saf aşk ortaya çıkmaktadır.
Erkeklere göre hem geleceğe karşı daha kayıtlı ve düşünceli olan, hem de
toplum tarafından üzerlerinde baskı kurulan kadınlar aşkta her duyguyu
erkelerden daha fazla yaşamaktadırlar. Onlar daha fazla korkmakta, daha fazla
merak etmekte, daha fazla kıskanmakta ve de daha fazla acı çekmektedirler. Bunun
sebebini Hero mektubunda en güzel şekilde açıklamıştır. Ona göre, bir şeyi
unutmak ya da oyalanmak için sayısız uğraşı olan erkekler kendilerini zamanın
akışına bırakabilmektedirler. İstediklerinde kimseyi düşünmeden farklı
kadınlarla birlikte olabilirler. Oysa kadınların tek çaresi beklemektir. Onlar
sadıktır ve oyalanmak için yapabildikleri tek şey sevdikleri adamı düşünmektir.
Düşünmek de onların yeni yeni endişe ve kıskançlık kaynağı bulmasına sebep olur
ve her şeyden korkmaya başlarlar.
Aşıklar için en büyük korku sevdiği kişiyi başka biriyle paylaşmaktır.
Paris, Helena’yı yemek masasında Menelaos’la oynaşırken gördüğü anları
kıskançlık ve öfke dolu satırlarla yazmıştır. Hero da, Leander’in gelmeyişinin
sebebini başka bir kadına yorarken, büyük bir mutsuzluk ve umutsuzluk içinde
bunun ölümden de beter bir duygu olduğunu ifade etmiştir. Acontius için de
Cydippe’nin hasta yatağının başında başka bir adamın olduğunu bilmek dayanılmaz
bir şeydir. Acontius bu düşünceyle yazdığı satırlarında adeta deliye dönmektedir.
Cydippe düşündüğü gibi olmadığını yazarak, kendi mektubunda onu yatıştırmaya
çalışmıştır.
Kadınların
güvenilir dostu yine kadınlardır:
Ortada gizli kalması gereken bir aşk olduğunda aşık olan kişilerin en iyi
dostu yardımcılardır. Onlar aşıkların bir araya gelmesi için aracılık yaparlar.
Helena da her konuda yardımcıları Aretha ve Clymenen’e danışmaktadır. Paris
mektubunda ona ulaşmak için önce yardımcılarıyla konuşmaya çalıştığını,
onlardan yardım beklediğini yazmıştır. Helena da kararını vermek üzere olduğu
son anda, mektubunu yardımcılarıyla konuşacağını yazarak bitirmiştir.
Hero da kulede dadısıyla birlikte yaşamaktadır ve o, Leander’le ilgili
tüm duygularını dadısıyla paylaşmaktadır. Hero’nun dadısı, onun yasak aşkı için
büyük bir rol üstlenmektedir.
Cydippe ise hasta yatağında yatarken en çok yardımı bakıcısından
almaktadır. Bakıcısı, Acontius’la gizli gizli mektuplaşması için fırsat
yaratarak onlara yardımcı olmaktadır.
xxx
Ovidius’un kadına verdiği önem açıktır. Kadınların iç dünyalarındaki tüm
duygu fırtınalarını onların ağzından ortaya dökebilmek için “mektup”u bir araç
olarak kullanması, ozanın ustalığını göstermektedir. Heroides eserinde
pek çok kadın kahramanı konuşturmuştur. Biz, kadın duyarlılığını erkek
duyarlılığı ile karşılaştırmaya imkan verdiği için, özellikle üç aşık çiftin
birbirlerine yazdıkları mektuplarını seçtik.
Çalışmada, mitolojik aşk mektuplarından oluşan Heroides adlı
eserdeki karşılıklı mektuplarda aşk kavramı incelenmiştir. Araştırma iki bölüme
ayrılmıştır. İlk bölümde Ovidius’un hayatı, eserleri ve yaşadığı dönem genel
olarak tanıtılmıştır. Ana bölümü oluşturan ikinci bölümde ise, önce Heroides
hakkında genel bir değerlendirme yapılmış ve ardından eserdeki karşılıklı
mektuplar incelenmiştir. Sonuç olarak, bu mektuplarda öne çıkan ‘kadın’ın aşka
bakış açısı ortaya konulmaya çalışılmıştır.
■ Albrecht, Michael Von, A History of Roman Literatüre, from
Livius Andronicus to Boethius, E.J. Brill, New York, 1997.
■
Antik Aşklar, çev.
Nejla Burnazoğlu, Yazıcı Yayınevi, İzmir, 2000.
■ Bayladı, Derman, Açıklama ve Yorumlarıyla Klasik Mitolojide
En Güzel Aşk Masalları, Bulut Yayınları, İstanbul, 2005.
■ Brownlee, Marina Scordilis, The Severed Word; Ovid’s Heroides
and The Novela Sentimental, Princeton University Press, New Jersey, 1990.
■
Can, Şefik, Klasik Yunan
Mitolojisi, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1997.
■ Conte, Gian Biagio, Latin Literature- A History, The
Johns Hopkins University Press, Baltimore and London, 1994.
■
Erhat, Azra, Mitoloji
Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004.
■
Erim, Müzehher, Latin
Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987.
■ Euripides, Troyalı Kadınlar, çev. Sandalcı,Sema,
Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2002.
■ Fulkerson, Laurel, The Ovidian Heroine as Author; Reading,
Writing and Community in the Heroides, Cambridge University Press, New
York, 2005
■ Greenhut, Deborah S., Feminine Rhetorical Culture; Tudor
Adaptations of Ovid’s Heroides, Peter Lang Publishing, New York, 1988.
■ Griffin, Jasper, Latin Poets and Roman Life, The
University of North Carolina Press, Chapel Hill, 1986.
■ Grimal, Pierre, Love in Ancient Rom e, trans. by
Arthur Train, , University of Oklahoma Press., Norman and London,1986.
■ Grimal, Pierre, Mitoloji Sözlüğü-Yunan ve Roma, çev.
Tamgüç, Sevgi, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1997.
■ Holzberg, Niklas, The Poet and His Work, trans by
Goshgarian, G.M, Cornell University Press, Ithaka and London, 2002.
■ Hornblower, Simon; Spawforth, Anthony, The Oxford Classical
Dictionary, Oxford University Press, 2003.
■
Isbell, Harold, Ovid
Heroides, Penguin Books, London, 1990.
■
Kenney, E.J., Ovid
Heroides XVI-XXI, Cambridge University Press, Cambridge, 1996.
■
Kenney, E.J.; Clausen, W.V,
The Cambridge History of Classical Literature, Cambridge University
Press, New York, 1982.
■
Loven, Lena Larsson,
Strömberg, Agneta, Aspects of Women in Antiquity, Paul Aströms Förlag,
Sweden, 1998.
■
Mousaios, Hero ile
Leandros, çev. Umar, Bilge, İstanbul, 1987.
■
Ovidius, Aşk Sanatı,
çev. Eyüboğlu, İ. Zeki, Payel Yayınları, İstanbul, 1994.
■ Özaktürk, Mehmet, Roma Yazınının Sürgün Ozanları,
T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
■ Paulock, Barbara, Eros, Imitation, and the Epic Tradition,
Cornell University Press, Ithaka and London, 1990.
■ Sellar, W.Y., M.A., LL.D, The Roman Poets of The Augustan
Age: Horace and The Elegiac Poets, Biblo and Tanen, New York, 1892.
■ Spentzou, Efrossini, Readers and Writers in Ovid’s Heroides,
Oxford University Press, New York, 2003.
■
Tamer, Diler, Augustus
Çağında Cinsel Suçlar, Homer Kitabevi, İstanbul, 2007.
■ Thibault, John. J, Mystery of Ovid’s Exile, University of
California Press, 1964.
■ Vergilius, Bucolica’lar, Georgica’lar, çev. Uzel, Türkan,
Öteki Yayınevi, Ankara, 1998.
■ Yörükan, Turhan, Yunan Mitolojisinde Aşk, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 2000.
■ Baca, Albert R., Ovid’s Claim to Originality andHeroides 1,
in Transactions and Proceedings of American Philological Association, vol. 100,
pp. 100-110, San Fernando Valley State Colege, 1969.
■ Clark, S. Burton, The Authorship and the Date of the Double
Letters in Ovid’s Heroides, in Harvard Studies in Classical Philology, vol.
19, pp. 121-155, 1908.
■ Cunningham, Maurice P., The Novelty of Ovid’s Heroides,
in Classical Philology, Vol.44, No.2, pp. 100-106, 1949.
■ Farrell, Joseph, Reading and Writing The Heroides, in
Harvard Studies in Classical Philology, vol.98, pp.307-338, 1998.
■ Morris, L., Heroides, in The Classical Review, New
Ser., vol. 49, No.1, 55-57, 1999.Royal Holloway, Oxford University Press,
London,1999.
■ Özaktürk, Gül, Yazınsal Mektubun Tarihçesi, Archivum
Anatolicum: Anadolu Arşivleri, sayı 4, sf. 143-165, 2000.
« Prev Post
Next Post »