Print Friendly and PDF

Translate

OVIDIUS’UN HEROIDES’İNDEKİ KARŞILIKLI MEKTUPLARDA AŞK KAVRAMI

|

 


Hazırlayan: Serap Gür

 

ÖNSÖZ

Heroides, hem konusu hem işlenişi bakımından yepyeni bir eserdir. Ovidius, bu eserini oluştururken mitolojiyi, elegeia ve mektup türünü bir arada kullanmıştır ve geçmişin savaşan erkeklerinin, terk edilen, aldatılan kadınlarını konuşturmuştur. Onların ağzından yazdığı mektuplarda, bu kadınların arayışları, arzuları, acıları ve bunun sonucu olarak da kadın ruhunun iç parçalayıcı haykırışı ortaya çıkmıştır. Bunlar mitolojinin, destan ve tragedyanın ürünü olan, daha önce yalın bir şekilde taslağı çizilmiş kadın kahramanlardır. Heroides’te onların canlandırılışı ve fark edilişi söz konusudur. Bu fark edilişin bir anlamda Ovidius’un yaşadığı dönemdeki Romalı kadının da fark edilmesiyle, eski gelenek ve göreneklerinden sıyrılıp hareketlenmesiyle paralel olduğu açıkça görülebilir.

Ovidius, eserinde kadın bakış açısının izlenmesine izin vererek, bir anlamda kadın ruhunun ansiklopedisini çıkarmıştır. Kadın psikolojisinin keşfi Heroides’in dikkate alınması gereken en önemli özelliklerinden biridir. Çalışmamda bu konuyu özellikle karşılıklı aşk mektuplarında irdelemeye çalışacağım.

Çalışmam boyunca benden yardımlarını esirgemeyen ve her türlü konuda bana yol gösteren danışmanım Sayın Prof. Dr. Filiz Öktem’e ve Sayın Dr. Sabriye Akoğlu’ya teşekkürü bir borç bilirim.

Serap GÜR

GİRİŞ

Ovidius, İ.S. 8. yy.’dan itibaren en çok okunan Romalı ozan olmayı başarmıştır. O, yaşamayı sevgiyle bütünleştiren bir ozandır ve Roma’da aşkın sözcüsü olarak belirmiştir. Seçtiği konular kadar işleyişi de sürükleyicidir. Eserlerinin her biri eski çağlarda olduğu kadar günümüzde de ilgi görmektedir.

Bu çalışmamda, Ovidius’u, yaşadığı devri ve Heroides’i genel olarak

değerlendirdikten sonra, özellikle eserin ikinci bölümünü oluşturan, erkek ile kadın kahraman arasındaki etkileşime izin veren, dolayısıyla farklı bakış açılarını görmemizi sağlayan karşılıklı aşk mektuplarını inceleyeceğim.

Çalışmada yer alan çeviriler için, Kenney, E.J., Ovid Heroides XVI-XXI, Cambridge, 1996. ve Ovidio, Lettere Di Eroine, trad.G.Rosati, Rizzoli, 1989. eserleri temel alınmıştır.

I.    BÖLÜM

OVIDIUS’UN YAŞAMI

Ovidius İ.Ö. 43 yılında, İtalya’nın Sulmo kasabasında atlı sınıfından soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İ.S. 17’de ise sürgün yeri olan Tomis’te hayata tek başına veda etmiştir. Ovidius hakkında en güvenilir ve sağlam bilgileri kendi eselerlerinde bulmaktayız. Ozanın sürgün şiirlerini yazdığı Tristia adlı yapıtının 4. kitabındaki 10. bölüm yazarın tam anlamıyla bir otobiyografisidir. Zira Ovidius, kendi yazdığı otobiyografisi günümüze kalmış olan ilk Roma ozanıdır.

Ovidius genç yaşta ailesi tarafından eğitimi için erkek kardeşiyle birlikte Roma’ya gönderilmiştir. Çünkü o dönemde Roma’nın kültürel ışıltısı pek çok taşralıya çekici gelmekteydi. Ovidius ve kardeşi Roma’da Arellius Fuscus ve Porcius Latro gibi zamanın seçkin hocalarından retorik dersleri almışlardır  ve özellikle Ovidius burada contraversia ve suasoria alıştırmaları yaparak dile olan eğilimini ve yeteneğini geliştirmiştir. Babası onun bu konularda ustalaştıktan sonra senatoda ilerlemesini istiyordu; fakat Ovidius içinde varolan şiir aşkına dur diyememiştir ve babasının onun için niyetlendiği şeyler için aldırdığı düz yazı eğitimi, tersine onun şiir yeteneğini ortaya çıkarmıştır ve Ovidius’un, içindeki şiir aşkını keşfetmesine yardımcı olmuştur. Babası her fırsatta şiirle uğraşmakla hiçbir şey elde edemeyeceğini söyleyerek, onu bu aşktan vazgeçirmeye çalışmıştır. Ovidius babasının uyarılarına kulak vermek istemiştir; fakat kalemi eline her aldığında şiir yazmaya başlamıştır ve kendi tabiriyle sıradan başladığı cümleler her seferinde kendiliğinden ölçülü, kafiyeli, anlamlı satırlara dönüşmüşlerdir.  Sonuçta Ovidius politikada önemli sayılabilecek görevlerde bulunduktan sonra, bu alanda ilerleme olasılığı çok yüksek olmasına rağmen, babasını hayal kırıklığına uğratmak pahasına kendini politikadan tamamiyle çekmiştir. Çünkü Ovidius’un hiçbir zaman politik hırsları ve kaygıları olmamıştır. Şiir yaşamında da Horatius ve Vegilius gibi öncüllerine nazaran imparatorluk kurumundan uzak kalmıştır. Sonuçta çok daha özgür bir ozan olarak edebiyat sahnesinde varolmuştur.

Şiir, Ovidius için adeta Musa’lar tarafından itildiği ve kendiliğinden gitmek zorunda olduğu bir yoldur.  Ama bu zorunluluk Ovidius’u sıkıştıran değil, tersine onu özgür bırakan, adeta kalbinin derinliklerine inmesini ve aynı zamanda evrenin en tepelerinde dolaşmasını sağlayan ve onu ölümsüz kılan bir şey olmuştur. Bununla birlikte, daha sonra ayrıntılı olarak üzerinde duracağımız üzere; ileride şiiri, onun beklenmedik bir şekilde dönemin imparatoru Augustus tarafından Roma’dan sürülmesine ve ömrünün sonuna kadar sevdiği her şeyden koparılmasına neden olacaktır.

Ovidius şiirle uğraşmaya başladığında çok küçük olmasına rağmen, sesini insanlara duyurmakta ve kendini kabul ettirmekte zorlanmamıştır ve şiir yazmaya başladığı ilk anlardan itibaren okunan bir ozan olmaya başlamıştır. Kamu önünde ilk şiirini okuduğunda daha çok küçüktür. Corinna diye hitap ettiği bir kadına duyduğu aşk acısını yazdığı bu şiiri onu ünlü yapmaya yetmiştir.  Bu şekilde dönemin tanınan ozanlarının dikkatini çekebilmiştir. Mesella Cornivus’un başında bulunduğu ve imparator Augustus tarafından desteklenen edebiyat çevresine katılarak onlarla yakın ilişkiler kurmuştur. Şiirinde bahsettiği üzere , Propertius’la çok yakın bir dostluk kurmuştur. Bulunduğu çevrede epik şiirde ünlü Ponticus ve iambos’larıyla ünlü Bassus adında ozanlardan bahsetmektedir. Macer’i dinlemiştir. Vergilius’u sadece bir kere görmüştür. Tibullus’la ise onun erken ölümünden dolayı her hangi bir dostluk kurmaya fırsatı olmamıştır. Ovidius şiirinde bu dostlarından ve modeli olan ozanlardan övgüyle bahsetmektedir. Zaman sırasına göre; Gallus, Tibullus ve Propertius’tan sonra kendisini dördüncü sıraya koymaktadır. Gerçekten de elegeia ozanlarının sonuncusu olan Ovidius kısa zamanda bu ozanların ardılı olmayı başarmıştır ve ne öncülleriyle, ne çağdaşlarıyla, ne de ardıllarıyla kıyaslandığında asla onlardan aşağı kalmayacak bir seviyeye yükselmiştir. İ.S. 8’den itibaren Roma şiirinin önde gelen ozanı olmuştur. Onun yaşlı ozanlara beslediği hayranlığı gençler ona karşı beslemeye başlamışlardır ve onu taklit etmişlerdir. Hatta Ovidius bir ozan olarak yaşadığı dönemde eserlerinin taklit edilmesine bizzat şahit olmuştur: Ovidius’un arkadaşı Sabinus sahte Ovidius metinleri yazmıştır; hatta bunlardan bazıları Heroides’e bakarak yazdığı cevap mektuplarıdır. Bunun yanı sıra şiirleri Roma tiyatrosunda sık sık sahnelenmiştir.

Ovidius ünlü olmaya başladığı yıllarda istemediği kısa bir evlilik dönemi geçirmiştir. Ozanın ikinci evliliği de kısa sürmüştür. Ovidius mutluluğu ancak üçüncü evliliğinde bulabilmiştir, ki bu evliliği ömrünün sonuna kadar sürmüştür.

Sürgüne giderken karısını ve çocuklarını Roma’da bırakmıştır; orada karısına yazdığı mektuplardan Ovidius’un ne kadar sadık ve sevgi dolu bir eş olduğu ortaya çıkmaktadır. Ovidius’u sürgündeyken avutan en büyük şeylerden biri karısının ona olan bağlılığı ve Roma’ya dönme umudunu daima taşıması olmuştur. Ancak her şeyin ötesinde Ovidius’un, şiirinde patetik bir şekilde yazdığı bir avuntusu daha vardır ; o da, bu cezaya çarptırılmadan kısa bir süre önce anne ve babasını kaybetmiş olmasıdır. Çünkü bu şekilde annesine ve babasına böyle bir acıyı yaşatmak zorunda kalmamıştır. Babası, her ne kadar umutlarını boşa çıkarmış olsa da, her zaman onun yanında olmuştur ve de eğer oğlunun başına böyle bir şey geldiğini görseydi muhtemelen bu şeye Ovidius’un kendisinden bile daha çok üzülecekti. Bununla birlikte Ovidius -belki de gittikleri yerden onu görüyorlardır ve ne yaşadığını biliyorlardır diye- anne ve babasına seslenerek bu sürgünün sebebinin scelus, yani gerçekten işlemiş olduğu bir suç değil, bir hata olduğunu söylemekte ve onların buna kesinlikle inanmalarını dilemektedir.

En verimli yıllarını Roma’dan ve sevdiği her şeyden, herkesten uzakta geçirmek zorunda kalan Ovidius en çok doğruyu anlatamamaktan dolayı kıvranmaktadır. Sürgüne gönderilmesinin altında muhtemelen çok büyük bir neden vardı; fakat Ovidius bu nedeni açıklayamamaktadır. Onun satırlarından bu nedenin ortaya çıkmasının çok daha büyük sorunlar yaratacağı anlaşılmaktadır. Değişen Roma’da eski ahlak anlayışını geri getirmeye çalışan İmparator Augustus İ.S. 8 yılında Ovidius’u sürgüne gönderirken, onu, Ars Amatoria adlı didaktik yapıtıyla gençleri ahlaksızlığa sevk etmek ve Romalı genç kızları kaçamak aşk ilişkileri yaşamaları için yüreklendirmekle suçlamıştır. Roma’da gerçek bir sürgünden farklı olarak Ovidius’un mal-mülk ve vatandaşlık haklarını kaybetmediği bu ‘gönderilme’nin sebebinin carmen, yani bir şiir olması kulağa inandırıcı gelmemektedir. Zira Ovidius bu şiirini sürgünden çok önceki yıllarında yazmıştır. Ayrıca Ovidius’tan önce de bu çeşit ilişkileri işleyen ozanlar olmuştur. Bununla birlikte ozanın sürgün şiirlerinde değinmekte olduğu, fakat tam olarak ne olduğunu yazmaktan özellikle kaçındığı başka bir neden daha vardır. Ovidius bu nedeni açıklamak istememektedir; çünkü bu muhtemelen İmparator Augustus’u yakından ilgilendiren bir nedendir ve bu nedenin açıklanması Augustus’u halkın gözünde küçük düşürecektir.  Ovidius bu ikinci nedenle ilgili özellikle Tristia adlı yapıtında bir çok şey söylemektedir.  Ovidius’un sürgüne gönderilmesinin nedenleri zamanımız araştırmacı tarafından da üzerinde çalışılan bir konudur. Ancak özellikle bu ikinci nedenle ilgili sorular hala açıklık kazanmamıştır.   Bir çok araştırmacı Ovidius’un burada bizzat vermiş olduğu ipuçlarına dayanarak, Ovidius’un scelus (error) olarak tanımladığı nedenin Ovidius’u sürgüne gönderen asıl neden olduğunu düşünmektedir. İleri sürülen fikirler arasında en olası olanı; ozanın davet edildiği bir şölen sırasında, Augustus’un torunu Iulia’yla Decimus Iunius Silanus arasında utanç verici bir zinaya istemeden şahit olması ve bu olayı -korktuğundan ya da utandığından dolayı- imparatora hemen bildirmemesidir.  Kızının ve torununun ahlaksızlıklarından bıkmış olan Augustus bu olayı öğrendikten sonra, Ovidius’un olaya karışmış olmasından dolayı öfkelenmiş ve onun bunu gizli tutmasını da imparatorluk kurumuna karşı sadakatsizlik olarak değerlendirmiştir. Sonuç olarak da böyle bir nedeni açığa vuramayacağı için, ozanı, çok daha önceki yıllarda yayımlamış olduğu şiiriyle suçlayarak, onu imparatorluğun en ücra köşesine, bir daha geri çağrılmamak üzere yollamıştır. Nitekim çok istemesine rağmen, Ovidius’un geri dönme umutları hiçbir zaman gerçek olamamıştır. Ne hatırlı dostların ricaları, ne de akıp giden yıllar Augustus’un yumuşamasını sağlayabilmiştir. Öyle ki Augustus’un ölümünden sonra yerine geçen Tiberius dahi ozanı Roma’ya geri çağırmaya cesaret edememiştir.

Roma’nın bu en büyük ozanının terkedilmiş olduğu Tomis adlı kasaba, ozanın anlattığına göre , doğası ve insanları vahşi olan ve sürekli olarak silah seslerinin yükseldiği bir savaş bölgesidir. Ovidius ister istemez yıllarını bu berbat bölgede geçirmiştir; fakat hiçbir zaman kendini bırakmamıştır. Bu silah seslerini duymamak için kendi silahını kullanmıştır. Şiir onun için öylesine güçlüdür ki onun sayesinde bulunduğu yerden kaçıp kendisini Helicon’un ortasında  bulabilmektedir. Sürgündeyken şiir onun için hem bir kaçış yolu, hem de acısını dindiren bir ilaç olmuştur; Ovidius onun sayesinde tüm kötü koşullara katlanabilmiştir. Tomis’te onu okuyacak kimse olmamasına rağmen, o yazarak vaktini geçirmiş ve kendi deyimiyle zamanı böyle kandırmayı başarabilmiştir.  Hayata şiirle tutunmuştur. Zira Ovidius sürgünde olmasına karşın, kendini geliştirmeyi de ihmal etmemiştir. O bölgede yaşayanların dilini öğrenmiş ve bu dilde de şiirler yazmıştır. Bununla birlikte Ovidius, o an yazdıklarının ilerde bir çok kişi tarafından okunacağının ve ölümsüzleşeceğinin farkındadır.  Yaşamıyla ilgili yazmış olduğu şiirinin sonunda  Ovidius, hayatta olan biri için asla mümkün olmayacak bir ünü, kendisine yaşıyorken bahşettiği ve de bedeni nerde olursa olsun ruhunun özgürce dolaşabilmesine olanak verdiği için, hem yoldaşı hem de can dostu olarak gördüğü Musa’ya, ardından da şiirini okumakta olan ‘okuyucu’ya incelikle teşekkür etmektedir.

OVIDIUS’UN YAŞADIĞI TARİHSEL ORTAM

Ovidius doğduğunda, Roma’da yıllardır insanları ve hayatı felç eden iç savaşlar sürmekteydi ve İ.Ö 510’da kurulmuş olan Cumhuriyet rejimi artık son demlerini yaşamaktaydı.

Roma’da cumhuriyetin çökmesine neden olan bu iç savaşlar kentin, başarılı fetihlerle büyümesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 400’lü yıllarda başlayıp M.Ö. 130’lara kadar süren ve Roma’yı bir dünya devleti haline getiren bu fetihlerin Roma’ya faydası olduğu kadar zararı da olmuştur. Zira Doğu fetihleriyle birlikte Roma’nın içine giren Helenistik kültür Roma’daki yaşantıyı büyük ölçüde etkilemiştir. Romalılar Yunanca öğrenmişlerdir ve bu sayede Yunanca eserler Latince’ye çevrilmiş ve insanlar Yunan bilimine ve felsefesine ilgi duymuşlardır. Okullardaki eğitim-öğretim değişmiştir ve Roma kültürel anlamda ışık saçan ve eğitim için tercih edilen bir kent haline gelmiştir. Fetihler Roma dinini de etkilemiştir; Yunan tanrıları ve mitolojisi doğrudan kabul edilmiştir. Bununla birlikte bu dönemde Romalı’yı Romalı yapan değerlerin içi boşalmaya ve farklı bir Romalı figürü ortaya çıkmaya başlamıştır. Geçmişinde son derece katı kuralları, katı bir ahlak anlayışı olan, tasarrufu seven ve gelenek-göreneklerine son derece bağlı olan Romalılar artık Doğu’nun lüks ve rahat yaşamına özenmeye başlamışlardır. Zengin olan kesim için önemli değerler artık aşırı lüks ve gösterişli bir yaşam olurken, yoksul insanlar da kendilerini eğlencelere vermeye başlamışlardır. Kadınlar eski sade hayat tarzlarını değiştirip çok daha rahat yaşamaya başlamışlardır; eşlerini aldatan ve terk eden kadınların sayısı artmıştır. Böylece Roma aile düzeni kökten sarsılmıştır.

Öyle ki boşanmak artık normal karşılanan bir durum olarak görülmeye başlamıştır. Bununla birlikte dış savaşlar sırasında tarlasını ve evini bırakıp savaşa giden kırsal kesimdeki insanların toprakları bakımsız kalmış ve savaşlar bittikten sonra bu kesim iyice yoksullaşmıştır. Zenginler ise varlıklarına varlık katmışlardır ve zengin ile fakir arasında büyük uçurumlar oluşmuştur. Bunun sonucu olarak da sınıflar arası ayrımlar ortaya çıkmıştır. İşte özellikle de bu sebeple Roma iç savaşlara hazır bir duruma gelmiştir. Nitekim kişisel çıkarlar ve sınıflar arası mücadele, Roma’da İ.Ö. 88 yılında başlayıp tam 50 yıl boyunca sürecek olan iç savaşları tetikleyen en önemli sebepler olmuştur.

Roma iç savaşların yaşandığı bu 50 yıl boyunca dehşet dolu bir yer haline gelmiştir. Halk bu dönemde çok zalim ve katı rejimlere maruz kalmış ve Romalı’nın Romalı’yı katlettiğine bizzat şahit olmuştur.

Ovidius, toplumu içten içe bitiren, insanları ve hayatı sefil eden bu iç savaşların uzağında kalmıştır. Çünkü o, bu savaşlar yaşanırken henüz küçük bir çocuktu ve barış günleri çok yakındaydı. Nitekim Roma’da iç savaşların sonu ve büyük bir dönüm noktası olarak sayılan İ.Ö. 31 yılında, Octavianus Antonius’u ve Cleopatra’yı Actium’da ordularıyla birlikte alt ettiğinde Ovidius henüz 12 yaşındaydı.

Octavianus hırslı ve politik eğilimleri olan bir komutandı. Aşırı cumhuriyetçiler ve aristokratlar tarafından İ.Ö. 43 yılında senatoda öldürülen Caesar’ın varisi olarak Roma’ya gelmişti. Caesar’ın hayattayken sağ kolu olan ve

Octavianus gibi başarılı ve hırslı bir komutan olan Antonius da gözünü Caesar’ın yerine dikmişti. Ancak Caesar’ın yerinin boşalmasının ve plansız yapılmış bir suikastın sonucu olarak halk ve senato, büyük bir bocalama dönemi yaşamıştı ve sonunda Caesar’ın yeğeni Ocatavianus’u desteklemeyi tercih etmişti. Zira Octavianus, Caesar’ın cenaze töreninde yapmış olduğu etkileyici konuşmayla halkı kendi tarafına çekerek, Caesar katillerinin korkup kentten kaçmalarına neden olmuştu. Ancak Roma, önce bu iki hırslı komutanın birleşip iktidar için Roma üzerine yürümelerine, daha sonra da birbirleriyle savaşmalarına sahne olacaktı. İktidar mücadelesinin yaşandığı bu yıllarda Roma’da her zamanki gibi çok kanlı sahneler ve zalimlikler yaşanmıştı. Bu kez şiddet ve korku içinde yaşayan bir Romalı figürü oluşmuştu. Bu mücadelenin sonunda kazanan taraf Octavianus’tu.

Octavianus yıllardır kötü koşullarda yaşayan halka bir umut ışığı olmayı başarmıştır. Geçmişte Caesar’ın katline sebep olan sistem onu baş tacı etmiştir. Çünkü Octavianus yaşadığı ortamı ve koşulları kullanmayı çok iyi bilen bir komutan olmuştur. Senato tarafından en üstün yetkilerle donatılarak Roma’daki en yetkin kişi olmayı başarmıştır. Ama o kimseyi karşısına almamak için çok başarılı bir politika uygulamıştır. Nitekim onun iktidarda olduğu dönemde senato kurumları sözde varlığını sürdürmüşlerdir. Ancak son söz Octavianus’undur. Bu yıllarda ona senato tarafından ‘yüce’ anlamına gelen ‘Augustus’ unvanı verilmiştir ve o, Roma’da adeta tanrısallaştırılan bir imparator olarak karşılanmıştır. Nitekim İ.Ö. 27 yılında senato tarafından resmi olarak imperator ilan edilmesiyle birlikte bütün güç ve yetkileri eline alarak Roma’nın tek hakimi olmayı başarmıştır. Bu, iç savaşlarla birlikte çatırdamaya başlayan Cumhuriyet’in, fiili ve resmi olarak sonu, ayrıca İmparatorluk döneminin başlangıcı olmuştur.

Augustus, iç savaşların artık sona erdiğini söyleyerek halkın umutlarını boşa çıkarmamış ve ülkede uzun bir süre devam edecek olan ‘Pax Romana’nın kurucusu olmuştur. Bu dönemde insanlar rahatlamış; yeniden korkmadan, huzur içinde nefes almaya başlamışlardır. Yaşanan bu iç huzurla birlikte tarım, ticaret, kültür ve sanat Roma’da oldukça gelişmiştir ve bu dönemde adı günümüze kadar gelmiş bir çok ünlü ozan yetişmiştir. İşte Ovidius da bu devrin yetiştirtirmiş olduğu ünlü ozanlardan biridir.

OVIDIUS’UN ESERLERİ

Ovidius’un Roma’da yayımlanmış dokuz eseri vardır. Bu eserlerden bir çoğu günümüze ulaşmıştır. Bazılarını ise yalnızca diğer ozanlar tarafından yapılan yorumlardan bilmekteyiz. Bununla birlikte ozana atfedilen, fakat orijinalliğinden emin olamadığımız birkaç şiir de vardır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi Ovidius oldukça genç yaşta şiir yazmaya başlamıştır. Gençlik çalışmalarıyla ilgili kesin olarak bir zaman sıralaması yapmak mümkün değildir. İ.Ö. 20’lerde yazılmış olduğu düşünülen Amores ozanın ilk eseridir. Ozan bu eseri ilk olarak 5 kitapçık halinde yayımlamış; ancak çok daha sonraları eserinden istemediği yerleri çıkartarak 3 kitaba indirmiştir.

Amores toplam 49 elegeia’dan oluşmaktadır. Bunlardan her biri 20 ile 100 dize arasında değişmektedir ve eser toplam 2460 dizedir. Ovidius bu eserinde gençlik çalışmalarının ürünlerini bir araya getirmiştir. Ovidius’un elegeia vezni ile yazmış olduğu bu eser, adından da anlaşılacağı üzere aşk teması üzerinedir. Ozan buradaki şiirlerinin pek çoğunu Corinna diye adlandırdığı hayali sevgilisine hitaben yazmıştır ve bu şiirlerde onun aşka olan bakışı açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Ovidius Amores’in ilk kitabında, aslında bir destan yazmak niyetinde olduğunu, ancak Cupido tarafından aşk şiirleri yazmaya zorlandığını söylemiştir:

Arma gravi numero violentaque bella parabam

edere, materia conveniente modis.

par erat inferior versus—risisse Cupido

dicitur atque unum surripuisse pedem. (Amores, I.1-4)

Ovidiusun yine gençlik çalışmalarından biri olan Heroides’in de Amores’le aynı zamanlarda yazıldığı düşünülmektedir. Heroides elegeia vezniyle yazılmış aşk mektuplarından oluşmakta ve iki bölüme ayrılmaktadır. Birinci bölümdeki mektuplar mitolojinin ünlü kadın kahramanlarının, sevgililerine ya da eşlerine yazdıkları mektupları içermektedir. Toplam 15 mektuptan oluşan bu bölümü Ovidius’un, İ.Ö.15’lerde yayımlamış olduğu düşünülmektedir. İkinci bölümde ise karşılıklı mektuplar yer almaktadır. Burada önce erkek kahramanlar sevgililerine yazar, kadınlar da onları yanıtlar ve böylece mektup çiftleri oluşur. Toplam 6 mektuptan oluşan bu ikinci bölüm, ilkinden çok daha sonraki zamanlara; ozanın sürgünden hemen önceki yıllarına, İ.S.4-8 yılları arasına tarihlendirilmektedir. Esere bütün olarak baktığımızda, bu yirmi bir mektup arasında en kısası 115, en uzunu 378 dize olmak üzere eser yaklaşık olarak 4000 dizeden oluşmaktadır. Konusu aşk olan bu eserin kaynağı bütünüyle mitolojidir. Zira Ovidius’un eserleri arasında Metamorphoses’tan önce kaynağını mitolojiden en çok alan çalışması Heroides’tir. Mitolojik öyküler çerçevesinde kahramanlar sevgililerine davranışlarının nedenlerini ve çeşitli duygularını, sitemlerini açıklamaktadırlar. Ovidius bu şiirinde ayrıca psikolojik unsurlara çok önem vermiştir. Bu mektuplar patetiktir; dolayısıyla Ovidius’un bu eserinde elegeia bir ağıt şiiri olarak köklerine dönmektedir.

Ozanın, yazıldığı dönemde büyük başarıya ulaşmış, fakat bütünüyle kaybolmuş tragediası Medea İ.Ö. 12-8 yılları arasına tarihlendirilmektedir. Bu tragedyadan tarihçi Tacitus (Dial. 12) ve Quintilianus (Inst. Or., X, 1, 98) övgüyle bahsetmişlerdir.

Ars Amatoria ozanın çok okunmuş eserlerinden bir diğeridir. İ.Ö.1 ve İ.S. 1 yılları arasında yayımlanmıştır. Elegeia vezniyle yazılmış olan Ars Amatoria 3 kitaptan oluşmaktadır ve toplam 2334 dizedir. İlk iki kitapta ozan erkeklere, 3. kitapta ise kadınlara hitap etmektedir. Bu kitapta aşkta başarılı olma yollarını öğretmiştir. Erkeklere öğütler verirken onlara, istedikleri kızları nerelerde bulacaklarını, onları elde etmek için neler yapmaları gerektiğini yazmıştır. Hayal gücünü kullanarak erkeklere kadınların dünyasını açmış ve kadınlara ulaşmaları için çeşitli yollar göstermiştir. Aşk konusunda mektup, vaat, giz, armağan, övgü gibi kavramların önemini vurgulamıştır. Kadınlara da aynı şekilde aşıklarını ellerinde tutmaları için öğütler vermiş ve kocalarından gizli aşk yaşamaları için yollar göstermiştir. Ovidius bu öğütleri verirken kendisi adeta bir öğretmen ve Romalı gençler de öğrencileri gibidir. Bunu yaparken de öğütlerini sık sık mitolojik öykülerle desteklemiştir. Bu eseri Roma’da oldukça fazla ilgi görmüştür. Daha önce bahsettiğimiz üzere, eserin yayımlanmasından tam 8 yıl sonra, Augustus Ovidius’u Roma’dan sürgüne gönderirken gençleri kötü yola ittiğini ileri sürerek Ars Amatoria’yı gerekçe olarak göstermiştir.

Ovidius Ars Amatoria’nın hemen ardından Remedia Amores’i yayımlamıştır. Bir çok araştırmacı Ovidius’un, bu eserini, imparatorun Ars Amatoria’dan duyduğu hoşnutsuzluğu giderme amacıyla yazmış olduğunu düşünmektedir. Zira bu eserde ozan daha önce vermiş olduğu öğütleri çürütmeye, onlardan sakınmayı öğretmeye çalışmış, aşka çareler aramıştır. Kara sevdadan kurtulmanın yollarını yazmıştır. 814 dizeden oluşan bu eser de elegeia vezni ile yazılmıştır.

Ovidius’un Medicamina Faciei Feminae adlı öğretici eseri de aynı zamanlara tarihlendirilmektedir. Bu eserde ozan konu olarak kadınların kozmetik eşyalarını işlemiş, onlara bakımlı olmanın sırlarını vermiştir. Vezin elegeia veznidir. Günümüze yalnızca 100 dizesi kalmış olan bu eserden ozan Ars Amatoria’nın 3. kitabında(205-206) önceden bahsetmiştir.

İ.S. 2’den 8’e kadar olan dönemde, ozanın başyapıtı olan Metamorphoses’ın ve Fastinin yayımlandığını görüyoruz. Metamorphoses en kısası 628, en uzunu 968 dize olmak üzere yaklaşık olarak 12000 heksameter eden 15 kitaptan oluşmaktadır. Ovidius bu eserini sürgüne gönderildiği yıl tamamlamış, ancak tekrar gözden geçirmeye vakti olmamıştır. Ozanın epillion’lardan oluşan bu eseri oldukça ilginç bir çalışmadır. Kaynağını bütünüyle Roma ve Yunan mitolojisinden alan bu eserde ozan, belli bir sıra ve düzen izleyerek, dünyanın Kaos durumundaki ilk oluşumundan Caesar’ın yıldıza dönüşmesine, yani kendi zamanına kadarki oluşumları öyküler halinde işlemiştir. Mitolojinin çeşitli konularını ele alarak çeşitli oluşumların sebeplerini açıklamıştır; yani bir oluşumun ardında nasıl bir öykü olduğunu anlatmıştır. Bu da esere hem tarihsel hem nedensel bir hava vermiştir. Eserin en büyük özelliklerinden biri de öykülerin birbirlerine belli bir mantıkla ve kronolojik sırayla ustaca bağlanmış olmasıdır. Ovidius bu açıdan çok başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Onun bu eseri sonraki çağlarda edebiyat, resim ve müzik gibi bir çok alanda sanatçılara esin kaynağı olmuştur. Mailol, Picasso, Dali gibi ünlü ressamlar tema olarak Ovidius’un bazı öykülerini kullanmışlardır. Metamorphoses’taki bazı öyküler de müzikallere ve müziğe uyarlanmıştır. Öte yandan Shakespeare, Milton, Goethe, Pushkin gibi en büyük yazarlar Ovidius’ un eserlerinden etkilenmişlerdir. Holberg Ovidius’un dilinin akıcılığını, yücelik ve sadeliği bir araya getirmesini ve eserlerinin müziğe olan yatkınlığını övmüştür.

Fasti ise elegeia vezninde şiirsel bir takvimdir. Ovidius bu eserinde Roma’nın dinsel günlerini ve tarihçesini çeşitli öyküler ve tarihi olaylar çerçevesinde anlatmıştır. Ancak sürgünden dolayı ozan Fasti’yi yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Fasti yalnızca 6 kitaptan oluşmaktadır; Ocak’tan Haziran’a kadar her bir kitap bir aya ayrılmıştır ve hepsi birlikte yaklaşık 5000 dizedir.

Ozanın sürgün yolculuğu sırasında ve sürgündeyken yazdığı, hepsi elegeia vezninde olan eseri Tristia yaklaşık 3500 dize eden 5 kitaptan oluşmaktadır. Bunlar genelde ozanın arkadaşlarına ve yakınlarına yazdığı şiir-mektuplardır. I. kitaptaki mektuplar ozanın Tomis’e yaptığı deniz yolculuğunu kapsamaktadır. II. kitapsa tek başına 578 dizeden oluşan uzun bir elegeia’dır; ozan İmparator Augustus’a, sürülmesine neden olan şiiri Ars Amatoria’nın savunmasını yaptığı bu kitabını İ.S.9’da tamamlamıştır. Diğer iki kitapsa İ.S.9-12 yılları arasında yazılmış ve birbirlerinden ayrı olarak yayımlanmıştır.

Epistulae Ex Ponto ozanın sürgünden yine arkadaşlarına ve yakınlarına yolladığı şiir-mektuplardan oluşan yapıtıdır. Ovidius Tristia’da hitap ettiği arkadaşlarının, belki bir zararı dokunur düşüncesiyle, adlarını vermekten kaçınırken, bu kez onların kimliklerini açıkça belirtmektedir. 46 elegeia ve yaklaşık 3200 dize olan Epistulae Ex Ponto 4 kitaptan oluşmaktadır. Bu kitaplardan ilk üçü İ.S.13’te yayımlanmıştır ve dördüncüsü muhtemelen ozanın ölümünden sonra yayımlanmıştır. Onun sürgünden yolladığı mektuplardan oluşan bu iki eser ağıt şiirlerinden oluşmaktadır. Bu şiirlerde ozanın sürgünde yaşadığı olumsuzluklar, kötü koşullar ve Roma’dan uzakta olmaktan duyduğu büyük acı son derece güçlü ve etkileyici bir şekilde satırlara yansımaktadır; bununla birlikte ozan artık son yıllarını yaşamaktadır ve bu şiirlerde bir nevi ozanın kendi ölümünün ağıtları görülmektedir. Bu açıdan elegeia vezni tıpkı Heroides’te olduğu gibi yine bir ağıt şiiri olarak köklerine dönmektedir.

Bununla birlikte daha önce de belirttiğimiz gibi orijinalliği şüpheli bazı şiirler de bize Ovidius’un adıyla gelmiştir. Örneğin balık tutma üzerine (135 dize) didaktik bir şiirden, Halieutica’dan kalma bir fragman ve de Consolatio Ad Liviam ya da Lux gibi kesinlikle sahte olan şiirler de Ovidius’un adıyla geçmektedir. Adı açıklanmayan bir düşmana yazılmış yergilerden oluşan İbis adlı eser de yazara mal edilmektedir. Medea’ya ek olarak, çeşitli oyunları ve de Augustus’un ölümünde yazdığı, biri Tomis’de konuşulan ‘Getic’ dilinde olan iki kısa şiiri de kaybolmuştur.

OVIDIUS YAŞADIĞI DÖNEMDE NASIL KARŞILANDI?

Ovidius, yıllardır süren savaş dönemini geride bırakıp yepyeni bir hayata başlayan ve hayatta yeni zevkler arayan, amaçları rahat bir yaşam sürmek olan insanlarla birlikte yaşamıştır. Zira Ovidius bu dönemin büyüklüğünün şaşaasından çok dönemde oluşan bu yeni psikolojik ortamdan dolayı mutlu olmaktadır. Bu dönemde oluşan yeni Romalı figüründe politik hırslara, katı kurallara, soğukluğa ve korkaklığa yer yoktur. Artık insanlar aşık olup diledikleri gibi aşkı yaşamak ve sokaklarda rahatça dolaşıp duygularını rahatça dile getirmek istemektedirler. Bu durum özellikle de kadınlar için geçerlidir. Romalı kadınlar artık ideal ev hanımı kimliklerinden soyunup hayallerini dile getirmek isteyen, aşk ve hayal dünyasında yaşayan gerçek birer kadın olmuşlardır. Ovidius’un yaşadığı bu dönemde Roma’da adeta havada ‘aşk’ vardır ve Ovidius bu havayı şiirine en iyi şekilde yansıtan bir ozan olmuştur. Yaşadığı devirden duyduğu memnuniyet onun dizelerine de yansımıştır:

Övünç duyar, bu çağda doğmakla kıvanırım ben.

Topraktan altın çıkarıldığından değil,

uzak kıyılardan inci getirildiğinden değil, kentte yapılan yapılara taşınan mermerler yüzünden alçalan dağlar için değil, denizlerin koyu, mavi taşmasını önleyen kocaman dalgakıranlar yüzünden değil, süslenmenin, yaşamanın, günü gün etmenin

değerini bildiğinden, atalardan kalan

kabalıktan kurtulma çağı oluşundan

severim çağımızı, (..J

Ovidius doğru zamanda dünyaya gelmiştir; Musalar ona adeta doğru zamanda ilham kaynağı olmuşlardır. Zira onun karakteri toplumunkiyle uyuşmaktadır. Diyebiliriz ki toplum Ovidius için ideal toplumdur ve Ovidius toplum için ideal ozandır. Nitekim Ovidius yazdığı şiirlerle adeta yaşadığı dönemin ve o dönemdeki insanların isteklerinin bir aynası olmuştur. İnsanların hisleri, içlerinde besledikleri arzular Ovidius’un dizelerinde hayat bulmuştur.

Ovidius, ilk şiirini kamu önünde aşık bir ozan olarak okumuştur ve aşık olduğu kadına seslenmiştir. ‘Aşk’ı anlatan, aşkta başarılı olmanın yollarını gösteren şiirler yazmıştır. Kadınlara açık açık kocalarını aldatmaları için taktikler vermiş, erkekleri de genç kızları elde etmeleri için yüreklendirmiştir. Bunun için de Ovidius çağındaki ortama ve şiirine en uygun türü kullanmıştır; elegeia.

Elegeia açık ve yalındır; okunması son derece kolaydır. Bir heksameter, bir pentameterden oluşan elegeia türünü Roma’ya ilk sokan Gallus’tur. Tibullus ve Propertius da elegeia vezniyle yazmışlardır. Ovidius öncüllerini izleyerek bu vezni en mükemmel seviyeye ulaştırmıştır. Son derece akıcı ve basit bir dil kullanarak elegeia türünde şiirler yazmıştır.

Ovidius’un kullandığı dilin basitliği aynı zamanda onun taklit edilebilirliğini kolaylaştırmıştır. Bazı genç ozanlar onu ilgilerinin merkezi yapmışlardır. Gerek konusu gerekse işleyişi bakımından insanlar Ovidius’u tanımaya başlar başlamaz sevmişlerdir. Böylece o, çağının en çok okunan ozanı ve elegeia türünün en büyük temsilcisi olmayı başarmıştır. Zira sonraki yıllarda Augustus tarafından sürgüne yollanması ve kitaplarının kamu kütüphanelerinden toplatılması dahi onun okunurluluğunu engelleyememiştir. Tersine her bir hareket onun popülerliğine katkıda bulunmuştur. Ancak bu politik düşmanlık onun peşini hiçbir zaman bırakmamıştır ve onun bir sürgün ozanı olması çağlar boyunca ona şüpheyle bakılmasına sebep olmuştur. Nitekim son derece ünlü bir ozan olmasına karşın eski çağda eserlerinin her hangi bir okulda okutulduğuna rastlanmamaktadır; ayrıca eserleri hiç yorum almamış gibi görünmektedir. Yöneticiler ve öğretmenler tarafından daima uzak durulması gereken bir ozan olarak bakılmıştır; bununla birlikte onun bir ozan olarak büyüklüğünü de görmezden gelememişlerdir.

Yakın çağda ise Dante Ovidius’u Homeros, Horatius ve Vergilius’la eş tutmuştur. Şiirleri bir çok ressama ilham kaynağı olmuştur. 11. yy.ın sonlarına doğru aetas Ovidiana başlamıştır. Ovidius arzuladığı üne  yaşadığı çağda erişmiştir; çağlar boyu okunan, okutulan ve araştırılan bir ozan olarak ölümsüzlüğünü kanıtlamıştır.

II.     BÖLÜM

HEROIDES’İN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ

Heroides; daha önce de belirttiğimiz gibi elegeia vezniyle yazılmış şiir şeklinde hayali aşk mektuplarından oluşan bir eserdir. Ovidius bu türde bir eserin ilk kez kendisi tarafından yazıldığını iddia etmiştir:

Vel tibi composita cantetur Epistula voce:

İgnotum hoc aliis ille novavit opus. (Ars Amatoria, 3. Kitap, 345-346)

Genel olarak baktığımızda yazınsal bir tür olarak ‘mektup’ Platon kadar eskidir ve Latin şiirine Lucillus ve Horatius tarafından sokulmuştur. Ancak Ovidius’un bahsettiği anlamda mektup gerçekten de yoktu. Her ne kadar daha önce tek tük bu tarz mektuplar yazılmış olsa da bir bütün olarak Heroides, şiir şeklinde yazılmış mitolojik aşk mektuplardan oluşan ilk eserdir. Gerçek mektuplardan farklı olarak Heroides’teki mektuplar tek başlarına ayakta duran ve bir cevaba gereksinim duymayan sanat eserleridir.

Ovidius’a bu tarz mektuplar yazma fikrinin arkadaşı Propertius’un bir elegeia’sından (4.3) gelmiş olduğunu düşünülmektedir. Bu elegeia’da Arethusa adlı kadın kahraman uzaktaki kocası Lycotas’a mektupla seslenmektedir. Ovidius için bu elegeia, Heroides’e başlamasında büyük bir esin kaynağı olmuştur; bununla birlikte ozan bu örneği özümseyerek ve sonunda ortaya böyle güçlü bir eser çıkararak edebi yeteneğini kanıtlamıştır.

Ovidius bu eseri oluştururken, edebi malzemesini büyük ölçüde Yunan epik şiirinden almıştır. Briseis ve Penelope, Homeros’un kahramanlarıdır. Laodamia karakteri Cypria’ya bağlıdır. Iason’a hitap eden iki mektup için de Apollonios Rhodios’un şiiri ve Euripides’in tragedyası vardır. Phaedra’yla ilgili olayları Hippolytos, Deianeira’yla ilgili olayları da Trachiniae yazmıştır. Euripides’in bir oyunu da Canace’nin hikayesini içeriyordu. Bunlar dışında Ovidius mektuplardan ikisinde Latin ozanlarından yararlanmıştır; Dido’nun Aeneas’a yazdığı mektupta (7.mektup) Vergilius’tan, Ariadne’nin Theseus’a yazdığı mektupta da (10. mektup) Catullus’un şiirinden kendine model oluşturmuştur.

Ovidius mitolojiden seçtiği bu ünlü kahramanların ağızlarından mektup yazarken son derece serbest davranmıştır. Kendisini sınırladığı tek şey kahramanlara mal edilmiş öyküler olmuştur. Ovidius bu öykülerin özüne dokunmamıştır, buna karşın kahramanlarının antik karakterlerini korumaya da çalışmamıştır. Herkes tarafından bilinen öyküleri aldıktan sonra kahramanları büründükleri kimliklerden çıkarıp, onları bambaşka niteliklere sahip kahramanlar olarak sunmuştur. Dolayısıyla bu mektuplarda geleneksel anlatının dışına çıkıldığı, yani öykülerin ozan tarafından yeniden yorumlanarak, kahramanlara yeni bakış açıları kazandırıldığı ve de bilinen olayların elegeia dizeleriyle anlatıldığı görülmektedir. Ovidius kahramanlarına trajik ve soylu bir görünüm kazandırmak amacıyla olayları alışıldık biçimin tersinde ele almıştır ve kahramanların durumlarına patetik unsurlar yüklemiştir. Mektuplarda kahramanlar yaşamış oldukları olayların etkisiyle sevgililerine karşı içlerindeki gizli duyguları açığa vurmuşlardır. Bu kahramanların ortak özelliği sevdiklerinden uzakta olmalarıdır; ya terkedilmişlerdir, ya da savaş, aile gibi dış etkenler yüzünden sevdikleriyle ayrı kalmışlardır. Aldatılmaktan ya da bir daha asla bir araya gelemeyecek olmaktan korkmaktadırlar. İçlerindeki ölümsüz sevgi ayrılık duygusuyla birleşip bu aşık kahramanları kederlendirir ve artık bu kederlerinden sevdiklerini haberdar etmek istemektedirler. Halbuki bu kadınlar mitolojinin sessiz ve içine kapanık karakterleridir. Heroides’te ise, bu özelliklerinden sıyrılıp, içlerinde yaşadıkları her şeyi satırlara döken, ağlayan ve korku içinde yalvaran birer aşık olarak karşımıza çıkarlar. Örneğin Homeros’un kahramanı Penelope, Odysseia’da daima ağırbaşlı ve soğukkanlı bir tavır sergilemekteydi. Heroides’te ise adeta başka bir Penelope vardır; Ovidius’a mektup yazarken Penelope, Odysseia’daki destansı karakterinden çıkıp tüm korkularıyla, şüpheleriyle, kıskançlıklarıyla ve zaaflarıyla belirmektedir; Penelope satırlarında adeta ‘kadın’ ruhunu ortaya koymakta ve sıradan bir insana özgü duygularıyla kendini yansıtmaktadır.

Aynı şekilde Heroides’te Dido da farklı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır . Vergilius, Aeneas’ın Dido’ya karşı davranışlarını eserinde haklı göstermiştir. Buna karşın Dido, Ovidius sayesinde adeta kendini savunmaktadır ve Ovidius’un bu tutumu Vergilius’un tutumuna karşı bir meydan okumayı akla getirmektedir. İşleyişlerindeki karşıtlık her açıdan ortaya çıkmaktadır. Ovidius’un Dido’ya yüklemek istediği karakter daha mektubun ilk satırlarında ortaya çıkmaktadır: abiectus Dido (Heroides, 7,3). Heroides’te, ıssız adada sevdiği tarafından terkedilmiş, yalnız bırakılmış, ümitsiz ve acı içinde bir Dido vardır. Sevdiğine yalvarıp ona sitem etmektedir. Onun mantığı ‘kadın’ın mantığıdır. Artık Dido Vergilius’un eserindeki fırtınalı ve buyurgan Dido değildir.

Penelope ve Dido örneğinde olduğu gibi diğer mektuplarda da kahramanlar, daha önce hep göz ardı edilmiş duygularıyla vardır. Ovidius’un kalemiyle kendilerini savunmakta ve içlerinde yaşadıkları fırtınaları kağıda dökmektedirler. Her birinin sesinde aynı ton vardır: dolor ira mixtus.  Acılarının kaynağı ayrı kalmak, öfkelerininse unutulmak ya da aldatılmaktır. Mektupların her biri yalnız kalmış kahramanın mutsuzluğunun ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında, Heroides, kaynağını Yunan’dan almakla birlikte, ağıt şiirleri olarak Latin şiirine daha yakındır. Karakterler ve olaylar Yunan mitoloji geleneğinin mirasıdır. Buna karşın sevgiliden ayrılma, uzak kalma ve bu uzaklıktan dolayı acı çekme, yakınma, ağlama, öfkelenme, yalvarma ve de sevgilinin sadakatinden şüphe duyma, kıskanma, suçlama gibi kavramlar Latin aşk elegeia’sına özgü kavramlardır. Tüm bu kavramlarla birlikte mektuplarda kadın psikolojisi ve kadın ruhunun dışa vurumu ağır basmaktadır. Daha önce eserden bahsederken belirttiğimiz gibi Heroides’teki ilk 15 mektup kadınların erkeklere yazdıkları mektuplardır. Dolayısıyla bütün olarak bakıldığında ‘kadın’ ve kadının içinde yaşadığı saklı duygular esere hakimdir.

Ovidius çok daha sonra bu esere karşılıklı mektupları eklemiştir. Ovidius’a bu fikri arkadaşı Sabinus’un vermiş olduğu düşünülmektedir. Zira Sabinus, Ovidius’un yazdığı tekli mektuplardan bazılarına, Ovidius’u taklit ederek, erkek kahramanlardan cevap mektupları yazmıştır.  Bu mektuplar ne yazık ki günümüze kalmamıştır.

Ovidius’un Sabinus’un tutumundan esinlenerek oluşturduğu bu çiftli mektuplar tek başlarına bir kitapçık oluşturacak uzunlukta ve değerdedirler. Bu mektupların her birinde derin psikolojik betimlemeler ortaya çıkmaktadır. Burada 6 mektup vardır; yani üç çiftin hikayesi söz konusudur:

Paris ve Helena Troia Savaşı’nın ünlü kahramanlarıdır ve onların öyküsü Ovidius’un çağında da oldukça yaygın ve ünlü olan bir öyküdür. Ancak Helena kocasını terk edip başka bir adamla kaçtığı ve büyük bir savaşa neden olduğu için daima nefretle bakılan ve kötü bir örnek olarak gösterilen bir kahraman olmuştur. Oysa Ovidius, Paris’in onu nasıl baştan çıkardığının yanı sıra, onun tanrısal bir gücün etkisi altında olduğunu ve başka türlü davranama tercihi olmadığını vurgulayarak, Helena’yı acınacak bir karakter haline getirmiştir ve ona, davranışlarının sebeplerini okuyucuya açıklama imkanı vererek, kendini haklı çıkarmasını sağlamıştır. Bu şekilde Helena’ya farklı bir bakış açısı kazandırmıştır.

Hero’yla Leander’in öyküsü ise Ovidius’tan önce Vergilius’un Georgica adlı eserinde bir değinmeyle karşımıza çıkmaktadır.  Bir hikaye olaraksa Hero ile Leander’in aşkını ilk olarak işleyen ve öykünün yayılmasını sağlayan kişi Ovidius olmuştur. İ.S.5. yy. sonlarında, Yunanlı ozan Musaios da Hero’yla Leander’in öyküsünü orijinaline çok daha bağlı kalarak işlemiştir ve hikaye biçimine sokmuştur; her iki ozanın öyküyü ele alış biçimleri karşılaştırıldığında, yine Ovidius’un bilinen öyküleri işleyişindeki serbestliği göze çarpmaktadır. Hero’yla Leander’in öyküsü, bulundukları sınırlar çerçevesinde birbirlerinden uzakta yaşamak zorunda olan,

ölürcesine aşık iki sevgilinin acıklı öyküsüdür. Bu öykü bütün bir eski çağ edebiyatında en romantik şiirlerden biri olarak ölümsüzleşmiştir ve de ‘kız kulesi’ adıyla bir çok bölgeye mal edilmiştir.

Üçüncü çift ise Acontius ile Cydippe’dir. Ovidius kaynak olarak burada Yunan ozanı Kallimakhos’un Aetia’sından yararlanmıştır; ancak baş kahramanlarını, özellikle de Cydippe’yi yeni kişilik özelliklerine bürüdükten sonra kadının erkeğe karşı olan güçsüzlüğünü vurgulamıştır ve öyküye bambaşka bir hava kazandırmıştır.

Bu mektup çiftleri arasında erkeklerin mektupları kadınlarınkine göre daha uzundur. Erkek çaresiz kaldığında kadını ikna edebilmek için daima sözlere sarılmaktadır. Bununla birlikte bu karşılıklı mektuplarda Ovidius, daha önce tekli mektuplarda atlamış olduğu bir şeyi yapmıştır ve yalnızca kadının değil, erkeğin duygularına da yer vererek aynı olay üzerinde farklı bakış açılarının çatışmasına olanak sağlamıştır. Farklı bakış açılarının bu şekilde yan yana sergilenmesi retorik contraversiaya da etkili bir örnek oluşturmuştur. Örneğin Acontius ve Cydippe’nin mektuplarında adeta gerçek bir toplumsal tartışma vardır. İnsani yasalar mı, yoksa tanrısal yasalar mı önemlidir? Ovidius’un bu tartışmayı böylesine etkili bir biçimde ortaya koymasında gençliğinde aldığı retorik derslerinin katkısı olmalıdır.

Bu karşılıklı mektuplar aynı zamanda Ovidius’a, yazmak için daha geniş bir alan sunmuştur ve eserin sonuna yerleştirildiklerinde, genel olarak eserde bir bütünlük sağlamıştır. Mektup stili burada daha anlamlı bir hale gelmiştir ve okumayı monotonluktan çıkararak daha keyifli bir hale getirmiştir.

HEROIDES’TE KAHRAMAN SEÇİMİ

Ovidius edebi malzemesini seçerken büyük bir ustalıkla davranmış ve ardından okuyucunun en keyif duyacağı ve kadınlarla empati kurmasını sağlayacak şekilde bu malzemesini kullanmıştır. Malzemesini büyük ölçüde mitolojiden almıştır.

Antik çağda günlük yaşamın bir parçası olan mitolojik kahramanları herkes yakından tanımakta ve bu kahramanların her biri belli davranışlarıyla ve özellikleriyle insanların kafasında birer sembol olarak belirginleşmektedir. Ovidius da bu kahramanlar arasından, büyük olayların ve karakterlerin arkasında kalmış, dolayısıyla kendi duygularını açığa vuramamış kadın kahramanları seçmiştir. Bunlar, çoğunlukla, suçlanan, terk edilen, aldatılan ve içlerinde ne yaşadıklarına önem verilmeyen kahramanlardır. Ovidius sayesinde kendilerini savunmakta ve davranışlarının, başlarına gelen şeylerin sebeplerini açıklamaktadırlar. Bu sayede okuyucuda da onlara karşı bir pathos (acıma) duygusu oluşmaktadır ve yine bu sayede okuyucu kadın ruhunun derinliklerine inebilmektedir.

Bununla birlikte Ovidius’un Heroides’te yer verdiği kadınlar usta birer ozana dönüşmekte ve duygularını özgürce ve etkili biçimde ifade etmektedir. Ovidius’un istediği de budur. O zamana dek Roma toplumundaki özgür kadınların amor’un etkisinde birer femina değil, domina olmaları beklenmekteydi. Ancak Ovidius değişen ve eski katı ahlak anlayışından sıyrılmaya başlayan yeni Roma toplumunda kadınların kendi duygularını ifade etmeye başlamalarından yanadır. Böylece Ovidius Heroides’te, olaylara kadın gözüyle bakarak, kadın psikolojisini ortaya koymuş ve toplumdaki kadının değişim sürecini hızlandırmıştır.

HEROIDES: 1. BÖLÜM (1-15)

1-     Penelope Ulixi : Heroides’teki ilk mektubun kahramanı, Homeros’un yarattığı mitolojik bir kahraman olan Penelope’dir. Homeros sayesinde Penelope, eski çağda bir ‘sadakat’ ve ‘sevgi’ sembolü olmuştur. Onun bu aynı özelliği Heroides’te Odysseus’a yazdığı mektupta da ortaya çıkmaktadır; ancak burada geçmişte olduğundan çok daha sabırsız ve yalvarır bir portre çizmektedir. Nitekim Penelope mektubunu yazdığı sırada Troia Savaşı’nın üzerinden tam 10 yıl geçmiştir; yani savaş artık sona ermiştir. Troia’ya gitmiş olan bir çok kahraman yurduna zaferle dönmüşken, ve ülkede bir şenlik havası yaşanırken Penelope son derece üzgündür. Çünkü o kocası Odysseus’tan hiçbir haber alamamıştır. Bununla birlikte yaşadığını bildiği için ona bu mektubu yazmaktadır:

Penelope mektubuna, bir cevap beklemediğini yazarak başlar. Amacı Odysseus’a halini anlatmak ve her neredeyse onun geri dönmesini sağlamaktır. Önce kocasını ne kadar çok sevdiğini ve onun için ne kadar çok endişelendiğini anlatmak için örnekler verir. Onun anlatımında aşk, sevgi, korku, endişe ve kıskançlık gibi kavramlar birbirine karışır. Penelope tüm korkularını yazıya dökmektedir; ancak onun ileri sürdüğü bahanelerin altında tek bir korku vardır; o da ‘başka bir kadın’ korkusu. Penelope kendisinin bir çok talibi olmasına karşın daima Odysseus’a olan sadakatini korumakta, ancak bir erkek olarak Odysseus’un güvenilmez olduğunu düşünerek onun kendisini aldattığından şüphe duymaktadır. Onu kendine acındırmak için saraydaki durumdan ve kendi başındaki tehlikelerden, oğlundan bahseder. Bu şekilde, eğer mektubu Odysseus’a ulaşırsa, onun eve geri dönmesini sağlayacağını düşünür. Dolayısıyla, Penelope’nin yazdıklarında, retorikte önemli bir unsur olan pathos kavramı ağır basmaktadır ve bu onun son satırlarına dek hissedilir:

Sen ayrılırken genç bir kız olan ben, sen şimdi hemen gelsen dahi,

kuşkusuz karşında yaşlı bir kadın görünümünde olacağım. (115-116)

2-     Phillis Demophoonti: Phillis de Homeros’un kahramanlarından biridir ve o da Penelope kadar güçlü olmasa da, mitolojide sadakat sembolü olmuş kadın karakterlerden biridir. Troia Savaşı’na katılan Demophoon dönüş yolculuğu sırasında gemisiyle Trakya kıyılarına sığınmıştır ve burada Trakya kralının kızı ona ev sahipliği yapmıştır. Çok geçmeden aralarındaki konuk-misafir ilişkisi bir aşk ilişkisine dönüşmüştür ve orada birbirlerine bağlılık sözü vererek evlenmişlerdir. Fakat bir süre sonra Demophoon, Phillis’e geri döneceğine dair vaatlerde bulunarak yurduna gitmiştir. Ancak aylar geçmesine rağmen Phillis ondan haber alamaz; başlangıçta sevdiğinin çeşitli sebepler yüzünden gelemediğini düşünür; ama mektubunu yazarken artık onun bir daha geri dönmeyeceğini anlamıştır. Mektubunda Demophoon’a, giderken verdiği sözleri hatırlatır ve ona kandığı için kendi kendine sitem eder. Halbuki ne iyi şeyler umduğunu ve hak ettiğini anlatır. Bu mektupta da pathos kavramı son derece etkileyici bir araç olarak kullanılmıştır. Okuyucu gerçekten Phillis’in başına gelenlere üzülür ve ona acır. Phillis kandırılmıştır, terkedilmiştir; ama buna rağmen Demophoon’un olmadığı bir hayatı düşünememektedir. Bu yüzden de Phillis satırlarını ölümden bahsederek sonlandırır:

Mezar taşımda nefret duyulası neden yazdığında,

sen bu ya da buna benzer sözlerle tanınacaksın:

Demophoon, misafir olarak, onu seven Phillis’e ölümü getirdi;

o, bizzat kendi eliyle onun ölümünün sebebi oldu. (145148)

Phillis gerçekten de daha fazla dayanamayarak, kendini asarak öldürmüştür. Bu mektupta aşk ve ölüm kavramları birbirine girmektedir. Aşk yüzünden ölmeyi göze alan kadın motifi de aşk edebiyatının güçlü unsurlarından biridir.

3-     Briseis Achilli: Briseis ile Achilleus da Homeros’un anlattığı Troia Savaşı’nın ünlü kahramanlarıdır. Briseis Achilleus’un Ege seferlerinden getirdiği en değerli tutsağıdır. Şehrinin yakılıp yıkılmasından ve tutsak düşmekten yakınan Briseis, Achilleus’un yakın arkadaşı Patroklos’un tesellileriyle ve Achilleus’un koruması altında olacağına dair ümitle avunmaktadır. Ancak Troia savaşı sırasında Agamennon’la Achilleus anlaşmazlığa düşünce ikisinin arasında kalır ve Agamennon, çekişmenin sonucunda Briseis’i Achilleus’un elinden alır. Briseis mektubunda bundan duyduğu büyük acıyı gözyaşları içinde yazmaktadır ve ikinci kez kendini tutsak olarak hissetmektedir. Achilleus’a, ona olan aşkını anlatmakta, yaşadıkları olayların hesabını sormaktadır ve hala gelip onu geri almadığı için Achilleus’a sitem etmektedir. Nitekim Briseis elinden alındıktan sonra Achilleus küsüp savaşa girmeme kararı almıştır; şimdi ise Agamennon savaşa girmesi için Briseis’i ona geri vermeye razıdır; fakat Akhilleus artık buna yanaşmamaktadır. Briseis mektubunu, Achilleus’a, kendisine gel diye emretmesini dileyerek bitirmektedir.

4-     Phaedra Hippolyto: Girit Kralı Minos’un kızlarından biri olan Phaedra, Thesseus’la evlenip de onun Antiope’den olan oğlu Hippolytos’u görünce aklı başından gitmiştir. Üvey oğluna karşı büyük bir aşk beselemeye başlayan Phaedra, onu elde edebilmek için her çareye başvursa da temiz ve namuslu bir delikanlı olan Hyppolytos’tan bir türlü aşkına karşılık bulamamıştır. Phaedra üvey oğluna yazdığı bu mektupta hala onu etkileme çabasındadır. (Sonunda Phaedra da daha fazla bu duruma katlanamayıp intihar etmiştir.)

5-    Oenone Paridi: Oenone adlı peri kızı Paris’in ilk aşkıdır. İda dağında onunla mutlu bir şekilde yaşamakta olan Paris, ünlü güzellik yarışmasında kararı vermesi için karşısına gelen üç güzel tanrıça arasından, ona Troialı Helen’in aşkını vadeden aşk tanrıçası Venus’ü seçtikten sonra Oenone’yi terk edip Sparta’ya gitmiştir. Terkedilmiş olmanın acısını taşıyan Oenone, mektubunda Paris’e eskiden yaşadıkları günleri hatırlatmakta ve sadakatsizliğinden dolayı hem onu hem de Helena’yı suçlamaktadır.

6-    Hypsiple Iasoni: Argounautlar Lemnos adasında durakladıklarında, Lemnos Kralı’nın kızı Hypsiple ile Iason büyük bir aşk yaşamışlardır; ancak Iason, bağlılık yemini ettiği Hypsiple’yi ve iki çocuğunu bırakıp oradan ayrılmıştır. Kocasının başka bir kadınla, yani Medeia’yla evlendiğini duyan

Hypsiple büyük bir ümitsizlik içinde Iason’a bu mektubu yazmaya koyulmuştur. Hypsiple sitem dolu bu mektubunda aynı zamanda Medeia’nın kim olduğunu sormaktadır.

7-     Dido Aeneae: Aeneas sevgilisi Dido’yu Kartaca’da bırakarak İtalya’ya, kendine yeni bir ülke aramaya gitmiştir. Dido yalnızdır, çaresizdir ve acı feryatlarla, sitemlerle dolu satırlarında, yine de onu hala sevdiğini yazmakta, içinin nasıl yandığını anlatmaktadır. Dido bu satırları yazarken, kendini öldürmek üzere kucağında bir kılıç taşımaktadır.

8-    Hermione Orestae: Troialı Helena’yla Sparta Kralı Menelaus’un kızları olan Hermione, Agamennon ile Klytaimnestra’nın oğlu Orestes’e aşık olmuştur. Ancak Menelaos kızını, Akhilleus’in zalim ve merhametsiz oğlu Neoptolemus’a vermiştir. Şimdi Neoptolemus’un yanında acı çekmekte olan Hermione, Orestes’e yazdığı mektupta kaderinden yakınmaktadır ve ondan, kendisini bu acıdan kurtarmasını istemektedir.

9-    Deianira Herculei : Heracles, karısı Deianira’yla birlikte uzak bir şehre doğru yola çıkmıştır. Evenus Nehrinden geçerken Nessos adındaki kentaur kayıkçı Deianira’nın güzelliği karşısında büyülenmiş ve onu kıyıya indirmeye yanaşmamıştır. Bunu gören Heracles zehirli okunu kentaurun üzerine doğrultarak onu öldürmüştür. Ancak kentaur son nefesini verirken, Heracles’ten öç almayı düşünerek Deianira’ya, kendi kanının aşkın gücü olduğunu ve eğer bir gün Heracles’in sadakatsizliğinden şüphe ederse, onun sevgisini yeniden kazanmak için akmakta olan kanından giysine sürmek üzere alıp saklamasını söylemiştir. Aradan yıllar geçmiştir ve Heracles bir gün, unutamadığı eski aşkı Iole için savaşmak üzere Deianira’nın yanından ayrılmıştır. Kocasının Iole’yle birlikte geri geldiğini öğrendiğinde, yıllar önce kentaurun sözlerine kanmış olan Deianira onun aşkını yeniden kazanmak için Heracles’e, Neusos’un kanını buladığı bir gömleğini göndermiştir. Tam bu anda Deieneira Heracles’e duygularını yazmakta ve hayatına başka bir kadın soktuğu için ona sitem etmektedir. Ancak bu satırları yazarken kocasının kendi yolladığı gömlek yüzünden ölmekte olduğu haberini alan Deianira satırlarına pişmanlık ve suçluluk duygularıyla devam etmiştir ve duyduğu bu ıstırap karşısında dayanamayarak kendini öldürmeye karar vermiş ve mektubunu, ailesine ve sevgili oğluna veda ederek bitirmiştir.

10-     Ariadne Theseo : Atina Kralı Aigeus’un oğlu Theseus, insan eti ile beslenen Minotouros adlı korkunç bir hayvanı öldürmek üzere Girit’e geldiğinde -zira Girit Kralı bu yaratığı doyurabilmek için her yıl, Atina’dan Girit’e yedi genç kız ve yedi genç delikanlı gönderilmesini istemekteydi.- Kral Minos’un kızı Ariadne Thesseus’a aşık olmuş ve ona, bu korkunç yaratığa yaklaşarak onu alt edebilmesi için tavsiyelerde bulunmuştur. Sonuç olarak Thesseus Ariadne’in yardımlarıyla ölümden kurtulmakla birlikte canavarı da yok etmeyi başarmıştır. Girit’ten çabucak ayrılırken yanında Ariadne’yi de kaçıran Thesseus daha dönüş yolunda Ariadne’nin kendisi için yaptıklarını unutmuş, onu uğradıkları Naksos Adası’nda bırakıp yoluna devam etmiştir. Ariadne şimdi acı içinde yapayalnız kaldığı bu adada sevgilisinden gördüğü bu alçakça hareket karşısında yaşadığı duyguları, terk edilişinin içinde yarattığı ıstırabı ve duyduğu öfkeyi ona mektup yazarak anlatmaya çalışmaktadır.

11-     Canace Macareo: Canace ve Macereus kardeştirler. Birbirlerine duydukları yasak aşk sonucu gizlice beraber olmuşlardır. Bu ilişkiyi ve kızının oğlundan hamile olduğunu öğrenen baba Aelous öfkeden çılgına dönmüş ve oğlunun ortadan kaldırılmasını emrettikten sonra, kızına da kendini öldürmesi için bir kılıç vermiştir. Canace Macareus’a mektubunu, yeni doğmuş bebeği ellerinden alınmış ve de yerine eline bir kılıç bırakılmış halde beklerken yazmaktadır. Mektubu bir veda mektubudur. Hem kardeşi, hem sevdiği olan Macereus’a, ondan istediklerini, başına gelenlerden duyduğu üzüntüyü ve ona duyduğu sevgiyi yazarak veda eder.

12-     Medeia Iasoni: Argounatlar’ın kralı Iason, Kolkhis’ten altın postu alabilmek için, evlenmek vaadiyle yardım aldığı Medeia’yı, Korinthos Kralı’nın kızıyla evlenmek için terk etmiştir. Medeia mektubunda Iason’a onun uğruna yaptıklarını hatırlatmakta, ona sitem dolu sözler ve büyük bir öfkeyle gelecekte ondan alacağı korkunç intikamın işaretini vermektedir.

13-     Laodamia Protesilao : Laodamia, Troia Savaşı’na katılmak üzere Thesselia’dan ayrılan kocasına büyük bir sevgiyle bağlıdır. Öyle ki kocasının yokluğunda onun için öyle çok endişelenmiş ve öyle çok acı hissetmiştir, ki sonunda dayanamayıp kocasının bir heykelini yaptırmıştır ve bu heykeli adeta gerçekten kocasıymışçasına çok severek hayatını bu heykelle sürdürmüştür.

Şimdi Laodamia Yunan donanmasının Aulis kıyısında kaldığını, bu yüzden gecikmekte olduğu haberini almıştır. Mektubunda kocasına ne tür hisler içinde olduğunu yazmakta ve özellikle de evine sapasağlam dönebilmesi için ondan, kendisine çok dikkat etmesini istemektedir. (Protesilaos savaştan geri dönememiştir.)

14-     Hypemestra Lynceo: Danaus’un 50 kızı, erkek kardeşinin 50 oğluyla evlenmek üzeredirler. Danaus, kızlarına bu erkekleri evlendikleri gece öldürmelerini emretmiştir. Bu emre uymayıp kocasının kaçmasına yardım eden Hypemestra, babası tarafından hapis tutulmaktadır. Şimdi Hypemestra, zincire vurulmuş halde, kocası Lyneus’a, ne halde olduğunu ve ondan, gelip kendisini kurtarmasını beklediğini yazmaktadır.

15-     Sappho Phaoni: Yunanistan’ın ünlü kadın şairlerinden Sappho, Midilli’de kayıkçılık yapan, Phoan adında bir gence aşık olmuştur; mektubunda Phaon’a, ona olan duygularını, aşkını ve bununla birlikte duyduğu karamsarlığı yazan Sappho aşkına karşılık bulamamaktadır.

HEROIDES: 2. BÖLÜM (16-21)

Tezimizin ana konusu olan bu bölüm, çiftlerin birbirlerine yazdıkları karşılıklı aşk mektuplarından oluşmaktadır. Şimdi bunları sırasıyla irdeleyeceğiz:

Paris Helenae

Paris, mektubunu yazdığı sırada Helena’nın kocası Menelaos’un Sparta’daki sarayındadır. Ovidius hikayenin en can alıcı yanlarını işleyebilmek için Troia ile Sparta arasındaki savaşın başlamasına yalnızca bir ‘evet’ cevabının kaldığı anı seçmiştir. Bu, Helena’nın Paris’e, onunla Troia’ya kaçmak için vereceği ‘evet’ cevabıdır. Nitekim Paris Helena’dan bu cevabı alacağına emin gözükmektedir. Mektubunda Helena’ya bir yandan hayat hikayesini anlatmakta -böylece onunla ilgili çeşitli söylenceler de açığa çıkmakta-, bir yandan da ona olan duygularını açıklamaktadır. Amacı, annesi Hekabe’nin kendisine hamile olduğu andan itibaren, Sparta’ya yelken açtığı ilk ana dek olan tüm olaylar zincirinin onları bu kaçınılmaz sona getirdiğini Helena’ya kanıtlamaktır. Dolayısıyla onun mektubunda kader kavramı büyük bir rol oynamaktadır. Paris ilk satırdan itibaren, bu kaderin kaynağı ve destekçisi olarak gördüğü Aşk Tanrıçası Venus’ün adını sürekli olarak anarak ondan yardım bekler. Ona göre kendisi ilahi bir öneriyle hareket etmekte ve kendisine borçlu olunan şeyi istemektedir. Paris aşkının da, Sparta’ya yaptığı yolculuğunun da tanrılar tarafından desteklendiğini düşünür. Kader tanrıçaları onların bir araya gelmesinden mutlu olacaktır. Çünkü kader daha doğmadan onları birbirlerine yazmıştır. Paris bunu Helena’ya şu satırlarla yazar:

Doğum zamanı çoktan geçtiği halde ben hala annemin karnındaydım.

Oysa artık karnı doğacak çocuğun ağırlığıyla iyice şişmişti.

O, rüyasında, kendine, alev alev yanan bir meşaleyi

Şiş karnından doğuruyormuş gibi göründü.

Dehşet içinde yatağından fırladı ve

Karanlık gecede gördüğü korkunç şeyleri yaşlı Priamos’a anlattı; o da kahinlere.

Bir kahin Troia’nın Paris’in ateşiyle yanacağını söyledi.

İşte o ateş yüreğimden çıkan ateşti; şu anda da içimde olan. (43-50)

Paris annesinin rüyasını mektubu yazdığı anda yanlış yorumlamaktadır. Kahinin bahsettiği ateşin, yüreğindeki aşk ateşi olduğunu sanmaktadır. Oysa o, gerçekten de ironik ve trajik anlamda Troia’nın yanıp kül olmasına sebep olacak ateşi taşımaktadır. Aslında, kahinlerin yaptığı bu yorum yüzünden Paris doğar doğmaz öldürülmek üzere, Priamos’un keçi çobanı Agelaos’un eline teslim edilmiştir. Ancak Agelaos bu küçücük bebeğe kıyamamış ve onu öldürmeden Ida Dağı’nda bırakmıştır. Rivayete göre Paris’i orada beş gün boyunca bir ayı emzirip ona bakmıştır. Meraklanıp tekrar Ida Dağı’na dönen Agelaos çocuğun hala yaşadığını görünce şaşırmış ve o günden sonra ona gizlice kendi bakmaya başlamıştır. Paris büyüdükçe olağanüstü güzellikte, güçlü ve cesur bir delikanlı olmuştur. Bunu Helena’ya, mektubunda şöyle yazar:

Her ne kadar halktan biri gibi görünsem de,

Ruhumun güzelliği ve gücü benim gizli soyluluğumun kanıtıydı. (51-52)

Bir söylenceye göre, Paris, Ida Dağı’nda sıradan bir çoban gibi halk arasında günlerini geçirirken iki boğayı birbiriyle kapıştırırmış; dövüşü kazanan boğanın başını çelenklerle süsler, sahibine ödüller verirmiş. Bir gün Paris kendi boğasını yenene altın bir taç hediye edeceğini ilan edince, Savaş Tanrısı Ares şekil değiştirerek yarışmaya katılmış ve Paris’in boğasını yenerek ödüle hak kazanmıştır. Paris bu yarışın sonunda hiç tereddüt etmeden boğanın sahibine ödülünü vererek Olympos’lu Tanrıların gözünde dürüstlüğünü kanıtlamıştır. Zeus’un üç güzel tanrıçanın güzellik yarışında onu hakem olarak seçmesinin de en büyük nedeni budur. Zaten her şeyin, Paris ile Helena’nın hikayesinin başlangıcı da bu güzellik yarışması olmuştur:

Nereus kızlarından Thetis ile Akhilleus’un babası Peleus’un düğün şölenleri sırasında şölene davet edilmemiş olan Nifak Tanrıçası Eris, üzerinde ‘en güzel tanrıçaya’ yazılı bir elmayı salonun ortasına fırlatır. Orada bulunan bütün tanrıçalar bu elmaya sahip olabilmek için birbirleriyle yarışa tutuşurlar. Sonunda çoğu yarışmadan çekilmek zorunda kalır; geriye yalnızca Iuno, Minerva ve Venus kalmıştır. Iuppiter araya girerek tanrıçaları yatıştırır; ancak kendisi tarafsız bir karar veremeyeceği, birini seçse ötekilerinin öfkesini kazanacağını bildiği için bu üç güzel tanrıça arasından en güzelini seçme görevini Ida Dağı’nda kendi halinde bir çoban olarak yaşayan Paris’e verir. Onu seçmesindeki neden Paris’in tanrılar arasında bilinen dürüstlüğünün yanı sıra, sahip olduğu olağanüstü güzelliktir; Paris güzel olduğu kadar güzelden de anlayabilecek, güzeli ayırt edebilecek bir kişidir. Iuppiter de tanrılar ve insanlar arasında bu yarışmanın kararını tarafsız bir şekilde ve kimseyi gücendirmeden verebilecek tek kişinin Paris olduğunu düşünmüştür. Sonuçta üç güzel tanrıça Haberci Tanrı Mercurius’un eşliğinde Ida Dağı’na gelir. Ida Dağı’nda geçen bu önemli sahne Ovidius’un sanatı sayesinde adeta Paris’in kendi sözleriyle gözümüzde canlanır:

Yeşillik dolu İda vadilerinin ortasında ıssız, çam ve meşe ağaçlarıyla dolu bir yer vardır; o yer ki, orada ne uyuşuk bir koyun, ne de kayaları seven dişi bir keçi, ne de hantal bir öküz ağzını açıp otlanmıştır.

Orada ben Troya surlarını, yüksek damlarını ve denizi görebilmek için büyük bir ağacın tepesine tırmanmıştım.

İşte orada, bana bir anda güçlü ayak sesleriyle toprak sallanıyormuş gibi geldi;

(Gerçekleri söyleyeceğim; çünkü ancak gerçeğin gücü ile güven sağlanır.) Büyük Atlas’ın ve Pleion’un torunu Mercurius

sihirli kanatlarıyla karşıma çıkıverdi.

(Bunu görmeme izin verilmişti; gördüğüm bu şeyleri anlatmama da izin vardır heralde.)

Ve tanrının parmakları arasında altın bir asa vardı.

Ve aynı anda üç tanrıça, Venus ve Pallas’la birlikte Iuno

narin ayaklarıyla gelip çimenlere bastılar.

Şaşkına döndüm ve kanatlı haberci bana

“Dur korkma! Sen güzelliğin yargıcısın: Tanrıçaların yarışına bir son ver!

İçlerinden bir tanesi güzellik açısından öbür ikisini yenmeyi hak etsin!” deyince buz gibi bir korkuyla tüylerim diken diken oldu.

Geri çeviremezdim, Mercurius bunu bana Iuppiter’in ağzından emretmişti.

Ve hemen yıldızlara doğru uçup gitmişti.

Zihnimi toparladım ve üzerime bir cesaret geldi;

ve her bir tanrıçaya dönüp bakmaktan çekinmedim.

Hepsi de yenmeyi hak ediyordu ve ben yargıç olarak

hepsini birden seçemeyecek olmaktan hayıflanıyordum.

Ama bununla birlikte o an artık içlerinden biri bana daha cazip geliyordu;

tahmin edebileceğin gibi o aşkı uyandıran tanrıçaydı.

Hepsi de kazanmaya can atıyordu; muhteşem hediyeler vaat ederek

benim kararımı etkilemek için yanıp tutuşuyordu.

Iuppiter’in eşi ‘krallık’, kızı ise ‘yiğitlik’ sundu ;

Ben bir an yetkinliği mi, yoksa güçlü olmayı mı isteyeyim diye tereddüt ettim.

Venus tatlı tatlı bana gülümsedi ve

“Paris, her biri dert kaynağı olan korku dolu bu hediyeler seni etkilemesin!” dedi;

“Ben sana seveceğin bir şeyi vereceğim ve

Güzel Leda’nın daha da güzel kızı bizzat senin kollarına gelecek.”

Böyle söyledi ve gerek hediyesi, gerekse güzelliği ile eşit biçimde onay almış olarak

zafer kazanmış tanrıça göğe yükseldi. (53-88)

Şan, şeref, kahramanlık, dövüşkenlik Paris’in çok hoşlandığı şeyler değildir; o güzeldir ve güzelliğin peşinde olduğu için de Aşk Tanrıçası Venus’ün sözleri onun içine işlemiş ve güzelliği dillere destan Helena’nın aşkıyla o an yanıp tutuşmaya başlamıştır. Helena’nın aşkı karşılığında elmayı Venus’e verecektir. Böylece Venus, altın elmayı kazanabilmek için evli bir erkekle evli bir kadını birbirine aşık edecek ve bir yuva kurayım derken iki yuvayı birden yıkacaktır. Zira Paris Oinone adında bir peri kızıyla evlidir; Helena ise Sparta Kralı Menelaos’la. Ancak Paris bunları aklının ucundan bile geçirmez. Tanrıçanın verdiği söz sayesinde hiçbir engel yoktur Helena’yla kendisi arasında; Helena’yı almak ne olursa olsun onun hakkıdır; Helena onun kaderidir. Bu yüzden Paris Ida Dağı’nı da, sürülerini de, sevgilisi Oinone’yi de terk eder. Şehre indiğinde artık aklında güzel Helena’dan başka bir şey yoktur. Şehirde Paris’in kim olduğu ortaya çıkar ve kahinlik yeteneği olan kardeşi Cassandra dışında bu duruma bütün saray halkı çok sevinir. Paris saraya yeniden kabul edilişini ve sarayda karşılanışını Helena’ya son derece coşkulu bir şekilde yazar:

Bu arada geç de olsa, talihimin iyiye dönmesiyle, kesin işaretler sayesinde kral oğlu olduğum ortaya çıktı.

Uzun bir süre sonra kayıp oğulun ortaya çıkmasıyla saray şenlendi

ve Troia bu günü de bayram günleri arasına ekledi.

Ve ben seni şimdi nasıl arzuluyorsam, genç kızlar da beni öyle arzulamaya başladı:

İşte bir çoklarının arzu ettiği şeye sen tek başına sahip olabilirsin. (89-94)

Paris sarayda nasıl karşılandığını anlatırken kendini ulaşılmaz ve evlenmeye can atılacak bir adam olarak sunar. Sarayda tüm güzellikler önüne serilmiştir; ancak Paris Helena’ya, onunla birlikte olma umudu doğduktan sonra tüm bunların kendisine hoş gelmemeye başladığını ve bu umudun gerçekleşmesini daha fazla geciktirmemek için yola çıkmaya karar verdiğini yazar. Paris, adamlarıyla birlikte gemilerini nasıl inşa ettiklerini, yola çıkmaya nasıl hazırlandıklarını ve denize nasıl açıldıklarını ayrıntılı bir şekilde anlatır.(107-125)

Tam gemi yelken açacakken Paris’in kız kardeşi Cassandra onları durdurmaya çalışır ve Paris’in, gemi yol alırken, ne denli büyük bir ‘ateş’  taşıdığını kardeşine açıklar.

Kahin gerçekleri söyledi: Sözü edilen ateşleri buldum:

Şu anda yüreğimde alevlenen, zapt edilmez bir aşk. (125-126)

Görüldüğü gibi Paris bu kehaneti yine yanlış yorumlamıştır. Cassandra’nın sözüne ettiği ateşi yüreğindeki aşk ateşi ile özdeştirmiştir.

Böylece Paris’in gemileri limandan ayrılmışlardır. Bundan sonra Paris Helena’ya, kocası Menelaos’un onu Sparta’da bir konuk olarak nasıl karşıladığını ve Lacedaimonia’da görülmeye değer her ne varsa ona nasıl gururla gösterdiğini yazar; ama Paris için bu gördüklerin hiç bir değeri yoktur:

Senin övülen güzelliğini bir an önce görmek için yanıp tutuşurken, gözlerimi çelen başka hiç bir şey yoktu. (133-134)

Sabırsızlıkla Helena’yı görmeyi bekleyen Paris, ilk karşılaştıkları anı ona kendi cümleleriyle yazar:

Seni görür görmez şaşkına döndüm ve

ürkerek, yüreğimin derinliklerinden yeni heyecanların kabardığını hissettim.

Kıbrıslı Tanrıça kararımı sormaya geldiğinde, hatırlıyorum, onun da seninkine benzer bir yüzü vardı.

Eğer sen de eşit koşullarla o yarışmaya gelmiş olsaydın, o zaman eminim, Venus’ün başarısı şüpheli olurdu.

Aslında seninle ilgili yayılan söylenti büyük övgüler taşıyordu, güzelliğinin bilinmediği dünya üzerinde hiçbir ülke yoktu;

ne Phrigia’da ne de güneşin doğduğu her hangi bir yerde güzeller arasında senin adına denk başka bir güzelin adı yoktu.

Şu konuda da inanır mısın bana: Senin şanın gerçekte olanın çok altında ve senin güzelliğinle ilgili söylenti adeta kötüleyici kalıyor.

Venus’ün vaat ettiğinden çok daha fazlasını buluyorum burada, ve saldığı ün, senin gerçek görünümünün gölgesinde kalıyor.

Demek ki bütün bunları bilen Theseus  yanmayı hak etmişti.

Sen bu büyük adam için kaçırılmaya layık görüldün;

Çünkü soyunun geleneğince parlak  palaestra’da çıplak olarak oyunlar oynuyordun, ve kadın halinle, çıplak erkeklerle beraberdin.

Onun seni kaçırmasını alkışlıyorum ve geri vermesine de şaşıyorum doğrusu:

Bu denli güzel bir ganimet sıkıca tutulmalıydı.

Ben olsam, sen benim yatağımdan çekilip alınacağına

önce su başım kanlı boynumdan kopsa daha iyi.

Benim ellerim seni bırakmayı hiç ister miydi?

Yaşadığım sürece ben senin benden uzakta olmana izin verir miydim?

Eğer seni geri götürmek zorunda kalsaydım bile daha önce gene de senden bir şey alırdım.

Ve de aşkım tümüyle anlamsız olmazdı.

Ya senin bakireliğini alırdım,

ya da bakireliğini koruyarak ne mümkünse senden alırdım. (135-162)

Paris bu şekilde mektubunda Helena’nın güzelliğini yere göğe sığdıramamaktadır. Sevilen kadının güzelliğinin övülmesi, Ovidius’un, Ars Amatoria’sında, 1. kitapta erkeklere sık sık verdiği öğütlerden biridir. Paris de Helena’nın güzelliğini överken, Ovidius’un öğütlerine uyan bir öğrenci gibidir. Helena'yı etkilemek ve onu kendisiyle gelmeye ikna edebilmek için her yolu denemektedir. Paris, kendisi ve ona vaat edilen armağan arasında hiçbir şeyin durmasına izin vermeyecek tanrısal bir gücün inancıyla tek bir amaca odaklanmış olarak karşımıza çıkmaktadır. O, körü körüne ve tasasız bir şekilde olası bütün itirazlara ve engellere karşı kaygısızdır. İstediği şey, Helena’yı, kendisiyle gelmekten başka bir seçeneği olmadığına ikna etmektir. Bencildir, düşüncesizdir ve aklında tek bir şey vardır; ne olursa olsun Helena’ya sahip olmak:

Bırak bana kendini; o zaman Paris’in kararlılığını göreceksin:

Bir tek cesedimin yakıldığı yığının ateşi içimdeki ateşi sonlandırır.

Ben seni, Zeus’un eşi ve kızkardeşi Tanrıça’nın

bana vaat ettiği krallıklara yeğledim;

ve ben kollarımı boynuna dolayacağım anı düşünürken

Pallas’ın bana vaat ettiği şan gözümde değersizleşti.

Bu ne beni utandırır, ne de beni aptalca bir seçim yapmış adam durumuna düşürür.

Zihnim verdiği kararda sonsuza dek sağlam bir biçimde kalacaktır. (163-170)

Paris Helena’ya bundan sonraki satırlarda zenginliğinden, soyluluğundan bahsederek soyunu Tanrıların Tanrısı Iuppiter’e kadar götürür ve kendi krallığı olan Troia topraklarını, tanrılarıyla, surlarıyla, kahramanlarının çokluğuyla yüceltir. Troia’yı böylesine varlıklı ve yaşanmaya değer bir yer olarak sunduktan sonra, Helena’ya Troia’da nasıl karşılanacağını anlatır ve ona -asla tutamayacağını bildiğimiz- vaatlerde bulunur. Paris burada da Ovidius’un öğütlerine uymaktadır.

Paris de Helena’ya bir yandan vaatlerde bulunurken, bir yandan kendi ülkesini, toprağını yüceltmektedir. Kendi toprağı Troia’yla, Helena’nın kocası Menelaos’un toprağı Sparta’yı hem zenginliği, hem de tanrıları bakımından kıyaslar. Sparta’yı küçümserken Troia’yı yüceltir. Sparta onun için yalnızca Helena orada yaşadığı için kıymetlidir. Paris kendini de Menelaos’la kıyaslayarak, güzellikte de onu geçeceğine Helena’yı inandırmaya çalışır. Bu şekilde Paris kendini Helena’ya bulunmaz bir fırsat ve sahip olunması gereken bir prens olarak sunmaktadır. Menelaos’u ise, soyuyla ilgili çeşitli söylencelerden örnekler vererek, toprağı da soyu da tanrılar tarafından sevilmeyen, lanetli bir adam olarak gösterir. Paris, kendi mükemmelliğinin yanında, tüm bu güçsüzlüğüne ve çirkinliğine karşın böylesi bir adamın her gece Helena’ya sahip olmasını korkunç bir şey olarak nitelendirirken, kendisinin onu yalnızca yemek sofrasının kurulduğu kısacık zamanlarda görmesinden yakınır. Bu yemek sofrasında neler olup bittiğini ve onlarla birlikte otururken neler hissettiğini Paris Helena’ya açıkça yazar:

Böylesine şölenler düşmanlarımın başına!

Ki böyle şölenlere ben şarap içtikçe katlanıyorum.

O kaba adam ben bakarken kollarını senin boynuna doladığında, orada misafir olarak bulunmak bana üzüntü veriyor.

O, giysinin altından vücudunu okşadıkça (niye her şeyi anlatmayayım ki?)

Deliye dönüyorum -hem de kıskançlıkla-.

Aslında siz birbirinize herkesin içinde yumuşak öpücükler verirken, ben kadehimi elime alıp gözlerimin önüne çekiyorum.

O seni sıkıca sardığı zaman gözlerimi indiriyorum

ve lokmalar istemeden ağzımda büyüyor.

Sık sık inliyorum ve benim her inleyişimde, ah utanmaz Helena,

senin gülmekten kendini alamadığını fark ediyorum.

Sık sık şarapla yüreğimin ateşini söndürmeye çalışıyorum;

ama o daha da büyüyor ve sarhoşluğum içimin ateşine ateş ekliyor;

ve bir çok şeyi görmemek için başımı başka tarafa çevirip uzanıyorum;

ama sen hemen gözlerimi kendine geri çekiyorsun.

Ne yapacağımı bilmiyorum: Tüm bunları görmek benim için ıstırap;

ama senin yüzünü görmemek daha da büyük bir ıstırap.

Mümkün olduğu ve elimden geldiği ölçüde çılgınlığımı gizlemeye çalışıyorum;

ama aşk, bir başka biçimde gene ortaya çıkıyor.

Ama seni kandıramam: Sen benim acılarımı hissediyorsun, evet hissediyorsun!

ve bunlar keşke yalnız senin tarafından hissedilse.

O adam gözyaşlarımın sebebini anlamasın diye

kaç kez tam ağlayacakken yüzümü çevirdim.

Sarhoşken her kelimeyi senin yüzüne söyleyerek

kaç kez bir aşkı anlattım.

ve sana uydurma bir ad altında kendi niyetimi belli ettim.

Eğer bilmiyorsan söyleyeyim; o aşık adam gerçekte bendim!

Sözlerimde daha da cüretkar olmam gerekirse,

bir kez değil, her seferinde sarhoşluğum sahteydi.

Bir keresinde elbisen açılınca, hatırlıyorum, göğsünü gördüm

ve de göğsün bütün çıplaklığıyla gözlerime kendini sundu,

beyaz karlardan da, sütten de,

Zeus’un annenle sevişirkenki kuğu halinden de daha beyazdı göğsün.

O an gördüklerim karşısında sersemleyince (zira elimde sıkıca kadehimi tutuyordum.)

kıvrık kulp benim parmaklarımın arasından kayıverdi.

Eğer kızın Hermione’ye öpücükler verseydin

ben derhal ve memnuniyetle o öpücükleri onun küçük dudağından alırdım.

Oysa ben yalnızca sırt üstü uzanıp eski aşk şarkıları söyleyebiliyordum ve yalnızca kafamı sallayarak üstü kapalı işaretler verebiliyordum. (219-258)

Buradaki sarhoşluk, gözyaşı gibi kavramlar yine Ars Amatoria’da, kadınları etkilemek için sık sık öğütlenen kavramlardır; Ovidius bir kadına duyguları belli etmek için sarhoş olmayı, değilse de sarhoşmuş gibi yapmayı; kadehinden şarabı onun içtiği yerden içmeyi ve de onu etkilemek için ağlamayı ya da ağlıyormuş gibi yapmayı öğütlemiştir. Bir başka yol da kadına hizmetçileri aracılığıyla ulaşmaktır. Paris Helena’ya, buna kalkıştığını, ancak hizmetçilerin, daha o sözünü bitirmeden korkup kaçtıklarını yazar. Helena’ya ulaşmak oldukça zordur; Paris “tanrılar senin için büyük bir yarış hazırlamalıydılar/ ki galip gelen kişi seni kazansın.” (263-264) derken Hippomedes’le Atalante’nin öyküsünü örnek göstermiştir. Bu Ovidius’un oldukça sevdiği ve yaygın olarak bilinen bir öykü olmalıdır. Çünkü Hippomedes’in koşu yarışında aklını kullanarak yarışı kazandığını, böylelikle Atalante’ye sahip olduğunu anlatan bu öyküye Ovidius Cydippe’nin mektubunda da yer vermiştir.

Ayrıntılara girmeden yalnızca kahramanların adlarını kullanması da öykünün, okuyucuları tarafından biliniyor olduğunu göstermektedir.

Ancak ortada böyle bir yarış yoktur ve Paris’in yapabileceği tek şey onunla gelmesi için Helena’ya yalvarmak, gerekirse onun ayaklarına kapanmaktır. Bunun için ona tekrar tekrar aşkının yüceliğini ve bunun kaderin arzusu olduğunu anlatırken Cassandra’nın adını da bir kez daha anar. Amacı aşkının tanrısallığını Helena’ya hatırlatarak onu kaderin böyle istediğine inandırmaktır. Ona göre kehanet de, kader tanrıçaları da, aşk da onların yanındadır:

Göğsümü delip geçen ok hafif bir yara açmadı,

bu yara adeta kemiklerimin içine işledi.

Zira ilahi bir ok tarafından vurulacağımın söylendiğini hatırlıyorum;

bana bu kehaneti çok önceden kız kardeşim Cassandra söylemişti.

Kaderin sunduğu aşkı küçümsemeye kalkma Helena:

Böylelikle bir şey istediğinde tanrılar senden yana olacaklardır. (277-282)

Paris aklından daha pek çok şeyin geçtiğini, ancak geri kalanını yüz yüze söyleyebilmesi için, gece olunca onu yatağına alması gerektiğini yazarken, Helena’dan, bunun utanılacak bir şey olmadığına inanmasını ister:

Yoksa utanıyor musun? Evlilik Tanrıçası’na saygısızlık etmekten

ve yasal yatağının masumiyetine ihanet etmekten mi korkuyorsun?

Bu çok basit Helena; -hadi saf demeyeyim-

böylesi bir güzelliğin günahtan yoksun olabileceğini mi sanıyorsun?

Ya görüntünü değiştirmen ya da hafif biri olman gerekiyor;

güzellik ve iffet arasında büyük bir çekişme vardır.

Iuppiter bu tür kaçamaklardan zevk alır; altın sarısı Venus de öyle.

Kuşkusuz işte böylesine bir kaçamak Iuppiter’i sana baba olarak vermiş olmalı.

Eğer tohumunda aşkın güçleri varsa,

Iuppiter ve Leda’nın kızı olarak senin masum kalman mümkün değil.

Ama yine de benim Troia’m sana sahip olduğunda masum olabilirsin

ve dilerim ben senin tek günahın olayım!

Eğer Venus bana boş vaatlerde bulunmadıysa, bırak da biz şimdi evlendiğimizde kendiliğinden düzelecek olan hatalar yapalım. (285-298)

Paris bu şekilde, yaptıkları şeyin bir günahtan çok, tanrıların da başına gelen ve Helena’nın karşı koyması mümkün olmayan bir oyun olarak göstermeye çalışır; kaldı ki bizzat Helena’nın annesi de Iuppiter’le bu tür bir şey yaşamıştır. Paris Helena’yı kendisiyle gelmeye ikna etmek için bütün yolları denemekte ve ona sonsuz mutluluklar vaat etmektedir.

Artık her şey onların yararınadır. Paris saraydadır ve Menelaos bir iş gezisi için kent dışına çıkmıştır ve giderken de misafirini komik bir şekilde karısı Helena’ya emanet etmiştir. Gemiler, askerler, her şey hazırdır; Helena’yı saraydan kaçırmanın tam zamanıdır. Geriye bir tek Helena’nın vereceği ‘evet’ cevabı kalmıştır:

Bizzat senin kocan sözleriyle değil ama yaptıklarıyla buna fırsat veriyor;

misafirinin bu kaçamağına engel olmamak için uzaklara gidiyor.

Girit Krallıkları’nı ziyaret için daha uygun bir zaman bulamazdı:

Şaşılacak kurnazlıkta bir adam doğrusu!

Öyle ki tam gidecekken bizzat sana dönüp

“Idalı’yı sana emanet ediyorum.

Konuğumuza iyi bakasın, kadın!” dedi.

Tanrılar şahidimdir ki, uzakta olan kocanın emirlerini ihmal ediyorsun:

Misafirine hiçbir özen göstermiyorsun.

Ey Tyndaros’un kızı; sen bu kalın kafalı adamın,

senin güzelliğinin bahşettiği şeyleri yeterince anlayabildiğini mi sanıyorsun?

Yanılıyorsun, anlamıyor; zira eğer sahip olduğu eşsiz güzelliklerin farkında olsaydı,

asla yabancı bir adama güvenmezdi.

Benim sesim, ya da benim ateşim seni etkilemese bile

bu durumdan yararlanmak zorundayız.

Eğer bu kadar uygun bir zamanı bir şey yapmadan harcarsak

işte o zaman aptal duruma düşeriz; hatta o adamı bile geçeriz aptallıkta:

Aşığını sana neredeyse kendi elleriyle teslim etti:

Bu emirleri veren adamın saflığından yararlan! (299-316)

Zira Helena’nın başka bir şansı da yoktur; çünkü bu tanrıların isteğidir; Paris

Helena’yı buna ikna etme çabasındadır. Kader onların kaçmasına izin verecektir, bu kesindir. Paris bir yandan bunları kurarken bir yandan da onunla buluşacağı geceyi hayalinde canlandırmaktadır:

O uzun gecede boş yatağında tek başına yatıyorsun;

ben de kendi boş yatağımda yalnız yatıyorum.

Ortak zevkler seni bana, beni de sana bağlasınlar:

O gece, öğle zamanından daha da parlak olacak!

Sonra sana istediğin tanrılar üzerine yemin edeceğim

ve kutsal yeminlerle bizzat kendimi kendi sözlerimle bağlayacağım.

O zaman ben, eğer yeminim boş değilse,

karşına çıkıp benim krallığımı istemeni sağlayacağım. (317-324)

Mektubunun sonlarına geldiği satırlarda Paris Helena’ya vaatlerde bulunmaya devam etmektedir. Ona Troia kentlerini baştan başa bir kraliçe olarak geçerken, halkın onu yeni bir tanrıça sanıp ona kurbanlar sunacağını ve ailesinin de onun önüne armağanlar sereceğini vaat eder:

Ben ne diyeyim! Olacakların ancak çok küçük bir kısmını sana söylüyorum:

Mektubumda yazdıklarımdan çok daha fazlasına sahip olacaksın! ( 339-340)

Ve Helena’nın, yola çıktıklarında kocasının ve ailesinin, onların peşine düşmesinden ya da olası bir savaşın çıkmasından korkmaması için ona güven vermeye çalışır. Bunun için Paris Helena’ya, daha önce sayısız kaçırılmış ve geri alınamamış ve buna rağmen kentleri mutlu olan, rahat içinde yaşayan sayısız genç kız olduğunu yazarak, ona bu korkuların boşluğunu ispat etmeye çalışır. Yine de olası bir savaşta Menelaos’unkinden üstün adamları ve silahlarıyla ve de cesaretiyle savaş için hazır olacağını yazar. Paris kendini Menelaos’la kıyaslayıp övdükçe överken ve geçmişteki kahramanlıklarını uzun uzadıya anlatırken , ‘Alexander’ adını alışına da değinir:

Ben daha çocukken düşmanlarımı öldürüp çaldıkları hayvan sürülerini onlardan geri aldım,

ve işte adımın kaynağı da buradan gelir.  (359-360)

Kendi cesaretini, gücünü ve korkusuzluğunu ispatlayarak Helena’nın içini rahatlatmak, ona cesaret vermek ve gözünde onun ne denli değerli bir kadın olduğunu göstermek için Paris son satırlarını büyük bir özgüven ve gurur içinde yazar:

Böylesine önemli bir eş için silaha sarılmayı kötüleyemem:

Savaşları büyük ödüller tetikler!

Sen de kötüleme; eğer bütün dünya senin yüzünden çarpışıyorsa bu demektir ki gelecek kuşaklar için de büyük bir ad taşıyacaksın. Buradan tanrıların hoşgörüsüyle yola çıkarken, korkusuz bir umutla, tam bir güven içinde sana vaat edilen armağanları iste! (373-378)

Her ne kadar biz de, Ovidius da olayların felaketle sonuçlanacağını biliyor olsak da, Paris’in mektubu, Helena’nın ‘evet’ cevabını bekleyen vaat ve umut dolu satırlarla son bulur. Sonuçta Paris, mektubunda söz zengini ve söz ustası aşık bir adam olarak karşımıza çıkmaktadır.

Helena Paridi:

Ovidius’un Helena’nın ağzından yazdığı bu mektupta Helena, Ovidius’un Roma’sında yaşayan bir kahraman olarak karşımıza çıkmaktadır. O, Paris’in aşkına karşı koymakta zorlanmasına karşın, sahip olduğu erdemi ve ünü de kolayca bir kenara bırakamamaktadır. Zira mektubunda Helena’nın Paris’e olan tutkusu oldukça açıktır; ancak şanının büyüklüğünün farkında olan Helena, Paris’e olan aşkını açıklaması durumunda, namussuzluğunun yankısının da o denli büyük olacağının farkındadır. Zira Helena’nın, toplumdaki değer yargılarına, kendi hakkında ya da genel olarak kadınlar ve erkekler hakkında söylenen sözlere fazlasıyla önem veren bir kadın olduğu görülmektedir. Aslında o, Paris’e evet cevabı vermeye hazırdır; ancak toplumdaki baskılar ve başına gelebilecekler onu korkutmakta ve yavaşlatmaktadır. Bu nedenle duygularını açıkça yazan Helena’nın hissettiği bu korkular onun mektubunun merkezini oluşturmakta ve satırlarında, arzusu ile, korumak istediği ünü arasındaki tezatlık ortaya çıkmaktadır.

Paris, kocasının varlığına rağmen Helena’ya yaklaşmaya ve namusunu kirletmeye cesaret ederek, onun korku ve endişelerinin kaynağı olmuştur. Helena mektubuna, onu bu cüretinden dolayı suçlayan sözlerle başlar. Zira Paris bir misafir gibi Sparta’ya gelmiş, Helena’nın kocasıyla bir dost gibi yakınlık kurarak evine girmiş ve bu şekilde misafirliğin kutsal yasalarını kendi çıkarı için kullanmaya cesaret etmiştir:

İçimize böyle girmiş olan sen dost muydun, yoksa düşman mı? (10)

Helena, Paris’i bu cesaretinden dolayı suçlasa da, ona karşı içinde öfke olmadığını, Ars Amatoria’da da sık sık geçen bir yargıyı kullanarak açıklamaktadır. Buna göre aşık olan kişi ne yaparsa yapsın masumdur; kadın her ne kadar “istemiyorum.” dese de, kendisine aşık olan adam karşısında yumuşayabilir ve onu arzulayabilir.

Helena da Paris’e kızmamaktadır; ancak ona karşı güvensizdir. Bu onun mektubunda genel olarak hissedilen bir duygudur. Helena bu güvensizliğinin sebebini yine genel bir yargıyla açıklamaktadır. Buna göre bir genç kızın her şeye kolaylıkla inanması sakıncalıdır ve erkeklerin sözlerine güvenmemek gerekir.(39-40) Bu yüzden Helena da bu yargıyı göz önünde bulundurarak, Paris’e karşı temkinli davranmaya çalışmakta ve onu sorgulamaktadır. Güzelliğinin farkındadır ve bu güzellik onun başına bela olmaktadır; adeta güzel bir kadın olarak adının namuslu kalması ona yasaktır.

Helena, güzelliği dışında, Paris tarafından kaçırılmaya layık bir kadın olarak görülmesini ve onun buna cesaret edebilmesinin nedenlerini mektubunda tartışır. İlk düşüncesi, daha önce Theseus’un onu zorla kaçırmış olmasıdır. Helena kendisinin, bir kez zorla kaçırılmış biri olarak ikinci kez de kaçırılmaya layık görülmüş olabileceğini düşünür. Ancak Helena Paris’in bahanesi olabilecek bu düşünceyi bizzat çürüterek, Paris’in kendi mektubunda da değinmiş olduğu bu olayda kendi savunmasını yapmaktadır. Zira Theseus onu zorla kaçırmıştır, Helena’nın onun tarafından ayartılması söz konusu değildir. Bu olayda Helena’nın hiçbir suçu yoktur;

çünkü yapabileceği tek şey ona ‘hayır’ demek olmuştur. Sonunda da Theseus dokunmadan onu evine geri getirmiştir. Helena’nın aklına ikinci olarak gelen şeyse, annesinin başka bir adamla evli olduğu halde, ona Iuppiter’den hamile kalmış olmasıdır. Zira Paris mektubunda, Leda’nın kızı olarak Helena’nın aşktan ve aşk kaçamaklarından kaçamayacağını yazmıştır. Helena onun bu düşüncesini de çürütürken bu kez annesinin savunmasını yapar. Annesi masumdur; çünkü zina yapan erkek onu kandırmak için, beyaz bir kuğunun tüyleri arasına gizlenmiştir. Annesi Leda bu kuğuyu bilmeden okşayarak günaha girmiş, ancak günahın sorumlusu olan kişi Iuppiter olduğu için bu onun günahını hafifletmiştir. Bununla birlikte o tanrıların tanrısından hamile kalan bir kadın olarak ‘talihli’ sıfatına sahip olmuştur. Ancak Paris’in durumunda ona ‘talihli’ denmesini sağlayacak bir Iuppiter yoktur:

Peki ben hangi Iuppiter sayesinde hatam için ‘şanslı’ diye adlandırılacağım? Sen geçmişteki atalarını ve krallığına ait adları öne sürüyorsun;

Benim sarayım ise, soyluluk bakımından dahi yeterlidir. (50-52)

Görünüşe bakılırsa Paris’in; kendisi, soyu, toprakları, krallığı ve halkı hakkındaki övgü dolu sözleri Helena üzerinde beklediği etkiyi yaratmamıştır. Zira tüm o sunduğu şeyler Helena’nın insanlar tarafından suçlanmasını engelleyemeyecektir ve Helena’nın, şanından vazgeçmesine değecek kadar büyük değildir. Helena’nın zaten zenginliğe ya da daha fazla soyluluğa ihtiyacı yoktur. Paris’in, soyunu yere göğe sığdıramamasına karşın, Helena, babasının ‘Iuppiter’ olması kozunu kullanmaktadır.  Paris’in iddia ettiği gibi, onun ülkesi kahramanlarının sayısınca Sparta’yı gerçekten geçiyor olsa bile Helena bunun, Troia’nın barbar bir ülke olmasından kaynaklandığını yazar. Helena tek tek Paris’in, onu etkilemek için mektubunda yazdığı övünç kaynaklarını çürütmekte ve bunlara kanmayarak akıllı bir kadın olduğunu göstermektedir. Bu aynı zamanda, bir kadın olarak Helena’nın bu tür şeylere değer vermemesinden de kaynaklanır. Zira Helena’ya göre Paris’in sunduğu hediyeler tanrıları dahi kışkırtacak denli büyüktür; ancak burada Helena, kendisi için asıl değerli olan şeyi Paris’e açıkça yazar:

Zengin vaatlerle dolu mektubun gerçekten öyle armağanlar sunuyor ki, tanrıçaları bile etkileyebilir.

Ama ben sonunda utanç sınırlarını aşmayı istesem bile, günahımın haklı nedeni ancak sen olabilirsin.

Ben ya adımı sonsuza dek lekesiz tutarım,

ya da hediyelerinden ziyade senin peşinden gelirim.

Tamam, bunları reddetmiyorum;

çünkü verenin değerli kıldığı hediyeler her zaman kabul edilir hediyelerdir. Ama (hediyelerinden) çok daha önemli olan şey senin bana aşık olman;

benim, senin çabanın nedeni olmam ve de sahip olduğun umudun engin suları aşıp gelmesi. (65-74)

Genel olarak bir kadından beklenen de, bir kadının ilgileneceği şey de beğenilmek, sevilmek ve uğruna fedakarlık edilmesidir. Helena’nın da bu konuda sahip olduğu düşünce bu satırlarda son derece açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Helena bundan sonra, Paris’in de değindiği, onunla bir araya geldikleri yemek masası başındaki sahneleri kendi gözünden yazar:

Ah utanmaz adam, öyle görmemeye çalışsam da, o gece o masa kurulurken yaptıklarını; yani, arsız adam, kah cüretkar gözlerinle bana bakarken, -ki o tehditkar gözlere benim gözlerim dayanmakta güçlük çekiyor- kah iç çekerken, kah hemen ardımdan kadehi alıp sen de benim içtiğim yerden şarabı içerken ne yaptığını şimdi anlıyorum.

Ah kaç kere parmaklarından, kaşından, gözünden sanki konuşur gibi sessiz işaretler verdiğini gördüm, ve her seferinde kocam onları fark edecek diye yüreğim ağzıma geldi, ve yeterince gizleyemediğin işaretlerin yüzünden çoğu kez kıpkırmızı kesildim.

Ya çok alçak sesle, ya da hiç ses çıkarmadan kendi kendime sık sık şöyle dedim;

“ bu adamda hiç utanma yok.”; aslında bu dediklerim yalan değildi.

Masanın üstünde de, hemen benim adımın altında, şarapla yazılmış yazıyı okudum, “SEVİYORUM” , Yine de gözümle işaret ederek buna inanmayı reddettim;

Hay saf ben, bu dille konuşulabildiğini de öğrendim! (75- 90)

Bu satırlarda, aşk edebiyatında yaygın olarak karşılaşılan iki kavram görülmektedir:

1-     Aşık olan kişinin, şarabı, hemen sevdiğinin ardından kulpu alıp, onun içtiği yerden içmesi ,

2-                     Şarapla aşk sözcükleri yazılması.

Helena’nın niyeti, Paris’e, bu tür aşk oyunlarından etkilenecek, bu tür iltifatlara kanıp ikna olacak bir kadın olmadığını göstermektir. Paris’in eşsiz güzelliğini kabul etmesine rağmen, ona direnmeye devam eder. Helena ona ahlakçı bir tavırla güzellikten sakınmasını öğütlerken, bir yandan da, o ve mektubu hakkındaki fikrini açıkça şu satırlarda yazar:

Benim örneğime bakıp güzellikten yoksun olunabildiğini öğren:

Hoş gelen şeylerden uzak durmak bir erdemdir.

Bunların farkında olan bir çok gencin senin istediğin şeyleri nasıl istediğini sanıyorsun?

Yoksa bir tek Paris’in mi gözleri var?

Sen de aslında başkalarından fazlasını görmüyorsun; ama hiç çekinmeden çok daha fazlasına cüret ediyorsun;

Ama sana yüreğin değil, ağzın yardım ediyor. (97-102)

Tüm bunlara rağmen Paris’le birlikte olmayı arzulayan Helena, onunla daha önce karşılaşmış olmayı diler. Bu noktada da Helena, kendisiyle ilgili söylencelerin önemli bir parçası olan talipler konusuna değinmektedir: Söylenceye göre Helena evlenecek yaşa geldiğinde yüzlerce talibi onunla evlenebilmek için sıraya girmiştir. Hatta bunların arasında Homeros’un Odysseia destanının kahramanı olan kurnaz Odysseus dahi vardır. Helena’nın babası ünlü taliplerden birini kabul etse diğerini gücendirmiş olacağı için, kurnaz bir yola başvurur. Buna göre Helena evleneceği kişiyi açıkladığında diğer bütün talipler onun bu kararına saygı duyacak ve ileriki zamanlarda her hangi bir kişi Helena’nın namusuna el uzatmaya kalkışırsa, diğer tüm talipler bir araya gelip o kişiye karşı savaşacaktır. Bu karar onaylandıktan sonra Helena, eş adaylarının arasından Sparta kralı Menelaos’u seçmiş ve bu şekilde diğer taliplerini de kocasına müttefik etmiştir. Şimdi Helena, bu talipler arasında Paris’in de olmuş olmasını dilemektedir:

Ben, bakireliğim binlerce talip tarafından istendiğinde

senin de hızlı geminle gelmiş olmanı dilerdim.

Eğer seni o zaman görmüş olsaydım, binlerce kişi arasından sen ‘birinci’ olurdun:

O eşim olan adam da kararımı bağışlardı. (103-106)

Ancak Paris onunla birlikte olmayı umut etmek için geç kalmıştır; Paris’in arzuladığına Menelaos sahip olmuştur. Bu yüzden o zamana dek sadık namuslu bir eş olarak kaderini yaşayan Helena zarar görmekten korkmaktadır. Paris’ten, namusunu çirkin bir ganimet haline getirmekten sakınmasını isterken, için için ona kapıldığını da belli eder. Paris’in, yaşadığını iddia ettiği, Ida’daki kutsal olay Helena’nın satırlarında tekrarlanır:

Sen diyorsun ki; Venus bunu sana önerdi,

yüksek Ida vadilerinde üç tanrıça sana çıplak halde görünüp,

biri krallık, diğeri ise savaşta şan teklif ettiğinde,

üçüncü tanrıça sana “Tyndareus’un kızına eş olacaksın.” demiş. (115-118)

Helena için böyle bir şeye inanmak zordur. Bu olay hakkında hissettiklerini tereddütle, ancak tatlı bir hoşnutluk ve gururla yazarken duyduğu hazları da bir bir sıralar:

Kuşkusuz benim için gökteki tanrıların, vücutlarını senin hakemliğin için önünde sergilendiklerine inanabilmek çok zor.

Bu doğru olsa bile;

benim bu kararın bir ödülü olarak sana teklif edildiğim kısmı kesinlikle uydurma.

Bir tanrıça nezrinde en değerli armağan olduğuma inanacak kadar

kendi gövdeme güvenmiyorum.

Benim güzelliğim hep erkeklerin gözlerinde hoşlanılır olmaktan memnun olmuştur;

ama öven kişinin Venus olması, benim için gıpta edilecek bir şeydir.

Yine de ben hiçbir şeyi inkar etmiyorum: bu övgülerden gerçekten gurur duyuyorum.

Zira benim sözlerim, olmasını arzuladığı şeyin gerçekleşmesini nasıl inkar eder?

Ama sana inanmakta aşırı gönülsüz davrandığım için bana kızma:

Büyük şeylere inanmak hep zaman alır.

O halde benim ilk sevincim, Venus tarafından beğenilmiş olmaktır, bir sonraki ise benim senin için en üstün ödül olarak görülmüş olmam ve ne Minerva’nın, ne de Iuno’nun ödüllerini, hakkında daha önceden duymuş olduğun Helena’nın cazibesine tercih etmemiş olmandır.

Demek ki senin için ben ‘erdem’im ve ben senin için soylu bir ‘krallık’ım!

Benim böyle bir yüreği sevmemem için katı yürekli biri olmam gerekir.

Ama inan bana, ben katı yürekli biri değilim;

yalnızca benim olabilmesi neredeyse imkansız olduğunu düşündüğüm birini sevmeye karşı direniyorum.

Niçin eğri bir sabanla susamış toprağı sürmeye,

ya da bu yerin onaylamadığı bir umudun peşinden gitmeye çalışayım?

Ben Venus’ün aşk kaçamakları için deneyimsiz biriyim.

Ve -Tanrılar şahidim olsun- hiçbir zaman sadık kocama her hangi bir hileyle ihanet etmedim. (119-142)

Helena’nın direnişinin sebebi kocasından çok etrafını düşünmesidir. Etraftan gelen fısıltılar onu kuşkulandırmaktadır. Paris’e, yardımcısı aracılığıyla bu fısıltıların kendisine getirildiğini ve kuşkularında hiç de haksız olmadığını yazar. Günaha giden yol Helena’ya çetin gözükmektedir ve yaşadığı korkunun bizzat kendisi bile ona zulüm gibi gelmektedir. Her şeye rağmen Paris’in kendisinden vazgeçmesini istemediğini, tek istediğinin bu fısıltılara son vermek ve adının lekesiz kalmasını sağlamak olduğunu yazarken Helena’nın bir çaresi vardır; bu aşkı gizlemek. Menelaos’un yurt dışında olması ikisine de kısmen özgürlük sağlar. Menelaos’un saraydan ayrılırkenki vedası Paris gibi Helena’nın da komiğine gitmiştir:

Sen eğer bu aşktan vazgeçmeyi istemiyorsan, yokmuş gibi davran;

ama niye vazgeçesin ki? Vazgeçiyormuş gibi yapman mümkünken.

Oyna, ama gizle...Belki çok aşırı değil, ama bizim için oldukça büyük bir özgürlük verildi:

Çünkü Menelaos uzakta.

O, gerçekten işi gereği yola çıkmak zorunda kaldığı için uzakta.

Ani yolculuğunun büyük ve geçerli bir sebebi vardı;

ya da bana öyle geldi. O gidip gitmemekte tereddüt edince, ben,

“Git, ama hemen dönmeye bak.” dedim.

Bu hareketimden hoşnut olup beni öptü ve

“İşler de, ev de, Troia’lı misafirim de senin sorumluluğunda olsun.” dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum; gülmemi engellemeye çalıştığımdan ona “olur.” dan başka hiçbir şey söyleyemedim. (151-162)

Bununla birlikte Helena saf kocasının, kendisini sarayda bırakıp başka bir ülkeye gitmesini, Paris gibi, kendi değerini bilmemesi ya da güzelliğinin farkında olmaması olarak yorumlamaz. Ona göre Menelaos’un rahatlıkla saraydan ayrılmasının sebebi, kendisine ve yaşam tarzına duyduğu güvendir. Helena aynı zamanda, krallar hakkında genel bir deyişi kendi durumu için kullanarak kocasının, uzakta da olsa onu koruyup gözetleyebileceğini açıklar:

Kocam uzakta da olsa, o beni yokluğunda da koruyacaktır.

Yoksa bilmiyor musun, kralların elleri uzun olur? (165-166)

Zira güzellik başa beladır; Menelaos, karısı Helena’ya tam olarak güvense de, herkes tarafından beğenilen bir kadın olduğundan etraftaki erkeklerin ona yaklaşmasından korkmaktadır. Bu yüzden Helena, şimdi Paris tarafından övülmesinden zevk duyduğu güzelliğinin, onun hayatı için çoğu kez büyük bir sıkıntı olmasından yakınmaktadır. Güzellik gerçekten de bir ‘onur’ kaynağı olduğu kadar aynı zamanda bir külfettir de. Güzel kadının günahtan yoksun olması mümkün değildir. Ancak Helena yine de, Paris’in, kocasının yokluğundan faydalanıp, onun saflığını ikisinin çıkarı için kullanması konusunda tedirgindir:

Bu teklif hem hoşuma gidiyor, hem de korkuyorum ve hala kararım yeterince net değil;

Yüreğim şüphe içinde çırpınıyor.

Kocam benden uzakta ve sen yatağında yalnız uyuyorsun,

Ve karşılıklı senin güzelliğin beni, benim güzelliğim seni çekiyor.

Ah bu uzun geceler. biz konuşmalarımızla birleştik bile, ve sen. tatlı dillim! ah zavallı ben! ve aynı evde olmak. Bütün bu şeyler beni günaha davet etmiyorsa kahrolayım;

Ama gene de hangi korkuyla kendimi tutuyorum, bilmiyorum.

Beni kötü bir şeye ikna etmek yerine, iyi bir şeye zorlasaydın keşke.

Bu köylü saflığım zor kullanarak üzerimden atılmalıydı.

Bazen kötü bir davranış, ona maruz kalmış kişilerin yararına olur:

Kuşkusuz ben de o şekilde mutlu olmaya zorlanabilirdim.

Yeniyken, yeşeren aşka karşı daha kolay mücadele edebiliriz;

yeni parlamış alev azıcık suyla sönüp gider. (177-190)

Helena bu son satırlarda adeta erkeğin egemenliğini kabul etmektedir. Onun istediği, Paris’in, beklemeksizin onu alıp kaçırmasıdır. Zira onu etkilemeye çalışmakta, ikna etmekte başarısız olmuştur. Seçtiği yol Helena için yanlıştır. Ünlü bir kadın olarak ‘kocasının yokluğunda başka bir adama kaçan bir kadın’ diye anılmak istememektedir. Oysa ‘kocasının yokluğunda kaçırılan bir kadın’ olmak onun sorumluluğunu hafifletecektir ve bu durum karşısında kendini rahatlıkla savunabilecektir. Oysa şimdi sorumlusu bizzat kendi olacağı ve bir an önce vermesi gereken bir karar vardır.

Helena aynı zamanda, bu kararı verdiği; yani Paris’i yanına kabul ettiği an, onu kaybetmekten korkmaktadır. Zira Paris ne olursa olsun yabancı bir adamdır. Erkek olarak sözüne güvenilmemesi gereken bu adam üstüne üstlük ne zaman gideceği belli olmayan bir misafirdir. Ve ‘aşk’ın kendisi de doğasından dolayı geçici ve ele avuca sığmaz bir şeydir.  Helena bu konulardaki düşüncelerini genel geçer yargılarla ve Heroides’te, kendilerini terk edip giden sevgililerine mektup yazmış olan kadınlardan örnekler vererek destekler:

Misafirlerde güvenilir bir aşk yoktur: Tıpkı kendileri gibi aşkları da oradan oraya dolaşır

ve “Bundan daha sağlam olamaz.” diye umduğun anda kaçar gider. Hypsipyle şahit, bakire Minoia  şahit;

Her ikisi de arzuladıkları evliliklerin gerçekleşmemesinden yakınan kadınlar.

Ey sadakatsiz; senin de, yıllarca sevdiğin halde

Oinone’ni terk etmiş olduğun söyleniyor.

Aslında bunu sen de inkar edemezsin,

ve eğer bilmiyorsan söyleyeyim, seninle ilgili her şeyi sordum soruşturdum.

Kaldı ki, sen aşkında kararlı olmayı istesen de yapamazsın:

Phrigia’lı yoldaşların senin gemilerinin yelkenlerini çoktan açtılar bile.

Sen benimle konuşurken ve arzuladığın aşk gecesini planlarken, seni vatanına taşıyacak rüzgarlar çoktan çıktı bile.

Sen yeni heyecanlarla dolu sevinçleri tam ortasında bırakacaksın, aşkımız da rüzgarlarla birlikte uçup gidecek! (191-204)

Helena, Paris’e göre, onun sevgilisi hakkında çok daha duyarlı davranmıştır. Sevdiğini söylediği başka bir kadını bırakıp gelmiş olması Paris’in güvenilmezliğini kanıtlamaktadır. Bunu öğrenmek için Paris ile ilgili bilgi toplaması onun takındığı doğal ve tamamiyle kadınsı bir tutumdur. Paris’in geçmişteki davranışları onun için bir güvensizlik kaynağıdır.

Bu andan itibaren Helena, Paris’e, onu dinleyip onun peşinden gittiği taktirde başına gelebilecek şeyler hakkında duyduğu endişeleri ve bunların sebeplerini sıralar. Zira Helena’nın mektubunun ana çerçevesini de, büyük ölçüde bu endişeler oluşturmaktadır(205-255):

Namussuz bir kadın olarak anılacak olmak Helena’nın en büyük korkusudur. Zira daha önce de bahsettiğimiz gibi namussuzluğunun yankısı, ününün ve güzelliğinin olduğu kadar büyük olacaktır. Paris’in peşinden Troia’ya gittiğinde de nasıl karşılanacağı onun için bir endişe kaynağıdır. Helena; Paris’in kardeşlerinin, anne ve babasının, gelinlerinin onu Troia’da nasıl karşılayacaklarını, kocasını terk edip gelmiş bir kadın olarak ona ne gözle bakacaklarını merak etmektedir. Ve bundan öte Paris’in ona nasıl davranacağını sorgulamaktadır:

Sen gerçekten benim sadık bir eş olacağıma güvenebilecek misin?

Ve de bizzat kendi yaşadığın örnekten dolayı endişe duymayacak mısın?

Ilion limanlarına her ne zaman yabancı biri gelse,

o senin için huzursuz edici bir korku nedeni olacak.

Bizzat sen, bu suçun benim kadar senin de sorumluluğun olduğunu unutup, kim bilir kaç kere öfkeyle “kahpe ” diyeceksin.

Sen, işlenen günahın aynı anda hem suçlayanı hem suçlusu olacaksın.

(213-219)

Helena’nın, Paris’e ‘evet’ demeden önce, tüm bunları göze almış olduğu ortaya çıkmaktadır. O her ne kadar etkilenmediğini yazsa da, Paris’in güzelliği ve aşk oyunları onu etkisi altına almıştır. Ancak kesin kararında acele etmek istemeyen Helena Paris’e, böyle bir şey yaşamadan önce ölmeyi dilediğini yazar. Zira onun başına gelebilecekler bunlarla sınırlı değildir:

İncinirsem yardımıma kim koşacak Phyrigia kıyılarında?

Kardeşlerimi; anne ve babamın yardımını nerede bulacağım?

Sahtekar Iason da Medeia’ya pek çok şey vaat etmişti:

O, aynı Iason’un evinden az mı kovuldu?

Aşağılandığı zaman onun için yanına dönebileceği bir Aeetes  yoktu.

Annesi Idyia yoktu, ya da kız kardeşi Chalciope.

Ben bu tür şeylerden hiç korkmuyorum; ama Medeia da korkmamıştı;

İyi umutlar çoğu kez hedefledikleri şeylerce aldatılırlar.

Şimdi açıklarda dalgalarla boğuşan bütün gemiler için, limandan çıkarken sakin bir deniz olduğunu görürsün. (227-236)

Helena Paris’e göre durumlarına çok daha duygusal bakmaktadır; bununla birlikte ona göre daha mantıklıdır. Paris gibi tek bir amaca yönelmiş olarak değil; tam tersi tüm olasılıkları düşünen, sorumluluk duyan bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre Paris’in Helena için uzun uzadıya yaptığı vaatlerin ve sunduğu armağanların bir değeri yoktur. Hiç biri Helena için, yurdunu terk etmeye değecek kadar değerli değildir. Onun ikna olmasını sağlayabilecek tek şey, hissettiği ve karşı koymakta zorluk çektiği aşktır. Bununla birlikte o, Paris gibi, annesinin onu doğurmadan önce rüyasında gördüklerine dair kehanetlere karşı da kayıtsız değildir. Kehaneti, Paris’in aksine gerçek sözleriyle olduğu gibi kabul eden Helena, Troia’nın gerçekten Paris yüzünden yanacağından endişelenmektedir. Zira onun için ikinci bir endişe kaynağı da, Paris’in güzellik yarışmasında Venus’ü seçerek tanrıçadan kazandığı desteğe karşı, ödülü ve güzellik yarışmasını kaybetmiş olan diğer iki tanrıçanın öfkesidir. Helena Paris’e eşlik ettiği taktirde bu iki tanrıçanın yapacaklarından da korkmaktadır. Olası bir savaş da, hem aşklarının, hem de kendilerinin yok olmasına neden olabilecek en kötü şeydir. Zira Menelaos’un, Helena’nın bizzat taliplerinden oluşan koskoca bir müttefik ordusu vardır. Bu konuda Helena, kendi durumuyla oldukça benzeşen, Lapithler’le Kentaur’lar arasındaki korkunç savaşı örnek göstermiştir. Kaçtıkları taktirde Menelaos ve kardeşlerinin de, kendisini geri almakta gecikmeyeceklerini yazar ve olası bir savaşta Paris’e karşı güvensizliğini açıkça belli eder:

Her ne kadar sen kendinle övünsen ve yaptığın cesurca işlerden bahsetsen de yüzün sözlerinle çelişiyor.

Senin bedenin Mars’tan çok Venus’ünkine uyuyor:

Savaşları bırak güçlü kimseler yapsın; sen, Paris, her zaman sev.

Söyle, senin yerine, övdüğün Hektor savaşsın:

Başka türlü bir savaş senin yeteneklerine layık. (251-256)

Bu endişeler ve korkular içinde mektubuna son vermeye hazırlanan Helena, kararı konusunda Paris’i tereddütte bırakmasına karşın, ona olan aşkını ve tutkusunu gizleyememiştir. Belki de Paris’ten beklediği, vaatler yerine, içini rahatlatacak, ona güven verecek güçlü sözlerdir. Bir kadın olarak onun bu güven hissine, armağanlardan daha çok ihtiyacı vardır. Zira mektubunun sonuna geldiğinde de Helena, Paris’e, gece buluşacaklarına, ya da onunla Troia’ya geleceğine dair net bir cevap vermemiştir:

Bir araya gelip bunları gizlice konuşmamızı istediğini biliyorum

ve ne elde etmek istediğini ve nasıl bir konuşmaya çağırdığını da.

Ama çok fazla acele ediyorsun, senin ekinin daha hala tarlasında.

Belki de bu gecikme senin arzunun yararınadır.

Neyse bu kadar; saklı duygularımın sırdaşı olan bu mektup, parmaklarım artık yorgun düştüğü için, işini sona erdirsin. Geri kalanını; benim iki yoldaşım ve danışmanım olan

yardımcılarım Clymene ve Aethra aracılığıyla konuşalım. (261-268)

Leander Heroni

Hero ile Leander bir çok eski çağ ozanının şiirlerine konu olmuş trajik bir öykünün birbirlerine aşık kahramanlarıdırlar. Öyküye göre Hero ile Leander birbirlerine tam karşı kıyılarda yaşamaktadırlar. Hero kendini Venus’ün hizmetine adamış olan ve bir kulede yaşayan Abydos’lu bakire bir genç kızdır. Leander ise Sestos’lu bir kral oğludur. Birbirlerini Venus adına düzenlenen bir şölen sırasında görmüşlerdir ve ilk görüşte aşık olmuşlardır. Ancak Hero’nun tapınımına göre böyle bir aşk yaşaması ve evlenmesi yasaktır. Leander onu görebilmek için iki şehir arasında uzanan suları geceleri gizlice geçmek zorunda kalmıştır. Her gece Hero’nun yaktığı ışıkla yolunu bulan Leander bir gece fırtınada yolunu kaybedip boğulmuştur. Hero ise kavuşmayı beklerken kıyıda sevdiğinin cansız bedenini görünce bir an bile düşünmeden kendini kuleden aşağıya atarak intihar etmiştir.

Onların bu acıklı öyküsü dilden dile, nesilden nesile dolaşmıştır ve bir çok yere mal edilmiştir. İstanbul’daki kız kulesi de bu öyküyü sahiplenen yerlerden biridir. Ancak gerçekte öykü Hellespontos sularında geçmektedir. Leander’in kenti Abydos, Çanakkale Boğazı’nın en dar yeri olan Naraburnu’nun Anadolu yakasında kalan yerdedir. Antik kaynaklarda bu öyküyle ilk olarak Vergilius’un, İ.Ö 37-29 yılları arasında yazdığı Georgica adlı eserinde karşılaşmaktayız:

Ya genç adam? Neyi göze almaz zorlu Aşk

İliklerine salınınca güçlü ateşi?

Fırtına da patlasa kör karanlıklarda,

Geç de kalsa gece, yüzmez mi dalgalarda?

Başının üstüne çarpmakta gümbür gümbür

Geniş kapıları göğün ve kayaları

Dövüp kıran dalgalar geri dönmeye

Çağırmakta onu ya, caydırabilir mi

Ne mutsuz ana baba tuttuğu yoldan

Ne taze kız, acıyla ölecek ardından.

Vergilius bu şiirinde ne bir isim vermiştir, ne de öykü hakkında herhangi bir ayrıntı. Ancak İ.S 4-5. yy.’de çok önemli bir Vergilius yorumcusu olan Servius, onun bu şiirini Hero ve Leander’e ithaf ederek yorumlamıştır.

Hikayenin günümüze kalmış ilk geniş versiyonu ise Ovidius’un Heroides’inde karşımıza çıkmıştır. Ondan yüzyıllar sonra yaşamış olduğu düşünülen Mousaios’un da Hero et Leander adlı eseri güzümüze bütün olarak kalmıştır. Ancak Mousaios’un yaşamı hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Bununla birlikte Mousaios’un Ovidius’u okumuş olma ihtimali oldukça azdır; onun daha çok öykünün orijinalinin konu olduğu Helenistik bir şiirden yararlandığı düşünülmektedir.

Mousaios öyküyü adeta bir masalmışçasına işlemiştir: Ozan şiirine Tanrıça Venus’den, ona, Hero ile Leander’in öyküsünü yazabilmesi için ilham vermesini isteyerek başlar. Daha sonra boğazın iki ayrı yakasındaki kahramanlarını tanıtıp onların öyküsünü yazmaya başlar. Güzel Hero Kıbrıslı Tanrıça Venus’ün tapınak görevlisidir. Babasından kalma bir kulede bir köleyle birlikte deniz kıyısında yaşamaktadır. Hero utangaç, çok akıllı ve tanrıçalar kadar güzel bir genç kızdır. Ona ilk görüşte aşık olan Leander de en az onun kadar güzelliğiyle ün salmış bir delikanlıdır.

Leander Sestos’ta, Adonis için yasa giren Tanrıça Venus onuruna her sene düzenlenen törene katılır ve tören sırasında görenin gözlerini alamadığı, erkeklerin “gözlerim yoruluyor, yine de ona bakmaya doyamıyorum.”  dediği Hero’yu görünce büyülenir ve kendi kendine Hero onun olmazsa öleceğine dair and içer. Sevgisini içinde tutamaz ve gözlerini güzel Hero’dan bir an olsun alamaz. Hero ilkin utanıp bakışlarını ondan kaçırır; ancak Leander onun yüzünün kızarıklığından ne hissettiğini anlar. Herkes dağıldıktan ve güneş battıktan sonra Leander Hero’nun yanına gider ve ona açılır. Hero Leander’i ayıplayıp ona karşı direnmek ister. Ancak bu fazla uzun sürmez ve Hero kendini bir anda Leander’in arzuladığı aşkın içinde buluverir. Leander ona, her gece onu görebilmek için yüzerek kuleye geleceğine, hiçbir zaman korkmayacağına ve vazgeçmeyeceğine dair söz verir. Bundan sonra Hero geceleri kulenin tepesinde fener yakıp, gecenin karanlığında Leander’e aydınlık bir yol açacak, Leander de onun ışığında yolunu bulacaktır. Leander artık gücünü tanrıça Venus’den alan, adeta tek başına hem tekne, hem kürek, hem dümen olan biridir. Genç kız fener yakıp kaldırmayı ve onu sabırla dua ederek beklemeyi, delikanlı da aşklarına engel olan kuleye her gece yüzerek ulaşmayı üstlenmiştir.

Leander günlerce, haftalarca aşkına ulaşmanın vereceği hazzın hayalini kurarak, geceleri Hero’sunun yanına gider ve sabah olduğunda kendi kıyısına geri döner. Fakat çok geçmeden kış gelir ve deniz geçilmez olur. Hero’nun fenerini yakmasını çaresizce bekleyen Leander sonunda kulede ışığı görür ve hiç düşünmeden kendini dalgalı sulara atar; ama yönünü hemen kaybeder. Azgın sular arasında bir müddet direndikten sonra yenilir ve boğularak ölür. Kulede hala sevgilisini beklemekte olan Hero ise sabahleyin sevgilisinin karaya vuran cesedini görünce, kendini kuleden aşağıya atar:

İşte böylece öldü o da hemen,

sevdiğinin yanında

ve ikisi birden birleşti ölümün kucağında.

Mousaios’tan yüzyıllar önce öyküyü Heroides’te ele alan Ovidius diğer tüm mektuplarda olduğu gibi olayın özüne dokunmamıştır. Muhtemelen kaynağı Mousaios’unkiyle aynıdır. Ancak Ovidius’un öyküyü işleyişindeki fark, hem daha önce bahsettiğimiz gibi öyküyü yeni bir türün kalıbına sokması; yani elegeia, mitoloji ve mektup şeklini bir arada kullanarak öyküyü yorumlaması, hem de kahramanların hislerine ses vermesi, dolayısıyla olayın dramatik unsurlarını daha belirgin kılmasındadır. Bunun dışında, eser içinde incelendiğinde de Hero ile Leander önceki mektuplardaki karakterlere göre oldukça farklıdır. Zira Hero ve Leander gerçekten aşkı yaşamış ve her an bir araya gelme umudunu taşıyan, birbirlerinden ölüm pahasına vazgeçmeyen karakterlerdir. Onların mektuplarında kıskançlık, öfke, yakınma gibi kavramlar son derece azdır; en göze çarpan şey aşktır ve patetik unsurlar ağırlıktadır. İki aşığın yalvardıkları ve yakındıkları tek şey rüzgarlardır. Çünkü mutlulukları da kederleri de sadece ve sadece rüzgarların elindedir ve onlar yalnız rüzgarlardan medet ummaktadırlar. Ancak rüzgarlar onları kötü bir sona doğru götürmekte ve bu kötü son, mektupların her bir satırında hissedilmektedir. Öykünün dramatik havası hiçbir şekilde bozulmamaktadır:

Leander ilk satırlarına Hero’yla aralarındaki aşkı ve engelleri açıklayarak başlar. Bu adeta Ovidius’un okuyucuları için yazılmış bir giriş gibidir. Buna göre mektupta Abydos kıyısından genç bir adam, tam karşı kıyıdan Sestos’lu bir genç kıza hitap etmektedir. Daha önce sık sık gizli gizli buluşmuşlardır. Bu onların aşklarının yasak bir aşk olduğunu göstermektedir. Leander’in, Hero’nun yanına gitmesi denizin dinginliğine bağlıdır; oysa şimdi tanrılar ve rüzgarlar Leander’in aleyhinedir ve genç adama sevgilisinin yanına gitme imkanı vermemektedir. Gökyüzü ziftten karanlık, boğaz dalgalarla karışmıştır. Dolayısıyla Abydos kıyısındaki Leander’in, Sestos’lu Hero’ya mektup yazmaktan başka çaresi yoktur.

Leander’in, yazmakta olduğu mektuptan bahsettiği 15-24 arası olan satırlarda ‘mektup’un önemi vurgulanmaktadır. Zira Leander mektup yazarak hem sevgilisinin yokluğunda geçmeyen zamanları doldurmakta, hem de sevgilisin onu alırken, okurkenki hayalini kurarak kendini rahatlatmaktadır. Mektup hem kendisi hem sevgilisi için bir tesellidir ve mektup Leander’den şanslıdır; o, fırtına yüzünden Leander’in aşamadığı engelleri aşacak ve belki bir aracının gemisiyle Leander yerine Hero’ya ulaşacaktır. Hero’nun elleri, belki de açmak için dudakları ona dokunacaktır. Yine de bu Leander için çok ufak bir tesellidir.

Fakat nasıl da isterdim bu yazan ellerim yazmaktansa yüzsün

ve beni sabırla tanıdık sulara taşısın.

Aslında ellerim durgun denizde kulaçlar atsa daha iyi olurdu;

ama şu anda da en azından duygularımın hizmetinde. (21-24)

Nitekim mektubu yazmakta olduğu anda Leander özlem ve acı dolu bir bekleyiş içersindedir. Bu satırlarda kendisini, Hero’nun tam karşı kıyısında bir kayanın üzerinde oturmuş ona doğru bakarken ve hayalinde dalgaları aşıp kuleye vardığını kurarken betimler. (24-30) Leander, kendini ölümcül sulara atmamak için zor tutar. Tam üç kere buna kalkıştığını, ancak her seferinde dalgaların onu geri ittiğini ve adeta rüzgarın kendisine savaş açtığını yazdıktan sonra rüzgar tanrısı Boreas’a seslenir. Leander, Boreas’a halini anlaması ve onun yanında olması için yalvarır. Ancak Leander, ümitsizlik içinde, boşuna yalvardığını, Boreas’ın onun dualarına gümbürdeyerek yanıt verdiğini ve rüzgarların onun isteklerini bu şekilde reddettiğini yazar.

Leander’in bu çaresizlik içindeki bekleyişi sırasında onu yumuşatan, tüm bunlara katlanmasını sağlayan şey anılarıdır ve o, geçmişte Hero’yla yaşadıkları aşk dolu anları hayalinde canlandırırken bunları mektubunda anlatır. Ovidius, Leander’in, hayallerini anlatmakta olduğu bu kısma oldukça uzun ve vurgulu bir yer ayırmıştır. (53-124) Leander Hero’yla daha önceki buluşmalarını ve onunla ilk karşılaştıkları anı anımsamaktadır. Onun kıyıda beklerken geçmişe dair kurduğu hayallerde, Hero’nun yanına giderkenki çabası, birbirlerine kavuştukları andaki coşkusu ve sabahın olmasıyla birlikte Leander’in kıyıdan ayrılışının hüznü vardır. Bu, yolculuk, varış ve ayrılık bölümleri Leander’in ağzındanmışçasına oldukça etkileyici bir şekilde anlatılmıştır:

Leander öncelikle daha önce yola çıktığında ‘ay’ın nasıl da bir yoldaş gibi kendisini takip edip yolunu aydınlattığını özlemle anımsar. Bu sırada Hero’nun güzelliğine de değinmeden geçemez. Nitekim Heroides’te özellikle çiftli mektuplarda ‘sevgilinin güzelliğinin övülmesi’ oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bu hem sevgiliyi mutlu etmek için, hem de gerçek okuyucuya sevgilinin değerinin büyüklüğünü göstermek için kullanılan bir epitet gibidir:

Ey Tanrıça, sen gökten indiğinde bir ölümlüyü istiyordun;

-gerçekleri konuşmak gerekir.- benim ardına düştüğüm kadın, kendisi bir tanrıçadır!

Onun, tanrısal bir yüreğe layık olan erdemlerinden bahsetmeyeceğim, onunki gibi bir güzellik ancak gerçek tanrıçalara nasip olur.

Venus’ün ve senin güzelliğinden sonra onunkinden daha büyük hiçbir güzellik yoktur;

eğer benim sözlerime inanmıyorsan kendin bak!

Sen, ey ay, saf ışınlarınla gümüş gibi parladığında,

nasıl ki bütün yıldızlar senin parlaklığın karşısında kaybolursa,

aynı şekilde o da bütün güzelliklerden daha da güzeldir!

Eğer, Cynthia, bundan kuşku duyuyorsan senin gözlerin kördür. (65-74)

Bunlar Leander’in daha önce yüzerken yolda Ay Tanrıçasına seslenerek kurduğu cümlelerdir. Önceki gidişinde etraf gün gibi aydınlıktır ve dalgalardan eser olmadığı için denize gecenin sessizliği hakimdir. Yine de yolu uzundur. Leander en bitkin düştüğü zamanlarda kendini hep dalgaların en tepesine attığını anlatır. Aslında bu satırlarda Leander, Hero’ya onun için katlandığı güçlüklerin ne denli büyük olduğunu göstererek, hatta belki biraz da abartarak, ona olan aşkının büyüklüğünü ispatlamaya çalışmaktadır. Ne denli büyük bir zorluk varsa, aşkı da o denli büyüktür. Şimdi de, mektubu yazdığı anda önünde uzanan ölümcül sular onun ölüm pahasına olan aşkını simgelemektedir. Bu satırlarda ayrıca Ovidius tarafından sık sık kullanılan bir epitet, aşkın ve sevgilinin ateşle özleştirilmesi söz konusudur:

Uzakta bir ışık görür görmez, “İşte benim ateşim bu ışık içinde,” dedim, “ve benim ışığım bu kıyılarda.” (85-86)

Bu ateş hem Leander’in yüreğini yakmakta, hem de onun bedenini ısıtmaktadır. Leander denizde başını kaldırıp da kulenin ışığını gördüğünde nasıl da kollarına güç geldiğini, nasıl da yeniden kuvvetlendiğini ve sevgilisini görme umuduyla soğuk sularda birden nasıl da ısındığını anlatır. Mesafe azaldıkça yorgunluğu azalmakta ve yüzmek ona zevkli gelmeye başlamaktadır. Artık Hero’yu kulenin tepesinde açıkça görebildiği an ise ruhu ve bedeni cesaretle dolar:

Şimdi yüzerken, sen sevgilimin hoşuna gitmek için çabalıyor,

ve senin gözlerine doğru kulaç atıyorum. (95-96)

Leander o zaman kıyıya vardığında gördüklerini; dadısının kollarından kurtulan sevgilisinin kıyıya koşuşunu, ayaklarının suya değişini, kucaklaşmalarını, Hero’nun onu öpücüklere boğmasını ve şalını kendisine sarışını, tuzlu suyla sırılsıklam olmuş saçlarını kurulayışını anımsar ve adeta o anlar Leander gibi bizim de gözlerimizin önünde canlanır. Bu şekilde ona neyin cesaret verdiği daha açık bir şekilde ortaya çıkar.

Buluşmalarının geri kalanına Leander geceyi, kuleyi ve ay ışığını şahit gösterir. Aldıkları hazzı, Hellespontos sularındaki yosunların sayısıyla eşleştirir. Mektubundaki dramatik havanın yumuşatıldığı tek yer olan bu tatlı satırlardan sonra Leander, kendilerine ayrılan zamanın kısalığından ve birlikte oldukları gecenin biraz olsun uzamamasından yakınarak ayrıldıkları anı yazar:

Ağlayarak ayrılıyoruz ve o bakirenin  denizine tekrar dönüyorum;

ama bakışlarımı olabildiğince kadınıma çevirerek.

Gerçeği söylemek gerekirse (oraya gelirken bir yüzücüydüm;

simdi ise geri dönerken, ben kaza sonrası denize düşmüş bir adam gibiyim.

Eğer bana inanırsan şu da bir gerçek ki:)

sana doğru gelen yol bana yokuş aşağıya gibi gelirken

senden ayrıldığımda adeta dimdik duran sudan bir tepe gibi!

Vatanıma istemeye istemeye geri dönüyorum. (Bu kimin aklına gelir ki?)

Ve gerçekten de şimdi vatanımda hiç istemeden kalıyorum. (117-124)

Burada Leander’in ‘vatanım’ kelimesine yaptığı vurgu ilerideki satırların habercisi gibidir. Nitekim vatanım derken bu Leander gibi bize de çelişkili gelmektedir. Leander için vatan Hero’nun olduğu yer olmalıdır. Hero gelecekse vatan onun için Abydos’tur, Leander gidecekse vatan onun için Sestos’tur; vatan iki sevgiliyi birbirinden ayıran yer değil, onların bir araya geldikleri yerdir:

Ya senin Sestos beni almalı, ya da benim Abydos seni:

Benim ülkem seni ne kadar mutlu ederse, seninki de beni o kadar mutlu eder! (127-128)

Leander geçmişteki bu birleşmelerini ve ayrılıklarını yazdıktan sonra tekrar mektubu yazdığı andaki durumuna döner. Şimdiki zamanın çaresizliği onu yine etkisi altına almaktadır. Leander, rüzgar yüzünden engellenmekten yakınmakta, mutluluğunun neden denize ve rüzgarlara bağlı olması gerektiğini sormaktadır. Bunun cevabını Leander sonraki satırlarda ‘kader’de bulur. Nitekim onu Hero’dan ayıran denizin ‘ad’ında da ölüm vardır; Helle’nin ölümü. Helle’nin ölümüyle deniz Hellespontos adını almıştır; Leander’in geçmesi gereken denizin adında bir kötü kader vardır. (139-142) Kendisi her ne kadar hala yaşıyor olsa da, denize ait bu kötü ün onun da yaşamını gölgelemektedir. Leander, altın bir koçun yünden postuyla fırtınalı denizler üzerinden güvenle geçen Phriksos’u kıskandığını söyler. Yine de ne bir uçan koç, ne de bir gemiye ihtiyacı olduğunu, istediği tek şeyin ona yüzülebilecek sular verilmesi olduğunu yazar. Gerisi Leander için kolaydır; kolları ona kürek, gövdesi tekne olacaktır ve Hero’nun yakacağı fener ona yıldızlar yerine pusula olacaktır:

Sonuçta yalnızca yanıp tutuştuğum sevgilimin kölesi olurum

ve de ey göklere layık kız, seni izlerim.

Gerçekten gökyüzüne layıksın;

ama şimdiye kadar yeryüzünde kalmışsın. (167-170)

Leander’in yine bir fırsatını bulup sevgilisinin güzelliğini övdüğü bu satırlardan sonra aklına yine ‘ölüm’ gelmektedir. Çünkü deniz arzuladığı gibi dingin değildir ve artık Leander’in bekleyecek gücü kalmamıştır. Yedi yıl gibi geçen yedi gün sonunda Leander artık Hero’dan, ona gerçekten ölüme giden yolu göstermesini ister. Onsuz olmaktansa hiç yaşamamayı yeğlemektedir. Bu satırlarda yine, ölüm ve aşk arasındaki bağlantı vurgulanmaktadır. Zira bütün olarak esere bakıldığında da ölümün etkisi ağırdır. Kahramanlar kavuşamadıklarında ya da kavuşacaklarına dair ümitleri kalmadığında, sabırları tükendiğinde ölümü, aşık oldukları kişi olmaksızın yaşamaya tercih etmektedirler. Leander’in satırlarında da aynı durum söz konusudur:

Neredeyse bütün dünyadan uzakta, aşkımla birlikte

umutlarımı da kaybetmeyi tercih eder miyim, bilmiyorum. (175-176)

Sevgilisine, ölüme bu denli yakınken, kendisini yaşatan şeyin umut ve hayalleri olduğunu ve umutla kurduğu hayallerinde, onun ellerine sanki gerçekten dokunur gibi olduğunu ve aynı anda gözyaşlarına boğulduğunu yazar. Sevgili için gözyaşı dökmek de mektuplarda sık sık geçen durumlardan biridir; bu olağan bir şeydir ve aşık olan kişinin sevgilisi için gözyaşı dökmesi küçümsenecek bir şey değildir. Leander burada kendi durumunu mitolojik bir öykünün kahramanı olan Tantalos’un  durumuyla bağdaştırır:

Bunun(benim durumumun) kaçan meyveleri kapmaya çalışmaktan

ve ırmağı ağzıyla yakalama umudunu sürdürmekten ne farkı var?

O halde, dalgalar istemediği sürece ben sana asla dokunamayacak mıyım

ve kış beni hiçbir zaman mutlu görmeyecek mi,

rüzgar ve dalgadan daha zayıf hiçbir şey kalmadığında

benim umudum hep rüzgarlara ve suya mı bağlı kalacak? (181-186)

Leander umudunun, mutluluğunun rüzgarlara, havaya, mevsimlere bağlı olmasından tekrar tekrar yakınmaktadır ve bunun kendisini nasıl bir sona sürüklediğini hissetmektedir. Ölüm hissi özellikle son satırlara gelindiğinde Leander’i ve mektubunu etkisi altına alır. Zira fırtınaya ve ölümcül dalgalara rağmen Leander Hero’ya, birkaç gece içinde denizin şiddeti sönmese bile suları geçmeye çalışacağına ve onun yanına geleceğine dair söz verir. Mutlu olma ihtimali için kendisini sulara atmaya hazır olan Leander, bu sözü verirken adeta geleceği görmekte ve öleceği anı betimlemektedir:

Ölsem de, bu kıyılara sürüklenmeyi

ve cansız bedenimin senin limanına vurmasını arzulayacağım.

Ağlayacaksın ve ölü bedenime dokunmaktan çekinmeyeceksin;

ve “Bu adamın ölümüne ben sebep oldum” diyeceksin. (197- 200)

Bununla birlikte Leander ölüm duygusu sevgilisini korkutur ve kaygılandırır düşüncesiyle ölümden bahsetmeyi bırakıp, yakınmak yerine Hero’dan kendisiyle birlikte, denizin öfkesinin dinmesi için dua etmesini ister. Tek ihtiyacı olan kısacık bir dinginliktir:

Oraya geçinceye kadar bana yalnızca kısacık bir dinginlik gerekli;

senin kıyına vardığımda varsın hep kış olsun.

Benim gemimin duraklaması için uygun liman burası

ve benim gemim için buradan daha uygun sular yok!

Orada, kalmanın tatlı olduğu o yerde varsın Boreas beni alıkoysun;

o zaman ben yüzmeye can atmayacağım ve o zaman tedbirli biri olacağım.

Ne sağır dalgalara lanetler yağdıracağım,

ne de denizin yüzmeye elverişli olmamasından yakınacağım.

Rüzgarlarla birlikte senin narin kolların beni aynı şekilde tutsunlar

ve hem sen, hem rüzgarlar beni orada alıkoysunlar. (205-214)

Hero’ya söz verdiği bu yolculuk onun son yolculuğu olacaktır; Leander Hero’ya yazdığı son mektupta bunu hisseden, bilen bir aşık olarak sunulmaktadır. O her şeye rağmen geleceğe dair duyduğu umut dolu sözlerle mektubunu bitirirken, Hero’dan yanan fenerini ona doğru tutmasını ister ve yine kollarını kürek yapıp ona doğru geleceğini yazar. Sonunda da Leander ‘mektup’un değerini bir kez daha vurgulayan şu iki satırla Hero’suna veda eder:

En kısa sürede ardından gitmek için dua ettiğim bu mektup

seninle benim yerime gecelesin! (217-218)

Hero Leandri

Hero’nun Leander’e yazdığı mektup, Leander’in mektubuna göre çok daha duygusal ve acıklıdır. Bu da çoğunlukla, onun, kulede beklemek zorunda olan bir kız olarak, durumunun pasifliğinden kaynaklanmaktadır.

Hero mektubunda sevgilisine bütün korkularını, endişelerini, kıskançlıklarını ve özlemlerini açıkça yazmıştır. Endişelenmekte haklıdır. Çünkü Hero dadısıyla birlikte bir kulede yaşamaktadır ve Aşk Tanrıçası Venus’ün hizmetinde bir ‘kadın’ olarak diğer insanlara, özellikle de erkeklere hak görülen pek çok şey ona yasaktır. Durmak zorunda olduğu kulede sevmenin insana yaşattığı tüm duyguları fazlasıyla içinde yaşamaktadır. Leander ise dışarıdadır, istese vaktini pek çok şekilde geçirebilecek durumdadır. İstese başka bir kadını sevip çok daha basit bir hayatı yaşama şansı ve kendini oyalayacak pek çok uğraşı vardır. Her ne kadar Hero Leander’in kendisine olan aşkından emin olsa da, elinden bir şey gelmeksizin beklemek, onun aklına korku duyacağı pek çok şey getirmektedir. Özellikle de fırtına biraz olsun durulduğunda Hero, Leander’in yanına gelmeyişini kendine dert edip, yersiz endişeler edinir. Nitekim mektubunda da onun bu endişeleri büyük bir yer kaplar.

Yazdığı mektup aslında Leander’le sürekli mektuplaşıyormuş izlenimini vermektedir. Hero mektubuna, sanki Leander’in ona daha önce yollamış olduğu bir mektuba cevap verirmiş gibi başlar. Ama Leander’in son mektubunu henüz almamış olmalıdır ki, sevgilisinin bir kaya üzerinde oturmuş günlerdir fırtınanın dinmesini beklediğinden habersizdir. Zira o günlerde Leander’in yazdığına göre deniz gemiciler için bile tehlikelidir.

Hero mektubunun daha ikinci satırında Leander’e “gel” diye çağrıda bulunur. Mektubunun ilk amacı da Leander’e, bütün risklere rağmen yanına gelmesi için cesaret vermek ve onu buna ikna etmektir. Çünkü aradan günler geçmesine ve zaman zaman rüzgar hafiflemesine karşın Leander yanına gelmemiştir. Hero’nun artık beklemeye tahammülü kalmamıştır, aşkın verdiği sabırsızlık içini yiyip bitirmektedir ve Leander gibi ona da günler yıllar gibi gelmektedir. Hero mektubunu böyle bir zamanda yazmaktadır. Mektubunun diğer amacı ise kendini savunmaktır. Zira yazmaya başladığı ilk satırlardan itibaren, Leander’e gel dediği için kendini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Bunu yapmak için Hero kendini erkeklerle kıyaslar. Mektubunda öncelikle erkeklerin vakit geçirmek için yapabilecekleri sayısız uğraş olduğundan ve onların bir şeyi unutmak istediklerinde şarap içmelerinin yeterli olduğundan bahseder. Hemen arkasındansa tüm bunlara yasaklı olan kendisinin daha az acı çekmek için yapabileceği hiçbir şey olmamasından, elinden ‘sevmek’ dışında bir şeyin gelmemesinden yakınır. Onun, göremediğinde çıkıp sevdiğinin yanına gidecek ne güçlü kolları vardır, ne de görememeye tahammül edebilecek güçlü bir yüreği. Elinden gelen tek şeyi yapmaktadır ve Leander’e olan sevgisinin büyüklüğünü, “seni karşılık verebileceğinden çok daha fazla seviyorum.”(18) diye ifade etmektedir.

Hero 19-57 satırlar arasında Leander’e olan bu sevgisini ve o yokken neler yaptığını yazar. Buna göre, sevgilisinin yokluğunda zaman geçirebilmek için tıpkı

Penelope gibi yün eğirmekte ve her an yanında olan dadısıyla Leander’den bahsetmektedir. Zira sevenler sevdikleri kişiden nasıl olursa olsun bahsetmekten hoşlanırlar. Hero da günlerini hep Leander’e dair bir şeyler yaparak, ondan bahsederek, gelişini umarak geçirmektedir. Tıpkı Leander gibi kendisinin de aynı sözlerle kızgın denizi azarladığını, deniz biraz olsun sakinleştiğinde ise gelebilecekken niye gelmiyor diye düşünüp onun için göz yaşı döktüğünü; sık sık kumsala gidip onun bir önceki gelişinden izler aradığını, yokluğunda onun giysilerini öpüp kokladığını, her an Abydos’tan gelen bir gemici, bir haberci beklediğini ve her gece elinde feneriyle onun geleceği yöne ışık tutup gelişini görmeyi beklediğini yazar. Hero adeta kendi kendine güç vermek için her an kendini onun gerçekten geldiğine inandırmaya çalışmaktadır.

Kulağıma belirsiz sesler gelir

ve en ufak bir çıtırtıda senin geldiğini düşünürüm. (53-54)

Hero böyle aldanarak tüm geceyi geçirdiğini ve tüm hayallerine rağmen gecenin sessizliği içinde uykuya daldığını yazar. Hero bu satırlarda gerçekten de hayatının her anında Leander’i yaşayan bir kadın olarak kendisini sunmaktadır. Zira böyle uykuya daldıktan sonra bile Leander’le olan ilgisi bitmemiştir. Rüyalarında da hep onu görmektedir. Rüyalarında onun nasıl kendisine geldiğini ve nasıl mutlulukla birbirlerine sarılıp, kendisinin, Leander’in yüreğini yüreğiyle ısıttığını anlatır. Ancak tıpkı Leander’in geçmişte buluştukları zamanları anımsadığında olduğu gibi, Hero da rüyasını anlatırken buluşup sarıldıktan sonra yaşadıkları tatlı anları anlatmaz. Bunların hoşuna giden, ancak söylendiğinde bir genç kızın yüzünü kızartacak şeyler olduğunu yazar. Bununla birlikte Hero, gerçekte çok daha güçlü bir şekilde bir araya gelmeyi arzular ve onu gerçekte göremiyor olmaktan tekrar tekrar yakınır. Leander’i gerçekte görememek Hero’yu deli etmektedir ve bu durum onun aklına bir sürü kötü düşünce getirmektedir; onun, gelebilecekken gelmiyor olmasından korkarak şüpheye düşmektedir. 70-120 arasındaki satırlar Hero’nun hissettiği korkulara, endişelere ayrılmıştır ve bu bölümde yazılı olan her şey Hero’nun tüm mektubunun havasına hakimdir. Nitekim bu Ovidius’ta sık sık karşımıza çıkan bir duygudur; seven insanın her şeyden korkması söz konusudur. Örneğin Penelepe de uzakta olan, savaş bitmesine rağmen bir türlü geri dönmeyen kocası Odysseus’a mektup yazarken “omnia demens timeo.” (71) diye yazmıştı. Bunu yazarken de en çok başka bir kadın korkusu vardı yüreğinde. Hero’ya bakacak olursak, onun, Leander’in gelmeyişiyle ilgili ilk korkusu, arzularını erteleyen ‘rüzgarlar’dır. Bununla birlikte Leander’in, aşkıyla ilgili şüpheye düşmesi, kendisine eskisi kadar değer vermemesi, tehlikelerin onun arzularına üstün gelmesi ve zahmetlerine karşı kendisinin çok önemsiz bir karşılık olarak görülmesi Hero için çok daha büyük korkulardır. Ama tıpkı Penelope gibi Hero da onun için en büyük korkunun, sevgilisinin gelmeyişinin sebebinin başka bir kadından kaynaklanması olduğunu itiraf eder. Zira bu gerçekten aşık bir kadının katlanamayacağı tek şeydir:

Ah keşke gelsen, ya da kesinlikle bir kadın değil de, ya rüzgarlar ya baban olsa gecikmenin nedeni;

eğer ki böyle bir şeyi öğrenirsem inan bana acı çeke çeke ölürüm.

Eğer ölmemi istiyorsan bu günahı hemen işle yeter! (115-118)

Hero için bunlar düşünmesi bile dayanılmaz olan duygulardır. Korkmaya hakkı olduğunu düşünür ve bunu da şu satırlarda belli eder:

Sen bana gelecek bir acının işaretlerini verdiğin

ya da beni endişelendiren yeni bir söylenti olduğu için söylemiyorum bunları; ama ben her şeyden korkuyorum.

Zaten kim endişe duymadan sevebilir ki? (107-110)

Bunları yazarken Hero her şeye rağmen Leander’in başka bir nedenden değil de, rüzgarlar yüzünden gelemediğine inanmak ister. Bu sırada, mektubunun ilerleyen kısımlarında Hero da, tıpkı Leander gibi, kendi durumunu Helle’nin durumuyla özdeşleştirir; “Helle bu su yüzünden perişan oldu ve ben de bu su yüzünden kahroluyorum.”(128) derken, o da kaderinin bu uğursuz sularda olduğuna inanır. Sevgilisi gibi tanrılardan medet ummakta ve mektubunda Rüzgar Tanrısı Boreas’a seslenen Leander’den sonra o da Deniz Tanrısı Neptunus’e seslenerek tanrıdan yardım beklemektedir:

Ey yüce tanrı, kolla bizi; sen savaşlarını engin denizlere taşı.

Küçücük bir deniz bu iki ülkeyi ayırıyor.

Oysa sana büyük gemileri sarsmak,

koca donanmaları dağıtmak yaraşır.

Bir deniz tanrısı için, yüzen bir genci korkutmak utanç vericidir.

Böylesine bir ün küçük bir bataklıkta kazanılan bir zafer gibidir.

O genç soyludur ve seçkin bir soydandır;

senin kuşkulandığın gibi Ulixes soyundan değil.

Ona merhamet et ve ikimizi de koru.

Yüzen o, ama, Leander’in bedeni ile birlikte benim umudum da o aynı sulara bağlı. (141-150)

Neptunus’e bu şekilde seslendikten sonra Hero tekrar Leander’e döner ve bundan sonraki satırlarda, o an mektup yazarkenki halini tasvir eder. Gecedir ve Hero mektubunu yanında duran fenerinin ışığında yazmaktadır. Fenerinin yanıp sönmesini ve o an dadısının ateşe şarap damlatıyor olmasını uğurlu işaretler olarak yorarken, Leander’in artık geleceğini ummakta ve ona gelmesi için cesaret vermeye çalışmaktadır:

Tüm yüreğime işlemiş olan sevgili,

dalgaları aşıp gel, birlikte olalım.

Ortak aşkımızı bırakıp giden ey kaçak, yuvana geri dön!

Neden yatağımın ortasında yalnız uzanayım?

Korkman için bir neden yok: Cesaret edene bizzat Venus destek olacak.

Denizden doğan Venus denizin yollarını düzleştirecek. (155-160)

Burada her iki aşığın da mektuplarında aynı epitet göze çarpmaktadır.

Fırtınanın Leander’e açmış olduğu savaş ve Hero’nun Leander’e güç veren aşkı. Nitekim aşk için savaşmak gereklidir. Bu tıpkı Paris’in Helena için savaşması gibidir. Leander’in Hero’yu görebilmek için verdiği savaş rüzgara karşıdır ve belki de diğer savaşçılarınkinden zordur; çünkü kazansa bile o hiçbir zaman Hero’yu alıp yurduna dönememektedir. Onun elde ettiği tek şey Hero’yu çok kısa bir zaman diliminde görebilmektir. Hero zaten bu yüzden, günün birinde Leander’in, onu zahmetlerine küçük bir karşılık olarak görmesinden korkmakta ve bir kadın olarak kendi rolünün pasifliğinden yakınmaktadır. Bununla birlikte Hero, o denli çabasız olmadığını kanıtlamak için Leander’e teklifte bulunarak kendisinin de fedakarlık yapabileceğini gösterir:

Karşılıklı kıyılardan yola çıkıp denizin ortasında birleşelim

ve engin sularda birbirimize öpücükler verelim,

sonra da aynı şekilde kentlerimize dönelim.

Az olacak, ama hiç yoktan iyidir. (167-170)

Bundan sonrası oldukça ilginçtir. Hero aralarındaki aşkı ve bu aşkın gizli kalmak zorunda olmasını, birbirine bağlılıkta başarısız olan ‘tutku’ ve ‘saygı’nın savaşı olarak adlandırır. Tutkunun kendisine haz verdiğini, saygınınsa ona yakışan şey olduğunu yazar. Gerçekten de yaşadığı aşk yalnızca ona bağlı olan, onu mutlu eden bir şeydir; oysa, kendini Venus’ün hizmetine adamış bir genç kız olarak, ondan beklenen şey erkeklerden kendini uzak tutması ve insana özgü tutkulardan uzak durmasıdır. Bu durum aynı zamanda Hero’nun seçme şansı olduğunu göstermektedir. Tutkuyu seçerse saygınlığını, saygınlığı seçerse aşkını yitirecektir. Demek ki Hero ikisinden de geçememektedir ve saygınlığını yitirmemek için aşkını gizlemektedir. O, mektubunda, sevgilisinin gelip de, Iason’un Medeia’yı gemisiyle alıp gittiği, ya da Paris’in Helena’yı ülkesine kaçırdığı gibi alıp götürememesinden yakınır, ama bu onun yüzündendir; çünkü o ne Helena’nın, ne de Medeia’nın aldığı riskleri göze alabilmiştir. Sonuçta onlar da sevdikleri adamlara yasaktılar; ama her şeye rağmen onları açıkça kabul ettiler. Bu, Hero’nun, nesilden nesile dolaşacak kötü bir ünden kaçmayı tercih ettiğini gösterir.

Bununla birlikte Hero bir tanrıçanın hizmetinde olmaya yemin etmiştir ve bu tam da aşk tanrıçasıdır; kaderine bir anlamda razı olmak ve Leander’in düzgün havalarda yanında gecelemesiyle yetinmek zorundadır. Bu yüzden mektubunun sonlarına yaklaşırken yeniden Leander’e, fırtınayı yok sayıp boğazı geçmeye çalışması için cesaret vermeye çalışır. Her ne kadar burada bencil bir imaj çizse de bunun riskinin o da farkındadır:

Ah zavallı ben! Aslında zorladığım şeyleri yapmanı istemiyorum

ve de benim sözlerimin aksine, yalvarıyorum, sen güçlü ol!

Yeter ki sen gel ve dalgalarla boğuşmaktan yorgun düşmüş kollarını boynuma at. (187-190)

Bu cümlelerin ardından da bir önceki gece gördüğü rüyasını aklına getirerek ne denli korktuğunu yazar. Rüyasında, fırtınalı sularda yüzen bir yunusun tufan tarafından nasıl da kumsala fırlatıldığını ve dalganın çekilmesiyle birlikte kumsalda ondan ve hayattan geriye ne berbat bir şey kaldığını gördüğünü anlatır. Bu yüzden, tıpkı Leander gibi, kendi hayatının onun hayatına bağlı olduğunu göstermek için, Leander’den dikkatli olasını ister; ona, kendi hayatını kurtarırken aynı anda ikisinin de hayatını kurtarmış olacağını söyler. Sevgilisinin tersine Hero ölüm kelimesini açıkça kullanmaz; ama onun mektubunda her an ölüm ve kaybetme korkusu kendini hissettirmektedir.

Sonuçta her şeye rağmen Hero da sevgilisi Leander gibi umut dolu sözlerle mektubunu bitirir. Kopan fırtınanın gelecek dinginliğin bir belirtisi olduğunu ummaktadır ve Leander için, “Dingin denizi yüreğinle geç!”(208) diyerek dua etmektedir. Mektubunu da yine tıpkı Leander gibi ‘mektup’unun anlamını vurgulayan şu iki satırla bitirir:

(,..)Madem ki büyük dalgalar yüzücüye yol vermiyor,

yolladığım bu mektup korkunç gecikmelerin acısını hafifletsin! (209-210)

Acontius Cydippae

Acontius ve Cydippe Heroides’deki kahramanlar arasında sonunda mutlu olduğunu bildiğimiz ayrıcalıklı bir çifttir. Diğer bütün kahramanların sonu ya ayrılık, ya da ölümle sonuçlanırken Acontius ve Cydippe sonunda birleşip mutlu bir aile kurmuşlardır. Bu yüzden onların mektupları ötekilerden farklı mektuplardır. Ancak Ovidius onların öyküsünün dramatik yanlarını işlemiştir. Bu nedenle de Ovidius çiftin henüz bir araya gelmediği, Cydippe’nin hastalıktan ölmek üzere olduğu zamanlardaki olayları anlatır. Bununla birlikte onların mektupları Heroides’te yer alan son mektuplardır. Dolayısıyla onların sonu bir anlamda eserin de sonunu oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında da Ovidius’un, sonunun mutlu bittiği bilinen bu hikayeyi seçmesi, onun, eserin baştan sona dramatik olan havasını biraz olsun yumuşatmak ve okuyucuda tatlı bir umut duygusu bırakmak amacında olmasından kaynaklanıyor olabilir.

Ovidius onların hikayesini işerken kaynak olarak Kallimakhos’un Aetia’sından yararlanmıştır. Bu hikaye Kallimakhos’ta olduğu şekliyle şöyledir:

Ceos’lu güzel bir delikanlı olan Acontius, Delos’ta katıldığı bir şölen sırasında tesadüfen, dadısıyla birlikte dolaşmakta olan Naxos’lu Cydippe’yi görür ve onun güzelliğiyle büyülenip ona ilk görüşte aşık olur. Acontius onu elinden kaçırmak istemez ve hemen, üzerine ‘Artemis adına yemin ediyorum ki Acontius’la evleneceğim.’ yazdığı bir elmayı onların ayaklarının dibine fırlatır. Dadı hayret içinde elmayı yerden alır ve kendisi okuyamadığı için yazıyı okuması için elmayı

Cydippe’ye uzatır. Cydippe yüksek sesle elmanın üzerindeki yazıyı okuduğunda, aynı anda Acontius’a bilmeden yemin etmiş olur. Bundan sonra Cydippe evine, Naxos’a döner; o, babasının onu daha önceden nişanladığı bir adamla evlenmek üzeredir. Acontius da ülkesine dönmüştür ve kendini doğaya bırakarak yas tutmaktadır. Naxos’ta bir günde tam üç kere düğün hazırlıkları yapılır, ancak üçünde de gelin esrarengiz bir şekilde hastalanıp yatağa düşer ve düğün bir türlü gerçekleştirilemez. Sonunda Cydippe’in babası, Apollo’nun tapınağının bulunduğu Delpoi’a gider. Kahin ona, kızının daha önce tanrıça adına vermiş olduğu yeminden bahseder ve yeminin yerine getirilmesini tavsiye eder. Böylece Cydippe’nin babası eve döner dönmez kızına gerçeği anlattırır ve çok geçmeden Acontius ve Cydippe’nin düğünleri yapılır. Birlikte güzel bir aile kurarlar ve mutlu bir hayat sürerler.

Kallimakhos’un işleyişinde, Acontius öykünün merkezini oluşturmakta, Cydippe ise bütünüyle pasif bir karakter olarak son derece silik kalmaktadır. Kallimakhos Cydippe’yi küçük bir genç kız olarak sunmuştur. Ovidius’ta ise Cydippe adeta bir kadına dönüşmüştür. Tıpkı Ovidius’un eserlerinin daha önceki kadın kahramanları gibi pasif bir karakter olan Cydippe de bu satırlarda hayat bulmuştur; onun iç dünyasında, zihninde ve kalbinde yaşadıkları bütünüyle Ovidius’un satırlarına yansımıştır. Cydippe’nin, çektiği acıları ve duygularını yazdığı mektubuna geçmeden önce Acontius’un ona yazdıklarını ve kendini ona sunma şeklini inceleyeceğiz:

Acontius, mektubunun daha ilk satırlarında amacının ne olduğunu Cydippe’ye belli eder. Cydippe’nin, kendisine etmiş olduğu yemin ve şu anda başında olan hastalık arasında bağlantı kurarak, hastalığının sona ermesinin, yemininin gerçekleştirilmesine bağlı olduğuna inanmasını istemektedir. Bu onun kararlığını ve sabırsızlığını göstermektedir. Nitekim mektup baştan sona okunduğunda da dediğim dedik, bütünüyle tek bir amaca yönelmiş ve her ne olursa olsun amacını gerçekleştirmeye kararlı, bunun için her türlü hileye başvurabilecek inatçı ve insafsız bir Acontius ortaya çıkar. Tıpkı Paris ve Leander gibi o da sevdiği kadını elde etmek için her şeyi göze almıştır; ölüm pahasına, hatta sevdiğinin ölümü pahasına, birleşmek için her şeyi yapmaya hazırdır. Ancak onun kafası daha çok hileye çalışmaktadır. Daha önce Cydippe’yi, o farkına bile varmadan kendisiyle evlenme yemini ettirerek tuzağa düşürmüştür. Mektubunda da bir hile havası sezilmektedir. Baştan sona Cydippe’yi bu hileye, sevgisine ve birlikte olmaları gerektiğine inandırmaya çalışmaktadır. Ancak ilk önce Cydippe’nin, bir kez kaybettiği güvenini yeniden kazanması gerekmektedir. Bu yüzden de ondan, “korkma, başka bir aşk yemini daha etmeyeceksin.”(1) diyerek mektubunu baştan sona okumasını ister ve daha okumaya başlamadan kızarıp bozardığını bildiği Cydippe’ye, arzuladığı şeyin günah bir aşk değil, gerçek bir evlilik olduğunu ve de onu, zina yapan bir erkek gibi değil, gerçek bir eşin bağlılığıyla sevdiğini yazar.  Acontius’un mektubunda bu en fazla öne çıkan düşüncelerden biridir. Zira Acontius, Cydippe için sık sık domina sözcüğünü kullanmaktadır. Bu şekilde hem Cydippe’yi onun hakkında ciddi düşündüğüne inandırmayı, hem de onu sahiplendiğini göstermeyi amaçlamış olmalıdır. Bununla birlikte Cydippe’ye de bunun başka türlü olmayacağını göstermek istemektedir. Zira Cydippe, tanrıça Diana’nın huzurunda onunla evleneceğine dair yemin ettiğinde kaderleri çizilmiştir ve Acontius’a göre Cydippe o an kendisinin olmuştur bile. Onlar tanrıların huzurunda o an evlenmişlerdir ve ona göre bu evlilikten daha geçerli bir şey yoktur; Cydippe’nin babasının onu daha önce başka bir adamla nişanlamasının Acontius’un gözünde hiçbir anlamı yoktur. Çünkü tanrısal yasa insani yasadan üstündür. Bu yüzden Acontius mektubunda Cydippe’ye sık sık onun tanrıça Diana’ya ettiği yemini hatırlatır ve başına gelen hastalıkla, ettiği yemin arasında bağlantı kurar. Yeminini yerine getirmediği sürece tanrıça Diana onun peşini bırakmayacaktır. Dolayısıyla Acontius sevdiği kadını ikna etmek için tıpkı Paris gibi tanrılardan medet ummakta, kendi arzusunun aynı zamanda kaderin arzusu olduğu inancıyla, aşkına tanrısal bir anlam yüklemeye çalışmaktadır. Acontius bu tanrısal aşkın gerçekleşmesi için tanrıların da yardımıyla elinden gelen her şeyi yapacağını, her türlü hileye başvuracağını ve eğer bu hileler işe yaramazsa sonunda tıpkı Paris gibi onu alıp götüreceğini iddia eder:

Seni almanın cezası ölüm bile olsa,

Bu ceza sana hiçbir zaman sahip olamamaktan daha iyi olmalı. (53,54)

Bununla birlikte o başkasının karısını elinden almaya çalışan bir adam değildir; Acontius kendisini tanrıçanın huzurunda buna hakkı olan biri olarak görmektedir. Cydippe de, kendine oynadığı oyun yüzünden onun kurnaz bir adam olduğunu düşünmemelidir. Oysa Acontius gelecek kuşaklara maalesef böyle bir adla geçmiş; dolus, dolosus, fraus gibi sözcüklerle anılmıştır. Ama o, mektubunda Cydippe’ye bunun masum bir oyun olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Ona göre oyununun tek amacı sevdiği kadını kendine bağlamaktır ve bu bağ uğruna her türlü düzenbazlığa kalkışmaya hazırdır:

Eğer sevdiğin şeye sahip olmayı istemek kurnazlık demekse,

Varsın bu işin adı hile olsun ve varsın bana hilekar desinler. (31-32)

Acontius’un gözünde aşk için her şey mubahtır ve o Cydippe’nin de bunu kabul etmesini ister. Mektubunda bunu sürekli yineleyip, ettiği yemini Cydippe’ye hatırlatarak ve tanrıları kendisine taraf göstererek Cydippe’yi, onun olmaktan başka seçeneği olmadığına inandırmak için uğraşır. Aklındaki tek şey Cydippe’nin kendisine “gel” demesini sağlamaktır. Bu yüzden aşkın ve sevileni ikna etmenin gereklerini de yerine getirmeyi ihmal etmez. 55-65 arasındaki satırlarda tıpkı Heroides’in diğer erkek kahramanları gibi sevdiğinin güzelliğini etkileyici bir şekilde övmektedir; ki bu, Ovidius’un şiirlerinde, özellikle de Ars Amatoria’da bir kadını ikna etmenin en iyi yollarından biri olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte Paris gibi o da tüm sorumluluğu sevdiğinin üzerine atmaktadır:

Keşke sen daha az güzel olsaydın: O zaman daha sade bir biçimde arzu edilebilirdin,

Ama güzelliğin yüzünden daha cüretkar olmaya zorlanıyorum.

Bunu, benim yürek yangınlarımın nedeni sen,

ve de ateşi karşısında yıldızların sönük kaldığı gözlerin yapıyor:

Bunu senin altın sarısı saçların yapıyor ve senin bembeyaz boynun;

ve benim boynuma sarılsınlar diye dua ettiğim kolların, ve zarafetin ve de kabalıktan uzak masum utangaç yüzün, ve de neredeyse Thetisinkiler gibi olduğunu düşündüğüm ayakların.

Keşke geri kalanları da övebilsem, daha mutlu olurdum;

ama eserin tümünün kendine denk olduğundan şüphem yok. (53-62)

Acontius aynı zamanda onu ikna etmek için, kendisiyle mutlu olacağına da inandırmak zorundadır. Zira Cydippe kandırılmış bir kadın olarak Acontius’a öfke duymaktadır. Acontius onu mutlu olacaklarına inandırmak için mitolojik kahramanlardan Telamon’un Hesione’ye, Achilleus’un Briseis’e sahip olmasını örnek gösterir. Telamon da, Achilleus da bu kadınları esir olarak kendilerine almışlardır. Troia kralının kızı Hesione, Telamon’nun Herakles’in arkadaşı olarak Troia surlarına girmesinden sonra ona ödül olarak verilmiştir. Briseis de kendisi için felaketlerle dolu bir savaşın ardından ağlaya ağlaya Achilleus’un olmuştur. Achilleus onun kocasını öldüren adamdır. Ancak sonunda kadın kahramanların her ikisinin de öfkeleri zamanla azalmış ve kendilerine zorla sahip olan adamlarla mutlu olmuşlardır. Acontius da bu örneği verirken, bir yandan Cydippe’yi, bir gün onun da kendisini sevip mutlu olacağına inandırmaya çalışırken, diğer yandan kendisini tıpkı bu yarı-tanrı kahramanlar gibi sunmaktadır. Çünkü Cydippe’nin gözünde ne kadar büyürse, onun için o denli değerli olacaktır. Zira bir kadın için güç ve üstünlük önemli şeylerdir. Heroides’teki erkek kahramanların, sevdikleri kadınlara mektup yazarken soylarını, adlarını, ülkelerini ve zenginliklerini yazma ve yüceltme eğiliminde olmaları da bu yüzdendir.

Bununla birlikte bu üstün adam, eğer Cydippe isterse, onun önünde ağlayacak, hatta ona köle olabilecek kadar küçülebilecektir. Acontius amacını gerçekleştirmek için her yolu denemeye hazır aşık bir adamdır. Tıpkı Paris gibi, Ovidius’un Ars Amatoria’da verdiği taktikleri harfi harfine usta bir şekilde mektubunda kullanır:

Senin gözlerinin önünde ağlamama izin ver,

ve bu gözyaşlarına sözcükler eklememe;

böylece dayak yemekten korkan köleler gibi

İtaatkar ellerimle dizlerine kapanabilirim!

Doğru bildiklerini bir yana bırak: beni yanına çağır! Niye yanında bile olmadığım halde suçlanıyorum?

Artık bana, kadınımın huzuruna gelmemi emret.

Despotça saçlarımı yol

ve yüzüm ellerinle hırpalansın.

Her şeye katlanabilirim;

belki sadece ellerin benim vücudum yüzünden incinecek diye korkarım.

Fakat bana prangalar, zincirler vurma;

güçlü aşkına yenilmiş ben sana hizmet edeceğim.

Öfken dilediğince doyuma ulaştığında

o zaman sen kendi kendine “Ne kadar da büyük bir sabırla seviyor beni!” diyeceksin.

Ve gene diyeceksin ne çok şeye katlandığımı gördüğünde:

“Bu kadar iyi hizmet ediyorsa o benim kölem olsun.” (75-90)

Dolayısıyla Acontius’un bunları yazarken arzuladığı tek şey Cydippe’nin ona ‘gel’ demesidir. O, en çok, Cydippe’nin yanında olmadığı halde kendisinin suçlanmasından yakınmaktadır. Cydippe hasta halde yatarken o, hakkı olduğu halde yanına gidememektedir. Halbuki Cydippe’nin tek bir hareketi tüm mutsuzlukları tersine çevirebilecektir. Acontius bunun için dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmektedir: Cydippe’nin, onunla evlenmek için etmiş olduğu yemin. Acontius gücünü ve cesaretini en çok bu yeminden almaktadır; Cydippe’nin kendisine olan aşkına değil, ettiği yemine inanmaktadır ve yeminini tutması için Cydippe’ye yalvarmaktadır ve her durumda Acontius kendini düşünmektedir:

Yalvarıyorum, hassas bedeninin ateşler içinde harap olmasına izin verme, bu güzellik benim için korunsun.

Beni yakıp tutuşturmak için doğmuş olan yüzün korunsun,

ve iffetin kızarıklığı kar beyazı yanaklarında kalsın.

Düşmanlarım ve de senin benim olmana karşı koyacak kim varsa,

sen hastayken çoğu kez benim çektiğim sıkıntıları onlar da çeksin. (117-122)

Bununla birlikte Cydippe hastalığının onun umurunda olmadığını düşünmesin diye Acontius, gizli gizli gelip dadısına onun hakkında sorular sorduğunu ve en ince ayrıntısına kadar ne yaptığını öğrendiğini yazar ve onun yanında olup doktorunun emirlerini kendisi yerine getirememekten yakınır. Bu satırlarda Acontius’un aklına onu deli edecek bir düşünce girer; yasal olarak bunu yapmaya hakkı olan adamı,

Cydippe’nin nişanlısını düşünür. Acontius aşık olduğu kadını başka bir adamla paylaşıyor olma ve kendisinin değil o adamın rahatça sevdiğinin yanında olduğu düşüncesiyle kendini kaybeder ve adeta deliye döner. Kıskançlık duygusu onu bütünüyle etkisi altına almıştır. Zira başka bir adam, bir erkeğin katlanamayacağı tek şeydir. Öyle ki Acontius bu satırlarda aniden Cydippe’nin nişanlısı olan adama hitap etmeye başlamıştır. Acontius Cydippe’yi sahiplenerek ona ait olan her şeyin kendisine ait olduğunu, eğer ona dokunursa zina işlemiş olacağını ve sevdiğinin yanından derhal çekip gitmesini yazar. Dolayısıyla Acontius tanrı huzurunda üzerine yemin edilmiş bir adam olarak kendini Cydippe’nin asıl nişanlısından daha haklı görmektedir. Nitekim onun Cydippe’nin nişanlısına hitap ederkenki şu cümleleri de tanrıya edilen yemin ile insana verilen söz arasındaki farkı göstermektedir:

Her ne kadar sen de benimkine eş bir sözleşmenin sözlerine sahip olsan da senin nedenlerin benimkilere denk değil.

O kendisini bana sundu, ama ondan önce babası da onu sana vaat etti; şüphesiz babasının ona yakın olmasından daha yakındır o kendine.

Babası onu sözledi, o kendisini sevene yemin etti;

babası insanları, o tanrıçayı şahit gösterdi.

Babası yalancı, o ise yalan yere yemin etmiş denilmekten korkuyor:

Bunun babasının korkusundan daha büyük bir korku olmadığını düşünebilir misin?

Ve eğer her ikisi için olan riski karşılaştırırsan

onların şimdiki hallerine bak; Cydippe hasta yatıyor, babası ise gayet iyi durumda. (155-164)

Ardından tamamiyle düşman olarak gördüğü bu adamın ölmesini arzuladığını yazarken, bir yandan da suçu bütünüyle onun üzerine atmaktadır. Zira Acontius’a göre Cydippe’nin hasta olması da, tanrıçanın şüpheye düşmesi de o adamın yüzündendir. O olmasaydı Acontius hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan Cydippe’yle birlikte olabilirdi. Aşık bir erkek olarak Acontius’un kurnazlığı burada yine iş başındadır. Usta bir biçimde kendini, aşık olduğu kadın üzerinde hak iddia edebilecek tek kişi olarak göstermekte ve bütün olumsuzlukları Cydippe’nin daha önce nişanlanmış olduğu adamın üzerine atmaktadır. Cydippe’ye de bu olumsuzluklardan sakınması için o adamdan uzak durmasını ve onu sevmemesini öğütler. Bununla birlikte Cydippe’yi elinden kaçırmamak için Acontius onu aynı zamanda gelecek hakkında da uyarır. Ona göre, yeminini yerine getirmediği taktirde, şimdiki tüm tehlikeleri atlatmayı başarsa bile, ileride en gerekli olduğu zamanlarda kendisine yardım edecek bir tanrı bulamayacaktır. Bunun için ona, hamile kalıp da doğurmak üzere olacağı anı örnek olarak gösterir. Zira eski çağda doğum yapacak olan kadınlar fazlasıyla büyük riskler taşırdı ve böyle bir anda ilk olarak tanrılardan yardım beklenir, tanrılara dua edilirdi. Acontius da Cydippe’nin bir kadın olarak en hassas duygularına dokunabilmek ve böyle bir anda neler olabileceğini onun kafasında canlandırmak için bu örneği verir:

O seni duyacak ve daha önce duyduklarını hatırlayarak

o sana çocuğun hangi eşten olduğunu soracak.

Sen ona adak adayacaksın: ama o senin yalandan söz verdiğini bilecek;

Yemin edeceksin: ama o senin tanrıları bile aldatabildiğini bilecek. (193-196)

Artık Acontius kendini neredeyse tamamen Cydiippe’nin iyiliği için çabalayan biri olarak sunmaktadır. Evlenmeleri onun için şarttır. Mektubunun son satırlarına geldiği bu anlarda Acontius son şansı olarak Cydippe’nin annesine yönelmekte ve Cydippe’den annesine bütün olanları ve kendisine tanrıça Diana’nın huzurunda etmiş olduğu yeminini anlatmasını ister. Olanları annesine, Tanrıça Diana’nın tapınağına gittiği bir sırada anlatmasını isterken Acontius gene kurnaz davranır. Zira o kadınların her türlü zaaflarından yararlanmakta, kendi amacı için tanrıları da oyunlarına katmaktadır. Bu kısımda Ovidius, tıpkı Paris’in ve Leander’in mektuplarında olduğu gibi, Acontius’a kendi ağzından sevdiği kadınla ilk karşılaştığı anı anlattırarak o anı okuyucunun zihninde tüm etkisiyle birlikte canlandırmak ister:

Seni görür görmez, belki fark etmişsindir,

gözlerim bedenine takılıp öylece kalakaldım

ve büyük bir hayranlıkla seni seyrederken, -kuşkusuz bu çılgınlığın bir işareti- üstüme giydiğim şey omuzlarımdan kayıp yere düştü:

O an, nasıldır bilmem, bir elma yuvarlanıp geldi,

akıllıca yazılmış kışkırtıcı sözler taşıyan bir elma:

Ki o sözler Diana’nın kutsal varlığı önünde okunduğunda

senin yemininin kutsal bir şahitlikle bağlandığını gösteriyor.

Bu yazılanların ne anlama geldiği niye inkar edilsin ki?

O zaman sana okunmuş olan o sözleri şimdi de tekrarla.

O zaman (annen) şöyle diyecek:

“Lütfen, iyi tanrılar seni kime bağladılarsa onunla evlen, yalvarırım:

Seni kime söz verdilerse, o kişi benim damadım olacak;

Onu biz de seveceğiz, tıpkı Diana’nın sevdiği gibi.”

Eğer o gerçekten bir anneyse böyle diyecektir. (205-218)

Yine de her şeye rağmen Cydippe’den, annesinin onun soyunu araştırdığını görmesini ister. Zira bunun sonucunda Acontius’a göre, o, tanrıçanın kızına son derece yaraşır bir eş seçtiğini ve o eşin atalarının tanrılar tarafından küçümsenmeyecek insanlar olduğunu görecektir. Acontius tıpkı diğer erkek kahramanlar gibi, soyunun üstünlüğünü ve zenginliğini yüceltmektedir. Cydippe’ye, böyle bir adamın yemin olmasa da arzulanacağını yazarak evlenmeye değecek bir adam olduğunu göstermek ister. Zira her şeyden önce o tanrıların desteklediği bir adamdır ve her fırsatta adlarını tekrarladığı tanrıçalar ona bu mektubu yazmasını emretmişlerdir:

Bunları sana yazmamı rüyalarımda avcı tanrıça Phoebe,

Uyanıkken de Amor bana emretti.

Ben çoktan ikincisinin oklarıyla yaralandım,

Sen birincisinin oklarının seni incitmesinden sakın! (229-232)

Dolayısıyla her ikisinin de esenliğe kavuşması Cydippe’nin elindedir. Eğer bunu sağlayacak olursa Acontius ona, Delos’ta, yani karşılaştıkları yerde, üzerinde “Bu elma imajıyla Acontius/ elma üzerine yazılan şeylerin gerçekleştiğini ıspatlar.”(239-240) diye yazan altın bir elma sunacağı vaadini vererek, mutlu olacakları anı hayalinde canlandırır ve Cydippe’nin ona ‘gel’ diyeceğine dair duyduğu umutla mektubunu şu satırlarla sonlandırır:

Güçsüz bedeninin bu mektupla daha fazla yorulmasına izin verme ve bırak, mektubum alışılmış sonla bitsin: esen kal. (241-242)


Cydippe Acontio:

Cydippe Acontius’a cevap olarak yazdığı mektubunda, anlatım gücü son derece yüksek bir söz ustası olarak karşımıza çıkmaktadır. Acontius’un onu ikna etmek için ileri sürdüğü şeylerin her birine tek tek ustaca yanıtlar vererek, onun fikirlerini çürütmektedir. Bununla birlikte onun mektubunda baştan sona hastalık ve ölüm duygusunun verdiği acı bir ton vardır. Bu ton mektubun son satırlarına kadar sürmektedir. Ancak Cydippe hastalıktan acınacak halde olsa da, mektubunda aslında aciz bir karakter olmadığını göstermektedir; çünkü Acontius’un yaptığı düzenbazlığa karşılık o, mektubunda, onun kendisini yumuşatmak için yazdığı tuzakların hiçbirine düşmemektedir; bu şekilde adeta Acontius tarafından Delos’ta gezinirken görüldüğünü düşündüğü saf imajını değiştirmeye çalışmaktadır. Zira Cydippe mektubunun son satırına gelinceye kadar Acontius’a direnmekte ve ona arzuladığı cevabı bir türlü vermemektedir. Bununla birlikte Cydippe mektubunun bir çok yerinde Acontius’la sık sık mektuplaşıyormuş, dolayısıyla daha önceki mektuplarında ona olumlu ya da olumsuz bir cevap vermemiş olduğu havasını vermektedir. Çünkü Acontius, onun için hala güvenilmez bir adamdır. Bu yüzden mektubuna da bu düşüncesini açıkça yazıya dökerek başlamaktadır. Buna göre elinde tuttuğu mektup onun için endişe kaynağıdır; zira onu daha önce bir elma üzerindeki yemin içeren yazıyı okutarak tuzağa düşüren Acontius yeni bir oyun peşinde olabilir. Bu yüzden de Cydippe yine bilmeden bir yemin etmemek için, ondan gelen mektubu en ufak bir mırıltı çıkarmadan tedbirli bir şekilde okuduğunu ve mektubunu okumasının nedeninin öfkeli tanrıçanın öfkesini daha da artırmamak olduğunu yazar. Bunu yaparken de Cydippe hastalığından söz eder:

Görünürde hiçbir sebep olmadığı halde hastalık yakama yapışmış durumda ve bitkinim, hiçbir doktordan yardım alamıyorum.

Sana bu mektubu ne büyük güçlükle yazdığımı

Ve sararıp solmuş bedenimin ancak uyurken nasıl güçbela huzur bulduğunu tahmin bile edemezsin. (13-16)

Hastalık Cydippe’ye büyük bir korku vermektedir ve şimdi Acontius’la karşılıklı mektuplaşmalarının kendisi için yeni bir korku kaynağı olduğunu yazar. Çünkü Cydippe başka bir adamla nişanlıdır ve Acontius’la arasında geçenlerden, yeminden kimsenin haberi yoktur. Bu yüzden mektup yazmak da onun için tehlikelidir. Cydippe Acontius’a mektup yazmak için dadısıyla nasıl bir oyun oynadıklarını açıkça yazar, ki bu oyunun ayrıntılarıyla yazılması -mektubun yazarının aslında Ovidius olduğu düşünüldüğünde-, açıkça kadınlara kocalarından gizli mektuplaşmak için bir yöntem sunuyor izlenimini vermektedir. Buna göre Cydippe mektup yazarken, dadısı kapıda beklemekte ve onu ziyarete gelenlere onun uyuduğunu söylemektedir; ki Cydippe bu satırlarda uykunun gizli kapaklı bir iş için en geçerli bahane olduğunu açıklamayı da ihmal etmemiştir. Kapıya reddedilemeyecek biri geldiğinde, ya da artık uyku bahanesi inanırlılığını yitirecek kadar zaman geçtiğinde, dadı öksürmekte ve bu sesi duyan Cydippe de mektubunu koynuna saklamaktadır; tehlike geçtiğinde ise Cydippe tekrar aynı şeyleri yazmaya başlamaktadır. Cydippe bunları Acontius’a, ona elinde tuttuğu incecik mektubu nasıl büyük bir zahmetle yazdığını ve hastalıktan duyduğu acının yanında nasıl korku dolu bir heyecan yaşadığını göstermek için yazar. Bunları yaşamasının nedeni olarak da tıpkı Helena gibi o da güzelliğini neden olarak gösterir. Bununla birlikte Helena’da sezilen, güzelliğine duyulan hayranlıktan dolayı onu etkisi altına alan gurur ve memnuniyet Cydippe’de hiç yoktur. Yine de bu iki kadın için güzellikleri hep başlarına bela olmuştur. Helena güzelliği yüzünden daima kocasının kıskançlıklarına maruz kalmıştır; Cydippe ise iki adamın aşkı arasında kalmış ve vücudunu mahfeden bir hastalığa yakalanmıştır. Bununla birlikte Cydippe’nin de Helena gibi sonunda boyun eğecek olduğunu biliyoruz; buna rağmen mektubunda, ona aşık olduğunu söyleyen adama göre çok daha mantıklı hareket eden bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Zira Acontius tarafından beğenilmesi, onun başına bu işleri açmıştır ve o şimdi Acontius’un, mektubunda övdüğü, yere göğe sığdıramadığı güzelliği yüzünden acı çekmesinden ve cezalandırılan kişinin hiç suçu yokken kendisi olmasından yakınmaktadır. Çünkü Acontius’un ona duyduğu hayranlık onu hem bir oyunun kurbanı yapıp, tanrılar huzurunda suçlu biri durumuna sokmuş ve sağlığından etmiştir, hem de hiç istemediği halde iki aşk arasında bırakmıştır: Tanrılar huzurunda bilmeden evliliğe yemin ettiği adam ve annesi-babası tarafından evlenmesine karar verilen nişanlısı. Cydippe tanrıçayı daha fazla öfkelendirmemek ve Acontius’a kıskançlık duygusu yaşatmamak için nişanlısı olan adam için mektubunda hep “o” diye söz etmektedir ve evlenecekleri gün için de “annem-babam tarafımdan arzulanan gün” diyerek bunun kendi arzusu dışında olduğunu göstermektedir:

ve annem babam tarafından arzulanan gün gelip çattığında, aynı anda şiddetli bir ateş bedenimi sarıyor. (43-44)

İlerleyen satırlarda Cydippe hastalığının sebeplerine insanlar tarafından yapılan yorumları sıralar. Buna göre kimi evleneceği gün hastalanmasını tamamiyle tesadüf olarak görmekte, kimi evleneceği adamın tanrılar katında kabul edilmediğini ileri sürmekte, kimi de Acontius’u hedef göstererek bütün bunlara onun yaptığı büyülerin ya da oyunların sebep olduğunu söylemektedir. Cydippe ise bu iki adam arasındaki çekişmenin gerçek sebep olduğunu ve onlar savaşırken arada cezalandırılan kişinin kendisi olduğunu yazar. Aynı zamanda bu cezayı çekmek zorunda kalan kişi olarak Cydippe, kendisi için son derece güvenilmez olan Acontius’a şu retorik soruyu yöneltir:

Şimdi bana söyle ve her zamanki alışkanlığınla beni kandırmaya kalkma; bana böyle aşkınla zarar veren sen kim bilir nefretinle neler yaparsın? (55-56)

Cydippe Acontius için iki seçenek gösterir: Ya sevdiğini, birlikte olmayı arzuladığını söylediği kızın bedeninin hastalıktan eriyip yok olmasına göz yumup onu unutacaktır, ya da tanrıçaya onun iyi olması için dua edecektir. Zira Cydippe hasta yatağında günden güne daha da zayıf düşmektedir. Tüm bunlardan sonra “Ege sularındaki Delos’u keşke hiç tanımasaydım.”(66) diye içinden geçiren Cydippe uzun uzadıya Delos’a yaptığı yolculuğu, Delos’a varışını ve Acontius’la ilk karşılaşmasını anlatır. Bu onun mektubundaki odak noktasıdır. Tüm duyguları bu satırlarda yoğunlaşmaktadır. Yolculuğa çıkarkenki heyecanını, Delos’a bir an önce varmak için duyduğu sabırsızlığını ve gemiden inip Delos’a adımını attığı andan itibaren duyduğu coşkusunu ve o topraklarda gezerken her an hissettiği hayranlığını tatlı satırlarla anlatır. Yeni bir yer görmenin heyecanıyla ve mutluluğuyla, saf bir genç kız olarak etrafına bakınırken Acontius tarafından görüldüğü ve onunla karşılaştıkları ilk an bu kez Cydippe’nin satırlarında, onun bakış açısıyla canlanmaktadır:

Sonra yine ben merdivenleri çıkarak, yüce Diana’nın tapınağına geri dönüyorum.

-Hangi yer buradan daha güvenli olabilirdi ki?-

Orada ayaklarımın dibine üzerinde şu şiir yazılı bir elma yuvarlandı: -

Ah akılsız ben! Az kalsın şimdi de sana yemin ediyordum!

Dadım onu yerden kaldırdı ve merakla bana “oku” dedi.

Ve senin tuzağını okudum, ey büyük ozan.

“Evlilik” kelimesi dile vurulunca, utandım, aklım karıştı, yanaklarımın tümüyle kıpkırmızı kesildiğini hissettim, ve gözlerimi çakılmışçasına önüme eğdim, senin niyetlerine köle edilmiş gözlerimi! (105-114)

Acontius’un aksine bu olayı baştan sona büyük bir talihsizlik olarak anlatan Cydippe, onun bunlardan mutluluk duymasından yakınmaktadır ve mitolojik öykülerden örnekler vererek Acontius’un mutluluğunu, bunun ona hangi onuru, hangi şanı bahşettiğini sorarak aşağılamaktadır. Burada iki kadın kahramandan örnek vererek Cydippe kendini onlarla kıyaslamıştır. Bu kadınların her ikisi de Amazon kraliçesidir; ki kaderi avcıların Tanrıçası Diana’nın elinde olan Cydippe için bu oldukça isabetli ve usta bir seçimdir:

Ey namussuz, neye seviniyorsun? Sana bu sevinci veren şey ne?

Bakire bir kızı kandırmakla ne tür bir onur kazandın?

Ben orda Penthesilea’nın Troia topraklarında olduğu gibi kalkanla, baltayla silahlanmış bir halde durmuyordum ki.

Hippolyta’nınki gibi, Amazon altınından oyulmuş bir kemer olarak, sana ganimet diye de verilmedim.

Senin sözlerin beni aldattıysa ve boş bulunup hileyle ele geçirilen bir kız olduysam, nasıl oluyor da bundan gurur duyuyorsun?

Bir elma Cydippe’yi, bir elma Schoeneus’un kızını ele geçirdi;

Şimdi sen hiç kuşkusuz ikinci bir Hippomenes olacaksın, öyle mi? (115-124)

Cydippe’nin verdiği son örnekteki kendi kaderini onunkiyle bir tuttuğu Schoeneus’un kızı, yani Atalante, başka bir avcı kızdır. Söylenceye göre hiçbir talibe varmak istemeyen Atalante onlarla bir koşu yarışı düzenlermiş ve onları yendikten sonra her birini öldürürmüş. Ama bir gün Hippomenes onunla yarışa girmiş. Yanına Venus tapınağından üç altın elma alan Hippomenes yarış sırasında, bir yandan koşarken bir yandan da hemen ardından gelen Atalante’nin önüne elmalardan birini fırlatmış. Dayanamayıp yerden elmayı alan Atalante Hippomenes’ten geri kalmış ve Hippomenes üç seferde onu iyice geçerek yarışının galibi, Atalante’nin de eşi olmuş. Dolayısıyla Acontius Cydippe için gerçekten de ikinci bir Hippomenes’tir, aynı onun gibi bir elmanın yardımıyla, cin fikirlilikle, kurnazlıkla kendisini elde etmeye çalışmıştır. Cydippe de bunu gururuna yedirememektedir ve onun, kendisini konuşup ikna yoluyla değil de, hileyle ettirdiği bir yeminle kazanmaya çalışmasından yakınmakta ve ona, bilinçsiz olarak ettiği bu yeminin geçerli olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır. Cydippe bu satırlarda kendi ettiği yemini sorgularken “yemin” kavramının gücünü de belirginleştirir:

Yemin eden akıldır, ben seninle evlenmek için hiçbir yemin etmedim;

yalnızca akıl sözlere güven katabilir.

Ruhun aklı başında kararı ve niyet yemin eder

ve irade olmaksızın hiçbir bağ geçerli değildir.

Eğer sana evlenme vaadini ben verdiysem,

söz verdiğim yatağımdaki hakkın olan şeyi iste.

Ama eğer sana yüreğim olmaksızın bir ses dışında hiçbir şey vermediysem, elinde yalnızca anlamdan yoksun boş sözlerin var demektir.

Ben yemin etmedim: Yemin içeren sözleri okudum;

bu yöntemle benim için seçilmiş bir eş olamazsın.

Bu şekilde başkalarını kandır. Elmadan sonra bir mektup gitsin:

Eğer bu geçerli bir yöntemse, o zaman zenginlerin servetlerini al ellerinden.

Krallara, krallıklarını sana vereceklerine dair yemin ettir.

Ve bütün dünyada hoşuna giden her ne varsa hepsi senin olsun.

Eğer yazdıkların bunca büyük bir tanrısal güce sahipse

O zaman sen bu konuda Diana’dan bile, inan bana, daha büyüksün.(135-150)

‘Yemin’ tanrısaldır ve insana gerçekten korku ve sorumluluk verir. Cydippe her ne kadar bu yemini bilinçsiz verdiğini öne sürüp yemininin geçersiz olduğunu yazsa da, onu tanrısal bir korku etkisi altına almıştır. Nitekim kendisi, böyle mantıklı şeyler düşünüp yazarken de, Acontius’u dirençli bir şekilde reddederken de tanrıçanın öfkesinden korku duyduğunu itiraf eder. Tam üç kere evlenecek olduğunu, üçünde de tam bütün düğün hazırlıkları yapılmışken hasta bedeninin yataklara düştüğünü ve her seferinde, evin içinde alışılagelmiş mutluluk havası yerine hastalık ve ölüm havası bulan Düğün Tanrısı Hymenaios’un, o üzüntülü kalabalık içinde mutlu bir şekilde yükselmekten utanıp kapıdan döndüğünü yazmaktadır. Cydippe, yaşadıklarından yakınırken, bunu, kendi üzerinde patetik bir durum yaratmak amacıyla yapıyor gibi görünmektedir. Hastalığı yüzünden düştüğü acınası durum düğün hazırlıklarından bahsettiği satırlarda belirginleşmektedir. Cydippe, kendisini ateşler içinde yatarken, düğün meşalesi yerine ölüm meşalesi tutarken, annesi ve babasını da kendi başucunda ağlayıp yas tutarken betimlemiştir. Tanrıçadan kendisine yardım etmesi için dua ederken, başına gelen bu hastalığın nedenini bu kez tanrıçaya hitap ederek bir kez daha sorgular. Kendi üzüntülü halini anlatırken Tanrıçaya “mutlu” diye hitap eder:

Acı çeken beni esirge, ey süslü ok kılıfından hoşnut tanrıça, artık bana iyileştirici kardeşinin yardımını sağla.

Onun ölüm nedenlerini kovması,

seninse tam tersine benim ölümümün nedeni olman senin için utanç vericidir.

Sen gölgeli bir pınarda yıkanmak isterken

Ben boş bulunup yüzümü senin yıkandığın yere mi çevirdim?

Ya da bütün tanrısal varlıklar arasında senin sunaklarını ihmal mi ettim; yoksa anneniz benim annem tarafından mı hor görüldü?

Ama benim kesinlikle hiçbir suçum yok, sahte yeminleri okumanın

ve pek iyi şeylerden söz etmeyen bir şiir karşısında bilgili olmanın dışında. (173-182)

Bu satırlardan sonra Cydippe yine Acontius’a döner ve artık iyi olması için dua etmesini, yoksa çok yakında arzuladığı kızın tamamen yok olacağını yazar. Zira onun yüzünden hem kendi hayatının, hem de Acontius’un kendisiyle birlikte olma umudunun söndüğünü ileri sürerek, Zalim Tanrıça’yı hedef göstermektedir. Bundan sonra Cydippe Acontius’un, mektubunda kendinden geçerek yazdığı ve kıskançlığını son derece açık bir biçimde ortaya koyduğu çekincelerine yanıt verir. Buna göre Acontius’un, başka bir adamın onun yanına gelip onunla birlikte olduğundan korkmasına gerek yoktur. Çünkü “eşi olmasına karar verilen o adam” artık Cydippe’nin hastalığına kendisinin sebep olduğunu anlamış ve gün geçtikçe ondan daha da uzaklaşmıştır:

Zira (o) gizli bir nedenden ötürü sık sık gözyaşı döküyor.

Ve artık daha az cüretle iltifat ediyor ve nadiren öpüyor ve beni “benim” diye çekingen bir sesle çağırıyor. (194-196)

Bir yandan bunları yazarken Cydippe, bir yandan da Acontius’un bu okuduklarına memnun olmasından yakınmaktadır; Acontius o adamın kendini suçlamasından son derece memnundur; oysa Cydippe’ye göre öfkelenilmesi, suçlanılması gereken biri varsa o kesinlikle Acontius’un kendisidir. Bununla birlikte

Tanrıça Leto’yla alay etmiş. Annelerinin küçük düşürülmesine dayanamayan Apollo ile Artemis de, intkam almak amacıyla, Niobe’nin 14 çocuğunu oklarıyla öldürmüşler.

Acontius mektubunda Cydippe’yi görmeye gelmesine izin verilmesini ister. Cydippe burada da ona ustaca karşılık verecektir. Ona göre kendisine uzaktan böylesine zarar verebilen bir adam kim bilir yanında olsa neler yapacaktır? Cydippe bu satırlarda Acontius’a, yani onu tuzağa düşüren adama acı vermek, onu cezalandırmak istemektedir. Zaten gelse bile ortada onu memnun edebilecek bir şey bulamayacaktır. Çünkü Cydippe artık Delos’taki heyecanla, büyüleyici güzelliğiyle dolaşan canlı, hayat dolu kız değildir:

Şu anda beni görsen daha önce görmüş olduğun kız olduğuma inanamazsın; “Bu, hiç de benim hileyle elde etmeye çalıştığım kız değil.” dersin, hatta beni, evlenmeyeyim diye, ettiğim yeminden azat edersin ve bunu tanrıçanın da unutmuş olmasını dilersin.

Belki de bu sefer benim öncekinin tam tersi şeye yemin etmemi istersin

ve okumam için bana başka sözler yollarsın.

Ama yine de, madem istiyorsun, (...)

evlenme sözü aldığın kişinin bitkin bedenini gelip görmeni dilerim.

Ey Acontius, yüreğin bir demirden daha da sert olsa da, bizzat kendin, yeminimden azat edilmemi istersin. (221-230)

Cydippe artık mektubunu bitirmek üzeredir ve Acontius’a, bu olanlardan dolayı korku duyduğundan ve nişanlandırıldığı adamın artık ümitsizlik içinde kendisinden uzaklaştığından başka, Acontius için sevindirici, umut verici tek bir cümle yazmamıştır. Şimdi de son olarak hakkında yayılan söylentilere değinir. Ki buna göre iyileşmesinin neye bağlı olduğunu öğrenmek üzere Delphoi’da, tanrı

Apollo’ya danışılmıştır. Sonuç olarak tanrı da, kahinler de, kehanetler de hep Acontius’un lehine olmuştur. Cydippe Acontius’un böylesine büyük bir gücü arkasına almasına şaşmaktadır ve onun tanrıları hangi kurnazlıkla, hangi yazdığı yazıyla kendi tarafına çektiğini merak ettiğini sorarak ona olan güvensizliğini bir kez daha açıkça göstermektedir. Ancak Cydippe’nin, mektubunun son satırlarında, böylesine bir güç karşısında artık Acontius’a daha fazla direnemeyeceği ve onu reddedemeyeceği ortaya çıkar:

Madem ki tanrılar senden yana, ben de tanrıların kutsal isteğine uyacağım.

Ve pes etmiş ellerimi seve seve senin isteklerine doğru uzatacağım. (239-240)

Her şeye rağmen Cydippe, gene de, kendisini asla tamamiyle bırakmaz ve kendisini tanrıların isteğini yerine getiren ve tanrısal gücü görmezden gelmeyen, buna zorunlu olan bir kadın olarak sunar. Bundan sonra Cydippe Acontius’a, tıpkı onun, mektubunda olmasını istediği gibi, olanların tümünü olduğu gibi -ama onun yazdığının tersine başı önde, utanç içinde- annesine anlattığını yazar. Geri kalanı Acontius’un sorumluluğundadır; Cydippe bu yazmış olduğu mektubun bile bakire bir genç kız için fazla olduğunu vurgular. Zira gücünün daha fazla yazmaya el vermediğini ileri sürerek mektubunu sonlandırır ve Acontius’un okumayı arzu ettiği cümlelerle ona mektubunda geçici olarak veda eder:

Artık ben de seninle evlenmek istediğime göre,

mektubumun sonuna “esen kal” demekten başka ne kalıyor? (247-248)

HEROIDES’TEKİ KARŞILIKLI MEKTUPLARDA AŞK KAVRAMI

Helena, Cydippe ve Hero; Ovidius’un, mitolojik öyküler arasında en çok ilgisini çeken kadın kahramanlar olmalıdır. Zira onların adlarına ve yaşadıkları olaylara sık sık diğer eserlerinde de değinmektedir. Bu kadınların, yazdıkları mektuplarda rolleri pasif olmasına karşın, söylemleri son derece dinamiktir. Onların mektuplarında bazı kavramlar güçlü bir şekilde öne çıkmaktadır.

1.    Aşk Yasaktır/Gizlidir/Gizemlidir:

Heroides’te aşık olan ve aşık olunan kişi dış etkenler yüzünden ayrı olmak zorundadırlar ve birlikte olmaları kesinlikle yasaktır. Zira eski çağ eserlerine baktığımızda da genel olarak karı koca arasında olan ya da mümkün olan aşktan çok, iki sevgili arasında yaşanan aşktan bahsedilir ve bu iki sevgilinin birlikte olmaları ne kadar imkansızsa aşklarının derecesi de o kadar büyük olur.

Heroides’teki örneklere baktığımızda: Helena Menelaos’la evlidir; dolayısıyla başka bir erkekle, yani Paris’le birlikte olması toplum kurallarına göre imkansızdır. Sonuç olarak Paris ile Helena’nın aşkı ‘yasak aşk’tır.

Hero, kendini Venus’e adamış bakire bir genç kızdır ve tapınımının gereklerini yerine getirdiği ve saygınlığını koruduğu sürece evlenmesi yasaktır; bu yüzden Leander’e olan aşkını gizli tutmak zorundadır. Yani Leander ile Hero’nun aşkı ‘gizli aşk’tır.

HEROIDES’TEKİ KARŞILIKLI MEKTUPLARDA AŞK KAVRAMI

Helena, Cydippe ve Hero; Ovidius’un, mitolojik öyküler arasında en çok ilgisini çeken kadın kahramanlar olmalıdır. Zira onların adlarına ve yaşadıkları olaylara sık sık diğer eserlerinde de değinmektedir. Bu kadınların, yazdıkları mektuplarda rolleri pasif olmasına karşın, söylemleri son derece dinamiktir. Onların mektuplarında bazı kavramlar güçlü bir şekilde öne çıkmaktadır.

2.    Aşk Yasaktır/Gizlidir/Gizemlidir:

Heroides’te aşık olan ve aşık olunan kişi dış etkenler yüzünden ayrı olmak zorundadırlar ve birlikte olmaları kesinlikle yasaktır. Zira eski çağ eserlerine baktığımızda da genel olarak karı koca arasında olan ya da mümkün olan aşktan çok, iki sevgili arasında yaşanan aşktan bahsedilir ve bu iki sevgilinin birlikte olmaları ne kadar imkansızsa aşklarının derecesi de o kadar büyük olur.

Heroides’teki örneklere baktığımızda: Helena Menelaos’la evlidir; dolayısıyla başka bir erkekle, yani Paris’le birlikte olması toplum kurallarına göre imkansızdır. Sonuç olarak Paris ile Helena’nın aşkı ‘yasak aşk’tır.

Hero, kendini Venus’e adamış bakire bir genç kızdır ve tapınımının gereklerini yerine getirdiği ve saygınlığını koruduğu sürece evlenmesi yasaktır; bu yüzden Leander’e olan aşkını gizli tutmak zorundadır. Yani Leander ile Hero’nun aşkı ‘gizli aşk’tır.

Cydippe’nin ise tıpkı Helena gibi hayatında başka bir adam vardır. Annesi ve babası ona çoktan başka biriyle söz kesmişlerdir. Her ne kadar Acontius, tanrı adına kendisiyle evlenmeye yemin edilmiş biri olarak, bu yemini, insana verilen sözden üstün tutsa da, Cydippe için onunla birlikte olmak doğru değildir. Bu açıdan bakıldığında Acontius ile Cydippe’nin aşkı ‘gizemli aşk’tır.

Sonuç olarak her bir kadın kahramanın üzerinde toplumun ve toplumda etkili olan düşüncelerin baskısı hissedilir ve onların mektupları okunurken, bu baskılara nasıl cevap verecekleri merak konusu oluşturur. Sonuçta bu kadınlardan her biri başkaldıran, ancak sebepleri olan, kendilerini aklayan karakterler olarak karşımıza çıkar.

3.    Aşk Trajiktir/Dramatiktir/Acıklıdır:

Karşılıklı mektuplar, kahramanlar arasında dramatik etkileşime izin vermektedir. Mektuplar etkileyicidir, ancak eğlenceli değildir ve okuyucuyu hiç bir şekilde rahatlatmaz. Ovidius, mektupların yazıldığı zamanları, hikayelerin en trajik yanlarından yararlanabileceği şekilde ayarlamıştır. Her bir mektup uzun bir olaylar silsilesinin tam ortasında yazılmaktadır. En heyecanlı noktada mektup araya girmektedir ve kahramanlar, duygularını açıklamak için olayların gidişatını durdurmaktadır.

Paris ve Helena’nın, dünyayı umursamayan arzuları ve tavırları ve de bunu izleyecek ölüm-yokluk-sefalet dizisi arasındaki zıtlık, onların mektuplarını karamsar kılmaktadır. Aşkları büyük bir savaşla son bulacaktır ve adeta bu sonu hazırlayan, Helena’nın Paris’e vereceği bir “evet” cevabıdır. Aşklarının malzeme olduğu trajik olayları da düşünecek olursak, Paris ile Helena’nın aşkı trajiktir.

Hero ile Leander’in mektupları da trajik bir olayı işlemektedir. Hero, Leander’e hiç bir zaman gönderemeyeceği cevabını yazarken, Leander kendi mektubunun ardından hiç düşünmeden denize atladığı için, kıyıda ölü bir şekilde uzanmıştır ve sabah olduğunda Hero da onun yanında uzanıyor olacaktır. Onlar mektuplarını yazdıkları sırada, her ikisinin de hayatının ve aşkının sona ermesine yalnızca bir gece kalmıştır. Dolayısıyla bu trajik son her satırda hissedilmektedir. Onların mektupları hiç bir güldürü unsuruyla hafifletilmemiştir. Romantik aşk felaket içgüdüsü altında ezilmiştir ve yaklaşmakta olan felakete mahkum olmuştur. Sonuç olarak, bu trajik olay, ölümle sonuçlandığı için acıklıdır.

Acontius’la Cydippe’nin mektuplarının havasıysa kaçamaklıdır. Cydippe’nin mektubunda ağır bir hastalık havası ve ölüm korkusu sezilmektedir. Sonunun mutlu bitip bitmeyeceği düşündürücüdür. Yine de bunca endişe ve kaygıdan sonra okuyucu onların mektuplarında mutlu bir son umuduyla rahatlar. Dolayısıyla, Acontius ve Cydippe’nin aşkı dramatiktir.

4.    Aşk Tanrısaldır/Yazgısaldır:

Heroides’teki karşılıklı mektuplarda tanrıların rolü son derece büyüktür. Aşık olan erkek kahramanlar güçlerini tanrılardan almaktadırlar ve bunu aşık oldukları kadınlara her fırsatta yazarak aşklarını adeta tanrısallaştırmaktadırlar. Heroides’teki her bir çiftin akıbeti tanrıların insafına kalmıştır. Dolayısıyla hepsi için ortak bir tanrıça vardır: Aşk Tanrıçası Venus. Eski ozanlar Venus’ü tanımlarken onun için genellikle hafif, oynak gibi sıfatlar kullanma eğiliminde olmalarına karşın, Ovidius’un Heroides’teki tutumu bunun tam tersidir. Ona göre, Venüs, aşağı görülmeyecek son derece saygın ve ağırlığı olan bir tanrıçadır. Zira aşıkların kaderini Venüs belirlemektedir.

Paris gücünü, ona Helena’nın aşkını vadeden Tanrıça Venus’ten almaktadır. Helena’ya her fırsatta kader tanrıçalarının, onların birlikte olmasından mutlu olacağını yazmıştır. Ancak onların kaderini Venus değil, güzellik yarışmasında Paris’in oyunu alamayan öteki iki tanrıça, yani Iuno ve Minerva belirleyecektir. Paris gelecek kuşaklara adulter sıfatıyla namussuz bir adam olarak taşınacaktır. Helena’nınsa, Troia Savaşı’nın başlamasıyla birlikte casus belli olarak anılacak ve karalanacak olması kaderidir.

Hero ve Leander’e gelince, onların mutlulukları, sağı solu belli olmayan insanüstü güçlere, rüzgarlara ve dalgalara bağlıdır; öyle ki bu güçler onların sonunu hazırlamaktadır. Bu nedenle Leander mektubunda rüzgar tanrısı Boreas’a ve denizde yolunu bulmasını sağlayan Ay Tanrıçası’na seslenerek, onlardan yardım dilemektedir. Hero da aynı şekilde mektubunda, sevgilisine yüzülecek sular sağlaması için Deniz Tanrısı Neptunus’a yakarmaktadır.

Cydippe ise, insani ve tanrısal yükümlülükler arasında sıkışıp kalmış, ne yapacağına karar veremeyen bir karakterdir. Onun kaderi, adına yemin ettiği ve yeminini gerçekleştirmediği için hastalanmasına neden olan Tanrıça Diana’ya bağlıdır. Diana onun için zalim ve korku duyulan bir tanrıçadır. Cydippe’nin yeminiyle sözü arasında vereceği kararı bekleyen Acontius ise aşkının gücünü ve desteğini Diana’dan almaktadır. Mektubunda Cydippe’yi ikna edebilmek için tanrıçaya ettiği yemini durmadan hatırlatmakta ve ona tanrıçanın öfkesinden sakınması gerektiğini yazmaktadır. Dolayısıyla onun için tanrıça, sevgilisine kendi düşüncesini kabul ettirmek için bir araçtır. Zira Cydippe sonunda tanrıların onayladığı karara boyun eğmek zorunda kalacaktır. O da, Helena gibi, kendini, bir erkeğe kanan, onun sözleriyle baştan çıkan bir kadın olarak değil, tamamiyle tanrıların isteğini yerine getiren bir kişi olarak göstermektedir.

Sonuç olarak, gerek Paris ile Helena’nın, gerek Hero ile Leander’in, gerekse Acontius ile Cydippe’nin aşkları hem tanrısal, hem de yazgısaldır.

5.    Aşk Ölümcüldür:

Heroides’deki her bir kahraman, sevgilisiyle birlikte olabilmek için ölümü göze almıştır. Paris, Helena kendisiyle geldiği taktirde başlayacak savaşların farkındadır ve bunu göze aldığını mektubunun son satırındaki “savaşları büyük mükafatlar tetikler.” sözüyle belli etmiştir ve olası bir savaşa hazırlıklı olduğunu yazmıştır. Leander de Hero’yu biraz olsun görebilmek için fırtınalı gecelerde dalgalarla, dolayısıyla ölümle boğuşmaktadır. Onun aşkı ölümle iç içedir, öleceğini bile bile her türlü zorluğa göğüs germektedir; çünkü kıyıda oturup beklemek onun için yüzmekten çok daha güçtür. Acontius’un durumu ise diğerlerinden biraz farklıdır. O, Cydippe’yi elde etmek için elinden geleni yapmaktadır ve bunun kendinin de sonu olacağını bile bile, kendi yüzünden hastalanan Cydippe’nin, başkasına gitmesindense ölmesini yeğlemektedir.

Dolayısıyla ölüm bu mektup yazarlarının daima satırlarında olan bir kavramdır. Aşk bir anlamda ölümü göze almak demektir. Zira çoğu kez aşık olan karakterin, sevdiği kişiyle birlikte olamamaktansa, ya da onu başkasıyla paylaşmaktansa ölümü yeğlediği ve bunu sık sık ifade ettiği görülmektedir. Kısacası her üç çiftin de aşkları, görüldüğü gibi, ölümcüldür.

SONUÇ

Kadınlar erkeklere göre aşk konusunda çok daha duygusaldır, hassastır, daha olgun, daha mantıklıdır. Çünkü kadın erkeğine güvenmez. Kadın temkinlidir, meraklıdır.

Paris ve Acontius mektuplarında tamamiyle aşık oldukları kadınları etkilemeye ve kendileriyle birlikte olmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Bunu elde etmek için de onlar bilinen aşk oyunlarına başvururlar: Kendilerini överler ve zenginliklerini, soylarını, sahip oldukları toprakları ve o toprakta yaşamış olan kahramanları, tanrılarını üstün gösterirler. Hitap ettikleri kadınlara övgü dolu sözler yazarlar ve onların güzelliklerini tanrıçaların güzellikleriyle kıyaslarlar. Ellerinden geldiğince çeşitli vaatlerde bulunurlar ve sevdikleri kadına birlikte mutlu ve zevk dolu bir hayat sözü verirler. Aşklarını yüceltir ve ilk görüşte aşık oldukları anı anlatarak onların güvenini kazanmaya çalışırlar. Aşklarının masum olduğuna ve doğru bir iş yaptıklarına sevdikleri kadınları inandırmaya çalışırlar. Kendilerini acındırırlar.

Ancak ne Helena, ne de Cydippe bu aşk oyunlarına kanacak karakterlerdir. Her ikisi de kendi üstünlüklerini göstererek onların sundukları vaatleri, etkileyici sözleri bir bir çürütürler. Söz söyleme konusunda usta olan bu karakterler bir kadının bunlardan çok neyi arzuladığını ya da neyi arzulaması gerektiğini onlara gösterirler. Helena Paris’e, eğer onun peşinden giderse, bunun sebebinin, ona sunulan hediyeler değil, yalnızca aşk olacağını yazmıştır. Onun için hediyelere boğulmaktan, zengin olmaktan çok daha önemli olan şey sevilmektir, kendisine değer verilmesidir. Korktuğu şey de Paris’in vaatlerinin gerçekleşmemesi değil, Troia’da yaşayacağı duygusal boşluktur. Toplumdaki konumuna önem vermekte ve geleceğin ona getireceği kötü sonuçları tahmin etmektedir. Bir erkek olarak Paris ona güven vermemektedir.

Cydippe de aynı şekilde, Acontius’un onu kandırmak için yaptığı oyunları alçakça bulurken, bunları yapmaktansa aşkını doğrudan söylemesini yeğleyeceğini ve bunun, onun için çok daha kabul edilebilir bir şey olacağını yazmıştır. Helena gibi o da karasızdır; gururlu ve namusludur, toplumdaki yargıları önemsemektedir. Acontius’un tavrını kötü niyetli ve kurnazca bulmaktadır.

Hero ve Leander’e baktığımızdaysa, her ikisinin de aynı derecede hassas olduğunu görmekteyiz. Çünkü Leander’in Hero’yu ikna etmek gibi bir kaygısı yoktur. O, Hero’nun aşkından ve onu beklediğinden emindir. Dolayısıyla onların satırlarında tam anlamıyla saf aşk ortaya çıkmaktadır.

Kadın sadıktır. Kadın erkeğe göre daha fazla acı çekmekte ve daha fazla korku duymaktadır. Ancak tüm aşıklar kıskançtır:

Erkeklere göre hem geleceğe karşı daha kayıtlı ve düşünceli olan, hem de toplum tarafından üzerlerinde baskı kurulan kadınlar aşkta her duyguyu erkelerden daha fazla yaşamaktadırlar. Onlar daha fazla korkmakta, daha fazla merak etmekte, daha fazla kıskanmakta ve de daha fazla acı çekmektedirler. Bunun sebebini Hero mektubunda en güzel şekilde açıklamıştır. Ona göre, bir şeyi unutmak ya da oyalanmak için sayısız uğraşı olan erkekler kendilerini zamanın akışına bırakabilmektedirler. İstediklerinde kimseyi düşünmeden farklı kadınlarla birlikte olabilirler. Oysa kadınların tek çaresi beklemektir. Onlar sadıktır ve oyalanmak için yapabildikleri tek şey sevdikleri adamı düşünmektir. Düşünmek de onların yeni yeni endişe ve kıskançlık kaynağı bulmasına sebep olur ve her şeyden korkmaya başlarlar.

Aşıklar için en büyük korku sevdiği kişiyi başka biriyle paylaşmaktır. Paris, Helena’yı yemek masasında Menelaos’la oynaşırken gördüğü anları kıskançlık ve öfke dolu satırlarla yazmıştır. Hero da, Leander’in gelmeyişinin sebebini başka bir kadına yorarken, büyük bir mutsuzluk ve umutsuzluk içinde bunun ölümden de beter bir duygu olduğunu ifade etmiştir. Acontius için de Cydippe’nin hasta yatağının başında başka bir adamın olduğunu bilmek dayanılmaz bir şeydir. Acontius bu düşünceyle yazdığı satırlarında adeta deliye dönmektedir. Cydippe düşündüğü gibi olmadığını yazarak, kendi mektubunda onu yatıştırmaya çalışmıştır.

Kadınların güvenilir dostu yine kadınlardır:

Ortada gizli kalması gereken bir aşk olduğunda aşık olan kişilerin en iyi dostu yardımcılardır. Onlar aşıkların bir araya gelmesi için aracılık yaparlar. Helena da her konuda yardımcıları Aretha ve Clymenen’e danışmaktadır. Paris mektubunda ona ulaşmak için önce yardımcılarıyla konuşmaya çalıştığını, onlardan yardım beklediğini yazmıştır. Helena da kararını vermek üzere olduğu son anda, mektubunu yardımcılarıyla konuşacağını yazarak bitirmiştir.

Hero da kulede dadısıyla birlikte yaşamaktadır ve o, Leander’le ilgili tüm duygularını dadısıyla paylaşmaktadır. Hero’nun dadısı, onun yasak aşkı için büyük bir rol üstlenmektedir.

Cydippe ise hasta yatağında yatarken en çok yardımı bakıcısından almaktadır. Bakıcısı, Acontius’la gizli gizli mektuplaşması için fırsat yaratarak onlara yardımcı olmaktadır.

xxx

Ovidius’un kadına verdiği önem açıktır. Kadınların iç dünyalarındaki tüm duygu fırtınalarını onların ağzından ortaya dökebilmek için “mektup”u bir araç olarak kullanması, ozanın ustalığını göstermektedir. Heroides eserinde pek çok kadın kahramanı konuşturmuştur. Biz, kadın duyarlılığını erkek duyarlılığı ile karşılaştırmaya imkan verdiği için, özellikle üç aşık çiftin birbirlerine yazdıkları mektuplarını seçtik.

ÖZET

Çalışmada, mitolojik aşk mektuplarından oluşan Heroides adlı eserdeki karşılıklı mektuplarda aşk kavramı incelenmiştir. Araştırma iki bölüme ayrılmıştır. İlk bölümde Ovidius’un hayatı, eserleri ve yaşadığı dönem genel olarak tanıtılmıştır. Ana bölümü oluşturan ikinci bölümde ise, önce Heroides hakkında genel bir değerlendirme yapılmış ve ardından eserdeki karşılıklı mektuplar incelenmiştir. Sonuç olarak, bu mektuplarda öne çıkan ‘kadın’ın aşka bakış açısı ortaya konulmaya çalışılmıştır.

KAYNAKÇA

     Albrecht, Michael Von, A History of Roman Literatüre, from Livius Andronicus to Boethius, E.J. Brill, New York, 1997.

     Antik Aşklar, çev. Nejla Burnazoğlu, Yazıcı Yayınevi, İzmir, 2000.

     Bayladı, Derman, Açıklama ve Yorumlarıyla Klasik Mitolojide En Güzel Aşk Masalları, Bulut Yayınları, İstanbul, 2005.

     Brownlee, Marina Scordilis, The Severed Word; Ovid’s Heroides and The Novela Sentimental, Princeton University Press, New Jersey, 1990.

     Can, Şefik, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1997.

     Conte, Gian Biagio, Latin Literature- A History, The Johns Hopkins University Press, Baltimore and London, 1994.

     Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004.

     Erim, Müzehher, Latin Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987.

     Euripides, Troyalı Kadınlar, çev. Sandalcı,Sema, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2002.

     Fulkerson, Laurel, The Ovidian Heroine as Author; Reading, Writing and Community in the Heroides, Cambridge University Press, New York, 2005

     Greenhut, Deborah S., Feminine Rhetorical Culture; Tudor Adaptations of Ovid’s Heroides, Peter Lang Publishing, New York, 1988.

     Griffin, Jasper, Latin Poets and Roman Life, The University of North Carolina Press, Chapel Hill, 1986.

     Grimal, Pierre, Love in Ancient Rom e, trans. by Arthur Train, , University of Oklahoma Press., Norman and London,1986.

     Grimal, Pierre, Mitoloji Sözlüğü-Yunan ve Roma, çev. Tamgüç, Sevgi, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1997.

     Holzberg, Niklas, The Poet and His Work, trans by Goshgarian, G.M, Cornell University Press, Ithaka and London, 2002.

     Hornblower, Simon; Spawforth, Anthony, The Oxford Classical Dictionary, Oxford University Press, 2003.

     Isbell, Harold, Ovid Heroides, Penguin Books, London, 1990.

     Kenney, E.J., Ovid Heroides XVI-XXI, Cambridge University Press, Cambridge, 1996.

     Kenney, E.J.; Clausen, W.V, The Cambridge History of Classical Literature, Cambridge University Press, New York, 1982.

     Loven, Lena Larsson, Strömberg, Agneta, Aspects of Women in Antiquity, Paul Aströms Förlag, Sweden, 1998.

     Mousaios, Hero ile Leandros, çev. Umar, Bilge, İstanbul, 1987.

     Ovidius, Aşk Sanatı, çev. Eyüboğlu, İ. Zeki, Payel Yayınları, İstanbul, 1994.

     Özaktürk, Mehmet, Roma Yazınının Sürgün Ozanları, T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999.

     Paulock, Barbara, Eros, Imitation, and the Epic Tradition, Cornell University Press, Ithaka and London, 1990.

     Sellar, W.Y., M.A., LL.D, The Roman Poets of The Augustan Age: Horace and The Elegiac Poets, Biblo and Tanen, New York, 1892.

     Spentzou, Efrossini, Readers and Writers in Ovid’s Heroides, Oxford University Press, New York, 2003.

     Tamer, Diler, Augustus Çağında Cinsel Suçlar, Homer Kitabevi, İstanbul, 2007.

     Thibault, John. J, Mystery of Ovid’s Exile, University of California Press, 1964.

     Vergilius, Bucolica’lar, Georgica’lar, çev. Uzel, Türkan, Öteki Yayınevi, Ankara, 1998.

     Yörükan, Turhan, Yunan Mitolojisinde Aşk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 2000.

(Makaleler)

     Baca, Albert R., Ovid’s Claim to Originality andHeroides 1, in Transactions and Proceedings of American Philological Association, vol. 100, pp. 100-110, San Fernando Valley State Colege, 1969.

     Clark, S. Burton, The Authorship and the Date of the Double Letters in Ovid’s Heroides, in Harvard Studies in Classical Philology, vol. 19, pp. 121-155, 1908.

     Cunningham, Maurice P., The Novelty of Ovid’s Heroides, in Classical Philology, Vol.44, No.2, pp. 100-106, 1949.

     Farrell, Joseph, Reading and Writing The Heroides, in Harvard Studies in Classical Philology, vol.98, pp.307-338, 1998.

     Morris, L., Heroides, in The Classical Review, New Ser., vol. 49, No.1, 55-57, 1999.Royal Holloway, Oxford University Press, London,1999.

     Özaktürk, Gül, Yazınsal Mektubun Tarihçesi, Archivum Anatolicum: Anadolu Arşivleri, sayı 4, sf. 143-165, 2000.

Önceki Yazı
« Prev Post
Sonraki Yazı
Next Post »

Benzer Yazılar