Print Friendly and PDF

Translate

HADÎKATÜ'L-HAKİKA...Hakim Senâi

|

 

 

HADÎKATÜ’L-HAKÎKA

حديقة الحقيقة وشريعة الطريقة

Hakîm Senâî-yi Gaznevî


Hazırlayan
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
2021





Kitap Hakkında

Tam adı Ḥadîḳatü’l-ḥaḳīḳa ve şerîʿatü’ṭ-ṭarîḳa olup İran edebiyatında yazılan ilk önemli tasavvufî mesnevidir. Gazneli Sultan Fahrüddevle Behram Şah’a ithaf edilen eser, bu hükümdara övgüleri de (fahr) ihtiva ettiği için Faḫrînâme veya Kitâbü’l-Faḫrî adlarıyla da anılır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, çok beğendiği ve Mes̱nevî’sinde bazı konularını iktibas ettiği esere İlâhînâme adını vermiştir.

524’te (1130) yazmaya başladığı eserini ölünceye kadar elinden bırakmayan Senâî, son taraflarında ihtiyarlığından bahsederken imkân bulduğu takdirde eseri genişleteceğini söyler. Ḥadîḳatü’l-ḥaḳīḳa tamamlanıp muhtevası duyulmaya başlandığında Horasan âlimlerinin büyük tepkisiyle karşılaşan Senâî, eserin bir nüshasını incelemeleri için Bağdat ulemâsına göndermiş ve onlardan gelen fetva sayesinde ortalık yatışmıştır. Kısa bir müddet sonra da vefat ettiğinden eseri genişletme imkânı bulamamıştır.

Aruzun hafif bahrinde yazılmış 10.000 beyitlik bir mesnevi olan Ḥadîḳatü’l-ḥaḳīḳa tevhid, na‘t, aklın sıfatı, ilmin fazileti, gaflet, felek ve burçların tasviri, hikmet, ata sözleri, aşk, kendinden önceki şair ve yazarların eserleri gibi konularla Behram Şah, vezirleri ve kadınlarının övgülerini ihtiva eden on bölümden meydana gelir. Eser tasavvufî bir mesnevi olmakla birlikte ele alınan konular bakımından yerine göre dinî, ahlâkî, felsefî, hikemî ve öğretici nitelikler de taşır. Senâî öldüğü zaman dağınık halde bulunan Ḥadîḳatü’l-ḥaḳīḳa, Behram Şah’ın görevlendirdiği Muhammed b. Ali er-Reffâ tarafından düzenlenmiştir. Reffâ esere bir mukaddime yazmış ve bunun içine eserin bazı nüshalarında bulunan Senâî’nin mukaddimesini de almıştır.

Senâî’nin diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserin de yazma nüshaları arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bu durum, şairin ölümünden sonra eserlerinin ayrı kimseler tarafından derlenmiş olması ile açıklanabilir. Nitekim Ḥadîḳatü’l-ḥaḳīḳa’nın bilinen en eski nüshasında (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 1672 [istinsah tarihi 552/1157]) önsöz bulunmadığı gibi bu nüsha bölümlere de ayrılmamıştır. Bölümlere ayrılan nüshalar arasında da farklılıklar olup bazıları on, bazıları ise sekiz bölümdür.

Eser Nizâmî-i Gencevî, Hâkānî-yi Şirvânî ve Evhadüddîn-i Merâgī gibi şairler üzerinde etkili olmuş, bunlardan birincisinin Maḫzenü’l-esrâr, ikincisinin Tuḥfetü’l-ʿIrâḳeyn, üçüncüsünün de Câm-ı Cem adlı eserlerinin ilham kaynağı olmuştur.

Ḥadîḳatü’l-ḥaḳīḳa Bombay (1275) ve Leknev’de (1295/1818), ayrıca Müderris-i Razavî tarafından Tahran’da yayımlanmıştır (1329 hş., 1368 h.). J. Stephenson eserin bir bölümünü İngilizce’ye tercüme ederek metniyle birlikte neşretmiştir (Kalküta 1911).

Mes̱nevî şârihlerinden Hindistanlı âlim Abdüllatîf el-Abbâsî el-Gucerâtî, çeşitli nüshalarını karşılaştırarak tam bir metnini ortaya koyduğu eseri Leṭâʾifü’l-ḥadâʾiḳ min nefâʾisi’d-deḳāʾiḳ adıyla şerhetmiştir (Leknev 1877, 1886).

Ḥadîḳatü’l-ḥaḳīḳa’dan seçmeler yapılarak çeşitli eserler meydana getirilmiştir. Bunlardan genellikle Attâr’ın eseri olarak bilinen Münteḫab-ı Ḥadîḳa (İntiḫâb-ı Ḥadîḳa), Dâî-i Şîrâzî diye tanınan Nizâmeddin Mahmûd-ı Şîrâzî’ye aittir. Bu seçmenin bizzat Senâî tarafından yapıldığı da söylenir.


HADÎKATÜ'L-HAKİKA'NIN BÖLÜMLERİ

1.   Zanlarla ve Hislerle Nasıl Allah’ı Bilen Olunabilir? Kubbenin Üs­tünde Ceviz Kalır mı Hiç? [1]

Hadîkatü'l-hakıka'nın birinci babı, Senâî'nin tevhidle ilgili görüşlerini ifade ettiği 49 beyitle başlamaktadır. Ardından mârifet, vahdet ve azamet, kıdem, safa ve ihlâs, istivâ, derecât, hıfz ve murakebe, hikmet, hidayet, mücâhede, takdis, yaratma ve kudret, fakr, hakikat sırrı, tazarru ve acz, zikir, vücud ve beka, şükür ve şikâyet, rezzâk, hub ve muhabbet, tecrid, sülük, tevekkül, rüya, tenakuzü'd-dâreyn, isar, ittihad, ittisal, zühd ve zâhid, dünya sevgisi, namaz, huşu, hamd ve sena, iftihar, münacat, kerem, inabe, ihlâs, kaza, şevk, rıza ve teslimiyet, Allah'ın kudretinden korkma, keramet, ubudiyyet ve imtihan hakkında ifadeler yer almaktadır.

Bu bab, tasavvuf terimlerine en fazla yer verilen babdır. Allah'ın sıfat­ları, hiçbir şeye muhtaç olmaması, O'nun rızasını kazanma yolunda kulun hangi aşamalardan geçmesi gerektiği bu terimler vasıtasıyla açıklanmak- tadır.

Bu babda yer alan ilk hikâye, ömürlerinde hiç fille karşılaşmamış ta­mamı kör olan şehir halkından bazılarının padişaha ait olan file dokunup ne olduğunu anlamaya çalışmalarını konu almaktadır. Bir diğer hikâyede bilgili bir kişi ile cahil bir kişinin konuşması karşılaştırılmakta, insanın bil­mediği konuda gülünç duruma düşmemesi için susması tavsiye edilmek­tedir. Allah rızası için verilen zekât ve tevekkül sayesinde daha çok nimet elde edilmesi ile ilgili bir hikâyenin ardından devenin bedeninin şeklini eleştiren ve çirkin olarak nitelendiren bir adam üzerinden akıllı kişi için güzellik ve çirkinliğin olmadığı, her şeyin Allah'ın sanatı olduğu ve gözle değil akılla varlıklara bakıp özü görmek gerektiği anlatılmaktadır. Başka bir hikâyede, az bir miktarla bile olsa gönülden yapılan cömertliğin Allah katında değerli olduğu belirtilmektedir. Hz. Ömer oyun oynayan bir grup çocuğun yanından geçerken Abdullah b. Zübeyr hariç diğer çocukların ondan kaçmasını ve Hz. Ömer'in ona neden kaçmadığını sorması üzerine kaçacak bir suç işlemediğinden korkmak için bir nedenin olmadığını ifade etmesinin anlatıldığı hikâyeden sonra Süfyân es-Servî'nin (ö.161/778) Bâyezîd-i Bistâmî'ye (ö. 234/848 [?]) ibadet hakkında sorduğu soru ve Bâyezîd'in Allah'ı anmaktan bir an bile gafil olmamak gerektiğini açıkla­dığı bir hikâye ve müşahede ile ilgili namazda Allah'ı görür gibi ibadet edilmesi ile ilgili hadisin açıklandığı bir temsil gelmektedir.

Yine bu bölümde Allah'ın sebepsiz bir şekilde tüm rızıkların kaynağı ve tek yaratıcısının olduğunu anlatan bir temsilin ardından bir kuş ile Zer­düşt'ün Allah'ın rızkın kaynağı olması hakkında karşılıklı konuşmasının olduğu bir hikâye bulunmaktadır. Ayrıca uyanıklılık hakkında Hz. Ali'ye tembel ve uyuşuk bir kişinin gecenin karanlığının mı yoksa gündüzün ay­dınlığının mı daha iyi olduğunu sorması üzerine Hz. Ali'nin, gönlünde aşk ateşinin kıvılcımları olan Allah âşıkları için her anın aydınlık oldu­ğunu, âşıkların bu yolda yaya kalmayacağını söylemesini ve bu aşkın sır­rının fani olan her şeyi yok etmesini konu alan bir temsil, Şeyh Gürgânî'nin oğluna tecrid hakkındaki nasihatlerini "ancak Allah vardır" ile dünyaya ait her şeyden vazgeçmesini, "mülkün sahibi kimdir?" soru­sunun cevabını bularak tamamen yok olmasını tembihleyen bir temsil ve sonra da Şiblî'nin "mülkün sahibi kimdir?" sorusuna cevap veren müna- catını anlatan bir hikâye gelmektedir.

Rüya bahsinde ise Senâî, maddi dünyada bir geminin içinde uyuyarak yolculuk yapanlar şeklinde tanımladığı dünya halkının rüyalarında gör­düğü su, ateş, rüzgâr ve toprak gibi maddi unsurların rüya tabirliğini çe­şitli temsiller kullanarak yapmaktadır.

Kays b. Âsım'ın (ö. 47/667) Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tarafından zekât top­lamak üzere görevlendirilmesini anlatan bir hikâyede "Sadakalar konu­sunda müminlerden hem gönüllü olarak fazla fazla verenlere hem de daha fazla verecek bir şey bulamayanlara dil uzatıp onlarla alay edenleri Allah maskaraya çevirecektir. Onlar için elem verici bir azap da vardır (Tövbe: 9/79)." âyetinin telmihi (84) bulunmaktadır.

"Onları doğru yoldan saptıracağım, olmaz isteklere sürükleyeceğim, putlara hayvanlar adatacağım da onların kulaklarını yarmalarını, Allah'ın yarattığını bozmalarını emredeceğim. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen apaçık bir zarara düşmüş, ziyana uğramıştır (Nisâ: 4/119)." âyetinin açık­lanmasının ardından dünya hayatına gönül bağlamayanın, uzak duranın mülkün asıl sahibine kavuşacağını ifade eden beyitler yer almaktadır.

Ardından Hz. Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) "Âdemoğlu için dört şey önceden belirlenmiştir: Fiziksel görünümü, karakteri, ölümü ve rızkı. " hadis-i şe­rifi açıklanmaktadır. Namazla ilgili kaleme alınan beyitlerde Hz. Ali ile ilgili bir kıssaya yer verilmekte ve namazın kusurlarını konu alan bir tem­sille namaz bahsi sona ermektedir.

Allah'ın yaratma sanatı ve kullarına takdir ettiği kaza ile ilgili olarak kör bir kişiye bir mücevher verilip değer biçmesi istenmesi üzerine kaleme alınan bir hikâye vardır. Burada mücevherin değerini onu bilenin anlaya­cağı, kazânın ezelde tayin edildiği, yaratma sanatının Allah'ın elinde ol­duğu belirtilmekte ve insanın suretin kaynağını anlamasında nefsin def­ter, aklın ise kalem olduğu anlatılmaktadır.

"Beni yedirip içiren O'dur (Şu'arâ: 26/79)." âyeti açıklanıp insanı yara­tan, doyuran ve onun susuzluğunu giderenin Allah olduğu, ardında da "Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarat­mış olduk. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlar- dır (A'râf: 7/179)." âyetinin temsil yoluyla açıklandığı beyitlerde "Ey ina­nanlar, Allah'a, Peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakata sahip olanlara itaat edin. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız bir şeyde ihtilafa düştünüz mü o hususta Allah'a ve Peygambere müracaat edin; bu hareket hem hayırlıdır hem de sonu pek güzeldir. (Nisâ: 4/59)." âyetine telmih yapılmakta, her işte Allah ile olmanın değerine ve her şeyin Al­lah'tan olduğuna işaret edilmektedir.

Hz. İbrahim'in Nemrut tarafından ateşe atılmasını anlatan temsilde ise "Rabbim! Kolaylaştır zorlaştırma, Rabbim hayırla sonuçlandır." duasına işaret edilmekte, ateşin Hz. İbrahim için gül bahçesine dönüşmesinden bahsedilmektedir.

Bu bölümde Senâî görüşlerinin sağlam temellere dayandığını göster­mek için yaklaşık 48 âyet ve 36 hadis-i şerife ya doğrudan ya da dolaylı olarak işaret ederek deliller getirmektedir. Bu bölüm, şeriatin ve tasav­vufun temel konularına daha fazla ağırlık verilen ve tasavvuf terimlerine en fazla yerilen bölümdür.

2.    Gönlün ve Ruhun İçin Hazine Ararsan Kur'an Denizine Dal

Bu bab, Kur'an-ı Kerim'in yüceliği, sırrı, mucizesi, hidayet vesilesi ol­ması, izzeti, delili, Kur'an tilaveti, Kur'an dinlemenin fazileti, vecd hali, Hz. Âdem'in yaratılışı ve Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'den babasız olarak dünyaya gelmesi, peygambersiz geçen dönemlerdeki cahillik hakkındaki ifadelerden ve peygamberlerden bahsetmenin cahilce konuşmaktan ha­yırlı olması konularından oluşmaktadır.

Kur'an'ın yüceliği hakkındaki beyitlerde "Kur'an, yedi harf üzere in- miştir." ve "Kur'an-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk'ın insanlar için kurduğu bir ziyafet sofrasıdır." hadis-i şeriflerine işaret edilmektedir. Sırr-ı Kur'an hakkında kaleme alınan beyitlerde "Ayrıca yeryüzünde sabit yüce dağlar yarattık. Sizlere tatlı sular içirdik (Mürselât: 77/27).", "Dağlar da atılmış renkli yüne dönüşür (Kâria: 101/5)." ve "Şayet biz bu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve param­parça olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veri­yoruz (Haşr: 59/21)." âyetlerine, Kur'an'ın hidayeti konusunda ise "Der­ken bir kervan geldi, sucularını gönderdiler, adam kovasını kuyuya saldı; "Müjde! İşte bir oğlan çocuğu!" diye bağırdı. Onu alıp bir ticaret malı ola­rak sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi biliyordu (Yusuf: 12/19)." âyetine işaret edilmektedir.

Kur'an'ın izzeti konusunda "Kitabı sana indiren O'dur. O'nun bazı âyetleri muhkem yani manası apaçık âyetlerdir ki, bunlar kitabın esası ve anasıdır. Diğerleri benzeşen yani müteşabihtirler. Kalpleri gerçeklerden sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştıracak şeyler bulmak için ve ona keyfî anlamlar yüklemek amacıyla kitabın müteşabih denilen kısmına uyarlar. Oysa Allah'tan başka kimse onun kesin yorumunu bilemez. Bu yüzden, bilgide derinleşenler şöyle derler: "Biz ona inanırız, onun tamamı Rabbimizdendir. Derin kavrayış sahipleri dışında kimse bundan ders al­masa da (Âl-i imrân: 3/7)." âyetine ve Kur'ân-ı Kerim'in te'vili hakkında Hz. Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) "Kur'an'ı kim kendi re'yi ile tefsir ederse cehen­nemdeki yerine hazırlansın." hadisine işaret edilmektedir.

Kur'an'ın delili hakkında Hz. Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) "Kur'an'ı güzel ses ve makamlarla okuyun." hadis-i şerifine işaret edilerek hoş olmayan üs­luplardaki Kur'an tilavetinin mekruh olduğu ifade edilmektedir. Kur'an tilavetinde elif (I) harfi ile vahdet mertebesi, ba   harfi ile ilk yaratılan varlık olan akıl ve te  harfi ile de nefs-i külli nitelendirilmiştir ve birlik, tüm varlıkta olduğu için elif   harfinin tüm harflerde dolayısıyla da tüm varlıklarda olduğu belirtilmektedir.

Hz. Âdem'in ve Hz. İsa'nın yaratılması hakkında kaleme alınan beyit­lerde insanın kendisini bir saymaması, gerçek anlamda bir olanın Allah olduğu vurgulanmaktadır. İnsanın önce dünyadan ardından kendinden uzaklaşıp son olarak Allah'a vuslatı üç zafer olarak nitelendirilmektedir. İlk iki adımda yenilgi yaşanılırsa üçüncü ve nihai zaferin elde edilemeye­ceği ifade edilmektedir. İlk iki zaferin ise insanın nefsinden ve dünyadan kaçınması olduğu, bu dünyanın ikamet etmek için tehlikeli bir yer olduğu belirtilmektedir.

Bu babın son beyitleri insanları doğru yola ulaştıran, Allah'ın dininin sadıkları olan peygamberler hakkındadır. Bu beyitlerde Allah'a şirk koş­mak ve cehalet kınanmaktadır. Peygamberlerden bahsetmenin cahilce sohbet etmekten hayırlı olduğu açıklanmaktadır. Allah'ı övdükten sonra peygamberlerin en şereflisi olan Hz. Peygamber'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) naat etmek gerek­tiği ifade edilmektedir.

3.    O inci gibidir, diğer peygamberler ise sedef

Üçüncü bab, çerağ-ı dünya (dünyanın lambası) olarak nitelendirilen Hz. Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) naat, nübüvvetin kemale ermesi ve kerametleri, Hz. Peygamber'in âlemlere rahmet olarak gönderilmesi, miraç, Hz. Mu- hammed'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diğer peygamberlere üstünlükleri, Hz. Peygamber'e salavat getirilmesi, Hz. Peygamber'in gönlünün fethi, "Biz seni ancak âlem­lere rahmet olarak gönderdik (Enbiya: 21/107)." âyetinin tefsiri, Hz. Peygamber'e selam vermek, onu diğer peygamberlerden üstün tutmak, Hz. Peygamber'in sıfatları, yedi yıldızın (Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Ay, Ve­nüs, Merkür) sıfatları, Hz. Muhammed'in yaratılışı, mertebesi ve onun ya­ratılışının güzelliği, Cebrail'in faziletleri, Hz. Ebû Bekir Sıddîk'ın halifeli­ğinin övülmesi ve Allah'ın resulüne yakınlığı, mü'minlerin emiri Hz. Ömer'in adaletinin, Hz. Osman'ın ve Hz. Ali'nin övülmesi, Cemel vakası, Sıffîn savaşı ve Ammâr b. Yâsir'in şehit edilmesi, Hz. Ali'nin katledilmesi, onun düşmanlarının ve onu kıskananların kınanması, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in övülmesi, Hz Hasan'ın fazileti ve onu üzen durumlar, onun şehit edilme sebepleri, Hz. Hüseyin'in faziletleri, onun katledilmesi ve bu konuda Yezid'e dair işaretler, Kerbelâ olayı, Kerbelâ'da yaşanılan zulüm hakkında, bu zulmü yapan Ömer b. Sa'd'ın ve Yezid'in kınanması ve bu duruma rıza gösterenlerin üzerine lanet okunması, yaşlı ve zayıf bir kadı­nın her gün sabah vakti çocuklarını Kerbelâ olayının yaşandığı yere götü­rüp o günleri anımsatan rüzgârı içine çekmelerini istediği bir temsil, Ebû Hanîfe'nin, İmam Şâfî'nin övülmesi, bağnazlık ehlinin kınanması hak­kında kaleme alınan beyitlerin ardından zühd, hikmet, vaaz ve nasihat, müslümanın din kardeşi hakkında gıybet yapmasının kötülüğü, mücâhede hakkında müridin pirinden mücâhede yolunda alabileceği bir tedbiri önermesini istemesi ve pirin ona Allah yolunda mücadeleden vaz­geçmemesini söylemesi üzerine kalem alınan bir temsil, ictihad ve takvâ ehli olmayı isteme, Hz. Musa'nın Allah'a en üstün ibadet nedir diye sor­ması ve takvâ cevabını alması hakkında bir temsil, "Cehalet bir hastalık­tır." sözünün açıklanması, yolda bulduğu bir aynada yüzüne bakıp bir ta­kım yanlış çıkarımlarda bulunan bir kadının gaflet ve cehaletini anlatan bir temsil, bir geminin içinde sahile ulaşmayı bekleyen insanların halini konu alan kötü zan ve dünya halleri isimli bir temsil; âlimlerin kınanma­sının ardından ilim, âlim ve ilim arayanların övülmesi ile ilgili beyitlerle bu bab son bulmaktadır.

4.    Seni Cehaletten Kurtarır Akıl, Seni Hakikate Ulaştırır Akıl

Dördüncü babda aklın sıfatları, halleri ve fiilleri, akıl ve akıllı kişinin övülmesi, aklın yaratılışı ve hakikatleri anlamadaki önemi, akla inanma­yan kişinin Mürselât suresini okumaya yönlendirilmesi, nefis ve aklın şe­refi, nefis ve akıl kelimelerinin dünyadaki anne ve baba kelimeleriyle tabir edilmesi, ticaret sırasında akıllıca karar verip fayda elde eden kişinin an­latıldığı hikâyede insanın bu dünyada gerçekleştirdiği iyi veya kötü fiille­rin ticaret hayatına benzetilmesi, nefs-i külli ve nefs-i küllinin akıl ve mâri- fet ile bağlantısı, hayvani ruh, aklın mükemmelliği, yüceliği, güzelliği ve mertebeleri, dünyanın yaratılışı, görme ve hafızanın gücü, akıl ve şeriatın birbirine bağlantısı bu babda ele alınan konulardır.

5.   Cahilliğin Başı, Bilgisizliğin yüzü olmuş Şeytan Hücresine Nasıl Gönül Dersin?

Bu bölümde bilimin faziletlerinin ve değerinin işlendiği beyitler bulun­maktadır. İlim elde etmek, bilginin derecesi, sorgulayabilme ve bilgi sa­hibi olmada sorumluluk sahibi olma konuları ele alınmıştır. Bu bölümde ele alınan ilim, nefsin arzularına ve dünyevi makamlara değil peygamber­lerin yoluna yönlendirmektedir. Ayrıca sevginin tarifi, sevginin aydınla­tıcı yönü, kalbin ve ruhun dereceleri ile kalbin Allah'a yöneltilmesi konuları bu babda bulunmaktadır. "Ey iman edenler! Size, bulunduğunuz toplantılarda "Yer açın" dendiğinde yer açın ki Allah da size genişlik ver­sin. "Davranıp kalkın" dendiğinde de kalkın ki Allah içinizden (gerçek­ten) iman etmiş olanları ve ilme kavuşmuş olanları yüksek derecelere çı­karsın. Yapıp ettiklerinizden Allah tamamen haberdardır (Mücâdele: 58/11).", "Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek ve ayakta durarak ibadet eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar (Zümer: 39/9)." âyetlerine ve "Âlimler peygamberlerin varisleri­dir.", "İlim Çin'de de olsa gidip alınız; çünkü ilim talep etmek her mü'minin üzerine farzdır." ve "Âlimin uykusu cahilin ibadetinden ha­yırlıdır." hadis-i şeriflerine bu babda işaret edilmiştir.

Bu babda yer alan dört temsil ve üç hikâyeden ikisi Şiblî (ö. 334/946) hakkındadır. Bu hikâyelerden ilki ilme sarılarak ihlâslı olmak ve riyadan uzak durarak sadık kul olmak hakkındadır. İkincisi ise insanın ilim saye­sinde önce kendisini sonra da Allah'ı tanıması ile ilgilidir. Hz. Âdem'in ve aşkın yer aldığı başka bir hikâyede Hz. Âdem'in ilimle sultan olmasının ardından kalbini dinleyip aşkın peşinden gitmesi ve sonunda çıplak kal­ması anlatılmaktadır. Bir diğer hikâye aşk ve âşıklığın olgunluğu hakkın­dadır.

Senâî, akıllı insanın çok fazla, ancak aşkta olgunluğa erenlerin çok az sayıda olduğundan bahsetmektedir. Ayrıca aşk, gönül, ruh ve bunların mertebeleri hakkında görüşlerini açıklamaktadır. Hakiki aşk ve muhab­beti yüceltirken aşktan dolayı ızdırap içinde olan ruhu, mantıklı hareket ederek huzurlu olan ruha tercih etmektedir.

Manevi duyguları uyandırıp sevgiliyi mükemmel kılan mecâzi aşk ise hakiki aşka ulaşmanın bir yoludur. Hakiki aşka ulaşma amacı taşımayan mecâzi aşk, tasavvufi açıdan makbul değildir. Mecazi aşk, hakiki ve ilahi sevginin bir ışığıdır; çünkü dünyadaki iyilik ve güzelliklerin tamamı ebedi sevgili olan Allah'ın bir göstergesidir. İnsana bahşedilen sevme duygusunun sağladığı temel avantaj, insanın kendisini geliştirmesine ve bencillikten kaçınmasına sebep olmasıdır. Bu nedenle öncelik her zaman maşuktur ve O'nun yolunda her türlü fedakârlığa katlanılır. Allah yo­lunda insanın başarı kazanmasının koşulu O'na doğru yönelmesidir ve aşk olmadan bu eylem mümkün değildir.

Son beyitlerde ise gecenin sıfatları dile getirilmiştir. Senâî bu beyitlerde geceyi siyah bir denize benzetirken kendisini o denizin incisi olarak nite­lendirmektedir. Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs ve Merkür gezegen­lerinin çeşitli şekillerde tasvirlerini yaptığı beyitlerin ardından gökyü­zünü göğsüne, yıldızları da gözyaşlarına benzetmektedir. Güneşin doğ­ması ile yeryüzünün aydınlandığı sabah vaktini kendisi gibi sarı yüzlü olarak nitelendirmekte, sabah olduğunda dünyanın aydınlanmasını bil­gin gönüle benzetmekte, gecenin ve yıldızların gökyüzünden adeta dökü- lürcesine yok olmasını gecenin ve yıldızların sabahtan korkmalarına bağ­lamaktadır. Senâî'ye göre sabah vakti, gönlü ve ruhu saçtığı misk koku­suyla alıp götüren bir dilber gibi gelmektedir.

6.    Beden Din Sayesinde İnsandır, Allah’tan Gayrısı İnsana Haramdır

Bu bab, nefs-i külliden bahseden beyitlerle başlamaktadır. Kötü duy­guların bastırılmasının gerektiğini söyleyen Senâî, nefsin çirkin özellikle­rini anlatarak nefs-i külli ile bir konuşma gerçekleştirmektedir. Allah'ı ta­lep eden kulun yani müridin sıfatları, kul için rahatlık ve neşe hali olan bast terimi bu babda açıklanmaktadır. Ölüm hatırlatılmakta ve ölümü ih­mal etmeyin vurgusu yapılmaktadır. Görme ile akıl ve aşk arasındaki ilişki çok kısa bir şekilde açıklanmaktadır. Ardından Hz. İsa ile bir gözü kör adamın hikâyesi yer almaktadır. Adam, Allah'tan ihlâslı bir şekilde yağmur yağdırmasını istemekte ve yağmur yağmaya başlamaktadır.

Güzel yüzlülerin ve kötü huyluların sıfatları, iyi ve çirkinin açıklan­ması, şevgililerin sıfatları, şehvetin kınanması, güzel yüzlülerin ve sevgi­lilerin sıfatları anlatılmaktadır.

Dünyanın kınanması hakkında bu dünyaya gönül bağlanmaması gerektiği belirtilmekte, dünya anne, insan da dünyanın çocuğu olarak tas­vir edilmektedir.         ^^^ ^»j> ifadesi ile "Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendi­leriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmiş değilseniz (evliliğiniz son bul­duğunda) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sulbünüz­den olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir (Nisâ: 4/23)." âyetinin iktibası () yapılarak dünya ile yakınlaşmanın haram ol­duğu ifade edilmektedir.

Riba ve faizi konu alan beyitlerde <dJI ^^^jifadesi ile "Allah faizi tüke­tir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez (Ba­kara: 2/276)." âyetine işaret edilmektedir. Ayrıca faiz alan kişilerin "O gün cehennem o altını, gümüşü alevleyecek ve onlar cehennem ateşinde kız­dırılıp alınlarına, yanlarına, sırtlarına bastırılacak, onlarla dağlanacaklar ve işte bunlardır kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler denecek, tadın birik­tirdiklerinizin azabını (Tövbe: 9/35)." âyetini okumaları istenmektedir.

Bu babda dünyanın değersizliğinden, dünyaya yüz çevirmekten ve ne­fis terbiyesinden bahsedilmektedir. Hz. Peygamberin "Kim nefsini bilirse Rabbini bilir." hadisi birkaç beyitle açıklanmaktadır. Hırs, şehvet ve öfke yerilmekte; aklını kullanan hiçbir insanın gamsız bir hayat süremeyeceği, nefse ve hevaya uymanın zararları, nefis ve hevasına yenik düşen beden­deki ruhun, din ve bilgi gıdasından mahrum kalması konularına yer ve­rilmekte ve "İnsanlar yaşadıkları gibi ölürler ve öldükleri gibi haşrolur- lar." hadis-i şerifine işaret edilmektedir.

İnsanlık ve hayvanlık konusu işlendikten sonra balıkla kuşun dostlu­ğunu anlatan bir hikâyeye yer verilmekte, ardından "Doğrusu biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok bilgisizdir (Ahzab: 33/72)." âyeti açıklanmakta, aklın ve edebin insanın zineti olması gerektiği ifade edilmektedir.

Bu bölümde kötü kalpli kimseler kınanırken cesaret ve gayret övül- mekte, çok yemek yeme kınanmaktadır.

Dünyadan el çekmek olarak ele alınan tecrid hakkında, Hz. İsa'nın göğe yükselmesi sırasında elbisesine zaruretten dolayı iliştirdiği bir iğne­nin, göğün dördüncü katında kalmasına ve daha fazla ilerleyememesine sebep olması anlatılmaktadır. Hz. İsa ile şeytan arasında geçen bir ko­nuşma da hikâye şeklinde aktarılmaktadır. Buna göre Hz. İsa bir taş par­çasını başının altına koyup uyur. Uyandığında şeytanı karşısında görür. Şeytan, dünyada bulunan herşeyin kendi malı olduğunu söyler ve o taşı kullanmakla Hz. İsa'nın kendisinin ortağı olduğunu iddia eder. Bu sözleri işitir işitmez Hz. İsa hemen o taşı başının altından alıp fırlatır. Hikâyede insanın dünya malına değer vermemesinin Allah'ın yoluna yönelmesine yardımcı olacağı anlatılmaktadır.

Dünya sevgisinin kınandığı ve şarap içmenin men edilmesinin konu edildiği beyitlerin ardından yer verilen başka bir hikâyede Kâbe'de tavaf yaptığı sırada bir kadına kötü niyetle yaklaşan bir adam konu edilmekte­dir. Adam kadınla konuşmaya başlar; fakat kadın adama yaptığının yanlış olduğunu, bu şekilde şehvetine yenik düşerek ibadetinin kabul olmaya­cağını söyler. Senâî bu beyitlerde ibadet ve edebin ırk ve milliyetinin ol­madığını vurgulamaktadır. Ebû Leheb Arap olduğu halde Allah'a ibadet etmeye ve kulluk yapmaya kulaklarını kapatırken Fars kökenli Selmân-ı Fârisî ehl-i beytten sayılmıştır.

Nakıs dünyanın sıfatlarının anlatılmasının ardından kaplıcaya giden bir körün temsili yer almaktadır. Ardından sarhoş deve ve adamın hikâyesi anlatılmaktadır. Peşinden gelen deveden kurtulmak için adam bir kuyuya girerek kuyunun başındaki dikenli çalılara tutunur. Çalıların dibinde siyah ve beyaz iki tane fare görür. Daha sonra kuyunun duva­rında dört yılanın ve kuyunun dibinde de bir ejderhanın olduğunu görür. Bunlara rağmen adam, etrafındaki tehlikeleri unutup çalıların üstündeki balı fark eder ve yemeğe başlar. Bu hikâyede kuyu, felaketler ve felaket­lerle dolu olan dünya, dikenli çalı ise insanın hayatını simgelemektedir. Siyah ve beyaz fareler, insanın ömrünü tüketen gece ve gündüz, dört yılan ise insan bedenindeki tüm ölümcül hastalıkların kaynağı olan sevda (kara safra), sarı safra, kan ve balgamı (101) nitelemektedir. Kuyunun dibindeki  ejderha ise insanı bekleyen ölümdür. Bal ise insanı baştan çıkaran, etrafın­daki tehlikeleri görmesine engel olan dünya nimetleri, arzular ve zevkler­dir.

Bir diğer hikâye bülbül ile karga arasında gerçekleşen bir konuşmayı aktarmaktadır. Bülbül, kargaya sesinden dolayı kızar ama her ikisi de bir çocuk tarafından avlanır. Karga, bülbüle bu dünyanın fani olduğunu ve dünyadaki hiçbir şeyin değerinin olmadığını söyler.

Bir bakkalı ve oraya şeker satın almak için giden adamı konu alana bir diğer hikâyede bakkal, şeker kırmak için uzaklaştığında adam, tera­zide ölçü için bulunan taşları şeker miktarının artacağı düşüncesiyle yer. Bakkal durumu fark eder ve koyduğu taşları yemesinin şeker miktarını da azalttığını söyler. Bu hikâyede dünya ve dünya nimetleri çamura, bal­çığa benzetilmektedir. Bu dünyanın nimetlerine aldanıp ahiret hayatının yok edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Senâî'ye göre dünyadan ya­rarlanmada zekice hareket ettiğini düşünenler aslında daha fazla zarar görmektedirler.

Bu babın sonlarında yer alan hikâyelerde zamanın sultanı ve peygam­beri olan, dünyada büyük bir kudrete sahip Hz. Süleyman'ın bile saltana­tının yok olduğu ifade edilmekte, dünyaya hükmeden İskender'in de öl­düğünden bahsedilmektedir. Bu hikâyelerle dünyanın faniliği vurgulan- maktadır.

7.    Bu Dünya Hayatını Gül Kokusu Gibi Bil

Bu bab gurur, gaflet ve isyan konuları üzerine yazılan beyitlerle baş­lamaktadır. Ardından boşuna atılan kahkahalar kınanmakta, ömrün boşa geçirilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Hz. Nuh'a verilen uzun öm­rün ahiret hayatı için hasret sebebi olması, sürekli dünyadan kaçan Lok­man Hekim'in ise küçük ve dar bir eve sahip olması ve bu dünya hayatını öteki dünyaya giden bir köprü olarak görmesi anlatılmaktadır.

Ölüm hakkında kaleme alınan beyitlerde "Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulur; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun. Onlara bir iyilik geldi mi bu Allah'tan derler. Bir kötülük geldi mi bu sen­den derler. De ki: Hepsi Allah'tan. Ne oldu bu kavme ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyor (Nisâ: 4/78)." âyetine işaret edilmekte ve fani dün­yadaki sıkıntılara katlananların baki dünyaya yolculuğunun daha kolay olacağı ifade edilmektedir. Ayrıca temmuz ayında buz satan bir adamın hikâyesinde insan ömrünün buzun erimesi gibi yok olup gitmesi ve dün­yanın vefasızlığı anlatılmaktadır. Bu babda imanını ve aklını kullanan in­sanların öldükten sonra ruhu ile yeniden doğduğu ifade edilmektedir.

Peygamberlerin, Fars şahlarının ve onların büyüklerinin ve insa­noğlunun ölümünün sıfatları, beden ve ruhun bekası ve fenası, bu dünya­nın kınanması, riyakârlıkla cenneti isteme konularının ardından riyakâr zühd hakkında kaleme alınan beyitlerde Senâî, ikiyüzlü sufilerin halkın arasında sahip oldukları konumu kullanarak kötü işler yapmasını ve sağ­lam bir inanca sahip olmamalarını eleştirmektedir. Senâî, ikiyüzlülükle cennete girmenin mümkün olmadığını söyleyerek bu konuda insanları uyarmaktadır.

Fani dünya ve şehvet konularından sonra göklerin, yıldızların sıfat­ları ve on iki burç hakkındaki beyitler gelmektedir ve burada dünya bir kemere benzetilmekte insana o kemerden ister geç ister geçme denilmek­tedir.

Gaflete kapılıp dünyaya meyleden bir zümrenin bir hikâye ile dünya hayatını kendine dost edinenlerin kınanması ise bir temsil ile ifade edilmektedir.

Kız kardeşlerin kalbinin tesellisi hakkında "Kral, onu bana getirin! dedi. Elçi Yûsuf'a geldiğinde Yûsuf "Efendine dön de sor ona, "Ellerini kesen o kadınların zoru neydi?" Şüphesiz rabbim onların hilesini çok iyi bilir" dedi (Yusuf: 12/50)." âyetine işaret edilmektedir. Hz. İsa'nın ve Ka­run'un sahip oldukları dünya malı ve bu mallar sebebiyle Allah katında daha yüce makamlarda olamamaları anlatılmaktadır.

Dostluk ve düşmanlığın hikmeti, halis muhabbet ve dostluk hak­kında bir hikâye, muhabbette riya, kötü arkadaşlar, kötü kimselerle ilişki­leri kesmek, vefasızlığı konu alan bir hikâyeden sonra dostluk ve düşman­lıkla ilgili gerçek, iyi ve kötü dostluklardan bahsedilmektedir. Bu beyit­lerde dünyayı kendisine dost edinenlerin öteki dünyalarını yaktıkları, ca­hillerle dost olanların akıllarını kaybedip ruhlarını bozdukları ve bu şe­kilde Allah'ın yolundan uzaklaştıkları söylenmektedir. Ayrıca Senâî, ca­hille kurulan dostluğun zararını fark ettikten sora güzel dostlar edinilmesini tavsiye etmektedir. Senâî'ye göre arkadaş, neyin helal neyin haram olduğunu bilmeli, dürüst, sevgi dolu ve sadık olmalıdır. Yine arka­daşlık hakkında kaleme alınan bir hikâyede yaşlı bir kadın ve çok sevdi­ğini iddia ettiği kızı anlatılmaktadır. Yaşlı kadın dualarında kızının yerine ölebileceğim ifade ederken ahırdaki inek, başına yem kazanını geçirmiş bir halde kadının karşısına gelince yaşlı kadın onun Azrail olduğunu sa­nıp can havli ile eliyle hasta olan kızını göstermekte ve kendisinin değil kızının canını almasını söylemektedir.

Aptal insanların sıfatlarının anlatılmasından sonra aşk detaylı ola­rak ele alınmaktadır. Hakiki aşka ulaşmanın anlatıldığı beyitlerde Mec- nun'un kurduğu tuzağa bir geyiğin yakalanması ve bu geyiğin gözlerini Leyla'ya benzeten Mecnun'un bu geyiği avlamasının kendisine yasak ol­duğunu ve onu serbest bırakması gerektiğini söylemesi hatırlatıldıktan sonra aşk yoluna adım atan kişinin sevgili uğruna her şeyi feda etmesi ve geçici arzulara kapılmaması gerektiği vurgulanmaktadır.

Ardından sırasıyla insan ve onun işlerini anlatan bir temsil gel­mekte, insanın sıfatları açıklanmakta, İslam'ın hidayet sebebi olmasıyla il­gili Hz. Ömer ve cahiliye dönemini yaşamış bir grup insanın o dönemleri hatırlayıp cehaletle geçirdikleri vakitten pişmanlık duymaları ve o dö­nemleri bilmeyen Abdullah b. Ömer'e, Hz. Ömer'in İslam döneminde doğduğu için küfrün acısını tatmadığını ve bu nedenle imanın neşesinden ve değerinden habersiz olduğunu söylemesi anlatılmaktadır.

Ayrıca insanın sertliği, kötü itikat ve havf, geçim sıkıntısı, zalim ve mazlum hakkında bir hikâye, soyun kesilmesi, dünyada mağrur olanların sıfatları, dünya sevgisi ve gururlanma ile ilgili bir temsil, nefsin sıfatları ve halleri ve "İnsanın kan damarlarında dolaşan şeytan ve şeytanlar var­dır." hadis-i şerifi yedinci babda yer alan diğer başlıklardır.

Tembellik ve gevşeklik hakkında ise Hz. Peygamber'in (a.s) "İki günü eşit olan zarardadır." hadis-i şerifine işaret edilmektedir.

Ahireti tercih etme uğruna yurtları terk etme ile ilgili "İlim Çin'de de olsa alınız." hadisi hatırlatılmaktadır. Seyahat edilse bile insanın va­tanıyla gurur duyması gerektiği vurgulanmaktadır. Buradaki beyitlerde bu terk edişteki hareket ve seyir sırasında sıkıntı çekilmesi övülmektedir.

Nefsin edebi ve şerefi konulu şiirin ardından ayın devrini anlatan beyitlerde Leyl ve Duhâ surelerinin okunması tavsiye edilmektedir. Yol arkadaşlığını konu alan bir hikâyeden sonra sırla ilgili kaleme alınan be­yitlere yer verilmekte ve gerçek arkadaşlığın sürmesinin en önemli koşul­larından birinin sırdaşlık olduğu bir hikâye vasıtasıyla dile getirilmekte­dir.

Ayrıca meliklerin sırları saklaması hakkında bir temsil, sohbet mec­lisinde sema etme ile ilgili bir hikâye, vaaz ve nasihat, çöller, tasavvuf ve zühd, tasavvuf ehli olan gönülleri talep etme, açgözlülük ve hırs, sûfîlerin halleri ve onların övülmesi konuları ile tasavvufun hakikatleri hakkında bir hikâye, gafil bir babanın eğitimindeki cahil bir çocuğu konu alan bir temsil, tasavvufi hallerde tefekkür ve murakabe, dünyada yok olmak, on­dan sonra bir kimse veya bir şey olmak ve dünyanın suretinin sıfatları ko­nuları ile yedinci bab sona ermektedir.

Yedinci babda Senâî adeta bir vaaz meclisinde gibi okuyucularına nasihat ve tavsiyelerde bulunmaktadır. Allah'tan uzaklaştıran şeyler hak­kında insanları uyarmakta, insanlara dikkatli olmalarını öğütlemektedir.

8.   Adaletli Ol; Çünkü Gönül Vilayetinde Peygamberin Kapısını Adil Olan Çalar

Sekizinci bab, Sultan Behram Şah'ın övülmesi, hasletlerinin ve fazi­letlerinin anlatılması ile ilgili beyitlerle başlamaktadır. Padişah korkusu­nun sıfatları konusunda "İşte siz o kişilersiniz ki onları seversiniz, fakat onlar sizi sevmez. Siz, kitabın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştu­lar mı inandık derler, yalnız kaldılar mı size karşı besledikleri kin yüzün­den parmaklarını ısırırlar. De ki: Geberin kininizle. Şüphe yok Allah, gö­nüllerde ne varsa hepsini bilir (Âl-i İmrân: 3/119)." âyetine işaret edilmek­tedir. Ardından gelen beyitlerde Senâî, padişahı gaflet uykusundan uyandırmaya çalışmakta, ona aklı ile hareket etmesini ve mülkünü ada­letle korumasını tavsiye etmektedir.

Senâî'ye göre kralı uyarırken yalakalık yapmadan hakkı ve adaleti tav­siye etmek gerekmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Hz. Ömer'in babası ile rüyasında konuşması, babasının ona adaletli ve merhametli olmasını söy­lemesi konu edilmektedir.

Sultan Mahmud ile adalet isteyen bir kadının konu edildiği hikâyede yönetenlerle yönetilenlerden, güç sahibi olanlarla onların hükmü altında bulunanlardan bahsedilmektedir. Zayıf ve güçsüzleri düşünen, insanlara yardım ederek nazik ve kibar davranan yöneticiler övülmektedir. Bir di­ğer hikâye padişahın bağışlayıcı olması ve adaleti hakkında kaleme alın­mıştır.

Sonrasında, kötü kimselerin vasıfları ve sultanın adaletli olması hak­kında kaleme alınan beyitler yer almaktadır. Abbasi halifesi Me'mûn'un haksız yere kan dökmesi ile ilgili olarak, Me'mûn'un Yahyâ b. Muâz'ı (ö. 218/833) öldürmesinin ardından insanların, oğlunun kanını haksız yere döktüğü için Me'mûn'a sürekli lanet okuyup hükümranlığının yıkılma­sını isteyen annesinden bahsetmelerini anlatan beyitlerde bir gece Me'mûn'un gizlice o kadının yanına gitmesi ve ona Yahyâ'nın bir daha geri dönmeyeceğini ve kendisini oğlu olarak kabul etmesini söylemesi; ancak Yahyâ'nın annesinin Me'mûn'un ihtişamlı makamında kendisine yer olmadığını belirtmesinin üzerine Me'mûn'un utanıp bir daha haksız yere kan dökmemeye karar vermesi anlatılmaktadır. Bir diğer hikâye ise Sultan Mesud tarafından haksız yere öldürülen Vezir Meymendî (ö. 424/1032) ve onun annesi hakkındadır. Sultan Mesud pişmanlık içinde Meymendî'nin annesine gider ve onun düşündürücü ve akıllıca cevapları karşısında Sultan Mesud'un mahcubiyeti artar.

Enûşirvân'ın (ö.579) sabrı ve hoşgörüsü ile ilgili kaleme alınan hikâyede Enûşirvân'ın kadehinin çalınmasının ardından pek çok masum insanın işkence görmesi ve Enûşirvân'ın kadehinden vazgeçerek sabır ve hoşgörü göstermesi, affetmeyi seçmesi konu edilmektedir. Buna göre af­fedici hükümdar güneş gibi ışık saçmakta, gece gibi de hataları örtmekte­dir. Sonra yetimlerin, mazlumların ve yaşlıların hanedanlıkların yıkılma sebebi olduğunu belirten ve bu konuda padişaha adaletli olması hakkında uyarılarda bulunulan beyitler gelmektedir. Bu beyitlere göre mazlumların ahı, her türlü silahtan daha etkili ve daha yıkıcı olabilmektedir.

Sultan Mahmud'un adalet ve siyasetini konu alan bir hikâyede Sultan ava giderken arazisi olmayan yaşlı bir adama rastlamakta ve adam yaşa­dığı sıkıntıları ona anlatmaktadır. Bunun üzerine Sultan ona bir arazi ba­ğışlamaktadır. Bu hikâyeye göre insanın ebedi hayat elde etmesi bu dün­yada yapılan iyiliklere ve adaletli davranmaya bağlıdır.

Başka bir hikâye, padişah doğru olsa bile yanındakilerin adaletsiz olabileceğini anlatmaktadır. Hikâyede padişah vezirlerinin ve yardımcı­larının yaptıklarını desteklememekte ve yapılan kötülükleri telafi etmeye çalışmaktadır. Örneğin Enûrşirvân'ın yardımcıları bir din adamına baskı yaparak tavuğunu alırlar. Enûrşirvân da yerine bir kuzu verir. Senâî'ye göre vezirlerin ve yardımcıların iyi davranmaları yine krala bağlıdır.

Cahil ve zalim bir kadının anlatıldığı beyitlerde bekçi tarafından suç­suz yere vurulan adamın kadıya gidip onu cezalandırmasını istemesi üze­rine kadının, adama kendisini vuran görevliye bir sığır hediye etmesini aksi takdirde bir dahaki sefer kendisini öldürebileceğini söylemesini konu etmektedir ve adaletle hükmetmesi gereken kadının cahilce davranışı kı­nanmaktadır.

Padişahın yeterliliği ve kifayetli olması hakkında Senâî, Sultan Mah­mud'un güçlü ve yetenekli sıfatlarını sıralayarak Sultan'ı Roma kralına ta­nıtmaktadır.

Padişahın yumuşak siyaseti hakkında kaleme alınan hikâyede padi­şaha halka karşı sabır ve tahammülle muamelede bulunması tavsiye edil­mekte, siyaset ve politikada edepli bir şekilde zulmü ortadan kaldırmak için Hişâm b. Urve'nin (ö. 146/763) dilinden sözlere yer verilmektedir. Pa­dişahın bağışlayıcılığını anlatan bir hikâyenin ardından meliklerin ve sul­tanların uyanık, koruyucu ve bağışlayıcı olması hakkında bir bahar günü ava giden Sultan Mahmud'un bir ceylanın peşinden giderek askerlerin­den ayrı kalması ve ceylanı bağışlaması anlatılmaktadır.

Meliklerin sırlarının korunması gerektiğini belirten beyitlerin peşin­den padişaha, "İyilik yaparsanız hep iyilik bulursunuz, kötülük yaptığı­nızda ise sürekli kötü şeyler bulursunuz." şeklinde tavsiyelerde bulunul­maktadır. Buna göre alışkanlıklar insanları iyi ve kötü davranışlara yön­lendirmektedir. Ardından yer verilen beyitlerde İmam Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767) kendisine hakaret eden adama tepki göstermeden kendi kendi­sine "Eğer bu adamın dediği gibiysem o zaman kendimi kötü ahlaktan arındırmalıyım, yok eğer öyle değilsem ona cevap vermeme gerek yok. Kötü bir şekilde ona cevap verirsem onunla aramda ne fark kalır?" demesi anlatılmaktadır.

Adaletli olmak ve sitemde bulunmamak hakkında "Yeryüzünde bulu­nan her şey fânidir (Rahman: 55/26)." âyetine işaret edilmekte ve hüküm­darlığın yok olmasının sebepleri arasında halka uygulanan ekonomik bas­kılardan ve yüksek vergilerden bahsedilmektedir.

İş bilmez ve politikadan anlamaz bir sultanın anlatıldığı hikâyeden sonra öğretmenlerin yoksulluğundan bahsedilmektedir. Ardından da Behram Şahın yiğitliğine, cesaretine ve siretinin güzelliğine değinilmekte­dir.

Dindar âlimlerinin taahhüdü hakkında Hz. Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) "(Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'i işaret ederek) benden sonra o ikiye uyun." ha- dis-i şerifine işaret edilmektedir.

Ardından gönlünü heva ve hevesine teslim etmiş padişaha bağlanıl- maması gerektiği söylenmektedir. Ebedi mülk isteyen padişahın adaletle hükmetmesi zulmü kuyuya hapsetmesi, kuru olan şeriatın gözyaşıyla ıs­latılması, susuz olan küfrün de kılıçla sulanması tavsiye edilmektedir. Tekrar Behram Şah övülmekte, onun hüküm vermesi hakkında gücünden ve kudretinden söz edilmektedir. Padişah methedilirken on iki burcun özellikleri kullanılmaktadır.

Daha sonra Kahire devletinin bilim adamlarının, emirlerinin ve onların hizmetkârlarının sıfatlarının ve Allah'ın onları çoğaltmasının anlatıldığı beyitler gelmektedir. Behram Şah'ın oğlu Emir Celâlüddevle'nin, vezirle­rin, sadrazamların ve kadıların, Halife Mansur'un (ö. 158/775), Nizâmül- mülk'ün (ö. 485/1092) övülmesinin ardından kadılardan oluşan birtakım şahsiyetler hakkında methiyeler söylenmekte ve ^^S- Lîl (Ben daha hayırlı­yım.) ifadesi ile "Allah, sana emrettiğim zaman neden secde etmekten çe­kindin, seni meneden sebep neydi dedi. O, ben ondan daha hayırlıyım dedi, beni ateşten halkettin, onu balçıktan yarattın (A'râf: 7/12)." âyetine, <3^5” ^l(Şayet açığa çıkmış olsaydı) ifadesi ile Hz. Ali'nin "Gaybın üstün­deki maddi perdeler çekilse, imanımda bir artma olmaz." sözüne, j^x^lJI5(Bilgide derinleşenler) ifadesi ile de "....Bu yüzden, bilgide de- rinleşenler şöyle derler: "Biz ona inanırız, onun tamamı Rabbimizdendir. Derin kavrayış sahipleri dışında kimse bundan ders almasa da (Âl-i İmrân: 3/7)." âyetine işaret edilmektedir.

Sekizinci bab, Senâî'nin adalet, siyaset ve yargı konularındaki görüşle­rini açıkladığı babdır. Senâî, sultanlara, vezirlere ve kadılara yazdığı be­yitlerle nasihatlerde bulunmaktadır. Senâî, sultanların karakterini pey­gamberlerin karakterine yakın görmektedir. Sultanları affedici, adaletli ve alçakgönüllü olmaya, iyilikle davranıp hoşgörülü davranmaya davet et­mektedir. Senâî'ye göre sultan, dinî ve memleket meselelerinde cesur ol­malıdır. Ona göre sultanın yanında cahil bir vezirin olması sultanın aklını kullanamamasından kaynaklanmaktadır. Kıskanç ve kötü niyetli bir vezir talihsizlik sebebidir ve Senâî'ye göre iyi bir vezir ve danışman bilgisiyle doğru yola götüren insandır.

9.   Yolun Uzaklığı Gönlün Tembelliğinden, Küfür ve Din İkiyüzlü­lüktendir

Dokuzuncu bab, mutluluğa giden yolun ve sırât-i müstakîmin tarifi ile başlamaktadır. Bu beyitlerde ^^>^j Y5 (Razı olmaz) ifadesi ile "Kafir olursanız bilin ki Allah, sizden müstağnidir; fakat kullarının kafir oluşuna da razı olmaz ve şükrederseniz sizden razı olur ve hiçbir kimse, bir baş­kasının yükünü yüklenemez; sonra da dönüp varacağınız yer Rabbinizin kapısıdır da O, neler yaptığınızı haber verir size; şüphe yok ki O, gönül­lerde ne varsa hepsini bilir (Zümer: 39/7)." âyetine işaret edilmektedir. Ar­dından zamanın ehli hakkında kaleme alınan şikâyet beyitleri gelmekte­dir.

Mazeret ve kusur hakkında Senâî, Allah'tan gafil olan insanların ara­sında olmadığı için Allah'a şükrünü dile getirmekte ve Senâî olarak dün­yadan ayrılmayı bildiğini ifade etmektedir. Hakikat ve tarikat yolunu açıkladıktan sonra ahiretin dünya hayatına göre üstünlüğü konusunda bir zâhid ile Me'mûn (ö. 218/833) arasında geçen bir konuşmaya yer vermek­tedir. Buna göre Me'mûn, zahidin Bağdat'a gelişini "merhaba, merhaba!" diyerek kutlar, zâhid ise onun bu davranışını kınar ve mutluluğun bu dünyada yeri olmadığını, eğer bu dünyada mutlu olunursa cennetin unu­tulmuş olduğunu söyler. Bunun üzerine Me'mûn davranışlarından ve sözlerinden dolayı utanç duyar.

Sonra yer verilen bir hikâyede bir köyde salgın hastalık sebebiyle ineklerin ölmeye başlaması üzerine bir adam, kendi ineğini komşusuna satarak onun eşeğini alır. Ancak komşusuna sattığı inek yaşarken kendi eşeği ölür ve adam, eşek ile ineğin farkını anlamadığı için kendisini kınar.

Sahtekâr şairlerin kusurları konusunda Senâî, kendisini şair sanarak şiir söyleyen insanları kelimelerin anlamlarını bilmeden yazdıkları, padi­şahlara değer vererek onları övdükleri ve dindar insanları yok saydıkları için kınamaktadır.

Sıradan insanlar ve cahiller hakkında Senâî, iyi ve kaliteli olarak tabir ettiği insanlarla oturup sohbet etmeyi, mümkün olduğu kadar cahil ve sı­radan insanlardan uzak olmayı tercih ettiğini ifade etmektedir.

Ardından düşmanların kınandığı ve evliyaların nasihatleri hakkında bilgi veren beyitler gelmektedir.

Senâî, akrabalarla ilgili olarak insana en yakın olan akrabanın erkek kardeş olduğunu; ancak babaları öldükten sonra kardeşliğin sona erdiğini ve erkek kardeşin en yakın düşman haline geldiğini söylemektedir. Kız kardeşle alakalı olarak ise doğduğunda babasının yüzünü kara etmesin­den, babasının ölümünün ardından mirasın dörtte birini aldığından bah­setmektedir. Ona göre kız çocuğu utanç ve rezalet sebebidir, kız çocuğun dünyaya gelmesi talihsizliktir. [Kızların defnedilmesi asil davranışlardandır. (?)] cümlesi ile mezarı kızlar için en iyi yer olarak gördüğünü belirtmekte yine mezarı kızlar için en uygun damat şeklinde tasvir etmektedir. Amca ve dayı ise Senâî'ye göre sırta hançer vuran kişi­lerdir. Amca |^c ('amm) kelimesini ^c (gam) kelimesi ile hala JlA (hâl) kelimesini de JL5 (vebal) kelimesi ile eşleştirmektedir.

Şehvet ve arzu çeşitleri hakkındaki beyitlerden sonra bunların sebep­leri açıklanmakta ve bazısının hastalık yüzünden ortaya çıktığı belirtil­mektedir.

Evliliğin manası üzerine kaleme alınan beyitlerde din ile paranın bir arada bulunmayacağı gibi güzel yüz ile güzel huyun da bir arada olma­yacağı ifade edilmektedir.

Mizah yoluyla ele alınan bir temsilde yeryüzünde kuraklığın ve kıtlı­ğın olmasının sebebi göklerin cimri olmasıyla açıklanmaktadır. Ardından kıtlık arttıkça insanlar arasında nezaket ve uysallığın azalması, insanların hayatta kalma arzusuyla birbirlerini yemeye başlaması anlatılmaktadır. Bu hikâyede  (zenci) ifadesi ile yamyam tanımlaması yapılmakta ve onun vasıfları anlatılmaktadır.

Senâî, kendi sûfîliğini kınanmasına dair kendisini gece gündüz evinde ibadetle meşgul olan bir sûfî olarak kabul etmemektedir. Ona göre ibadet­leri taklit yoluyla yapmak sıradan insanların işidir, hakikat ehlinin işi de­ğildir. Sûfîlikle ilgili bir temsilde kalacak yeri olmayan bir sûfînin kuraklık çeken bir beldede bir camiyi boş görüp mesken yapmasını, fasık bir kim­senin kötü muamelesine rağmen sûfînin ettiği dua ile o beldeye yağmurun gelmesini anlatmaktadır. Hikâyede, insanların kıtlıkla imtihan edilmele­rinin sebebinin günah fiillere devam etmeleri olduğu, sûfîlerin ise Al­lah'tan korkmaları sebebiyle kurtuluşa erdikleri belirtilmektedir.

Fakihlerin birbirine yakınlığı hakkında Senâî fakihleri bir kimsenin se­lamını getirmeden iş yapmayan kimselere benzetmektedir. Bu beyitlerde basiretsiz karaktere sahip olduklarından basiretsiz sözler sarf ettikleri, dış görünüşleri ile içlerindeki çirkinliği gizledikleri, zahirde âlim görünseler de bâtında cahil oldukları ve onların cahilliklerinin neticesi olan işlerin kı­yamet günü ortaya çıkacağı anlatılmaktadır.

Bir başka hikâyede bir hırsız, dindar bir adamın kıyafetlerini çalarak sevinçle bostana giderken dindar adam mezarlığın yolunu tutmaktadır. Bu olaya şahit olan başka bir adamın hırsızın kıyafetleri çalıp bostana git­mesine rağmen kendisinin neden mezarlığa gittiğini sorması üzerine adam, ölümün elbet onu bu topraklara getireceğini ve mezarda onu çıplak bırakacağını, yaptıklarının cezasını Allah'ın vereceğini söyler. Buna göre işlenen suçtan kaçmak imkânsızdır ve zaman, mutlaka ölüm tuzağını ha­zırlar.

Rey şehrine gelen kıtlığı anlatan hikâye, kıtlık sonucu halkın çok zor durumlarda kalmasını, insanların adeta birbirlerini yiyen kurtlara dönüş­mesini, birbirlerinin kanını süt gibi helal saymalarını, bu yüzden

annelerin sürekli gözyaşı dökmesini konu almaktadır. Hikâyede kendi menfaatine düşkün insanlara asla güvenilmeyeceği anlatılmaktadır.

İkiyüzlü bir şekilde Kur'an okuyanların sıfatları anlatılırken görülecek çok şey olduğu halde insanların gözlerinin kör olduğu, Kur'an okumayı bırakanlara evlerindeki farelerin öğretmenlik yapacağı anlatılmaktadır. Burada fare insanın ömrünü kemiren zamandır.

Allah'a tapanlar hakkında Senâî, din yoluna yönelen kişilerin halka yüz çevirip Haricilerin ve Mürcielerin yolundan değil Sünnilerin yolun­dan gidenler olduğunu söylemektedir. Senâî'ye göre onların gönülleri hasret ateşinden yansa da dünyadaki halleri kötü görünse de Cebrail'in kanatları onların sofrasıdır ve onların yeryüzünden bedenleri gitse de isimleri kalmaktadır.

Makam ve mal peşinde olup derviş kılığında görünenlerle ilgili olarak ifadesi ile "Yoksa sen onların çoğunu, söz dinler ve aklı erer mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta yol yordam bakımın­dan hayvandan da sapıktır onlar (Furkân: 25/44)." âyetine işaret edilmek­tedir.

Gazne'nin büyüklerinden bahsedilen beyitlerde Gazne'nin ikiyüzlü, sahte âlimlerine, minberde oturup kendisini vaiz sanan kişilerine yer ve­rilmektedir. Ardından kötü şairlerin de eleştirisi yapılmakta ve kendisini onlar gibi olmadığı için talihli saymaktadır.

Yaratılmışlara kul, köle olmanın kınanmasında ise Senâî, Allah'tan başkasının hizmetinde olmadığı için Allah'a şükretmektedir. Rızkı veren Allah'tır ve O'nun olduğu yerde ne kimseden korkulmalı ne de bir şey beklenmelidir.

Kanaat edip arzuları terk etmek hakkında Hipokrat'la İskender'in ko­nuşmasına yer verilmektedir. Buna göre İskender, Hipokrat'a kendisin­den ne dilerse dilemesini söyler. Hipokrat da üç şey ister: Günahlarının bağışlanması, gençleşmesi ve rızkının artırılıp ölümsüz olması. İskender, bunların hepsinin yaratıcının elinde olduğunu O'nun ol demesiyle ger­çekleşeceğini kendisinin bir şey yapamayacağını belirtir. Hipokrat da İs­kender'e doğru söylediğini, hakiki güç ve yüceliğin Allah'a ait olduğunu ve her ne kadar hükümdarlığa ve mülke sahip olsa da kendisi gibi aciz biri olduğunu söyler.

Sonrasındaki hikâyede Lokman Hekim ile Azrail arasında geçen bir konuşma yer almaktadır. Azrail, Lokman Hekim'e evine neden değer ver­mediğini ve süslemediğini sorar. Lokman Hekim, ölümden sonra sadece kefen giyeceğini, evinin Ehrimen'in ateşi gibi olduğunu söyler. Ona göre, yaratılış amacına uygun bir insan olmanın gerekliliğinin iyi bilinmesi için insanın evinin görkemi az olmalıdır.

Cahil hekimlerin kınandığı beyitlerde onların koyduğu yanlış teşhisler eleştirilmektedir. Hz. Muhammed'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) "İlim ikidir: Beden ilmi ve din ilmi." hadis-i şerifi beyitlerle açıklanmaktadır. Ardından hastalıkların çıkış yerlerinden ve elli çeşit hastalıktan bahsedilmektedir. Senâî'ye göre Azrail'in arkadaşı olan bilgisiz doktorlar yüzünden her yıl yüz binlerce hasta ölmektedir. Senâî, Allah böyle doktorlardan herkesi korusun de­mektedir.

Yıldızlara bakarak müneccimlikte ve kehanette bulunmanın batıl ol­duğu söylenmekte ve hadis-i şeriflerle bu görüş desteklenmektedir. Felek, dokuz mertebe olarak açıklanmaktadır. Yedi yıldızdan gelen uğursuzluk­lar ve olumlu şeyler anlatılmaktadır. On iki burç ve sembolleri hakkında bilgiler verilmektedir. Yıldızların şerefi, vebali, yükselişi ve inişi hakkında söylenen beyitlerin ardından cahil bir müneccim ve akıllı bir padişahı konu alan bir temsile yer verilmektedir. Bu temsilde padişah müneccimi yanına çağırır ve ondan takvimden bir gün seçmesini ister. Padişah, seç­tiği günün onun için çok mutlu bir gün olacağını söyler. Müneccim günü seçer; fakat padişahın bundaki amacını göremez. Sabah erkenden padişa­hın huzuruna gelen müneccimdeki neşeli hali gören padişah çok üzülür ve onun boynunun vurulmasını ister. Çünkü müneccim kralın söyledik­lerini ciddiye alarak aklıyla hareket etmeyi terk etmiştir.

Müneccimlerin gafil olarak nitelenmesinden, işlerini canı gönülden yapmadıklarının ifade edilmesinden sonra burçların ve takımyıldızlarının sıfatları zikredilmekte ve dokuzuncu bab Senâî'nin, insanın sadece yemek ve içmek için yaratılan bir varlık olmadığını, insanın yaratılış amacının daha üstün olduğunu ifade ettiği beyitlerle sona ermektedir.

10.   Benim Şiirim Din ve Şeriatin Şerhidir, Doğru Sözlü Şair İşte Bu- dur

Onuncu bab, Senâî'nin Şah'a olan sevgisini dile getirmesi ve ona karşı yazdıklarından dolayı özür dilemeye çalışmasıyla başlamaktadır. Yazı, kalem, kâğıt ve bunların tehlikelerini dile getirdikten sonra Senâî, insanlardan kendisini soyutlama ve eserini tasnif etme sebebi üzerine okuyucu ile hasbihâl etmektedir. Hadîka'yı boşuna kaleme almamıştır, şi­irlerini can-ı gönülden söylediği için eseri diğer şairlerin eserlerinden farklıdır. Senâî, zamanın insanlarına karşı kendisiyle gurur duyduğunu ifade ettiği beyitlerde kurt ile Hz. Yusuf'a işaret etmektedir. Buna göre, bir kör için kurt ve Yusuf aynıdır ve böyle birbirinden çok farklı olan şeyleri aynı değerlendiren insanları dikkate almamak gerekir.

Ardından gelen beyitlerde Hz. Davud'un sesinin güzelliğinden bahse­dilmektedir. Öyleki o namazda sesini yükselttiğinde kuşlar yanına gel­mekte, vahşi hayvanlar başlarını kaldırmaktadır. Ancak sağır bir kişiye bu ses tesir etmemektedir.

Bu babda Senâî'nin başkalarını övmekten vazgeçtiği, toplumdan kendisini soyutlayarak kendi iç dünyasına yöneldiği anlaşılmaktadır. Ay­rıca Senâî, yaşlılığın kendisini zayıf ve aciz yaptığından, çehresi sarı ve kırmızı olarak tasvir ettiği ölüme doğru gittiğinden ve kendi ruh halindeki değişimlerden bahsetmektedir. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen Senâî, kanaat sahibi olmaktan dolayı hissettiği memnuniyeti de dile getir­mektedir.

İçtihatla ilgili kaleme alınan beyitlerde iyi bir yaşam için cihadın, Allah'a itaatin, ihlâsın ve samimiyetin olması gerektiği vurgulanmakta, Hz. Ömer'in halifeliği zamanında cihadla İslam devletini güçlendirmesi, devlet hazinesine yenilikler getirmesi anlatılmaktadır.

Sonra, ruhun bedenden özgür kılınması hakkında Senâî'nin tavsiyeleri yer almaktadır ve bu konuda ölümün hakikat, yaşamın batıl olduğu, mut­lak olan ahireti anlamak için batılı terk etmek gerektiği söylenmektedir.

Senâî, kendi sözünün üstünlüğü hakkında sıkıntı ve zorluk çekil­meden şairliğin ve şiirin ortaya çıkamayacağını, rahat hayat koşullarında yaşayan şairlerin şiirlerinin sadece şeytani düşüncelerin açığa vurulması olduğunu ifade etmektedir.

Senâî, kendisine bir ev düzenleyen, maddi olarak yardımcı olan Mes'ûd-i Tîşe hakkında övgülerini dile getirmektedir. Onu şehirdeki en yakın dostu olarak tanımlamaktadır. Yine de o evin içinde kendisini me­zardaki ölü gibi görmekte ve kanaat sahibi olan kişinin şımarık olmayaca­ğını belirtmektedir.

Senâî, kendi kanaatkârlığı ve inzivaya çekilmesi hakkında hiç kim­seden bir şey istememeyi öğütlemekte, kimsenin bir diğerinin iç dünya­sını bilemeyeceğini ve sabır göstermeden insanın kendi yararına olacak gönül vilayetine ulaşamayacağını söylemektedir. Ardından kanaatle ilgili olarak bu dünyadan ve içindekilerden soyutlanmayı, ihtiyaçtan fazlasına gözleri kapatmayı, dünyanın aldatmacalarına kanmadan ahiret yurduna yürümeyi öğütlemektedir. Sonraki hikâyede Allah'a bağlılığı olmayan ki­şinin bir gönlünün olamayacağını, insanın kendisine ait olmayan dünya­dan uzak durup Hz. Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine uyması gerektiğini ifade etmektedir.

Kediden korktuğu için farelerin evlerini yerin altında yapmalarını anlatan hikâyede ölüm, fareyi avlayan kedi gibi tasvir edilmektedir. Ke­dinin fareyi avlamak için diş ve pençelerini güçlendirmesi gibi ölüm de insanı avlamak için türlü sıkıntılarla ve zorlu imtihanlarla beklemektedir.

Başka bir hikâyede diş ağrısı çekmemiş birinin diş ağrısını sadece kav­ramsal olarak bilebileceği, tam olarak bilmenin ancak yaşayarak mümkün olacağı anlatılmakta, halvetin ne olduğunun tecrübe edilerek manasının kavranılacağı ifade edilmektedir. Ardından Senâî'nin kendi halveti, tok gözlülüğü ve iradesi, zaafları ve kötü kalpliği hakkında kaleme aldığı be­yitler bulunmaktadır.

Kuş ile tuzak arasında geçen bir konuşmanın hikâye edildiği beyitlerde tuzak, etrafındaki yemlerle kuşu aldatmaya çalışmaktadır. Kuş, yemlere ulaşmak için hamle yapınca tuzağa tutulduktan sonra kötülerle dolu bu dünyada gafleti ve cahilliği seçtiğini, hiç kimseden vefa görmediğini söy­lemektedir.

Senâî, cahil insanları küçümsemekte ve onlara birtakım tavsiyelerde bulunmaktadır. Hz. Nuh'a Allah tarafından dokuz yüz elli yıl ömür veril­diğini; ancak bu süre içinde ona sadece dokuz kişinin kulak vermesinden hareketle kendi davetini Hz. Nuh'un daveti gibi görmekte, nasihatlerini dinlemeyenlere üzülmeyeceğini ifade etmektedir.

Zamanın insanlarının cahilliği ile ilgili bir diğer hikâyede zamanın in­sanlarında hiç utanma kalmadığından, bekçinin zalim, kadının cahil oldu­ğundan bahsedilmekte, Allah'tan başkasına bağlılığı olmayan ve emeği parayla altınla değil imanla ölçülen özgür adamın dünyadan usandığı an­latılmaktadır. Ne kadar çok para ve altına sahip olunursa o kadar çok şey­tanın yolundan gidileceği, bu yalan dünyanın maddi unsurlarından vaz­geçilmesi gerektiği ifade edilmektedir.

Şeriat ve şiir hakkında Senâî, şeriatı şiire tercih ettiğini belirtmektedir. Ona göre şairin sözü sadece bir göz kırpışken peygamberlerin sözleri ta­mamen işarettir. Şeriat sabah ışığı gibi aydınlığı artıran bir unsurdur. Senâî'ye göre hekimler sadece bedenin görünen unsurlarını bilebilirken peygamberler insan ruhunu anlamaktadırlar.

Onuncu babın son bölümü Senâî'nin eserin şeriata aykırı olduğu düşüncesini bertaraf etme maksadıyla Gazneli âlim Burhâneddîn Ebü'l- Hasan Ali b. Nâsır-ı Gaznevî'ye (ö.551/1156) yazdığı mektuptan oluşmak­tadır. Senâî, burada kendisine atılan iftiralardan ve hapis hayatından kur­tulmak için yardım istemektedir. Senâî, eseri öğüt vermek amacıyla yaz­dığını, Burhaneddîn'in belki çok eser gördüğünü ama bunun gibisini gö­remeyeceğini, bu eserle birlikte bildiği tüm ilimlere ait mevzuları halka iletmeye çalıştığını, eserde yer alan sözlerin âlemin bilgisi olduğunu, eseri Farsça Kur'an olarak okumasını, onda Hz. Muhammed'i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve ehl-i beyti övdüğünü, misalleri, öğütleri, methiyeleri ve sıfatları içeren eserin on bin beyitten oluştuğunu, kendisine iyi veya kötü mutlaka bir cevap vermesini, esere 525 (1131) yılının Âzer (Aralık) ayında başlayıp 534 (1139­1140) yılının Dey (Ocak) ayında tamamladığını ve bu iftiraların kendisine Mordâd (Ağustos) ayının yarısından sonra atıldığını söylemektedir.






HADÎKATÜ’L-HAKİKA












Önemli Not:

Bu kitapta Hadîkatü’l-Hakika'nın iki bölümü hazırlanmıştır. Hakim Senâî'nin kendi yazdığı mukaddime de Hadika'ya bir giriş olarak değil, onun toplu eserlerine yazılmış olduğu için burada zikredilmedi.


بسم الله الرحن الرحيم

حديقة الحقيقة وشريعة الطريقة

İlk Bölüm
Yüce Allah'ın Birliği Hakkında

Ya Rabbi!

Beni terbiye eden sensin!

Bedenimi süsleyen akıl, bilgelik veren, akılsızlara merhamet eden, yerin ve zamanın Yaratıcısı ve Koruyucusu,

Sen mekânın ve zamanın yaratıcısı ve rızık veren ve yerin koruyucusu, o yerin sakini ve koruyucusu sensin;

Zaman ve mekân her şey Senin emrindedir; ateş ve rüzgâr, su ve yerlerde…

Hepsi Senin her şeye kadirliğinin kontrolü altında;

Sen zerreden arşa kadar yoktan var eden,  diri akıl  senin hızlı habercindir.

Ağızda dönen bir dilin olduğu her yerde, sizin övgünüzden ona ruh üflenir;

Senin büyük ve mukaddes isimlerin, Senin lütfunun, ihsanının ve rahmetinin bir delilidir.

Her biri sayıları bin bir ve doksan dokuza ulaşan  arştan, yerden ve melekten daha büyük olan isimlerin;

Her biri insanın bir ihtiyacı ile ilgilidir, fakat senin sırrında olmayan kişi onlardan perdelenmiştir.

Ey Rahmetinin ve lütfunun Rabb'i, kalbi ve ruhu senin ismine lâyık/yakın eyle.

Senin yolunda yolculuk eden küfür de, iman da, “O yalnızdır, ortağı yoktur   وحده لاشريك له“ diye haykırır.

O Yaratıcıdır, Azizdir, Kadirdir ve O, kendinde yeterli olandır, bizim gibi değildir.

O, diridir, ebedîdir, her şeyi bilendir, her şeyi bilendir, yaratmayı rızıklandıran ve bağışlayandır.

O, hareket ve sükûnete failidir ve bu, ortağı olmadığının delilidir;

Bizim acizliğimiz O'nun kemâlinin delilidir ve O'nun kudreti, O'nun isimlerinin yerine geçer.

Çünkü şer ve takdis, hesap gününde o yurdundan cebi boş, çuvalla dönecektir. (Amelsiz)

Allah'ı bilenin aklından başka vesveseden, akıldan, duyudan ve kıyastan daha üstün ne var?

Arif/ Allah'ı bilen için, dünyanın neresinde bulunursa arş onun ayağının altında toprak olur.

Arif ruh, Yaradan'dan başkasına övgünün aptallık olduğunu bilir;

O, bedeni topraktan yaratmaya muktedir olan ve rüzgarı sözlerin kaydı yapan O'dur.

Akıl veren, kalplere ilham veren, nefsi meydana getiren ve sebepleri yaratandır;

Bunların hepsi kâinat ve fesat tarafından yaratılmıştır ve bütün yaratılışın esası ve tekerrürü odur.

Kevn ve fesat/ oluş ve bozulma, hepsi onun eseridir; O, tüm yaratılışın mebde ve me'ad/kaynağı ve geri döndüğü yerdir;

Her şey O'ndan gelir ve O'na döner; sonunda iyilik ve kötülükte hep O'na gider;

İyinin de kötünün de özgür iradesini yaratır; O, ruhun motive edicisi ve aklın yaratıcısıdır.

O, seni yoktan bir şey yarattı; Sen önemsizken ve seni yüceltendir.

Kalbin en içteki O'nun varlık biçimini kavrayamaz; akıl ve ruh O'nun mükemmelliğini bilmez.

Kalbin künhüne/varlığına giden yolu yoktur/ varlık biçimini kavrayamaz; ve akıl ve ruhun O'nun kemali hakkında hiçbir bilgisi yoktur.

Böylece aklın kalbi heybetinden dolayı şaşkınlık içindedir ve ruhun aklı kemâlinden dolayı şaşkınlık içindedir.

Akl-ı evvel [İlk akıl], onun sıfatının bir neticesidir ve ona onu tanıma yolunu verilmiştir.

Vehim/hayal gücü, özünün görkeminden zayıftır ve fehm/ anlama alanı onu vafetmekten sıkıntıdadır.

Ateşi aklın kanadını yaktı ve ruh kıskançlığından onun hizmetçisi kaldı

Ve alayındaki nefs hala sürünüyor ve akıl da onun okulunda acemi bir öğrencidir.

Ve bu dünyadaki akıl, ilahlığı  taklit eden bir sahtekârdan başka nedir?

Allah Teâlâ'yı arif/​​tanıyan bir kimse ancak akıl, yanılsama ve duyular dışında tanıyamaz.

Zekâ yaratılanların ilki olduğu için, Zekâ her şeyden üstündür, bunun yanında;

Sıfatlarının ihtişamı güzelliğini ortaya çıkarsaydı, akıl akıllığından ve ruhun kaçardı.

Yine de insan aklını temkin makamına çıkarmaya gücü yeterse Cebrail aleyhisselâmın makamındaymış gibi emindir.

- (Bilakis) Cebrail  bütün heybetiyle ve sahip olduğu güçle onun yanında bir serçeden daha az prestij sahibidir

Ve akıl o sınıra ulaştığında başını aşağı indirir ve ruh ona uçarsa orada kanatlarını katlar.

Hakkında ağır veya hafif konuşanlar, Onun bir ortağı olduğunu söylemeden kaçınsınlar.

Ve sadece zayıf bir duyu ve kötü bir nefisle yaratılmış (insan), kıdem ve hadis/ezel ve yaratılış hakkında olur olmaz konuşur.

O'nun kahrı karşısında boyun eğiş ve sıfatlarının muhteşemliğini, ancak onu tanımakla gücünüz olacaktır.

O halde saçmalıklara yol açan bu aklı azaltın ve bu çarkı ve telvin/karışıklığı durdurun.

Ve akla kendi yolunu gösterdiğinde, o zaman onun bu yeteneğini övdü.

- (Böylece) aklı mahlûkların ilki olarak tabir etti ve onu bütün seçilmişlerin başına koydu.

Aklı- kül/bütün akıl defterinden bir kelimedir ve nefs-i külde  tek ayak üstünde onun kapısındadır.

Aşkı, aşkla kemale erdiren, akılla akılcı aklı yaratan O'dur..

Bizim gibi akıl da O'nun doğasına giden yolda şaşkına dönmüş, bizim gibi şaşkın.

O, aklın aklı ve ruhun ruhudur ve bundan daha yüksek olan her şeyde O'ndandır.

Zihni, ruhu ve duyuları tartışarak Yaradan'ı kim bilebilir?

 İnsan, aklın, ruhun ve duyuların telkinleriyle yaratıcıyı ​​nasıl tanıyabilir?

- Ve eğer Allah ona yolu gösteremese, ilahi vasfı ilâhlığı nasıl tanıyabilirdi?

Ma'rifet/Allah'ı Bilmek Üzerine

Bir kişi onu kendi başına tanıyamaz, çünkü kendi zâtını kendisi bilebilir.

- iyi gitmedi; acizlik O'nun yolunda hızlandı ve O'nu tanıdı.

Akıl O'nun gerçeğini aradı ama tam olarak geçmedi, acizliği marifet/bilme yolunda olduğunu öğrendi.

Duyuların rehberliğinde kim tanıyabilir? Ve kim bir kubbenin tepesine ceviz yerleştirir?

Akıl bir rehberdir, ancak kapısına ve seni ona götüren faziletindir.

 Aklın rehberliğiyle oraya gidemezsin; o yüzden diğerleri gibi bir perde gibi sendelenme/bocalama.

Yolda bize rehber O'nun lütfudur ve O'na hidayet/ kılavuz ve delildir. İşleride O'na ve şahittir.

Ey kendi nefsini/tabiatını bilmekten aciz olan sen, Allah'ı ıtlak yolu ile nasıl bileceksin?

[Itlak: bağdan kurtulmak, mutlak olma:. Itlak Yolu:Yaratılmışlığın külfetinden kurtulup, Hakk Olma Yolu… "Bulan ıtlâkı hergiz kayda bakmaz" (Şemseddin Sivâsî) ]

- Madem biliyorsun – gücün/bilgin olmadan, Yaradan'dan nasıl haberdar olabilirsin?

Ve eğer onun yaptıklarının sırrını bilmiyorsan, onu nasıl bilebilirsin?

Vehimler/İllüzyonlar onun açıklamalarının gerisinde kalıyor ve onun hakkında konuşurken Ve anlayışlar bunun hakkında konuşurken başıboş konuşur.

Onu tarif ederken sunulan deliller, telaffuzlar bir benzetme ve sessizlik bir bozulma/manasızdır.

Aklın kendi yolundaki en yüksek başarısı hayrettir; gayret/kıskançlık aklın ona yönelik özüdür.

Akıl ve ruh için amaçlanan murad ve malik olandır ve mürid ve salik/yolcu için nihai amaçtır.

Aklımız O'nun varlığına delildir ve var olan her şey O'nun varlığının kademi/ayakları altındadır.

İdrak/farkındalığın kendi kendine zâta ulaşmaya malik olamaz. Bu yolda akıl, ruh ve kalp parçalanır.

Ve onun fiilleri iç = ve dış = hariçtir ve zât-ı özü, keyfiyet ve sebebiyetten/nitelik ve nedensellikten daha yücedir.

Çünkü onu bilmenin çözümü olmadan akıl, uluhiyyetinden bihaberdir.

 Onu aramak için nasıl bir vehme neden oluyorsa?

Ne zaman hadis/yaratılmış kıdem ile konuşabilir ki?

[Hayal etmek/imgelem O'nun niteliklerine yetersiz kalır; onun güçleriyle övünüşü anlamak boşunadır.]

Aslında, peygamberler bu sözlerden hayrete düştüler, evliyalar bu niteliklere şaşırırdılar.

Tevhid ve Büyüklüğün Açıklaması Üzerine

O birdir, O'nda sayının yeri yoktur ve hayatta kalmasında ihtiyaç ondan reddedilmiştir.

Ve O, aklın ve aklın bilebileceği O değildir ve O, duyu ve hayal gücünün/ yanılsama ile tanıyabileceği Samed değildir.

Ne bollukta ne de eksikliktedir. Birin bir ile çarpımı birdir.

Onun kapısından başkası olursa  hatadır,

Ve burada Onun mutlak birliğinden başkası hatadır.

Saymak ve şüphe etmekle meşgul olduğun sürece, birini ya da ikisini bilsen/saysan de ikisi de aynıdır.

Şeytan'ın otlaklarının "ne", "ne kadar", "neden" veya "nasıl" içerdiğini kesin olarak bil, bu yüzden dikkatli ol.

Onun büyüklüğü çoğalmaktan değildir, özü nicelik ve nedensellikten üstündür.

Aciz talebenin araştırması için “Bu mu? Şu mu” ve “kimin” olduğunu söylemek caizdir.

Hiç kimse yaratıcı niteliklerinin “ne kadar”, “nasıl”, “ne”, “neden” veya “ne zaman” veya “nerede” olduğunu söylemedi.

Eli kudret/güçtür, yüzü bekâsı/sonsuzluktur, gelmesi hikmeti, O'nun nüzulü/inişi hediyesidir.

İki ayağı intikam ve haysiyet heybeti, iki parmağı da O'nun emir ve iradesinin etkin gücüdür.

Bütün varlıklar O'nun kudretine tabidir; hepsi O'na hazırdır, hepsi O'nu arar;

Nurun  hareketi nura doğrudur…nur güneşten nasıl ayrılabilir?

Ve ezeliyetin varlığı ile ondan önce geldi, çünkü (ebed) de ondan önce vardı ama ondan sonra geldi.

O'nun varlığı nasıl sonsuzlukla sınırlandırılabilir?

Başlangıcı olmayan sonsuzluk, onun evde doğmuş bir çocuktur/kölesidir;

ve ezeli/sonu olmayan sonsuzluğu (daha fazla ) düşünmeyin ve hayal etmeyin, ebed/sonu olmayan sonsuzluğu da, alametini ezelden almıştır.

Daha büyük veya daha küçük bir mekanı nasıl osun? Onun için yer kendisinin yeri yoktur.

Bu sıfatına malukat için bir dünya yaratmıştır ki, Kendi zatını onlardan üstün kılmıştır.

Mekanın yaratıcısı için mekanın bulunması nedir? Ve gökyüzünün fevkinde/üzerindeyse gökyüzünün herhangi bir etkisi olabilir mi?

Dünün seması bugün yoktur, bugün olanda yarın mevcut olmayacak.

Ve onu duman perdesinin önüne koydular, o yüzden git ve oku = يوم نطوى السماء =  (Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. (Enbiyâ - 104)

Ve arifler kıdem hakkında daha fazla konuştuğundan, istiğrak hallerini parçalayıp ve onları aştılar/ karıştırdılar.

[Bildiğimiz] zamanının rukunları, onun için sabit değil ve mekân da varlığı için yeri değildir.

Onun sureti hiçbir yaratılmışta yoktur. Bu benzeme onun ebedi izzetine layık değildir.

Çünkü o bir nakkaş idi ve bir nakış yazıt değildi. Bir ayet vardır = İstiva/tesviye edildi = o zaman ne arş vardı ne de yer.

İçinizdeki ruhtan “Oturdu” demeye devam edin, ama O'nun özünün boyutlara bağlı olduğunu düşünmeyin;

Çünkü "Oturdu" bir Kuran ayetidir/ ve "Onun yeri yoktur" demek imanın bir gereğidir.

Arş, bir kapının dışındaki halka gibidir; İlâhî sıfatlar hakkında bilgisi yoktur/ bilmezde.

Levh-i Mahfuzda yazılı kelimeler vardır, fakat onların ses, şekil ve görüntüleri yoktur.

" وينزل الله " Haberlerde “Allah Teâlâ iner“ yazılıdır, ama O'nun öyle bildiğiniz gibi gelip gittiğine inanmayın;

Arş onu yüceltmek için anılır, Kâbe'ye yapılan atıf onu bilmek babındandır.

'Onun yeri yok' demek dinin özüdür;  başını eğ, çünkü bu övgü için uygun bir fırsattır.

Hüseyin'i [Hallac] düşmanlıkla kovalarlar çünkü hepsi O'nun mekanı yoktur sözünü söylerler.

Tenzih Hakkında

- - Kıdem/Sonsuzluk sınırı/kalıbı değil. Yaratmasıda cömertliğinden başka bir huy değil.

O'nun sözü olmadan ne zaman, ne de tabiat vardır ve cidden ruh O'nun emri olmadan yaşamaz.

Bunlar hem eksik hem de kısırdır, ve ikisi de değer vermek ebleh/aptallıktır.

Onların maddesi kıdemden yaratılışa kadar yoktu.  O olmadan var olmayacaktır.

Mülkünün bir sonu olduğunu bilinmiyor, zatına da bir başlangıçta tanımlanamıyor.

-Göz boyama, dolandırıcılığa ve sihire meyletmez.  Tevhid ve sıdk üzere iyi görünen şeylere bakar.

Aklı gören göz Hakk'ı görür. Renkleri/karışıklığı gören göz ise Hakk'ı görmez.

Ve gözünün süslüce gördüğü her şey batıl/yok olacaktır. Çünkü Hakk su ve çamur birleştiği insanın vehimleriyle/yanılsamalarıyla bilinemez.

Akıl, vehim karışıklık ve yanılsama ile çevrilidir, evet her ikisi de, özellikleri basitlik üzerinedir.

Yarattıklarında nasıl belirir yahut hangi aynada tecelli eder?

Mekân ve ruh senin hizmetkâr kullarındır, ikisi de senin koruman altında ve iki iyi arkadaşındır.

Tevhidin ağırlığını her insan taşıyamaz ve her aşağılık insan tevhidin tadına varamaz.

Allah'a her yerde ibadet edilir ve mahdut bir mekânla sınırlı değildir.

O halde nefsi dürüstlük yolunda bırak ve kalk ve ellerini bu kötü nefisten kaldır.

Allah Teâlâ'nın yarattığı varlığınız, sarı, beyaz veya sıcak ve soğuktan ibaret değil.

Onun emriyle dört mizaç, hava, su, ateş ve toprak, göklerin altındaki bir yerde hazırlandı; [bir araya gelmeleri O'nun gücünün bir delilidir.]

- Eylemi ve benliği alet ve cihet /yönün dışındadır, bu yüzden asli hüviyeti ile "ol " der, "O" dur.

"Ol كن" İki aciz harften oluşur," هو " ise hevâdan hali/ boş bir denizdir.

Arifin gözünde O'nun özü, = nerede = ve = nasıl = kim ve = kimdir = ve = neden = den temizlenmiştir.

Ve verdiği her şeyi, felekleri de geri alabilir ve “Tanrı ebedidir”" االله خالد " yazısı kalacaktır.

Senin planını kalemsiz ortaya koyan, onu renksiz de tamamlayabilir;

Evreni senin için ebediliğe terk etmez, Onun içinde renkler sadece, sarı, beyaz, kırmızı ve siyah değil,

İhtiyacınızdan fazlasını sizin için hazırlamış ve önünüze sebepler koymuştur.

Yaratma gücüyle seni bir yükümlülük altına soktu, size kendini tanıttı.

Dedi ki: Ben gizli bir hazineydim ve beni bilsinler diye mahlûkatı yarattım.

Kâf ve Nûn  arasından değerli bir inci yaptı. Gördüğümüz boşluğu "Ya-sin" ile dolu bir ağız yaptı.

- Allah, dört zıt rakibi bir mekâna sığdıran bir emirle feleklerin altına yerleştirildi.

- Ve onların toplanması, onun kudretine delildir ve kudreti de, hikmetinin bir suretidir.

Bu dört şey zıttır ama Allah'ın emriyle yokluk sarayında yedi kevkebin renksizliği ebedi emriyle sonsuza dek hep birlikte aynı yolda yürürler;

Seni kalemsiz tasarlayan, renksiz de tasvir etmeye gücü yeter.

Dünyanın hayırdan ve şerden ibaret olduğunu, bunun ancak O'ndan ve O'na ait olduğunu, bilakis O'nun kendisi olduğunu neden kabul etmiyorsun.

Bütün cisimler dış hatlarını ve şekillerini O'ndan alırlar, maddî temellerini ve heyulasını O'ndan aldıklarını. (buldum)

"Heyûlâ, kelâm ilminde âlemin yaratılışına ilişkin tartışmalara konu olan bir terimdir. “heyûlâ”,eşyanın (âlemin) mahiyet veya hakikatini teşkil eden asıl cevher manasını ifade eder"

Element ve maddî cevher, dört elementi biçim ve renkler giydirilmiştir.

Bilin ki, her şey sınırlı ve sonlu olarak bilinir. Hepsi meşhed-i ilahi/ilahi kata yükselişiniz için [bir merdivenden başka bir şey değildir.]

Huzur ve İhlas Hakkında

O halde, arzu nesnesi hiçbir yerde bulunmadığına göre, O'na yürüyerek nasıl ulaşmayı umabilirsin?

Ruhunun ve dualarının Allah'a varacağı yol, gönül aynasının cilasındadır.

Kalb aynası, küfür ve nifakla paslanır. Muhalefet ağır ve yorucu emekle parlatılamaz.

Aynanın parlatıcısı sizin sarsılmaz inancınızdır; (bu kesinlik) nedir? Bu, dininizin lekesiz saflığıdır.

Kalbinde bir şüphe olmayana ayna ve suret aynı şey olarak görünmeyecektir;

 Suret olarak aynada olsan da, aynadaki sen değilsin, ayna olarak sen birsin.[Yani, aynada görünüyorsanız, aynadaki odur, siz değilsiniz.]

-Çünkü ayna farklıysa sen de farklısın, o zaman ayna senin görüntünden habersizdir.

Suretin aynası öznitelikten uzaktır, çünkü (aynanın) görüntü yeteneği nur iledir.

Aynanın kendisinde  olan nur  güneşten başkası olmaz. [ayna, görüntüyü ışık aracılığıyla aldığından ve ışık güneşten ayrılmamalıdır] Burada bir kusur varsa aynada ve görüştedir.

Bie kimse perdenin arkasında ebedî kalırsa, onun sureti baykuş ve güneş gibi ölümsüzdür.

Baykuş güneşten acizse, bu güneşten değil, kendi zayıflığındandır;

Güneşin ışığı dünya üzerinde parlıyor, musibet yarasanın gözünün zayıflığından gelir.

Hayal ve duyu dışında görmezsin, çünkü çizgiyi, yüzeyi ve noktayı dahi bilmiyorsun;

Ve sen ilim yolunda yanılıyorsun ve boş bir mahluk sözüyle aylarca ve yıllarca tartışmada oyalandın;

Ve fuzuli/merakla bu şekilde konuşan kişi, çözümlerin tecellisini bilmez.

Eğer sana içgörü verilmesini/yüzü yansıtmasını istiyorsan, aynaya hatalı bakma/ eğri tutma ve temiz tut.

Güneşin nuru için günah yoktur ve sen şişeni bulutların altına (koy)ma.

Melekten daha güzel bir Yusuf, bir hançerin içinde bir şeytanın yüzüne sahip gibi görünür.

O, hakikati (ki kimdir) kendi içinde görmezse, hançeri  hakkı batından ayıramaz ayna gibi iş yapmaz.

Çünkü çamurunuzda (bedeninizde) görebildiğiniz en iyi şey, kalbinizin aynasında kendi görüntünüzü görebilmenizdir;

Bağlandığın zincirden kurtul, çünkü çamurundan kurtulduğun zaman özgür olacaksın;

Mademki çamur karanlık, gönül nurdur, senin çamurun çöplük, kalbin gül bahçesidir.

Kalbinizin yüzeyi ne kadar safsa, Allah'ın tecellisini sana yaklaştırır;

Hz. Ebû Bekir'in ihlası/ kalb temizliği ümmetten daha fazla olduğu için, tecelliside özel oldu.



[1] Dr. Nurdan Kaban, Senâî-Yi Gaznevî’nin Hadîkatü’l Hakîkası’nın Bölümleri Makalesinden alınmıştır.

Önceki Yazı
« Prev Post
İlk Yazı

Benzer Yazılar